Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 112

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 545.030 Cevap: 1.812
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
29 Temmuz 2007       Mesaj #1111
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Bildik Bir Öykü

Sponsorlu Bağlantılar
Kader, emir komuta zinciriyle ağlarını örmeden önce: O, boynunun altındaki ak leke denli ak talihli, ülkenin bir numaralı paşasının, biricik karısının, biricik Kuki’siydi.
Hanımının ‘bir dediğini iki etmeyen’ Paşababası onu evlerine almayı bir şartla kabul etmişti.
Kısırlaştırılacaktı. Kara bir yün yumağı gibi koltukların altında yuvarlanıp durduğu aylar çabucak geçip gitmiş… İlk âdetini görmesinin ardından da kötü günler tespih taneleri gibi ardı ardına dizilip gelmişti.
Onu, askeri tıp akademisinde üst rütbeli bir subay kısırlaştırmıştı. Bu ameliyat sonrası huysuzlaşmış, herkese hırlar, diş gösterir, her şeyden korkar olmuştu. Bunlar da yetmiyormuş gibi Paşababasının kokusunu aldığı terlik, pijama, atlet vb eşyanın üzerine çişini yapmaya başlamıştı. Bu davranışlarının nedeni, belki geçirdiği ameliyatın sorumlusu olarak Paşababasını görmesi, belki de Rusya seyahati sonrasında paşa babasının ona karşı değişen tutumuydu. Paşa, bu seyahati sırasında gezdiği bir müzede kucağında, kapkara bir kediyle görüntülenmiş ‘Keçi sakallı kelin’ fotoğrafını görmüştü. Bu işler şakaya gelmezdi. O fotoğrafı gören maiyetindekiler, evindeki kara kediyi gördüklerinde: ’’Paşa ne iş, ’’ demezler miydi? Talihi, bedenin rengini almış, talihsiz olayların ardı arkası kesilmemişti. Hanımı ölmüş, hanımının hatırına kendine katlanan paşanın tavrı daha da çekilmez olmuştu.
Paşa, onu sıcak yuvasından eden kararı Harp Akademilerinde verilen: ’Şer odakları ve şer odaklarıyla mücadele’ başlıklı bilgilendirme toplantısının ardından vermişti. Fuayede çok sevdiği arkadaşı ve astı bahriyeliye:
"Bizim Kuki’ i bilirsin… Onu her gördüğüm de rahmetliyi hatırlıyorum. Benim için çok zor olacak ama bir müddet Kuki sizde kalsa nasıl olur?" demiş ve emir verir bir tonla:
"Sizde nasılsa bir tane var. N’tekim bir ikincisine de bakarsınız artık," deyi vermişti.
Oysa az önce katıldıkları toplantıda istihbarat kayıtlarından deyip sunulan: Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevi avlusunda çekilmiş fotoğrafını gördüklerinde zincirin her iki halkasının da aklından aynı şey geçmişti: "Evdeki musibetten bir an önce kurtulmak ."
Bu kadarı da tesadüf olamazdı: "Vatan haini Nazım’ın, kucağında bahriyelininkinin tıpa tıp aynı akça pakça bir kedi vardı."
Donanmacı:
"Nasıl olur? Bilmem ki Paşam, bizimkiyle anlaşabilirler mi?", demişse de her derde çare, kendi biçare malum zincir burada da işe yaramış, "birini def etmeyi" düşünen donanmacının başına "ikinci bir bela," sarılmıştı.
Tarih, donanmacıyı haklı çıkardı. Kuki, yeni evini, evin gediklisi Pamuk’la paylaşmak niyetinde değildi. Arkasına taktığı yavrularıyla ortalarda anaç hali dolaşmasını, sahibinin Paşa babasına göre daha liberal düşünceli olmasına borçlu olan Pamuk’u, her gördüğünde geçirdiği operasyonu hatırlayıp deliriyordu.
Sonuçta: Donanmacı da olsa; o, da bir paşaydı. Bir noktadan sonra liberalliğin lüzumu yoktu. Ortada küçük kızının hatırı da olsa… Memlekette ‘huzur ve güven ortamı tesis etmeye’ çalıştıkları malum günlerde kendi evinde huzurun bozulmasına seyirci kalamazdı. Zinciri bir kaç bakla aşağı indirmesi sorunu çözmeye yetti. Kuki ile ilgili ‘Büyük Paşanın da rızası alınıp; Pamuk’la ikisinin donanma komutanlığına bağlı bir askeri cezaevinde, cezaevi komutanın gözetimi altında geçici olarak ikamet etmesine karar verildi. Niye cezaevi, diyecek olursanız? Hemcinslerine şer odaklarının en tepesindekiler bu denli itibar ettiği için.
Genç cezaevi komutanı, amiralin kızına hafiften kesik olduğundan, yakınlık vesilesi olur hesabıyla bu çözüme gönüllü yazıldı.
Paşalar, kedilerini ellerinin altında tutukları bu çözümü pek bir sevmişlerdi. ‘’Ne olur? Ne olmaz?’’ İlerde ani bir sivilleşme rüzgârı esebilirdi.
Kuki’ yi, burada da yediği önünde yemediği ardında bir hayat bekliyordu. Ne de olsa Büyük Paşanın emanetiydi. Komutan, onunla bizzat ilgilenmesi için Postasına emir vermişti. Artık, yaşı biraz geçkince, okumuş yazmış kılıklı, gözlüklü Komutan Postasının, vukuatsız bir şekilde askerliğini bitirmesi birazda Kuki’ in elindeydi.
Nöbet değişim yerindeki tüfek doldur-boşalt varillerinin üzerinde ön ayaklarının arasından saldığı arka ayağını yalayan Kuki’ in, aklından bütün bu olaylar film şeridi gibi geçiyor dersek yalan olur. O, film şeritlerine sığacak denli sığ düşünmezdi. Üstelik şu anda, çok daha yaşamsal bir uğraş içerisindeydi. İlerlerde güneşlenen Haydut’a, hoş görünmek için, sabah makyajını yapıyordu.
Haydut, uzandığı duvarın üzerinde doğruldu. Usulen patilerini yalayıp kulaklarının arkasını, burnunun üstünü sildi. İri pembe dilini titrete, titrete esnedi. Ön ayaklarını ileri uzatıp, üzerinde gerindi. İleriye doğru uzattığı ön ayakları paralel, arka ayakları üstünde sfenks halli oturdu; duvardan aşağı sarkıttığı siyah kuyruğunu keyifle sallamaya başladı. Birden bilinmeyen bir yerden çağrı almış gibi yerinden kalktı. Silah doldur-boşalt varilinin üstüne uzanmış siyah kedinin hayran bakışlarını üzerinde hissederek usta adımlarla ilerledi. Güneş güzel, koğuş pencerelerinin altındaki kanepede uzanmış yatan sarı beyaz hemcinsi daha da bir güzeldi.
Henüz havalandırma alanı bomboştu. Birazdan koğuşlar, havalandırmaya çıkar güneşlenenler, koşu yapanlar, volta atanlarla ortalık panayır yerine dönerdi. Haydut’un hedefine kararlı adımlarla ilerlediğini gören Kuki, bir süre göz hapsine aldığı gözdesini izledi; onun kanepeye edepsizce uzanmış yatan sırnaşığın yanına sokulduğunu gördüğünde, onurunu kurtarma belasına kuyruğunu umursamazcasına salladı, idari binanın kapısından içeri girdi. İşte o an, bir an için insan kılığına girebilseydi, onuru kırılmış bir genç kız gibi odasına çekilip yatağına yüzüstü kapaklanıp ağlamak isterdi.
"Sevmediğim kenger o da burnumda biter. O, anaç sümsük ardı sıra buralara kadar gelmişti. Belki de Haydut’un O, sırnaşığı tercih etmesinin nedeni geçmişte geçirdiği ameliyattı. Gerçi, ameliyatlı olduğunu haydut nasıl bilebilirdi ki? Kaç mart geçmiş yaşadıkları tek bir yakınlaşma anı olmamıştı..."
"Paşababası, onun için bir şeyler yapamaz mıydı?" Mahallenin bitirim delikanlısına tutulan şımarık, hastalıklı zengin kızını oynamaktan nefret ederdi. Bu fikri aklından çabucak attı:"Haydut, ona, kendisi için gelmeliydi." Kendisi onun yanına gitse? Aile terbiyesi mi izin vermezdi? : Hayır. "Kedilik ve dişilik onuru... ’’ Üstelik sevgilisinin düşüp kalktığı yerler pek tekin değildi. Arada bir onlara ev yemekleri, özel mamalar getiren beyaz tüylü sırnaşığın ilk sahibesiyle pek içli dışlı görünen üniformalının adamları, hem Haydut’un hem de O, şıllığın takıldığı yerlere baskın yapıp nefes nefese idari binaya dönüyorlardı. Arada kalıp ezilmekte vardı. " Doğrusu sezonluk yaşanacak zevkler için bu kadarına katlanamazdı... İşi oluruna bırakmak en iyisiydi, doğa ana bir gün nasılsa onların yolunu bir yerde kesiştirirdi."
Kuki’ in çekilmez tavırlarından uzaklaşmak için şimdi bulunduğu avluda gönüllü sürgün yaşayan Pamuk’u, buralarda, kırk yılda bir, birileri aklına estiğinde :
"******," diye, çağırıyordu. Hoş onun, beyaz bedeninin artında siyah kuyruğunu bayrak gibi dikip; ikiz kirazlarını göstere, göstere tüm avluyu düzenli aralıklarla sidiği ile onurlandıran sevgilisinden başkasını görecek hali mi vardı? Gün boyu güneşi karşısına alıp, martsı, martsı esen rüzgârın yönüne göre sarıkuyruğunu sallıyor, uçları kendiliğinden sürmeli yeşil gözlerini kırpıştıra, kırpıştıra, sevdiğinin uzaktan uzağa izliyordu.

Güneş, sahile sırtını dönmüş kocaman bir E harfi gibi duran cezaevinin, duvarları üstüne gerilmiş tel örgülere asılıp kalmıştı. Bir metre aralıkla çekilmiş iki sıra tel örgülüyle sınırları belirlenmiş bir koridor, duvarı iki eşit parçaya bölüyor, koridor elli metre uzandıktan sonra idari binayla sınırlanmış geniş bir alana açılıyordu. Mermer kaplı beton kaidesi üzerine oturtulmuş, tunçtan yapılmış izlenimi vermek için garip bir renge boyanmış alçıdan yapılma Atatürk büstü, idari bina duvarını ortalıyordu. Kaidenin sağ yanında az önce Kuki’ in üzerine oturup sabah makyajını yaptığı tüfek doldur- boşalt varili, sol tarafında da idari bina giriş kapısı ve tüm askeri birliklerin olmazsa olmazı yangın söndürme köşesi vardı.
Yangın söndürme kösesi, şeref kürsüsüne benzer bir tahta altlığın basamaklarına oturtulmuş,
üzerlerinde sırayla YANGIN kelimesinin harfleri yazılı, kum dolu kırmızı kovalarlardan ibaretti. Bu kovaların, burada gerçekten yaşamsal bir işlevleri vardı. Diğer askeri birliklerde olduğu gibi sadece sigara izmaritlerini söndürmeye yaramıyorlardı. Kuki, birincilik şerefine ermiş bu kovalardan N’ de kuru, G’ de ıslak ihtiyacını gideriyordu.
O, uluorta yerlerde ihtiyaç giderecek kedilerden değildi.
Yangın söndürme köşesinin az ilerisinde bir sıra pencere ve pencerelerin bittiği yerde tel örgüler ve tel örgülerin ardında da koğuş havalandırmaları yer alıyordu.
En baştaki pencerenin ardında Cezaevi Komutanı, her ayın ilk günü yaptığı gibi sumenin arasındaki aylık takvime ’hizmete özel’ yazışmalarla belirtilen, o aya ait özel günleri işaretliyordu. Ayın 6’sı ve 29 ‘unu yuvarlak içine alıp, birincinin üzerine kırmızı kalemle denetlemenin D’ sini ve ikincinin üzerine de siyah kalemle operasyonun O’sunu, kondurdu.
Bu takvime göre: Ayın en az iki pazarını görev başında geçireceği için üzgündü. Üzüntüsünü birileriyle paylaşmak ihtiyacı hisseti… İçmesini bekleyen çay bardağına bakıp; Postasını çağırdı. Masasında duran kamçı sopa melezi cisme uzandı. Postası, çay bardağının altlığına kenarları dantel desenli kâğıtlardan koymayı yine unutmuştu.
Postasının gelmesini beklerken oyalanmak için pencereye yanaştı. Gözü, nöbet yerlerini denetleyen bir komutan edasıyla, ağır, emin adımlarla duvar boyunca ilerleyen; beyaz bedeninin ardında siyah kuyruğu takmaymış gibi duran kediye ilişti.
Komutan, kedi yasağıyla ilgili talimatını, ’dantelli çay bardağı altlığının’ hesabını sorduktan hemen sonra verdi: "Burada, disiplin esas; başıboşluğa yer yoktu. Koğuş havalandırmalarının oralarda artık başıboş dolaşan kediler görmek istemiyordu."

Diğerleri, ön kısımdaki masalarda Türkiye Coğrafyası dersi görürken, az sonra verecekleri Türk Dili ve Edebiyatı dersine hazırlanmak bahanesiyle, Burhan ve Numan Hoca, ranzalarına çıkmış, ranza perdelerini çekmiş, güneş telgrafının başına oturmuşlardı.
Güneş yumağının iplikçikleri, karton bir gergefe apak harfler işliyor… Kısa aralıklarla soluklanan ışınlar, harfler arası yolculuklarına devam ediyordu.
Ayna, alfabenin harfleri yazılı siyah bir kartondan ibaretti güneş telgrafı. Kara tahta tebeşir terbiyesi almış parmaklar, güneş ışınlarının sobelediği sözcükleri, minik kâğıtlara not alıyordu:
- Şu deli bozuk oğlana söyle. Biraz ağırdan alsın.
Arkadaşı, bu mesajı aynayla odakladığı güneş ışınlarını karşı koğuşta asılı kartondaki harflerin üzerinden ağır, ağır geçirerek aktardı. Mesaj akışı yavaşlar gibi oldu. Yeniden hızlandı ve durdu.
KALEM... MEKTUP... Güneş ışınlarının sobelediği harflerin oluşturduğu kelimeler, konulan yeni yasakları haber veriyordu. Kendi koğuşlarında henüz bu yasaklar konulmamıştı. Eldeki tükenmez kalem içleri, diş macunu tüplerinin içine saklanacak, ek siparişler verilecek, henüz yasak konulmadan eşe dosta tez elden mektup yazılacaktı.
Onların, karşı koğuşa ilettiği yasaklar ise sıra dışıydı: SİGARA... KEDİ... Birincisinin önemi büyüktü ve her zaman ihtiyaç duyulandan daha az satın alınabildiği için bu konuda herhangi bir önlem alınamazdı. Karşı koğuştakiler ikinci yasağa bir anlam verememişlerdi. Çünkü koğuşlarda evcil hayvan beslemek oldum olası yasaktı. Yasağın uygulanış biçimini havalandırmaya çıktıklarında anladılar. Hem kendi, hem de karşı koğuşun havalandırmasında dolaşan kediler ortada yoktu. İdari binanın önündeki kara kedi duruyordu. Ama O kara kedi, asla onların havalandırmasına gelmez, gün boyu yönetim binasının orada güneşlenip dururdu. Böylece yasak öncesi kimsenin umursamadığı kediler, her iki koğuştaki tutukluların da ilgi odağı olmuştu.
Karşı koğuşunun ileri gelenlerinin, bu yasaktan rahatsız oldukları söylenemezdi.
Aksine pasifistlerin orayı mekân tutan koca kafalı erkek kedinin, avlularındaki kılkuyruğu önüne katıp kovaladığını gördükçe hayıflandıklarından memnun bile olmuşlardı. Kediler cephesinde de olsa, pasif duruma düşmek onlara yakışmazdı. Koca kafa onların yanında olsa: O başka... Ona farklı bir bilinç vermeleri mümkün olabilir? Ne biliyim? Belki de, bu bilinçlenme sonucunda, günün birinde, koca kafa idari binadaki kara kediyi önüne katıp kovalayabilirdi. Bu da bulundukları ortam göz önüne alındığında az bir başarı sayılmazdı.
Hocaların koğuşundakiler, bu yasağı daha bir derinlemesine yorumluyorlardı. Onlara göre :
"Cezaevi yönetimi, Haydut ismini koydukları kedinin, kendileri tarafından benimsenme sürecinin önünde engeller oluşturma çabasındaydı."
Oysa yasak koyucu cezaevi komutanının, düşüncesi çok daha yalındı. Anlamsız yasak yoktu. Yeter ki konulan yasak tutuklulara: "Hangi oyuncaklarının? Ne zaman? Ellerinden alacağının kararını onun verdiği mesajını iletsin." Ona, kalsa idari binanın önünde dolaşan o kara kediyi de oralarda tutmazdı ya: "Emir demir meselesiydi söz konusu olan."
Burhan ve Numan Hocanın, karşı koğuştan mesajlaştığı gençlerden kısa boylu, şişe dibi gözlüklerinin üstünden kalın kaşları fırça gibi duranı seri banka soygunu planlamaktan yargılanıyordu. Polis sorgusuna dayanan iddianamesinde evindeki plakların etiketlerinin arkasına çizilmiş, aynı bankanın farklı şubelerini soymak için hazırlanmış onlarca plan ele geçirildiği iddia ediliyordu. Bir elmanın iki yarısı gibi birbirine benzeyen banka şubelerini soymak için bu kadar farklı plana ne gerek olduğunu sorgulamak iddianameyi hazırlayan savcının aklının ucundan bile geçmemişti. O günlerde askeri mahkeme savcılarının tek görevi:" Sanığın, her ne kadar bidayetteki ikrarı, bilahare inkâra dönüşmüşse de sanığın poliste verdiği ifadesinde samimi olduğu genel tutum ve davranışlarından anlaşılmaktadır." türünde açıklamalar ekledikleri; sonuna fiiline uyan ceza maddesini belirttikleri iddianameler hazırlamaktan ibaretti.
Banka soygun planları hazırlamaktan yargılanan gencin yaratıcılığı sınır tanımıyordu. Tuzlu su ve güneş enerjisiyle yeniden şarj edilen piller, güneş telgrafı adı verilen haberleşme aracı onun buluşlarıydı. Havalandırmada hararetli tartışmalar yaparak yan yana volta attığı; uzun boylu arkadaşının uzmanlık alanı farklıydı. Güneş telgrafının planlarını karşı koğuşa ulaştırma işini O, üstlenmişti. Sigara paketinin parlak kâğıtları arkasına çizilen planı sıkıştırarak katlamış, ambalaj lastiği ve tükenmez kalem gövdesinden oluşturduğu özel bir tabanca marifetiyle, Burhan Hocaların havalandırmaya açılan penceresinden içeri yollamayı başarmıştı. Geliştirdiği bu garip alet rutin bir koğuş araması sırasında arama mangasının başını çeken Komutan Postası, tarafından yatağının altında bulunmuş; bir an göz göze geldikleri Komutan Postası, yanındakilere göstermeden, aleti cebine atmış; bu sayede baş ağrıtıcı bir soruşturmadan kurtulmuştu.
Kedi ve sigara yasağı, biri birinin ardı sıra gelen uzun süreli yasakların başlangıcı oldu. Yasaklar, yeni yasakları, yeni yasaklar süreli açlık grevlerini, açlık grevleri disiplin operasyonlarını, operasyonlar süresi belirsiz açlık grevlerini ve ziyarete, mahkemeye çıkmama eylemlerini getirdi.
Hocaların koğuşu, süresiz açlık grevlerine, ziyarete ve mahkemeye çıkmama eylemlerine katılmıyor; buna karşılık yönetimin rüşvet niyetine kaldırdığı yasaklara da itibar etmiyordu. Operasyonlar sırasında askerler, o güne dek okuma yazma kurslarında da kullanılan Numan Hocanın, başucunda asılı duran güneş telgrafının alfabesini alıp götürmüşler, tuvaletteki aynalara varıncaya dek sökmüşlerdi. Yasaklar listesine: Ayna, eklenmişti. Koğuş pencereleri, sac levhalarla kapatılmıştı. Kimin sayesinde idarenin güneş telgrafının farkına vardığı bir sır olarak kaldı.
Hocanın koğuşundakilere, göre ihbarı yapan onların koğuşundan olamazdı. Öğle olsa gizledikleri radyoyu da bulurlardı. Radyodan dinlenerek çoğaltılan bazı metinler koğuş içinde elden ele dolaşıp duruyordu.
İşlevini tamamladığı düşünüldüğünden yasak kalkmış; günlerdir cezaevi çöplüğünün oraya sürgün giden Pamuk ve Haydut’un havalandırma avlusunda dolaşmasına izin verilmişti. Pamuk, azgın gecelerin meyvelerini karnında taşıyor, yavrularını doğurmak için üstü kapalı bir yerler bulma telaşıyla, her kapı aralığına karnını sürterek dalıyordu.
Zaman zaman Kuki de onlarla birlikte oluyordu. Haydut’un oralarda bulunduğu saatlere denk gelen bu ziyaretlerden Pamuk’un pek hoşnut olduğu söylenemezdi:
"Davetsiz misafire: Niye geldin?", diyemezdi ya… Onun için ağzının tadını bozacak değildi. Annesi, geçinmeye gönlün varsa: "Görmeden inanma, gördüğüne de inanma," derdi.
En az birkaç tanesini boğup atacağı yavrularına, yakında kavuşacağından mı kaynaklanır, bilinmez. Haydut, son derece keyifliydi. Geçmiştekinin tersine tüylerinin okşanmasına izin veriyordu. Kendinden hiç beklenilmeyen bir şekilde koca gövdesini havalandırmanın toprak zeminine devirip ön ayaklarını havada bir şeyler avlıyormuş gibi savuruyor; yeterli ilgiyi toparladığını anladığı anda ani bir hareketle yattığı yerden kalkıp ok gibi fırlıyordu.
Numan Hoca, elini uzattığında patisini kaldırmayı Haydut’a öğrettiği hafta Burhan Hoca öldü. Ölüm acısı garip bir sessizlik rüzgârı estirdi. Geçti. Gitti... "Kalp," dediler: " Oğlunun ölüm haberine dayanamadı, gece yarısı operasyonunda ciğerlerini üşütmüştü," dediler...
Her şey, akşam sayımı ile sabah sayımı arasında oldubitti. Akşam sayımında Burhan Hocayı, götürdüler, sabah sayımında da geride bıraktığı giysilerini. O günden sonra, Numan Hoca, arkadaşının keçe külahını kafasından çıkarmadı. Onunla yattı onunla kalktı.
Koğuşta yaşayanların, yaşamında bu ölüm pratik değişikler yarattı: Kişi başına, iki yüz yirmi bölü yüz seksen dokuz metrekare yerine; iki yüz yirmi bölü yüz seksen sekiz metrekare yaşam alanı düştü. Son zamanlarda, günün on dört saatini uyuyarak, dört saatini de Burhan Hocayla kendisinin mi? Onun mu? Daha fazla uyuduğunu tartışmakla geçiren Numan Hocanın, yaşamında büyük bir boşluk oluşmuştu. Ne kadar uyuduğunu tartışacak birileri olmadıktan sonra uyumanın, kimin daha uzun koştuğunu gösteremedikten sonra koşmanın anlamı kalmamıştı. Gece rüyalarını dolduran anıları gündüzlerini de süsler olmuştu. Onu, teselli eden tek şey günden güne gelişen, Haydut’la arasındaki dostluktu. Havalandırmaya çıktığında: Onun güneşe karşı serdiği karın tüylerini okşuyor, bu okşayışlar her seferinde Haydut’un şakacıktan attığı dişler ve ardında ok gibi fırlayıp gitmesiyle son buluyordu.
Haydut’un, mutat ziyaretlerini karşı koğuştakiler de benimsenmiş görünüyorlardı. Pamuk’u her ziyarete gelişinde fırça kaşlı ve arkadaşı onu ortalarına alıp okşuyorlardı. Pek hoşlanmasa da Kuki de bu okşayışlardan nasibini alıyordu. Kuki, Komutan Postasının pire tasmasının oralara minik bir kâğıt tutturduğu günden bu yana kendisine yönelik iltifatların artmasına bir anlam veremiyor; gözdesinin yanında huysuz ve tatlı kadını oynamamak için bu duruma ses etmiyordu.
Haydut’un kuyruğunun altına yapışmış çiklet kâğıdını çıkardığı gün Numan Hoca, koğuş sorumlusuna havalandırma sonrası büyük bir arama operasyonu olacağını haber verdi. Alışılmadık bir durumdu: Ayın 29’uydu ve günlerden pazardı. Zamanında tedbir alıp radyoyu, yemek masasının alt tahtaları arasındaki özel zulaya yerleştirmiş, kaptırmamışlardı.
Radyo, artık Hocanın da arasında bulunduğu üç kişilik ekibinin sorumluluğu altındaydı. İdarece, herkesin katılımı zorunlu tutulan derslerin başladığı saatlerde: ‘Saz arkadaşları’ ve Hoca, koğuşun ücra bir köşesine çekilir; onun verdiği işaretlere uyarak arkadaşları, Bizim Radyo ve B.B.C’ in haber ve yorumlarını not alınır; ertesi gün, bu notlar elden ele dolaşırdı.

Pamuk ve Haydut’un yavruları ve art arda gelen torunları, sarılı, beyazlı koca kafalı kediler kolonisinin bireyleri olarak askeri cezaevi ve daha sonra onun yerine kurulan ‘askeri eğitim ve sosyal tesislerini’ hükümranlıkları altına aldılar. Erkek bireyler, büyük babalarının mağrur, kimseye boyun eğmez dik başlı genlerini nesilden nesle taşıdılar… Bacaklarını kaldırıp sidikleriyle belirledikleri hükümdarlık sınırlarını çizdiler. Dişiler, büyükanneleri gibi itaatkâr, sokulgan bir o kadar da avcı oldular. Askeri yemekhane aşçıları yıllar yılı onların elinden çok çekti.
Bir kez bile yavrulayamayan, Pamuk’un yavrularını gördükçe içi bir tuhaf ürperip; kaçacak delik arayan Kuki’in yaşlandıkça parlaklığını yitiren siyah tüyleri mor koyun yapağısına döndü. Zümrüt yeşili gözlerinin feri söndü. Arayıp soranı kalmamıştı. Paşababasının halinin de ondan kalır yanı yoktu. Bir zamanlar cezaevine tıktığı siyasiler yeniden iktidara gelmiş, geçmiş defterler karıştırılmasın diye "itle bir çuvala girmek zorunda kalmıştı." Kuki’in, kaybettiği sadece saltanatıydı asaletinden bir şey kaybetmemişti. Önüne ne konmuşsa onu yemiş bir kez bile daha fazlasını kapmak için kimseye yaltaklanmamış; ona tahsis edildiğine inandığı yangın kovalarının dışında hacet gidermemişti. Askeri cezaevinin taşınmasına ömrü vefa etmedi. Yaşamı koca bir yalan gibi yavan geçmişti. O, istemediği bir saltanat uğruna doğurganlığından, kadınlığından olmuştu. Öleceğine yakın başını alıp gitti. Ölüsünü kimselere göstermedi. Güneşte kavrulan bedeni, soyu gibi kuruyup kaldı. Toprağa karışıp; yitip gitti.
***********
Günler boyu kızgın güneş altında, yaptırılan eğitimlerle yılların asker kaçaklarından, kısa dönem bedelcilere varana dek tüm birliğe mükemmel askerimsiyi oynaması belletilmişti.
Askeri bando, tören alanındaki yerini almak üzere harekete geçti. Alışılmış yemin töreni telaşlarını aşan bir hava esiyordu. Her rütbeli bir üstünün, en üst rütbeli komutan da kısa dönem bedelli Popçuyu izlemeye gelen medya mensuplarının varlığından tedirgindi.
Seyirciler, kepler- botlar içinde kaybolmaya yüz tutmuş yakınlarını seçmeye çalışıyor; bir kısmı bu anı kameralarıyla ölümsüzleştirmeye; bir kısmı da farkında değilmiş gibi yapıp Popçuyu çeken TV kameralarının çekim alanına girmeye çabalıyordu.
Numan Hoca, kırk yıllık alışkanlıkla burada da doğru davranıp, kaybeden şıkkı işaretleyen azınlık içinde yer almıştı. Akıp giden topluluğun içinden oğlunu seçmeye çalışıyordu. Omuzlarına oturttuğu torunun, artık çilleri iyice belirginleşmiş çıplak başına indirdiği şaplaklarla gözünü daldığı yerden sıyırdı. Torunu, eliyle Ünlü Popçuyu gösterip:
"Tarkan’’ı gördün mü? Dede," diye bağırıyordu. Dedenin, oralı olmadığını gören torun Babaannesinin ağarmaya başlamış saman sarısı saçlarından çekti:
- Babane… Baksana şu koca kaşlının önündeki…
Numan Hoca, Popçunun ardından kirpi oku gibi kaşları kepinin altından ileri fırlayacakmış gibi duran gözlüklü genci fark etti.
Askerler, yemin ederken üzerine el basacakları silahların bulunduğu masaya doğru uygun adım ilerliyorlardı. Birazdan, sanki: her zaman bir başka yerdeymiş gibi Komutanın nerede olduğunu belirten komut verilecek ve ardından gelen, "silah ve arkadaş tut," komutu ile yemin töreni tamamlanacaktı. Provaların tersine bu kez karşılarında boş tribünler değil coşkulu bir kalabalık ve her provada hep beraber baktıkları kartona yazılı Komutan yazısının yerinde de Komutanın kendisi vardı.
İşte ne olduysa, tam o sırada oldu. Bandonun çaldığı parçanın ritmini vurgularcasına atılan kendinden emin adımlar, iri sevecen gözlerin üstünde kalınca bir kaşı, ağızla dudak arasında bıyığı andırır siyah lekeler taşıyan kocaman bir baş… Bu başı, ta ilerileri görmek istermiş gibi dik tutuş, bacakları üzerinde güvenle yaylanarak yürüyüş… Bu bakışlar, bu yürüyüşün her bir karesi günlerdir sürdürülen askeri hodzodun köküne kibrit suyunu döktü.
Askeri bandonun peşi sıra beyaz bedenin ardından, kocaman siyah kuyruğunu kaygısızca sallayarak ikiz kirazlarını göstere, göstere soyunun tüm güzelliklerini taşıyan koca kafalı bir kedi yürüyordu. Yemin törenini yöneten Subay şaşkındı. Protokolü bozup kediyi kovsan olmaz, biraz sonra çekilecek:
"Dikkat.. Komutan Solda!" komutunu bekleyip tüm alayı Komutanlarının kim olduğu konusunda ikircime düşürsen, hiç olmaz.
Bandonun sesini Numan Hoca’nın alkışları yırttı. Sonra karısının, sonra torununun sonrada dalga, dalga alkış sesleri yırttı bandonun sesini. Alkışın yeri mi diye düşündü kimileri. Böyle düşünenler, düşüncelerine rağmen alkışlayanlardan geri kalmamak için alkışlarıyla katıldılar topluluğa.

Parlatılmış süngülerden yansıyan güneş ışınları, sersem sepelek ışıltılar saçıyordu


Bildik Bir Öykü

Kader, emir komuta zinciriyle ağlarını örmeden önce: O, boynunun altındaki ak leke denli ak talihli, ülkenin bir numaralı paşasının, biricik karısının, biricik Kuki’siydi.
Hanımının ‘bir dediğini iki etmeyen’ Paşababası onu evlerine almayı bir şartla kabul etmişti.
Kısırlaştırılacaktı. Kara bir yün yumağı gibi koltukların altında yuvarlanıp durduğu aylar çabucak geçip gitmiş… İlk âdetini görmesinin ardından da kötü günler tespih taneleri gibi ardı ardına dizilip gelmişti.
Onu, askeri tıp akademisinde üst rütbeli bir subay kısırlaştırmıştı. Bu ameliyat sonrası huysuzlaşmış, herkese hırlar, diş gösterir, her şeyden korkar olmuştu. Bunlar da yetmiyormuş gibi Paşababasının kokusunu aldığı terlik, pijama, atlet vb eşyanın üzerine çişini yapmaya başlamıştı. Bu davranışlarının nedeni, belki geçirdiği ameliyatın sorumlusu olarak Paşababasını görmesi, belki de Rusya seyahati sonrasında paşa babasının ona karşı değişen tutumuydu. Paşa, bu seyahati sırasında gezdiği bir müzede kucağında, kapkara bir kediyle görüntülenmiş ‘Keçi sakallı kelin’ fotoğrafını görmüştü. Bu işler şakaya gelmezdi. O fotoğrafı gören maiyetindekiler, evindeki kara kediyi gördüklerinde: ’’Paşa ne iş, ’’ demezler miydi? Talihi, bedenin rengini almış, talihsiz olayların ardı arkası kesilmemişti. Hanımı ölmüş, hanımının hatırına kendine katlanan paşanın tavrı daha da çekilmez olmuştu.
Paşa, onu sıcak yuvasından eden kararı Harp Akademilerinde verilen: ’Şer odakları ve şer odaklarıyla mücadele’ başlıklı bilgilendirme toplantısının ardından vermişti. Fuayede çok sevdiği arkadaşı ve astı bahriyeliye:
"Bizim Kuki’ i bilirsin… Onu her gördüğüm de rahmetliyi hatırlıyorum. Benim için çok zor olacak ama bir müddet Kuki sizde kalsa nasıl olur?" demiş ve emir verir bir tonla:
"Sizde nasılsa bir tane var. N’tekim bir ikincisine de bakarsınız artık," deyi vermişti.
Oysa az önce katıldıkları toplantıda istihbarat kayıtlarından deyip sunulan: Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevi avlusunda çekilmiş fotoğrafını gördüklerinde zincirin her iki halkasının da aklından aynı şey geçmişti: "Evdeki musibetten bir an önce kurtulmak ."
Bu kadarı da tesadüf olamazdı: "Vatan haini Nazım’ın, kucağında bahriyelininkinin tıpa tıp aynı akça pakça bir kedi vardı."
Donanmacı:
"Nasıl olur? Bilmem ki Paşam, bizimkiyle anlaşabilirler mi?", demişse de her derde çare, kendi biçare malum zincir burada da işe yaramış, "birini def etmeyi" düşünen donanmacının başına "ikinci bir bela," sarılmıştı.
Tarih, donanmacıyı haklı çıkardı. Kuki, yeni evini, evin gediklisi Pamuk’la paylaşmak niyetinde değildi. Arkasına taktığı yavrularıyla ortalarda anaç hali dolaşmasını, sahibinin Paşa babasına göre daha liberal düşünceli olmasına borçlu olan Pamuk’u, her gördüğünde geçirdiği operasyonu hatırlayıp deliriyordu.
Sonuçta: Donanmacı da olsa; o, da bir paşaydı. Bir noktadan sonra liberalliğin lüzumu yoktu. Ortada küçük kızının hatırı da olsa… Memlekette ‘huzur ve güven ortamı tesis etmeye’ çalıştıkları malum günlerde kendi evinde huzurun bozulmasına seyirci kalamazdı. Zinciri bir kaç bakla aşağı indirmesi sorunu çözmeye yetti. Kuki ile ilgili ‘Büyük Paşanın da rızası alınıp; Pamuk’la ikisinin donanma komutanlığına bağlı bir askeri cezaevinde, cezaevi komutanın gözetimi altında geçici olarak ikamet etmesine karar verildi. Niye cezaevi, diyecek olursanız? Hemcinslerine şer odaklarının en tepesindekiler bu denli itibar ettiği için.
Genç cezaevi komutanı, amiralin kızına hafiften kesik olduğundan, yakınlık vesilesi olur hesabıyla bu çözüme gönüllü yazıldı.
Paşalar, kedilerini ellerinin altında tutukları bu çözümü pek bir sevmişlerdi. ‘’Ne olur? Ne olmaz?’’ İlerde ani bir sivilleşme rüzgârı esebilirdi.
Kuki’ yi, burada da yediği önünde yemediği ardında bir hayat bekliyordu. Ne de olsa Büyük Paşanın emanetiydi. Komutan, onunla bizzat ilgilenmesi için Postasına emir vermişti. Artık, yaşı biraz geçkince, okumuş yazmış kılıklı, gözlüklü Komutan Postasının, vukuatsız bir şekilde askerliğini bitirmesi birazda Kuki’ in elindeydi.
Nöbet değişim yerindeki tüfek doldur-boşalt varillerinin üzerinde ön ayaklarının arasından saldığı arka ayağını yalayan Kuki’ in, aklından bütün bu olaylar film şeridi gibi geçiyor dersek yalan olur. O, film şeritlerine sığacak denli sığ düşünmezdi. Üstelik şu anda, çok daha yaşamsal bir uğraş içerisindeydi. İlerlerde güneşlenen Haydut’a, hoş görünmek için, sabah makyajını yapıyordu.
Haydut, uzandığı duvarın üzerinde doğruldu. Usulen patilerini yalayıp kulaklarının arkasını, burnunun üstünü sildi. İri pembe dilini titrete, titrete esnedi. Ön ayaklarını ileri uzatıp, üzerinde gerindi. İleriye doğru uzattığı ön ayakları paralel, arka ayakları üstünde sfenks halli oturdu; duvardan aşağı sarkıttığı siyah kuyruğunu keyifle sallamaya başladı. Birden bilinmeyen bir yerden çağrı almış gibi yerinden kalktı. Silah doldur-boşalt varilinin üstüne uzanmış siyah kedinin hayran bakışlarını üzerinde hissederek usta adımlarla ilerledi. Güneş güzel, koğuş pencerelerinin altındaki kanepede uzanmış yatan sarı beyaz hemcinsi daha da bir güzeldi.
Henüz havalandırma alanı bomboştu. Birazdan koğuşlar, havalandırmaya çıkar güneşlenenler, koşu yapanlar, volta atanlarla ortalık panayır yerine dönerdi. Haydut’un hedefine kararlı adımlarla ilerlediğini gören Kuki, bir süre göz hapsine aldığı gözdesini izledi; onun kanepeye edepsizce uzanmış yatan sırnaşığın yanına sokulduğunu gördüğünde, onurunu kurtarma belasına kuyruğunu umursamazcasına salladı, idari binanın kapısından içeri girdi. İşte o an, bir an için insan kılığına girebilseydi, onuru kırılmış bir genç kız gibi odasına çekilip yatağına yüzüstü kapaklanıp ağlamak isterdi.
"Sevmediğim kenger o da burnumda biter. O, anaç sümsük ardı sıra buralara kadar gelmişti. Belki de Haydut’un O, sırnaşığı tercih etmesinin nedeni geçmişte geçirdiği ameliyattı. Gerçi, ameliyatlı olduğunu haydut nasıl bilebilirdi ki? Kaç mart geçmiş yaşadıkları tek bir yakınlaşma anı olmamıştı..."
"Paşababası, onun için bir şeyler yapamaz mıydı?" Mahallenin bitirim delikanlısına tutulan şımarık, hastalıklı zengin kızını oynamaktan nefret ederdi. Bu fikri aklından çabucak attı:"Haydut, ona, kendisi için gelmeliydi." Kendisi onun yanına gitse? Aile terbiyesi mi izin vermezdi? : Hayır. "Kedilik ve dişilik onuru... ’’ Üstelik sevgilisinin düşüp kalktığı yerler pek tekin değildi. Arada bir onlara ev yemekleri, özel mamalar getiren beyaz tüylü sırnaşığın ilk sahibesiyle pek içli dışlı görünen üniformalının adamları, hem Haydut’un hem de O, şıllığın takıldığı yerlere baskın yapıp nefes nefese idari binaya dönüyorlardı. Arada kalıp ezilmekte vardı. " Doğrusu sezonluk yaşanacak zevkler için bu kadarına katlanamazdı... İşi oluruna bırakmak en iyisiydi, doğa ana bir gün nasılsa onların yolunu bir yerde kesiştirirdi."
Kuki’ in çekilmez tavırlarından uzaklaşmak için şimdi bulunduğu avluda gönüllü sürgün yaşayan Pamuk’u, buralarda, kırk yılda bir, birileri aklına estiğinde :
"******," diye, çağırıyordu. Hoş onun, beyaz bedeninin artında siyah kuyruğunu bayrak gibi dikip; ikiz kirazlarını göstere, göstere tüm avluyu düzenli aralıklarla sidiği ile onurlandıran sevgilisinden başkasını görecek hali mi vardı? Gün boyu güneşi karşısına alıp, martsı, martsı esen rüzgârın yönüne göre sarıkuyruğunu sallıyor, uçları kendiliğinden sürmeli yeşil gözlerini kırpıştıra, kırpıştıra, sevdiğinin uzaktan uzağa izliyordu.

Güneş, sahile sırtını dönmüş kocaman bir E harfi gibi duran cezaevinin, duvarları üstüne gerilmiş tel örgülere asılıp kalmıştı. Bir metre aralıkla çekilmiş iki sıra tel örgülüyle sınırları belirlenmiş bir koridor, duvarı iki eşit parçaya bölüyor, koridor elli metre uzandıktan sonra idari binayla sınırlanmış geniş bir alana açılıyordu. Mermer kaplı beton kaidesi üzerine oturtulmuş, tunçtan yapılmış izlenimi vermek için garip bir renge boyanmış alçıdan yapılma Atatürk büstü, idari bina duvarını ortalıyordu. Kaidenin sağ yanında az önce Kuki’ in üzerine oturup sabah makyajını yaptığı tüfek doldur- boşalt varili, sol tarafında da idari bina giriş kapısı ve tüm askeri birliklerin olmazsa olmazı yangın söndürme köşesi vardı.
Yangın söndürme kösesi, şeref kürsüsüne benzer bir tahta altlığın basamaklarına oturtulmuş,
üzerlerinde sırayla YANGIN kelimesinin harfleri yazılı, kum dolu kırmızı kovalarlardan ibaretti. Bu kovaların, burada gerçekten yaşamsal bir işlevleri vardı. Diğer askeri birliklerde olduğu gibi sadece sigara izmaritlerini söndürmeye yaramıyorlardı. Kuki, birincilik şerefine ermiş bu kovalardan N’ de kuru, G’ de ıslak ihtiyacını gideriyordu.
O, uluorta yerlerde ihtiyaç giderecek kedilerden değildi.
Yangın söndürme köşesinin az ilerisinde bir sıra pencere ve pencerelerin bittiği yerde tel örgüler ve tel örgülerin ardında da koğuş havalandırmaları yer alıyordu.
En baştaki pencerenin ardında Cezaevi Komutanı, her ayın ilk günü yaptığı gibi sumenin arasındaki aylık takvime ’hizmete özel’ yazışmalarla belirtilen, o aya ait özel günleri işaretliyordu. Ayın 6’sı ve 29 ‘unu yuvarlak içine alıp, birincinin üzerine kırmızı kalemle denetlemenin D’ sini ve ikincinin üzerine de siyah kalemle operasyonun O’sunu, kondurdu.
Bu takvime göre: Ayın en az iki pazarını görev başında geçireceği için üzgündü. Üzüntüsünü birileriyle paylaşmak ihtiyacı hisseti… İçmesini bekleyen çay bardağına bakıp; Postasını çağırdı. Masasında duran kamçı sopa melezi cisme uzandı. Postası, çay bardağının altlığına kenarları dantel desenli kâğıtlardan koymayı yine unutmuştu.
Postasının gelmesini beklerken oyalanmak için pencereye yanaştı. Gözü, nöbet yerlerini denetleyen bir komutan edasıyla, ağır, emin adımlarla duvar boyunca ilerleyen; beyaz bedeninin ardında siyah kuyruğu takmaymış gibi duran kediye ilişti.
Komutan, kedi yasağıyla ilgili talimatını, ’dantelli çay bardağı altlığının’ hesabını sorduktan hemen sonra verdi: "Burada, disiplin esas; başıboşluğa yer yoktu. Koğuş havalandırmalarının oralarda artık başıboş dolaşan kediler görmek istemiyordu."

Diğerleri, ön kısımdaki masalarda Türkiye Coğrafyası dersi görürken, az sonra verecekleri Türk Dili ve Edebiyatı dersine hazırlanmak bahanesiyle, Burhan ve Numan Hoca, ranzalarına çıkmış, ranza perdelerini çekmiş, güneş telgrafının başına oturmuşlardı.
Güneş yumağının iplikçikleri, karton bir gergefe apak harfler işliyor… Kısa aralıklarla soluklanan ışınlar, harfler arası yolculuklarına devam ediyordu.
Ayna, alfabenin harfleri yazılı siyah bir kartondan ibaretti güneş telgrafı. Kara tahta tebeşir terbiyesi almış parmaklar, güneş ışınlarının sobelediği sözcükleri, minik kâğıtlara not alıyordu:
- Şu deli bozuk oğlana söyle. Biraz ağırdan alsın.
Arkadaşı, bu mesajı aynayla odakladığı güneş ışınlarını karşı koğuşta asılı kartondaki harflerin üzerinden ağır, ağır geçirerek aktardı. Mesaj akışı yavaşlar gibi oldu. Yeniden hızlandı ve durdu.
KALEM... MEKTUP... Güneş ışınlarının sobelediği harflerin oluşturduğu kelimeler, konulan yeni yasakları haber veriyordu. Kendi koğuşlarında henüz bu yasaklar konulmamıştı. Eldeki tükenmez kalem içleri, diş macunu tüplerinin içine saklanacak, ek siparişler verilecek, henüz yasak konulmadan eşe dosta tez elden mektup yazılacaktı.
Onların, karşı koğuşa ilettiği yasaklar ise sıra dışıydı: SİGARA... KEDİ... Birincisinin önemi büyüktü ve her zaman ihtiyaç duyulandan daha az satın alınabildiği için bu konuda herhangi bir önlem alınamazdı. Karşı koğuştakiler ikinci yasağa bir anlam verememişlerdi. Çünkü koğuşlarda evcil hayvan beslemek oldum olası yasaktı. Yasağın uygulanış biçimini havalandırmaya çıktıklarında anladılar. Hem kendi, hem de karşı koğuşun havalandırmasında dolaşan kediler ortada yoktu. İdari binanın önündeki kara kedi duruyordu. Ama O kara kedi, asla onların havalandırmasına gelmez, gün boyu yönetim binasının orada güneşlenip dururdu. Böylece yasak öncesi kimsenin umursamadığı kediler, her iki koğuştaki tutukluların da ilgi odağı olmuştu.
Karşı koğuşunun ileri gelenlerinin, bu yasaktan rahatsız oldukları söylenemezdi.
Aksine pasifistlerin orayı mekân tutan koca kafalı erkek kedinin, avlularındaki kılkuyruğu önüne katıp kovaladığını gördükçe hayıflandıklarından memnun bile olmuşlardı. Kediler cephesinde de olsa, pasif duruma düşmek onlara yakışmazdı. Koca kafa onların yanında olsa: O başka... Ona farklı bir bilinç vermeleri mümkün olabilir? Ne biliyim? Belki de, bu bilinçlenme sonucunda, günün birinde, koca kafa idari binadaki kara kediyi önüne katıp kovalayabilirdi. Bu da bulundukları ortam göz önüne alındığında az bir başarı sayılmazdı.
Hocaların koğuşundakiler, bu yasağı daha bir derinlemesine yorumluyorlardı. Onlara göre :
"Cezaevi yönetimi, Haydut ismini koydukları kedinin, kendileri tarafından benimsenme sürecinin önünde engeller oluşturma çabasındaydı."
Oysa yasak koyucu cezaevi komutanının, düşüncesi çok daha yalındı. Anlamsız yasak yoktu. Yeter ki konulan yasak tutuklulara: "Hangi oyuncaklarının? Ne zaman? Ellerinden alacağının kararını onun verdiği mesajını iletsin." Ona, kalsa idari binanın önünde dolaşan o kara kediyi de oralarda tutmazdı ya: "Emir demir meselesiydi söz konusu olan."
Burhan ve Numan Hocanın, karşı koğuştan mesajlaştığı gençlerden kısa boylu, şişe dibi gözlüklerinin üstünden kalın kaşları fırça gibi duranı seri banka soygunu planlamaktan yargılanıyordu. Polis sorgusuna dayanan iddianamesinde evindeki plakların etiketlerinin arkasına çizilmiş, aynı bankanın farklı şubelerini soymak için hazırlanmış onlarca plan ele geçirildiği iddia ediliyordu. Bir elmanın iki yarısı gibi birbirine benzeyen banka şubelerini soymak için bu kadar farklı plana ne gerek olduğunu sorgulamak iddianameyi hazırlayan savcının aklının ucundan bile geçmemişti. O günlerde askeri mahkeme savcılarının tek görevi:" Sanığın, her ne kadar bidayetteki ikrarı, bilahare inkâra dönüşmüşse de sanığın poliste verdiği ifadesinde samimi olduğu genel tutum ve davranışlarından anlaşılmaktadır." türünde açıklamalar ekledikleri; sonuna fiiline uyan ceza maddesini belirttikleri iddianameler hazırlamaktan ibaretti.
Banka soygun planları hazırlamaktan yargılanan gencin yaratıcılığı sınır tanımıyordu. Tuzlu su ve güneş enerjisiyle yeniden şarj edilen piller, güneş telgrafı adı verilen haberleşme aracı onun buluşlarıydı. Havalandırmada hararetli tartışmalar yaparak yan yana volta attığı; uzun boylu arkadaşının uzmanlık alanı farklıydı. Güneş telgrafının planlarını karşı koğuşa ulaştırma işini O, üstlenmişti. Sigara paketinin parlak kâğıtları arkasına çizilen planı sıkıştırarak katlamış, ambalaj lastiği ve tükenmez kalem gövdesinden oluşturduğu özel bir tabanca marifetiyle, Burhan Hocaların havalandırmaya açılan penceresinden içeri yollamayı başarmıştı. Geliştirdiği bu garip alet rutin bir koğuş araması sırasında arama mangasının başını çeken Komutan Postası, tarafından yatağının altında bulunmuş; bir an göz göze geldikleri Komutan Postası, yanındakilere göstermeden, aleti cebine atmış; bu sayede baş ağrıtıcı bir soruşturmadan kurtulmuştu.
Kedi ve sigara yasağı, biri birinin ardı sıra gelen uzun süreli yasakların başlangıcı oldu. Yasaklar, yeni yasakları, yeni yasaklar süreli açlık grevlerini, açlık grevleri disiplin operasyonlarını, operasyonlar süresi belirsiz açlık grevlerini ve ziyarete, mahkemeye çıkmama eylemlerini getirdi.
Hocaların koğuşu, süresiz açlık grevlerine, ziyarete ve mahkemeye çıkmama eylemlerine katılmıyor; buna karşılık yönetimin rüşvet niyetine kaldırdığı yasaklara da itibar etmiyordu. Operasyonlar sırasında askerler, o güne dek okuma yazma kurslarında da kullanılan Numan Hocanın, başucunda asılı duran güneş telgrafının alfabesini alıp götürmüşler, tuvaletteki aynalara varıncaya dek sökmüşlerdi. Yasaklar listesine: Ayna, eklenmişti. Koğuş pencereleri, sac levhalarla kapatılmıştı. Kimin sayesinde idarenin güneş telgrafının farkına vardığı bir sır olarak kaldı.
Hocanın koğuşundakilere, göre ihbarı yapan onların koğuşundan olamazdı. Öğle olsa gizledikleri radyoyu da bulurlardı. Radyodan dinlenerek çoğaltılan bazı metinler koğuş içinde elden ele dolaşıp duruyordu.
İşlevini tamamladığı düşünüldüğünden yasak kalkmış; günlerdir cezaevi çöplüğünün oraya sürgün giden Pamuk ve Haydut’un havalandırma avlusunda dolaşmasına izin verilmişti. Pamuk, azgın gecelerin meyvelerini karnında taşıyor, yavrularını doğurmak için üstü kapalı bir yerler bulma telaşıyla, her kapı aralığına karnını sürterek dalıyordu.
Zaman zaman Kuki de onlarla birlikte oluyordu. Haydut’un oralarda bulunduğu saatlere denk gelen bu ziyaretlerden Pamuk’un pek hoşnut olduğu söylenemezdi:
"Davetsiz misafire: Niye geldin?", diyemezdi ya… Onun için ağzının tadını bozacak değildi. Annesi, geçinmeye gönlün varsa: "Görmeden inanma, gördüğüne de inanma," derdi.
En az birkaç tanesini boğup atacağı yavrularına, yakında kavuşacağından mı kaynaklanır, bilinmez. Haydut, son derece keyifliydi. Geçmiştekinin tersine tüylerinin okşanmasına izin veriyordu. Kendinden hiç beklenilmeyen bir şekilde koca gövdesini havalandırmanın toprak zeminine devirip ön ayaklarını havada bir şeyler avlıyormuş gibi savuruyor; yeterli ilgiyi toparladığını anladığı anda ani bir hareketle yattığı yerden kalkıp ok gibi fırlıyordu.
Numan Hoca, elini uzattığında patisini kaldırmayı Haydut’a öğrettiği hafta Burhan Hoca öldü. Ölüm acısı garip bir sessizlik rüzgârı estirdi. Geçti. Gitti... "Kalp," dediler: " Oğlunun ölüm haberine dayanamadı, gece yarısı operasyonunda ciğerlerini üşütmüştü," dediler...
Her şey, akşam sayımı ile sabah sayımı arasında oldubitti. Akşam sayımında Burhan Hocayı, götürdüler, sabah sayımında da geride bıraktığı giysilerini. O günden sonra, Numan Hoca, arkadaşının keçe külahını kafasından çıkarmadı. Onunla yattı onunla kalktı.
Koğuşta yaşayanların, yaşamında bu ölüm pratik değişikler yarattı: Kişi başına, iki yüz yirmi bölü yüz seksen dokuz metrekare yerine; iki yüz yirmi bölü yüz seksen sekiz metrekare yaşam alanı düştü. Son zamanlarda, günün on dört saatini uyuyarak, dört saatini de Burhan Hocayla kendisinin mi? Onun mu? Daha fazla uyuduğunu tartışmakla geçiren Numan Hocanın, yaşamında büyük bir boşluk oluşmuştu. Ne kadar uyuduğunu tartışacak birileri olmadıktan sonra uyumanın, kimin daha uzun koştuğunu gösteremedikten sonra koşmanın anlamı kalmamıştı. Gece rüyalarını dolduran anıları gündüzlerini de süsler olmuştu. Onu, teselli eden tek şey günden güne gelişen, Haydut’la arasındaki dostluktu. Havalandırmaya çıktığında: Onun güneşe karşı serdiği karın tüylerini okşuyor, bu okşayışlar her seferinde Haydut’un şakacıktan attığı dişler ve ardında ok gibi fırlayıp gitmesiyle son buluyordu.
Haydut’un, mutat ziyaretlerini karşı koğuştakiler de benimsenmiş görünüyorlardı. Pamuk’u her ziyarete gelişinde fırça kaşlı ve arkadaşı onu ortalarına alıp okşuyorlardı. Pek hoşlanmasa da Kuki de bu okşayışlardan nasibini alıyordu. Kuki, Komutan Postasının pire tasmasının oralara minik bir kâğıt tutturduğu günden bu yana kendisine yönelik iltifatların artmasına bir anlam veremiyor; gözdesinin yanında huysuz ve tatlı kadını oynamamak için bu duruma ses etmiyordu.
Haydut’un kuyruğunun altına yapışmış çiklet kâğıdını çıkardığı gün Numan Hoca, koğuş sorumlusuna havalandırma sonrası büyük bir arama operasyonu olacağını haber verdi. Alışılmadık bir durumdu: Ayın 29’uydu ve günlerden pazardı. Zamanında tedbir alıp radyoyu, yemek masasının alt tahtaları arasındaki özel zulaya yerleştirmiş, kaptırmamışlardı.
Radyo, artık Hocanın da arasında bulunduğu üç kişilik ekibinin sorumluluğu altındaydı. İdarece, herkesin katılımı zorunlu tutulan derslerin başladığı saatlerde: ‘Saz arkadaşları’ ve Hoca, koğuşun ücra bir köşesine çekilir; onun verdiği işaretlere uyarak arkadaşları, Bizim Radyo ve B.B.C’ in haber ve yorumlarını not alınır; ertesi gün, bu notlar elden ele dolaşırdı.

Pamuk ve Haydut’un yavruları ve art arda gelen torunları, sarılı, beyazlı koca kafalı kediler kolonisinin bireyleri olarak askeri cezaevi ve daha sonra onun yerine kurulan ‘askeri eğitim ve sosyal tesislerini’ hükümranlıkları altına aldılar. Erkek bireyler, büyük babalarının mağrur, kimseye boyun eğmez dik başlı genlerini nesilden nesle taşıdılar… Bacaklarını kaldırıp sidikleriyle belirledikleri hükümdarlık sınırlarını çizdiler. Dişiler, büyükanneleri gibi itaatkâr, sokulgan bir o kadar da avcı oldular. Askeri yemekhane aşçıları yıllar yılı onların elinden çok çekti.
Bir kez bile yavrulayamayan, Pamuk’un yavrularını gördükçe içi bir tuhaf ürperip; kaçacak delik arayan Kuki’in yaşlandıkça parlaklığını yitiren siyah tüyleri mor koyun yapağısına döndü. Zümrüt yeşili gözlerinin feri söndü. Arayıp soranı kalmamıştı. Paşababasının halinin de ondan kalır yanı yoktu. Bir zamanlar cezaevine tıktığı siyasiler yeniden iktidara gelmiş, geçmiş defterler karıştırılmasın diye "itle bir çuvala girmek zorunda kalmıştı." Kuki’in, kaybettiği sadece saltanatıydı asaletinden bir şey kaybetmemişti. Önüne ne konmuşsa onu yemiş bir kez bile daha fazlasını kapmak için kimseye yaltaklanmamış; ona tahsis edildiğine inandığı yangın kovalarının dışında hacet gidermemişti. Askeri cezaevinin taşınmasına ömrü vefa etmedi. Yaşamı koca bir yalan gibi yavan geçmişti. O, istemediği bir saltanat uğruna doğurganlığından, kadınlığından olmuştu. Öleceğine yakın başını alıp gitti. Ölüsünü kimselere göstermedi. Güneşte kavrulan bedeni, soyu gibi kuruyup kaldı. Toprağa karışıp; yitip gitti.
***********
Günler boyu kızgın güneş altında, yaptırılan eğitimlerle yılların asker kaçaklarından, kısa dönem bedelcilere varana dek tüm birliğe mükemmel askerimsiyi oynaması belletilmişti.
Askeri bando, tören alanındaki yerini almak üzere harekete geçti. Alışılmış yemin töreni telaşlarını aşan bir hava esiyordu. Her rütbeli bir üstünün, en üst rütbeli komutan da kısa dönem bedelli Popçuyu izlemeye gelen medya mensuplarının varlığından tedirgindi.
Seyirciler, kepler- botlar içinde kaybolmaya yüz tutmuş yakınlarını seçmeye çalışıyor; bir kısmı bu anı kameralarıyla ölümsüzleştirmeye; bir kısmı da farkında değilmiş gibi yapıp Popçuyu çeken TV kameralarının çekim alanına girmeye çabalıyordu.
Numan Hoca, kırk yıllık alışkanlıkla burada da doğru davranıp, kaybeden şıkkı işaretleyen azınlık içinde yer almıştı. Akıp giden topluluğun içinden oğlunu seçmeye çalışıyordu. Omuzlarına oturttuğu torunun, artık çilleri iyice belirginleşmiş çıplak başına indirdiği şaplaklarla gözünü daldığı yerden sıyırdı. Torunu, eliyle Ünlü Popçuyu gösterip:
"Tarkan’’ı gördün mü? Dede," diye bağırıyordu. Dedenin, oralı olmadığını gören torun Babaannesinin ağarmaya başlamış saman sarısı saçlarından çekti:
- Babane… Baksana şu koca kaşlının önündeki…
Numan Hoca, Popçunun ardından kirpi oku gibi kaşları kepinin altından ileri fırlayacakmış gibi duran gözlüklü genci fark etti.
Askerler, yemin ederken üzerine el basacakları silahların bulunduğu masaya doğru uygun adım ilerliyorlardı. Birazdan, sanki: her zaman bir başka yerdeymiş gibi Komutanın nerede olduğunu belirten komut verilecek ve ardından gelen, "silah ve arkadaş tut," komutu ile yemin töreni tamamlanacaktı. Provaların tersine bu kez karşılarında boş tribünler değil coşkulu bir kalabalık ve her provada hep beraber baktıkları kartona yazılı Komutan yazısının yerinde de Komutanın kendisi vardı.
İşte ne olduysa, tam o sırada oldu. Bandonun çaldığı parçanın ritmini vurgularcasına atılan kendinden emin adımlar, iri sevecen gözlerin üstünde kalınca bir kaşı, ağızla dudak arasında bıyığı andırır siyah lekeler taşıyan kocaman bir baş… Bu başı, ta ilerileri görmek istermiş gibi dik tutuş, bacakları üzerinde güvenle yaylanarak yürüyüş… Bu bakışlar, bu yürüyüşün her bir karesi günlerdir sürdürülen askeri hodzodun köküne kibrit suyunu döktü.
Askeri bandonun peşi sıra beyaz bedenin ardından, kocaman siyah kuyruğunu kaygısızca sallayarak ikiz kirazlarını göstere, göstere soyunun tüm güzelliklerini taşıyan koca kafalı bir kedi yürüyordu. Yemin törenini yöneten Subay şaşkındı. Protokolü bozup kediyi kovsan olmaz, biraz sonra çekilecek:
"Dikkat.. Komutan Solda!" komutunu bekleyip tüm alayı Komutanlarının kim olduğu konusunda ikircime düşürsen, hiç olmaz.
Bandonun sesini Numan Hoca’nın alkışları yırttı. Sonra karısının, sonra torununun sonrada dalga, dalga alkış sesleri yırttı bandonun sesini. Alkışın yeri mi diye düşündü kimileri. Böyle düşünenler, düşüncelerine rağmen alkışlayanlardan geri kalmamak için alkışlarıyla katıldılar topluluğa.

Parlatılmış süngülerden yansıyan güneş ışınları, sersem sepelek ışıltılar saçıyordu

Son düzenleyen recruit87; 29 Temmuz 2007 14:10 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
30 Temmuz 2007       Mesaj #1112
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Şimdi Her Şey Boşa mı Gitti?

Sponsorlu Bağlantılar
Safiye, sıcacık kalbi ile etrafına neşe saçan bir kızdı. Hayatının zorluklar ile geçmesine rağmen, yaşından daha büyük bir olgunluk ile davranabilen, samimi bir insandı. Mahalledeki herkes onu bir gün görmese, işlerinin rast gitmeyeceğini düşünür; etrafta gözler hep onu arardı. Adı gibi safiyane hislere sahip olan bu kız herkesin sevinç kaynağı, mutluluk örneğiydi.
Safiye her zamanki gibi o günde erkenden kalktı ve çalıştığı iş yerine doğru yürümeye başladı. İş yeri evlerine iki km uzaklıkta bir tekstil atölyesiydi. Bu atölyede yaklaşık yirmi kız daha çalışıyordu.
O gün işler çok sıkışıktı. Safiye bugün her zamankinden daha çok çalışıyordu. Akşama kadar üç yüz parça dikmeliydi. Atölyede herkes hararetli hararetli çalışıyordu. Öğle yemeği vakti gelmişti. İşçiler tam yemekhaneye doğru giderlerken birden ustabaşının sesi duyuldu:
- “Safiye sana telefon var. Gel de bir bakıver.” Safiye heyecanla telefonun bulunduğu muhasebe odasına doğru yöneldi. Arayan ablasıydı. Ona hemen eve gelmesini, çok önemli bir olay olduğunu söylüyordu. Safiye panik içerisinde ustabaşının yanına koştu. İzin aldı. Hemen eve gitti.
Evde onu ablası karşıladı. Direk oturma odasına geçtiler. Annesi Safiye’ye gülümseyen bir ifadeyle baktı:
- “Kızım, bu sabah babanın büyük ablası geldi. Seni yanına almak istiyormuş. Aslında çok daha önce alacakmış ama senin biraz daha büyümeni beklemiş. Ne dersin kızım? Halanın yanına gidersen belki çok istediğin okul hayaline de kavuşursun.” Dedi.
Safiye çok şaşırmıştı. Yüzünün rengi değişti. Mutlu mu olsa, üzülse mi bilemedi. Hafiften yüzünü buruşturdu.
- “Anne, eğer gidersem sizi yalnız bırakmış olacağım. Ablamla bir başınıza ne yaparsınız? Yok hayır. Ya siz de gelirsiniz, ya da hiç gitmem.” Dedi.
Annesi karşı çıktı : “ Olur mu kızım, sen gidersen halan bize gerekli yardımı yapacakmış. O her şeyi ince ince düşünmüş!” dedi.
Safiye hem istekli biraz da düşünceli olarak “peki” dedi annesine.
Safiye’nin halası epey varlıklı bir adamla evlenmişti. Ailesinden daha farklı bir yaşam sürüyordu yaklaşık otuz yıldır. Şu anda ellili yaşlardaydı ve eşini üç-beş yıl önce kaybetmişti. Bir oğlu vardı. Bunca yıldır, kardeşi yani Safiye’nin babası vefat ettiğinden beridir uğramamıştı onlara. Bu yüzden Safiye ve ailesi çok şaşırmıştı halalarının bu ziyaretine.
Akşam evde bir hazırlık bir telaş vardı. Annesi Safiye’nin giyeceklerini büyük bir titizlikle çantaya yerleştiriyor, Safiye de banyosunu yapmış, saçlarını tarıyordu. Annesiyle aralarında çok cici bir anne-kız bağı vardı. Birbirlerinden gizli-saklıları yoktu. Her şeyini anlatırdı Safiye annesine ve ablasına. Bu üç kadın, evin direğini kaybettikten sonra daha da sıkı sarılmışlardı birbirlerine ve hayata. Evin geçimini Safiye temin ediyor, Oturdukları eskilik evleri kira olmadığı için pek fazla zorlanmadan yettiriyorlardı bütçelerini. Safiye’nin ablası Nurhayat’ta elişi yapıyor, destek oluyordu ev geçimine. Annesi de az çok günlük işlerde çalışırdı zaman zaman. Geçinip gidiyorlardı işte; biraz zor, biraz kolay idare ediyorlardı.
Safiye’nin halası sabah on sularında geldi. Biraz soğuk bir kadındı. Hiç birisini öpmedi ve hiç birine sarılmadı. Apar topar “ Safiye’cim eğer hazırsan ve bir sorun yoksa gidelim. “ dedi. Annesi durgunlaştı. Gözlerini yavrusuna dikti. Kim bilir içinden neler geçiyordu o an. Aslında pek de büyük sıkıntıları yoktu. Göndermese miydi acaba biricik kızını? Bir an için tereddütlere daldı. Biraz pişmanlık dolu, biraz da umutlu gözlerle kızına baktı ve sarıldı:
- “Canım kızım, kararını değiştirmekte hala serbestsin yavrum. Eğer gitmek istemiyorsan gitmeyebilirsin. Dedi. Safiye kararlıydı. Arzuladığı idealleri, kavuşacağı hayalleri vardı bu gidişte. Çok istemese de halasıyla yaşamayı, değiştirecekti kaderini bir şekilde.
- “Anneciğim, şansımı bir de halamın yanında deneyeceğim. Ve eğer o da karşı çıkmazsa istediğim o okulun sınavlarına gireceğim.” Dedi. Halası biraz şaşkın, biraz da tebessümlü bir ifadeyle süzdü Safiye’yi.
- “Tabi ki, eğer azimli olursan ben desteklerim seni. Yok eğer sadece lafta kalacaksa bu düşüncen, şimdiden unut gitsin. Boşuna uğraştırma beni de. “ diyerek ortamın gerginliğine son noktayı koydu.
Safiye hem annesine, hem de ablasına uzun uzun sarıldı, doya doya onları öptü. Sanki bir daha görüşemeyecekmiş gibi dakikalarca ellerinden tuttu. Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Safiye ve halası kapılarının önünde bekleyen son derece lüks bir otomobile binip, mahalleden uzaklaştılar. Ablası ve annesi onlar gözden kaybolana kadar el salladılar.
Otomobil çok güzel bir evin önünde durdu. Safiye daha önce de gelmişti halasına ama bu ev başka bir evdi. Yıllar sonra evlerini değiştirmiş olmalıydı halası.
Eve girdiklerine Safiye gözlerine inanamadı. Bu harikulade evin içi, dışından daha gösterişliydi. O kadar güzel bir evdi ki Safiye şaşkın gözlerle evi seyretti. Halası ona oturmasını söyledi. Artık onu buraya neden getirdiğini eni konu anlatmanın zamanı gelmişti.
- “Safiye’cim, aslında seni buraya aldırmamın sebeplerinden en önemlisi şu: belki haberin vardır oğlum eşini kaybetti. Kanser hastalığından dolayı gencecik yaşta yitirdik gelinimizi. Onların bebekleri var daha iki yaşında. Yavrum bu kadar küçük yaşta öksüz kaldı. Oğlum hiçbir bakıcıya güvenmiyor. Hiç kimseye emanet edemiyor bebeğini. Benim de aklıma sen geldin. Eğer kabul edersen hem onun bakımında yardımcı olusun bize, hem de istediğin o okula hazırlanmak için dershaneye yazılırsın hafta sonları gider, çalışırsın derslerine. Ne dersin? Aklına yattı mı bu söylediklerim?
Safiye dikkatle dinledi halasını. Aslında güzel ve eğlenceli bir şeydi ona göre, halasının söyledikleri.
- “Peki halacığım. Elimden geleni yaparım. Sonuçta o da benim yeğenim.” Dedi.
Halasının gözleri sevinçle parladı. Artık torununu teslim edip, gönül rahatlığıyla emanet edeceği birini bulmuştu. Oğlu Hakan da çok sevinecekti bu işe. Hemen Safiye’yi küçük Berk’in odasına götürdü. Berk çok sevimli bir bebekti. Evin hizmetçisi vardı bebeğin yanında. Uyuyordu o sırada Berkcik. “Ne de tatlı uyuyor.” Dedi Safiye.
Akşam olup Hakan eve geldiğinde annesi Safiye’yle tanıştırdı onu. Hakan da çok sevinmişti bu duruma. En azından kendi kanındandı bebeğine bakacak kişi. Bir kötülüğü dokunmazdı asla bebeğine. Safiye yeni hayatında o akşam ilk kez oturdu halasının yemek masasına. Her şey çok nezih ve çok şatafatlı görünüyordu. Yemekler, örtüler, yemek konulan kaplar, çeşitli antika objeler... Safiye’yi heyecanlandırmıştı gördükleri. Daha önce böylesine güzel bir mekanda bulunmamıştı. Çok eğlenceli geçen bir akşam yemeğinden sonra Safiye küçük Berk’in yanına gitti ve onu kucağına aldı. Çok şirindi. Çok güzeldi bebek. Ama birden annesinin hayatta olmadığını hatırladı ve ileride bunun için ne kadar zorluk çekeceğini düşündü bu tatlı bebeğin. İçi acıdı, kalbi parçalandı. Gözleri doldu safiye’nin. Sımsıkı göğsüne bastırdı masum yavruyu. Sıcacıktı bebek. Ve öylesine çaresiz görünüyordu ki göğsündeki bebek, gözlerinden damlalar boşaldı Safiye’nin. Onunla konuşmaya başladı. O sırada bebek de dikkatle Safiye’ye bakıyor, tüm yüz hatlarını inceler gibi gözlerini ondan ayıramıyordu. Böylece Safiye ve bebek ilk günde kaynaştılar, sarıldılar ve bağlandılar birbirlerine.
Safiye yeni hayatında çok mutluydu. Zaten kendisi de sürekli olumlu düşünen bir insan olduğu için, burada da sevgi tohumları ekmeye başlamıştı bile. Evin içindeki herkes onun bu pozitif yaklaşımından etkileniyordu. Gülümsemesi, yüzünden eksik olmayan bu kızın sıcakkanlılığıyla adeta bayram günü gibi geçiyordu evdeki her gün. Halasının biraz soğuk, biraz kibirli tavırları hiç etkilemiyordu Safiye’yi. Ne de olsa çok acılar yaşamış bir kadındı onun için. Bu kadar zorlukları atlattığına göre bu hali normaldir diye düşünüyordu Safiye.
Hafta sonları dershaneye gitmeye başlamıştı. Evinden ayrılalı bir ay kadar oluyordu. Geceleri başını yastığa koyduğunda, daha çok hissediyordu annesinin ve ablasının özlemini. Keşke onlar da burada olsalar diye iç geçiriyordu. Bu yoğun duyguların eşliğinde derin uykulara dalıp, gidiyordu.
Safiye günler geçtikçe, hayallerine daha da yaklaştığını hissediyordu. Altı ay sonra girecekti üniversite sınavlarına. En çok okumak istediği fakülte olan avukatlığı kazanıp, ilerletecekti mesleğini. Annesine ve ablasına daha iyi bir yaşam sağlayacak, onları mutlu edecekti. Tüm arzusu buydu. Dershanede de çok başarılı ve sevilen biri olmuştu. Bir sürü arkadaş edinmişti. Dershaneye gelen idealsiz çocukları bile etkilemiş, onların ders çalışma şevklerini arttırmıştı. Öğretmenleri de çok memnundu ondan. Ne de olsa öğrencileri iyi motive ediyor, planlı çalışmaları için iyi bir örnek oluyordu Safiye.
Sınav günü gelip çattığında, safiye her zamankinden daha yüksek bir özgüven ile girdi sınavına. Çok başarılı bir sonuç çıkartacağından emindi. Ve öyle de oldu. İstediği fakülteyi kazanıp, şaşırtmıştı yine etrafındakileri. Bir insan bu kadar mı sımsıkı bağlanırdı ve gerçekleştirirdi ideallerini. Onca zorluklar atlatmasına rağmen. Ve yaşadığı onca sıkıntılara rağmen, kısa sürede kat ettiği bu kadar başarıya hayran kalmamak mümkün değildi doğrusu.
En çok halası etkilendi aslında bu başarılardan. Bir taraftan bu kızın bu azmine seviniyor, başarılarına seviniyor, bir taraftan da torunu Berk’in bu durumdan kötü etkileneceğini düşünüp üzülüyordu. Çünkü küçük Berk çok alışmıştı Safiye’ye. Öyle çok bağlanmışlardı ki birbirlerine, hiç kimse Safiye’siz Berk ya da Berk’siz Safiye düşünemiyordu. Anne-oğul ilişkisi gibiydi onların hali. Sevgileri bir yıl içerisinde arttıkça artmıştı ikisinin de. Hakan da çok memnundu bu durumdan. Her gün içi rahat bir şekilde bırakıp gidiyordu minik oğlunu. Çünkü Safiye varken hiçbir kötülük gelemezdi oğluna. Sevgi ve güven içerisinde büyüyordu Berk.
Safiye hem eğitimine hem de Berk’in bakımına en iyi şekilde zaman ayırabiliyordu. Kimse bir anlam veremiyordu ama başarıyordu işte Safiye, bir anne edasıyla her şeyi. Tüm sorunları en kolay biçimde çözüyor, dışarıdan hiçbir yardıma gerek kalmıyordu. Özellikle de Berk konusunda çok titiz davranıyor, onu en güzel şekilde yetiştiriyordu resmen. Safiye’nin annesi ve ablası ayda bir ziyaretlerine geliyor, az da olsa özlemlerini gideriyorlardı. Annesi gurur duyuyordu kızının başarılarıyla. Hele de idealindeki okula girdiği için hayran kalıyordu kızına, herkesten daha fazla.
Safiye, artık önündeki tüm engelleri bir bir aşmış, okulunu tamamlamıştı. Bu süre içerisinde Berk de iyice büyümüştü. Her şeyi anlayacak yaşa gelmişti. Altı yaşına basmıştı birkaç gün önce. Muhteşem bir doğum günü kutlamışlardı ailesiyle ve arkadaşlarıyla. Safiye’nin gerçek annesi olmadığını biliyor, fakat yine de bir çocuğun annesine yaptığı nazları yapıyordu ona. Babası bir yıl önce bir kadın ile evlenmiş biraz uzaklaşmıştı onlardan. İşte o zaman daha da sıkı bağlanmıştı Berk Safiye ablasına. Şimdilik babası ve yeni annesiyle yaşamıyorlardı ama hemen hemen her gün geliyordu babası onun yanına. İleride hep birlikte yaşayacaklarını söylüyor ve yeni annesini Safiye’den bile daha çok seveceğini telkin ediyordu Berk’e.
Safiye vakit buldukça Berk’i gezmeye çıkarıyordu. Birlikteyken çok eğleniyorlardı. Zaman zaman düşünüyordu Safiye; acaba gerçek çocuğum olsa onu bu kadar sevebilir miydim diye. Sonra kendine kızıyor söyleniyordu içinden, “tabi ki ondan bile daha fazla seveceğim.” Diye.
Safiye için hayat çok çok güzeldi. Çok mesuttu. Ailesinin durumu da düzelmişti halasının yardımıyla. Halası onlara güzel bir ev almıştı ve düzenli olarak da para yardımı yapıyordu. Ne de olsa çok emeği geçiyordu Safiye’nin, onun torununa. Hiç kimse daha güzel yetiştiremezdi torununu, Safiye’den başka.
Safiye okulunu ve yüksek lisansını bitirince halası ona bir hukuk ofisi açtı. Her şeyi dört dörtlüktü artık. Hayatındaki tüm ideallerini gerçekleştirmişti bu mutluluk dolu sevecen kız. Hayatında bir tek şeyi eksikti o da aşktı. O da gerçekleşti bir müddet sonra. Kendi gibi hukukçu bir gençle tanıştı. Sevdiler birbirlerini kalpten. Anlaştılar. Gün belirlediler ailelerin de onayıyla.
Her şey hazırdı artık. Beklenen gün çok yakındı. Tüm hazırlıklar son hızla ilerliyordu. Düğün alışverişi, nikah işlemleri, ev, çeyiz v.s. Halası da bir an için boş bırakmıyordu, sürekli organizasyon yapıyordu büyük gün için.
Berk ve Safiye her zamanki bağlarını koruyorlar hatta daha da çok bağlanıyorlardı birbirine. Berk Safiye’nin evlenmesini istemiyor ve nefret ediyordu Damat adayı Kerem abisinden. Çünkü o Safiye ablasını uzaklaştıracak hatta koparacaktı ondan. Bu yüzden belirgin bir nefret duyuyordu Kerem’e karşı. Kerem de çocukla çocuk oluyor, kimi zaman Berk’i kıskanıyor, kimi zaman da en az Safiye kadar içten içe sevgi duyuyordu ona karşı.
Safiye ve Berk yine dışarıya çıkmıştı dolaşmak için. Berk’e hediyeler alacak, onun kafasındaki ayrılık düşüncelerini birlikte vakit geçirerek beyninden atmasını sağlayacaktı. Evlerine en yakın alışveriş merkezine gittiler. Berk’in en sevdiği oyuncakları ve boyama kitaplarını aldılar. İkisinin de elleri kolları doluydu. Arabaya kadar epey yürümek zorunda kalacaklardı. Caddeye çıktılar ve karşıdan karşıya geçtiler. Etraf çok kalabalıktı. Safiye birden kolunu bir şeyin çekiştirdiği fark etti. Biri kolundaki çantayı kuvvetlice çekiyordu. Safiye de bunu Berkin şakalarından biri olduğunu düşündü. Berk’e döndü ve dönmesiyle Berk’in üstüne abanması bir oldu. Başka biri de berki kıskıvrak yakalamış, elindeki paketleri almaya çalışıyordu. Küçük çocuk ne olduğunu anlayamamıştı. İkisi de çılgınlar gibi bağırmaya başladılar. Bunlar kapkaççı çocuklardı. Safiye’nin elini çekiştiren, Berk’in de etrafını saran iki cani! Yüzlerinden madde bağımlısı oldukları belli oluyordu. Birbirlerine kaş göz işareti yaparak, planlarını uygulamaya devam ediyorlardı. Safiye Berki ablukaya alan çocuğa yumruğuyla şöyle bir vurmuştu ki çocuk cebindeki bıçağı çoktan çıkardı. İki cani bu iki masum insanı karşılarına almış, sanki cellatlın provasını yapıyordu. Etrafta olup biteni fark eden ahali de şaşkın gözlerle onları izliyordu. Diğer çocuk ta cebindeki bıçağı çekmiş, çevresindeki insanlara sallayıp duruyordu. İyice ürken ve korkan zavallı Berk, ne yapacağını bilmez bir halde Safiye ablasının eteğine sarılmış, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Ne olduysa o anda oldu. Tinerci çocuk, büyük bir hınçla Berk’ e doğru eğilmişti ki Safiye berki kolundan tuttuğu gibi kaldırımın dışına attı. Belli ki artık berk güvendeydi. Fakat birden göğsünde bir sıcaklık hissetti. Şöyle bir başını öne eğdi ve baktı ki kanlar akıyordu elbisesinin üzerinden. Bıçak darbesi yemişti. Tinerci, kapkaççı, gaspçı çocuklar çoktan kaçış yolunu tutmuşlardı bile. Neyse ki Berk güvende diye düşündü o an. Berk koşarak yanına geldi. Ağlaması daha da şiddetlendi küçük çocuğun. Annesi, ablası, her şeyi olan biricik safiye ablası yerde kanlar içinde yatıyordu. İmdat imdat diye bağırıyordu bir taraftan da. “Ne olur ablama yardım edin!”diye feryatlara karıştı sesi. Safiye kötü şeyler olduğunu anladı. Kendisini güçsüz ve yorgun hissediyordu. Berk’e “Yaklaş” diye işaret etti. Küçük çocuk kıpkırmızı olmuş yaşlı gözleriyle ablasının boynuna sarıldı. Aralarındaki bağın ne denli kuvvetli olduğu tam bu sırada açıkça belli oluyordu. “Ablacım, annecim,lütfen ölme, lütfen ölme” diye sürekli yinelediği feryatları içini iyice acıtıyordu Safiye’nin. Her şey saniyeler içinde gelişiyordu. Ambulans sesi uzaktan duyulmaya başlamıştı. Safiye Berk’in yanağına bir öpücük kondurdu ve : “ Aşkım, yavrum, Berkim. Benim için üzülme. Seni çok seviyorum bitanem. Sakın mutsuz olma. Sen mutsuz olursan ben çok üzülürüm.” Diyebildi sedyeye yatırılırken. Berk bu sırada sedyedeki ablasına sarıldı. Zor ayırdılar onu sedyeden ve ablasından. Ambulansın önüne de Berki alıp gittiler hastaneye.
Ertesi gün o güzel evden genç bir kız çıktı. Ama yaşamıyordu artık o. Bu güne kadar başardığı her şey ailesine ve akrabalarına, yıllarca onları gururlandıracak büyük bir miras olarak kalacaktı. En büyük ve en güzel mirası da Berk’ti. Onun yetişmesinde harcadığı emekleri boşa çıkarmayacak bir insan olarak yaşayacaktı Berk. Hayatına Safiye ablasına yakışır bir şekilde devam edecekti. Hayatta olsaydı o da böyle olmasını isterdi. Ne de olsa onun bir annesi ve ablasıydı. Safiye’nin onca yaptığı şey, verdiği mücadele şimdi boşa mı gitmişti? Hayır. Boşa giden asıl o sokaklara salınan, eğitilmeyen, bakımsızlıktan madde bağımlısı olan, açlıktan hırsızlık yapan, sevgisizlikten cinayet işleyen o çocuklardı. Yoksa onca emek verdiği Berk, yüreği Safiye ablasını her hatırladığında sızım sızım sızlasa da ileride çok mutlu ve başarılı bir insan olacaktı. Boşa giden bir mutlu insan hayatı, boşa yaşanansa binlerce sokak mahkumlarının oralarda daimi olmasıydı.


DrAm3vLH - avatarı
DrAm3vLH
Ziyaretçi
30 Temmuz 2007       Mesaj #1113
DrAm3vLH - avatarı
Ziyaretçi
LLAH BENİ AFFEDER Mİ ? --------------------------------------------------------------------------------
Travesti'nin Tövbesi ( ! )
________________________________________
Hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti..daha minicik bir çocukken tecavüze uğramıştı..orta okulda evden kaçmış,yine tecavüze uğramıştı..sonra bu iğrenç işten hoşlanmaya başladığını hissetmiş ve nasıl olduğunu anlamadan kendisini,kendisi gibi aykırı insanların yaşadığı bu acaip dünyada buluvermişti..onların içindeyken içinden gelen o aykırı arzularından daha az utanıyordu.çevresinde kendisi gibi insanları görmek onu rahatlatıyordu..hatta önceleri az da olsa rahatsızlık duyarken zamanla bu tamamen yok olmuştu..’’Demet’’takma adlı ‘’izzet’’le çok iyi anlaşıyorlardı.izzete başından geçenleri anlattığı o ilk gün şöyle demişti kendisine:’’bırak bu işleri kızım( ! )tecavüz filan bahane,insan sonradan travesti(! )olmaz,travesti doğar ,bu senin genlerinde varmış ki olmuşsun,yoksa her tecavüze uğrayan travesti mi oluyor( ? ! )’’
Belki işine öyle geldiğinden bu açıklama ona çok mantıklı gelmişti..kendini rahatlamış hissediyordu..hem burada çevre baskısı da yoktu..kendisi gibi kızlarla( ! )her şeyi paylaşıyor,içinden geldiği gibi yaşıyordu( ! )..
Bir başka travesti arkadaşı ‘’kader’’takma adlı ‘’muzaffer’’in sözlerini hatırladı..’’içinden geldiği gibi yaşa..,Bırak duyguların özgür kalsın..başkalarından değil duygularından emir al..gerçek mutluluk,gerçek özgürlük budur (! ) ‘’demişti..
Önceleri çok daha zevkli ve renkli geliyordu bu hayat..şehvetin iyice delirttiği duyguları adeta kontrolden çıkmıştı..çok müşterisi vardı..ve o okadar arzuluydu ki,müşteriler para vermeyip üste para isteseler gene onlarla yatardı..aza çoğa bakmaz zevkine bakardı..gerçi zaman zamn aynadaki görüntüsünü görünce irkilyor ve’’ kamil ‘’bu senmisin? Diye inliyordu..içindeki çığlığı zorlukla bastırıyor ve hayır sen kamil değil ‘’Hülya’’sın..diyordu..hep öyleydin…bunu geç fark ettin o kadar..Hem beni Tanrı böyle yarattıysa benim suçum ne ( ! )ama içindeki isyan gene dinmiyordu..içini her geçen gün daha çok kaplayan bir karanlık vardı..sanki boğulacakmış gibi oluyor,göğsü daralıyor,nefes alamıyordu..böyle durumlarda içki şişeleri imdadına yetişiyordu..önceleri çok olmazdı böyle şeyler ama son zamanlarda gittikçe artmıştı.aynadaki görüntüsünden nefret etmeye başlamıştı..önceleri bir fısıltı vardı içinde..,son zamanlarda adeta çığlığa dönüşmüştü..
Sen kendine ne yaptın böyle diye haykırıyordu içinden bir ses..Artık arkadaşlarının anlattığı masallar da onu teselli etmeye yetmiyordu..zaten o lafları söyleyenlerin ne kadar zavallı olduklarını zaman göstermişti.biri intihar etmiş,diğeri kendini iyice içkiye ,uyuşturucuya vermiş..,dağıtmıştı..madem Tanrı onları böyle yaratmıştı da neden bu kadar zavallıydılar..bu içindeki karanlık da neyinnesiydi..toplumun ,dinin baskısından kurtulmuştu, kendini duygularının akışına bırakmıştı.ne için ?mutlu olmak için..peki bu hali neydi ?bu muydu mutluluk ?bu muydu özgürlük ?tiksiniyordu kendinden..yaşamak istemiyordu..daha önce, bırak toplumun,çevrenin,dinin dediklerini bir kenara..özgürce içinden geldiği gibi yaşa diyen içindeki ses şimdi sen zavallının ,aşağılık insanın birisin.ölmeli ve bu iğrenç varlığını yok etmelisin..acıların ancak ölürsen bitecek diyordu..yağmur yağıyordu..üzerindeki samur kürkü sırılsıklam olmuştu..gözyaşları yağmur sularına karışmış yüzündeki boyalar yüzünü daha da acınacak bir hale sokmuştu..üzerindeki kürkü tiksintiyle çıkarıp attı..kulaklarındaki küpeleri,elindeki yüzükleri,bilezikleri..takma tırnaklarını,kaşlarını..topuklu ayakkabılarını..
Üzerinde bir gömlek ve ayağında bir dar mini etek..yalınayak,sırılsıklam yürüyordu..birden bakışları sabitleşti..kararını vermişti..kendini köprüden atacaktı..zaten boğaz köprüsünden atlamak çok moda diye belli belirsiz güldü..yarın gazeteler seni yazacak..bir travesti daha öldü..ve seninle yatan birçok saygın( ! ) iş adamı bile için için sevinecek..hem sırrını mezara götürdüğün için,hem toplumdan bir pislik temizlendiği için..varsın pu iğrenç dünya sizlerin olsun ölüm bana yeter..hızla demir korkuluklara doğru koştu ve çıkmasıyla atlaması bir oldu..bir an,bir saniye bile düşünmeden bıraktı kendini boşluğa..işte kuş olmuş uçuyordu..ne olurdu hep böyle hafif hissetseydi..ne güzel bir duyguydu uçmak..ve ardından korkunç bir ses ve sessizlik…
________________________________________
Gözlerini açtığında küçük bir kuübedeydi..ne olduğunu,nerde olduğunu anlamağa çalıştı..hertarafı ağrıyordu..parmağını bile kımıldatacak hali yoktu..doğrulmak istedi beceremedi.. Acıyla inledi.hayal meyal bir görüntü vardı gözlerinin önünde..güven dolu,şefkat dolu bir ses yorma kendini evladım..dinlenmene bak dedi.. kendinden geçmeden önce duyduğu son sözler bunlardı.. gerçekten bu ses ona güven ve huzur vermişti..bıraktı kendini uykunun kollarına..kendinden geçmişti..yaşlı balıkçı hüzünle süzdü bu genç insanı..zavallı diye mırıldandı..daha yirmisinde ya var,ya yoktu..şairin mısraları döküldü dudaklarından:
‘’Bu kaçıncı bahçe gördüğüm,tarumar’’
Ağlıyordu..
Tekrar gözlerini açtığında ilk gördüğü nur yüzlü babacan bir ihtiyar oldu..aman Allahım bu ne güzel yüz diye geçirdi içinden..güzel dedimse öyle değil..manevi güzellik..insanın içini huzurla dolduruyor..o çekim alanından güçlükle kurtulup mırıldandı.
Nerdeyim ben,siz kimsiniz?
İhtiyar yine gülümsüyordu.evlat dedi .benim fakirhanedesin..tam köprünün altından geçiyordum teknemle birden ağların üstüne gürültüyle bir şey düştü..bende bu günkü kısmetimiz buymuş deyip seni aldım ve evime getirdim..
İhtiyar bir yandan bunları anlatıyor bir yandan da hazırladığı sıcak bir çayı ona uzatıyordu
İç iyi gelir dedi.
Şaşkınlıkla etrafına bakıp duruyordu.nerdeydi,ne olmuştu..
Kafası çatlarcasına ağrımaya başlamıştı..hala toparlayamamış,olanları kavrayamamıştı.
İhtiyar anlatmaya devam ediyordu.evlat önemli bir şeyin yok..bırkaç kırık ,biraz ezik vs sana uyguladığım tedaviyle inşa-ALLAH en kısa zamanda ayağa kalkarsın.benim kimim kimsem yok.bir tek Rabbim var oda bana yetiyor.rahatsız edeceğim diye çekinme..hem bana can yoldaşı olursun..biryandan ihtiyarı dinlerken bir yandan düşünüyordu..sis perdesi aralanmış,her şeyi hatırlamağa başlamıştı.

Öfkeyle baktı ihtiyara..beni niye kurtardın ki babalık dedi..
İhtiyar yüzünde o hiç eksik etmediği tebessümle karşılık verdi..ben değil evlat,seni Allah kurtardı.sana ikinci bir şans veren o..
-Hem söylermisin neden intihara kalkıştın?
-?!!!
-Boş ver amca!
Sen bilirsin ama dilersen anlat derdini..rahatlarsın..
Çok ihtiyacı vardı içini dökmeye..hem bu nur yüzlü ihtiyardan daha iyi dost mu bulacaktı dert anlatacak..
Birden ağlamaya başladı..hıçkırıklarla ağlıyordu..
İhiyar:ağla evladım ,ağla dedi..tutma kendini..açılırsın..
-Ölmek istiyorum amca..bu hayattan bıktım..
-Evladım tüm zorluklarına rağmen hayat güzeldir,neden ölesin ki?
-kendimi duygularımın akışına bıraktım,bu uğurda tüm toplumu karşıma aldım,geldiğim noktaya bak !
-senin kimin ,kimsen yok mu?
-Bu hallere düşünce kimin kalır ki,sen benim gibi bir evladın olsun istermisin amca?
-???!!
Peki evladım niye kendini bu hallere soktun ki?
-İçimdeki duygulara bıraktım kendimi..yani içimden geldiği gibi davrandım..,
Tanrı beni böyle yaratmışsa,kaderim buysa suç benim mi?
İki kez tecavüze uğradım çocukken..ama o olaylar olmasa da eminim bi şey değişmeyecekti..
Çünkü benim duygularım böyle..doğuştan bu duyguları taşıyorum ben..
Dikkatle onu dinleyen ihtiyar birden sözünü kesti
-yani sen demek istiyorsun ki,beni Allah böyle yarattı bana haksızlık etti..
-Şeyy,evet..
Yani normal yaratsaydı bunalıma düşmeyecektin..
-? ? ..
Peki hep senin gibiler mi intihar ediyor?
-???..
-peki sen böyle dersen,bedenen sakat doğan insanlar ne yapsın?
Elleri ,ayakları olmayanlar,kör ,yatalak doğanlar,deliler,geri zekalılar..
Onların suçu ne ?
-???...
-Amca kafamı karıştırdın..ben anlamam ki böyle şeylerden..
Aynı orta okuladaki dindersi hocam gibi konuşuyorsun..
-Allah’a inanıyormusun ?
-Ne demek şimdi bu amca elbet inanıyorum,’’günahkarım belki ama,elhamdülillah müslümanım’’
- Peki evlat.,.sorarım sana sence hayatın anlamı ne?
Tüm kainatı hizmetimize verip niye yaratmış bizi Allah ?
??..
Sence onca yaratık içinden sadece insanların ve cinlerin akıl sahibi olmaları bir tesadüf mü ?
Bak ne diyor Allah biz egönderdiği kitabında:’’Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım(ayet))diyor..
Yani bizi bu dünyaya boşuna göndermemiş..akıl vermiş,ve diğer canlıların başına efendi yapmış..
Onları binek olarak kullanıyoruz,etinden,sütünden faydalanıyoruz..
O hayvanlardan bir farkımız olması gerekmez mi?
-İlgiyle dinliyordu genç travesti..
-Amca amma yaptın ben iyi bir insanım,kimsenin zararını,kötülüğünü istemem
-tamam evladım da yalnızca iyi insan olmak bizi kurtarmaz.

-???.-Başka ne yapmalıyız ki?

-O zaten kesinlikle olmalı..’’Müslüman insanların elinden dilinden zarar görmediği kişidir’’diyor peygamberimiz..
-peki evlat,Müslüman ne demektir ?
-??..
Şeyy..Allaha va peygambere inanan değil mi ?
-Evet elbette..ama ben kelime anlamını sormuştum
-Bilmem
-Müslüman,teslim olan demektir.
Yani Allah’a kayıtsız şartsız inanan,onun emir ve yasaklarına itiraz etmeden inanıp uygulayan demektir..
Dikkatle dinliyordu..yüzünde sıkıntılı bir ifade vardı..
-‘’Amca,biliyorum benim yaptığım büyük günah..peki,ALLAH BENİ AFFEDER Mİ?’’
Gülümsedi ihtiyar..evlat dedi sen lut peygamberi ve helak olan kavmini hiç duydun mu ?
-Evet..bu yolda olan herkes azçok bişeyler bilir onlar hakkında..Tarihteki ilk sapık kavimmiş..
Bunu söylerken birden canı sıkıldı..evet yaptığının normal olmadığını (tüm topluma,hatta kendisine bile aksini iddia etsede)çok iyi biliyordu..
ama ilk defa burada bunun sapıklık olduğunu itiraf ediyordu ve bu hiç hoşuna gitmemişti..
İhtiyar onun düşüncelerinden habersiz devam ediyordu.
-işte ,eğer Allah (cc)affetmiyecek olsaydı onlara peygamber göndermezdi..
-??!!...
-RABBİMİZİN RAHMETİ ÇOK GENİŞTİR..ASIL TEHLİKELİ OLAN ONUN RAHMETİNDEN ÜMİDİNİ KESMEKTİR’’

-Senin de dediğin gibi senin yaptığın Allah’a ortak koşmak olan’’şirk’’ten sonra en büyük günah..ama Allahtan ümit kesmek en az onun kadar günah..
İyi de amca,bu halimle ben ne olacağım ne kadınım ne de erkek..duygularımın baskısından nasıl kurtulacağım?

İhtiyar ciddi bir tavırla konuşmaya başladı..
Evlat sen şimdi (Allah korusun)kanser olsaydın veya çok önemli başka bir hastalığın olsaydı,veya komada olsaydın doktor sana ne yapardı?
Tabii ki ciddi bir tedavi veya operasyon uygulardı.
İşte biz de öyle yapacağız.ciddi ve uzun aşamalı bir tedavi uygulayacağız.
Nasıl yani ?
Bizim hastalığımız manevi..,tedavimizde öyle olacak.
Öncelikle kampa gireceksin
????
yani burada epey uzun kalacaksın.
Size yük olmayacaksam,Sorun değil.
Sonra oruç tutacaksın..tedavi süresince oruç devam edecek.
Oruç neden??
‘’Nefs ‘’i terbiye etmenin en etkili yolu ‘’oruç tutmak’’tır.
Sonra ?
Namaz kılmasını biliyor musun ?
Biraz..
Ama yıllardır kılmadım ,duaları hatırladığımı sanmıyorum.
Öyleyse önce dua ezberleyeceksin.ama bu arada boş durmak yok,gir banyoya iyice bir temizlen,şu elbiseleri giy.
Adın neydi evlat ?
Şşşey..kamil.(yıllarca soranlara hülya dediğinden bir an tereddüt etmişti)
Unutma ,Allah seni erkek olarak yarattı..ve sen kıyafetinle ,görünüşünle erkek olma gayreti içinde olacaksın.
Ya duygularım?
Yani kadınlara değil erkeklere ilgi duyuyorum

Bunu söylerken ilk defa utanmış ve başını öne eğmişti.

Sen merak etme dedi ihtiyar..tedavi süresi bittiğinde bunun bir tuzak olduğunu fark edeceksin..cinsel duygu Allahın insanların evlenip çoluk çocuk sahibi olmaları için yarattığı bir nimet.insanı şeytanın kölesi yapan bir zillet değil,bunu anlayacaksın.önce yoldan çıkan nefs’ini,oruç,dua ve ibadetle terbiye edelim.
Elindeki dua kitabını uzattı.buradan namazın nasıl kılındığını ve sureleri oku,ezberle..bu arada boş durmak yok.şu işaretlediğim duayı hemen ezberleyip diline vird ediniyorsun.
‘’la ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin’’
‘’Allah’ım ben nefsime zulmettim,zalimlerden oldum,sen affedicisin,affetmeyi seversin beni affet.’’
Bu dua Yunus peygamber (as)in balığın karnında yaptığı duadır.ve çok makbuldür.bu duayı sürekli yapacaksın.yatarken ,otururken,iş yaparken,gezerken vs.
Boş otururken de eline tesbihi alıp ‘’estağfurullah’’diye tesbih çekeceksin.
Baçlangıç olarak günde ‘’Bin’’defa estağfurullah çek.,yüz defa o okuduğum yunus (as)duasını oku.her vakit namazının ardından en az iki rekat tövbe namazı kıl ve kıyamda,rükuda,secdede hep bu duayı oku.
İlgiyle dinliyordu kamil..gözleri dolu dolu ,pişman,bin pişman,ama ilk kez umutlu..

Amca ,Allah gerçekten bunca rezillikten sonra beni affeder mi?

Evlat,denizden bir bardak su alsan bir eksilme olur mu ?

Olmaz elbette..
Ya bir kova ?
Gene olmaz
Bir ton,üç ton …
Hayır gene hiçbir eksilme olmaz..

İşte o denizlerin sahibi Allahtır.ve onun rahmetini anlatmaya aslında denizler ,okyanuslar yetmez.o günahta ısrar edip kendisine asi olanlara karşı ‘’kahhar’’olduğu gibi kendinden af dileyenlere karşı ‘’Rahman’’sıfatıyla çok merhametlidir.Dilerse işlediğin günahları affeder.o günahlar okyanus ve denizlerdeki köpükler kadar çok olsa da..


Ben..çok pişmanım ..
Birden hıçkırıklara boğuldu..gözyaşı sel olmuş akıyordu..
Secdeye kapanmış sarsıla,sarsıla ağlıyordu

Allahım,ben nefsime zulmettim,zalimlerden oldum,
,sen affedicisin,affetmeyi seversin beni affet


İhtiyar gülümseyerek baktı ona ve :ağla evladım şu an akıttığın her damla gözyaşı günahlarını yok ediyor.seni günah kirinden yıkıyor,temizliyor.kararan kalbini ak,pak ediyor.seni yıllardır bir köle olarak kullanan şeytanı da hırsından çatlatıyor,kahrediyor.artık seni aydınlık günler bekliyor inşaALLAH.şu an ölsen bile bahtiyarsın.ama ölmeyi değil yaşamayı dile Allahtan..dile ki duanın,ibadetin lezzetini tadasın,senin gibi yaşayanlara örnek olasın.savaş ve kazan bu imtihanı..ve o batağa düşenlerin elinden tut..çek çıkar onları düştükleri bataktan..

Gelin diye haykır,ışık bu tarafta,kurtulun karanlıktan,
Hiç umut kesilir mi o merhameti sonsuz Allah’tan..

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Temmuz 2007       Mesaj #1114
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BİR ÖYKÜ
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip
utangaç bir tavırla rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından
fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların
Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..
Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu..
Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı...
Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan
masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter,
dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa
gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..

Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini
bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi.
Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu?
Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce
bir kazada kabetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun
anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam"
dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için
bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a
bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar
fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu
biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan
fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan
kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite
inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin
kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"

Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı.
Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya,
Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için
onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.

=========

Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara,
yaklaşmadan önce bir kez daha düşünmeniz dileğiyle...
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
31 Temmuz 2007       Mesaj #1115
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Doktor, yanındaki kendisi kadar ciddi ve sert bakışlı baş hemşire ile birlikte hastanın son bilgilerini inceledikten sonra, oda dışına doğru yürümeye başladı.
Aniden rahatsızlanıp, hastaneye getirilmiş olan adam, gülümsemeye çalışarak seslendi;
-Hey! Ben henüz yaşıyorum. Benimle de konuşabilirsiniz.
Doktor, yüzündeki hala ciddi ve hala sert olan bakışlarını bozmadan döndü;
-Ne konuşmalıyız! Spor, magazin, borsa?
Doktorun, her kelime arasında duraklayarak, vurgu yaparak konuşması ama şaka yapar gibi bir halinin olmaması, hastayı şaşırtmıştı.
-Bunları da konuşabiliriz.
Doktor devam etti;
-Yazar olduğunuzu öğrendim, isterseniz hayat hikayemizi anlatalım, size konu çıksın.
-Fena olmaz ama önce hastalığımı konuşsak.
-Sizce bunu konuşmak için zamanı ben belirlesem.
-Tamam ama silahları ben seçerim, keh keh… espiri, espiri…
Ne doktor, ne hemşirenin yüzünde bir gülümseme vardı.
-Tamam canım, silahları da siz seçin.
Doktor ağır ağır konuştu;
-Hastalığınız ciddi değil, sadece aşırı sıcaktan kaynaklanıyor. Bunları hasta kontrol saatimizden çalmadan, diğer hastaları da hızlıca gözlemledikten sonra da söyleyebilirdik ama buyurun işte, söyledik.
-Tamam doktor, kızmayın hemen, biraz rahat olun, şakacı, neşeli olmaktan zarar gelmez. Gören de bir yakınını, oğlunu filan kaybetmiş, öfkesini benden alıyor sanacak.
-Oğlumu değil, kızımı…
Hasta bozuldu, lafın devamı gelmeyince sormak zorunda kaldı;
-Şaka yapıyorsunuz değil mi Doktor?
-Tabi, arada yaparım, ben de insanım.
-Hayır, geneli sormuyorum, şimdi!
Doktor saatine baktı, sonra cevapladı;
-Hayır şimdi yapmıyorum.
-Off. doktor, öldüreceksiniz beni,
-Sizi öldürecek olsam bunu size söyler miyim sanıyorsunuz, ama sizi tanıdıkça görüyorum ki fena fikir değil.
-Hala anlayamadım şaka yapıp yapmadığınızı.
Doktor, yüzünde ciddi bakışlarla yürüyüp giderken mırıldandı;
-Şakaydı.
Hasta, bir “Oh! ” çekerken, hemşire çıkmadan seslendi;
-Ne biçim doktormuş yahu! Ben şaka yapmıyor diye kızarken, o kara mizahla beni öldürecekti.
-Doktorun öldürme yöntemleri farklıdır! .
-Hah! tamam, böyle doktora böyle hemşire. Neyse, siz yine de söyleyin, doktor o kadar konuşmamıza rağmen hiç gülmedi, canı bir şeye mi sıkkın.
-Şakacı bir yazar olduğu meşhur olan, şımarık bir yazara, yalandan gülücükler dağıtmadı diye mi şaşırdınız. Bu gün sigarayı bırakmak zorunda kaldı, kanser olduğunu öğrendi.
-Şaka yapıyorsunuz!
-Şaka yapar gibi bir halim var mı?
-Şey… yok aslında…
Hemşirenin sert bakışlarında bir gülümseme dolaştı;
-Oysa şaka yapıyordum.
-Ohhh… tamam pes, pes, siz yine gülümsemeyin, benle konuşmayın ama nolur şaka yapmayın.
-Unutmayın, önce siz başlatmıştınız, oysa biz işimizi gayet ciddi yaparız.
Doktor kapıda göründü;
-Hemşire hanım, 14 numaradaki hastanın ellerinde alerji başlangıcı izleri var, tetkik istiyorum, kağıdına not alınız.
Hemşire çıkarken, hastaya doğru;
-Noldu, birşeye canınız mı sıkıldı?
-Şey aslında,… bir doktorun sigarayı bırakmak zorunda kaldığını çünkü kanser olduğunu öğrendiğini söyledi.
-Kanser olduğunu mu! Yoksa kendisinin kanser olduğunu da söyledi mi size?
Hasta derin bir “of! ” çekti;
-Off …. yapmayın doktor bey, lütfen bununda bir şaka olduğunu söyleyin! .
-Bu sizi rahatlatacaksa tabi ki söylerim; “Bu bir şakaydı.”
-Ciddi misiniz?
-Çoğu zaman.
-Yine mi zamanla kelime oyunu oynayacaksınız! .. ‘Ciddi misiniz? ’ derken neyi kastettiğimi biliyorsunuz.
-Aha! Yazarsınız diye, kelime oyunu ha, kastettiğiniz nedir.
-Hemşire hanım hakkında şaka mı yaptınız?
-“Şaka yaptım” derken ciddiydim, ama “ciddiyim” derken, bazen şaka yaptığım olur.
-Yani…
-Hemşire hanım kanser değil ama sigarayı bırakmak zorunda olan biri var.
-Siz mi?
-Evet, bu sinirli bakışlarımı neye borçluyum sanıyorsunuz.
-Şey… bir şey sorabilir miyim?
-Bu yetenek ve yeterlilik sizde var, tabi sorabilirsiniz.
-Hasta olmadan bu hastaneden çıkmamın yolu nedir?
-İşte sonunda yenilgiyi kabul ettiniz. Köşe yazılarınızdaki alaycı üslup…
-Şakacı diyelim.
-Şakacı uslup, başınıza gelince tavrınız değişti.
-Çoook…. Ama bundan sonra, bebeklerin bağrına astığı “Beni öpme” gibi, “Bana kara mizah yapma” diye bir yazı asabilirim.

Ahmet Ünal ÇAM
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Temmuz 2007       Mesaj #1116
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
BIRAKIP DA GİDENE...
Burnu bir karış havada, gözü
yükseklerdeydi ben onu sevdiğimde.
Hele hele benim aşkımı
yerden yere vurup,
nasıl kırmıştı kalbimi zalim.
Dudaklarından dökülen acı sözleri;
öyle ki, bugün bile unutamadım.
Ne tebessümdü o , zehirden beter.
Her olayda içim paramparça,
gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı olurdu.
Yorgun düşerdim onsuz geçen,
onunla dolu, koyu siyah gecelerden.
Pişmanlıktan kendime lanetler eder,
sevgimi söylediğim günü düşündükçe,
kaleme sarılıp yazardım ona nefretin
aşkla kucaklaştığı o uzun mısralarımı.
Derdim ki; alın yazımdı,
onbeşimin çocuksu aşkıydı.
Nasıl da gülerdi canı istedi mi...
En anlamlı bakışlarıyla önce ümitlendirir,
ardından bir uçurumun kenarına
yapayalnız bırakır giderdi.
Ben çaresiz, ben yorgun,
ben bıkkın bu sevdadan.
Ah bilirdi o insafsız,
diri diri yanardım o böyle yaptıkça...
Şubatın buz gibi kasvetli soğuğunda;
onda ne bulduğumu bugün bile bilemem.
Ama o günlerde hayatımın amacı,
varolma gibi gelirdi bana.
Çocukluk mu, yoksa gençliğimin
safça tutkusu muydu bu
kölesiye bağlanış,
içten içe kopan fırtınalar,
bu delice yakarış?
Kimbilir, belki de
sevilmeye muhtaç bir kalbin
bitmek bilmeyen kaprisi...
Ondan hiçbir şey istememiştim.
Sadece sevgi...
Evet, şimdi yıllar sonra ben,
onu düşünüyorum ilk defa
kucağımda resimler, hatıralarla.
Hava yine soğuk, yine kasvetli
gözleri gözlerimde yine
sevgi, derin yüreğimde.
Unuttum sanırdım, meğer aldanmışım,
ağladım saatlerce.
Bu onun "ölüm yıldönümü"dür.
17'sinde toprakla kucaklaşan,
o zalimin hikayesidir anlatılan.
Bir melodidir kırık, umutsuz...
Doldururken sensizlik o an odayı
gönlüm hala boş, kafam yine dumanlı.
Bir feryat yankılanmıştı acı dolu
tam 15 yıl önce bugün bomboş kırlarda.
Deli gibi koştum sınıfa, sırası boştu.
Benim kadar çaresizdi her köşe.
Kendi kendime konuşarak
yaklaştım sırasına;
"Sen ölemezsin; canımsın, sevgimsin, emelimsin
Dileğince nefret et, alay et duygularımla Kızmam sana
Ama ne olur bir yalan olsun, acı bir şaka.
Evet, evet beni üzmek için yapıyorsun.
Herşeyini özledim...
Allahım son defa göreyim yeter bana"
Bu sensiz yakarış defalarca sürmüştü
ta ki, ölümün o sinsi kokusunu
içimde duyana kadar.
Hıçkıra hıçkıra ağladım,
sıraya kazıdığın ismini öptüm.
Sonra, ona ait birşeyler bulmak için
aradım her köşeyi...
Yalnızca buruşturulmuş bir sayfa,
rengi solmuş.
Yazı, onun yazısı.
Bir mektuptu, özenilerek yazılmış,
belki de çok emek verilmiş her satırına...
Çok şaşırdım, mektup bana hitabendi.
Korkakça, kaybolmasından korkarak,
acıyla okudum her cümleyi
kalbimde büyüyen bir özlemle...
Hele hele o ilk satırı...
Öyle ki, bugün bile unutamam,
okudukça ağlarım.
"İnsan sevdiğini yerden yere vururmuş
bir tanem, AFFET BENİ !!!..."
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
31 Temmuz 2007       Mesaj #1117
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
MEHMET ve CANAN bir çarpışma esnasında tanıştılar.daha sonra da muhabbetleri daha da yoğun oldu.

MEHMET , CANAN ' ın cebine her doğum gününde şu notu bırakırdı

bir gün gelecek doğum gününü unuttum sanacaksın.ama hep hatırlamış olacağım.DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN

aradan biraz zaman geçti ve aşık oldular birbirlerine.

ama her doğum gününde aynı not.başka bişey yok.

gene uzun zaman geçmedi.evlenmeye karar verdiler ve evlendiler.

her şey güzel her şey yolunda bir hayat sürdürdüler.

fakat hep doğum gününde aynı not var.

CANAN bunun nedenini sorduğunda, eşi hep kaçamak cevaplar verip konuyu kapatırdı.


derken bir gün bu rüya bir trafik kazasıyla sona erdi.

aradan bir yıl geçti.kadıncağızın kimsesi yok.doğum gününde yapayalnız.

cebine bakındı durdu eski not var mı diye.ama yok.üzüntüsü daha da artar oldu.

derken canı sıkılıp biraz hava almak istedi.o esnada mağazanın birinde gözüne ışıltılı bi elbise takıldı.sanki kendisi için yapılmıştı o elbise.giydi.tam bedenine uygun.buna anlam veremedi.ama gene de aldı elbiseyi.

eve geldi elbiseyi giydi.sağına soluna bakınırken bir kağıt parçası takıldı eline.

şaşırdı ve aldı kağıdı okumaya başladı :

AŞKIM BİLİYORUM.ŞU ANDA BENİ ÖZLÜYORSUN.KİMSEDE DOĞUM GÜNÜNÜ KUTLAMADI.AMA BEN BUNU DAHA EVVEL RÜYAMDA GÖRMÜŞTÜM ve Bİ ANLAM VEREMEMİŞTİM.

BEN BİR TRAFİK KAZASINDA ÖLÜYORDUM VE YILLAR SONRA SENİN DOĞUM GÜNÜNDE O MAĞAZANIN ÖNÜNDEN CANIN SIKKIN BİR ŞEKİLDE GEÇTİĞİNİ GÖRDÜM.

AKLIMA BU FİKİR GELDİ.SENİN DOĞUM GÜNÜNÜ KİMSE HATIRLAMASA BİLE BEN HİÇ UNUTMAMIŞTIM.DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN BEBEĞİM

kadın notu okuyunca bir an için durakladı.dudaklarından şu cümleler döküldü ve yığıldı kaldı :

Mehmet bende şu anda öleceğimi rüyamda görmüştüm dedi ve son nefesini verdi.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Temmuz 2007       Mesaj #1118
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Karlar yağdı soğuk aralık akşamlarında; derken yine bir gün kalbimi acıttın her zaman ki gibi; değiştin sanıyordum ve sen yine bilmiyordun. Şimdi bunları anlatsa sana birileri kim bilir yada boş ver bilme en iyisi…
RuYa - avatarı
RuYa
Ziyaretçi
31 Temmuz 2007       Mesaj #1119
RuYa - avatarı
Ziyaretçi
Genç bir adam kendi yöresinde çok tanınan bir bilgenin yanına gitti. Derdi biraz farklıydı. Genç yaşında hep başarı kazanmıştı. Babasından devraldığı küçük işi hızla büyütmüş, zengin olmuştu. Çevresindeki herkez ona saygı gösteriyordu. Düşmanı yoktu. Evlilikleri başarılı olmuş, çok genç yaşlarda başlayarak birkaç kez baba olmuştu. Ve genç adamın derdi de buradan sonra başlıyordu. Bu kadar erken başarı, çok başarı, çok sayılmak yüzünden bütün çevresindeki insanları "küçük" görmeye başlamıştı. Genç adam için "önemli" hiçbir iş, hiçbir insan, hiçbir durum kalmamıştı. Hiçbir konuşmayı birkaç dakikadan fazla dinleyemiyor, okumaya başladığı herşeyi birkaç dakika içinde elinden bırakıyordu.

Bilge kişi genç adamı uzun uzun dinledi. Genç adam anlattıkça anlattı.Sonra da bilge kişi sordu: "Yaparken zevk aldığın, her şeyden daha fazla ilgini çeken hiçbir şey yok mu?" Genç adam bir süre düşündü ve cevap verdi: "Satranç..." dedi, "Ama satrancı da çok iyi oynadığım için rakip bulamıyorum." Bilge kişi "Güzel" dedi, "Burada bir öğrencim var, o da iyi satranç oynuyor." Öğrencisini çağırdı, satranç masası kuruldu. Genç adam ve öğrenci karşılıklı oturdular. Bilge kişi aniden "Bir dakika" dedi, "Bu satranç karşılaşması biraz farklı olacak. Kaybeden, kafasını da kaybedecek. Kaybedenin kafasını ben kendi elimle, kendi hançerimle keseceğim. Tamam mı?" Öğrencisi "Tabii efendim" deyince genç adam da daha zayıf bir sesle "Tamam" dedi.

Oyun başladı. "Her şeyi en iyi yapan", "Her şeyde en başarılı" genç adam boncuk boncuk terliyordu. Yaptığı her atak bilgenin öğrencisi tarafından ustaca savuşturuluyordu. Genç adam terlemeye devam ediyordu. Bir süre sonra savunmaları düşmeye başladı. Öğrenci usta hamlelerle genç adamı sıkıştırmıştı. Genç adam bir an bilge kişiye baktı. Gözleri korku doluydu. Bilge kişi o an, bir el darbesiyle satranç masasını devirdi: "Tamam bitti! Hiç kimsenin kafası kesilmeyecek!" Genç adam önüne bakıyordu. Bilge kişi konuştu: "İşte tekrar tutkuyu yaşadın... Dikkatini toplamayı öğrendin... Hiç kimseyi küçümsememen gerektiğini gördün... Her an ölümün yanında yaşadığın için her şeye değer vermen gerektiğini anladın..." Sonra bilge ve öğrencisi yere saçılmış satranç taşlarını birlikte toplayıp kutusuna koydular.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
31 Temmuz 2007       Mesaj #1120
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
KORKUYORUM


Seninle uzaklara gitmek istemekten korkuyorum. Çünkü gideceğin yollar bitmiş senin. Hayal etmekte güzel ama bir otobüse binmişiz sen ve ben; camdan dışarıyı seyrediyoruz. Tarlada çalışan kadınları, dağları, güneşi, yıldızları ve cama yansıyan gölgelerimizi… O otobüs öyle uzaklara gidiyor ki; hiç görmediğim okyanusu görebileceğim kadar uzaklara. Hayal bu ya bir de ev yapmışlar bizim için, anahtarı cebinde, haydi aç kapıyı da girelim içeriye. Şu yatağa, perdelere, masaya bak, hepside ne kadar güzel değil mi? Evimize yavaş yavaş yerleşiyoruz; her şeyi tek tek tanıyoruz. Şimdi sıra birbirimizi tanımaya geldi. Kalabalıklar için de imkânsızdı birbirimizi tanımak. Haydi, çıkaralım maskelerimizi. Kucağına yatıyorum; yavaş yavaş saçlarımı okşuyorsun. Yanındaki çantadan bir kitap çıkartıyorsun; o güne kadar hiç duymadığım en güzel masalları okuyorsun benim için. Uyumuşum. Sabah kalktığımda sana gördüğüm rüyayı anlatıyorum. Rüya bu ya sevişmişiz seninle. Öyle güzel gülümsüyorsun ki buna karşılık vermemem imkânsız. Senin için reçelli yumurta yapıyorum. Karnımızda doydu. Şimdi ne iş yapacağımıza karar vermeliyiz. Emek vermeliyiz bir şey için. Emek verilmeyen her şey sıradan ve anlamsızdır değil mi? Cama doğru ilerliyorsun, okyanusu gören camımıza doğru. Yanına geliyorum birlikte seyretmeye başlıyoruz. Dışarıda duran kayığa takılıyor gözlerimiz, birbirimize bakıyoruz. O an balıkçı olmaya karar veriyoruz sen ve ben. Öyle mutluyuz ki, sen her gece benim için masallar okuyorsun. Ben her sabah senin için reçelli yumurta yapıyorum. Şarkılar söylüyoruz birlikte, dans ediyoruz. Gördüğümüz rüyaları anlatıyoruz birbirimize. Kayığımıza binip her gün balık tutuyoruz. Günler, aylar, mevsimler, yüzyıllar hatta bin yıllar geçiyor böyle. Bin yıl yaşar mı insan diyorsun değil mi? Hayallerde yaşar, sonsuza dek yaşar insan. Yolların bitmemiş olsaydı okyanusu görmeye gelir miydin benimle?

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat