Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 114

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 493.104 Cevap: 1.997
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Temmuz 2006       Mesaj #1131
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
belki biraz tebessüm edersiniz

Sponsorlu Bağlantılar
Bir zamanlar gökyüzünde birbirlerini gerçekten çok seven bir bulutla yıldız
varmış...Bulut bulut gökyüzünün en şeker, en pembe bulutu, yıldızsa; en
parlak, umudu en çok yansıtan yıldızıymış...


Gökyüzündeki her varlık onların sevgisi kıskanırmış. Tatlı bir
kıskkançlıkmış tabii ki onların ki... Ama biri varmış ki, bulut ve yıldızın
ayrılmalarını yürekten istiyormuş. Hem de yıldızın en yakın arkadaşı
olmasına rağmen...


Bulut biraz safmış, kimseyi kıramazmış... Yıldızsa 'bulut' u için elinden
gelen herşeyi yapabilir, herkese meydan okuyabilirmiş... Zaten onun için bir
bulutu bir de çok sevdiği dostu peri varmış... Nereden bilebilirdi ki,
perinin bir gün bunların hepsini yıldızla bulutun ayrılmaları için
kullanacağını?...


Bir gün nazar değmiş, buluyla yıldıza... Hiç yoktan bir sebepten
tartışmışlar. Bulut, çekip gitmiş, hatalı olmasına rağmen...Yıldızsa
"Nasılsa bulutum beni seviyor, dönecektir." diye düşünmüş. Fakat hiç bir şey
beklediği gibi gitmemiş. Ve bulut dönmemiş...Kim bilir, belki de cesaret
edememiştir dönmeye bilinmez. Ama tek bir gerçek vardı ki : O da ikisinin de
çok üzgün olduklarıydı...


Gökyüzündeki iyilik mekekleri bile ağlamışlar onların durumlarına ama ne
fayda...


Ertesi gün yıldız olanları en yakın dostu periye anlatmış. Periyse
göstermelik bir hüzne bürünmüş... Çünkü eline büyük bir fırsat geçmişti.
Artık hayatı boyunca kıskandığı kişiye karşı kozları vardı elinde... O kişi,
en yakın dostu yıldız olmasına rağmen kullanacaktı kozlarını... Hem de büyük
bir zevkle...


Bulutun yanına gitti ve yıldızın artık onu sevmediğini söyledi. Bulutsa
üzüldü, boynunu bıraktı, ama elinden hiç bir şey gelmeyeceğini düşündü...
Çünkü yıldız inatçıydı...Bir kere olmaz dediyse, bir daha olur demezdi. Peri
de bulutun bu üzgün durumundan yararlanıp, ona olan sevgisini itiraf etti...
Bulut da kimseyi kıramadığı için perinin, yıldızın yerine geçmesine izin
verdi...


Yıldız, günlerce bulutun dönmesini, ondan af dilemesini bekledi. Ama
bulut gelmedi. Bir gün yıldız, bulutun yanına gidip, konuşmaya karar verdi.
Gece yola çıktı...


Bulut, dostu, sandığı periyle birlikte ayda eleleydi... Melekler
dayanamayıp, tüm olan biteni anlattılar yıldıza... Yıldız, çok üzüldü ve
çaresiz döndü arkasına ve gitti... Ve yavaş yavaş sönmeye başladı.


O günden sonra yıldız söndü, ışık veremez oldu... Bulutsa artık ne o
kadar pembe, ne de o kadar kadifeydi...


Yıldız, ilk zamanlar her şeyden vazgeçti, hayata küstü... Ama kolay pes
etmedi...Kısa bir süre sonra hayatıyla ilgili o önemli kararı verdi...


O güne kadar hiç görmediği güneşin yanına gidecekti ve biraz daha ışık
isteyecekti ondan... Çok geçmeden daha önce hiç görmediği güneşin yanına
gitti... Ondan yansıtması için biraz daha ışık istedi... Güneş ışık yerine
sevgisini verdi yıldıza...


* O gün bu gündür yıldız, dünyaya güneşin sevgisini yansıtır... Bulutsa;
hep gözyaşlarını akıtır dünyaya... Bir de yüreğinde kopan fırtınaları...*

Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
10 Temmuz 2006       Mesaj #1132
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Tatlı Dil Yılanı İninden...
İnsan, tabiatından kendisinde var olan kötü huylarından istesede kolay kolay vazgeçemez. Ancak insan gerçekçi, insancıl, karşı fikirlere tahamül gösteren, inançlara saygılı, mantiki bir eğitim ve terbiye ile zaafları baskı altına alınıp, güzel tarafları öne çıkartılırsa. İyilik merhamet ve hoşgörü gibi kavramların kapıları açılır ve kendisinde var olan kötü huyların önü kesilebilir...
Sponsorlu Bağlantılar

Çocukların büyüme, gelişme ve eğitim çağında gereksiz, hiç bir işe yaramayan, günlük yaşamında kullanamıyacağı hurafelerle, kof, saçma-sapan bilgilerle zihnini işgal etmenin, çocuğa hiç bir yararı olmayacağı gibi, körpecik beyinlerinin gelişmesine zarar verir.

Bu vesile ile sevgi, merhamet, hoşgörü, anlayış gibi insani kavramların, küçük yaşta öğretilmesi, karşı fikirleri, dinleri, inançları, milliyetleri saygıyla karşılamak gibi, güzel unsur ve güzel duygular, çocukluğunda ve gelişme çağında garantina altına alınmlıdır ki,. ileri yaşlarda depreşmeye yönelik zaaflarını asgariye indirmiş olsun.

Ben 38 yılını memleket sevgisi ve memleket hasretiyle geçiren, düşünen bir insan olarak, insanların sadece yemek yiyip geğirdikten sonra ne yapacağını bilmeyen, kendisi gibi olmayan ve düşünmeyenlere küfür eden, kaba, kimliksiz, kişiliksiz nesiller yetişmesini istemiyorum.

Sevgi ve hoşgörünün çağımızda insanlar arası, toplumlar arası, en önemli barışçıl etken olduğunu unutmamalıyız. Sevgi, dostluk ve hoşgörü, insanlar biribirileri ve gerçeklik arayışındaki ilişkiyi, doğru kullanabilmelerinin, güven duygusunu hissedebilmelerinin biricik yoludur.

Dünyadaki, canlılarda yalnızca insanlarda var olduğu ve yalnızca insanlara ait olan özbilinç, adalet, merhamet, vicdan, hayal gücü ile aldığı eğitim ve terbiye, insanın yaşamını denetim altına almasını, düzenlemesini ve geleceğe ait ölçülerin gelişmesini sağlar. İnsanoğlu içinde bulunduğu yaşamı ileriye dönük değişimi tasarlarken, ilk kural yüreğiní sevgiyle, saygıyla, merhametle doldurup, vicdanlı ve bilinçli olmasını gerektirir.

Sevgiyi, hoşgörüyü yalan ve çıkardan uzak tutup, hilesiz bir biçimde gönlümüze dokuduğumuzda ve yüreğimize nakış nakış işlediğimizde, sığ ve kirli sularda kürek çekmekten kurtulur, gerçek doygunluğu, doğruluğu, mutlulugu ve erdemi yakalamış oluruz..

Alışkanlıklar, önyargılar, bir toplumu tümden aşağılamalar ve kontrol altına alınamayan intikam, kin, nefret gíbi olumsuz duygular tüm toplumlara ve tüm insanlığa ancak zarar getirir. Yararlı olunamıyorsak bari dünyanın ve insanlığın gelişmesine, zarar vermeyelim...

Çağımızda insanlığın büyük uyanış içine girdiği demokratlık, (hümanist) insancıl değerlerin yüceldiği dünyamızda, insanların hala palavra ve kafaları bir örümcek ağı gibi saran şovenizm, dini fanatizm gibi çağdışı fikirlere, neden hala sıkı sıkıya sarılıp itibar ettiklerini anlamış değilim. Bilmezler mi asarız, keseriz mantığıyla hareket eden, gücü yettiğini, gücü yettiğince ezmeye çalışan insanlarda ne özbilinç ne özsaygı nede mantık ve vicdan olur.

Her şeyden önce birey yada toplum olarak, aydın, her düşünceye, her inanca saygılı, okumayı alışkanlık haline getirip, kitap okumayı seven insanlar, nesiller yetiştirmeliyiz ki, dünyaya, insanlığa ve toplumumuza bir yararı olsun...

Bilimin, bilginin, teknolojinin ilerlemesine bir diyeceğim elbette olamaz, ama aynı zamanda da bilimin, bilginin, teknolojinin, zekanın kötüye kullanılmasından, pazarlanmasından yana değilim. Aynı oranda din, milliyet gibi kutsal unsurları, küçük çıkarlar için kötü emellerine alet edenlerden hep tiksinmiş, rahatsızlık duymuşumdur.

Çocuklarımızı eğitimden ve sorumluluklardan uzak, vurdum duymaz, saygı ve sevgiden bi- haber, tembel, sadece kendi çıkar ve rahatını düşünen bencil yarattıklar olarak yetiştirirsek. Onların kişilikli, dürüst, onurlu, yardımsever, karşı fikirlere, milliyetlere, dinlere saygılı, hoşgörülü olmasını öğretemezsek. İnsan olarak, düşünen, sorgulayan kafa yapılarına destek olmaz ve yol göstermezsek. Çağın bilgi donanımıyla donatmazsak. Ne olur bilir misiniz?..

Dünyadan, yaşamdan bi- haber, kimseye hoşgörüsü, saygısı, sevgisi olmayan, acıma, merhamet nedir bilmeyen, gözünü kırpmadan insan öldürebilen, başkalarını korkutarak yada sömürerek güç kazanmaya çalışan, tembel, hoşgörüsüz, egoist bir nesil yetiştirmiş oluruz. Onun için çocuğun aile ve okulda alacağı kültür eğitim terbiýe insanların başkalarının fikrine kültürüne inancına giyimine saygı duymaları sosyal etnik farklılıklara hoşgörüyle bakmalarını eşitlikçi anlayışı paylaşım ve dayanışma duygusunu geliştirmeleri gerektiriyor... Herkesin hakkının kendi hakkı kadar öneminin vurgulanması gerekiyor.

Eğer çocuklarımızı kız yada erkek diye ayırırsak, soru sormalarını, sorgulayıcı olmalarını, kişilik kazanmalarını engellersek,. farklı olana hoşgörüyü ve saygıyı belletip bunu bir yaşam tarzına dönüştüremezsek. Sorunlar bir dağ gibi gittikçe büyür ve altında kalkamıyacağımız bir hal alır.

Sadece çevresindekilere değil, farklı olan her şeye saygılı, höşgörülü, anlayışlı, sevecen ve yardım sever olarak yetiştirirsek, asıl sorunların zaman içerisinde gittikçe küçüldüğünü göreceğiz.
Dürüstlük, insanın önce kendisine karşı dürüst olmasından geçer. Dürüst olmayıpta başkalarının yanında dürüstlük taslamak hiçte dürüstlük değil.

“Akıllı, bilgili olmakla, adil ve ahlaklı olmak aynı kapıya çıkar” diyor H. Ali. Ne doğru bir söz değil mi? Bütünlük, var olmak, kişiliğin önemi varsa, insanlara ve tüm canlılara karşı adil olmayı öğretmeliyiz çocuklarımıza. İyi bir insan olmanın temel gereği budur. Asıl mesele dün- bugün- yarın değil ve farklı din, dil, kültür değil. ïnsanın gerçeği ve bütünlüğü meselesidir.

Yargılamak adil olmayı ve bilmeyi gerektiriyor. Bilmek ayrı bir fedekarlığın adı unutmayalım...

Ne demişler: Tatlı dil yılanı ininden, Acı dil insanı dininden çıkarır.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Temmuz 2006       Mesaj #1133
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kırmızı yüzler
Elimde kalem öylece kalakaldım. Yazamıyordum. Belki biraz zorlarsam olur dedim. Olmadı. İki kelime yazıyor sonra yazdıklarımı bir kenara atıyordum. Sonunda pes ettim. Biliyorum ben şiiri değil, şiir kendini yazıyordu.

Her şeyini yitirmiş biri gibi kendimi yatağıma bıraktım. Vücudum öyle yorgundu ki ağırlığı bir korku gibi üzerime çökmüştü. Baş ucumda duran kitabımı aldım. Okumaya acıkmış biri gibi süratle okuyor hızıma ben bile şaşıyordum. Bu emanet kelimeleri tutamıyor, onlara kendimi yüklüyordum. Sonra da kayboluyor, gerçekte ezik ruhumu unutmaya çalışıyordum. Bir ara duraksadım. Gözüm bir cümleye ilişti. Anlamadım önce, tekrar tekrar okudum. Her defasında daha bir aydınlatıyordu kendisini.Üzerimde daha derin yaralar açılıyordu. Bu cümle ile aramdaki oyun bilmem ne kadar sürdü. Kaç defa saate baktım. Gözüm kaç kez telefona ilişti, kaç kez lanetler yağdırdım. Bilmiyorum. Düşüncelerimden sıyrılıp kendi dünyama döndüğümde bir kapı zili karşıladı beni. Hiç takatim olmadığı ve hiç istemediğim halde kapıyı açtım. Kapıcı gazeteleri, ekmeği bırakmıştı. Eğilip aldım. Defalarca okudum gazeteleri. Bir gazete deprem senaryolarını sıralamış, biri yer altı dünyasının on yedilik yeni babasını manşet yapmış. Öğrencilerin YÖK’e karşı eylemleri, cinayetler, SSK vurgunu ve gözden kaçırdığım nice dolu haber ve nice dolu gereksiz söylem. Sıkılıyorum. İşe gitmek için hazırlanıyorum. Bu hazırlık belki yıllarca yaptığım türden. Hayatımın anlamsız bir dolu zerzevatı.

Evden çıkıp yola koyuluyorum. Durağa gelip - her zamanki gibi – otobüsü beklemeye başlıyorum, ya da dur deyip de pişman olduğum anılarımı bekliyorum. Aslında benim bile bilmediğim bir dolu yalan. Ben fark etmesem de onları bekliyorum. Otobüs geliyor. İtiş kakış biniyorum otobüse. Biri beni itiyor, ben diğerini, o da bir başkasını. Şehrin pis havasını ciğerlerimize çekiyoruz hep birlikte. Denizin üzerindeki kara dumana bakıyor, belki de “ayıp yahu” deyip kaldırımda sarmaş dolaş yürüyen sevgililere laf atıyoruz. Ben ter kokan bu kalabalıkta kendimi bulamamaktan korkuyorum. Bir durak sonra iniyorum. Yanımdan deniz geçiyor, şehrin pis havası ve az önce ayıplanan sevgililer geçiyor. Hepsine bakıyorum. Bir anda yok oluyorlar.

Nereye gittiğimi bilmeden yürüyorum. “Simiitt” diye bağıran birinden simit alıyorum. Parktaki bir banka oturuyor, sonra neye üzüldüğümü bilmeden üzülüyorum. Vitrinlere bakıp, yere tükürenlere bağırıyorum. Onlar da bana... duvarlara ne olduğunu bilmediğim kâğıtlar asmışlar. Tiyatroda bu akşam Lale Mansur’ un oyunu varmış. Zülfü Livaneli’nin yeni kitabı ”Mutluluk ” çıkmış. Sonra “Uyuşturucuya hayır” diyen bir grup gencin yazıları geçiyor gözümün ününden. Kaçtığım şey beni burada da yakalıyor. Nur geliyor aklıma. Uyuşturucudan kurtulmak için verdiği mücadele geliyor. O titrerken nasıl yüreğimin burkulduğu, o üşürken nasıl sarıldığım, o ağlarken nasıl kanadığım. Hepsi aklıma geliyor. Tam kendimi suçlayacakken susturuyorum düşüncelerimi.

Tekrar eve dönüyorum. Kendimi en rahat hissettiğim yere ise gitmediğimi ve akşamı çoktan ettiğimi bilmeden dönüyorum. Evin bütün ışıkları açık. Hatırlamıyorum.

Ben beynimi yormakla uğraşırken yağmur da iyice bastırıyor. Soğuk titretiyor, belki çakan şimşekler dışarıda birilerini rahatsız ediyor. Bense hatırlamıyorum. Eve az sonra yaşayacaklarımı bilmeden giriyorum. Giriyorum ve sonu gelmeyecek gecenin ilk sözcüklerini bırakıyorum odanın küflü havasına.

- Artık gelmezsin sanıyordum.
- Özledim. Yoksa ne işim var bu vakit sende?
- Bitti mi? Diye soruyorum.
Sadece yüzüme bakıyor. Tekrar,tekrar soruyorum.
- Bitti mi? Artık yok değil mi?

Ben üstüne gidiyorum tüm gece boyunca. O ne bir adım ileri ne de bir adım geri atıyor. Öylesine duruyor. Sonra elini yüzüne kapatıp yere çömeliyor. Dakikalarca ve belki de saatlerce bekliyor. Ben balkonun kapısını açıyorum. Soğuk hava içeri giriyor düşünceler dışarı... Kolundan tutuyorum. Balkona çıkarmak istiyorum onu. Kalkarken zorlanıyor. Basamak, basamak kollarımdan tutup ayağa kalkıyor. Dışarı çıkıyoruz. Yağmur saçlarımızı ıslatıyor. Gece ruhumuzu.... Çakan şimşekler cesaretimizi kırıyor. İkimizin de hep var olan gücü her çakan şimşekte biraz daha yok oluyor. Elimi ıslanmış saçlarına götürüyorum. Bir tutamı elimde kalıyor. Yüzüne dokunuyorum. Gülücüklerin yerine tanımlayamadığım bir sürü şey çıkıyor. Ben o gece orada hep hayran olduğum dostumun yıkılışını seyrediyorum. Ben mi istemiyorum yoksa o mu izin vermiyor bilmiyorum. Yardım edemiyorum. 0 damla damla eriyor ve ben sadece seyrediyorum. Tam günün yorgunluğu üzerime çökmüşken ve tam da ona yeniden bağlanmışken ve tam da ağlayacakken elimi tutuyor. Bir daha kendim olamıyorum. 0 kızı bulamıyorum. Nur yanağıma bir öpücük kondurup gidiyor. Bir yarımı da götürdüğünü bilmeden... Gidiyor. Ben gidişini seyrediyorum bir daha göremeyeceğimi bilmeden.

Oturuyorum. Bir onu suçluyorum, bir kendimi. Uyuşturucu kullandığı için onu ve bunu fark etmediğim için kendimi. Bu oyun sürüklenip duruyor. Uykudan habersiz sessizce bir düş çaldığımı ben bile fark etmiyorum. Uyumuşum uykudan habersiz.
Bir telefon sesiyle uyanıyorum. “Gelmen gerek’ diyen biri beni uyandırıyor. “Neden” diyorum “Ne oldu?”
- Siz gelin orada konuşuruz diyorlar.
Sessizce çıkıp gidiyorum çağırdıkları yere. Ve geçtiğim sokaklara bir parça anı ,hüzün ve bir parça pişmanlık bırakıyorum. Boşlukları yağmur damlaları dolduruyor. Ben fark etmiyorum. Biri elimden tutuyor. Anneme benzeyen bir kadın ve babam sanki yanındaki. Anımsayamıyorum. Kadının ağlamaktan gözleri şişmiş “Gördün mü?” diyor mırıldanarak. Adam dalgın. Bir eliyle sigarayı tutuyor diğer elini kâh saçlarına kâh bıyıklarına götürüyor.

- Üzülme be, onun kaderiymiş diyor içlerinden biri.

Sonra bir polis gelip tutuyor kolumdan. Yerde bedeni gazete kağıtlarıyla örtülmüş birinin yanına götürüyorlar. Anlıyorum o zaman. Birinin artık dayanamayıp öldüğünü anlıyorum. Uyuşturulan bedenini artık istemeyen birinin isyanını anlıyorum. Oyuncakları kalmış yüzünde. Asla kavuşamadığı idealleri ve gülücükleri yüzünde asılı. Kime bıraktığını bilmeden saklamış onları. Nur’ un elini tutuyorum. Yüzünü açıp bakacak cesareti kendimde bulamıyorum. Ağladığımı fark etmeden ağlıyorum.
Tuttuğum elini bırakıyorum dostumun. Ne zaman okuduğumu hatırlayamadığım bir söz aklıma geliyor. Onunla uzaklaşıyorum. “Ağaçlar ayakta ölür “ O da bunu bilmeden ayakta ölüyor.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Temmuz 2006       Mesaj #1134
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ARKADAŞ

Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu
bir torba vermiş,\"Arkadaşların ile tartışıp
kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak\" demiş.
Genç,birinci gün tahta perdeye 37 çivi çakmış.Sonraki haftalarda
kendi kendini kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha
az çivi çakmış.Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış.Babasına
gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahta perdenin önüne
götürmüş.Gence bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her
gün için tahta perdelerden bir çivi çıkart,sök\" demiş.Günler
geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi
çıkarılmış. Babası ona \"aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye
dikkatli bak.Çok delik var.Artık geçmişteki gibi güzel olmayacak\"
demiş. Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler
söylenilir.Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır.Arkadaşına bin
defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen
kalacak(kapanmayacak). Bir arkadaş ender bir mücevher gibidir.Seni
güldürür yüreklendirir, sen ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur,seni
dinler ve sana yüreğini açar\"demiş.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
11 Temmuz 2006       Mesaj #1135
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Günbatımı



Günbatımı olunca bir hüzün kaplar bedenimi.Yanı başımda damar şarkılar diğerinde sıcak bir yastık
Düşünceler birbiriyle yarışır. Balkonda uyuya kalırım hayallerle. Acaba çok şey mi istiyorum yada imkansızı mı. Yokuş yukarı çıkıyorum ama hiç inemedim daha. Tam düzeldi derken taklalar gelir bir yanda babam diğerinde annem . Bunlara ek bizim aileden değil ama aday olarak sevgilim geliyor ortada dönme dolabı çeviren ben sorun çözmekten sorun ben oldum aslında ilerlemek yerine sekmeyi tercih ediyoruz şimdilik orta noktayı bulamadık henüz arayış içinde geçiyor her gün yarına çıkılır mı bilinmez
Aslında gereksiz konularda tartışmayı bırakıp uzlaşma olması gerekir gelecek planları iyi şeyler yapmamız lazım iyi günlerimize mutlu yarınlarımıza taşan nehrin önüne taşlardan barikat yapıp ovalara su getirme zamanı geldi su daha fazla boşa akıtmadan yoksa hepimiz selde can vereceğiz ne olduğunu bile anlamadan...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
11 Temmuz 2006       Mesaj #1136
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Arayış


İnsan hayatı çoğunlukla arayışlarla geçer iyi bir iş iyi bir arkadaş çevresi iyi bir gelecek iyi bir eş gibi
Arayışlar böylece sürüp gider birini yakalayınca birini kaybeder ötekine ulaşınca birini çoktan yitirir tam buldum işte bu dediğinde sonrasında istemediği bir sonuçla karşılaşınca yitirilen zamana acır insan
Ve arayışlarla elde edilenler hiçbir zaman eşitlenmez sürekli bir arayış içerisinde sürüklenmeye mecbur kalırsın
Umut tükenmeyen bir sermaye arayışlarda kullanılan yegane servettir. Umut bitmez bittiği yerde arayış bitmiş ölmüş yada yaşarken ölenlerden olmuşuzdur.
Her nedense arayışlar her zaman bir sevgide toplanmış hak edilen hatta hak edildiği halde alınamayan bir sevgi arayışıyla süre gider hayat, ama ufuk geniş ve ülkü ulaşılamayacak kadar uzak değildir. Sevgi kutsal gizemli bir şekle girer sevgideki ilahiyatı bulabilmek ümidiyle birçok güçlük def edilir ve arayışlar devam eder.
Arzulananlar alınıp arayışlar sonuçlandığında çekilen acılardan kurtulmak en azından acıları dindirmek üzere yalnızlık seçilir.
İşte o an , gönül dağıma kurduğum bağ evine çekilir kendi yaralarıma kendim merhem olmaya çalışır türküler eşliğinde tan yerindeki ela gözlerle beni gözlediğini hisseder her daldığımda beni düşündüğünü hayal eder yaralarımı iyileştirmeye çalışırım. İşte o an tüm acılardan kurtulur yeniden doğar ve koynumda biriktirdiğim tüm ışıltıları serper gök yüzüne saçlarıma yağan yıldızlarla bütünleşir kuşlar kadar özgür olur kırardım esaret zincirlerini
Dinen sızılar iyileşen yaralarla ama yara izleri bedenimdeyken dönerim hayata çarklar arasındaki yerimi alır büyük ve acımasız çarklar arasında yıpranmadan ve yok olmadan yaşamaya devam eder mutluluk oyunu oynarım.
sahte göz yaşlarının tuzlu sudan başka bir şey olmadığını anladığım anda rüyamın pembeliği bozulur ve uyanırım. Tatlı ama acı veren uykumdan. Elde kalan sermayemle ilahi sevgiyi bulma ümidiyle devam ederim hayata ve arayışlarıma.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
11 Temmuz 2006       Mesaj #1137
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Affın Erdemi


Bir gün trenle seyahat eden birisi tesadüfen son derece huzursuz olan genç bir adamın yanına oturmuş. Bir sure sonra , genç adam , uzak bir hapishaneden henüz çıkmış bir mahkum olduğunu açıklamış. Mahkumiyeti ailesine o kadar utanç vermiş ki , ne ziyaretine gelmişler , ne de bir mektup yollamışlar. Ama fakir oldukları için seyahat edemediklerini , cahil oldukları için mektup yazamadıklarını umuyor ; her şeye rağmen kendisini affetmiş olmalarını hayal ediyormuş.

Ailesinin işini kolaylaştırmak için , kendilerine mektup yazıp tren kasabanın eteklerindeki çiftliklerinden geçerken bir işaret koymalarını söylemiş. Ailesi kendisini affetmişse , raylara yakın bir elma ağacına beyaz bir kurdele bağlayacaklarmış. Eğer kendisinin geri dönmesini istemiyorlarsa , hiç bir şey yapmayacaklar , o da trende kalıp Batıya gidecek , belki de bir serseri olacakmış.

Tren , kasabasına yaklaşırken heyecanı o kadar artmış ki , pencereden dışarı bakmaya cesaret edemiyormuş. Kompartıman arkadaşı kendisiyle yer değiştirip onun yerine elma ağacına bakacağını söylemiş.
Bir dakika sonra elini genç mahkumun koluna koymuş ,
“ Şuraya bak ” demiş. Göz pınarlarında biriken yaşlarla gözleri parlıyormuş. “ Her şey yolunda , bütün ağaç bembeyaz kurdelalarla bezenmiş ”.

O anda bir ömrü zehirleyen tüm acılar , adeta , birden dağılmış , kaybolmuş.

"Affetmezseniz sevemezsiniz.
Sevgisiz hayat ise anlamsızdır"
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Temmuz 2006       Mesaj #1138
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Rüya

Ter içinde uyandı. Başucundaki saat gecenin üçünü gösteriyordu. Hep böyle oluyordu. Yıllardır, başını yastığa koymasının üzerinden iki üç saat geçer geçmez uyanıyor, bütün geceyi uykusuz geçiriyordu. Üzerinde siyah saten elbisesi, boynunda tek sıra incisi, çelik ökçeli rugan iskarpinleriyle hep aynı ezginin eşliğinde, rengarenk bir duman içinde dönüyor, dönüyordu.
Rahmetli eşinin zarif parmakları udun tellerine dokunuyor, arada, bir tamburun içli yakarışını duyar gibi oluyor, dönerken hissettiği mutluluğun ezginin kesilmesiyle birlikte bir acıya dönüştüğünü fark ederek, kendini dar keçiyollarında çıplak ayaklarıyla koşarken buluyordu. Şimdi seksenlerinde olan bu kadına yirmili yaşlarındaki yüzünün her gece eşlik etmesi, biraz tuhaf değil miydi? Üstelik hep aynı bestenin eşliğinde…Kalkıp sırtına şalını aldı ve mutfağa doğru yürüdü. Balkonun açık kalmış kapısı, gece çıkan hafif rüzgârla sallanıyordu. Balkona çıktı ve şezlonga oturdu.
Geceleri bir bahçe hangi kıpırdanışlarla değişir, artık ezberledim. Çiçeklerin içine kapanışlarını, dalların hışırdayışını, türlü böceklerin toprağı karıştırıp bahçe duvarında sürünüşlerini, ay ışığının üstümüze saldığı bütün ışık ve gölge oyunlarını…bir bir sayabilirim şimdi boğazıma yük gelen kelimelerle. Sonra bu evin gittikçe değişen, bana bile yabancılaşan çehresini gördüm acıyla. Geceleri benim evim olmaktan çıktığını, odalarımın, eşyaların alışık olmadığım hâllerine şahit oluğumu meselâ canım efendim benim, anlatsam duyar mısın? Bazen piyanodan çıkan ani bir sesle uyandığımı, bir tamburun telinin koptuğunu meselâ kimselere söyleyemiyorum. Ne o doktor bozuntularına, ne de evlâtlarıma. Kapağını iyice kapattığıma emin olduğum bir dolap gürültüyle açıldığında, ya da merdivenler alışık olmadığım bir öfkeyle gıcırdadığında, korkmuyorum ama, yokluğundan sonra bir bardağın bile yerini değiştirmediğim bu eve emniyetim sarsılıyor. En çok çalışma odana girmeye çekiniyorum. Çünkü o odaya ne zaman girsem, rüyalarımdaki ezgi çınlıyor kulaklarımda. Senin yarım kalmış bestendir can çekişen, biliyorum. Ruhun muazzep olmaktadır, canım efendim, buna üzülüyorum.
Ürperdiğini hissetti. Hava serinlemişti iyice. Eskiden üşümezdi yaz geceleri. Sabaha yakın saatlerde bitkiler bile ürperir, domur domur olurdu da, o, titremezdi hiç. Balkondan çıkıp salona geçti. On iki kişilik yemek masasına, porselen yemek ve çay takımlarının bulunduğu büfeye, sonra koltuklara, perdelere baktı uzun uzun.
Ne kalabalık misafirler ağırladım şimdi yalnız yemek yediğim bu masada. Vakit geceye yaklaşırdı da servis devam ederdi. Rahmetli elinde udu, arada bir ellerimle hazırladığım gül şerbetinden yudumlayarak yeni bestelerini çalardı davetlilere. Bazen göz göze gelirdik de bakışlarındaki sevgi ışıltıları kalp atışlarımı hızlandırırdı. Masadaki bütün kadınların bana hasetle baktıklarını fark ederdim. O gün büyük oğlana “Hep beraber bir akşam yemeği yiyelim.” diyecek oldum, işlerin çokluğundan, kendilerinin bile artık aynı saatte sofraya oturamadıklarından söz etti. Evlâtların vefasız çıktı canım efendim. İnceliğinden, inceliğimizden, bizim hayatımızı güzelleştiren ve mutluluğumuzu borçlu olduğumuz küçük teferruatlardan habersiz, büyük mutluluklar peşinde, hep geleceğe erteleyerek yaşamayı, şimdiki bütün gençler gibi hayatı ıskaladıklarının farkında bile olmadan, büyüttüler içlerinde gündelik telâşları ve kazanma hırslarını…
Tam karşısındaki odaya çevirdi bakışlarını.Kapısı kapalı. Onu gömdüğünden beri kapalı…Yüreği göz göz olmuştu bu eve yalnız girdiği ilk gün. Artık onsuz, hatta belki yaşamın o doyumsuz ritmini hiç hissedemeden, sevgisiz ve heyecansız kaldığını ne kadar da ağır bir yük olarak üstlenmişti kalbi. Oysa o hayattayken, kapı hep açık durdu yıllarca.Odanın önünden her geçişinde sevgiyle uzattı başını içeri, notaların arasında kaybolmuş efendisine baktı her seferinde, içinde müziğini yakaladı hayatın. Ani bir hareketle ve yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle yürüyüp açtı kapıyı. Aziz bir hatıraya dokunur gibi dokundu eşyalara tek tek. En son udu aldı eline…
***
Elindeki udu bıraktı. Dantel işlemeli başörtüsü, küçük yuvarlak gözlükleri ile ellisinde gösteren bu kadının seksenlerinde olduğuna kimse inanmazdı. Udunu bırakmıştı ama az önce odaya yayılan notaların insanı tesiri altına alan büyüsü ve berraklığını yitirmemiş sesinden dökülen o billûrlaşmış âhenk ancak Azize Hanım’ın mütebessim bakışlarıyla karşılaşınca beni kendime getirdi. İlk defa dinlediğim şarkının ilginç hikâyesi de şaşkınlığımın bir başka mazeretiydi. Zira bu şarkı bestekârının ölümüyle yarım kalmıştı. Belki de bu yüzden insanı böylesine etkiliyordu.
-Hanımefendi, inanın çok etkilendim, diye kekeledim. Rahmetli eşiniz çok ince bir insandı muhakkak. Üstelik bir bestekâr eşi olmak hiç kolay olmasa gerek.
Azize Hanım hafızasının bir antikacı vitrinine benzeyen el değmemişliğinde bir müddet dolaştı. Konuşmaya başladığında, bakışları çok uzaklara dalıp gitmişti.
-O öldüğünde uzun süre kabullenemedim durumu. Bu evi yazlık olarak kullanırdık. Bestelerinin çoğunu da bu evde yaptı. Vefatından sonra buraya yerleştim. Kendimi âdeta dış dünyadan tecrit ettim. Rahmetliyle geçirdiğim otuz yıl boyunca bir kere incinmedim. Onunla beraberliğimiz beni çoğaltan bir beraberlikti. Belki de o yüzden hayata kaldığım yerden devam etmek istemedim. Kim bilir belki cesaret edemedim, belki de buna değmeyeceğini düşündüm.
-Peki çocuklarınız? Onlar karşı çıkmadılar mı kendinizi bu denli soyutlamanıza?
-Benim evlâtlarım hayırsız çıktı kızım, söylediğiniz incelikleri düşünecek durumda değillerdi.. Ya da sadece bir yaşlılık psikolojisi benimki…Neyse, vakit geç oldu. Üstelik yorgun olduğunuz halde gecenin bu saatinde ihtiyar sesimi dinlediniz. Dinlenmek istersiniz. Odanız koridorun sonunda, sağdan birinci kapı. Bir şeye ihtiyacınız olursa seslenin, ben senelerdir uyuyamıyorum nasılsa…
-Neden uyumuyorsunuz?
-Uyuyamıyorum desem daha doğru olur. Onu da yarın konuşuruz. Torunum kim bilir kaçıncı uykusundadır şimdi, siz misafirsiniz. Daha fazla yorulmanızı istemem.
Odama çıktığımda derin bir nefes aldım. Hayatımda ilk defa böyle bir yalana ortak olmanın ve bir yalanın içinde rol almanın utancını ve ezikliğini yaşıyordum. Az önce bütün samimiyetiyle bana evini ve duygularını açan bu kadın, misafir kisvesi altında bu eve girmiş bir doktor olduğumu bilse, ne yapardı acaba?
Azize Hanım’ın oğlu ve gelini arkadaşımdı. Oğlu dün beni aramış ve annesinin ruh sağlığından ciddî şekilde endişe ettiklerini, babası öldüğünden beri kendisini yazlık eve kapattığını, evdeki eşyaların bile yerini değiştirmeden âdeta bir münzevî hayatı yaşadığını,geceleri hiç uyumadığını, üstelik geçenlerde geceleri garip sesler duyduğunu iddia ettiğini, kendisinin şaşkınlığını ifade etmesiyle birlikte bunu inkâr ettiğini söylemişti. Birkaç defa onu doktora götürdüklerini, ama doktorların yaşlı kadınla hiçbir şekilde iletişim kuramadığını da sözlerine eklemişti. Benden ricası şuydu: Kızı, yani Azize Hanım’ın torunu Ayla, hafta sonu tatilini babaannesinin yanında geçirecekti. Ben de Ayla’nın arkadaşı sıfatı ile- çünkü ufak tefek bir yapım vardı ve Ayla ile hemen hemen aynı yaşta görünüyordum- annesinde iki gün kalıp onu gözlemleyecektim. Biraz tereddüt etmekle birlikte kabul etmiştim. Akşama doğru geldiğimiz bu yazlık ev, Azize Hanım, misafirperverliği, yemekten sonra bana verdiği müzik ziyafeti, her şey o kadar normaldi ki…bir an kendimi gerçekten Ayla’nın arkadaşı gibi hissettim. Hele gözleri dolarak, sesi titreyerek söylediği son şarkı, bir ölümün yarım bıraktırdığı o eşsiz ezgiler, beni bir başka âleme götürmüştü sanki… Şarkıya başlamadan önce dalıp gitmiş, sonra kendi kendine konuşur gibi anlatmıştı:
-Ölmeden bir saat önce bana çalmıştı. Heyecanla çağırmıştı beni. O çağırdığında her işimi yarım bırakırdım. Yeni bir çocuk doğmuş gibi hissederdik ikimiz de. Bana bir türlü tamamlayamadığını söyledi. Biterse müthiş bir eser olacak, dedi. Bir saat sonra kahvesini götürdüğümde, koltukta başı yana kaymış, udu kucağında, uyukluyor sandım.
Yürüyüp pencereyi açtım. Hiç uykum yoktu ve işin doğrusu kafam karışmıştı. Bu kadın şimdiye kadar geçirdiğimiz zaman içinde hiçbir anormal harekette bulunmamıştı. Bir terslik olsa hissederdim, anlayabilirdim. Niçin uyuyamıyordu acaba?
***
Bu gece hiç girmeyeceğim o yatağa. Üstelik yalnız da değilim. Ayla ve o tatlı kız. Biraz hareket ve heyecan getirdiler evime. Gerçi kız Ayla ile aynı yaşta gibi görünmüyor ama! Fiziği yaşını ele vermese de, bakışlarından anladım bunu. Yaşananlar en çok gözlere siner çünkü. Bir tortu gibi birikir ve bütün yüz çizgilerini değiştirir insanın. Nasıl da dikkatle dinledi beni. Etkilendi. Aylardır çalmamıştım şarkıyı.
Biliyor musun, yaşlı bedenim artık evin içinde bir eşyaya dönüştü sanki. Belki bir gün beni, odanın döşemelerine, ya da oturduğum koltuğun kadifesine karışmış halde bulacaklar. Hem Ayla dinlemedi bile çaldıklarımı. Sanki bir vazifeyi yerine getirir gibi geldi, yemeğini yedi ve çok yorgun olduğunu söyleyerek yatmaya gitti. Ama o kız…Kaç yaşında acaba?
***
Oda tıpkı bir müze gibi. Bir sürü enstrüman hepsi özenle bir yere yerleştirilmiş. Evin en güzel odası olmalı. Pencere bahçeye bakıyor. Elli yıl öncesinin eşyaları, koltuklar, konsol…
-Biliyorum, siz gençlere saçma geliyor bu. Ölen birinin arkasından senelerce yas tutmak, Bu, hayat arkadaşınız bile olsa. Ayla şarkı söylüyordu geçenlerde “Yeniden de sevebiliriz..” diye. Oysa seneler geçtikçe, birbirinin uzvu gibi olur iki insan. Bunadım sanıyorlar, bir vefa duygusunu huysuz bir ihtiyarın inadı gibi algılıyorlar.
-Peki neden uyuyamıyorsunuz?
Bir rüyadan uyanmış gibi bakıyor bana. Utanıyorum.
-Yani dün gece öyle söylemiştiniz de merak ettim, diye geçiştiriyorum aceleyle…
-O rüya yüzünden.
-Rüya yüzünden mi?
-Evet. Biliyor musun, senelerdir aynı rüyayı görürüm ben. Her gece. Her gece aynı besteyi dinlerim. Rahmetli ud çalar, ben rengarenk bir duman içinde dönerim. Sonra ezgi kesilir birden. Hani bir şiir vardı, hatırlamıyorum şâirini şimdi.” Bir tel kopar âhenk ebediyen kesilir.” diye bir mısra kalmış aklımda. Tıpkı onun gibi. Dar keçiyollarında çıplak ayaklarımla koşarım. Üstelik yirmili yaşlarımdaki hâlimle…Uyandığımda yastığa başımı koyalı en fazla üç saat geçmiştir. Evin odalarını dolaşırım. Bazen merdivenler gıcırdar, öyle hissederim. Bazen piyanodan bir ses gelir. Bir dolap açılır gürültüyle. Çünkü eşyalar ihanet eder geceleri. Hepsi alışık olmadığım çehrelerde çıkarlar karşıma. Küçük beyaz bir mendil bile korkutucu bir varlığa dönüşebilir. En çok neye üzülürüm bilir misin, hissederim ki rahmetlinin ruhu azap çekmektedir. Yarım bırakılmış işleri hiç sevmezdi o.
Bu tonton kadının yaşlı gözlerine dalıyorum. Birden aklıma bir fikir geliyor.
-Anladığım kadarıyla siz de anlıyorsunuz müzikten? Neden o besteyi siz tamamlamıyorsunuz?
-Ama ben şimdiye kadar hiç beste yapmadım ki! Sadece ud ve tambur çalarım. Biraz da ney üflerdim eskiden.
-Bence bu besteyi siz tamamlayabilirsiniz. Hani birbirinizin uzvu gibiydiniz. Canlı kalan sizsiniz. Onu en iyi tanıyan da…
Gözleri yine uzaklara dalıyor. Sonra bana dönüp
-Gerçekten Ayla ile aynı yaşta mısınız, diye soruyor.
Ürperiyorum.
****
-Annen gayet normal Fuat. Hatta bazen şüpheye düşüyorum o mu ben mi psikoloji eğitimi aldık diye? Üstelik çok da zeki. Bana gerçekten Ayla ile aynı yaşta olup olmadığımı sordu…. Efendim, hatlarda bir sorun var galiba, bazen kesiliyor sesin. Garip sesler mi? Sen yanlış anlamışsın bence. Geceleri algı yanılsamaları olur ya. Ondan bahsetmiştir. Bana da anlattı zaten. Çok ince, nahif bir dünyası var. Gerçeklerden filân kopuk değil. Bu onun kendi seçimi. Her şeyin o kadar farkında ki! Ayrıca haberin olsun, ben ona kim olduğumu söyleyeceğim. Çok utanıyorum yalan söylediğim için. Alo, alo Fuat, anlamıyorum…
****
Dar keçiyollarında koşuyor yine. Ama rüya kesilmiyor. Bir ormanda buluyor kendini birdenbire. Sonra o sesi duyuyor. Kesilen ezginin devamı gibi. O kadar uyumlu. Bir ışık selinin ortasına düşüyor. Işık ve ses içindeki yalnızlık duygusunu yavaş yavaş azaltıyor, bir berraklık yayılıyor düşüncelerine. Sesi ve ışığı takip ediyor.. Dar dehlizlerden, karanlık yollardan geçiyor. Ellerinde cam kırıkları, avuçları kan revan içinde. Ama hiç acı hissetmiyor. Sadece duyduğu sese ulaşmak fikriyle ilerliyor. Geniş bir meydanda, ışık selinin ortasında, efendisini görüyor. Gülerek udunu uzatıyor ona. Yürüyüp alıyor…
****
Bu ses, bu yarım kalmış beste. Ama…Ama kesilmedi. Hızla odamdan çıkıp, merdivenleri iniyorum. Tam karşıdaki odadan geliyor ses. Odaya girdiğimde Azize Hanım’ın titreyen bedeni ve ağlamaktan kızarmış gözleriyle ezgiyi tamamladığını görüyorum. Başını kaldırdığında göz göze geliyoruz. Koşup ona sımsıkı sarılıyorum.
****
Saat sabahın onu. Azize hanım hâla kalkmadı. Dün gece yarım besteyi tamamladı ve ondan sonra bir bebek gibi uyudu. Yalanımı ancak bunu hatırladığımda affedilebilir buluyorum. Bunu ona söylediğimde:
-Ben anlamıştım zaten, dedi. Bu bakışlar, yirmi yılda elde edilmez. Biliyor musun, yaşananların tortusu en çok gözlere siner…
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
11 Temmuz 2006       Mesaj #1139
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Güz Aşkı



Yalova, Marmara Denizi'nin kıyısında şirin, sakin,temiz, huzurlu, duygusal bir sahil kentidir. Şehrin kendisine özgü bir kokusu ve duygu ortamı vardır. Tüm şehirler ve hatta semtler gibi içinde uzun süre yaşayınca tiryakilik yapar insanda. Bu açıdan Yalova'nın önemli sayıda bir tiryaki topluluğuna sahip olduğu söylenebilir. Tüm bu hislerin bir arada yaşandığı bu kentte yaşanan bir aşk olaylara ayrı bir duygu yükü katar.

Hasan, bir rüya gibi geçen yılları düşündükçe, bu yıllar ona saatler hatta dakikalar gibi gelmekteydi. Şehrin eski dükkanlarından olan attar dükkanlarının kendine özgü kokusuyla bir gündüz rüyasına dalmıştı. "Haykıracak son nefesim kalmasa bile, ellerim uzanır olduğun yere, gözlerim görmese de bulurum yine… kalbim çarpar seninle..." şarkısının sözlerini mırıldanıyordu. Bu onların şarkısıydı çünkü. Bir yandan da aklında bir aşk tanımlaması yapmaya çalışıyordu. Bir filmde de denildiği gibi aşk; tutkunun, bencilliğin, hırsın, gururun getirdiği aşırı bir duygusallık durumuydu. İnsanı tek bir hedefe kenetleyen hiç bitmeyecek gibi tüketilen bir zamandı aşk, ki bu süreç insanı hayatın, eşyaların, maddenin içinden çıkarıp almaktaydı. İnsanı en sonunda dünyanın sırrına yani hayatın anlamına doğru götürmekteydi.

Aralarındaki aşkın başlangıcı bundan yirmi sene öncesine dayanmaktaydı. Yirmi sene önce bir Ocak ayında hamalların gürültüsüyle uyanmıştı Hasan. Evleri bir apartman dairesinin üçüncü katındaydı ve apartmanlarının birkaç metre yanında bulunan binanın yine üçüncü katındaki dairede dört aydır camda asılı bulunan satılık levhası kaldırılmaktaydı.

Onu ilk gördüğümde bir hayatım vardı, gördükten sonra ise bambaşka bir hayatım başladı diye geçirdi içinden Hasan. Babasından kalan, sahil kenarında küçük bir apartman dairesinin üçüncü katında annesiyle birlikte oturuyordu. Babası kalp krizinden vefat eden Hasan'a annesi bakıyordu. Orta okulu da bitiren Hasan yaz tatilinden sonra liseye kayıt yaptıracaktı. Aniden bir taksi kornasının sesiyle irkildi. Deniz kenarında bir park ve oturacak boş bir bank bulan delikanlı tekrar 20 sene öncesini düşünmeye başladı. Mutlu bir aşk var mı acaba diye kendi kendine sordu. Tüm ilişkilerde hem bitip giden hem de geriye kalan bir şeyler olduğunu düşündü. Çevresindeki her şey, sokaklar, caddeler, dükkanlar, hemen yanı başında akan dere, sahil yolu, bulutlar, hatta insanlar bile renk ve biçim değiştirdiler. Delikanlı bu yepyeni dünyayı özlemle seyretmeye başlarken gerilere dönüp duygu dünyasını değiştiren olaylar zincirini tekrar düşünmeye başladı. Mevsimlerden kıştı. Tarihi o kadar net hatırlıyordu ki… Ocağın 8'iydi. Ocak olmasına rağmen soğuk bir gün değildi. Birden "Yeşim, Yeşim..." diye birisinin seslendiğini duydu. Duyduğu ses "...yukarı çıkarken aşağıda bıraktığımız poşetleri almayı unutma..." diye devam etti. Ani bir hareketle aşağıya bakan Hasan 13-14 yaşlarında biraz düz biraz kıvırcık saçlı, siyah kısık gözlü,buğday tenli çelimsiz minyon bir kız çocuğu gördü. "şirin bir kedicik, bu kız..." diye geçirdi içinden, küçük kızı bir kediye benzeterek...İçindeki bir ses, tüm ruh dünyasının değişeceğini söylüyordu. Hasan, kıza uzun uzun bakarken aniden odasının yalnızlığına döndü ve düşünmeye başladı. Düşünürken de uyuyakaldı. Kızın üzerindeki etkisi o kadar kuvvetliydi ki, Hasan'ın gövdesi uyurken ağır, cansız bir nesne gibi hareket etti. Kıyıya şiddetle çarpan dalgaların sesi Hasanın odasının içinde yankılanırken Hasan geri dönmek isteyenin ötesine geçmemesi gereken bölgeye çoktan ayak basmıştı. Ancak, aşkın ne başlangıç ne de son günü hesaplanamazdı. Delikanlı bu düşüncelerle derin bir uykuya daldı.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Temmuz 2006       Mesaj #1140
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir Aşkçiçeği Hikayesi
Bir gün tutar bir nergis, çiçeğini sunar bahara. Bir tutam serinlik, yürekte buğulanan sıcaklık!.... Bir öpücük gibi konar gözlerimize kuşların sevinci bahar. Okşar bir annenin parmakları gibi usulca saçlarımızı seher yeli. Bir tutam gün ışığı dolar içimize, bir tutam sevinç çığlığı...

Ne zaman bahar gelse kırlarda sevinci yaşar çiçekler, dağlı çocuklar umudu kucaklar bir yanımızda; bir yanımız kelebeklerle sevişir. Aydınlık dolar dört bir tarafa, gürül gürül dereler akar sevdalara. Bir dağ pınarı gibi hayat kaynar kanımızda, tomurcuk tomurcuk aşk fışkırır yüreğimizde; Alıp götürür duygularımızı serin esen seher yelleri uzak dağların ötesine...

Ne zaman bahar gelse bir demet aşkçiçeği, bir demet süsen kokusu yayılır sabahın yamaçlarına kıpkızıl, Gönlümüz bir tutam sümbül olur yanar incecik bir sevdanın doruğunda.Yağmurdan sonra mis gibi kokan toprağın kokusu olur, havanın tertemiz kokusu çocukluğumuzun yeşil yaylalarında...

Aşık olduğumuzda sevgi rüzgârlarıyla dolar yüreğimizin yelkenleri, ırmaklara her baktığımızda bilinmedik huzur dolu denizlere açılır sandalımız sevgi rüzgarıyla, kalplerimizin ve ruhumuzun en derinlerine ancak aşkın varlığıyla ulaşır huzur... Sevgiden alarak gücünü, mutluluğunu, sevincini...

Herkesin herkese verecek bir şeyi bulunsada aşık olduğumuzda en değerlimiz kalbimizi veririz sevdiğimize...

Her sabah uyandığımızda bir nergis öpücüklerini sunar aşkın doruklarına, gökyüzüne savurur sarı saçlarını dalga dalga. umudun bahar gözlerinde çözülür yaşamak her sabah yeniden, büyür damla damla pınarlarda. Ardında binlerce bahar çiçeği açar gözlerini aydınlığa, sevinir sonsuza kırlar.

İşte bir Aşkçiçeği Hikayesi!

“Narcissus, öyle heybetli ve güzelmiş ki, bakmaya dayanazmazmış kendine. Gün boyu ayna arşısına geçip kara gözlerini, incecik burnunu, dar kalçalarını, kıvırcık saçlarını seyredermiş hayran hayran.

Bir gün ırmak kenarında gezinirken, sudaki yansımasına ilişmiş gözü. Uzanıp, iyice bakmak istemiş. Tam gördüğünde kendisini, dengesini kaybedip düşüvermiş ırmağa, kapılıp gitmiş suya.

Yeryüzünün en güzel insanının öldüğünü duyan Tanrı, unutulmaması için O'nu her bahar açan güzel kokulu bir çiçeğe dönüştürmüş, Narcissus, Aşkçiçeği nergis olmuş.”

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar