Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 100

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 546.974 Cevap: 1.812
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
7 Haziran 2007       Mesaj #991
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ölüme Meydan Okuyanlar

Sponsorlu Bağlantılar


Dördüncü sınıflar öğretmenlerinin nezaretinde beden eğitimi dersinde futbol oynuyorlardı. Mehmet yine bütün hünerlerini sergileyip arkadaşlarının ve öğretmeninin beğenisini kazanmıştı. “Büyük futbolcu olur. Üstelik derslerinde de çok başarılı, çok zeki.” diyordu, öğretmeni. Maçta artık sonlara yaklaşılmış herkes iyice hırslanmıştı. Mehmet kendini zorluyor; pas atıyor, çalım atıyor, koşuyor… Yani yırtıyor kendini minik futbolcu. Derken Mehmet arkadaşıyla girdiği ikili mücadelede yerde kaldı. Herkes kalkmasını beklerken O hiç kıpırdamadan yatıyordu. Telaşlanan öğretmeni sahaya girip Mehmet’i yerinden kaldırmaya çalıştı, başaramayınca kucaklayıp alelacele arabasına koyarak hastaneye götürdü. Bu arada ailesine de haber verdi.
Herkes ne olacak ufak bir şeydir düşüncesindeydi. Ama yanlarına gelen doktor çaresiz bir yüz ifadesiyle Mehmet’te bir kemik hastalığı olduğunu ve tedavi edilmesi gerektiğini söyledi. Aile Mehmet’i alıp önce Gaziantep, daha sonra da İstanbul’da çeşitli hastanelere götürdüler. Doktorlar pek tatmin edici bir sonuç vermiyorlardı. Onlar da fazla kuruntu yaptık galiba diyerek geri döndüler.Mehmet okuluna yine devam etti. Ama artık daha az futbol oynuyordu.
Yedinci sınıfa geldiğinde Mehmet yine rahatsızlandı. Bu sefer O’nu hastaneye Sezer ablası götürdü. Doktorlar hastalığının çok ciddi olduğunu tedavisinin de pek mümkün olmadığını söylediler. Sezer abla kardeşinin halini anlamak istemedi. Ne yapacağını şaşırdı, oracıkta yığılıp kaldı.
Lise sınavlarına giren Mehmet Gaziantep Anadolu Lisesini kazandı. Çalışkanlığıyla burada da öğretmenlerinin beğenisini kazandı. Ama her geçen gün güçten düşmeye, yürüyememeye başladı. Lise ikinci sınıfa geldiklerinde ise ablası Selçuk Üniversitesi’ni kazanınca ailecek Konya’ya taşındılar. Mehmet de Meram Anadolu Lisesi’nde okumaya başladı. Fakat aradan birkaç ay geçtikten sonra artık yürüyemez hale gelmişti. Babası ona dişinden tırnağından artırdığı ile bir tekerlekli sandalye aldı. Her gün annesi veya ablası okula bırakıp-alıyordu. “Sezer abla” demişti bir gün, “Beni bir ÖSS dergisine abone yapsanız başka bir şey istemem.” Ablası da onun isteğini yerine getirmede hiç tereddüt etmedi. Mehmet, bu şekilde hazırlanıp ÖSS’de Selçuk Üniversitesi İnşaat Mühendisliği’ni kazandı.
Yakın bir zamanda öleceğini hem Mehmet hem de ailesi çok iyi biliyordu. Ama O yılıp, hayata küsüp, ölümü beklemek yerine olabildiğince neşeli olabildiğince hayata bağlıydı. “Belki kazandığım bu üniversiteyi bitirmek nasip olmayacak.” diyordu arkadaşlarına. Üniversiteye başladığı aylarda tekrar hastalandı. Bu kez hepsinin yüreği ağzına geldi ama 3 ay yoğun bakımda kalıp hayatın bir ucundan tekrar tutundu. Üniversiteye gelip gitmesi iyice masraflı olmaya başlayınca artık gitmemeye başladı. Bunu öğrenen fakülte dekanı öğretim görevlilerini toplayıp sırayla her gün birisinin arabasıyla Mehmet’i getirmesini istedi. Bu şekilde ikinci sınıfa kadar öğretmenleri taşıdı.
…………
Bir gün eve gelen Sezer Hanım kardeşinin fenalaşıp hastaneye kaldırıldığını öğrendi. Koşarak gitti hastaneye ama artık kardeşi konuşmuyordu. Artık bundan sonra kimse ona “Es abla” demeyecek, O’da kimseye “Ordunun Dereleri” şarkısını söyleyemeyecekti. Bunca meşakkate, hastalığa dayanan Mehmet, artık Cennet’e uçtu. Koltuk değneği, tekerlekli sandalye de olmadan koşup oynayacağı dünyasına kavuşmuştu artık.

recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
7 Haziran 2007       Mesaj #992
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Ecevit: Mavi gömlek, siyah kasket, ilkeli siyaset ve zarafet
Karaoğlan derin uykuya dalarken
Sponsorlu Bağlantılar


Ecevit uyutulurken biz, bir zamanların mahşeri kalabalıklarından artakalan bir avuç adam dışarıda, her daim bizi gaflet uykularından uyandıran adamın, derin uykusundan uyanmasını bekliyorduk, dualarla...


Perşembe gecesi... Saat 01.00... Ankara Keçiören'de Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) hastanesi önü... Hemen karşıdaki sokakta televizyonların naklen yayın araçları kurulu...
Hastane girişinde birkaç araba...
Ve bir avuç adam...
Tanıdıklarım:
Ecevit'in en yakınında olmuş iki gazeteci: Fikret Bila ve Mehmet Çetingüleç...
Partinin basın danışmanı Süleyman Yağız...
Ve onun kabinesinde bakanlık yapmış Yaşar Okuyan...
Az sonra TRT'deki kameramanlık günlerinden tanıştığımız DSP'nin eski milletvekili Mustafa Vural ağlayarak geliyor. Eşinin telkinlerine rağmen gözyaşlarına hakim olamıyor.
1.15'te Sağlık Bakanı Recep Akdağ hastaneden çıkıyor. Ecevit'in beyin ölümünün gerçekleştiği, yaşam destek ünitesine bağlandığı haberi geliyor.
Az sonra DSP Genel Başkanı Zeki Sezer bunu yalanlıyor.
Son yıllarda her fotoğraf karesinde Ecevit'lerin başucunda görünen yakın koruması Recai Birgül'ü arıyorum:
"Evet, beyefendinin durumu ağır" derken ağlamaya başlıyor o da...
"Karaoğlan" efsanesini yaratan yüzbinlerden artakalan bir avuç adam, geceyarısı efsanenin son durağında içerden haber bekliyor.

Üç cümlelik açıklama
18 Mayıs günü Ankaralıların Danıştay saldırısını protesto için Anıtkabir'e yürüdükleri saatlerde tepkisini bir basın açıklamasına döktü Ecevit...
Yayın organlarına gönderilen açıklamada "Bülent Ecevit'in demeci" deniliyordu.
Partisi yoktu artık; o, sadece bir isimdi.
"Hükümet derhal çekilmelidir" başlıklı demeç üç cümleden ibaretti:
"Laik demokratik cumhuriyete karşı Ankara'da göz göre göre işlenen korkunç cinayetten başbakan da sorumludur ve başında bulunduğu hükümet de sorumludur. Bu hükümet artık görevde kalamaz. Halkın yüzüne bakamaz."
Bu kadar!
Ecevit açıklamalarında alışkın olmadığımız bir cümle aksaklığı ama hep alışkın olduğumuz sorumluluk, kararlılık ve duyarlılık...

Bir intihar girişimi
Bu açıklamayla yetinmedi.
Cenazeye gitmek istiyordu.
Rahşan hanım bunu yapmaması gerektiğini söyledi. Hava sıcaktı. Cenazede bir izdiham olacağı belliydi.
Bu halde gitmemeliydi.
Diretti Ecevit...
Böyle bir günü evde televizyondan izleyemezdi:
"Aynı fikir doğrultusunda olduğumuz bir değerli insanı son yolculuğunda yalnız bırakmak istemem. O yüzden cenazesine katılacağım" dedi.
Gri gömleğini giydi, kravatını ve ünlü "Ecevit kasketi"ni taktı.
Ve cenazeye geldi.
Bu, 81 yaşında, sağlık sorunlarıyla boğuşan bir insan için intihar demekti.
Cenazede uzaktan görebildiğim kadarıyla gerçekten çok kötü durumdaydı.
Kalabalığı yararak zar zor ilerledi, cami avlusunda, musalla taşı başında sıcakta uzun süre bekledi.
Üzüntünün de eklenmesiyle yanındakileri tanıyamayacak hale gelmişti.
Yanına gelen Devlet Bahçeli'yi hatırlamakta zorlandı.
Gözlerinin içi bembeyazdı.

Düşüyordu
Tören bittiğinde omuzları hepten çökmüş, bacaklarını sürüyemez hale gelmişti.
Artık ayakta duracak hali kalmamıştı.
İki koruması iki koluna girdiler. Bir ara sendeledi, dizi yere değdi.
Kaldırdılar.
Kocatepe Camii avlusunu dolduranlar onu hararetle alkışlıyor, "Helal olsun" diye bağırıyordu.
Yaşlıca bir adam sırtını sıvazladı, omzunu öptü.
Bir başkası uzanıp omzundaki saç telini aldı.
O ise bir an önce çıkışa ulaşmaya çalışıyordu.
Arabaya zor bindi.

"Derin uyku"
Eve geldiğinde bitkindi. Dinlenmeye çekildi. İki saat sonra fenalaştı.
Recai Birgül özel doktoru Mücahit Pehlivan'ı aradı.
Pehlivan hemen gelip ilk müdahaleyi yaptı.
Bilinci kapalıydı.
Ambulansla hastaneye, acil servise götürdüler.
Ankara hâlâ Danıştay saldırısının şokundaydı.
Ecevit yoğun bakım ünitesine alındı. Beyin tomografisi çekildi.
Beyin kanaması geçirdiği saptandı.
Sağ yanına felç inmişti.
22.30'da bir operasyon yapıldı. Dört saat sürdü. Beyindeki kanama durduruldu.
Sonra uyutuldu.
80 yıllık bir ömrün ve yarım asrı aşan, seçimler, zaferler, darbeler, hapisler, yenilgiler, zirvelerle dolu bir siyasi koşunun ardından gelen "derin uyku"ydu bu.
Ve biz, bir zamanların mahşeri kalabalıklarından artakalan bir avuç adam dışarıda, her daim bizi gaflet uykularından uyandıran adamın, derin uykusundan uyanmasını bekliyorduk, dualarla...


Bülent Ecevit'in çevirisiyle son uyku
"Uyandırmayın, yalvarırım!"
Ecevit, Hint edebiyatına tutkundu.
Özellikle de Rabindranath Tagore'a hayrandı.
Onun "Gitanjali"sini henüz 16 yaşındayken çevirmişti.
Tagore'un Tanrı'ya ve ölüme dair dizelerini her daim yaşam felsefesi bellemişti.
İşte onun kaleminden bir bölüm:
"Gece onu boş yere beklemekle hemen hemen sona erdi.
Sabaha karşı yorgun bir halde uykuya dalmışken, birdenbire kapıma gelmesinden korkuyorum.
Ey dostlar,
Yolu ona açık bırakın, ona engel olmayın.
Şayet onun ayak sesleri uyandırmazsa beni kaldırmaya uğraşmayın, yalvarırım.
Sabah aydınlığının bayramında kuşların gürültülü korosuyla, rüzgarın başkaldırışıyla uyandırılmak istemiyorum.
Hatta kapıma ansızın Tanrım bile gelse rahatsız edilmeden uyuyayım.
Ah benim uykum,
Sona ermek için yalnız onun dokunuşunu bekleyen değerli uykum...
Ah benim kapalı gözlerim, uyku karanlığından meydana gelmiş bir rüya gibi gülümseyerek önümde dururken yalnız onun gülümseme ışığına açılacak olan kapalı gözlerim...
O bana bütün ışıkların ve şekillerin ilki halinde görünsün.
Uyanan ruhuma neşenin ilk titreyişi onun nazarlarından gelsin.
Ve benim kendime dönüşüm, doğrudan doğruya ona dönüşüm olsun."

HayLaZ61 - avatarı
HayLaZ61
VIP BuGS_BuNNY
7 Haziran 2007       Mesaj #993
HayLaZ61 - avatarı
VIP BuGS_BuNNY
Eşkenar Üçgen Uzayda

Uzunlukları birbirine eşit üç doğru bir araya gelip bir eşkenar üçgen oluşturdu. Ben bu eşkenar üçgenin içine iki göz ile bir burun ve bir ağız çizdikten sonra kulaklarını ekledim. Meydana gelen şekil bir insan başına benzedi. Şekle en basitinden gövdeyle, kollar ve bacaklar da çizerek insan modelimi ortaya çıkardım. Beyaz bir kartona çizdiğim insan modelimi makasla kenarlarından keserek aldım ve ayakları üstünde duracak şekilde bıraktım. Haydi eşkenar üçgen, yolun açık olsun, dedikten sonra onu uğurladım. Aradan iki ay geçtikten sonra eşkenar üçgen geldi ve başından geçen olayları anlattı.

“ Senden ayrıldıktan sonra uzun süre yol yürüdüm. Sonunda bir ormana geldim. Ormanda giderken ilerde bir ışık gördüm. Meğerse ışık açık bir alanda duran uçan daireden geliyormuş. Hiç korkmadan uçan daireye bindim. Uçan daire az sonra havalandı. Rengarenk ışıklı düğmeler vardı uçan dairede ve biri yanıp biri sönüyordu. Bilgisayardan gelen metalik ses uzaya çıkıldığını ve Samanyolu Galaksisi’nin çok uzağında bulunan bir başka galaksideki 31092-ct adındaki gezegene gidildiğini haber verdi. Bayağı keyiflenmiştim. Metalik sesin söylediğine göre, uçan daireler kozmatik güçle hareket ederlermiş. Metalik ses aylarca yolculuk yapıldığı halde uzayın sonunun bulunamadığını söyledi. Ertesi gün pat diye bir ses duydum ve uçan daire hafifçe sarsıldı. Bunun ne olduğunu sorduğumda metalik ses Samanyolu’ndan bir başka galaksiye geçildiğini, bilgisayarın önceden programlandığı gibi zaman ayarını yapıp, atlamayı gerçekleştirdiğini, zaman ayarının periyodik uzay takvimine göre yapıldığını, zaman ayarını yapmadan, atlamayı gerçekleştirmeden bir galaksiden bir başka galaksiye geçmenin mümkün olmadığını söyledi. Her galaksinin kendine özgü, sadece o galakside geçerli olan zamanı varmış. Daha önceden hazırlanmış olan periyodik uzay takviminde, bulunduğun galaksiyle geçmek istediğin galaksi arasındaki zaman farkı bulunurmuş. Zaman farkı bulunmadan zaman ayarı yapılamazmış. Zaman farkını bulmak için, bulunduğun ve geçmek istediğin galaksilerdeki en yaşlı gezegenler baz alınırmış. En yaşlı gezegenlerin yaşı birbirinden çıkarılınca aradaki fark + - zaman farkı olurmuş.

Örneğin bulunduğun galaksinin takvimi 4900 yılını gösteriyor. Periyodik uzay takviminde geçmek istediğin galaksinin durumunun -1200 olduğunu gördün. Bulunduğun galaksinin yaşı olan 4900 yılından -1200 ü çıkarınca, geçmek istediğin galaksinin yaşını 3700 olarak bulursun. Şimdi iş süpersonik zaman göstergecinde zaman ayarını yapmaya kalmıştır. İlgili tuşlara basarak rakamların göstergecin ekranına düşmesi için bir dakika beklenir. Sürenin sonunda zaman ayar düğmesine basarak işlem tamamlanır.

İki galaksiyi birbirinden ayıran, zamanın geçerli olmadığı bölgeye girilir. Burada uçan daire yol aldıkça göstergecin ekranında 4900 yılından 3700 yılına her yarım saniyede bir yıl olarak zamanın gerilemesi izlenir. Ekran 3700 yılına gelindiğini gösterince uçan dairenin hızı limite çıkarılarak geçmek istediğin galaksiye giriş yapılır. Şayet -1200 yerine +1500 olsaydı 4900, 1500 ile toplanırdı. O zamanda göstergecin ekranında zamanın ilerlemesi izlenirdi. Herneyse, galaksiler arası yolculuktan sonra 31092-ct adındaki gezegene yumuşak iniş yaptık. Bu gezegende gördüklerim beni şaşırtmadı, çünkü yolculuk sırasında metalik ses her şeyi anlatmış ve bana pek çok konuda detaylı bilgi vermişti. Orada da insanlar yaşıyor. Ağaçlar var, çiçekler var, kuşlar var, dağlar var, dereler var. İnsanları sevecen, iyi kalpli, hoşgörülü. Sorunlarını tartışarak, kavga ederek değil, karşılıklı anlayışla, hoşgörüyle çözüyorlar. Herkes birbirinin hakkına saygılı, kimse kimseye kötü söz söylemiyor ve son derece nazik insanlar. Bütün çabaları bilimde, teknolojide daha ileri seviyelere ulaşmak. Geçim sorununu önce yardımlaşma daha sonra paylaşma ile çözümlemişler. Birinde çok ötekinde yok değil, ikisinde de var. “

Eşkenar üçgen konuşması bitince ayağa kalktı ve şöyle dedi: “ Patron, ben geri dönüyorum. Uçan daire beni bekliyor. Gel seni de götüreyim. “
“ Boş versene sen ya, ne işim varmış benim uzayda “ dedim ben de. Bunun üzerine eşkenar üçgen keyfin bilir dedi ve vedalaştık. Eşkenar üçgen ayrılırken son olarak elveda dedi el sallayarak. Sanırım onu bir daha hiç göremeyeceğim.

Pirana Kovalayan Çılgın Hamsi...
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
8 Haziran 2007       Mesaj #994
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
Evvel zaman içinde kalbur saman içindeyken pireler berber develer tellal iken, Munzur efsanesi herkesin dilinde, terzilerin pirinden de önce ondan da öte kadim bir sözmüş. Bir olanı, tek olanı anlatanmış Munzur dağı. Aşk munzur’muş, munzur aşkmış. Aşk kuşatmış munzur dağını. Gözyaşları kırkpınar olup akan ol aşkın sahibiymiş Munzur.
Efsunlanmış gibi zamana karşı durmuş yıllar yılı. Gözyaşları Munzur suyu olmuş yürürmüş kılcal damarlardan dallara, dallardan çiçeklere, çiçeklerden çimenlere. Dağ olmuş, börtü - böcek tüm canlıları barındırmış koynunda. Açıp kollarını aşkın diyarlarına, hem arşa hem arza doğru arşın arşın yürümüş Munzur.


Çok çok eski zamanın birinde kentlerden uzak ulu bir dağın yamacında, mavisi yeşiline karışmış, uzun uzun ağaçların gölgelerini cömertçe sunduğu, türlü türlü böceklerin, çiçeklerin yaşadığı, insanoğlunun pek az uğradığı yüksek kayaların, ormanların, eteklerinde buz gibi suların çağıldadığı çağlayanların arasında, şiri mi şirin, mini minnacık bir köy varmış. Bu köyün vahşi vadileri arasında nerden geldiği ve kim olduğu bilinmeyen güzel bir peri kızı yaşarmış.

Yapayalnız bu genç kız geçimini geyik sütü, keklik yumurtaları,kenger, yabani bitkiler, kökler, meyvalar toplayarak sağlarmış. Arada bir de köylere inererek topladığı bitkileri, meyvaları köylülere dağıtıp karşılığında da ihtiyacı olan eşyaları ve gıdaları alıp ortadan kaybolurmuş. Kimseyle uzun uzadıya konuşmaz, kimsede ona pek soru sormazmış.

Kim olduğunu nereden geldiğini kimse bilmez ve de gizli olağan üstü bir güce sahip olduğuna inanıldığı için herkes çekinirmiş. İn mi cin mi, ne olduğu pek belli değilmiş köylülerin gözünde. O yörede herkes onun efsunlu olduğuna inanıp kimilerine göre büyücü, kimilerine göre lanetli, kimilerine göre ermiş, kimilerine göre iyilik ve hayır meleği, kimilerine göre de allahın zararsız zavallı bir kuluymuş ama en çok peri kızı olduğuna dair söylenceler ortada dolaşırmış. Hatta hayvanlarla, kuşlarla konuştuğuna dair tanık olanlar da yok değilmiş.

Bu gün hala o yöre de Peri kızla Munzur’un aşkı üzerine beyitler söylenir, türküler derlenir, Peri kızın güzelliği konuşulur.
Topuğuna kadar inen saçları, simsiyah gözleri, kıpkızıl dudakları, inci dişleri, pembe yanaklarıyla çevredeki bütün kızları kıskandıracak kadar güzel ve alımlıymış.

Peri kız köye her indiğinde herkes ona hayranlıkla bakar , ağzından çıkacak bir kelimeyi beklermiş. Her gelip gitiğinde Munzur isminde civan gibi gencin yüreği heyecandan göksünün kafesine sığmaz, gümbür gümbür atarmış, yanına yaklaşmaz uzaktan uzağa seyredip Peri kızını, içi titrermiş. Peri kızı ile her gözgöze geldiğinde yüreğine kor düşer gizli gizli yanarmış…

Günlerden bir gün vadideki mağarasının önündeki gölün başında oturmuş, alt tarafından çağıl çağıl akan sulara bakarak türküler mırıldanırken, bir süre sonra derin gölün mavi suyunda bir kıpırtı farketmiş Peri kız, mavi gölün içinde güneşle yıkanmış gibi yakamozlar saçan munzur Peri kızın mırıldandığı türküyle birlikte yavaşça göl suyunun mavi kanatlarında süzülüp çıkmış, Peri kızın dudağına bir öpücük kondurarak, peri kız daha ne olup bittiğini anlamadan, tekrar suya dalarak ortadan kaybolmuş.

Peri kız her gece suyun kenarına oturup Munzuru beklemiş, Munzur her gece vakti ayışığıyla beraber çıkıp gelirmiş. Geldiğinde de hemen gözden kaybolup gitmezmiş gün ışıyıncaya kadar, bir kelime bile etmeden biribirine sarılır öylece sabahın olmasını beklermişler.

Artık her gece dolunay ağaçların arasında ışıldarken onlar buluşmuş, sarılmışlar ve birbirilerine tek söz söylemeden ayrılmışlar. Biribirlerini öyle temiz duygularla ve derin bir aşkla sevmişlerki ve öyle alışmışlarki bir tek gece biribirini göremeden duramazlarmış.

Bir gece Munzur yine çıkıp gelmiş kaldığı yere bir de bakmışki in cin yok ortalarda, bir mektup bırakarak ortadan kaybolmuş canından çok sevdiği Peri kız. Dünyası başına yıkılmış Munzur’un yüreği yanmışta yanmış…

Sonra mektubu açıp yüreği parçalanarak okumaya başlamış munzur.

“Ben adımı, nerden geldiğimi, kim olduğunu bilmeyen zavallı bir kızım. Kim olduğumu ve nerden geldiğimi de hiç bir zaman bilmeyeceğim. Niye böyle davrandığımı sorma, sorsanda cevabını veremem...

Şunu bilki seni ölümüne seviyorum ama ben yalnızlıkla lanetlenmişim bir kere, yalnızlıkla lanetlenmemle son bulmuyor, hafızamı, gözlerimi bağlamışlar, geçmişimi ve kim olduğumu bilmemi, hatırlamamı engellemişler… Seni daha fazla mutsuz etmemek için, benimde bilmediğim bir yere gidiyorum…

Ama sana aşkımın karşılığı olarak bu güne değin hiç bir kimsenin sahip olamadığı bir hediye bırakıyorum…
Şimdiden sonra aşkımızı düşünüp acı çektiğinde ama yine de seni ölümüne sevdiğimi bilerek mutlu olduğunda, gözlerinde dökülen her damlada bir pınar fışkıracak düştüğü yerden ve ben gözyaşlarında mayalanıp akan her pınarın damlalarında saklı kalacağım...

Ve o gece ilk defa munzurun gözlerinde munzur suyu kırk göze olup akmış kırpınar yaylasında ve Munzur buruk bir mutlulukla dünya dündükçe ağlamış.

İşte o gün bu gündür o pınarların gözelerinden içen herkesin yüreğine buruk bir mutluluk bir ferahlık dolmuş, yüreği sevgiyle yanmış; her dilek kabul olmuş, sevenler sevdiğine, hasret çeken analar, babalar çocuklarına kavuşurmuş…

Ve o dağların adı da Munzur olarak kalmış, gözyaşları da munzur suyu olmuş. O günden sonra ne görmüş, ne de haber almış sevdiği Peri kızından. İşte o gün bu gündür o kırk gözeden Munzur’un gözyaşları kırkpınar olup akar ve dünya döndükçe de akacak… Bu yüzdendir ki o pınarların suyundan içen herkesin yüreğine aşk, sevgi, merhamet mutluluk, iyilik dollar. Derler.

İşte o gün bu gündür Munzur da akan her pınar kutsaldır. Munzur'a ait bu üçüncü mitostan kaynağını almaktadır Munzur dağı ve Munzur suyu. Munzur Suyu Peri kızının gözlerinden akan gözyaşlarıdır inanışa göre. Yani tarihi derinliği çok çok eski dönemlere kadar gitmektedir.
Pollyanna - avatarı
Pollyanna
Ziyaretçi
8 Haziran 2007       Mesaj #995
Pollyanna - avatarı
Ziyaretçi
BİR KARDELEN MASALI...


Bir varmış bir yokmuş ,uzak ülkelerin birinde, dağların doruklarında güzeller güzeli Dağ Fulyası yaşarmış.
Baharın ilk belirtileriyle uzun kar uykusundan uyanır,
güneş sıcaklığını iyice hissettirmeye başladığı günlerde tomurcuklanır, yaz boyunca da çiçekleriyle çevresine binbir
renkler saçar, kokusu ile, güzelliği ile, güzelliğinden çok o
mahçup saf duruşu ile herkesi kendine hayran bırakırmış.

Doğa ananın da en sevgili yavrusu, herşeylerden sakınıp
gözettiği en nadide çiçeği imiş bu Dağ Fulyası. En yakın
arkadaşı Nergis'le sıcak yaz günleri boyunca gülüşürler,
oynaşırlar, bütün doğayı neşeyle donatırlarmış. Fulyacık
Nergis'ini çok sever bir dediğini iki etmezmiş. Elinden
gelse tüm dünyasını Nergis'le paylaşmak istermiş.

Nergis de çok güzelmiş ama Fulya'nın saflığına karşı son derece
kurnaz, işveli, cilveli, bir kızmış. Fulya'yı çok sever, onunla
arkadaşlığını sürdürmek için kendini ona benzetmeye çalışır,
ama içten içe de Fulya'nın herkes tarafından sevilmesine
tahammül edemez, herkes kendini daha çok sevsin istermiş.

Fulya'nın tüm çiçekleri sabırla dinleyip, hepsine yardım etmek istemesine, herkese çözüm getirmeye çalışmasına hayret edermiş.
Çünkü, Nergis çiçek için doğadaki en önemli şey kendisiymiş,
kendi duyguları kendi düşünceleri , herkesin, herşeyin üstünde
imiş. Fakat Fulya'ya özel bir değer verir, onun hayranı olduğu
saflığını korumak için olası tüm kötülüklerden sakınmak istermiş.

Fulya ise hep tebessümle karşılarmış Nergis'i zira, Doğa
annesinin de aynı koruyucu kollayıcı davranışlarına alışık
olduğu için Nergis'e ayrıca çok güvenir, inanırmış.
Bu arada aşağılarda , dağların, vadilerin ötesindeki
ovalarda ise Bahar Rüzgârı yaşarmış...

Bu rüzgârın en sevdiği iş, ovanın tüm çiçeklerine gezip
gördüğü yerleri anlatarak onlara yeni heyecanlar, yeni
ufuklar göstermek ve onların hayranlığını, sevgisini
kazanmakmış. Birbirinden değişik ilginç öykülerle
çiçeklerin gönlünü çelip en masum görüntüsünü takınır
en hoş sesiyle onlara birbirinden güzel şarkılar söyler,
eğlendirirmiş. Çiçekler kendilerinden geçip, hayranlıkla
onu dinlerken, o fark ettirmeden çiçek tozlarını alıp
koynunda gizlediği kutusuna atarmış.

Bahar Rüzgârı, bu çiçek tozlarını karıştırıp bir gün kendine en
güzel kokulu, en güzel renkli çiçeğini oluşturacağını hayal eder
yüreği bu hoş beklentiyle çarparmış. Fakat aldığı her çiçek
tozundan sonra yine bir eksiklik hissedip daha güzel, daha ışıltılı,
binbir renkli, çok daha güzel kokulu çiçekler aramaya çıkarmış.

Rüzgâr, bir gün yine bu amaçla ovadan ayrılıp vadiye doğru yola
çıkmış. Vadiye geldiğinde birden çok farklı bir çiçek kokusu
hissetmiş, etrafına bakınmış ama görememiş.Çünkü koku
yukarılardan geliyormuş. Başını kaldırıp dağa doğru bakmış.
Tepelere yaklaştıkça kokular daha da yoğunlaşırken içlerinden
ayırt edici bir koku tatlı tatlı başını döndürüyor, onu daha
yukarılara çekiyormuş. Sonunda onu görmüş. İlk önce
heyecandan yanına yaklaşamayıp uzaktan seyre dalmış.

Fulya çiçek olacaklardan habersiz pervasızca çevresindeki
arkadaşlarıyla şakalaşıyor, çocuklar gibi neşeli kahkahalar
atıyor, gülerken gözlerinin içi gülüyormuş. Rüzgâr nasıl olup
da bugüne kadar çevresine eşsiz ışıltılar saçan bu çiçeğin
varlığından habersiz yaşadığına hayret etmiş. Hemen harekete
geçmeye karar verip hafif hafif Fulya'nın etrafında esmeye
başlamış. Bir yandan da bildiği en güzel şarkıları söylüyormuş.
Fulya bu beklenmedik hoş esintiyi heyecanla karşılamış, kendine
yeni ve çok farklı bir arkadaş edineceğini hissetmiş. Çünkü
arkadaşı Dağ Rüzgârının keskin esintisine karşı Bahar Rüzgârı
tatlı bir meltem edasıyla yapraklarını okşuyor, yıpratmadan
dinlendiriyormuş. Güzeller güzeli çiçek, rüzgârın coşkulu, tutkulu
heyecanlı sesini büyük bir hoşnutlukla dinlemeye koyulmuş...

Rüzgar, Fulya'ya ovadaki güzellikleri, gezip gördüğü yerlerde
duyup işittiği ve yaşadığı ilginç hikayelerini anlatırken
onun da başını döndürüp çiçek tozlarını alacağı anı hayal
ediyor ve yüreği bu anın heyecanı ile deli gibi çarpıyormuş.
Fakat kendindeki bu yeni duygulara kendide şaşırıyor,
Fulya çiçeğin tüm dünyasını merak ediyor, daha yakından
tanımak için çırpınıyormuş. Bu nedenle çiçek tozlarını almak
için biraz daha sabredip Fulya ile arkadaş olmaya karar vermiş.

Rüzgâr, Fulya çiçeğin dünyasına girdikçe hayranlığı daha da
büyümüş, onunla konuşmak, onun fikirlerini duymak, kendini dinlerken hüzünlü hikayelerde hemen buğulanıveren gözlerine
dalıp gitmek, neşeli hikayelerde kahkahalarına karşılık
vermek Rüzgarda tutkuya dönüşmüş.

Fulya'nın kokusu renklerindeki saflık, konuşmalarında
kendini hissettiren bilgeliğini, çocuksu ifade tarzı, hele
sesindeki o içine işleyen ince tını bugüne kadar hiçbir çiçekte rastlayamadığı özelliklermiş. Fulya ise dinlediği o harika hikayelerle, kendini dünyanın her yerine götürdüğüne inandığı
bu yeni arkadaşı yüzünden tüm arkadaşlarını ihmal etmeye başlamış. Zamanını hep Rüzgarla beraber geçirmek istiyormuş.
Zira Rüzgâr öyle güzel konuşuyor ve o kadar çok şey biliyormuş
ki, Fulya'nın dünyası yepyeni renklerle bezeniyormuş.

Günler geceler boyu birlikte konuşmuşlar, gülmüşler,
ağlamışlar. Bahar Rüzgârı Fulya'nın bütün güvenini kazanmış. Fulya bu arada Nergis'i ihmal etmemeye çalışıyor onada
rüzgâr'ın anlattıklarını anlatıyor ve ikisini tanıştırırsa birlikte
harika bir dünya kuracaklarını çok eğleneceklerini söylüyormuş. Nergis, Fulya'yı ilk kez bu kadar heyecanlı görüyor ve onu
bu kadar etkileyen birini çok merak ediyormuş.

Rüzgâr ise çiçek tozlarını aldığı takdirde Fulya'nın
arkadaşlığını kaybedeceğini bildiğinden bu çok istediği,
beklediği anı sürekli erteliyormuş. Fakat aklında da
yaratacağı o muhteşem çiçek olduğundan dağdaki diğer
çiçeklerle arkadaşlık kurup, onlarada aynı hikayeleri, aynı
şarkıları anlatarak başlarını döndürüyor ve çiçek tozlarını
alıp saklıyormuş. Bir gün Fulya, Rüzgâr'ın tüm yaptıklarını görmüş. Fakat çiçek tozlarını saklamasını anlayamamış.
Zira çiçek tozları, çiçekler için hayati önem taşıyormuş.

Tüm çiçek arkadaşlarının ertesi baharlarda yeniden canlanıp gün
ışığına kavuşmaları için bu tozların yeniden toprağa düşmesi
gerekiyormuş. Oysa rüzgâr onları kendine saklayarak çiçeklerin
ömürlerini sona erdiriyormuş. Fulya çok üzülmüş, onun derin
düşünceli hali Doğa annesini de endişelendirmiş. Bu arada Fulya,
istemeyerek Bahar Rüzgârı'nı Nergis'lede tanıştırmış. Ama Nergis'in
çok akıllı olduğunu ve Rüzgâr'ın büyüsüne kapılmayacağını
düşünüyormuş. Oysa Rüzgâr, Nergis'in ışıltılı renklerini öyle bir
övgülerle anlatmaya başlamış ki.. Hele Rüzgâr'ın şarkılarında ki,
o heyecanlı sesi duyunca Nergis de tüm diğer çiçekler gibi
büyülenmiş ve çiçek tozlarının gitttiğinin farkına bile varmamış.

Fulya büyük bir korku ve üzüntü ile olanları izliyormuş.
Hemen evine dönüp Rüzgâr'a, evinin tüm kapı ve
pencerelerini sıkı sıkıya kapatmış. Rüzgâr, Fulya'nın olanları gördüğünden habersiz, kendinden emin bir şekilde büyük
bir kibir ve iki yüzlülükle Fulya'nın evinin önüne gelmiş. Her zamanki gibi Ona ne eşsiz bir çiçek olduğunu, kokusuyla onu büyülediğini, çok uzaklardan bu koku ile kendisini çekip
getirdiğini en etkileyici sesi ile söylemeye başlamış.

Fulya çok büyük üzüntüler içinde perdenin arkasından sessizce Rüzgâr'ın anlattıklarını dinliyormuş. Rüzgâr, kapıların
açılmayışına anlam verememiş. Tekrar Fulya'ya ne kadar
çok değer verdiğini söyleyip en hüzünlü sesiyle ona şarkılar söylemeye devam etmiş. Fulya, gözyaşları içinde kapılarını
açmadan Rüzgara her şeyi gördüğünü ve yaptıklarını çok
yanlış bulduğunu, çiçeklerin yaşamlarının sürekliliği için
o tozlara ihtiyacı varken kendisinin büyük bir duyarsızlıkla,
herşeyi önceden planlayarak tozları çaldığını söylemiş.

Rüzgâr, Fulya'nın tepkisini çocukça ve anlamsız bulmuş.
O tozlara kendi mükemmel çiçeğini yaratmak için ihtiyacı olduğunu Fulya'ya anlatmaya çalışmış ama Fulya onun yaptıklarını asla anlayamayarak bencillikle suçlayınca
büyük bir kızgınlıkla oradan uzaklaşmış. Nergis ise
olanlardan habersiz Rüzgârla arkadaşlığına devam
ediyormuş. Rüzgâr kendi mükemmel çiçeği için sakladığı
tozları arasında Fulya'nın eksikliğini içinde duyarak,
kutusunu açmış, bir daha ki bahara kendi muhteşem
çiçeğini oluşturmak amacıyla çiçek tozlarını toprağa
serpmek istediğinde birde ne görsün tozların hepsi
kutunun içinde günlerce havasız kalmaktan
bozulup küflenmemiş mi?

Rüzgâr, her çiçek tozunun kendi doğal ortamı içinde sadece
ait olduğu çiçek olarak yaşayabileceğini çok geç anlamış.
Yinede büyük bir kibirle doğanın kanunlarına karşı geldiğini binlerce çiçeğe sonbaharı yaşattığını görmezden geliyor..
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
8 Haziran 2007       Mesaj #996
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Geceler düşmanım olmaya başladı…
Bana sensizliği canımı acıtırcasına yok yok ,hatta beni öldürürcesine hatırlatan o geceler…
Sadece karanlıkla,yorganımla,kendimle baş başa kalınca hatırlayıveriyorum sensizliği,gidişini elveda edemeyecek kadar vücudumu saran o aptal utangaçlığı…
N'apim işte hatırlıyorum.aslında hatırladığım sensizlik ya da sen değilsin biliyomusun sevdiğim?hatırladığım çevremdekiler oluyor.şöyle bir gözlerimi açıp bakıyorum etrafıma o kadar!sonra yine yanımda olmayan sana sığınmaya devam ediyorum,geri dönüyorum sensizliğime sevdiğim!!!!!!!!!!
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
8 Haziran 2007       Mesaj #997
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Genç adam, hergün işe giderken, yolunun üzerindeki, güllerle dolu bahçeye bakmadan geçemezdi. Her sabah o rengarenk güller, içini neşeyle, sevinçle dolduruyordu. Günler geçtikçe güllere bakan gözleri, bahçedeki eve takılmaya başladı. Çünkü, son günlerde o evde, tül perdenin gerisinde bir genç kızın silüetini görüyordu. Her geçişinde güllere ve pencerede belli-belirsiz görünüp kaybolan genç kıza bakmadan edemiyordu.


Bir sabah her zamankinden daha erken yola çıktı. Bahçenin önüne geldiğinde yüreğinin titrediğini, içinin ürperdiğini hissetti; her gün tül perdenin arkasında gördüğü kız, bahçede gülleri suluyordu.



Güzel kız, genç adamı görünce yüzü kızararak içeri kaçtı. Adam, genç kızın hayali gözlerinden kaybolmasın diye gayret eder gibi, gözlerini bir güle dikerek öylece kalakaldı. Gördüğü güzelliğin etkisinde kalmış sevdalandığını düşünüyordu.



Genç adam, artık hergün bir öncesine göre biraz daha erken geçiyordu, kızı tekrar görürüm, umuduyla. Fakat tüllerin gerisinde görünüp kaçan bir silüetten başka şey göremiyor, kahroluyordu. Genç kız da her sabah heyacanla tüller arkasına geçiyor, genç adamın gelmesini bekliyordu.

* * * *


Bir gün, genç adam bahçenin önünden geçmedi. Genç kız gün boyunca boşuna bekledi. Ertesi gün, daha ertesi gün yine boşuna bekledi, genç adam gelmedi. Genç kızın yüreğine hüzün doluyordu.

* * * *


Başka bir gün, yine umutsuz gözlerle yola bakarken, bir grup insanın omuzlarında tabutla geçtiklerini gördü genç kız. Aklından geçen korkunç düşünceden tüm vücudunun titrediğini hissetti, yüreği sıkıştı; yoksa genç adam ölmüş müydü !. . Genç kız yine hergün tüllerin arkasına geçiyor, boş gözlerle dışarı bakıyordu. Yüzü de, artık bakmadığı, sulamadığı gülleri gibi soluyordu.

* * * *


Genç adam bir gün yine geçti bahçenin önünden. Kaza geçirip, aylardır yattığı hastaneden sonunda çıkmış, ilk iş olarak ta, güllü bahçenin önüne gelmişti. Ama ümit içinde geldiği bahçenin önünde, gülen yüzü asıldı; bahçedeki güller solmuş, pencere kara perdelerle sımsıkı kapatılmıştı. Genç adam yolda oynayan çocuklara sordu; "-Bu evde kimse yaşamıyor mu? ". Bir çocuk; "-İhtiyar bir kadın yaşıyor. " dedi. Genç adam cevabını duymaktan korkarcasına, başka bir soru sordu; " -Burda yaşayan genç kız ne oldu? " Çocuklardan biri atıldı; "-o öldü. " dedi, genç adamın yana düşen kollarını, yaşaran gözlerini görmeden başka bir çocuk atıldı; "-Verem olmuş, dün öldü. "

* * * *


Yıllar sonraydı, küçük bir çocuk heyacanla annesiyle babasının yanına koştu, güller arasında, sallanan sandalyede oturan ihtiyar adamı göstererek bağırdı; "-Dedem gülüyor, dedem gülüyor baba !. ." Koşarak ihtiyarın yanına gittiler, gülerken hiç görmedikleri yüzüne baktılar. Elinde bir gül olan ihtiyar adamın yüzüne, gerçekten bir gülümseme yayılmıştı; biten bir hasrete seviniyormuş gibi, yıllardır görmediği birine kavuşuyormuş gibi mutlu bir gülümseyişti bu. Fakat gözleri kapalıydı. . .

Ahmet Ünal ÇAM
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
9 Haziran 2007       Mesaj #998
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Bu kaçıncı kağıt yazdığım, bu kaçıncı atacağım sayfa olacak sana dair yazdıklarımı yok etmek için çabalayacağım.
Yazıyorum...Hiç durmadan...
Her zaman yaptığım ve yapacağım gibi..
Durmadan yazıyorum...Yazıyorum durmadan...
Ama bu sefer...
Sana dair olan her yazımda başka şeylerde saklıyorum satırlara..

Bu sefer her harfe üç gözyaşı sığdırıyorum sevdiğim...
Biri benim için...
Biri senin...
Ve diğeri kaybettiklerimizin...
Yani ikimizin ...
Yani bizim...

Bununla yetinmiyorum;her harfe üç kan damlası akıtıyorum yüreğimden...
Biri bana...
Biri sana...
Diğeri ise bize...
Hem bana,hem de sana...

Özlemlerime gem vuramıyorum,fotoğrafını alıyorum karşıma.
Bir günahın ardından bakar gibi bir halin var fotoğrafta.
Gözlerin uzaklarda...

Öyle ki fotoğraflarda dahi gözgöze gelemediğinden, gelmekten korktuğundan yaptığını düşünüyor beynim bir an...
Biliyorum saçmalıyorum...
Daha önce de saçmaladığım gibi belki de...
Sonra dalıyorum iyice fotoğrafına,gözlerimde yaşla..
Seni sevdiğime değmezmişsin gibi geliyor bir an ama hemen yokoluyor.

Çünkü biliyorum seni deliler gibi seviyorum.
Biliyorum ki hiçbirşey önemli değil sana olan sevgimden...
Yaptıkların
Acıttıkların
Gözyaşlarım
ve
Kan damlalarım...
Hepsi önemini yitiriyor sevdan geldiğinde aklıma.
Çünkü onlarla birlikte kabul etti yüreğim yüreğini...
Nedensiz Sevdi Ve Hiçbir Neden Sevdam İçin Yeterli Değildi!

Fotoğraflarına baktıkça daha beter oldu yüreğim.
Bir nefes aldım kokunu duymak istercesine.
Ama kokun çoktan yitip gitmişti uzaklara.
Tenini aradım derken,gözlerini bulma çabasında bakındı gözlerim...
Sonra gözyaşı oldu aktı hayalin..
Vapurun en ucunda rüzgara bıraktım kendimi sebepsiz..
Sen gözyaşı olup ilerlerken yanağımdan dudak kıvrımıma ,ben kapattım fotoğrafını..
Ve evet...
Kaçtım...
Senden kaçmam gerekti anlamıştım. Seni aşmam gerekiyordu ama onu yapacak yürek bende yoktu..
Hiç olmamıştı,olamamıştı...
İlk defa fotoğrafını kapatıp kaçtığımı sandım ama yine yanıldım...

Öyle bir şeydin ki sen sevdiğim...
Sigaraydın belki de ve ben senin en büyük bağımlın. Zararını bilip asla bırakamayan ve o acı dolu ölümünü bekleyen...

Sen ..
Sen sevdiğim doğum lekesi gibiydin yüreğimi kaplayan.
İstesemde çıkaramdığım...
Ve belki de çıkarmak için hiç uğraşmadığım...
Kendimi farklı hissettiren belki, belki de insan içine çıkmamı engelleyen..
Bazen varlığıyla memnun eden ,bazense kesip atmak istediğim ama atamadığım en büyük acıtanı yüreğimi...

Ve artık yazamadığım...
Ama aslında hep yanıldığım..
Durup durup aklıma geliyorsun çünkü...
Ve ben...
Durup durup yazıyorum...
Yine kendime ters kalıyorum, yazmayacağım derken bile kalem tutuyorum...

Bu sefer her harfe üç gözyaşı sığdırıyorum sevdiğim...
Biri benim için...
Biri senin...
Ve diğeri kaybettiklerimizin...
Yani ikimizin ...
Yani bizim...

Bununla yetinmiyorum;her harfe üç kan damlası akıtıyorum yüreğimden...
Biri bana...
Biri sana...
Diğeri ise bize...
Hem bana,hem de sana...


Ve şimdi hesapladım da...

Bana ........... gözyaşı ve ............. kan damlası borçlu yüreğin.
Hadi öde borçlarını bana...

Yada öde desem ödeyebilir misin acaba
NiliM - avatarı
NiliM
Ziyaretçi
9 Haziran 2007       Mesaj #999
NiliM - avatarı
Ziyaretçi
Öykü

Sigara belası


Sabah güneşi henüz binaların boylarını aşıp insanları terletmeye başlamamıştı. Erken saat olduğundan çoğu yere gölge ve serinlik hakimdi. İnsanlar, aceleyle etrafına bakmadan koşuşturuyorlardı. Havadaki mavi renk, tüm renkli ağaçları griye bürümüştü. Havada insanın içini sıkan kasvetli bir yoğunluk vardı. Bu saatlerde herkes işine yetişmeye çalıştığından kimsenin yüzü gülmüyordu. Ama yine de insanı, bu kasvetli ortamdan kurtaran güneş ışığı, ağaçların yapraklarını yarıp, binalara ve insanlara renk katıyordu. O kadar güzel bir görüntü çıkıyordu ki ortaya insanlar o ışığın içinden geçmek için kaldırım değiştirip, yollarına karşı kaldırımdan devam ediyorlardı. Kaldırımların temizliği, insanlara haz veriyor ve hep bu sokakta yürüme isteği aşılıyordu. Dükkanların camları, güneş ışığından, kızıl renginin tonlarını sergiliyorlardı. Dükkanların vitrinleri renkli ve canlı olmasına rağmen, hala bazı dükkanların vitrinlerini, kepenkler örtüyordu.
Hikayemizin kahramanı serin bir caddede yavaş ve ağır adımlarla ilerliyordu. Kahramanımız genç ve yakışıklı sayılırdı. Fakat hayattan yana şansı pek yaver değildi. Yoksulluk çekiyordu ve işten yeni kovulmuştu.
İşte sokakta bu dertli ve dumanlı kafayla yürüyordu. Yürüdüğü bu cadde oldukça lüks bir caddeydi. Yoksul gençler nedense böyle zengin sokaklarda dolaşmaya bayılırlar. Kendi yaşıtındaki çoğu Türk gibi o da sigara tiryakisiydi. Kafasındaki sıkıntıyı dağıtmak için bir sigaranın zararı olmaz diye düşündü.
Elini cebine attığında boş sigara paketini avuçladığını fark etti. Paketi tıpkı bir kağıdı büzer gibi elinde yuvarladı ve yere sinirli bir hareketle attı. Elini bu sefer para bulmak için pantolonunun cebine attığında havayı tuttuğunu fark etti. Kafasını yere indirip sessizce bir şeyler mırıldandı.
“Neyse artık bugünlük de sigara içmeyiveririz, hem sağlığa da zararlı” diye düşündü. Yürümeye devam ediyor aynı zamanda dükkanların vitrinlerine ve kafelerde ki oturan insanlara bakıp imreniyordu. Zaman geçtikçe sigarasızlık boy gösteriyor ve baş ağrıları artıyordu.
Artık başı öyle ağrımaya başladı ki neredeyse uyuşmuştu. Sigara bir insanı öyle hale getirir ki hayatta yapmayacağı şeyleri yapmaya başlar bir nefes sigara için. Kahramanımız da o duruma gelmişti artık. Yoldan geçen birisini gözüne kestirdi. Gözüne kestirdiği adam kısa boylu, kel ve biraz şişman sayılabilecek türden biriydi. Kahramanımızın üzerine doğru geliyordu adam. Tam yanından geçerken adamı durdurup:
“Bakar mısınız ağabeyciğim, acaba benim için bir tek sigaranız var mı” dedi kibar bir ses tonuyla. Adam genci baştan ayağa süzdü önce, daha sonra da sert bir sesle:
“Yok” dedi.
Genç bu hareketi çok içerledi. Adamı omzundan yakalayıp:
“Ne baktın, beğenmedin mi? İstediğin gibi biri olsam verecek miydin sigara?” dedi.
Adam suratına kızgın maskesini çoktan takmıştı.
“Yürü git işine oğlum, şu kılığına kıyafetine bir bak da ondan sonra sigara iste” dedi. “Hem çulsuzun teki hem de kalkmış benden sigara istiyor. Ayıp denen bir şey var yahu.”
Kahramanımız:
“Paramız olsa, herhalde senden sigara istemeyiz” dedi.
Adam:
“Neden, ne varmış bende sigara istemeyecek. Git işine oğlum, başımı belaya sokma benim” dedi ve arkasını dönüp hızla yürümeye başladı.
Adamın arkadan görünen ensesi kahramanımıza öyle çirkin göründü ki neredeyse dayanamayıp adamın ensesine koşup bir tane tokat yapıştıracaktı ama daha sonra sigarasızlıktan sinirleniyorum herhalde deyip kendini dizginledi.
Kahramanımız yolda yürürken bir yanan küfüler edip bir yandan da çareler düşünüyordu. Artık sigarasızlık öyle baş gösterdi ki bizim genç her şeyi yapmaya hazırdı.
Kafası yerde yürümeye devam etti. Tam artık tüm umutlarını yitirmişti ki yerdeki henüz sönmemiş, yarısına kadar içilmiş sigarayı gördü. Çok heyecanlandı, sevinçle yere uzandı ama ondan önce kara bir el hızla uzanıp sigarayı kaptı. Genç adam şaşkınlıkla kafasını yukarı kaldırdığında karşısında üniformalı bir adam gördü. Adamın gür bıyıkları ve kirli sakalları vardı. Üniformasının rengi turuncuydu. Kahramanımız bu üniformanın çöpçü üniforması olduğunu anladı.
Çöpçü:
“Şu dünyada ne insanlar var be, sigarayı içiyorsun bari gidip de şu yandaki çöpe atıversen ölür müsün” dedi hırıltılı ve doğu aksanlı sesiyle.
Kahramanımız olayın şaşkınlığını hala üzerinden atamamıştı. Çöpçü konuşmasına devam ediyordu:
“Hemşerim, sen bu sigarayı alıp çöpe atacaktın herhalde değil mi?” dedi. “Evet, sen iyi bir adama benziyorsun, ben insan sarrafıyımdır.”
Sigarayı ağzına alıp içmeye başladı. Dumanlarını öyle tüttürüyordu ki kahramanımız başka zaman olsa “Evet” deyip geçerdi ama sigarasızlık canına tak demişti artık.
“Hayır, ben de sigarayı içecektim” dedi.
Çöpçü hiç aldırış etmeden sigarayı içmeye devam ediyordu. Çöpçünün bu umursamaz tavrı gencin sinirini ikiye katladı.
Çöpçü:
“Allah bilir bu sigarayı atan adam kelli felli bir adamdır ha” dedi. “Eğer öyle olmasa sigarayı sonuna kadar içerdi” dedi dumanı tüttürmeye devam ederek. “Bu da kaliteli sigaramaymış canım, öyle güzel ki sigarayı neredeyse yiyeceğim yahu.”
Delikanlı sinirle:
“Ver şu sigaradan bir nefeste biraz da ben keyifleneyim” dedi.
Çöpçü genci baştan ayağa süzdü.
“Yuh artık, sen hali vakti yerinde bir adama benziyorsun. Bir çöpçünün de sigarasına göz koyacak değilsin ya” dedi ve arkasına bakmadan yavaş yavaş yürüyerek uzaklaştı.
Kahramanımız iyice sinirlenmişti artık. İçinden şu adi çöpçünün üzerine atlamak geliyordu ama yine kendi iplerini elinde tutmayı başardı.
Yolda yürürken, sanki yanından geçen insanlar kendisinin üzerine geliyorlar gibi geliyordu ona. Kafası iyice uyuşmuştu artık. Nasıl bir halde olduğunu kendisi bile kestiremiyordu. Sanki bir ruh gibi boş ve anlamsız şekilde yalpalayarak yürüyordu. Tek düşündüğü bir nefes sigarayı nerden bulabilirim derdiydi. Gözlerinin önünden sigara izmaritleri geçiyordu. Tam yerde bir sigara buluyordu, eğilip elini uzatıyordu ki hayal olduğunu anlıyordu. İşte böyle bir durumdaydı kahramanımız.
Aklına o karanlıkta yeni bir fikir geldi. Sigara içen bir adamı takip edecek, adam sigarasını attığında, yerden alıp bir nefes bile olsa içecekti. Yolda, yanından sigara içen bir sürü adam geçmişti ama genç adam cesaret edip bir türlü birinin peşine takılamamıştı. Sigarasızlık baskın çıktı ve karşıdan gelen takım elbiseli adamı gözüne kestirdi. Çöpçünün dediğini hatırladı. Kelli felli adamlar sigarasını tam bitirmeden atarlar. Adam karşıdan üzerine doğru geliyordu. Yanından geçerken adamı sanki bir yerden gözü ısırmıştı ama o anda gözü adamda değil, adamın elindeki sigaradaydı. Adamın peşine düştü. Adam uzun boylu ve biraz topluydu. Arkadan görüldüğü kadarıyla kısa siyah saçları ve geniş omuzları vardı. Kahramanımız artık sıkılmıştı. Adamın sigarayı atmasını bekliyordu. Adam sigaradan her nefes çekişinde bizim genç kahroluyordu.
Sonunda adam sigarayı umursamaz tavırda yere attı. Bizim gencin gözü parladı ve hemen sigaraya atıldı. Tam eğilmişti ki bir çığlık duydu.
“Vay, sen ha” diye bağırdı takip ettiği adam. Kahramanımız çok şaşırmıştı, eli yerdeki sigarayı alacak şekilde donup kaldı.
“Kaç yıl oldu görüşmeyeli yahu, en son ilkokuldayken görmüştüm seni” dedi geniş omuzlu adam. Bizim genç sonunda anımsadı. Bu ilkokul arkadaşıydı. Yerden kalkarak gülümsedi ve kucaklaştılar.
Adam:
“Yerde ne yapıyorsun yahu, sigarayı mı almaya çalışıyorsun?” dedi. Kahramanımız çok utandı.
“Hayır canım ne münasebet, ben de tiktir bu işte. Bir adam yere sigara atınca alır onu çöpe atarım, temizlik huyu işte” dedi yüzü kızararak.
Adam:
“Ha, çok doğru söylüyorsun. Benim aptallığım bu, ver sen zahmet etme, sigarayı alır atarım ben çöpe” dedi ve gencin elinden sigarayı söküp aldı, doğruca çöpe attı. Bizim genç sigaranın çöpe düşüşünü öyle bir iç burukluğuyla izledi ki neredeyse “Dur atma” diye bağıracaktı, son anda kendini tuttu. Daha sonra eski anılarından konuştular ve ayrıldılar.
Kahramanımızın artık baş ağrısı yavaş yavaş geçmeye başlamıştı.
“Belki de bu Allah’tan bana bir işarettir. Sigarayı bırakmalıyım belki de” diye düşünüyordu. Daha sonra da kesin kararını verdi, sigarayı bırakacaktı.
“Zaten işin zor kısmını atlattım, bundan sonra gerisi gelir” diye kendini avutarak yürüyordu. Kendini mutlu hissediyordu bir yandan da.
Fakat siz de bilirsiniz ki bu illet adamın yakasını asla bırakmaz.
Yürürken kaldırımın tam kenarında hiç açılmamış bir sigara paketi ilişti gözüne. Önce biraz durakladı. Bunun da bir hayal olmasından çekiniyordu. Daha sonra denemeye karar verdi ve sigaraya uzandı. Sigara paketinin naylon kağıdını hissetti. Yüzünde öyle bir gülümseme oluştu ki sanki ağzı kulaklarına yapıştı. Hemen sigara paketini açtı ve bir sigara aldı içinden. Daha sonra ceketinin iç cebini ateş almak için yokladı ama yine o hissi yaşadı. Havayı avuçlamıştı.
Umutsuzlukla, nerden ateş bulabileceğini düşünerek, yoluna devam etti.
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
10 Haziran 2007       Mesaj #1000
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
YAŞAMI KAFESE KOYMAYANLARA

Zamanların birinde, parlak tüyleri, rengarenk kanatları olan bir kuş varmış.

Bakanları büyüleyen, yaşam sevinci veren göklerde özgürce uçmak için yaratılmış bir hayvanmış.

Günün birinde kadının biri bu kuşu görüp ona aşık olmuş,

Kalbi yerinden fırlarcasına, gözleri heyecandan parlayarak kuşun uçuşunu seyretmiş.

Kuş onu yanına çağırmış ve ikisi birlikte, anlatılamaz bir uyumla uçmuşlar.

Kadın kuşa tapıyor, onu kutsal sayıyor, yüceltiyormuş.

Ama günün birinde düşünmüş kadın:

-Belki de uzak dağları keşfetmek ister" diye korkuya kapılmış.

Aynı duyguyu başka bir kuşla yaşamayacağından korkmuş.

Ve kıskanmış kuşun uçabilme yeteneğini kıskanmış.

Kendini yalnız hissetmiş. "Ona bir tuzak kurayım", diye geçirmiş içinden.

"Bir dahaki sefer, kuş tekrar gelirse, artık gidemesin" demiş.

Kadın kadar aşık olan kuş, ertesi gün tekrar sevgilisini görmeye gelmiş.

Ne var ki, tuzağa düşmüş ve bir kafese hapsedilmiş.

Kadın her gün gelip, kuşu seyrediyormuş.

Vurgunmuş ona ve onu gösterdiği arkadaşları, "Ne şanslı bir insansın!" diye haykırıyorlarmış.

Ne var ki, duygularında alışılmadık bir değişim baş göstermiş.

Artık sahibi olduğundan, kalbini çalmasına ihtiyaç kalmadığından, kadının kuşa olan ilgisi azaldıkça azalmış.

Uçamayan, hayatının anlamını dile getiremeyen hayvancık da sararıp soluyor, parlaklığını yitiriyor, çirkinleşiyormuş.

Kadın da artık karnını doyurup kafesini temizlemekle yetiniyormuş.

Günlerden bir gün kuş ölmüş. Kadın son derece üzülmüş.

O andan itibaren sevgili kuşunu bir an bile aklından çıkaramamış.

Ama kafesi hatırlamıyormuş bile.

Aklında hep onu ilk kez, mutluluk içinde bulutlarla yarışırken gördüğü an varmış sadece.

Kendinle başbaşa kaldığı yalnızlıkları artmış.

Kuşun onu dış görünüşü ile değil, özgürlüğü, enerjisi ve sürükleyici tavrı olduğunu fark edermiş.

Sevgilisinin yokluğunda kadının yaşamı da anlamını yitirdikçe, yitirmiş ve sonunda ecel gelmiş kapıyı çalmış.

"Niye geldin?" diye sormuş kadın, ölüme.

"Tekrar onunla birlikte göklere uçabilesin diye", yanıtlamış ölüm.

"Neden ama ölüm?" diyebilmiş kadın.

"Yaşamı özgür bırakabilseydin eğer, ona olan sevgin,bağlılığın ve hayranlığın artardı;

ona kavuşabilmek onunla yeniden uçabilmek için artık bana muhtaçsın".

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat