Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 150

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 546.968 Cevap: 1.812
DreamLiKe - avatarı
DreamLiKe
Ziyaretçi
22 Ocak 2008       Mesaj #1491
DreamLiKe - avatarı
Ziyaretçi
İnsan Beyninin Gücü

Sponsorlu Bağlantılar
Polonya'daki Lodz kasabasından çıkan tren, dükkanlara dondurma dağıtır. Görevlilerden ikisi, dondurmaları dükkana taşımak için dondurma
dolabının içine girer. O sırada dolabın kapağı kapanır ve içerde
kalırlar. Dolabın kapağını vururlar ama onları duyan kimse yoktur. Öleceklerini anlarlar ve sürekli kendi kendilerine "Donucaz, donucaz..." diye mırıldanırlar. İçlerinden bir tanesi kağıda "Yavaş yavaş tenimiz donmaya başladı, artık dayanamıyoruz." diye yazı yazar. En sonunda bunlar donucaz diye diye donarak ölürler. O akşam onları orada bir kasabalı bulur ve polise haber verir. Olay yerine gelen polis bunların otopsisini yaparak donarak öldüklerini kamuoyuna açıklar.

Ama dolap sabahtan beri çalışmıyordur...
DreamLiKe - avatarı
DreamLiKe
Ziyaretçi
22 Ocak 2008       Mesaj #1492
DreamLiKe - avatarı
Ziyaretçi
Savaşta 1 Kurşunla Hamile Kalan Kadın

Sponsorlu Bağlantılar
Çok eski çağlarda yapılan bir savaş esnasında karşı cepheden gelen bir kurşun diğer çephedeki erkeğin yumurtalığından geçer ve kurşun sperme bulanır yumurtalığı delip geçen kurşun daha sonra bir kadının rahmine saplanarak o kadını hamile bırakır.
miss_didem - avatarı
miss_didem
Ziyaretçi
22 Ocak 2008       Mesaj #1493
miss_didem - avatarı
Ziyaretçi
hayvanpc0
PAPATYA VE KELEBEK

Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında, küçük bir tırtıl gözlerini

hayata açmış. Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış.

Ne bulursa yemiş. Bir süre sonra, yeterince büyüdüğünde,

kendine güvenli bir yer bulup, bir koza örmeye başlamış.

Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da,

rengarenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.



Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya

başlamış. Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış.

Derken bir vadiye gelmiş. Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye.

Etrafına şaşkın şaşkın bakarken, vadinin öbür ucunda bir papatya

görmüş. Bir anda afallamış. Ne düşüneceğini, ne yapacağını

bilememiş. içinden "Ne muhteşem bir çiçek" diye geçirmiş.

Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli, hoş kokulu çiçeğin

üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.



"Merhaba" demiş papatyaya, "sizi uzaktan gördüm ve yanınıza

gelmek istedim.". Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve

"Merhaba" demiş, "ben de yalnızlıktan sıkılmıştım zaten."

Ve konuşmaya başlamışlar. Kelebek ona hayat hikayesini,

nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı, tepeleri anlatmış.



Papatya da ona kendinden bahsetmiş. Birbirlerinden gerçekten

hoşlanmışlar. Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş.

Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını

seyretmişler. Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı

güneşin yakıcı ışınlarından korumuş. Minik kelebek papatyayı çok

sevmiş. O kadar çok sevmiş ki, bir türlü onun yanından ayrılamamış.

Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş. Ama cesaret

edip de bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü. Onu kırmaktan,

incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş. Papatya da

kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini.

Duygularının karşılığının olmayacağından, bu yüzden kelebeği

kaybedeceğinden korkmuş. Böylece iki sevgili yan yana

ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.



Böylece saatler saatleri kovalamış. Günler geçip de, kelebek

artık zamanı kalmadığını, gücünün tükendiğini anlayınca, papatyaya

dönmüş ve; "Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek" demiş.

Papatya buna bir anlam verememiş. "Neden" demiş. "Yoksa

benim yanımda mutsuz musun?". "Hayır" demiş kelebek. "Bilakis,

sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü

sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık

kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."



Papatya bu duruma çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş zaten.

Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını

fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya "Sevi seviyorum"

diyebilmiş ancak. Papatya donakalmış. Sadece "Bende..."

diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş.



İçinden "Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim.

Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş.

Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin

acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş,

sonra da dökülmeye başlamış.

Her düşen yaprakta papatya, "seviyormuş" diye geçirmiş içinden.



İşte o günden beri, bunu bilen aşıklar,

sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş:

"Seviyor mu, sevmiyor mu?"...
Alıntı
darklive - avatarı
darklive
Ziyaretçi
22 Ocak 2008       Mesaj #1494
darklive - avatarı
Ziyaretçi
KURABİYE HIRSIZI


Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında,
Daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına.
Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket
kurabiye alıp, buldu kendisine oturacak bir yer.

Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de
Yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde
Aralarında duran paketten birer birer kurabiye
Aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de.

Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken,
Gözü saatteydi, "kurabiye hırsızı"yavaş yavaş
Tüketirken kurabiyelerini.
Kulağı saatin tik tak larındaydı ama yine de
engelleyemiyordu tik tak lar sinirlenmesini.
Düşünüyordu kendi kendine, "Kibar bir insan olmasaydım,
Morartırdım şu adamın gözlerini!"

Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini.
Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca
"Bakalım şimdi ne yapacak?" dedi kendi kendine.
Adam, yüzünde asabi bir gülümsemeyle
Uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye.
Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.

Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve
"Aman Tanrım, ne cüretkar ve ne kaba bir adam,
Üstelik bir teşekkür bile etmiyor!"
Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında,

Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla.
Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına,
Dönüp bakmadı bile "kurabiye hırsızı" na.
Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna,
Sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına.

Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla.
Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye!
Çaresizlik içinde inledi, "Bunlar benim kurabiyelerimse eğer;
Ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini!"
Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle,
Kaba ve cüretkar olan,"kurabiye hırsızı"kendisiydi işte.Msn Surprised
Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
26 Ocak 2008       Mesaj #1495
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Pencere

Akşamları kederlenip için için yanıyordum.

Sana kimse bakmıyordu, unutulmuş gibiydin. Kalın bir duvar doğuyordu içeriyle aranda. Her pencere duvara konan tuğlalara gösterilen özenle yerleştiriliyordu. Bir ben kaldım. Koyacak yer bulamadılar.

Doğrusu ben de sana bakmayan, seni görmeyen bir yerde olmak istemedim. Ve sonra, karanlığın kalbini deler gibi duvarın yıktırılan yerinden sana doğru gülümsedim. Artık her daim seni görecek, sana görülecek ve seni gösterecek bir pencere olmuştum.



Sabahları ışığını süzerek alıyordum. Arada bir açılıp kokunu çağırıyordum. Sen yeşerdiğinde gülüyordum. Sen sarardığında ya da yapraklarını dökerek ağladığında bir hüzün çöküyordu içime. Kayıtlarım olmasa camım düşecek oluyordu göz yaşların üstüne.

Her geçen gün aramızda sembollerden örülü bir dil oluşuyordu. başkaların fazla bir şey anlamadığı ve fakat, bizim için çok derin anlamlar içeren bir işaret dili. Anlaşıldıkça simgeleşen, simgeleştikçe anlaşılan bir dil. Sürekli anlamları değişen kaybolan içi boşaltılan kelimelerden örülü bir dil yerine zaman ve mekanda kaybolmayan bir dil. Sonsuzdan gelip sonsuza giden bir dil. Sezgilerimizin somutlaştığı gölge oyunları gibi bir dil.

Biz hiç birbirimize doğrudan doğruya bir şey söylemiyorduk. Bulmaca tadında telmih ve remizler dururken basitliğin patikasında yürümek, sığlığında yüzmek bize göre değildi.

İçeridekiler senin dışarıda olduğunu biliyorlardı ve her birinin senin hakkında farklı farklı düşünceleri ve bilgileri vardı. Bir gün dallarının altında gölgeleneceklerini yapraklarının rüzgarda hışırtısı ile vereceğin huzurun varlığını her biri biliyor ya da seziyordu. Ama gel gör ki dünya esaretinde ölümün ötesini göremeyenler gibiydiler. Ta ki ben onlara dünyadan öteyi haber verenler gibi sana açılan ve seni tanıtan bir pencere olana değin.

Kim seni hangi niyetle görmek isterse camlarımdan süzülen bakışlarla onu görebiliyordu. Görmek istemeyenlere buzlu cam oluyordum. Yazları içeri aldığım güneş ışınlarıyla bazılarına yanmak neymiş onu anlatıyordum. Bunalmak, çaresiz kalmak ne demek ise onu…

Eski kavimlerden birinde dostlar birbirinden ayrılınca bir şeyi ikiye böler birer parça alır öyle ayrılırlar. Yıllar sonra karşılaştıklarında o parçaları karşılaştırarak birbirlerini tanır ve yokluklarında o parça ile diğerini yanında hissederlermiş. Sana hasretim belki biraz bu yüzden.

Biliyorum ki bu kayıtlarım senin dallarından yapıldı. Bütün sensin parça ben.

Senden bir parça olduğum için ben sana açıldım. Yönüm sana döndü.

Bir ömür sana yönelişin, “e” halinde kalmanın onur ve heyecanı bir yanda, “de” haline geçemediğim varışı olmayan bu halin öldürücü susuzluğu ve hüznü diğer yanda.

Ben öyle bir köprü oldum ki hem kendimi sana bağlayan hem başkalarını sana ulaştıran bir köprü. Rüzgarda dalların bana değdikçe sanki bir şefkatin bir merhametin tarifsiz dokunuşu oluyordu. İlkbaharda bir uyanışı, içinde yaşayarak görüyordun.

Her insanın kendi dünyasını elleriyle, teriyle, emeğiyle kurması ve ötekilerden bunu korumaya çalışmasının gayreti tarifsiz ve en hüzünlü bir bakıştan en şen kahkaha içeren sevinçlere kadar birçok duyguların gezindiği gemilerin denizi oluyordu gözlerin.

Kavurucu sıcaklar bir senin kanatların altında çekilebilir oluyordu. Dışarıdaki sıcağa çare sen oluyordun. İçimdeki sıcaklığı, içimdeki harareti senin karşında senin huzurunda olmak söndürüyordu.

Sonra bir bitişin başlangıcı oluyordu sonbahar. Yaprakların birer birer vedalaşarak benimle yere, düşüyor ve toprağa karışıp bir gün senin dallarının en ucuna ulaşan filizler olacak şekilde ayakların olan köklerine kapanıyorlardı.

Baharda kuşlardan aldığın cıvıltıları bu aylarda sıcak bir yuvaya dönüştürüp geri verişinde ne kadar güzeldi. Börtü böcek bile senin gövdende hayat buluyordu. Kapın kimseye kapalı değildi. Kim gelirse sende yer bulabiliyordu. Yeter ki sende yer arasın.

Hep bir hüznün mevsiminde ilk yağmurlar dokunurken camlarıma senin yaprakların gözyaşın olurdu. Ve bir gün bir sabah dimdik ayakta bembeyaz kefenlik giymiş doğanın sanki ölüm törenini yöneten oluyordun. Ve bir bitişin sonunu söylüyordun.

Telvin diye tabir edilen renkten renge, halden hale giriyordun. Bir daldan bir dala konan serçeler gibi değişiyor ve beni değiştiriyordun. Kendim değiştikçe seni başka başka görüyordum.

An oldu bülbül gibi şakıdım günler boyu. Gün oldu kanadı kırık kuş gibi dillerim lal oldu.

Kendimden bakarak görüyor ve kendimden seyrediyordum seni. Hep senden bir kopuşun içimde oluşturduğu boşluğun acısıyla yanıyordu yüreğim. Senden koptuğum için yeşeremiyordum. Senden koptuğum için sararamıyor, uzayamıyor ve olmam gerekene ne kadar yakında olsam, olmam gereken olamıyordum.

Ne ben, ne benden sana bakan biri, rüzgarla gönderdiğin sözleri rüzgar kadar iyi anlayamıyoruz.

Yıldızımı kaybettiğim zamanlar oldu karanlıkta seni göremeden belki varlığının bilincinden sıyrıldığım sancılarla dolu karanlıklar bir hançer gibi, zehirli bir ok gibi kımıldadıkça yaralarımı azdırdı.

Oysa ben senden kopan bir dal değil senden kopan bir yaprak olup dibinde yeşeren asmanın damarlarında yol alıp sana sımsıkı sarılmak ve öylece her sonbahar kuruyup her bahar seninle yeşermek senin adını söyleyenlerle olmak isterdim.

Aramızda oluşan o özel dilin anlattıklarını her pencerenin anlamasını isterdim.

Heyhat!! Seni şimdi görmeyen ve asla görmeyecek nice pencereler var.

Akşamları ben ona yanıyorum.

25/05/2006

Kenan Yaşar
KENCISii - avatarı
KENCISii
Ziyaretçi
26 Ocak 2008       Mesaj #1496
KENCISii - avatarı
Ziyaretçi
herşey bitti
okadar kolay oldu ki
onca çaba bu kadar sevgi nereye gitti diye soruyorum hep kendime
seni severken kendimi özgür hissedebiliyordum
mutluluk yaşanması gerektiği gibiydi sen varken
ya da hep mutlu olduğuma inandırdım kendimi
belki de hep mutlu olmak istedim diye oldu
bilmiyorum...
ama gerçekler acıymış gerçekten öğrendim
ve ne kadar inanmak istemesem de sevgi yetmezmiş
herşeyden çok sevsen de yetmezmiş anladım
o kadar kötü ki nasıl ifade edebilirim bilmiyorum
çok seversin herşeyden çok
ama ne yapsan yetmez
en acısı da, onun da seni sevdiğini bile bile ayrılığa göz yummak
çünkü yok başka çaresi
ama ne zamanı geri çevirebiliyorum, ne de istediğim gibi yaşabiliyorum sevgiyi
seni unutmak istemiyorum
seni unutamazsam eğer bu acıdan kurtulamayacağımı da biliyorum
beklentisiz sevmeye çalışıyorum artık
sensiz bir hayat da düşünemiyorum
boyun eğiyorum, seni unutamam biliyorum
istesem de unutmam
zorlayıp kendimi, unuttuğuma inanıp ,sevgini içime atamam
seni seviyorum herşeyden çok
keşke bunu ifade etmenin başka bir yolu olsa, haykırabilsem keşke
çünkü içimde kaldı biliyorum
ayrılırken 'sana sonkez sarılabilir miyim' diyemedim bile
o kadar kötü ki hayat izin vermedi son sözcüklerin dudaklarımdan dökülmesine
son kez söylemek isterdim
'seni çok seviyorum, sen farklıydın herşeyden, seni yaşamak sonsuzdu, şimdi sana son bir kez sarılabilirmiyim' ama diyemedim
içimde kaldı acısı
son kez hissetmek isterdim tenini, kokunu saklamak isterdim yalnızlığıma
seni unutamam biliyorum, ama, tüm bunlar içimde kaldı
keşke izin verseydi zaman keşke yaşabilseydik sevgiyi
çünkü en iyisine layıktı biliyorum
seni seviyorum işte bu yüzden seni unutmak istemiyorum
seni unutmak sevgiyi unutmak demek biliyorum
...keşke izin verseydi zaman...
nünü - avatarı
nünü
Ziyaretçi
26 Ocak 2008       Mesaj #1497
nünü - avatarı
Ziyaretçi
Uzun çok uzun yıllar önce mutluluk ve güzellik içinde yaşayan bir topluluk
varmış. Başarılı, sevecen,dürüst insanlarmış bunlar. Bu toplumu çekemeyen
komşuları ise mutluluklarını bozmak için çeşitli planlar kurar
dururlarmış.Amaçları ise kaleyi içten işgal etmekmiş. Hemen işe koyulmuşlar
Tabi. Kısa bir zaman sonra bu mutlu toplulukta isyanlar ve kavgalar
başlamış. Bunu fırsat bilen diğer topluluklar ise hemen savaş açmışlar.
Kendi iç savaşları yetmezmiş gibi birde, diğer toplumlarla yıllarca savaşıp
Iyice yılan bu insanlar göç etmeye karar vermişler. Savaştan arta kalanlar
Yollara düşmüşler, huzuru bulmak için. Dolanıp durmuşlar. Ve bir gün bir
Tipinin ortasında kalmışlar. Ama NE tipi; tam 15 gün sürmüş. Bittiğinde ise
bulundukları yerin dağlarla korunaklı bir yer olduğunu keşfetmişler. Güneşin
güzel ışınları karlarda dans ederken,uzakta başını gökyüzüne kaldırmış Duran
Mavi bir gül görmüşler. Saatlerce bu güle bakıp hayal kurmuşlar.

Bu gül onları öylesine etkilemiş ki, çiçeğin bir sihri, bir gücü olduğuna
inanmışlar. Nasıl inanmasınlar ki soğuk bir bölgede sıcağı seven bir gül
Duruyor. Bu çiçeğin onları koruyacağına inanmışlar ve oraya yerleşmeye karar
vermişler. Yıllarca mesut yaşamışlar; eski güçlerine tekrar kavuşmuşlar bu
bölgede. Tabi biricik gülleri de onları yalnız bırakmamış; her yıl ayni
Yerde ve zamanda çıkmaya başlamış. Ünleri yine tüm dünyayı sarsmaya
başlayınca herkes şaşırıp kalmış bu işe. Gel zaman git zaman bir gün MAVİ
GÜL çıkmamış. Hemen ertesinde ise o mutlu toplulukta kaybolmuş.Ticaret yapan
Kervanlar bir gün bu ülkeye gelince o topluluğu bulamamışlar.Kimse o güzel
insanların ve gülün akıbetini çözememiş. O toplumdan ise sadece ağızdan ağza
söylenen şu sözler kalmış :

' - Saflığın, Dürüstlüğün, Sevginin, Onurun, Mutluluğun, Özgürlüğün
çiçeğidir Mavi Gül. Bizler bu çiçek sayesinde sevgiye ve özgürlüğe ulaştık;
Yaşamın gizemine eriştik... Şimdi ise mutluluğa eriyoruz..! Size bir
armağanımız olacak. Mavi Gülü size de bırakacağız; Yaşamın anlamını
öğrenmeniz için. Bu EFSANE ÇİÇEK dünyanın herhangi bir yerinde ve herhangi
Bir zamanda ortaya çıkarak sizi şaşırtacak. Onu görenler ise dünyanın en
Bahtiyar, en mutlu ve şanslı insanları olacaklar. '

İşte efsane böyle. Bunun doğruluk payı elbette ki tartışma konusudur.
Sonuçta bir efsane bu. Gerçekte olabilir, uydurmada... Fakat asıl olan bir
Konu var ki o DA insanoğlunun yıllardan beri bu çiçeği yetiştirmeye
çalışmasıdır. Maalesef ki, bu henüz başarılamadı. Ne kendisi NE de rengi
Tutturulabildi.Bilinmeyen zamanlarda ve bilinmeyen yerlerde çıkan MAVI GÜL ü
umarım bir gün sizlerde görmek lütfuna erişiriz.
miss_didem - avatarı
miss_didem
Ziyaretçi
30 Ocak 2008       Mesaj #1498
miss_didem - avatarı
Ziyaretçi
423velaoz0do7yi5

MUMLARIN ÖYKÜSÜ
Dört tane mum usul usul yanıyordu...
Ortalık o kadar sessizdiki,
mumların konuşmalarını duyabiliyordunuz...
Birinci mum dediki:
'Ben BARIŞ'ım.!
Ama kimse benim yanmama yardımcı olmuyor.
Sanırım yakında söneceğim.'
Alevi hızla azaldı ve sonunda tamamen söndü.
İkinci mum:
'Ben VEFA'yım.!
Ne yazıkki artık vazgeçilmez değilim.
Onun için,bundan sonra yanıp durmamın bir anlamı kalmadı.'
Sözlerini tamamladığında
esen hafif bir rüzgar onu tamamen söndürdü...
Sırası geldiğinde üçüncü mum, hüzünlü bir sesle dediki:
'Ben SEVGİ'yim!
Yanacak gücüm kalmadı.
İnsanlar beni unuttu,değerimi anlamıyorlar.
En yakınlarını sevmeyi bile unuttular.'
Vefa'da daha fazla beklemeden sönüp gitti...
Ansızın..!
Odaya bir çocuk girdi ve üç mumunda yanmadığını gördü.
'Neden yanmıyorsunuz?
Sizin sonsuza kadar yanmanız gerekmiyor muydu? ' dedi.
Ve ardından ağlamaya başladı...
O zaman dördüncü mum konuşmaya başladı:
'Korkma, ben yandığım sürece
öteki mumlarıda yeniden yakabiliriz,
ben UMUT'um! '
Çocuk parlayan gözleriyle UMUT mumunu aldı
ve öteki mumları birer birer yaktı...

UMUT ışığı yaşamımızdan hiç eksik olmamalı...
...Ki hepimiz onunla birlikte
VEFA'yı, BARIŞ'ı ve SEVGİ'yi yaşatabilelim.....
Alıntı
DreamLiKe - avatarı
DreamLiKe
Ziyaretçi
31 Ocak 2008       Mesaj #1499
DreamLiKe - avatarı
Ziyaretçi
İKİ SİMGE
ge
Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı.
Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar.
Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu
düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık.
O merakla, sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
- "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."
- "Neyin simgesi" diye sordu çocuk.
- "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.
Çocuk, sözün burasında; 'mücadele varsa, kazananı da olmalı' diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
- "Peki" dedi. "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.
- "Hangisi mi evlat?
Ben, hangisini daha iyi beslersem!"

Sedef 21 - avatarı
Sedef 21
Ziyaretçi
31 Ocak 2008       Mesaj #1500
Sedef 21 - avatarı
Ziyaretçi
Nedir ki mutluluk

Anlık yaşıyoruz anlık. Kısa mutluluklarla yelken açıyoruz geleceğimize. Aslında karamsarız biraz. İyi giden herşeyin arkasında ya kötülük ararız ya da mutlu olmaktan korkarız aptalca. Karşımızdakine kendimizden daha çok değer veririz. Eksilerimizi hiçe sayar artılarımızla savaşırız zaman zaman. Sevgimi yüce bir idol gibi görmekten asla vazgeçemeyiz. Yamuk yumuk çizgileri düz görmekten ya da ıslatan yağmuru sevmekten zevk alırız. Ama neden?
Sevgimi göstermek için karşımızdakine kul köle olmak, onun için dünyaları yıkmak, atmak, kırmak, dökmek, ölmek...Aklımızla kalbimizi aynı çizgide tutmak ne kadar zor. Kendi gölgenle savaşmak gibi birşey. Bir yanda hayat ve mutluluğu veren yüreğin diğer yanda hayatı ve mutluluğun anlamını öğreten aklın,mantığın! Zor hayat, zor insan...
Nedir ki mutluluk?
Bir geceliğine ihtirassız zevk almak mı? Karanlığını saklayıp aydın olmaya calışmak mı? Sınırsız paranı anlamsız ve amaçsız harcamak mı? Ya da yarını endişe etmeden bugününü atlatmak mı? Daldan dala konup neyin ne olduğunu anlamdan toprak olup uçmak mı?
Sevdiğini söyleyemeden ya da severken kaybolup gitmekten ne kadar zevk alıyoruz değil mi? İstemediğimiz ortamlarda sevimli durmaya çalışmak, kulaktan dolma insanlara itibar ve saygı bağlamak, hayatının yüzde doksanını ailenden cok, calışarak geçirmek? "Herşeye rağmen hayat güzel" diyerek kabullenme politikasında ilerlemek.
Yoksa herşey doyumsuzluk mu? Olanı saymadan yaratmaya çalışmak, yaratılanı unutup yeni bir sayfa açmak. Belki binlerce kere yapmısızdır bunu. Aynaya bakmadan insanları yargılamak. Önyargımıza hakim olamamak. Kapatmışız kendimizi yenilikçi olmaya. Her ne kadar hepimiz herşeyin güzel gittiğini düşünsekte aslında hepimizde bir eksiklik var. Mutlaka olacak diyenleri duyar gibiyim. Amacım hayatın kötü olduğunu kanıtlamak değil, insanlarımızı mutsuzluk için kimi zaman kendisine, çoğu zaman karşısındakine elinden geleni yapmasıdır. Bunları engellemek için ne yapmamız geretiğini bulmaktır. Bulamayacağımıza ne kadar emin olsakta..
Peki nedir ki mutluluk?
Yalnızlığını sıradanlaştırmamak mı? Her gecenin ardında mutlaka seni yaşlandıracak ve sana yeni bir umut katacak olan günün geleceğini bilmek mi? Duygularını saklamaktan vazgeçip özgür ve hür olmak mı? Suskun fikirlerini açıkca konuşturmak mı? Gerektiği zaman arsız ve zamansız çekip gitmek mi? Kendinden üstün olanın yine kendin olduğunu nihayet anlamak mı? Kim bilebilir ki "ZaMaN" amcanın yarın bizi hangi maceralarda oynatacağını?

Hayat güzel. Onu tadınla yaşamak çok daha güzel. Bilirim ki hayat insana çok şey kazandırıyor. Tabi bir o kadar almak karşılığında...

Ümit Dinçer

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat