Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Sayfa 18

Güncelleme: 17 Şubat 2016 Gösterim: 547.334 Cevap: 1.812
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Şubat 2007       Mesaj #171
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gecenin Gözyaşları

Sponsorlu Bağlantılar
Tam karşıda koca bir ağaç var. Ne ağacı olduğunu bilmiyorum, merak da etmiyorum doğrusu. Muhtemelen dedemden bile yaşlı ama heyecanını yitirmemiş bir çocuk gibi bıkmadan yapraklarını değiştirip duruyor yıllardır. Ne zaman kesilip, kapladığı alana beş katlı bir apartman dikilecek sorumun cevabını ise çok merak ediyorum gerçekten. Ağacın, ağaçlığının beni ilgilendiren kısmı bu sadece. Çünkü oturduğum yerden baktığımda boktan bir insan suratı görmeye tercih ederim ne ağacı olduğunu bilmediğim bir ağacı görmeyi.

Halının üzerinde bağdaş kurup oturarak plastik arabalarıyla oynayan tatlı çocuk benim oğlum. Adı Viktor. Oldukça fazla oyuncağı var. Aslında oyuncak dememeli bunlara çünkü hepsi araç. Polis arabası, yarış arabası, ambulans, kamyon vb. Araçlarının hepsi pilli ve ışıklı. Onları birbiriyle çarpıştırıyor hızla ve paramparça ediyor. Çok seviniyor oyuncaklarını kırdığında. Ben de pek üzülüyor değilim doğrusu. Plastik arabalar ucuz.

Karşısına iç çamaşırlarıyla uzanmış onu seyreden yaşlı adam da babam. Benden daha esmer teni. Birçok insandan daha esmer üstelik. Sebebini bilmiyorum ama zenci olmadığını biliyorum. Bu bilgi yeterli benim için. Torununu çok sever, çiçekleri de ve evde hep iç çamaşırlarıyla dolaşır. Çiçekleri ben de severim, henüz torunum yok. Ama iç çamaşırlarımla dolaşmam evde.

Televizyonun yanındaki tekli koltukta dedemin kucağında oturuyorum. Kızılderili oyuncaklarım yerde duruyor ama canım oynamak istemiyor. Bir tanesinin mızrağı kırıldı, yapıştırdım ama olmadı. Kovboy ona vurduğu zaman kırılıyor hemen yine.

Oturduğumuz koltuğun hemen yanı başındaki sehpanın üzerinde sigaram ve dedemin kollarından kurtulabildiğim anlarda yudumladığım biram var. Babamın kayınpederi oluyor dedem. Çok sert, ciddi bir adam. Çatık kaşları, kalın bıyıkları var. Sigara ve içki kullanmaz. Kullananlardan nefret eder. İyi ki görmüyor benim içtiğimi. Görse ne yapardı bilmiyorum, çünkü onu hiç görmedim, tanımıyorum.

Dedemin güçlü kollarının arasından sıyrılıp mutfağa doğru gidiyorum. Viktor onunla oyun oynadığımı sanıp peşimden koşuyor kahkaha atarak. Aynı boylardayız oğlumla. Annemle babaannem mutfaktalar. Annem akşam yemeği hazırlıklarını yapıyor, babaannem de yardım ediyor ona. Viktor paçalarıma yapışmış, beni yakaladığını sanıyor, ter içinde kalmış, yüzü kıpkırmızı. Buzdolabının kapağını açıp bir kutu bira daha kapmaya çalışıyorum ben. Viktor'u paçalarımdan itip kutuyu kapıyorum ama anneme yakalanıyorum. Kucağına alıp öpüyor etli yanaklarımı ve yüzünü buruşturuyor hemen sonra "Yine ıslatmışsın altını" deyip yatak odasına götürüyor beni. Yatağın üzerine yatırıp bezimi değiştiriyor.

Altım kuru, odaya dönüyorum tekrar. Bira kutusunu sehpanın üzerine koyup dedemin kucağına yerleşiyorum. Viktor yere oturup oyununa dalıyor yine. Bir ara babam elini usulca götürüp yanağını okşuyor oğlumun, Viktor irkiliyor, korkuyla bana bakıyor:

- Ne oldu oğlum?
- Hiç.

Babamla gülümsüyoruz birbirimize.

"Harçlığın var mı bakalım?" diye fısıldıyor dedem kulağıma. Ona hiç param olmadığını, çok kötü durumda olduğumu ve bana yardım edecek kimsem olmadığını söylüyorum. Gülümsüyor dedem. Bir eliyle saçlarımı okşarken diğerini cebine sokuyor ve çıkarttığı bozuklukları avucuma sıkıştırıyor. Çok seviniyorum, hemen kucağından kalkıp Viktor'un kumbarasına atıyorum paraları ve babamın karşısına dikiliyorum ardından:

- Baba! Hatırlıyor musun okulda arkadaşlarımın yanında utanmayayım diye bana verdiğin son kuruşlarını? Yaşlanınca sana ben bakacaktım. Neden söylemedin yaşlanmadan ölüp beni kandıracağını?

Babam gülümsüyor, yattığı yerden elini uzatıyor yanağıma doğru, saatini görüyorum, yüzüğünü görüyorum. Ona yardımcı olmak istiyorum; kokusunu duymak, sıcaklığını hissetmek istiyorum. Yüzümü ona doğru yaklaştırmaya çalışıyorum ama yapamıyorum. Tam bu sırada kapı çalınıyor.

Saat yedi. Gelen dayım olmalı. Diğer odada bir hareket başlıyor, teyzem makyaj malzemelerini ve okuduğu aşk romanını saklıyor olmalı, annem de üstünü başını düzeltiyor ve açıyorlar kapıyı. Dayımın sesini duyan evin kedisi de fırlıyor yattığı sobanın yanından koridora doğru. Anneannem kalkıyor uyukladığı koltuktan ve kucaklıyor dayımı yarı uykulu bir halde ama mutlu. İş kıyafetini çıkartıp temiz iç çamaşırları giydiriyor. Ben babamın yanına uzanırken, dayım da dedemin kucağına oturuyor.

Duvarlara bakıyorum, resimlere bakıyorum, saate bakıyorum. Atsız'ın ota-boka şiiri geliyor aklıma, Pelin bir sahil kenarında şarkı söylüyor. Kedi kıvrılıyor yine sobanın kenarına. Annem masayı hazırlıyor, bir sürü tabak koyuyor. Beyaz, porselen tabaklar. Dışarısı da beyaz, karlar içinde.

Fotoğraf makinasını alıyorum elime

Yengem dayımın yanına oturuyor, yüzü gülüyor her zamanki gibi. Babamla annem de tamam.

- Biraz yaklaşın lütfen!

Topraklar kımıldıyor, herkes koşturuyor kareye girmek için

Kapı açık
Gelen gelene
Bir curcuna, bir kıyamet.

Çekiyorum resmi.

tikkymelike - avatarı
tikkymelike
Ziyaretçi
15 Şubat 2007       Mesaj #172
tikkymelike - avatarı
Ziyaretçi
ÇİÇEKLE SUYUN HİKAYESİ

Sponsorlu Bağlantılar
Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.İlkönceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri,tabi zaman lazımdır birbirlerini tanımak için.
Gel zaman,git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki,mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki,su'ya aşık olmuştur.
İlk kez aşık olan çiçek,etrafa kokular saçar,"Sırf senin hatırın ey su" diye...
Öyle zaman gelir ki artık su da içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlamıştır.Zanneder, ki çiçeğe aşıktır ama su ilk defa aşık olmuyordur.
Günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek acaba"su beni seviyor mu?"diye düşünmeye başlar.
Çünki su, pek ilgilenmez çiçekle...Halbuki çiçek alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz
Çiçek,suya "Seni seviyorum"der.Su "Ben de seni seviyorum"der.Aradan zaman geçer ve çiçek yine "Seni seviyorum"der.Su yine"Ben de"der.Çiçek sabırlıdır.Bekler,bekler,bekler....
Artık öyle bir duruma gelir ki,çiçek koku saçmaz etrafa ve son kez suya"Seni seviyorum"der.
Su da ona"Söyledim ya ben de seni seviyorum"der.

Ve gün gelir çiçek yataklara düşer.Hastalanmıştır çiçek artık.Rengi solmuş,çehresi sararmıştır çiçeğin.Yataklardadır artık çiçek.Su da başında bekler çiçeğin,yardımcı olmak için sevdiğine....
Bellidir ki çiçek artık ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek su ya der ki"Seni ben gerçekten seviyorum".Çok hüzünlenir su bu durm karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye....Doktor gelir ve muayene eder çiçeği.Sonra şöyle der doktor:"Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden bir şey gelmez."

Su merak eder,sevgilisinin ölümüne sebeb olan hastalık nedir diye ve sorar doktora.Doktor şöyle bir bakar suya ve der ki:"Çiçeğin bir hastalığı yok dostum...Bu çiçek sadece susuz kalmış,ölümü onun için"der.

Ve anlamıştır ki artık su,sevgiliye sadece
"Seni seviyorum"demek yetmemektedir...

Ahmet Ünal Çam


Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
15 Şubat 2007       Mesaj #173
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Odanda Tek Başına

Biz seninle hep bayağılıktan kaçtık... Sıradan, basit, gündelik olandan.
Küçük mutlulukları, hayatın içindeki o kanaatkar doyumları değil, hep
trajediyi aradık. Mükemmeli... Biz seninle hep kusursuzluğu aradık.
Bizi birbirimize yakınlaştıran ne varsa hep kutsaldı, özeldi,
ayrıcalıklıydı. İlişkimizden aslında ikimize de ait olmayan, kutsal ve
kusursuz bir imge yarattık. Hayatımızda eksik kalmış ne varsa, o yarım
kalmış tutkularımızı o yaralı arzularımızı, eksik çocukluğumuza ait ve
içtenlikle koruyamadığımız bütün duygularımızı bu imgeye ödünç verdik. Artık
yaşayan gerçek kişiliklerimiz değil, sanki bu kutsal, bu kusursuz imgeydi.
Bu imge lekelenmesin, bu düş bozulmasın diye öyle çok şey gizlerdim ki
senden. İçim ürperirdi böyle anlarda, kendimden çok uzak bir yere çekilirdim

sanki, bilinmezliğe... Aramızda öyle çok tanımlanmamış anlar, öyle kopuk,
öyle başıboş duygular, bana o denli ait olduğu halde nasıl anlatacağımı
bilemediğim öylesine derin savruluşlarım vardı ki...
Yarattığımız ve aşk adını verdiğimiz bu kutsal imgeye sadık kalabilmek için
kendime karşı sadakatsiz davranıyordum.
Seninle yanyana uzanırdık, dünyanın dışındaki yaz bahçelerinde, o gerçekdışı
mevsimlerin kıyılarında... Üzüntülerimiz, içimizdeki yaralar yanyana dururdu
öyle. Bizden çok bu yaralar özlerdi birbirini, o kimsesiz üzüntülerimiz...
İçimdeki yaram senin yaranı özledikçe ruhumun gurbetlerinde daha çok
hissederdim kendimi... Asıl çektiğim acı buydu aslında, yanındayken kendimi
yine de senden çok uzaklarda hissetmemdi.
Farkederdin sürükleniş suskunluklarımı. Böyle anlarda zamanı durdurmak
isterdin. Zamanı dondurdukça içimizdeki boşlukların kapanacağını, o gizli
ürpertilerin dineceğini, tanımlanmamış anların ve o kopuk, o başıboş
duyguların tanımlanacağını, savrulmaların biteceğini düşünürdün. Zamanı
dondurunca hep iyi ve mükemmel insanlar olarak kalacağımızı sanırdın. Hayata
bu donmuş zamandan, bu mağrur ve korunaklı kristalin ardından bakınca hiç
kirlenmeden ve ebedi bir saflık halinde yaşayacağımızı hayal ederdin.
Oysa ne zamandan kopabiliyor, ne de hayattan gizlenebiliyorduk.

Biz zamandan
kopmak istedikçe zaman bizi daha çok acıtıyor; hayattan gizlendikçe o
kendisini daha çok hatırlatıyordu. Hayattan ve kendimizden korktukça
kendimizi aşkın kutsal acısına kapatıyorduk. Hayat acı verdikçe biz o
kutsal, o ayrıcalıklı kıldığımız acımıza daha bir sarılıyorduk. Bu kutsal
ıstırap bizi hayattan korurken başkalarından üstün kılıyordu.
Oysa kutsallık hiç saf değildir sevgili; gücünü zayıfların kanından alır.
Mükemmellik, kaybedeni çok, anlamsız ve haksız bir yarıştır. Saflığın içinde
birçok günah gizlidir. Ben bu kutsal aşkın kan kaybeden zayıfıydım işte. Bu
kötü yarışta hep kaybedendim. Saflıktı benden istediğin, ama saklayamazdım
kendimden, içimde birçok günah gizliydi. Ben kaybettikçe yarattığımız o
kutsal imge sana ait oldu. Ben günahı kabullendikçe kusursuz ve mükemmel
olan sen oldun. Oysa kendisini diğer insanlardan biraz olsun farklı ve özel
sayan her insana zor gelir hayatın o basit, o sıradan dertleri, doğal
acıları, lekelenmiş tutkuları. Böyle insanlar ya kutsal olmaya soyunurlar,
ya da kutsal birine adarlar kendilerini. Hayatın içinde çırılçıplak varolmak
gururunu incitir böyle insanların. Gerçek bayağı gelir. Mükemmelin kölesi
olmak, hayatın sıradanlığını yaşamaktan daha gözalıcıdır çoğu kez. Kendi
sıradanlığından tiksinince hayallerinde yarattıkları gerçekdışı

bir trajediye sığınırlar.
Başta bende böyleydim. O dokunulmaz güzelliğini, o ulaşılmaz kutsallığını
gördükçe sıradanlığımdan tiksiniyordum ve yaşadığım gerçek giderek daha çok
bayağı geliyordu bana. Sıradan biri olmaktansa, mükemmelin kölesi olmak
istiyordum. Bildiğim ve bilmediğim bütün zaaflarımı gizleyip, bu trajedinin
cesur ve ölümsüz kahramanı olmak istiyordum.
Oysa gerçek hiç böyle değildi. Sadece seni yitirmekten korkuyordum. Çünkü
sen özlediğim herşeydin. Mükemmeldin, kusursuzdun, sıradanlığı aşmıştın, en
önemlisi kutsaldın. Sana ulaşmam, seni etkilemem için yaşadığım herşeyi
inkar etmem gerekti bu yüzden. Hiç olmadığım kadar iyi, hiç olmadığım kadar
ince, hiç olmadığım kadar derin gözükmem gerekiyordu. Hissetmediğim şeyleri
hissediyormuş gibi gözükmem gerekiyordu.
O kutsal güzelliğin benden herşeyimi istiyordu. Oysa ben o herşeyim neydi
bilmiyordum ki... Tamamlanmamış, eksik bir varlıktım. Tıpkı hayat gibiydim.
İstediğin şeyleri verebilmem için hissetmediğim şeyleri hissediyor gibi
söylemem gerekiyordu.
O kutsal aşk için sana yalan da söyledim. Seni yitirmemek içinde hepsi. En
zor, en gizli, en iflah olmaz yaralarımı gizleyerek anlattım sana kendimi.
Seni kazanırsam bu yaralarımdan kurtulurum sanıyordum. Oysa sen o dokunulmaz
güzelliğine, o ulaşılmaz kutsallığına sığındıkça hayattan gizlenirken, ben
sana ulaşmaya çalıştıkça kendi hayatımdan, kendi gerçekliğimden daha geriye,
daha aşağıya düşüyordum. İkimiz de kendi gurbetimizde yaşıyorduk oysa. Ne
yapsak, ne etsek kendimizi özlüyorduk. Yaşadığımız acı hayatlarımız gibi
gerçekdışıydı. Ama acıydı sonuçta...
Sen hayatın bayağılığından kaçıyordun, bense kendimden. Ama buluştuğumuz yer
aynı acıydı. Bizi hayattan kopartan, bizi hiç ummadığımız kadar bencil kılan
bir acıydı bu. Ve hayatla sınanmayan bu içe dönük acı bizi hep yüzeyde
tutuyordu. Çünkü en derinde yatan gerçeğimize insek ne olacağımızı
bilmiyorduk. Oysa belki çıldıracak, belki de gerçekten değişecektik.
Tabiatımız değişecekti. Oysa biz kendimizi kutsala adadıkça, mükemmelin,
kusursuzluğun peşinden koştukça, hayat bize dokunmadan, içimize hiç sızmadan
geçip gidiyordu uzaklara. Tıpkı bize dokunmadan geçip giden hayat gibi.
Aslında biz de birbirimize dokunmadan geçip gidiyorduk.
Sana taptığımı söylüyordum, ama seni gerçekten tanımıyordum. Sen beni
hayatın bayağılığından, sıradanlığından yanına çağırıyordun, ama aslında
beni pek tanımıyordun. Bu yüzden inanmıyordum yaşadığımız hiçbir şeye. Bizi
başkalarından üstün kıldığını sandığımız bu acının hayatta bir karşılığı
yoktu, inan...
Seni unutmam mümkün değil, ama ben geldiğim yere geri dönüyorum. Bu
kusursuzluk senin olsun. Birgün kendimi inkar etmeye karar verirsem bunu
sadece kendim için yapmalıyım: Mükemmellik senin olsun. Sana herşeyimi
vermemi istiyorsun. Oysa ne seni, ne de kendimi tanıyorum: Kutsallık senin
olsun. Bu aşk beni tutuk, ezik, korkak biri yaptı. Seni biraz olsun
etkileyebilmek için yaptığım bütün fedakarlıkların, hayatımın en büyük
bencillikleri olduğunu anladığım an kendimden kaçıp kurtulmak istedim.
O an anladım ki, fırından aldığım ekmeğin sıcaklığı bu aşktan daha kutsaldı.
Yüzümü ısıtan mütevazi güneş, evlerine ekmek götürdüğüm çocukların sevinci,
çay bardaklarındaki kaşık sesi daha kutsaldı. O küçük mutluluklar, o eksik,
o kanaatkar doyumlar daha kutsaldı...
Evet, hayat karanlık, bayağı, acımasız, kirli, sıradan, incitici; ama gerçek
sevgili... Ona dokunabiliyorsun. Ama ben senin kutsal ve mükemmel saydığın
hiçbir şeye ulaşamadım. Sana ulaşamadığım için duyduğum kaygı ve
pişmanlıklar da bana ait değildi. Çektiğim acıysa yıllardır sakladığım
yaraları biraz daha gizlemeye yarıyordu. Oysa hayat çok basit sevgili...
Bunu bir anlayabilsek herşey çok farklı olacak. Ve hayatın o basitliği
içinde saklı derinliği, vazgeçilmezliği...
Artık kutsal olan hiçbir şeye inanmadığım için daha berrak ve açık görüyorum
çarşıdan eli boş dönenleri... Şehirleri hızla saran açlar ordusunu...
Dünyayla aramdaki o sahte acıları ortadan kaldırdığım için tanık oluyorum
herşeye: İşte dün gece TEM karayolunda bir travestiyi daha ezip geçti;
sürücüsü karanlık ve sarhoş bir araba... İzmir'de bir kafeteryada garsonluk
yapan Dersim'li Gökhan bugün, tıpkı dün ve önceki günlerde olduğu gibi tam
onbeş saat ayakta servis yapacak müşterilere ve onca yorgunluktan sonra
evine döndüğünde, Jack London gibi sabah dek ezilen insanların öyküsünü
yazacak. Eskiden olsa çok romantik gelirdi bu gencin hali bana. Ama değil,
çok sert, çok acımasız bir hayatı var; ama yine de gözlerinden o sımsıcak
gülümsemesi hiç eksik olmuyor.
Yıllardır görmediğim üniversiteden bir arkadaşımın matbaasına uğradım
geçenlerde. Devrimci bir belediye başkanının afişiyle aynı makinede bastığı
porno dergileri kurusunlar diye birlikte ipe asıyordu. Bunu yaparken de
bütün içtenliğiyle, bu düzeni değiştirmeliyiz arkadaş, diyordu.
Cezaevindeki çocukları için direniş yaptıklarından karakola götürülüp
gözaltına aldıkları yaşlı anneleri polis gecenin bir yarısı sokağa
bırakıyor. Ceplerinde neredeyse hiç para olmadığından şehrin çok uzağında
olan evlerine gitmek için yürümekten başka çareleri yok bu çilekeş
kadınların. Neredeyse sabaha dek yürüyecek olan bu yaşlı kadınların
çektiklerini mutlaka içimizde hissetmezsek yaşadığımız hayatın hiçbir anlamı
olmaz. Çünkü çoğu kez biz farketmesek de bu hayatta acı tek... Istırap
tek... Aşk ve iyilik tek bir yerden akıyor kalplerimize...
Aynı saatlerde başka bir yerde, yaşlı ve eşcinsel bir tiyatrocu iki kimsesiz
sokak çocuğunu zorla evine götürmek istiyor; onunla birlikte olurlarsa çok
para vereceğini iddia ediyor. Evet, hayat hiç romantik değil; ama
yargılamadan önce onu anlamalıyız sonuna dek... Belki de tam bu sırada
lekesiz bir aşkı özleyen ve yalnızlığın o korkunç kaderiyle boğuşan Serpil
öğretmeni çalıştığı kasabada, çocuklarını okuttuğu adamlar telefonla arayıp,
yanına gelelim mi, boş musun, diye taciz ediyorlardır.
Asıl trajedi hayatın ta kendisi sevgili...
Hayat karanlık, acımasız, bayağı ve kirli; ama bizim erdem sayıp
abarttığımız duygusallıklardan, kendimizi başkalarından üstün kılmak için
sığındığımız kutsallıklardan daha gerçek, daha sahici.
Yıllardır ruhumun gurbetinde yaşamaktan tükendim. Kendi yaramı görüp, ona
sarılamadığım için, ondan akan kanla yıllardır zehirleniyorum. Yıllardır
senin yanında, ama senden çok uzakta kalmaktan sevgim acıyor. Birlikte
yarattığımız bu hayattan kopuk imgeyi bırakıp, kendime doğru yürüyorum.
Hayatı ve seni buradan seyrediyorum. Odandasın ve tek başına dans ediyorsun....
İyilik ve sevgiyle gülümsüyorum; seni sevip hissetmem için seni sahiplenmem
gerekmiyor. Oradasın ve varsın işte. Nereye gitsem içimde hissediyorum seni...
Hayatın bütün renkleri yüzünde...Odanda tek başına dans ediyorsun...
Rose İlk kez acı çekmeden özlüyorum seni... :kiss2:


Cezmi Ersöz
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Şubat 2007       Mesaj #174
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dokunuşlar-I

Küfürbaz saatler...

Nefesin dokunmayalı çok mevsim eskittim tenimde.Ter içinde, yokluğuna u/yandığım da oldu, sensiz yanıma dönüp üşüdüğüm de.Ne güneşe dokunabildim, ne tek bir yıldız çalabildim gökyüzünden.Söz artığı, göz katığı şiirlerde dolanıp durduk ya onca zaman, aşk dediğin böyle birşeydi işte.Sevdirmese sövdürmezdi ardından...

....................

Yara...

Memleket deyince yüreği burkuluyor insanın.Çocuksan dağ gibi umut taşırsın yüreğinde, kadınsan hüzne mola verir düşlerin..Cebinde adamakıllı çulsuz öfkelerin, bu toprağın yazgısı.Zaman en iyi ilaçtır derler ya, inanma sen.Eylül dokunalı, zaman durmuş bu yerde, üç zeytine bir fazla eklenmemiş fukara sofrasında, Ölen Memed, sürülen Memed, sövülen yine hep aynı Memed...Vurulmaya gör bir kere, yara dediğin yar saklı bir sancı, kolay geçmez bu yerde...

...................


Dava...

Her şeyin adı var, onun adı yok.Eşkıya derler bizim köyde, çok olmuş yurdundan sürüleli. Bir sevdalısı varmış zamanın öncesinde, kızı köyün ağasına davar fiyatına vermiş babası.Bizimkinin bir gözyaşına yetmemiş parası...Sevmiş sevmesine ya, çulsuzluk başa bela.Okulsuz, yolsuz, doktorsuz olmaya alışmak belki de, yarsız kalmaya gücü yeter mi adamın?
Bir gün, sessizce girmiş ağanın ahırına, kesmiş davarlarını, sonra vurmuş kendini dağlara...Arada bir, Jandarmalar gelir sorar ya, nüfusa kaydetmemiş babası, yani aslında yok bir kimlik numarası. İsmi Bekir, namı eşkıya...Can kızı çoktan unutmuş devlet...

Kalmış geriye, Davar davası....

.....................

Ben sanat için ...rum!

Kelimelerde soyunuyor aklı sıra.Sorsan, laf ettirmez kadınlığına.
Sorgulasan rengi saydam.İçi görünüyor dışının, bedeniyle örttüğü ruhu çıplak...Bacak arasına sıkışıp kalmış aklının en oynak yeri, yüzünde taze sıkılmış sivilceleri, manikürleri, pedikürleri en müstehcen popo figürleri...
Süslenmiş püslenmiş, yazmış........Alımlı kelimeler, en 'dişi' cümleler, ıslak mı ıslak sırılsıklam imgeler...Offffff dedirten imla hataları..Betimlemeler...
Ocağında pişmemiş tarhana çorbası, nasır tutmamış elleri, kızgın güneş altında terlememiş dolgun göğüsleri...Ama sorsan, laf ettirmez kadınlığına.

Kimi çalıştıkça, kimi seviştikçe kadın...
Kimi yazdıkça, kimi azdıkça şair..
Kiminin ruhu, kiminin eti insan...

Yine aklıma düştü gözlerin..Gelsen şimdi yanıma, konuşmasak...
İçimizde binbir yasak...Dokunsan...


.......................

Argo...

'Gelmişini geçmişini' yazmak zordur bazı şeylerin..Bu yüzden kısa kesersiniz, kestirmeden gidersiniz..Hayata 'Boşbakan' bir adama ne söyleseniz boştur, zaten anlamaz.Diyelimki asker millet kültüründen geliyorsunuz.Ona askerliği tarif edeceksiniz, askerin üniformadan ibaret olmadığını, onun içinde moleküler yapıda canlı bir metabolizma olduğunu, bu metabolizmanın sadece komutla hareket etmeyip, eylemlerine duygularını, korkularını, özlemlerini katabilme özelliğine sahip olduğunu nasıl anlatırsınız? O, boşbakan dolayısıyla baktığını görüp anlamaktan uzak kalan bir canlı, o kendi aleminde, kendi dünyasında, kendini tek hakim unsur olarak gören, yarattığı boşlukta sıkışıp kalmış biri.Onunla iletişim kurmak mı istiyorsunuz?

İşte o zaman onun kullandığı dili bilmeniz gerekir.

'Annan'ı al, git öğren! ! ! '

..............................


Söz...

Bir gülüşe kaç gözyaşı sığdırdık biz? Hangi yollardan geçtik, kaç zoru seçtik, kaç yara alıp kaç kez iyileştik? Bu hayatın bize bir 'biz' borcu var.Artık göz yaşı yok, hüzün kapı mandalı, aç ve çık...Kuytularda sakladığın ve kendine hep yasakladığın mutluluk uzak değil artık, bak ne kadar mavi gökyüzü, melisa kokuyor odan ve penceren açık...Gül şimdi...Sana söz veriyorum...
Bu gözyaşına, çok gülüş sığacak artık...
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
16 Şubat 2007       Mesaj #175
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Bir kadını ağlatmak....

Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme, bir şarkıya, bir yazıya... En az erkekler kadar yani! Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa, ağlatan onun yüreğine ulaşmış demektir. Ama o yüreğin değerini bilememiş olacak ki ağlatan, gözünü bile kırpmadan teker teker batırır iğnelerini yüreğe!

Işte o zaman koca bir yumruk gelir oturur boğazına kadının. Yutkunamaz, nefes alamaz; çünkü o koca yumruk canını çok acıtır. Gözleri buğulanır kadının sonra. Ağlamayacağım, der içinden. Ama engel olamaz işte. Çünkü yüreğine ulaşmıştır birileri ve iğneler saplamaktadır.. Bu acıya ne kadar karşı koyabilir ki bir kadın. Ince ince süzülür yaşlar gözünden; önce birkaç damla, sonra bir yağmur seli... Ve kadın ağlar; hem de çok! Sanmayın ki gidene ağlar kadın! Gidenin giderken koparttığı yerdir, onu ağlatan, orada bıraktığı yaradır. O yaranın hiç kapanmayacağını,
kapansa bile izinin kalacağını bilir kadın; o yüzden ağlar. Ama bilirmisiniz, ağlamak kadınları olgunlaştırır. Her damla, daha çok kadın yapar kadınları.

Her damla bir derstir çünkü. Bazen kadınlar ağladığında çoğu insan, ağlama niye ağlıyorsun ki, değmez onun için derler. Bilmediklerindendir böyle demeleri. Çünkü yürekleri acıyan kadınlar ağlamazlarsa, ölürler. Içlerindeki zehirdir onları öldüren! Ağlayarak o zehirden kurtulur
kadınlar, o irini temizlerler yaralarındaki! Çünkü bilirler, o irin temizlenmezse iltihaba dönüşür yaraları. Dönüşmemesi lazımdır oysa. O yüzden de bolca ağlarlar.

Çok ağlayan kadınlar, bir çok şeyden vazgeçen kadınlardır aslında. Her damla olgunlaştırır kadınları evet ama olgunlaştıkça o safça inandıkları aşk gerçeği onların gözünde küçülür. Küçüldükçe değerini yitirir ve işte o zaman kendilerine sarılıp, yeni bir kadın yaratırlar kendilerinden. Güçlü, yenilmez, mağrur ve aşka inanmayan...Insanlar soruyorlar çoğu zaman neden bu kadar çok bekar kadın var diye; hepsi kariyer derdinde olan. Çünkü inançlarını yitirdi o kadınlar.

Zamanında yüreklerine o kadar çok iğne saplandı ki, o kadar çok ağladılar ki! Artık kendilerinden başka bir doğru olmadığına inanıyorlar, o yüzden kendilerine sarılıyorlar. Çünkü biliyorlar ki sarıldıkları adamlar onları hak etmedi; hem de hiçbir zaman! Hep
bir çıkarları oldu sarıldıkları adamların. E o zaman niye sarılsınlar ki! Niye sarılalım ki!


Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur. Bilin ki, gerçekleri kabul etmeye başlamıştır. Bilin ki, artık aşkın olmadığına inanmıştır. Bilin ki, sarılacak tek bir doğrusu
kalmıştır. O da kim, ne diye sormayın artık. Çok ağlayan kadınlar, eninde sonunda kendilerine sarılırlar Çünkü biliyorlar ki sarıldıkları adamlar onları hak etmedi; hem de hiçbir zaman! Hep bir çıkarları oldu sarıldıkları adamların.”

“Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur.

Bilin ki, gerçekleri kabul etmeye başlamıştır.

Bilin ki, artık aşkın olmadığına inanmıştır.

Bilin ki, sarılacak tek bir doğrusu kalmıştır.

O da kim, ne diye sormayın artık. Çok ağlayan kadınlar, eninde sonunda kendilerine sarılırlar çünkü! ”

Artık ağlayamayan tüm kadınlara…



116114563671189hf7
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Şubat 2007       Mesaj #176
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
darülistanbul
...Yine çok sessiz olmuştu hayat.Kulağına da fısıltılar gelmiyor değildi.Çok iyi hissetmesine rağmen kendini bir türlü anlayamamıştı ne olduğunu.Kahve fincanı.Çok güzel göründü gözüne.Islak sokak parıltısı gibiydi.Istanbul aklına geldi birden.Ne kadarda hüzünlendi.Hele kulp! Çok heyecan vericiydi O'nun için.Sanki kendini Haliç'ten geçermiş gibi hissetti.Kupanın kulpu ve İstanbul'un boynuzu.Çok anlamlı oldu dedi kendi kendine...Gözyaşları doldu ve sevgilisi aklına gelince tekrar etti kendine gelme seansı.

...
-Kediciiik.Ne işin var orda?Bu hava seni korkutmuyor mu peki? dedi kendi kendine...Aytekin hiç oralı olmadı..Çok soğuk bir "miyav" sesi.Sonrası sessizlik.

Hashatun erken kalkmak için önce bir güzel dua etti.Babaannesinden öğrenmişti böyle dua etmeyi.Ne kadar dua o kadar erken kalkış diye düşündü ve bir kahkaha attı kendi kendine.Hayat fonksiyonlarını geçici bir süreliğine beklemeye almış olan Aytekin bile birden irkildi ve açlığınıda ifade etmek mevzisinde bir duble "miyav miyav" sesi verdi tiz makamda.

İçerden bir ses "Haso uyandıysan çayı koysana!"...İçinden bir ses geç kalmadı tabi Hashatun dan ;

"Kaldır kıçını ve sen koy o lanet çayı ! " Tabi bütün bu cümle sessiz ve içinden oldu HASO 'nun.. Sevgilisi onu bu şekilde çağırmayı seviyordu ama Hashatun kendisine bu lakabı pek yakıştıramıyordu.Kulağına ters gelen bu lakırtıdan fena halde sıkılmıştı..


....Kahvesini yudumladı gözlerini kapalı tutarak.Ne güzeldi gece.Yağmur deli olmuşçasına yağıyor ve bütün ruhunu toprak kokusu sarıyordu.Kızılcık yaprakları,hurma kokusu,kahve kokusu ve sıla kokusu karışmıştı gecesine.Ayağa kalktı ve karar verdi içeri gidip telefonu alması lazımdı.Saat İstanbul' da kaç olursa olsun arayacaktı.Bir tek engel vardı.Aradığında telefonunu açacak mıydı acaba sevgilisi?


...Hashatun Aytekin i kucağına aldı ve sonra çöp kutusunun oraya doğru fırlattı.Hayatından gayet memnun olan hayvancağız uçuş esnasında ve iniş esnasında pek bi rahatsızlık vermedi çevreye ta ki çöp kutusuna peşinden küflenmiş peynir gelene kadar.Çok kuvvetli olarak ses çıkarmak için kendini hazırladı ve sonra bir işe yaramayacağını anlayınca kafasında küfle çöp kutusunda bir süre daha uyumaya karar verdi.Çalan telefona bakması için içeriden bir "haso" sesi geldi.Hashatun pek ilgilenmedi çünkü o sırada televizyonla ilgili bir işi halletmekle meşguldu.


....Gece siyahlığını çok derinden hissetiriyordu.Yağmurluğunu alıp çıkmağa karar verdi dışarı ama önce sevgilisinden telefona cevap vermesini bekliyordu..

.....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Şubat 2007       Mesaj #177
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
spacer Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-Hikayeler ve Öyküler -2-
spacer
19-20 yaşlarında bir delikanlı amansız bir hastalığa yakalanmış. Doktorlar birkaç ay içinde öleceğini söylemişler. Bu haber üzerine delikanlı kendini efs694 hayattan soyutlayıp, amaçsızca dolaşmaya başlamış. Bir gün, kaset, CD, kitap satan bir mağazaya girmiş. Rafların arasında bakınırken, bir kenarda duran tezgahtar kızı görmüş ve ondan çok hoşlanmış. Hatta, orada daha uzun kalmak ve kızla konuşabilmek için bir CD almış.

Aralarındaki muhabbet sadece alışveriş için olsa da, bu, oğlanı çok mutlu etmiş. Ertesi gün tekrar aynı yere gidip bir CD daha almış. Bu vesileyle kızla yine sohbet etmiş. Artık her gün mağazaya uğrayıp, sırf kızla birkaç kelime edebilmek için CD alıp duruyormuş. Derdi müzik değil, kızla konuşmakmış ya, bu yüzden her seferinde kıza, "Ne önerirsiniz?" diye sorup, onun söylediği CD'yi alıyor ama eve gidince bir kenara atıyormuş. Dolayısıyla hiçbirini açmayıp odasında bi yere fırlatmış.

Kızla araları her geçen gün daha iyi olmuş. Ancak konuşmaya cesaret edemediği için, bir kağıda, "Senden çok hoşlandım, lütfen görüşelim" yazmış, altına da adres ve telefonunu eklemiş. Bu küçük notu kızın tezgahının altına gizlice koymuş. Kız maalesef bu yazıyı günler sonra farketmiş ve gördüğünde çok mutlu olmuş. Çünkü o da çocuktan hoşlanıyormuş.

Kızcağız o kadar heyecanlanmış ki, delikanlıyı telefonla aramaktansa -e notu da geç gördü ya- yüzyüze görüşmek için evine gitmiş. Kapıyı üzüntülü olduğu her halinden belli olan orta yaşlı bir kadın açmış. Kadın, oğlunu soran bu tatlı kıza ağlayarak sarılmış ve çocuğun birkaç gün önce öldüğünü söylemiş. Dünyası yıkılan kız ağlayarak oradan uzaklaşmış.

Bir süre sonra delikanlının annesi oğlunun eşyalarını toplarken dolabında açılmamış bir sürü CD bulmuş. Bunların ne olduğunu anlayamayıp birini ambalajından çıkarmış. İlkinde gördüğü not üzerine hüngür hüngür ağlamaya başlamış ve hepsini açmış. Her CD'nin içinde, tezgahtar kızın el yazısıyla aynı not varmış: "Senden çok hoşlandım, lütfen görüşelim".
Nephthys - avatarı
Nephthys
Ziyaretçi
16 Şubat 2007       Mesaj #178
Nephthys - avatarı
Ziyaretçi
Saçlarının Kardeş Kokusu

Söylemiştim sana, aşk benim kurtuluşum, soluğum, özgürlüğümdür, diye. Bu sıradan, bu bayağı hayattan, bu günlük, bu insanı haysiyetsiz bırakan korku ve kaygılardan, hesaplardan, kendimi korumak için girdiğim rollerden, baskılardan, aşkımla çıkabilirim ancak; aşk benim için ya hep ya hiçtir, diye.
Çünkü ben sizler gibi olamadım bir türlü.

Sizler çok “duygusalsınız! ” Hormonlarınızın size her mevsim oynadığı küçük oyunlara kapılıp âşık olduğunuza inanıyor ve hemen kapılıp gidiyorsunuz; ya da sizler aşk diye birbirinizi kullanarak hayatın sizde açtığı yaraları iyileştiriyor, yıpranmış benliklerinizi onarıyorsunuz. Sonra da geçip giden yazların ardından ve güçlenmiş egolarınızla hesaplı ve korunaklı ilişkilerinize geri dönüyorsunuz. Beraberliklerinizin ya da aşk sandıklarınızın ardında hep bir dönüş kapınız açık sizin. Sizler mevsimlik aşklarınızdan geriye olduğunuz gibi geri dönersiniz. Bense çıktığım yolculuktan sakatlanmış olarak dönerim! Hiçliğe... ve bir kez daha ölmüş olarak. Tıpkı seninle yaşadıklarımdan sonra hissettiğim gibi... Söylemiştim, sana duyduğum aşk, içimde derin ve ölümüne bir kök saldı diye. Sense benimleyken hayatın sende açtığı yaraları iyileştirmiş, yıpranmış benliğini onarmış, kırgınlıklarını, korkularını, zaaflarını bana yüklemiş, sana güven veren, korunaklı ilişkine geri dönmüştün. O kötü enerjini geçirdiğin sahipsiz bir toprak olmuştum sana...

Onu sevdiğimi anladım, ona dönmeliyim, demiştin. Şimdi benim kanımla yeniden güçleniyor ilişkiniz. Şimdi ona okuduğun, ama benim sana yazdığım aşk şiirleriyle, öyküler ve yeniden doğuş efsaneleriyle besleniyor yakınlığınız. Şimdi ilişkinize benim çaresizliğim, itilmişliğim heyecan katıyor. Benden sevgini esirgeyerek, beni ölümün kucağına bırakarak ona döndün. Ne farkı var öyleyse beraberliklerinizin, ilişkilerinizin bu aşağılık, bu adaletsiz, bu esaret dolu hayattan? İlişkiniz benim saf dışı edilmemle taçlanıyor şimdi... Saf dışı etmek! .. Bu hayatı ne güzel özetliyor! ..

Bilmeni isterim, sandığın gibi sadece kadınlar aşkla seviştikleri erkeklere bağlanmaz, kimi erkekler de aşkla seviştikleri kadınlara bağlanırlar. Savruk yılların soldurduğu bedenimin şimdi sana umutsuzca bağlandığı gibi...

Uzun süre sana âşık olmamak için direndim. Sonra bu direnmeye daha fazla dayanamayacağımı anlayınca açtım kapılarımı. Ve kendimi hiç korumadan yaşamaya başladım seninle. Çünkü buydu benim için aşkın doğası. Kimse kendini korumaz. Ya hep ya hiçtir aşk. Ve aşkta yarın yoktur. Birlikte yolculuğa başlanır: İçerilere, kalplere, çocukluğa. Şefkatin ve sevginin esirgendiği günlere. Sonra o sevinçli ıstıraba... Bense sana inanmış, kalplerimize bu yolculuğu yaparken seni yanımda sanmıştım. Oysa sen benimle bu yolculuğa çıkarken ardında hep açık bir kapı bırakmıştın; kaybolmamak ve çok acı çekmemek için ve sonra güvenli, korunaklı ilişkine geri dönebilmek için. Oysa sevgili, böylesi yolculuklara çıkarken geriye bakılmaz, tereddütlere düşülmez... Yitirmeyi ve çok acı çekmeyi göze almadan kimse kurtulamaz bu adaletsiz hayattan, bu sefil esaretten... Kimse gerçekten âşık olamaz.

Ben yitirmeyi ve çok acı çekmeyi göze aldığım bu yolculukta, bu inancımın coşkusunu yeniden yaşamak için her defasında gözlerine bakmıştım. Yazık, görememişim, gözlerinin birinde kamera varmış! ..

Şimdi sen hiçliğe bıraktın beni. Ben bu hiçliğin içinden çıkıp çok güç de olsa varlığımı, yani özgürlüğü yeniden bulabilirim. Ya sen sevgili, gözünden hiç çıkarmadığın o kamerayla ve çok acı çekmekten ve yitirmekten hep korkarak yaşarsan nasıl kurtulacaksın bu esaretten, bu adaletsiz dünyadan? ..

Cezmi Ersöz

avatar21618721gf1
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Şubat 2007       Mesaj #179
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

GERÇEĞİN MASALI


Bir varmış da bir yokmuş Ak sakallı bir dede
Sıfırı çalan çokmuş Kurtları güde güde
Evvel saat dışında Uzaklara götürmüş
Saat bir at başında Yatağına yatırmış
At kaçarmış zamandan Sonra gelip yanına
Küfür denen dumandan Çökmüş atın önüne
O durmadan koştukça Ağlamaklı bir gözle
Yüce dağlar aştıkça Ama tatlı bir sözle
Yetmez olmuş nefesi Bu masala başlamış
Uzakta bir kurt sesi Zaman orda kışlamış

Bir zamanlar mert mi mert, yiğit mi yiğit, güzel mi güzel birisi yaşarmış. Ben deyim on bin, anam desin üç yirmi bin, siz deyin yüz bin yaşındaymış. Tanrı’nın insanları yönetmek için yarattığına inanılan bu kişiye insanlar güçlü, kuvvetli anlamına gelen “Türk” adını koymuşlar. Türk , yüzyıllarca dünyayı adaletle yönetmiş, açları doyurmuş, çıplakları giydirmiş, düşmanına bile iyilik etmekten çekinmemiş. Cümle yaratılanları sevmiş, yaratanını sevdiği için.
Nice devletlerden sonra bütün dünyayla savaşarak, son devletini, son ilini, Türkiye’yi kurmuş. Çok çalışmış, çok çabalamış ezilmemek ve eğilmemek için. Lâkin içindeki hainlerin ve kuyruk acısından oturma zevkini kaybeden düşmanları yüzünden gizli saldırılara maruz kalmış. İlkönce matematiğin bile aklının yetmediği Türkçe denilen dilini bozmaya yemin etmişler. Çünkü Türk demek, Türkçe demekmiş. İşyerlerinin hepsi uydurma ve saçma sapan dillerin harfleriyle süslemişler tabelalarını. Yöneticiler, yazarlar, aydınlar hatta ve hatta okuma-yazma bilmeyen halk bile yabancı dille konuşmaya özenmiş. İnsanlar tarihinden ve kimliğinden utandıkları için; anlamı yokluk tarlasında ekili olan isimleri kullanmışlar. Kimse sesini çıkarmamış Türkçe katledilirken. Bir de “ Ben mi kurtaracağım.” Diyen koyun sürüsü çoğalmış günden güne. Gel zaman git zaman şiir bakışlı, o muhteşem Türkçe yavaş yavaş yok olmaya başlamış. Ama dilini yitirirken dinini, kültürünü, geçmişini yani her şeyini yitiren halk, yine de sesini çıkarmamış. Bu ilgisizliğe, bu vurdumduymazlığı kızan ve utancından yerin dibine giren Türk , bir rivayete göre gençlerin uyandığı ve diline sahip çıktığı gün, tekrar yeryüzüne çıkacak ve tüm dünyaya hakim olacakmış.
Gökten üç sopa düştü. Biri, Türkçe’yi bu hale getirenin; biri, dile saldırılırken susanın; biri de, bu masalı dinledikten sonra hiçbir şey yapmayanın başına.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Şubat 2007       Mesaj #180
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ASABİ DUYGULAR

Gök çöksün, yer yarılsın
Yıkılsın bütün cihan.
Caminin duvarını itler ıslatıyorken
Susan şu cemaate bin kez yazıklar olsun!

Utanmamak, ağlamamak elde değil. Cennet vatanımın bahar bayramında *****liklere kahrediyorum. Kalemime sahip çıkmaya zorlanarak ebedi sevgiliye el uzatılmasının onur kırıcılığıyla bu yazıyı yazıyorum. Bedenim yeryüzünde bilinçsiz dolanırken ruhum yerin en dibinde azaplar çekmekte. Beynim depremler içinde çaresiz kendini kaybetmemeye çalışıyor. Genlerim en kara günlerini görmekte, en kanlı ihtilallere kılıç bilemekte. Kalbim artık benden azade, firari bir mahkûm gibi elleri tetikte ölümü gözlemekte.

Şehit kanında ihaneti yeşertmeye çalışan yönü belirsiz, dini belirsiz akıl fukaraları nazlı bayrağıma salyalarını akıtmaya çalışıyor. Yanarken bile damla damla şehit damlıyor aziz bayrak. Gözlerimden yaş değil kanlar fışkırıyor. Cümle dalkavuk ve fitne erbabı iyi niyetimizi ölçme eğiliminde yalpalıyor. Annesinin üstünde ermeniyi, fransızı, ingilizi ve bütün mazisiz mahlûkatları görmek isteyen ******** soytarı takımı milletin can damarına hücum ediyor. Küçük oldukları için büyük harf kullanmaya lüzum görmüyorum ve bunları düşünürken cehaletin verdiği cesaretle serseriler ölüm fermanlarını imzalıyorlar. Böylece ilelebet kuyruk sallayarak gebermeye mahkûm oluyorlar cehennemin tanımsız köşelerinde.

Bugün isyanımın en karasını giydim üzerime. Milletimi kandıranlara acı zehirler kusuyorum. Tarihimden güç alarak toparlanıyorum ve geçmişimi daha aydınlık görüyorum. Ama her kelimede canlarını almak istiyorum bu hainlerin, kalemimi gözlerin sokmak istiyorum. Asit kazanlarında yıkamak istiyorum pis gitmesin diye cehenneme.

Fazla şeyler yazıp günaha girmekten korkuyorum. Hem de bu bunlar için güzel Türkçe’mizi kullanmak istemiyorum. Sadece imanlı yürekler, çelikten bileklerle marşlar söylüyorum. Bir de büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN henüz genç bir askeri öğrenci olduğu sırada yazdığı şiiri tüm sağır sultanlara, anası-babası çok olanlara, yal ehlilinin zağarlarına, şeytanın çocuklarına ve hilkat çamuruna necaset karışmış batıl düdüklerine haykırıyorum;

Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler; örtülen doğacak.
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak
Yalan tarihi görüp, doğru tarihe giden.
Asya’nın ortasında Oğuz Oğulları
Avrupa’nın Alplerinde Oğuz Oğulları,
Doğudan çıkan biz, Batı’da yine biz,
Nerede olsa, ne de olsa kendimizi biliriz.
Hep insanlar kendilerini bilseler,
Bilinir o zaman ki hep biriz.
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri,
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Dünya o zaman görecek,
Hakikat nerde, hakikat nerde?

Benzer Konular

3 Aralık 2006 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
11 Haziran 2013 / Misafir Forum Oyunları
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar
20 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat