Arama

Dünya

Güncelleme: 21 Eylül 2018 Gösterim: 30.874 Cevap: 17
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
1 Ekim 2005       Mesaj #1
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın

DÜNYA

Ad:  dünya.jpg
Gösterim: 978
Boyut:  20.0 KB

Güneş'in çevresinde dolanan dokuz gezegenden biridir. Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün ve Plüton olarak adlandırılan bu gezegenlerin Güneş'e en yakın olan ilk dördüne "yerbenzeri gezegenler" denir. Çünkü üzerinde yaşadı­ğımız gezegenin bir adı da Yer'dir ve öbür üç gezegenin boyutları, kütlesi ve dış yapısı bizim gezegenimize oldukça benzer. Gerçek­ten de, içlerinde en büyüğü Dünya olan yerbenzeri gezegenler öbür beş gezegenden daha küçük, sertleşmiş kayaç yapısında, dola­yısıyla daha yüksek yoğunluktadır. Buna kar­şılık "dev gezegenler" denen Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün yerbenzeri gezegenlerden çok daha büyük, ama temel olarak soğuk gazlardan oluştukları için düşük yoğunlukta gezegenlerdir. Dokuzuncu gezegen olan Plü­ton'un yapısı ve özellikleri ise Dünya'dan çok uzakta bulunduğu için henüz yeterince aydınlatılamamıştır. Merkür ve Venüs'ün yörünge­leri Dünya'nın yörüngesinin içinde kaldığı için bunlara ayrıca "iç gezegenler" de denir; Mars'tan başlayarak bütün öbür gezegenler ise Dünya yörüngesinin dışında kaldıkları için "dış gezegenler"dir.
Sponsorlu Bağlantılar
Dünya birçok özelliğiyle bütün öbür geze­genlerden ayrılır. Örneğin yüzeyinde bol mik­tarda su bulunan tek gezegendir. Yaşamın başlaması ve sürmesi için mutlaka su gerekti­ğinden, bütün Güneş Sistemi içinde canlıları barındıran tek gezegen de gene Dünya'dır. Yeryüzünün her yanını kaplayacak, denizleri dolduracak kadar gür ve çeşitli olan bu yaşam Dünya'nın atmosferini bile değişikliğe uğrat­mıştır; çünkü soluduğumuz havadaki oksije­nin tümü bitkisel yaşamdan kaynaklanır.
Dünya üzerinde büyük kara parçaları ve okyanus çanakları bulunmasaydı, ne yaşamın başlangıcı için gerekli olan engin ve kalıcı su kütleleri, ne de insanın ve üstün yapılı hay­vanların yaşadığı bugünkü topraklar var olurdu.

Dünya'nın Biçimi, Boyutları ve Hareketi


Dünya bir küre biçimindedir. Uzaklaşan bir geminin ufuk çizgisinin altında gözden kay­bolması gibi basit gözlemlerle eskiden beri bilinen bu gerçek, astronotların ve Dünya çevresindeki yörüngelerinde dolanan yapma uyduların uzaydan çektiği fotoğraflarla hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlan­mıştır. Dünya'nın yuvarlak olduğunu söyle­yen ilk kişi, İÖ 6. yüzyılda yaşamış Eski Yunanlı bilgin Pisagor'dur. Gene Eski Yu­nanlı matematikçi ve bilim adamlarından Eratosthenes de İÖ 3. yüzyılda ilk kez Dün­ya'nın çevresini ölçmüştür. Eratosthenes bu ölçüme girişmeden önce, 21 Haziran günü öğle saatinde Güneş ışınlarının Mısır'ın Assu-an kentinde yere tam dik olarak geldiğini öğrenmişti. Bu bilgiyi aktaranlara göre o gün o saatte Güneş'in yansıması derin bir kuyu­nun dibindeki suda görülebiliyordu. Eratos­thenes, Assuan'ın 800 km kuzeyinde olduğunu tahmin ettiği İskenderiye'de aynı gün ve aynı saatte Güneş ışınlarının düşeyle 7 Vı derecelik bir açı yaptığını, yani yere 7 Vı eğik geldiğini ölçtü. Böylece bu iki bilgiden yararlanarak Dünya'nın çevresini bugün bilinen değerine çok yakın olarak hesapladı. Gene de 16. yüzyılda kâşifler Dünya'nın çevresini deniz­den dolaşıncaya kadar Dünya'nın yuvarlak olduğu kolay kolay benimsenemedi.
Dünya'nın yuvarlaklığı aslında çok düzgün ve kusursuz değildir. Kendi ekseni çevresinde dönmesinden doğan merkezkaç kuvvetin et­kisiyle ekvatorda hafifçe şişkinlik yapar (bak. Merkezkaç Kuvvet). Bu şişkinlik nedeniyle kutuplar da hafifçe basıktır; kutup noktaları­nın Dünya'nın merkezine olan uzaklığı ekva­tordaki bir noktanın uzaklığından yaklaşık 21 km daha azdır. Dünya'nın boyutlarına ilişkin bazı bilgiler aşağıdaki tabloda verilmiştir.

12.756.776 metre 12.713.824 metre 510.100.934 knr 1.083.319.780.000 km' 5.988.000.000.000.000.000.000 ton
Ortalama yoğunluğu 5,52 gr/cm3

Dünya kendi ekseni çevresindeki dönme hareketini 23 saat 56 dakika 4,09 saniyede tamamlar. Demek ki bu dönme hareketinin süresi 24 saatlik bir tam günden yaklaşık dört dakika daha kısadır. Ama Dünya Güneş'in çevresindeki dolanımını 365 gün 6 saatte tamamladığı için, bu yörüngede bir günlük yol aldığında üzerindeki her noktanın Gü­neş'e göre konumu değişir. Böylece, Dünya'ntn bir tam dönüşünden ancak dört dakika sonra belirli bir noktada yeniden öğle olur. Sonuçta Dünya üzerindeki her noktada gü­nün uzunluğu 24 saattir.

Dünya'nın kendi ekseni çevresindeki dönü­şü nedeniyle günün yansını gündüz, yarısını ge­ce olarak yaşarız. Dünya'nın Güneş'e dönük olan aydınlık yüzü gündüzken, karanlık yüzü gecedir. Ama gündüz ve gecenin uzunluğu yıl boyunca değişir. Yazın gündüzler 12 saatten daha uzun, kışın daha kısadır. Yeryüzünde yaz ve kış gibi iki ayrı mevsim yaşanmasının nedeni Dünya'nın dönme ekseninin yörünge düzlemine eğik olmasıdır. Kuzey ve güney kutup noktalarından geçtiği varsayılan dönme ekseni yörünge düzlemiyle 23 derece 27 daki­kalık (23°27') bir açı yaptığı için. Dünya Güneş çevresindeki dolanımını tamamlayın­caya kadar bu eksen uzayda hep aynı doğrul­tuya (Kutup Yıldızı'na) yönelir. Bu nedenle yörüngenin, yani Dünya'nın Güneş çevresin­de izlediği yolun yarısında Güneş'e doğru, öbür yarısında ters yöne eğiktir. Kuzey kutup noktası Güneş'e doğru yöneldiğinde kuzey yarıkürede yaz mevsimi yaşanır. Böylece, dönme ekseni Güneş'e doğru eğik olduğu için, yazın kuzey yarıkürenin her noktası Dünya'nın günlük dönme hareketi sırasında daha uzun süre gün ışığı alıp, daha kısa süre karanlıkta kalır. Bu nedenle gündüzler gece­lerden daha uzundur. Yalnız 21 Haziran'da Kuzey Kutup Dairesi'nin kuzeyinde kalan her yer bütün gün boyunca Güneş ışığı aldığından gökyüzünde gece yarısı bile Güneş vardır. Bütün bu süre içinde güney kutup noktası Güneş'in bulunduğu doğrultuya yönelmediği için güney yarıkürede mevsim kıştır, gündüz­ler gecelerden kısadır ve Kuzey Kutbu'nun sürekli gündüzü yaşadığı 21 Haziran'da Gü­ney Kutbu bütün gün karanlıktadır.

Dünya'nın dönme hızı giderek yavaşlamak­ta, dolayısıyla günler biraz daha uzamaktadır. Ay'ın çekim kuvvetinin okyanus ve denizler­de yarattığı gelgit hareketi Dünya'nın dönü­şünü yavaşlatan bir fren etkisi yapar . 370 milyon yıl önceki Devoniyen Dönem'in ortalarından kalma mercan fosille­rinde bir yılda oluşan günlük büyüme halkala­rının 365 yerine 400 tane olduğu görülmüştür. Bu da o dönemde bir günün 22 saat olduğunu gösterir.
Dünya'nın Güneş çevresinde dolanırken çizdiği yörünge tam dairesel değil elips biçi­minde, yani ovaldir. Bu nedenle, yörüngede­ki dolanımı sırasında Dünya'nın Güneş'e olan uzaklığı biraz değişir. Güneş'ten en uzak noktadayken aralarında 152 milyon km, en yakın noktadayken 147 milyon km vardır. Dünya'nın Güneş çevresindeki yörüngede do­lanım hızı ise saniyede 30 kilometreden biraz azdır.

Dünya, zayıf bir magnetik alanla kuşatılmış dev bir mıknatıs gibidir. Kuvvet çizgileri kuzey ve güney magnetik kutuplarında birle­şen bu magnetik alanın, Dünya'nın merkezin­deki demirden çekirdeğin dönmesiyle doğan elektrik akımlarından kaynaklandığı sanıl­maktadır. Dünya'nın magnetik kutupları za­manla yer değiştirir; ama Dünya'nın dönme eksenini belirleyen coğrafi kutuplardan hiçbir zaman fazla uzaklaşmaz. Ne var ki kıtaların Dünya üzerindeki yeri başlangıçtan bu yana çok değiştiği için, bugün Kanada'nın kuzey ucunda bulunan kuzey magnetik kutbu jeolo­jik çağlar boyunca değişik kıtalar üzerinde yer almıştır. Aynı şey güney magnetik kutbu için de geçerlidir. 450 milyon yıl önce bu kutup noktası bugünkü Sahra Çölü'nün bulunduğu yerdeydi. Ayrıca zaman zaman magnetik kutupların konumu değişmediği halde işareti değişmiş, kuzeyken güney, güneyken kuzey magnetik kutbu olmuştur; başka bir deyişle, mıknatıslanmış pusula iğnesinin öbür kutbu­nu çekmeye başlamıştır.

Dünya'nın Oluşumu ve Yaşı


Bilim adamları öteden beri Dünya'nın bütün öbür gezegenlerle aynı zamanda oluştuğuna inanırlar. Güneş Sistemi'nin başlangıcına iliş­kin eski bir kurama göre önce Güneş var olmuş, daha sonra gezegenler ondan kopmuş­tur. Artık geçerli sayılmayan bu kurama göre Güneş ilk oluştuğu zaman bugünkünün 50-60 katı büyüklükteydi ve kendi çevresinde hızla dönüyordu. Bu dönme hareketinden doğan merkezkaç kuvvetin etkisiyle Güneş'ten dışa­rıya bir miktar madde savruldu. Önce çok uçucu olmayan mineral ve metallerin yoğun­laşmasıyla iç gezegenler, sonra uçucu gazların yoğunlaşmasıyla dış gezegenler oluştu.

Güneş'in ve bütün gezegenlerin aynı za­manda oluştuğunu ileri süren yeni bir kurama göre de Samanyolu Gökadası'ndaki dev bir gaz ve toz bulutu kendi kütleçekim kuvvetinin etkisiyle büzülmeye başladı . Bu madde parçacıklarından çok büyük bölü­münün yoğunlaşmasıyla Güneş oluştu; bu kütle giderek öyle büyüdü ve madde yoğunlu­ğu öylesine arttı ki bir süre sonra nükleer tepkimeler için elverişli bir ortama dönüştü. Öte yandan buluttaki daha küçük madde yoğunlaşmalanyla da ilk gezegenler oluşmaya başladı. Bugünkü gezegenlerin öncülü olan bu ilk gezegenler başlangıçta birer gaz kütlesi halindeydi, ama hiçbiri nükleer tepkimelerin başlayabileceği kadar büyük değildi. Güneş' in sıcaklığı arttıkça çevresindeki yakın gezegenleri, yani yerbenzeri gezegenleri kuşatangaz bulutları yok oldu ve geride büyük olası­lıkla erimiş durumdaki minerallerden oluşan çekirdekleri kaldı. Güneş'e çok uzak olan öbür gezegenler ise pek fazla değişikliğe uğramadan bugüne kadar ulaştı.

Dünya'nın yaşı doğrudan doğruya kayaçların yaşıyla ölçülemez. Çünkü bilinen en yaşlı kayaçların bile bugün artık yeryüzünde var olmayan daha yaşlı kayaçlardan oluştuğunu biliyoruz. Bugüne kadar saptanabilen en yaşlı kayaçlar Grönland'ın batısında bulunmuştur ve 3,8 milyar yaşındadır. Demek ki Dünya'nın yaşı bundan daha fazladır.
Bugün Dünya'nın yaşını hesaplamak için başvurulan en güvenilir yöntem radyoaktif elementlerin dönüşümüdür. Örneğin radyoaktif uranyum elementi­nin uranyum-238 ve uranyum-235 gibi iki ayrı tipte atomu (izotopu) vardır. Bu atomların ikisi de çok yavaş bir süreçle kurşun atomları­na dönüşür. Öbür uranyum izotopundan bi­raz daha ağır olan uranyum-238'in dönüşü­müyle daha hafif bir kurşun izotopu olan kurşun-206, uranyum-235'in dönüşümüyle de biraz daha ağır bir izotop olan kurşun-207 atomları oluşur. Uranyum-235'in kurşuna dö­nüşme hızı uranyum-238'in dönüşme hızından altı kat daha fazladır. Bu nedenle, incelenen bir kayaçtaki kurşun-206 ve kurşun-207 atom­larının oranı kayacın yaşına bağlı olarak değişir. En yaşlı olduğu düşünülen bir kurşun minerali ile bugün okyanuslarda oluşan kur­şunun izotop yapısı arasındaki fark, ancak bu iki örneğin oluşumları arasında 4,55 milyar yıllık bir zaman dilimi olmasıyla açıklanabilir. Bu süre de Dünya'nın yaşı olarak kabul edilebilir. En eski kayaçların yaşını hesapla­mak için radyoaktif rubidyum elementinin stronsiyuma dönüşme süreci de temel zaman ölçeği olarak alınabilir.

Dünya'nın İç Yapısı


Dünya'nın dış kabuğu ile bu kabuğun üzerin­deki atmosfer (hava) ve hidrosfer (okyanuslar ve denizler) katmanları doğrudan gözlemle incelenebilir. Oysa Dünya'nın iç bölümlerine ulaşarak yapısını doğrudan inceleme olanağı yoktur. Dünya'nın iç yapısına ilişkin bütün bilgiler depremlerin incelenmesinden ve Dün­ya'nın içinde var olduğu düşünülen madde­ler üzerindeki deneylerden elde edilmiştir. Yanardağların varlığına ve yerkabuğunun yüzeyindeki ısı akışı ölçümleri­ne dayanarak Dünya'nın iç bölümlerinin çok sıcak olduğunu biliyoruz.Yerkabuğunun derinliklerine doğru inildikçe kayaçların sıcaklığı her kilometrede 30°C kadar yükselir. Böylece, kabuğun en alt katmanlarının çok daha üstünde yer alan kayaçlar kızıl kor haline dönüşür. Aslında Dünya'nın büyüklüğüne oranla yerkabuğu çok incedir. Eğer Dünya'yı bir futbol topu büyüklüğünde düşünürsek kabuğu da ancak topun üzerine yapıştırılmış bir posta pulu kalınlığındadır. Kabuğun altında kalan kayaç­lar ise akkor sıcaklığına kadar ulaşır.

Depremlerin nedeni, yerkabuğundaki bir kırıkla birbirinden ayrılan iki büyük kütlenin (levhanın) birdenbire harekete geçerek üst üste binmesi ya da uzaklaşması sonucunda yerkabuğunun şiddetle ileri geri sarsılmasıdır. Büyük bir depremde bazı titreşimler Dünya' nın derinliklerine doğru yayılır ve merkezde­ki çekirdeğin etkisiyle Dünya'nın öbür yüzün­deki dairesel bir alanda "odaklanır". Buna karşılık bazı titreşimler çekirdeği aşıp öbür yana geçemez. Böylece Dünya'nın öbür yü­zünde hiçbir titreşimin duyulmadığı halka biçiminde bir "gölge" belirir.

BAKINIZ Dünya (Uzay)
Son düzenleyen Safi; 21 Eylül 2018 02:07
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
sedat sencan - avatarı
sedat sencan
VIP VIP Üye
1 Ocak 2006       Mesaj #2
sedat sencan - avatarı
VIP VIP Üye
Yerküre’nin yaşı konusunda 19.yüzyıl jeologlarının sadece tahminde bulunduklarını görürüz.Bu jeologlar kayaç ve fosilleri yaş sırasına sokabildikleri halde bu yaşları Yerküre’nin tüm tarihi içindeki yerine koyamıyorlardı.Örneğin William Buckland,bir iskeletin yaşını söylerken, ait olduğu hayvanın on bin yıl öncesi ile on bin kere on bin yıl öncesi arasındaki zamanda yaşamış olduğunu önermek zorunda kalıyordu.O günlerde tarihlendirme konusunda güvenilir bir yöntem olmadığı halde,bunu denemek isteyenlerin sayısı çoktu.
*
Sponsorlu Bağlantılar
Yerküre’nin yaşı konusunda ilk ve ciddi bir girişim 1650 yılında İrlanda Kilisesi’nden Başpiskopos James Ussher tarafından yapıldı.Kendisi Kutsal Kitap’ı ve diğer tarihi kaynakları inceledikten sonra Yerküre’nin İ.Ö. 23 Ekim 4004 tarihinde yaratılmış olduğunu açıklamıştı.Tarihçilerin bir yorumuna göre Ussher ‘in bu açıklaması 19.yüzyılın başına kadar doğru olarak kabul edilmişti.Dolayısı ile hemen hemen herkes Yerküre’nin bir hayli genç olduğunu varsayıyordu.Bir başka grup tarihçinin yorumuna göre de ciddi çalışmalarda bulunan jeologlar, Kutsal Kitap’ın zaman ölçeği konusundaki tefsirini dikkate almamıştı. Gerçekten de Papaz William Buckland bile Kutsal Kitap’ın hiçbir yerinde Tanrı’nın yeri ve göğü ilk gün yarattığı izlenimi vermediğini,sadece ‘başlangıçta’ sözünü kullandığına dikkat çekmişti.Kendisine göre bu başlangıç milyonlarca ve milyonlarca yıl sürmüş olabilirdi.Aslında herkes Yerküre’nin yaşlı olduğu konusunda aynı fikirde idi.Ama ne kadar yaşlıydı?
*
Gezegenimizin tarihlendirilmesi konusundaki ilk ciddi önerilerden birisini Edmond Halley yaptı.Dünya denizlerindeki toplam tuz miktarının,her yıl eklenen tuz miktarına bölünmesi ile elde edilecek sayının okyanusların yaşını ortaya çıkaracağını ileri sürmüştü.Böylece Yerküre’nin yaşı konusunda kabaca bir fikir edinebilirdik.Ancak o tarihlerde ne denizlerde ne kadar tuz olduğu,ne de her yıl eklenen tuz miktarını bilen yoktu.Böyle bir araştırma yapma olanağı da bulunmuyordu.
*
Bilimsel olarak ele alınabilecek ilk ölçüm girişimi Georges-Louis Leclerc tarafından 18.yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşti. Yerküre’nin çok miktarda ısı yaydığı biliniyordu.Öyle ki bir madene inen herkesçe malum olan bir olaydı.Ama ısının ne hızla kaybolduğu ölçülemiyordu. Leclerc,bir takım küreleri akkor haline gelinceye dek ısıtmış,sonra soğumaya bırakmıştı.Bu küreler soğudukça onlara dokunmuş ve ısı kaybını bu şekilde ölçmüştü.Bu ölçümden yola çıkarak Yerküre’nin yaşını 75.000.ile 168.000 yıl olarak tahmin etti.1770 yıllarında öne sürdüğü bu tahmin için Leclerc aforoz edilme tehdidi ile karşı karşıya kaldı.Düşünmeden konuştuğu ve dinsel öğretiye aykırı düştüğü için özür diledi.Ancak sonraki yazılarında iddiasını hep tekrarladı.
*
19.yüzyılın ortalarında bilimsel çevreler Yerküre’nin yaşı için en az birkaç milyon yıl,hatta belki on milyonlarca yıl gibi fikir taşıyorlardı.Ancak daha fazlası için öngörüleri yoktu.Bu nedenle C.Darwin,1859 yılında ‘Türlerin Kökeni’ kitabını yayımlayınca herkes büyük bir şaşkınlığa düştü. C.Darwin’in hesaplarına göre İngiltere’nin güneyindeki Weald bölgesini yaratan jeolojik süreçlerin tamamlanması 306.662.400 yıl sürmüştü.Bu rakam çok büyük itirazlara neden oldu.Zira bilim çevrelerinin Yerküre’nin yaşı konusunda genel kabul gören anlayışına ters düşüyordu.Bunu üzerine C.Darwin bu rakamı kitabının üçüncü baskısından çıkardı.Ama bu öneri unutulmadı.
*
Yerküre’nin yaşı konusunda tahmin yapanlar arasında Lord Kelvin de vardı.Yazdığı makalelerde 98 milyon sayısını veriyor,ama bu rakamın 20 milyon yıl düşük,400 milyon yıl yüksek olabileceğini de söylüyordu.Her makalesinde bu sayı sürekli olarak değişiyordu.Nihayet 1897 yılında bu yaşı 24 milyon yıl olarak belirledi. Lord Kelvin’in böyle tutarsız rakamlar vermesinin nedeni o dönemdeki fizik biliminin bilimsel seviyesi ile ilgiliydi.Güneş büyüklüğünde bir cismin en fazla birkaç on milyon yıldan uzun sürede,yakıtını tüketmeden ve durmadan nasıl yanmaya devam ettiğini anlayacak bilgi yoktu.Böylece ister istemez hem Güneş’in hem de gezegenlerin genç olması gerektiği kabul ediliyordu.
Yerküre’nin yaşı konusunda kesin bilgi, ileriki yıllarda fosil kanıtları ve astronomideki gelişmeler ile elde edilecekti.
sedat sencan - avatarı
sedat sencan
VIP VIP Üye
31 Ocak 2008       Mesaj #3
sedat sencan - avatarı
VIP VIP Üye
Karbon 14 ile tarihlendirme yönteminin hatalı sonuçlar verdiği anlaşılınca yeni yöntemler bulundu.Bunlardan bir tanesi,topraktan yapılmış cisimler içinde kalan elektronları ölçen termolüminesans sistemidir.Bir diğer sistem de bir örneğin elektromagnetik dalga bombardımanına tutulup,elektron titreşimlerinin ölçülmesini sağlayan elektron spin rezonansıdır.Ama bu gibi yöntemler 200.000 yıldan daha yaşlı cisimlerin tarihlendirilmesini sağlayamadılar.Kayaçlar gibi inorganik maddeler için ise hiç işe yaramadılar.Oysa Yerküre’nin yaşını belirlemenin yolu kayaçların tarihlendirilmesinden geçiyordu.
*
Kayaçların tarihlendirilmesi işlemini zorlaştıran sorunların büyüklüğü bilimadamlarını umutsuzluğa sürüklemişti.1920’li yıllarda jeoloji artık gözden düşmüş bir bilim dalı haline gelmişti.Özellikle İngiltere’de bu bilim için mali kaynaklar iyice kısıtlanmış bulunuyordu.
Arthur Holmes 1890 yılında Durham’da doğmuş olan bir İngiliz vatandaşıdır.1915 yılında iç sıcaklık dağılımına dayalı ısıl hesaplamalardan yararlanarak Yerküre’nin yaşına ilişkin tahminler geliştirdi.1924-1943 yılları arasında Durham Üniversitesi’nde profesörlük görevini yürüttü.1943-1965 yılları arasında Edinburg Üniversitesi’nde jeoloji ve mineraloji dalında dersler verdi.
İngiltere’de jeoloji için mali kaynakların kısıtlandığı 1920’li yıllarda Holmes kariyerinin zirvesinde olmasına rağmen Durham Üniversitesi’nde de durum aynıydı.Jeoloji bölümünün tüm kadrosu yıllarca Holmes’tan ibaret kaldı.Radyometrik kayaç tarihlendirme çalışmalarını sürdürebilmek için sık sık ekipman ödünç alıyor ya da çok basit düzenekler kullanıyordu.Bir defasında basit bir hesap makinesi için hesaplamalarını aylarca ertelemek zorunda kalmıştı. Ailesinin geçimini sağlamak için akademik çevreden uzak kalıyordu.Bir süre antikacı dükkanı işletmek zorunda kaldı.Öylesine parasızlık çekiyordu ki, Jeoloji Derneği’nin aidatını bile ödeyemiyordu.Buna rağmen kuramını geliştirdi.
*
Aslında Holmes’ın çalışmalarında kullandığı teknik kuramsal açıdan basitti.İlk kez 1904 yılında Ernest Rutherford tarafından gözlemlenmiş bir süreçten yola çıkıyordu.Bazı atomlar,tahmin edilmesi mümkün bir hızla bozunuyor ve bir elementten diğerine dönüşüyordu.Bu bozunma hızı bir çeşit saat görevi görebilirdi.Örneğin potasyum-40’ın argon-40’a dönüşmesi için gereken süre bilinirse ve her birinin söz konusu örnekteki miktarları ölçülürse bir maddenin yaşı hesaplanabilir. Holmes’ın katkısı, kayaçların yaşını hesaplamak için uranyumun kurşuna bozunma hızını ölçmek oldu.Böylece Yerküre’nin yaşını hesaplayabileceğini umuyordu.Ancak,çok küçük örneklerden çok duyarlı ölçümler çıkarabilecek gelişmiş aletleri yoktu.Bu nedenle 1946 yılında Yerküre’nin en az 3 milyar yıllık,muhtemelen çok daha yaşlı olduğunu ilan etti.Bilim dünyası onun metodolojisini övmekle birlikte ilan ettiği rakamı benimsemedi.Onlara göre Holmes,Yerküre’nin yaşını değil,sadece Yerküre’yi oluşturan maddelerin yaşını bulmuştu.
*
Harrison Scott Brown,1917 doğumlu,ABD vatandaşı bir jeokimyacıdır.Göktaşlarının yaşı ve kökeni ile bunların Yerküre’nin kimyasal yapısı ilişkileri üzerinde uzmanlaşmıştır.Aynı zamanda kimyasal elementleri tarihlemekte yararlanılan tekniğin de yaratıcısıdır. Brown,Chicago Üniversitesi’nde görevli iken,tortulların katmanlaşmasıyla değil,ısınmayla oluşmuş olan korkayaçlardaki kurşun izotoplarını saymanın bir yöntemini geliştirmişti.Bunun son derece usandırıcı bir çalışma gerektireceğini anladığı için genç bir bilim adamı olan Clair Patterson’u bilimsel inceleme projesi olarak bu işle görevlendirdi.İşte bu günlerde Holmes, Yerküre’nin en az 3 milyar yıllık,muhtemelen çok daha yaşlı olduğunu ilan etmişti.
*
Clair Patterson,proje üzerinde çalışmaya 1948 yılında başladı.7 yıl boyunca steril bir laboratuvarda çalışarak,dikkatle seçilmiş eski kayaç örneklerindeki kurşun/uranyum oranlarının çok hassas ölçümlerini yaptı.
Yerküre’nin yaşını ölçmenin asıl zorluğu,kurşunlu ve uranyumlu kristaller içeren eski kayaçlara duyulan ihtiyaçtan ileri geliyordu.Zira bunlar,hemen hemen gezegenin kendisi kadar yaşlıydı.Daha genç yaştaki örnekler kullanılamazdı,o zaman araştırma çok yanıltıcı sonuçlar verirdi.Ama bu denli eski kayaçlara da nadiren rastlanıyordu.Aslında yaşlı örneklerin az bulunur olması,o günlerde levha tektoniğinin bilinmemesi yüzündendi.Bu nedenle Patterson,son derece sınırlı malzeme ile çalışmak zorundaydı.Daha sonra,Yerküre dışından gelen taşları kullanarak kayaç kıtlığını aşabileceğini akıl etti.Böylece gözlerini göktaşlarına yöneltti.
*
Patterson’un bu düşüncesi ilk bakışta oldukça iddialı görünüyordu.Ama doğru olduğu ileriki yıllarda kanıtlanacak olan varsayımda bulunmuştu. Göktaşlarının çoğu Güneş Sistemi’nin ilk oluşumundan arta kalan maddelerdi ve iç kimyaları hemen hemen bozulmamış haldeydi.Uzayda dolanan bu taşların yaşı bulunursa yeterince yakın bir tahminle Yerküre’nin yaşı da bulunurdu.Gelgelelim tıpkı eski kayaçlar gibi göktaşları da yeryüzü üzerinde bol değildi ve onlardan alınmış örneklere ulaşmak çok zordu.Ayrıca Brown’un ölçüm tekniği pratikte uygulanamıyordu.Üstüne üstlük Patterson’un örnekleri havayla her temas edişlerinde büyük dozlarda atmosferik kurşun kirlenmesine uğruyordu.İşte Patterson’u steril bir laboratuvarda çalışmaya mecbur eden nedenler bunlardı. 7 yıl boyunca son testte kullanacağı uygun örnekler toplamak için çalıştı.Nihayet 1953 yılında bu işi tamamladı ve örneklerini Illinois’te bulunan Argonne Laboratuvarı’na götürdü.Orada son model bir kütle-spektrografı ile çalışma olanağı buldu.Bu makine,eski kristaller içine sinmiş olan çok küçük uranyum ve kurşun miktarlarını saptayıp ölçebiliyordu.
Kısa bir süre sonra,Wisconsin’de düzenlenen bir toplantıda, Yerküre için artı ya da eksi 70 milyon yıl olarak kesin bir yaş ilan etti:
4 milyar 550 milyon yıl.
sanar - avatarı
sanar
Kayıtlı Üye
18 Ocak 2009       Mesaj #4
sanar - avatarı
Kayıtlı Üye

Dünya ile İlgili Önemli Bilgiler


Güneşe ortalama uzaklığı: 149,5 milyon km
Güneşe en küçük uzaklığı: 147,1 milyon km
Güneşe en büyük uzaklığı: 152,1 milyon km
Dünyamızın yörüngesinin genişliği: 939,12 milyon km
Güneşin çevresinde ortalama dönüş hızı: 29,78 km/s (=107219 km/h)
Güneşin çevresinde dönüş süresi: 365 gün, 6 saat, 9 dakika, 9 saniye 45 salise
Ekvatorun yarıçapı: 6378,164 km
Ekvatorun çevresi: 40 075,2 km
Kutup yarıçapı: 6356, 779 km.( Kısalık kutuplardaki basıklıktan dolayıdır! )
Orta Meridyen çevresi: 40 008,0 km
Yüzey büyüklüğü (alanı): 510.798.060 km²
Hacmi: 1083,31978 milyar km³
Ağırlığı: 5,977 x 1024 kg
Ortalama yoğunluğu: 5,517 g/cm³
Atmosferin ağırlığı: 5,157 x 1018 kg
Ekvatordaki çekim gücü: 9,78049 m/sn²
Kutuplardaki çekim gücü: 9,83221 m/sn²
Kendi ekseni etrafında dönüş süresi: 23 saat, 56 dakika, 4 saniye 9 salise
Dünya ekseninin dünyanın dönüş yörüngesi ile açısı: 66 derece, 33 dakika, 38 saniye 5 salise
Okyanusların yüzölçümü: 361.134.060 km²
Karaların yüzölçümü: 149.664.000 km²

Ay ile İlgili Bilgiler


Ay’ın yarıçapı: 3476 km
Yüzeyinin büyüklüğü (alanı): 37,96 milyon km2
Hacmi: 21,99 milyar km3
Çekim gücü: 1,62 m/sn2
Yerküreye ortalama uzaklığı: 384 405 km
Yerküreye en büyük uzaklığı: 406 700 km
Yerküreye en küçük uzaklığı: 356 400 km
Dünyanın çevresinde dönüş süresi : 27,32 gün
Dünyanın çevresinde dönüş süresi : 29,53 gün

Zaman / Devir / Süre (milyon sene) /Yerküremizin Tarihi Yaşamının Gelişimi


PALEOZOİK - I.ZAMAN / Arkiyen Algonkiyen / 4600–570


Yerkürenin oluşumu, volkanlar, ilk kayalıklar, büyük kıtaların oluşumu, buzullar ve sıradağlar; bakteriler, denizanaları,deniz yosunları, kıta çekirdeklerinin oluşumu

MEZOZOİK -II. ZAMAN / Kambriyen / 570–500


Metalleşmeden sonraki ısınma; kafadanbacaklılar, iskeletsiz hayvanlar

Ordovisiyen / 500–440
Denizlerin taşması, Antarktika ekvatorda, sahrada buzullar; mercanlar (deniz mercanları)

Siluriyen / 440–405
Kuzey Avrupa’da sıradağların oluşumu; mercan kayalıkları, balıklar, yer bitkileri

Devoniyen / 405–350
Başka deniz taşkınları (yeni); eğrelti otu, atkuyruğu hayvanı

Karbonifer / 320–285
Gondwania’nın buzullaşması; Taşkömürü çağı ormanları ikiyaşayışlı hayvanlar, sürüngenler. Zonguldak’taki taşkömürü yataklarının oluşmuştur.

Permiyen / 285–225
Sıradağların oluşumu, Avusturalya’nın buzullaşması; sürüngenlerin yayılıp; çoğalmaları

NEOZOİK / III. ZAMAN / Trias / 225–195


Tek bir tane büyük kıta; memeli hayvanlar, zengin deniz hayvanları dünyası

Jura / 195–137
Çöllerin oluşumu, büyük anakaranın parçalanması, Amerika Avrupa ile Asya’nın uzaklaşması, demir madeni havzalarının oluşması, tuz bloklarının oluşumu, petrol; ilk kuş “ Archaeopteryx”, dev keler (dinozorlar)

Kalker ( Kireç ) / 137–67
Gondwana kıtasının parçalanması, Güney Atlantik Okyanusunun açılması, Hindistan Yarımadasının Antarktika’dan ayrılması, midyeler, kara dinozorların yaşamlarının zirvesi ve sonları

IV. ZAMAN / Tersiyer / 67–1,5


Kuzey Amerika’daki sıradağların ve Alp’lerin oluşumu, Afrika'nın Asya ile birleşmesi, Avustralya’nın Antarktika’dan kopması, Hindistan Yarımadasının Asya kıtası ile birleşmesi, memeli hayvanların ve kuşların gelişimi.Toros ve Karadeniz sıra dağlarının oluşumu.Volkanik dağlarımızın oluşması.Linyit,petrol ve tuz yataklarının meydana gelmesi.

Kuvarterner / 1,5
Kuzey ve Güney Amerika'nın birleşmesi, buzul çağı, ve sonrasında deniz seviyesinin yükselmesi, ilk insanın ortaya çıkması, büyük iklim değişimleri, şiddetli soğuma ve buzullaşma, İstanbul ve Çanakkale boğazlarının oluşumu,Egeid kıtasının çökmesi ve Ege Denizinin oluşması.

Bazı Elementlerin Yerkürenin Yapısındaki Oranları


Elementin adı / Yerkürenin kütlesindeki oranı ( % ) / Yerkürenin ağırlığındaki oranı ( % )
Oksijen / 46,6 91,7
Silisyum / 27,7 0,8
Alüminyum / 8 0,7
Demir / 5 0,6
Kalsiyum / 3,6 1,4
Sodyum / 2,8 1,6
Potasyum / 2,6 2,1
Magnezyum / 2,1 0,5

Kıtalar ve Yüzölçümleri


Sırası - Kıtanın Adı - Yüzölçümü ( km² )
1 - Asya - 43.608.000
2 - Afrika - 30.335.000
3 - Kuzey Amerika - 25.349.000
4 - Güney Amerika - 17.611.000
5 - Antarktika - 13.340.000
6 - Avrupa - 10.498.000
7 - Okyanusya - 8.923.000

Kıtalara Göre Ülke Sayısı
Kıta - Ülke Sayısı
Afrika - 58
Amerika - 51
Asya - 48
Avrupa - 44
Okyanusya - 30
Antarktika - 0

Dünyanın En Yüksek Sıradağları


Sırası / Sıradağın Adı / Ülke / Yükselti ( metre )
1 - Himalaya / Nepal - Çin / 8.846
2 - Karakurum / Pakistan / 8.610
3 - Kuen Lun / Çin / 7.723
4 - Hindukuş / Afganistan - Pakistan / 7.699
5 - Pamir / Çin - Rusya Federasyonu / 7.546
6 - Tian Shan / Çin - Rusya Federasyonu / 7.439
7 - And / Şili -Peru / 6.960
8 - Alaska / ABD / 6.194
9 - St.Elias Range /Kanada / 6.048
10- Klimanjaro / Tanzanya /5.895

Dünyanın En Yüksek Dağları


Sırası / Dağın adı / Sıradağ / Ülke Yükselti ( m) / İlk tırmanan dağcı / tarihi
1 - Everest /Himalaya / Nepal / 8.846 / Hillary, Norgay; 1953
2 - K - 2 ( Godwin Austin ) / Karakurum / Pakistan / 8.610 / Compagnoni, Lacedelli; 1954
3 - Kantsinzunga / Himalaya / Nepal - Hindistan / 8.598 / Band, Brown; 1955
4 - Lhotse / Himalaya / Çin - Nepal / 8.516 / Reiss, Luchsinger; 1956
5 - Makalu / Himalaya / Çin - Nepal / 8.481 / Terray, Franc; 1955
6 - Dalugiri / Himalaya / Nepal / 8.167 / Schnelbert, Forrer; 1961
7 - Manaslu / Himalaya / Nepal / 8.156 / İminachi, Gialtsen;1956
8 - Cho Oyu / Himalaya / Nepal / 8.153 / Tichy, Lama; 1954
9 - Nanga Parbat / Himalaya / Pakistan / 8.125 / Buhll; 1953
10- Annapurna I / Himalaya / Nepal / 8.091 / Heryog, Lachenal; 1950

Dünyanın En Uzun Nehirleri


Sırası/ Nehrin adı / Kıta /ülke Uzunluğu ( km )
1 - Nil / Afrika - Mısır / 6.671
2 - Amazon / Güney Amerika - Brezilya / 6.516
3 - Gök ırmak / Asya - Çin / 6.300
4 - Huang Ho / Asya - Çin / 5.464
5 - Parana / Asya / 4.700
6 - Mekong / Asya / 4.500
7 - Amur / Asya / 4.416
8 - Kongo / Afrika / 4.374
9 - Obi / Asya - Rusya Federasyonu / 4.345
10- Lena / Asya- Rusya Federasyonu / 4.314

Dünyanın En Büyük Gölleri


Sırası / Gölün adı / Ülke / Ülke Derinliği ( m )
1 Hazar Azerbaycan, İran, Türkmenistan, Rusya 371.000 992
2 Superior ABD, Kanada 82.414 405
3 Viktorya Tanzanya, Uganda, Kenya 69.000 81
4 Huron ABD, Kanada 59.596 208
5 Michigan ABD, Kanada 58.016 281
6 Tanganika Tanzanya, Zambia, Burundi 34.500 1417
7 Büyük Ayı Kanada 31.800 137
8 Baykal Rusya Federasyonu 30.500 1620
9 Aral Kazakistan, Özbekistan 29.000 67
10 Malawi Tanzanya, Malawi, Mozambik 28.500 706

Dünyadaki En Büyük Adalar


Sırası / Adanın adı / Ülke / Ülke Derinliği ( m )
1 - Grönland / Danimarka Kuzey Atlantik 2.176.000
2 - Yeni Gine / Papua Yeni Gine / Endonezya / Güney Pasifik / 771.000
3 - Borneo / Endonezya - Malezya / Brunei / Güneybatı Pasifik / 746.000
4 - Madagaskar / Madagaskar / Hint Okyanusu / 587.000
5 - Baffin / Kanada / Kuzey Atlantik / 507.451
6 - Sumatra / Endonezya / Malezya, Brunei / Güneybatı Pasifik / 443.450
7 - Büyük Britanya / İngiltere / Atlantik / 240.000
8 - Honşhu / Japonya / Batı Pasifik / 227.414
9 - Viktorya / Kanada / Kuzey Kutup Denizi / 217.290
10- Ellesmere / Kanada / Kuzey Kutup Denizi / 196.290

Dünyanın En Büyük Çölleri


Sırası / Çöl /Yer aldığı Kıta /Yüzölçümü ( km² )
1 - Büyük Sahra / Afrika / 9.065.000
2 - Arabistan /Asya / 1.300.000
3 - Gobi / Asya / 1.040.000
4 - Kalahari /Afrika / 580.000
5 - Büyük Kum /Avustralya / 414.000
6 - Arizona /Amerika / 370.000
7 - Taklamakan/ Asya / 320.000
8 - Karakum /Asya / 310.000
9 - Namib /Afrika /310.000
10- Tarr / Asya / 260.000

Dünyanın En Geniş Yüzölçümlü Ülkeleri


Sırası / Ülke Yüzölçümü ( km² )
1 - Rusya Federasyonu / 17.075.000
2 - Kanada / 9.975.000
3 - Çin / 9.600.000
4 - ABD / 9.364.000
5 - Brezilya / 8.512.000
6 - Avustralya / 7.700.000
7 - Hindistan / 3.268.000
8 - Arjantin / 2.780.000
9 - Sudan / 2.506.000
10- Cezayir / 2.380.000

Dünyanın En Küçük Yüzölçümlü Ülkeleri


Sırası / Ülke / Yüzölçümü ( km² )
1 - Vatikan / 0,4
2 - Monako / 2
3 - Nauru / 21
4 - Tuvalu / 24
5 - San Marino / 61
6 - Lihtenştayn / 160
7 - Saint Chiristoper/ 261
8 - Maldivler / 300
9 - Grenada / 311
10- Malta /316

Dünyanın En Fazla Nüfuslu Ülkeleri


Sırası / Ülke / Nüfus
1 - Çin / 1.323.353.000
2 - Hindistan /1.128.000.000
3 - ABD / 303.232.774
4 - Endonezya / 231.627.000
5 - Brezilya / 186.029.000
6 - Pakistan / 162.295.500
7 - Bangladeş / 158.665.000
8 - Nijerya / 148.093.000
9 - Rusya / 141.849.000
10- Japonya / 127.790.000

Dünyanın En Az Nüfuslu Ülkeleri


Sırası / Ülke/ Nüfus
1- Vatikan / 1.000
2 - Tuvalu / 9.000
3- Nauru / 11.000
4 - Palau / 16.500
5- San marino / 25.000
Son düzenleyen Safi; 20 Eylül 2018 16:47
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
12 Eylül 2009       Mesaj #5
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Güneş sistemini hakkında genel bir sayfa hazırlarken, Dünya’ya sıra gelince nasıl bir tutum takınmak gerektiğini saptamak hiç kolay değil. O aslında normal bir gezegen; ama biz, üzerinde yaşıyor olduğumuzdan onu istisnai bir konuma yerleştiriyoruz. Halbuki bu, gök bilimcilerden çok jeofizikçileri ilgilendiren bir konu. Dolayısıyla ben burada sadece gök bilimi açısından bir anlam ifade eden durumlarla kısıtlamanın en iyisi olacağı kanısındayım.

Dünya’nın yörüngesinde herhangi bir olağandışılık yok. Dünya’nın Güneş’ten ortalama uzaklığı 149.597.000 kilometre; Güneş etrafında dolanım süresi 3651/4 gün; yörüngesel hızı saniyede ortalama 29,8 kilometre, yani saatte 107.000 kilometredir. Dünya’nın Güneş etrafında izlediği yol kusursuz bir daire değildir; Ocak’ta günberi, Temmuz’da günöte noktalarına ulaşırız. Ama mevsimler, değişen uzaklık (147.200.000 km ile 152.000.000 km) yüzünden değil Dünya’nın dönme ekseni yörünge düzlemine göre 231/2 derece eğik olduğu için ortaya çıkar. Diğer gezegenlerden Mars, Satürn ve Neptün’ün eksenleri de bizimkine benzer şekilde eğiktir. Jüpiter ve Merkür ise neredeyse dimdiktirler. Venüs, daha önce söz ettiğim gibi biraz gariptir; bize göre ters yönde dönmektedir. Uranüs daha da gariptir, çünkü eğikliği doksan dereceden fazladır.

Dünya büyüklük ve yoğunluk açısından da aynı şekilde özelliksizdir. Ekvatordaki çapı 12.757 kilometreyken, kutuplar esas alınarak ölçülen çapı 12.714 kilometre kadardır. Yani tam bir küre değildir, kutuplardan basıktır. Bu basıklık Mars’ınkinden az, ama Merkür ve Venüs’ünkilerden çoktur. Özgül ağırlığı 5,5’tur; yani Dünya, kendisiyle aynı hacmi kaplayan sudan 5,5 kat daha ağırdır. Venüs ve Mars Dünya’dan daha düşük yoğunluktayken, Merkür neredeyse aynıdır.

Dünya sadece tek bir konuda benzersizdir. Büyük bir uyduya sahip olan göreli en küçük gezegen odur. (Plüton ve refakatçisi Charon’u saymıyorum çünkü Plüton tam olarak bir gezegen sayılmıyor.) Ben Dünya Ay birlikteliğini çift gezegen olarak görüyorum. Geceleri aydınlatan bir ışık kaynağı olmasını bir kenara bırakırsak, Ay, okyanus gelgitlerinin esas yaratıcısıdır. Dünya dönerken Ay’ın çekim kuvveti, suların şişkinlik yapacak şekilde yükselmelerine neden olur, bu şişkinlik Dünya’nın diğer tarafında da görülür. Bu şişkinlikler Dünya ile birlikte dönmez ve Ay’ın altında kalmayı sürdürürler. Iki şişkinlik olduğundan, Dünya üzerinde bir noktada günde iki kere gelgitle karşılaşılır, yani şişkinlikler bir günde Dünya’yı iki kere dolaşıyor gibi görünürler. Gerçek hayatta durum daha karışıktır. Güneş’in de Dünya üzerinde gelgit yaratıcı güçlü bir etkisi vardır. Güneş ve Ay’ın aynı yönde çektikleri anlar (yani yeni ay ve dolunayda), gelgitlerin en güçlü oldukları zamanlardır. Büyük gelgitler olarak adlndırılan bu gelgitlere, bahar mevsimiyle hiçbir ilgisi olmadığı halde yanlış bir şekilde bahar gelgitleri de denir. En zayıf gelgitler ise yarım ayda görülür ve küçük gelgitler olarak adlandırılırlar.

Diğer gezegenlerde deniz olsaydı, yaşayacakları gelgit bizimkinden farklı olacaktı. Venüs’ün uydusu yoktur; varsayımsal Mars denizleri ise, hem Mars Güneş’ten uzak olduğundan hem de iki ufak uydu Phobos ve Demios gelgit yaratamayacak kadar çelimsiz olduklarından, sakin ve hareketsiz kalacaktır. Aslında bu ufak uyduların, Mars tarafından uzun süre önce yakalanmış iki asteroit olduğu düşünülüyor. Eğer bu mümkünse, Dünya’nın da henüz farkedemediğimiz küçük uyduları olabilir mi?

Ikinci uydu fikri çok eskiden beri vardır. Hatta Jules Verne, ünlü romanı Ay’a Seyahat ‘te bu fikri kullanmıştır. Başka uydu, romanın öyküsü açısından gerekliydi, çünkü bu uydu insanları taşıyan füzeye çarparak onu rotasından çıkartıyor; füze de Ay etrafında bir tur atıp Dünya’ya geri dönüyordu. Ancak bir küçük uydu varsa bu gerçekten de çok küçük olmalıdır. Dünya kadar yansıtma gücü veya ‘albedo’su (beyazlık derecesi) olan (yani yüzde kırk), 40 km çaplı bir uydu, bizden Ay kadar uzaktayken, birçok yıldız kadar, örneğin Orion’daki Betelgeux kadar, parlak görüncektir ki bu duumda onu eski zamanlardan beri biliyor olurduk. 40 km çaplı bir cisim 3 milyon kilometre uzaklıktayken bile çıplak gözle görülebilir. 20 km çaplı bir cisim ise aynı uzaklıktayken dürbün ile rahatça farkedilir. Uydunun çapının topu topu 1,5 kilomete olduğunu varsaysak bile ortaboy bir teleskop onu milyonlarca kilometre uzaktayken gösterecektir. Bu da eğer varolsaydı çok uzun zaman önce farkedilirdi demek oluyor. Yani eğer sonuçta küçük bir uydumuz varsa da ufacık ve büyük bir ihtimalle de şekilsiz bircisimden başka birşey olamaz.

Plüton’un kâşifi Clyde Tombaugh, savaşın sona ermesinden çok kısa bir süre sonra, yürüttüğü uzun ve sistemli çalışma ile küçük bir uydu aramaya girişti Kullandığı araçlar, binlerce kilometre uzaktaki futbol topu büyüklüğünde bir cismi yansıtma özelliği olmasa bile, saptayabilecek kapasitedeydi. Bu durumda 3 metre çapındaki bir cisim 15.000 km uzaktayken belirlenebilirdi. Ancak hiçbirşey bulamadı.

Bir süre önce 1685 nolu asteroit Toro hakkında ilginç bir varsayım ortaya atıldı. Çapı 10 kilometre kadar olan Toro, 8 Ağustos 1972’de, Dünya’ya oldukça yakın sayılabilecek bir mesafeden 21.000.000 km uzağımızdan geçmişti. Yörüngesi Dünya’nınkinden çok farklı değildi ve düzenli zaman aralıklarıyla yanımıza yaklaşıyordu. Bunun üzerine basında, onun Dünya’nın uydusu haline geldiği yönünde iddialar yer aldı. Ancak böyle bir şey söz konusu bile olamazdı; Toro, son derece normal bir asteroitti.

Ayrıca Ay ile aynı yörüngede ama biri Ay’ın 60 derece ilerisinde, diğeri de 60 derece gerisi olmak üzere Dünya’nın etrafında dönen, gök taşı parçacıkların- dan oluşmuş seyrek bulutlar olabileceğine dair bir düşünce vardı. Bu sabit noktalar, büyük Fransız matematikçisi Lagrange’ın anısına onun adıyla anılır. Böyle birşey imkansız değildi ve Polonyalı gök bilimci K. Kordylewski, bu bulutların görülebildiğini iddia ediyordu. Ama u bulutlar varlarsa bile yoğunlukları çok düşük olacaktır.

Gezegenlerarası madde ise kendini Burçlar Işığı ve Gegenschein olarak bilinen gök aydınlıkları şeklinde gösterir. Burçlar Işığı tutulum dairesi boyunca uzanır; ancak ya günbatımından hemen sonra ya da gündoğumundan biraz önce kısa bir süre için görülebilir. Samanyolu’nun orta derecede parlak kısımlarından bile daha parlak olduğu anlar vardır. Bu duruma Güneş sisteminin ana düzlemi etrafında yayılmış parçacıklar yol açar. Bu parçacıkların ortalama büyüklüğü bir iki mikron kadardır.(bir mikron, metrenin milyonda birine eşittir.). Burçlar Işığı, tutulum dairesi boyunca uzandığından, tutulum dairesi ufka göre dik olduğunda, başka bir deyişle Şubat/Mart ve Eylül/Ekim aylarında, iyi şekilde görülür.

Gegenschein’ı görmek çok zordur. Gökyüzünde Güneş’in tam zıt yönünde zayıf bir aydınlanma olarak görülür. En büyük halinde çapı dolunay’ın kırk katı kadar olabilir. Almanca olan ismi Ingilizce’ye Counterglow (Türkçe’ye ise Karşıgün) olarak çevrilmiştir. Bu olayın sebebi de gezegenler arası maddedir.

Meteorlar yani akan yıldızların da gezegenler arası çöplüğe dahil oldukları zannedilir. Ama gerçekte durum böyle değildir. Aslında meteorlar, kuyruklu yıldızların arkalarında bıraktıkları izlerdir. Dünya, bu tür bir izin içinden geçecek olursa, sonuç bir meteor yağmuru olur.

Bazı meteor yağmurları her yıl yaşanır. Bunlardan en görülmeye değer olanı Ağustos’un ilk günlerinde gerçekleşen Perseid yağmurudur. Bu isimle anılmasının nedeni meteorların Perseus takımyıldızının bulunduğu bölgeden geliyor gibi görünmeleridir. Bu durumun ortaya çıkmasına neden olan Swift-Tuttle kuyruklu yıldızı yörüngesini 130 yılda tamamlar. Dünya’nın yakınından en son 1992 yılında geçmiştir. Bir meteor atmosferin üst tabakalarına girdiğinde atmosferdeki parcacıklarla arasında oluşan sürtünme sonucu yanarak parçalanır. Tabii hiçbir meteor, etrafındaki hava sürtünme sonucu ısı yaratacak kadar yoğun değilse akanyıldız olarak görülmez. Üstelik saniyede 70 kilometrelik bir hızla gidiyor olması da birşey değiştirmez. Akan yıldızların genellikle deniz seviyesinden 190 km yukarıdayken görünür hale geldiği ve 65 kilometreye düşene kadar yandığı belirlenmiştir. Yere doğru olan yolculuklarını tamamladıklarında ise iyi kalite toz haline gelmişlerdir. Bilinen meteor yağmurlarından başka ara sıra görülen ve herhangi bir yönden gelen akanyıldızlar da vardır ki, bunlar bilinen hiçbir kuyruklu yıldızla bağlantılı değillerdir.

Hava bulunmayan Ay’da yıldız kayması görülmez; çünkü orada sürtünme yaratıp cismin parlamasına neden olacak hiçbirşey yoktur. Venüs’te ise bir meteor fazla yol almadan yok olacaktır. Yıldız kayması görmek istiyorsanız ya evinizde oturmalı ya da akanyıldızların çok sık görüldüğü Mars’a gitmelisiniz.

Gök taşları yani meteoritler ise hayli farklıdır. Küçük gezegen kuşağından gelen göktaşlarının kuyruklu yıldızlarla veya akanyıldızlarla bir bağlantıları yoktur. Büyükçe bir göktaşı küçük bir asteroit kadar olabilir. Bir göktaşı düştüğü yerde krater oluşturabilir.

Meteorit düştüğünü gören çok fazla kişi yoktur. Ancak 1965 yılı Noel arifesinde Barwell gök taşını, Ingiltere göklerini boydan boya katederek parçalarını Leicestershire üzerine dağıtmadan önce gören çok kişi olmuştur. Daha yakın bir zamanda ise yine yolculuğu çok kişi tarafından izlenen Bovedy gök taşının parçalarının büyük bir bölümü Irlanda Denizi’ne düşerken bir kısmı Kuzey Irlanda’da bulunmuştur. Son Ingiliz göktaşı da 5 Mayıs 1991’de Cambridgeshire yakınlarındaki Glatton’da görülmüştür. Bu 767 gram ağırlığındaki minik gök taşı, bahçesinde çiçekleriyle ilgilenmekte olan Bay Pettifor’dan 20 metre kadar uzağına düşmüştür. Şu ana kadar göktaşı çarpması sonucu ölen veya yaralanan olmamıştır. Ancak birkaç kişinin kıl payı kurtulduğu da bir gerçek.

Birçok müzenin gök taşı kolleksiyonu vardır. Ama siz en ağır göktaşı rekorunu halen elinde bulunduranı görmek istiyorsanız, Güney Afrika’da Grootfontein yakınlarında bulunan Hoba West çiftliğine gitmelisiniz Bu göktaşı hâlâ tarihöncesi zamanlarda düştüğü yerde duruyor. Toplam ağırlığı altmış tondan fazla olduğu için kimsenin onu kaçırmaya kalkışmayacağı çok açık.

Uzay Çağı’ndan önce elde edebildiğimiz tek dünya dışı madde göktaşlarıydı. Yapılan incelemeler birçok alt ayrım bulunsa da taşsı ve demirli olmak üzere iki ana tür olduğunu gösteriyor. Dünya’ya düşmüş bazı göktaşlarının Mars veya Ay’daki patlamalar sonucu onlardan kopmuş parçalar plduğu yönünde benim şüphe ile baktığım bir şey de var. Aslında ben Sir Fred Hoyle’ün Dünya’ya hayatın bir göktaşı aracılıyla geldiğini söyleyen kuramına pek de sıcak bakmıorum. Evet hayatın ortaya çıkışı esrarını hâlâ koruyor;ama bana kalırsa göktaşı kuramı beraberinde çözülebileceğinden daha çok sorun getiriyor.

Şimdi de gezegenlerarası maddeden son derece farklı olan atmosferimizi inceleyelim. Bildiğiniz gibi atmosfer birçok katmandan oluşmaktadır.Bu konudaki terminoloji fazlasıyla karmaşıktır; bu yüzden durumu basitleştirmek için sadece en temel kavramları kullanmayı amaçlıyorum.

Atmosfer esas olarak iki gazdan oluşmaktadır: Nitrojen (%78) ve oksijen (%21). Ayrıca bileşimde az miktarda da olsa argon ve karbon dioksit gibi başka gazlar ve değişken miktarda su buharı bulunur. Güneş sistemindeki başka hiçbir gezegen, bizimkine benzer bir atmosfere sahip değildir. Satürn’ün en büyük uydusu olan Titan’ın atmosferinitrojn açısından zengindir; ancak geri kalan kısmın çoğunu metan oluştururken neredeyse hiç serbest oksijen yoktur.

Atmosferin en alt tabakası troposfer olarak bilinir. Troposferin kalınlığı 8 ile 18 km arasında değişir. Kalınlığı enlem göre değişiklik gösterir; en kalın olduğu bölge ekvatorun üzeridir. Normal bulutlarımızın ve havamızın bulunduğu yer burasıdır. Yükseklik arttıkça sıcaklık azalır; troposferin üst kısımlarında -44 santigrat’a (-80F) kadar düştüğü görülür. Elbette ki bu yükseklikte yoğunluk da oldukça düşük olacaktır.

Troposferin üzerinde 48 km yükseğe kadar uzanan stratosfer vardır. Yukarı doğru çıkıldıkça sıcaklığın düşmeye devam etmeyip aksine artması şaşırtıcıdır; tabakanın üst kısımlarında +15 santigrat’a (+60F) kadar çıkar. Bunun nedeni oksijenin özel bir biçimi olan ozonun varlığıdır. Bir ozon molekülü alışılagelmiş ki oksijen atomu yerine üç oksijen atomundan (O3) oluşmaktadır. Güneş’ten yayılan kısa dalga ışıma ozon tabakasını ısıtır ve stratosferdeki sıcaklığın daha fazla düşmesini engeller. Yalnız bu arada bilimsel anlamıyla sıcaklık ile bizim anladığımız ısı arasında bir fark olduğunu da gözden kaçırmayın. Sıcaklık, atomların ve moleküllerin hareket etmelerine bağlıdır; hareketler hızlandıkça sıcaklıkartar. Ancak stratosferde o kadar az molekül kalmıştır ki ısı ihmal edilebilir. Burada durumu bir benzetmeyle açıklayabiliriz. Havaî fişek kıvılcımları çok sıcaktır; ancak kütlleri o kadar düşüktür ki onlar elinizle tutmanın hiçbir sakıncası yoktur(Yani sadece kırmızı olan bir demir parçası daha düşük bir sıcaklıktadır denebilir;ama yine de elinizde tutmanızı tavsiye etmem).

Bir genelleme yapacak olursak, ışığın keskin hatlara sahip alt kenarları, deniz seviyesinden 95 kilometre kadar yukarıda başlar ve en fazla 110 kilometreye kadar çıkar. Normal üst sınır ise 300 kilometre kadardır; ancak istisnai olarak 965kilometreye kadar çıktığı da olmuştur. Kutup ışıkları çok çeşitli görünüşlerde ortaya çıkar; sadece basit bir parıldama olarak görülebileceği gibi yay, ışın, şerit, yelpaze, perde gibi biçimler aldığı da olur. Canlı renklerde ve hareketli bir yapıda olması da mümkündür. Izlemek için kullanacağnız en iyi araç gözlerinizdir. Işık sırasında kırılma sesleri ve keskin bir koku duyulduğu yönünde iddialar var; ancak belirtmem gerekir ki ben herzamanki gibi böyle bir iddialara şüphe ile yaklaşıyorum ve ne gürültü ne de koku olabileceğine ihtimal vermiyorum.

Merkür veya Ay’da kutup ışıkları görülmez. Mars`ta olabilir ama elimizde görülebildiği yönünde bir kanıt yok. Venüs’e gelince, orada görülen Ashen Işığı ile kutup ışıkları arasında bir bağlantı var gibi görünüyor. Dev gezegenlerdeyse güçlü kutup ışıklarına rastlanıyor. Ancak Uranüs ve Neptün’deki büyük ışık gösterileri, gezegenleri gördüğümüzşekliyle kutuplardan çok ekvatora yakın bölgelerde oluşuyor. Bu da, söz ettiğimiz iki gezegenin dönüş eksenleriyle manyetik eksenleri arasında aşırı bir eğiklik oluşundan kaynaklanıyor.

Iyonosferin üzerinde atmosferin en dış bölümü olan egzozfer vardır. Ancak egzozferin ulaştığı saptanabilir bir üst sınır yoktur; yoğunluğun genel gezegenlerarası atmosferik ortalamadan fazla olmadığı yerde azalıp yok olur. Egzosferin üst kısımları çarpışmasız gazdan oluşur; yani oradaki atomlar ve moleküller komşularıyla çarpışmadan sakin bir biçimde Dünya etrafında yörüngelerinde ilerler.

Şimdi de biraz Dünya`nın manyetik alanın en güçlü olduğu bölge olarak tanımlanabilecek manyetosferden bahsedelim. Damla şeklinde olduğu bölge olduğu söylenebilcek bu alanın sivri ucu Güneş’ten öte tarafa doğru uzar. Manyetosferin üst sınırı Dünya`nın Güneş`e bakan yüzünde 64.000 kilometreye kadar çıkarken karanlık tarafta çok daha yukarılara uzanır. Güneş`ten, Güneş rüzgârları olarak adlandırılan sürekli bir parçacık akışı vardır. Güneş rüzgârını oluşturan bu parçacıklar Dünya`nın manyetik alanıyla karşılaştıklarında bir şok dalgası olşmasına neden olurlar.

Manyetosferin içinde Van Allen kuşakları olarak adlandırılan iki yoğun ışıma bölgesi vardır. Kuşaklar adlarını, keşiflerini mümkün kılmış Amerikalı bilim adamı James Van Allen`dan almışlardır. Bu kuşakların varlıkları 1 Şubat 1958`de fırlatılan ve Amerika`nın ilk başarılı yapay uydusu olan Explorer 1`in taşıdığı araçlar sayesinde saptanmıştır. Iki ana kuşak vardır; birincisinin alt sınırı 8000 kilometrede başlar, ikincisi ise 37.000 kilometreye kadar uzanır. Esas olarak protonlardan oluşan alt kuşak Brezilya kıyısı bölgesinde Dünya yüzeyine doğru yaklaşır. Bunun nedeni Dünya’nın manyetik alanı ile dönme ekseni arasında bir denge bulunmasıdır. Güney Atlantik Anormalliği adı verilen bu durum, yapay uydularda bulunan teknik malzeme açısından tehlike oluşturur. Bu bölge içinde uzun süre kalan duyarlı araçlarda çeşitli sorunlar ortaya çıkar.

Dünya`nın manyetik alanının varlığı, demir açısından zengin çekirdeğin hareketleriyle ilgilidir. Ancak onu anlamak istediğimiz kadar anlayabildiğimizi söyleyemeyiz. Ama en azından diğer gezegenlerin manyetik alanlarıyla kıyaslayabiliriz. Bugün bildiğimiz kadarıyla şunları söyleyebiliriz: Ay`da ve Venüs`te manyetik alan, dolayısıyla Van Allen benzeri kuşaklar,yoktur. Mars`ta böyle bir alan varsa da oldukça zayıftır. Dev gezegenlere gelince, hepsi güçlü birer mıknatıs gibidirler.Jüpiter incelendiğinde, gezegenin etrafını saran ışınım alanlarını insanlı bir uzay aracının keşif amaçlı yolculuğunu engelleyebilecek kadar güçlü olduğu görülür. Bu, birçok açıdan uygun bir hedef sayılabilecek Jüpiter`i konu dışı bırakabilecek kadar ciddi bir tehdittir.

Dünya`nın iç kısımları hakkında bildiklerimizin çoğunu, deprem şokları sonucu ortaya çıkan dalgaları inceleyerek öğrenmişizdir. Burası bu konunun ayrıntılarına girmek için uygun biryer değil ancak; bizi ilgilendiren iki deprem dalgası türünden kısaca sözetmek istiyorum. Bunlardan birincisi bir sıvı içinde ilerleyebilirken diğeri ilerleyebilirken diğeri ilerleyemez.Çekirdeğin sıvı kısmını ölçme çalışmaları, ikinci tip dalganın tam olarak nerede durduğuna bakılarak yürütülür.

Dünya`nın kabuğunun okyanusların altındaki ortalama kalınlığı 10 kilometredir, bu sayı kıtaların altında 50 kilometreye kadar çıkar. Yerkabuğunun altında, 2850 kilometre kadar aşağıya inen ve Dünya`nın kütlesinin %67`sini oluşturan manto vardır. Mantoyu oluşturan maddenin erimiş hali genellikle deniz yatağındaki volkanik ağızlarınçevresinde görülen bazaltı oluşturur. Mantonun altında ise çekirdek vardır; sıvı ve katı olmak üzere iki bölümden oluşan çekirdeğin katı kısmı içtedir. Dünya`nın merkezindeki sıcaklık yaklaşık 4000 santigrat (7000 F) derece kadardır. Bu diğer iç gezegenlerde veya Ay`da görülmeyen yükseklikte bir sıcaklıktadır.

Jeoloji bize Dünya`nın tarihiyle ilgili çok önemli bilgiler sağlayabilir. Yaşı hakkında herhangibir kuşkumuz yok sayılır. Ilk baştaki atmosferin yok olduğunu ve Dünya`nın iç kısmından çıkan gazların ve buharın bugünkü atmosferi oluşturduğunu düşünüyoruz. En ilkel biçimiyle hayat, dünya tarihinde oldukça erken sayılabilecek bir dönemde, büyük bir olasılıkla da denizlerde başladı. Başlangıçtayeni atmosfer karbon dioksit açısından çok zengindi. Bitkilerin karalar üzerinde yaygın biçimde yaşamaya başlamasıile bu durum değişti. Bitkiler fotosentez olarak adlandırdığımız süreç içinde atmosferdeki karbon dioksiti kullandılar ve serbest oksijen açığa çıkardılar. Kendimizi bir zaman makinesiyle geçmişe örneğin 500 milyon yıl önce yaşamakta olan Kambriyen Dönem`e, gönderebilsek boğulup gideriz.

Dünya`da düzenli aralıklarla buzul çağları yaşanmaktadır. Bu duruma henüz mantıklı bir açıklama getirilememiştir. Sonuncusu 10.000 yıl kadar önce bitmiş olan bu buzul çağlarının gelecekte de yaşanacağı konusunda hiçbir şüphe yoktur. Küçük gezegenlerin etkisinden, Dünya`nın yörüngesindeki değişikliklere kadar değişen birçok konuyu içeren kuramlar ortaya atılmıştır. Ancak herşeyi gözönüne alıp düşündüğümüzde, işin içinde Güneş`in olması gerektiğini görürüz. Ne de olsa Güneş değişken bir yıldızdır.

Apollo astronotlarının gördüğü gibi Ay`dan bakıldığında Dünya`nın muhteşem bir görüntüsü vardır. Kalın bulutlar yüzünden Venüs yüzeyinden Dünya`yı görmek imkansızdır. Ama Venüs bulutlarının hemen üzerine çıkılıp bakılabilse Dünya (6,5 açı saniyelik büyüklüğüyle) birinci kadirden bir yıldız olarak çok etkileyici bir görüntüye sahip olacaktır. Mars,tan Ay tipi evreler geçiren çok hareket eden bir iç gezegen olarak görülecektir. Mars`tan görülen Dünya, hareketleri bakımından bizim gördüğümüz Venüs'e benzer. Jüpiter üzerinde bir gözlemci Dünya`yı görme konusunda zorlanacaktır. Daha dışarıdaki gezegenlerden bakıldığındaysa Dünya Güneşin parlaklığı içinde yok olacaktır. Güneş sistemi içinde önemsiz bir konumu olduğu çok açık; ancak o bizim gezegenimiz, bizim evimiz, üstelik tam bize göre.
Spaceturk
Son düzenleyen Safi; 20 Eylül 2018 16:48
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Ekim 2009       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Güneş sistemini hakkında genel bir sayfa hazırlarken, Dünya’ya sıra gelince nasıl bir tutum takınmak gerektiğini saptamak hiç kolay değil. O aslında normal bir gezegen; ama biz, üzerinde yaşıyor olduğumuzdan onu istisnai bir konuma yerleştiriyoruz. Halbuki bu, gök bilimcilerden çok jeofizikçileri ilgilendiren bir konu. Dolayısıyla ben burada sadece gök bilimi açısından bir anlam ifade eden durumlarla kısıtlamanın en iyisi olacağı kanısındayım.

Dünya’nın yörüngesinde herhangi bir olağandışılık yok. Dünya’nın Güneş’ten ortalama uzaklığı 149.597.000 kilometre; Güneş etrafında dolanım süresi 3651/4 gün; yörüngesel hızı saniyede ortalama 29,8 kilometre, yani saatte 107.000 kilometredir. Dünya’nın Güneş etrafında izlediği yol kusursuz bir daire değildir; Ocak’ta günberi, Temmuz’da günöte noktalarına ulaşırız. Ama mevsimler, değişen uzaklık (147.200.000 km ile 152.000.000 km) yüzünden değil Dünya’nın dönme ekseni yörünge düzlemine göre 231/2 derece eğik olduğu için ortaya çıkar. Diğer gezegenlerden Mars, Satürn ve Neptün’ün eksenleri de bizimkine benzer şekilde eğiktir. Jüpiter ve Merkür ise neredeyse dimdiktirler. Venüs, daha önce söz ettiğim gibi biraz gariptir; bize göre ters yönde dönmektedir. Uranüs daha da gariptir, çünkü eğikliği doksan dereceden fazladır.

Dünya büyüklük ve yoğunluk açısından da aynı şekilde özelliksizdir. Ekvatordaki çapı 12.757 kilometreyken, kutuplar esas alınarak ölçülen çapı 12.714 kilometre kadardır. Yani tam bir küre değildir, kutuplardan basıktır. Bu basıklık Mars’ınkinden az, ama Merkür ve Venüs’ünkilerden çoktur. Özgül ağırlığı 5,5’tur; yani Dünya, kendisiyle aynı hacmi kaplayan sudan 5,5 kat daha ağırdır. Venüs ve Mars Dünya’dan daha düşük yoğunluktayken, Merkür neredeyse aynıdır.

Dünya sadece tek bir konuda benzersizdir. Büyük bir uyduya sahip olan göreli en küçük gezegen odur. (Plüton ve refakatçisi Charon’u saymıyorum çünkü Plüton tam olarak bir gezegen sayılmıyor.) Ben Dünya Ay birlikteliğini çift gezegen olarak görüyorum. Geceleri aydınlatan bir ışık kaynağı olmasını bir kenara bırakırsak, Ay, okyanus gelgitlerinin esas yaratıcısıdır. Dünya dönerken Ay’ın çekim kuvveti, suların şişkinlik yapacak şekilde yükselmelerine neden olur, bu şişkinlik Dünya’nın diğer tarafında da görülür. Bu şişkinlikler Dünya ile birlikte dönmez ve Ay’ın altında kalmayı sürdürürler. Iki şişkinlik olduğundan, Dünya üzerinde bir noktada günde iki kere gelgitle karşılaşılır, yani şişkinlikler bir günde Dünya’yı iki kere dolaşıyor gibi görünürler. Gerçek hayatta durum daha karışıktır. Güneş’in de Dünya üzerinde gelgit yaratıcı güçlü bir etkisi vardır. Güneş ve Ay’ın aynı yönde çektikleri anlar (yani yeni ay ve dolunayda), gelgitlerin en güçlü oldukları zamanlardır. Büyük gelgitler olarak adlndırılan bu gelgitlere, bahar mevsimiyle hiçbir ilgisi olmadığı halde yanlış bir şekilde bahar gelgitleri de denir. En zayıf gelgitler ise yarım ayda görülür ve küçük gelgitler olarak adlandırılırlar.

Diğer gezegenlerde deniz olsaydı, yaşayacakları gelgit bizimkinden farklı olacaktı. Venüs’ün uydusu yoktur; varsayımsal Mars denizleri ise, hem Mars Güneş’ten uzak olduğundan hem de iki ufak uydu Phobos ve Demios gelgit yaratamayacak kadar çelimsiz olduklarından, sakin ve hareketsiz kalacaktır. Aslında bu ufak uyduların, Mars tarafından uzun süre önce yakalanmış iki asteroit olduğu düşünülüyor. Eğer bu mümkünse, Dünya’nın da henüz farkedemediğimiz küçük uyduları olabilir mi?

Ikinci uydu fikri çok eskiden beri vardır. Hatta Jules Verne, ünlü romanı Ay’a Seyahat ‘te bu fikri kullanmıştır. Başka uydu, romanın öyküsü açısından gerekliydi, çünkü bu uydu insanları taşıyan füzeye çarparak onu rotasından çıkartıyor; füze de Ay etrafında bir tur atıp Dünya’ya geri dönüyordu. Ancak bir küçük uydu varsa bu gerçekten de çok küçük olmalıdır. Dünya kadar yansıtma gücü veya ‘albedo’su (beyazlık derecesi) olan (yani yüzde kırk), 40 km çaplı bir uydu, bizden Ay kadar uzaktayken, birçok yıldız kadar, örneğin Orion’daki Betelgeux kadar, parlak görüncektir ki bu duumda onu eski zamanlardan beri biliyor olurduk. 40 km çaplı bir cisim 3 milyon kilometre uzaklıktayken bile çıplak gözle görülebilir. 20 km çaplı bir cisim ise aynı uzaklıktayken dürbün ile rahatça farkedilir. Uydunun çapının topu topu 1,5 kilomete olduğunu varsaysak bile ortaboy bir teleskop onu milyonlarca kilometre uzaktayken gösterecektir. Bu da eğer varolsaydı çok uzun zaman önce farkedilirdi demek oluyor. Yani eğer sonuçta küçük bir uydumuz varsa da ufacık ve büyük bir ihtimalle de şekilsiz bircisimden başka birşey olamaz.

Plüton’un kâşifi Clyde Tombaugh, savaşın sona ermesinden çok kısa bir süre sonra, yürüttüğü uzun ve sistemli çalışma ile küçük bir uydu aramaya girişti Kullandığı araçlar, binlerce kilometre uzaktaki futbol topu büyüklüğünde bir cismi yansıtma özelliği olmasa bile, saptayabilecek kapasitedeydi. Bu durumda 3 metre çapındaki bir cisim 15.000 km uzaktayken belirlenebilirdi. Ancak hiçbirşey bulamadı.

Bir süre önce 1685 nolu asteroit Toro hakkında ilginç bir varsayım ortaya atıldı. Çapı 10 kilometre kadar olan Toro, 8 Ağustos 1972’de, Dünya’ya oldukça yakın sayılabilecek bir mesafeden 21.000.000 km uzağımızdan geçmişti. Yörüngesi Dünya’nınkinden çok farklı değildi ve düzenli zaman aralıklarıyla yanımıza yaklaşıyordu. Bunun üzerine basında, onun Dünya’nın uydusu haline geldiği yönünde iddialar yer aldı. Ancak böyle bir şey söz konusu bile olamazdı; Toro, son derece normal bir asteroitti.

Ayrıca Ay ile aynı yörüngede ama biri Ay’ın 60 derece ilerisinde, diğeri de 60 derece gerisi olmak üzere Dünya’nın etrafında dönen, gök taşı parçacıkların- dan oluşmuş seyrek bulutlar olabileceğine dair bir düşünce vardı. Bu sabit noktalar, büyük Fransız matematikçisi Lagrange’ın anısına onun adıyla anılır. Böyle birşey imkansız değildi ve Polonyalı gök bilimci K. Kordylewski, bu bulutların görülebildiğini iddia ediyordu. Ama u bulutlar varlarsa bile yoğunlukları çok düşük olacaktır.

Gezegenlerarası madde ise kendini Burçlar Işığı ve Gegenschein olarak bilinen gök aydınlıkları şeklinde gösterir. Burçlar Işığı tutulum dairesi boyunca uzanır; ancak ya günbatımından hemen sonra ya da gündoğumundan biraz önce kısa bir süre için görülebilir. Samanyolu’nun orta derecede parlak kısımlarından bile daha parlak olduğu anlar vardır. Bu duruma Güneş sisteminin ana düzlemi etrafında yayılmış parçacıklar yol açar. Bu parçacıkların ortalama büyüklüğü bir iki mikron kadardır.(bir mikron, metrenin milyonda birine eşittir.). Burçlar
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
13 Temmuz 2010       Mesaj #7
Avatarı yok
Yasaklı
Bilimadamlarına göre, dünyanın bundan milyarlarca yıl öncesinde başka uydularıda olabilir
Bilimadamları, Dünya ve Ay’ın birbirine karşı çekimlerinin tam dengede olduğu Lagrangian noktalarında, milyonlarca yıl önce küçük uyduların bulunduğu ihtimalini konuşuyor. Bu noktalara takılan ve adına Truva uyduları denen cisimler, başka bir kuvvetin etkisi olmazsa, sonsuza kadar sabit durabiliyor.

Bilimadamları, Ay’ın, bundan 4.5 milyar yıl önce, Dünya’ya Mars büyüklüğünde bir cismin çarpması sonucu oluştuğunu düşünüyor.

California’da bulunan NASA Ames Araştırma Merkezi görevlilerinden Jack Lissauer, bu çarpışmanın sonucu olarak etrafa saçılan parçaların Lagrangian noktalarına takılmış olabileceğini söylüyor; Truva uydularının yörüngede 100 milyon yıl kadar kalmış olabileceğini de ekliyor.

Lissauer, diğer gezegenlerin çekim güçlerinin Dünya’nın yörüngesinde oluşturduğu denge değişikliği sebebiyle, Truva uydularının da zamanla uzay boşluğunda başka alanlara sürüklenmiş olabileceği ihtimali üzerinde duruyordur. Diğer gezegenlerin etkisi çok küçük olsa da, Dünya yörüngesinin şeklini değiştirmeye yettiği, bunun da Güneş’in uydular üzerindeki çekimini etkilediği biliniyordur.

Kanada’daki British Columbia Üniversitesi astrofizikçilerinden Matija Cuk da, küçük asteroit boyutlarındaki cisimlerin, Truva uyduları kadar uzun bir süre yörüngede kalmış olabileceklerini ve bu “kayıp Ay’ların” Dünya etrafında, milyarlarca yıl dönmüş olabileceğini söylüyordur.
Kaynak:Bilimnet(Mayıs 2008)
Son düzenleyen Safi; 20 Eylül 2018 16:49
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
4 Temmuz 2011       Mesaj #8
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi

Dünya


Güneş'e yakınlık bakımından Merkür ve Venüs'ten sonra gelen Dünya'nın, Güneş'e olan uzaklığı 149.600.000 km.dir.

Kutuplarda basık, ekvator bölgesinde biraz şişkin olan Dünya'nın ekvator bölgesindeki çapı 12.756 km, kutuplarda ise 12.754 km'dir. Ekvator çevresinin uzunluğu yaklaşık 40.070.370 metredir. Yüzölçümü 509.950.000 km2 olup bunun denizlerle kaplı kısmı 361.128.000 km2, karalar ise 148.822.000 km2dir. Karalar coğrafya bakımından, Afrika, Amerika, Avrupa, Asya, Okyanusya adlarında beş anakaraya ayrılmıştır. Dünya'nın oluşumu hakkında çeşitli görüşler ortaya atılmakla birlikte günümüzden 4,6 milyar yıl önce Güneş'ten bilinmeyen bir nedenle kopup ateşten bir küre hâlinde, Güneş çevresinde dönmeye başladığı tartışılmamaktadır. Dünya milyonlarca yıl boyunca soğumaya devam ederken, ağır maddeler Dünya'nın merkezine doğru inmiş ve çekirdeği oluşturmuştur. Daha hafif olan hidrojen, oksijen, azot vb. gazlar, suyu ve atmosferi oluşturmuştur.

Yaşamın başlamasından sonra Dünya atmosferindeki oksijen miktarı bugünkü düzeyine erişmeye başlamıştır.

Dünya üç kısımdan oluşmaktadır: Atmosfer (havaküre), hidrosfer (suküre) ve litosfer (taşküre). Atmosfer de çeşitli katmanlara ayrılmaktadır; yeryüzünün hemen üstündeki atmosferde %78 azot, %20 oksijen gazları bulunur; ayrıca argon, neon, kripton, helyum, ksenon gibi asal gazlar da gittikçe azalan oranlarda yer alır. Dünya üzerinde bulunan denizler ve göller hidrosferi oluşturur. Litosfer de çeşitli katmanlardan oluşmaktadır: Silisli ve alüminyum silikatlı kayaçların çoğunlukta olduğu ilk katman "Sial" adını alır. Kalınlığı yaklaşık 60 km kadardır. Sial'in üzerinde, kalker, granit gibi maddelerin ufalanmasından oluşan ince bir toprak katmanı bulunur. Sial'in yoğunluğu 2,5-3'tür. Derinlere doğru inildikçe sıcaklık arttığından Sial katmanının altında 2.000°C'ın üstünde bir sıcaklık olduğu tahmin edilmektedir. Sial'in altında "pirosfer" (ateşküre) denilen ve esas olarak silisli ve magnezyumlu maddelerden oluştuğu için "Sima" adını da alan 1.200 km kalınlığında ergimiş maddelerden oluşan katman gelir. Bunun ortalama yoğunluğu 3,1-4,75'tir. Pirosfer (magma) ile dünyanın çekirdeği sayılan "barisfer" (ağırküre) arasında 1.700 km kalınlığında nikel, demir, silisyum ve magnezyumdan oluşan "Nifsima" adında ve yoğunluğu 5 olan bir katman daha vardır. Dünya'nın çekirdeği, yüksek basınç ve sıcaklık altında kısmen katı bir küredir. Büyük kısmı nikel ve demirden oluştuğu için "nife" de denilen barisferin yoğunluğu 9,91-12,2 arasındadır. Nikel ve demirden oluşan katmanlar, Dünya'nın kendi etrafındaki dönüşünde dinamo etkisi yaparak bir manyetik alan doğurmaktadır. Bu manyetik alanın kutupları, coğrafî kutuplarla aynı noktalara rastlamaz. Güneş'ten gelen proton ve elektron akımları Dünya'nın manyetik alanını etkiler.

Dünya'nın kendi çevresinde ve Güneş çevresinde olmak üzere iki hareketi vardır. Gece-gündüz ve mevsimler bu hareketlerin sonucudur. Dünya, kendi çevresinde yaptığı birincil hareketi 23 saat 56 dakika 4,095 saniyede tamamlar. Bu hareketindeki dönüş hızı, ekvator çevresinde dakikada 27 km, Alaska enleminde 10 km kadardır. Güneş çevresinde yaptığı ikincil hareketiyse 365 gün, 5 saat, 48 dakika 46 saniyede tamamlar. Güneş çevresinde, odaklardan birinde Güneş bulunan, 949.000.000 km uzunluğunda, elips şeklinde bir yörüngesi vardır. Bu yörüngedeki hızı saatte ortalama 107.000 km.ye varır. Nihayet, Dünya bütün Güneş sistemiyle birlikte Herkül burcuna doğru saatte 72.000 km.lik bir hızla dönmektedir.

Dünya hakkında insanların bilgileri uzun zaman gelişmeden kalmış, eski Mısır, Hint ve Yunan'da, Dünya çeşitli biçimlerde düşünülmüştür. Nihayet 16. yüzyıldan sonra denizciliğin ve astronominin gelişmesiyle Dünya'nın küre şeklinde olduğu anlaşılmış, yerçekimi ve Dünya'nın hareketleri bulunmuştur. Bundan yüzlerce milyon yıl önce Dünya'da yaşam başladıktan sonra sayılamayacak kadar çok bitki ve hayvan türleri ortaya çıkmış, sonuçta bundan 1 milyon yıl önce ilk insan gelişmiştir. Teknik ilerledikçe insan topluluklarının sayısı da artmış ve bugünkü çağdaş toplumlara ulaşılmıştır. 17. yüzyılda yarım milyar kadar olduğu sanılan Dünya nüfusu, iki yüzyıl sonra 1 milyarı aşmış; tıp ve tekniğin gelişmesiyle de günümüzde (2000) yaklaşık 6 milyara ulaşmıştır.
MsXLabs.org & Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi
Son düzenleyen Safi; 20 Eylül 2018 16:49
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
29 Temmuz 2011       Mesaj #9
Avatarı yok
Yasaklı
Dünya'nın, Güneş etrafında bir yıl içerisinde tamamladığı yörüngesini yaklaşık 300 metrelik bir göktaşı ile paylaştığı anlaşıldı
Dünya'nın önünde, gezegenimizin dönüş yönünde Güneş etrafında dönen bu göktaşı, NASA'nın WISE uydusu tarafından geçen yıl keşfedildi. Gök cismine, ''2010 TK7'' adı verildi. Keşif, Hawai'deki teleskopla yapıldı.

Göktaşının konumu, Dünya'nın Güneş etrafındaki yörüngesi bir saat kadranı gibi düşünüldüğünde, ortada Güneş bulunuyor ve çevresinde, bu göktaşı önde, Dünya genellikle iki saat dilimi arkasında saat yönünde dönüyor.

Ancak Kanada Athabasca University'den Martin Conors'un verdiği bilgiye göre göktaşı bazen Dünya ile arasını açıyor. Keşif ile ilgili makale Nature dergisinde yayımlanacak.

Gezegenlerin yörüngelerinde dönen bu göktaşlarına Truva atı adı veriliyor. Bu keşifle Dünya'nın yörüngesini bir göktaşı ile paylaşan, Güneş Sistemi'ndeki dördüncü gezegen olduğu anlaşıldı. Mars ve Neptün'ün yörüngelerini birkaç Truva atı tipi göktaşı ile paylaştığı biliniyordu. Jüpiter'in yörüngesinde ise bu türden yaklaşık 5000 göktaşı var.

Dünya'nın yörüngesindeki Truva atını belirlemek oldukça güç oldu çünkü bu gök cismi Dünya'ya göre genellikle gündüz gökyüzü konumunda bulunuyor.

Kaynak:AA(27 Temmuz 2011,TSİ:23:33)
Son düzenleyen Safi; 20 Eylül 2018 16:49
Mira - avatarı
Mira
VIP VIP Üye
30 Ocak 2012       Mesaj #10
Mira - avatarı
VIP VIP Üye

Dünya'nın Özellikleri


Dünya'nın Fiziksel Özellikleri
  • Dünya kutuplarından hafif basık olan bir küre şeklindedir.
  • Çapı; Ekvatorda 12 756 km, kutuplar arasında 12 712 km’dir.
  • Hacmi; 1 083 260 km3
  • Kütlesi; 6.1 x1024 kg’dır.
Dünyanın Yoğunluğu
Yoğunlukları bakımından dünyayı meydana getiren barisfer, çekirdek zarfları, sima ve sial farklı değerler göstermektedir. Barisferin yoğunluğu diğer zarflardan fazladır. Dünyanın derinliklerindeki yoğunluk farklılaşması merkezden yeryüzüne doğru azalarak devam etmektedir. Dünyanın ortalama yoğunluğu 5.52 dir.

Yeriçinin Sıcaklığı
Yerin sıcaklığı yaklaşık olarak 30 m derinlikte hissedilmeye başlar ve buradan sonra derinlere inildikçe sıcaklık artar. Maden ocaklarında tünel ve petrol kuyularında bu sıcaklık en iyi şekilde hissedilir.

Yeryuvarı bir ısı makinesi gibidir. Yerin iç kısmından yeryüzüne doğru sürekli bir ısı akımı (ısı akışı) vardır. Yeriçindeki ısı, güneşten gelen ısıya kıyasla az olmasına rağmen, birçok volkanlar, depremler ve dağ oluşumu için gerekli enerjinin kaynağını meydana getirir. Yeryuvarının litosfer ve üst manto bölgesindeki yüksek radyoaktivite ile daha derinlerde etken olan gravitasyon enerjisinin termal enerjiye dönüşümü, yeriçi ısısının ve sıcaklığının başlıca kaynaklarıdır.

En çok rastlanan mağmatik kayaçlardaki radyoaktif ısı üretimi, bunların içerdikleri radiojenik Uranyum, Toryum ve Potasyumun miktarlarına göre değişmektedir. En fazla radyoaktif element içeren granit ve granitik kayaç grupları en çok ısı üretirler.

Günlük yaşantımızda yer ısısının farkında olmayışımızın nedeni, yer kabuğunun ısı iletkenliğinin düşük olması, ısının yeryüzüne çok yavaş gelmesidir.

Dünyanın merkezine doğru inildikçe ısı devamlı olarak artar. Yerin sıcaklığının 1 C0 artması için inilmesi gereken derinlik her bölgede aynı değildir. Yaklaşık olarak her 33 mde yerin sıcaklığı 1 C0 artar. Buna Jeotermik gradyan denir.

Yerin içinden yeryüzüne doğru akan ısı enerjisine yerin ısı akısı denir. Bunun değeri jeotermik gradyana bağlı olduğu gibi, ısının içinden geçtiği kayaç kütlesinin ısı iletkenliğine bağlıdır.

Jeotermik derece; ısının bir derece yükselmesi için bilinmesi gereken derinlik olup, ortalama 300 m’dir. Yer ısısı derecesine aşağıdaki faktörler etki eder.
• Geçilen tabakanın iletkenliği veya yalıtkanlığı
• Kayaçların cinsleri
• Tabakaların Şistozite dereceleri
• Bölgede volkanik faaliyetin olup olmadığı
• Radyoaktif minerallerin yokluğu yada varlığı
Yerçekimi ve İzostasi; Serbestçe salınım yapan bir sarkacın sürekli hareketi, boşluğa bırakılan veya havaya fırlatılan bir cismin yeryüzüne düşmesi, yeryuvarının bir çekim kuvvetine sahip olduğunun açık belirtileridir.

Yerçekimi değeri, çekim kuvvetinin ivmesi ile belirtilir ve g ile gösterilir. Yeryuvarı geometrik olarak tam bir küre olmadığından, yerçekimi ivmesinin kutuplardaki değeri ekvatordaki değerinden fazladır. (Kutuplarda 983 gal, ekvatorda 978 gal)

Yeryüzünde bir noktadaki çekim kuvveti; bu noktanın yer merkezine olan uzaklığına, noktanın deniz seviyesine göre yüksekliğine ve noktayı çevreleyen maddelerin yoğunluğuna bağlı olarak değişir.

Yer kabuğunun kütleleri ve yoğunlukları birbirinden farklı büyük parçaları arasındaki denge durumuna izostasi denir. Jeolojik olaylarla yerkürede birçok değişiklikler meydana gelir. Sedimantasyon, yer kabuğu hareketi ve mağmatik faaliyetler izostatik dengeyi bozar.

Dünyanın Mıknatıslığı
Mıknatıslık özelliğinin büyük bir kısmı litosfere aittir. Litosfer yapısındaki minerallerin farklı mıknatıslanma kabiliyetinde olmaları, muhtelif litosfer bölgelerindeki magnetik alan şiddetlerinin farklı olmasına sebep olmaktadır. Kuvars, kalsit, kayatuzu gibi mıknatıslanma kabiliyeti az olan (-0.001 gauss) diamagnetik minerallerin bulundukları litosfer bölgelerinde, magnetik alan şiddetleri azalır. Buna mukabil mıknatıslanma kabiliyetleri fazla olan (200-2000 Gauss) minerallein bulundukları bölgelerde ise, litosferin magnetik alan şiddeti artar. Dünyanın magnetik alan şiddeti 0.5 gauss’tur. Mıknatıslanma kabiliyetleri fazla olan minerallere paramagnetik mineraller denir. Litosferin muhtelif bölgelerindeki magnetik alan şiddetlerini magnetometre ile ölçmek mümkündür.

Dünya'nın Kimyasal Yapısı
Dünyanın kimyasal yapısı merkezinden yeryüzüne doğru değişiklikler göstermektedir. Yerin kimyasal bileşimi çoğunlukla Manto ve çekirdeğin bileşiminden oluşur. Çekirdeğin çoğunlukla demirden ve buna az miktarda (%10) karışan Ni, C,Si ve S gibi hafif elementlerden oluştuğu kabul edilmektedir.

Mantonun bileşiminde Mg ve Fe’in silikatları ve oksitleri ile bunlara ikincil olarak katılan Al, Ca,Na,K ve benzerlerinin silikat ve oksitleri yeralmaktadır. Mantonun çekirdeğe nazaran en belirgin özelliği, manto bileşiminde oksijen oranının yüksek oluşudur.

Yerkabuğunun bileşimi hakkında daha çok ve daha kesin bilgiler vardır. Yer kabuğunun kütlesi manto kütlesinin yaklaşık olarak % 0.6’sı kadar olmasına rağmen, kabukta U, Ba,Rb ve az da olsa Sr mantoya göre dehe fazladır. Kıtasal kabuğun ortalama bileşimi granitik değil ara bileşimlidir. Okyanus tabanlarında ince bir sediment örtü altındaki okyanusal kabuğun kimyasal –mineralojik bileşim ise, kıtasal kabuğun bileşiminden oldukça farklıdır.

Elementler Jeokimyasal sınıflandırma yöntemlerine göre Goldschmidt tarafından üç grupta toplanmıştır.

Siderofil Elementler
Bunlar metalik demirle birlikte bulunma eğilimi gösteren , atomik özelliği nedeniyle diğer elementlerle kimyasal bileşimler yapmaya elverişli olmayan, nabit metal halinde elementlerdir. Başlıca örnekleri; Fe, Co, Ni, Pt, Au, Mo, Sn,C, P, Ge,Os’dir. Bunlar daha çok yerin çekirdeğinde bulunurlar.

Kalkofil Elementler
Bunlar, kükürtle kolayca birleşme eğilimi gösteren, kükürde karşı kimyasal yakınlığı olan elementlerdir. Genellikle sülfürleri meydana getirirler ve en çok yerin manto kısmında bulunurlar. Başlıca örnekleri; S, Zn, Pb, As, Sb, Bi, Ag, Hg ve Cd’dir.

Litofil Elementler
Bunlar oksijenle kolayca birleşme eğilimi gösteren, oksijene karşı kimyasal yakınlığı fazla olan elementlerdir. Çoğunlukla oksitleri ve silikatları meydana getirirler ve en çok yer kabuğunun bileşimine katılırlar. Başlıca örnekleri O, Si, Al, Fe, Mg, Na, K, Li, Ca, Mn, Sr, Ba, Ti, W, Cr, Zr, F, Rb, Be
Son düzenleyen Safi; 20 Eylül 2018 16:50
theMira

Benzer Konular

28 Haziran 2016 / Misafir Tarih
1 Kasım 2016 / MaTTo Tarih
4 Ekim 2017 / fadedliver Uzay Bilimleri
21 Kasım 2012 / Misafir Cevaplanmış