Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 157

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 494.957 Cevap: 1.997
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1561
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Papatya ve Kelekebek


Sponsorlu Bağlantılar
Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya
başlamış. Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış.
Derken bir vadiye gelmiş. Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye.
Etrafına şaşkın şaşkın bakarken, vadinin öbür ucunda bir papatya
görmüş. Bir anda afallamış. Ne düşüneceğini, ne yapacağını
bilememiş. içinden "Ne muhteşem bir çiçek" diye geçirmiş.
Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli, hoş kokulu çiçeğin
üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.
"Merhaba" demiş papatyaya, "sizi uzaktan gördüm ve yanınıza
gelmek istedim.". Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve
"Merhaba" demiş, "ben de yalnızlıktan sıkılmıştım zaten."
Ve konuşmaya başlamışlar. Kelebek ona hayat hikayesini,
nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı, tepeleri anlatmış.
Papatya da ona kendinden bahsetmiş. Birbirlerinden gerçekten
hoşlanmışlar. Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş.
Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını
seyretmişler. Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı
güneşin yakıcı ışınlarından korumuş. Minik kelebek papatyayı çok
sevmiş. O kadar çok sevmiş ki, bir türlü onun yanından ayrılamamış.
Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş. Ama cesaret
edip de bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü. Onu kırmaktan,
incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş. Papatya da
kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini.
Duygularının karşılığının olmayacağından, bu yüzden kelebeği
kaybedeceğinden korkmuş. Böylece iki sevgili yan yana
ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.
Böylece saatler saatleri kovalamış. Günler geçip de, kelebek
artık zamanı kalmadığını, gücünün tükendiğini anlayınca, papatyaya
dönmüş ve; "Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek" demiş.
Papatya buna bir anlam verememiş. "Neden" demiş. "Yoksa
benim yanımda mutsuz musun?". "Hayır" demiş kelebek. "Bilakis,
sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü
sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık
kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."
Papatya bu duruma çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş zaten.
Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını
fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya "Sevi seviyorum"
diyebilmiş ancak. Papatya donakalmış. Sadece "Bende..."
diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş.
İçinden "Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim.
Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş.
Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin
acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş,
sonra da dökülmeye başlamış.
Her düşen yaprakta papatya, "seviyormuş" diye geçirmiş içinden.
İşte o günden beri, bunu bilen aşıklar,
sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş:
"Seviyor mu, sevmiyor mu?"...

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1562
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sarılın hani doruklarına bahar gelmeyen dağlar vardır
hiç göremezsin oraları da özlersin genede
Sponsorlu Bağlantılar
gözünde küçücük bir noktayken yüreğinde kocaman hasretlik yaraları açar
kımıldamadan saatlerce seyrettiğin o doruklar vardır ya
sabah olduğunda güneşi tutup kolundan getirir üstümüze
hani doruklarına bahar gelmeyen dağlar vardır
hiç göremezsin oraları da özlersin genede
gözünde küçücük bir noktayken yüreğinde kocaman hasretlik yaraları açar
kımıldamadan saatlerce seyrettiğin o doruklar vardır ya
sabah olduğunda güneşi tutup kolundan getirir üstümüze
ısınırsan da gerinirsin sımsıcak bir sabahla
işte o sıcaklığı sana getirendir o doruklar
kar yanaklı yaşlı analar gibi
sarılmayı istediniz mi siz hiç ömrünüzde
ya da neden sarılmayı ihtiyaç hisseder insan düşündünüz mü
siz annenizin karnında hangi şekilde bulunduğunuzu düşündünüz mü peki?
insan bedensel oluşumunu tamamlarken kendine sarılır ilk.
sonra sonra unuturuz kendimize sarılmayı başkalarına sarılmaktan.
halbuki herşeyi öğrenmeye başladığımız yerdir orası.
ilk sesi ilk harfi ilk kelimeyi sonra sonra cümleleri öğreniriz.
ama o cümlelerde sarılmak kelimesi geçmez ki.
nasıl sarılabiliriz ki
kafamızın içine onca gereksiz şeyleri yüklerken etrafımızdakiler
hani anne baba kardeş akraba okul dünya
herşey ama herşey bizim dışımızda bize ait olmayan bir çok şey
bize dayatılır
işte bunlara sarılacaksın derler.
oysa bir karaca yavrusu güçlü olmak zorundadır hayatını sürdürebilmesi için
zayıflığa yer yok bu yaşam alanlarında varsa yoksa güç
peki o güç nerde sizce?
kaslarımızda mı
aklımızda mı
beynimizde mi?
nerde ?
o güç göğüs kafesinin içinde çırpınıp duran büyülü kuşun içinde
ne kadar sarılırsanız ona sizi o kadar güçlü tutacak
ve siz bir o kadar siz olacaksınız
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1563
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Bu gün bendeki resimlerini ve mektuplarını yakıyorum. Küllerini sana göndereceğim. İşte! Hepsi önümde duruyor. Şu resim çekilirken karşında ben vardım, hatırladın mı? Üzerini "Seni daima seveceğim" diyerek imzalamışsın. Bu seni en çok anlatan resimdi biliyorum, bana en yakın olduğun resimdi... Karşında ben vardım, gözlerin gözlerimdeydi... İçin benimle doluydu, bakışların gibi. Önce bu resmini yakacağım, bu en çok sen olan resmini. Sonra da diğerlerini yakacağım. Hepsi birer birer kıvrılıp kül olacak sonunda. Ya mektupların? Herbirini çok çok öptüğüm mektupların... Satır satır içimde çakılı duran mektupların. Onlar da yanacak. Senden madde olan hiçbir şey kalmasın istiyorum bende.

İçimde bıraktığın eziklik yeter artık. Artık seninle değil, verdiğin acılarla avunacağım. Seni bütün arzuların üzerinde, bütün özlemlerin ötesinde seveceğim artık. Sensiz bir dünya yaratacağım senden. Dünya duracak, ama sen durmayacaksın. Zaman bitecek, ama sen bitmeyeceksin. Bir gün bütün çiçekleri solacak bahçelerin, yıldızlar ışık vermeyecek, güneş doğmayacak hiç. Ama sen solmayacaksın, sen eksilmyeceksin. Seni maddenin dışına çıkarıyorum, ölümsüzlüğün kapılarını açıyorum sana. Anlamıyor musun?

Daha düne kadar her yerini ayrı ayrı seviyordum. Ellerini tuttuğum zamanlar ürperirdim, başım dönerdi gözlerine bakınca. Dudakların her öpüşte yeniden dünyaya getirirdi beni. Al işte, hepsini sana bırakıyorum. Güzelliğin de senin olsun, dişiliğin de...

Göreceksin, bir gün her yerin şu mektuplar, şu resimler gibi kül olup dağılacak. Bir tel bile kalmayacak saçlarından. Niceleri gibi sen de göçüp gideceksin bir gün. Önce gençliğin terkedecek seni. Ellerin buruşacak, belin bükülecek, ak pak olacak saçların. Boş bir çuvala döneceksin. Sonra, aynaya bakınca bugün çok güvendiğin güzelliklerinin de seni birer birer bıraktığı göreceksin. Gözlerinde o vahşi parıltı kalmayacak, bütün ateşi sönecek dudaklarının.

Ama ben o halinle bile terk etmeyeceğim. Çünkü benim içimde hep bugünkü gibi kalacaksın. Taptaze, sımsıcak ve korkunç güzel! Yalnız benim gözlerimde bir manası olacak bakışlarının. Ben yok olduğum zamanda satırlarımda yaşayacaksın. Hiç ihtiyarlamadan, hiç değişmeden, hiç tükenmeden... Adım adınla anılacak, adın adımla...

Mektuplarınla resimlerini yakacak gücü kendimde bulamasam, o zaman da kendimi yakardım. Şu herkeste seni gören gözlerimi, şu her yerde sana koşan ayaklarımı ve şu her zaman sana yazan ellerimi yakardım. Tenimde yükselen alevler ta Allah'a kadar uzanır, O'na çaresizliğimi anlatırdı.

Seni güçsüz, zayıf bir insan tarafından sevilmenin hayal kırıklığına uğratmamak için, şimdi benim yerime, senden kalanları yakacağım. Ben yaşadıkça, varlığımbütün çaresizliklere meydan okuyacak.

Unutma; seni sevdiğim için ölebilirdim, seni sevdiğim için yaşayacağım...

Biraz sonra mektuplarınla resimlerini tutuşturarak bir kibrit çöpü gibi çekiliyorum hayatından. Her şeyiyle onu sana bırakıyorum. Hayatın senin olsun, istersen hayatım da. Ama sen kendinin bile olamayacaksın artık... Ben yaşadıkça, adım söylendikçe...

Seni bensizliğe ve kendimi sana mahkum ediyorum...
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1564
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Gücüm yok... Ey sevgili tükendim artık! Çek ipimi öleyim...

Aşk Olur Adı

Sen!
Ey yalnızlığımın adı, sevdanın adresi, sonsuz ahı hasretimin. Tükenmeyen hülyalarımın sahibi dil-i suzan.
Benim bitmeyen yanlızlığım, yanlızlığımın bitmeyen umutışığı. Ruhumun sahibi, yüreğimin canyoldaşı dilruba.

Beni diyar diyar süren gurbet ellere, seyyah edip gezdiren, hasretini çektiren ölümüne... Sonsuz acılara gark edip kanlı yaşlar döktüren gözlerimden... Gözlerindeki aşka mahkum kılan ve azat etmeyen bir ömür...

Çıkıp gitme zamanı şimdi yine ey yar, uzaklar düşünce bir kez yüreğe, sen düşünce hayale, ruhumu zaptetmek mümkün müdür?... Ki, gittiğim her yerde senden izler ararım, hiç bir yerde olmadığını bile bile. Olmadık zamanlarda aklıma düşersin, yaralanırım...

Dilimin ucuna her geldiğinde dilimi ısırırım, seni sevdiğimi haykırmamak için. Seni sevdiğimi yalnız sana söylemek için bir gün kavuştuğumda. Ne varki her yaklaştıkça uzaklaşıyorsun…

Ama artık anlıyorumki sana kavuşmak sonsuz bir hayal, yine de sevdamı yükleyip yüreğime, seni bulmak, sana söylemek için sevdiğimi. her sabah düşerim yollara yeniden...

Şimdi her seher çıkıp dağlara ismini haykırırım yankılı kayalara...

İlan-ı aşk ederim, dinlemeselerde beni! Duymasalarda!
“Ey dağlar, ey nehirler, ey rüzgar, ey bulutlar, ey insanlar duyduk- duymadık demeyin, ben onu seviyorum,” derim...

Sensiz hayat yok benim için, yaşam yok. Söz vermiştim sevdama, yaşarsam aşk için yaşarım yalnız, aşkım için... Ölürsem aşk için...
“Gönül her zaman gelmeyeni beklermiş” derler, sevdası saklı duran sevgiliyi. Gelmese de bir ömür yine beklenirmiş o sevgili…

Sen benim bir ömür hasretini çektiğimsin, beklediğimsin ey yar. Bütün boşluklarını seninle doldurdum ömrümün… Yazdığım bütün şiirlerde, söylediğim bütün şarkılarda sen vardın yüreğimde. Aşka dair ettiğim bütün yeminlerde sen vardın yanımda. Gelmesende bekleyeceğim...

…../Düşlerim dağınık şimdi, kara bulutlar kümelenip durur usuma, acılar çöreklenip yüreğime, yerden yere vurur beni olmadık zamanlarda. Ben seni sevdiğimden beri, ilmek ilmek hasret dokur ömrümün gergefine zaman... Seni ne zaman özleyip ağlasam güzelleşir yeryüzü, güzelleşir gökyüzü, ışık dolar gözlerime... Sevgiyi damıtır en derin yerinden gözlerim... Aşk olur adı...

Ey yar yıldızım yitikse şimdi, doğmuyorsa ve ışımıyorsa gecelerime ay. Beni terkedip başka ufuklarda parlıyorsa, almıyorsa beni kucağına bir vefalı dost gibi ve gelmiyorsa beklediğim sabah. Özlediğimde yanımda yoksan eğer, uzaklar acımasızca vuruyorsa.
Ben yine de hep seni düşlerim ışıl ışıl, seni özlerim zifiri gecelerde de olsa...

Şimdi her gece bir tren kalkıyorsa gönlümün istasyonundan sana doğru, elim kalkmıyorsa ve sallayamıyorsam verdiğin mendili ardından. Gözyaşlarım ateş olup düşüyorsa ve hüzün olup yakıyorsa düştüğü yeri sebep sensin.

Meğer ki aşk imiş beni bağlayan hayata bu güne kadar. Her soluk aldığımda sevdayı hissettiğim içinmiş, sevdayı yüreğimde ölümüne taşıdığım içinmiş ki yaşamışım... Ve savunmşum yaralı kalbimi, hicranlar içinde de olsa, savunmuşum gözyaşımı kimseye aldırmadan.

Bilki, tomurcuklar açmadan kuruyorsa dalımda, her bahar bir tek kan gülleri açıyorsa gülşende, ey aşk, ey sevdiğim sensin sebep...

Şimdi ölüme hüküm giyiyorsam her yargılandığım yerde, hüznün acılı ırmaklarında kalıyorsa hayallerim ve sonunda kırılıyorsa kalem. Bil ki sebep sensin ey aşk, ey sevgili.

Ben sefilliği, garipliği, çölü, kimsesizliği, sahrayı, sahrada derviş olmayı, aşka mahkum olmayı senin için seçmişim ey yar...

İstersen sev beni! istersen kır! Acıt, ez, öğüt, paramparça et.
Gücüm yok tükendim ey yar! Çek ipimi...

Söyle, ne desem son sözüm sorulup, zülfün boynuma dolandığında, Söyle ne etsem, nereye gitsem...

Ah! etsem, delinir mi kara bağrım? Yaralı geyikleri kurtulur mu canevimin?

Söyle, son sözüm sorulduğunda, tutar mı elimi aşk? Toplar mı yerlere savrulan hayallerimi? yaşatır mı anılarda?

Gücüm yok... Ey sevgili tükendim artık! Çek ipimi öleyim...


arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1565
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Ölmedim işte. Ölmedim. Demek ki yaşamam gerekliydi. Bir gizli kuvvet olmalı bizi yaşatan. Yaşamakla ölmek arasındaki maceramızı düzenleyen, Çaresizliğimizi her yerde yüzümüze tokat gibi indiren bir kuvvet olmalı.

Şimdi seni daha çok seviyorum. Meğer ölüm senin kadar güzel değilmiş. Şimdi güzelliğin daha yakıcı, daha alımlı. Bütün neden'ler senin için yaşamayı gerektiyor şimdi.

Nasıldım nasıldım o gece, o gün bilemezsin? Eski, taş binalar üstüme yıkılıyordu, başımda parçalanıyordu vitrinlerin camları. Her taşıt beni ezip geçiyordu yanımdan. İnsanlar anlımda yürüyordu çamurlu, pis ayaklarıyla. Rüzgar gırtlağıma yapışmış bir el gibiydi. Kitaplar dergiler, gördüm boyalı dükkanlarda. Hepsi ölmek diyordu. Yalnız ölümdü gördüğüm kaldırımlarda.

Artık her şey boştu, yalındı.

Kirli bir çamaşırdı üzerimde yaşamak. Umutlarımı yitirmiştin. Arayıp bulacak gücüm kalmamıştı. Öyleyse yorgundum, bitkindim. Ellerimi sevmiyordum, gözlerim utanç veriyordu gözlerime. Damarlarımdaki kan rahatsız ediyordu beni. Ölmek, gitgide bir umut haline geliyordu içimde. Büyüyor, büyüyordu.

Boşlukta bir tel gerilemeye başladı... Gerildi, gerildi. Sonra kan rengi bir karanlığa düştüm. duvarlar kırmızıydı. yerler, masalar, sokaklar, insanlar hep kırmızıydı. Ama karanlıktı yine, korkunç bir karanlıktı. Kırmızı sisler içimdeydi. Dört yanım denizdi, kıpkızıldı.

Sonra rengi değişti çevremin. Bulutlar dağılmaya başladı. İlk gün ışığı merhaba dedi pencereden, Yeşil yapraklar el salladı. Bir adam uzun öksürdü.

İlk ellerimi buldum vücudumda, derken ayaklarımı, gözlerimi dudaklarımı, saçlarımı buldum.

Ve seni düşündüm. İşte o zaman yaşadığımı anladım, utandım
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1566
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
YÜZDEKİ GİZ... * Kötü bir alışkanlıktır bu bendeki. Cumartesi, pazar günlerinin tatil olduğunu ve insanların benim uyandığım saatlerde, hala sıcacık yataklarında mışıl mışıl uyuduklarını bir türlü anlatamadım bilinçaltıma.

Kalktım; haziran ayında bu soğuk! İçimin titremesi geçmeden, sarı hırkamı giydim üzerime. Her sabahki el çabukluğu ve aşinalığı ile odamın mavi perdelerini ve penceresini açtım. Gün ışığı ve hava girsin evime. Karanlıkları ve havasızlığı hiç sevmem. Pırıl pırıl bir hava var dışarıda. Uyku sersemliği de yaşamam ben hiç. Gözümü açtım mı, zinde bir şekilde ayaktayım.

”Bulmacasını çözmeye bayıldığım gazetem ile bir patatesli börek ve açma alıp, Anıtpark’a gitmeli, bu sabah. Kahvaltıyı orada yapmalı. Demlikle gelen mis kokulu çayla birlikte” diye düşünerek, tuvalete gittim. Hiç bakmam oradaki büyük aynaya. Güzel de göstermiyor zaten. Banyoya doğru yol aldım. Ellerimi, yüzümü yıkadıktan sonra; mavi tarağımla kısacık ve düz saçlarımı taradım. Yüzümü kurularken fark ettim, hay Allah ne dağınık kadınım! Dün gece kaşlarımı almak için oturma odasına götürdüğüm minik banyo aynamı yine orada bırakmışım.

Buz mavisi kot pantolonumun üzerine siyah t-shortümü giyeyim. Takısız olmaz elbet. Ben tatil günlerinde bile süslü bir kadınım. Gümüş yüzüklerim, küpelerim ve bilekliğim... sağ ayak bileğimdeki hal halımı zaten hiç çıkarmam. Çantamı alıp ayakkabılarımı da giydim mi, hazırım. Aman cep telefonunu ve sigara paketini unutma kızım... Evet, çıkma zamanı.

Önce kapımızın kilidini açalım, ayakkabılarımızı giyerken asansörü çağıralım ki vakit kaybetmeyelim. Hiç sevmem boşa geçen zamanı. Şimdi de dışarıdan kilitle bakalım çok sevdiğin evinin kapısını. Asansör de geldi, bas zemin kata. Mezar gibi daracık bir asansör. Çok severim ya maviyi, asansörümüzün içi bile mavi. Yoo asansörü mavi diye kiralamadım bu evi. Ben okulda ya da çarşıdayken sevgili yalnızlığım, evde tek başına sıkılmasın diye böyle aydınlık, ferah ve güzel manzaralı bir evde yaşıyorum. Yani yalnızlığım ve ben, birlikte yaşıyoruz.

Apartmanın giriş merdivenlerini, bir ceylan gibi sekerek indim. Güzel bir gün olacak. Tatil, güneş, parkta kahvaltı, çabucak okunmak zorunda olmayan bir gazete, özlenen arkadaşlar... Suzan’a mı uğrasam? Belgin’i mi arasam? Tülin’le de buluşabiliriz. Ya da en iyisi tüm kızları bende toplayayım. Parkta mesaj çekerim hepsine. Zaten uyuyorlardır bu saatte.

İyi çalışıyor belediye çöpçüleri. Yerler tertemiz. Yalnız şu, evet şu, birazdan önünden geçeceğim; savsaklıyor sanki işini. Kaç saniyedir, bir sigara paketini alamadı hala süpürgeyle. Yavaş yapılan işleri de hiç sevmem. Ben mi aceleciyim acaba, yoksa bu çöpçü mü çok mıymıntı?

!!! ??? ...

Sanki kendisi için düşündüklerimi anlamış da benden nefret eder gibi baktı yüzüme! Yok yok nefret eder gibi değil, tiksinir gibi baktı. Korktu benden... Çöpçü bey inanın kötü bir şey geçirmedim içimden. Yalnızca eliniz yavaş bir hayli, diye düşünmüştüm. Ama bunun için bir insana bu şekilde bakılmaz. Hem siz benim ne düşündüğümü nereden bileceksiniz ki? Müneccim misiniz? Olsanız, niye çöpçülük yapasınız?

Elindeki süpürge ve faraşı fırlatmasıyla, panik içinde, karşı kaldırımdaki çöpçünün yanında bitmesi bir oldu. Avaz avaz bağırıyor:

“- Gördün müüüüü? Benim gördüğümü sen de gördün mü???”

Allah allah ne gördü ki? Sağıma soluma bakınıyorum. Ama sokakta çöpçülerden ve benden başka insan yok. Bir de şu evin köşesinde sabah temizliğini yapan kara kedi var. Taşıt bile geçmiyor. Yani olağanüstü bir durum yok.

Çok güzel, dingin bir hava var ve gökyüzü masmavi. Yaşama sevinciyle doluyorum böyle günlerde. Hayat ne güzel... Sağlıklıyım, gencim, güzelim, tüm sevdiklerim hayatta, geniş bir çevrem, iyi bir işim var. Gelecekten beklentilerim ve bir de sevdiğim bir insan var, beni sevdiğini bildiğim. Daha ne isteyeyim?

Erkenden işinin başına geçen, dükkanını açan, sabah temizliğini yapan esnafı çok takdir ediyorum. Bu şehirde sonradan başladı esnaf, dükkanını erken açmaya. Oysa sabah berekettir. Benim pastane açık elbette. Birazdan patatesli börek ve açmanın temiz bir kağıda sarılı biçimde, içinde olduğu beyaz poşetimi sallaya sallaya parka doğru hızlı adımlarla ilerleyeceğim. Hem çok açım hem de hızlı yürümek sağlıklıdır. Spor olur. Ne zamandır spor salonuna da gitmiyorum.

Pastaneden içeri girip, her zamanki gibi sıcak bir “günaydın” ın ardından başlıyorum isteklerimi söylemeye:

“- Bir açma ile bir tane patatesli börek sarar mısınız lütfen?”

Hay aksi! Keşke evden çıkmadan önce aynaya baksaydım. Bir şey mi var acaba yüzümde? Dün gece dişlerimi fırçalamadan önce silmiştim makyajımı. Akmış bir makyajdan eser olamaz yüzümde. Pastane sahibinin gözlerini yuvalarından fırlatacak denli tuhaf ne olabilir peki? Yok yok kesin bir şey var, durduk yerde neden yüzüme böyle baksın? Üstelik aramızda kocaman bir vitrinli tezgah varken neden geri geri adım atıyor? Adam bayılacak galiba! Beti benzi attı. Tansiyonu mu düştü? Bembeyaz oldu, çenesi titriyor. Yanılıyorum, titreyen yalnızca çenesi değil; elleri, tüm vücuduyla titriyor.

“- İyi misiniz? Size yard...” dememe kalmadı bile! Şimdi de ben gözlerime inanamıyorum! Adam, bana baka baka, titreye titreye, geri geri pastaneden çıkıp, arkasını dönüp hızla koşmaya başladı. Ama olmaz ki ben bir müşteriyim. Nerede kaldı iyi esnaflık? Neyse, sıklıkla aldığım için fiyatları biliyorum. Açma 300.000 TL, börek 350.000 TL. Self servis pastane oldu burası. Önce beyaz kağıda sarayım, sonra poşete koyarım. 650.000 TL yı da kasanın yanına koyayım. Oldu bu iş.becerikli olacaksın kızım. Her işini halledebileceksin tuhaf çöpçüler ve tuhaf esnafa rağmen.

Bekle beni park, geliyorum. Güzel bir gün olacak. Caddenin diğer tarafına geçeyim, orası gölge. Darılma bana güneş ama gözlüksüz bakamam ben böyle havalarda. Pek pırıl pırıl aydınlıksın, gözümü aldın. Hem gazetemi alacağım büfe de orada.

Bak sen şu miniğe, çekmiş ayağına eşofmanlarını, terliklerini sürüyerek, nasıl da pastaneye doğru ilerliyor. Sen de mi benim gibi lüks kahvaltı yapacaksın ufaklık?

!!! ??? ...

Yüzüme bir an bakan küçük çocuk, taş gibi donakaldı. Korkudan iri iri açılmış gözlerini kırpıştırmıyor bile! Meslekten gelen bir alışkanlıktır. Çocukların gözlerindeki duyguları tanırım. Şeytan görmüş gibi bakıyor. Laf benimki de! Şeytanı kim görmüş ki, görünce nasıl bakılacağı bilinsin. Çocuğum ben bir öğretmenim. Annen kadar çok severim seni. Neden bana öyle bakıyorsun? Benden sana bir zarar gelmez, gelemez. Ben karıncayı dahi incitemem. Hele çocukları, asla!

Bir yumruk tıkandı boğazıma! Nefes alabilsem, korkudan neredeyse altına yapacak olan bu mini mini yavruya, neden korktuğunu soracağım. Soracağım da birincisi, içimi kaplayan karmakarışık duygularla daraldım. Nefes almakta zorlanıyorum. Bir harf bile çıkamayacak ağzımdan şu an için. İkincisi, biz caddenin ortasında böyle karşılıklı dikildikçe miniğin rengi daha da solmaya başladı. O benden kaçamıyor, kilitlendi. Bu durumda ben ondan uzaklaşayım. Uzaktan izlerim, bakalım ne yapacak?

Lacivert eşofmanının popo kısmı koyulaşmış ve ıslanmış! Demek... İnanılası değil! Gazeteyi boş ver. Parkı da, kızlara mesaj yollamayı da. Bir şey var bende. Yüzümde hem de! On dakika içinde; önce avaz avaz bağıran çöpçü, benim içeri girişimle dükkanını bile terk eden esnaf ve şimdi de yüzüme baktığı anda korkudan altına işeyen küçücük bir çocuk...! Bir şey var bende. Yüzümde hem de!

Birden bire gökyüzü gözüme, on dakika önceki kadar mavi ve güzel görünmemeye başladı. Neler oluyor? Neden insanları korkutup, kaçırıyorum? Bunu gerçekten ben mi yapıyorum? Nasıl başarıyorum? Korkmak da değil bu, tiksiniyorlar sanki yüzümden. İyi ama ne var yüzümde? Elimi yüzüme götürsem, ellesem? Hissedebilir miyim acaba? İçime çöreklenen bu ürperti de ne? Alt tarafı, her gün aynada baktığın yüzüne dokunacaksın. Kendi yüzüne, bedeninden bir parçaya...yanaklarına, burnuna, alnına, çenene, gözlerine. Badem gözlerine. Yok! Ellerim gitmiyor yüzüme. Dokunamayacağım!

Eve döneyim, en iyisi. Eve kadar sabredemeyeceğim. Mutlaka bulmalıyım, insanları bu denli ürküten ne var yüzümde? Ne olabilir ki? Franz KAFKA’nın Gregor SAMSA’sı gibi mi oldum acaba? Okuldayken en sevdiğim kitaplardan biriydi. Nereden geldi şimdi aklıma? Saçmalama kızım! O yalnızca bir kitap. Hayal ürünü. Kafkaesk bir şey. Gerçek olamaz. Gülüyorum kendi kendime. Çok mu fazla yük sırtlandım acaba şu günlerde, yorgun omuzlarıma? Hafızam oyun mu oynuyor yoksa bana? Tüm bunlar gerçek değil de, birazdan uyanacağım bir kabusta mıyım şimdi? Ayağım tökezledi. Çok dikkatliyimdir oysa, yollarda yürürken. Canım yandı. Bu denli gerçek olabilir mi bir kabus? Böylesi canı yanabilir mi insanın rüyada? Kendimi ya da diğerlerini denemek için, birini bulup da saati mi sorsam? Ya o da benden kaçarsa? Kaçmayı bırak, yüzüme o gözlerle, o ifadeyle bakarsa? Yüzümden tiksinir, korkarsa? Yoo gücüm yok dördüncü bir vakaya! Acilen bir şeyler yapmalı ama ne? Sokaklar, caddeler kalabalıklaşmaya başladı. İnsanlar...! Kaçmalı mıyım acaba? Ama neden? Yüzümü gizlemeli miyim? İyi ama bu da neden? Ne olduğunu bile bilmediğim yüzümü, neden gizleyeyim? Hem kimden?

Bir vitrin, camekan, ayna bulmalı; yüzüme bakmalıyım. Öğrenmeliyim; yüzümde ne var? Ah işte şurada şu konfeksiyon mağazasının vitrininde ayna vardı. Nasıl da düşünemedim daha önce. Önünden gelip geçerken, hep kendime bakarım ya. Güzelliğime, badem gözlerime, gözlerimin altına yakışan ve sevgilimin; gözlerim kadar çok sevdiği burnuma. İnce dudaklarıma... Git şimdi de bak bakalım, ne varmış yüzünde?

Evet yaklaşıyorum vitrine ve aynaya. Ayna! Daha önce hiçbir ayna beni korkutmamıştı. Bu neden korkutuyor? Burun ameliyatı olduğumda bile, alçılı halim ve alçının baskısıyla morlaşmış gözlerimle; cesaretle bakabilmiştim aynaya. Peki ya şimdi?

Arkamdan gelen iki kişi var. Ayak seslerini duyabildiğime göre oldukça yakınımdalar. Yüzümü dönüversem mi onlara? Ne tepki verirler? Onlar da iğrenir mi? Korkar mı? Kaçar mı? Seslerini de duyabiliyorum artık:

“- Abi Türkiye alır bu maçı.”
“- Alacağız oğlum, başka yolu yok. Aslanlar gibi oynuyor milli takım. Bu maçta kaç çekeriz sence?”

Vitrinin önündeyim. Gözlerim kapalı, öylece duruverdim, aynadaki yüzümü görmeden önce. Delikanlılar beni geçip gittiler. Vitrine döndüğüm ve arkamdan geldikleri için, yüzümü göremediler. Aç artık gözlerini, bak şu aynaya da bitsin bu işkence, diyor içimdeki ses. Boyun eğiyorum, usulca. Gözlerimi açıyorum.

!!! ??? ...


Ayna karşımda...
AMA!!! BU MÜMKÜN DEĞİL! HAYIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIIR! OLAMAAAAAAZ! İMKANSIIIIIIIZ!!!




"Y Ü Z Ü M , Y O K ! ! !"



Çok uzaklardan, boğuk sesler işitiyorum; gittikçe de uzaklaşan:

“- Kadın bayıldı...”
mydarling24 - avatarı
mydarling24
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1567
mydarling24 - avatarı
Ziyaretçi
Çiğ Taneleri

Sahi nerede hata yapmıştı? “Başından beri biliyordum zaten” dedi. Yine de alıkoyamamıştı kendini… “Belki de mahkumum, kaybetmeye mahkum…” Acısı üzüntü vermiyordu ona, hüzünlüydü… “Hüzün ve üzüntü, birbirinden ne kadar farklı şeyler” Dudakları alaycı gülümseyişle büküldü. Başını kaldırdı. Dalından kopan bir yaprak süzüldü gözlerinin önünden, yavaşça alçaldı, tam yere düşecekken hafif bir esintiyle yalancı bir yükselişe geçti, biraz daha yalpaladı, ısrarla havada kalmaya uğraştı… Bir an sanki olduğu yerde asılı kaldı, sonra aniden düşüşe geçti, sertçe vurdu kendini parkın taş kaplı yoluna. Bir müddet bekledi, yerde sürüklendi, sanki bir şey arıyor gibiydi. Bekliyordu… “Hadi es rüzgar. Geri dön…” ama rüzgar esmedi, sadece okşamakla yetindi sararmış yaprağı, son bir kez dokundu, uzaklaştı… Gökyüzü kapalıydı, ikindi vakti sanki herzamankinden daha karanlıktı, boğucu… Gözleri buğulandı, gökten daha bulutlu. Yağmur çiselemeye başladı, bir damla düştü yanağına engin mavi kubbeden, bir damla da öbür yanağına süzüldü, tuzlu… “Oyun bitmeliydi…” Adam geriye yaslandı, bankın tahta sırtlığı kederle gıcırdadı. Çocuk sesleri geliyordu az ileride oynayan. Adam bakışlarını onlara çevirdi gayri ihtiyari ama gözbebeklerinde sonsuzluk okunuyordu, onlar dışa değil içe bakıyorlardı, olaylara değil hatıralara, artık silik ve sararmış anılara… Beraber yürüdüklerini sanıyordu, oysa biri yürüken öbürü sadece takip ediyordu; aynı yöne gittiklerini sanıyordu oysa yollar bir süreliğine kesişmişti sadece. İstasyona varıp da karşısında gitmeye hazır lokotomitifi görünce yüreğini alışılmaz korkular kaplamıştı ilk kez. “Biliyordum” dedi “Biliyordum nereye gittiğini” Ama anlamak istememişti, hayal dünyasından sıyrılamamıştı bir türlü. Bir vagonun önünde duraksadılar. Beriki derin bir iç çekti “ya da sadece öyle gelmişti” Yine de bir süre kıpırdamadılar, “Söylemeliydim, söyleyeceklerim vardı” Ürkek bakışlarla -eve dönerken yolunu kaybetmiş bir çocuğununki gibi- diğerine bakmış, zihinde kelimeleri sıraya koymaya çabalamıştı, ama bir türlü oturmuyordu yapbozun parçaları, değiştiriyor, deniyor, tekrar deniyordu “Aslında kelimelerde sorun yoktu, sadece cesaret edememiştim, lokomotif daha güzel bir istasyona gidiyordu, asla göremeyeceğim…” Bakıyor, sadece bakıyordu. Ağzını açtı ama sözler –eğer gerçekten söyledi ise de- sessizliğin koyu katmanlarında yitip gitti, yüklü duygular havada dağıldı, aniden söndürülen mumdan yükselen dumanlar misali. Diğeri hiç kıpırdamamıştı, varlığını bile sezmemişti belki de… En sonunda kelimeler ağzından döküldü, buna kendi de şaşırdı ‘İyi yolculuklar’ “Hep farkındaydım. O an toparlamaya uğraştığım sözcükleri her seferinde tekrar dağıtan da buydu zaten. ‘Hoşçakal’ hep hazırdı, en başından beri benimle beraberdi ve özgür kalacağı anı bekliyordu, iyi bir yolculuk dileğine gizlenerek kaçacağı anı…” Beriki kaşlarını kaldırdı, elini gözlerine siper ederek gideceği yöne baktı, o zaman yüzündeki ifadeyi farketmişti ama yetmiyordu anlamak için. “Sanırım, sanırım umut vardı, belki de bu yüzden…” Sonra arkasına, geldiğini yöne dönmüştü, gözler ne söylemişti? Yüz ne söylemişti? Geçmişe bakan bakışlarda ne vardı? Asla görmemişti, görmesine imkan yoktu. Sırtı dönüktü… Kompartmana ilerledi, vagonun kapısını açtı, içeri girdi… Lokomotif tiz bir ıslık çaldı, demir raylarda ilerlemeye başladı, uzaklara, ufkun gerisine gitmek için. Yakasını kaldırmıştı, boynunu içine çekmişti. Ellerini cebine koydu, omuzlarını kaldırdı. Pencerelere göz gezdirdi, dudağını ısırdı, başını yana çevirdi, gerisin gerisi adımlarını sürükledi… Tren yanından yavaşça geçiyordu, o da aksi istikamette yavaşça yürüyordu. Son vagon da süzüldü yanından, adımlarını sıklaştırdı, teneke bir kutu denk geldi ayağına, umursamaz bir tekmeyle savurdu raylara, üzerinde çiğ damlası olan bir gül düşürmüştü çiçekçi kız, üzerinden geçti, ayaklarının altında ezildi, kırıldı. Keskin bir çatırtıyla geçmişinden sıyrıldı, sararmış yaprağın üzerine basmışlardı, parçalanmıştı, ufalanmış… “…hiç olmazsa ölürken sırtımızı sana verelim.” Belli belirsiz bir siluet farketti boşluğa odaklı gözlerinin önünde, yüzü dalgalandı, derinlerde kapılar kapandı, eski görünüşlerine kavuştular yeniden, dışarıdan bakınca canlı, içeriden bakınca yorgun. Küçük bir el uzanıyordu önünde, bir gül tutuyordu, adam elin sahibine baktı, masum bir çocuk yüzü ona gülümsüyordu, adam çiçeği aldı nazikçe, üzerinde çiğ taneleri vardı.. “El sallamalıydım…”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1568
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
EJDERHANIN GÖZLERİNDEKİ ÇIPLAK

Sevinçler hep hüzne dönüşmek zorunda mıydı? Mutluluklar acıya?

“Hoşça kal” diyerek, kapıyı arkasından çeken arkadaşına cevap verecek gücü bulamadı kendisinde, kendince bir şeyler mırıldandı sadece. Gidenin araladığı kapıdan, kapı kapanmadan önce, zehirli bir yılan süzüldü içeriye, kimseye görünmeden. Tıslaması bile duyulmadı.

Kapanan kapının sesiyle açtı gözlerini. Anlardan oluşan zaman dilimlerinden hızla geçerek, sevgilisini düşündü. Sevdiği adamı... Kendisini sevdiğini sandığı adamı. Son aylardaki en büyük çelişkilerinin kahramanını.

Nasıl tanıştıkları geldi aklına. Tutkulara birlikte esir olmadan önce neler yaşadıkları, ne derin dehlizlerden geçip, ne derin ırmaklarda yıkandıkları; ne kuytu uçurumlardan, ne yüksek zirvelere birlikte tırmandıklarını düşündü. Hayatın anlamıyla, yaşananların süresi arasında bir bağ olup olmadığını tartacak gücü bulamadı, yorgunluklarının derinlerinde.
Geçmişi bırakıp, geleceğe çevirmek istedi gözlerini. Vücudundaki her bir hücre çırpındı, ürktü. Gelecek ona ne verecekti? O gelecekten neler bekliyordu?
Bazı şeyleri tartmak, ölçmek mümkün değildir. “Duyguları tartan bir alet olsa” diye geçirdi içinden. Üşüyen parmaklarını oynatıp, battaniyenin altına gizledi ayaklarını. Ya yüreği? Onu nerelere gizleseydi? Üzerine şöyle bir uzandığı divan, öyle sımsıkı sarmalamıştı ki kendini, kımıldamak, kalkmak istiyordu; oysa duygularının ezici ağırlığı, çimenleri ezen postallar gibi hareketsiz kılıyordu bedenini.

Ortalıkta sigara kokusu vardı, dışarıda kuş cıvıltıları. Sigara kokusuyla birlikte, küllenen umutlarının yanık kokusu geldi burnuna. Dışarıdaki onca gürültüye, araç ve insan seslerine karşılık; evin içinde ölümcül bir sessizlik acı çığlıklar atıyordu. Sıradan bir intiharın ardından ortalığa yayılan kan kokusuna benzer bir koku geldi burnuna.
Hayata döndürdüğü insanları düşündü ve hayatını kendinden çalanları. İki havuz vardı içinde; biri hiç dolmayan, diğeri dolup dolup taşan...
O âna dek, halının üzerinde sessizce çöreklenmiş olan yılan, yanına yaklaştı usulca. Siyah beneklerle bezeli sarı kaygan derisi ışıl ışıl parlıyordu. Bir insan bacağı kadar geniş gövdesinin sonundaki kuyruğunda, zehirli çıngırağı, evin içindeki sessizliği yırtıyordu. Çatallı dilini birkaç kere dışarıya çıkarıp, hızla salladı. Keskin bakışlı yuvarlak yeşil gözlerini dikti gözlerine...

Küçük kadın, yılanla göz göze gelmemek için gözlerini kapadı. Kendisini sokacak mıydı, yoksa boğacak mı? Bilmiyordu. Nasıl olsa birazdan öğrenecekti. Bunu engellemek için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kendi kendine fazla geldiği anlardan birini yaşıyordu. Yılanın gelişine şaşırmadı. Elbet bir gün bekliyordu. Kaçınılması imkansız bir karşılaşmaydı bu. Ama neden bugün? Neden tam da şu anda? En yorgun, çaresiz, çelimsiz zamanında? İçeriye nasıl girdiğini bile düşünmedi. Gereksizdi. Yılan istediği her yere, istediği zaman girip, er ya da geç öcünü alırdı daima.

Tiz bir kahkaha attı yılan. Bir kahkaha daha... Bir daha... Bir daha... Kahkahalar; kulaklarından, burun deliklerinden, kapalı gözlerinden bedenine süzülüp, beynine ulaşarak, milyonlarca kurtçuk olup, kemirmeye başladı.

Neredeydi sevgilisi? Neden gelip kurtarmıyordu? Yoksa...? Yoksa bu yılanı, o mu yollamıştı?

Beyinleri tırmalayıcı kahkahalar kesildiğinde, kendini iki kat yorulmuş hissetti. Başının altındaki yastık “pıt” diye bir ses çıkardı, kimsenin duymadığı. Tek bir damla kumaş parçasının derinliklerine işledi, dağıldı.

Siyah beneklerle bezeli sarı kaygan derili yılan, bir anda silkelenerek kocaman bir ejderhaya dönüştü. Oysa o, ejderhaların hep masallarda var olduklarını düşünmüştü, şimdiye dek. Korku dolu gözlerini, ejderhanın ateşler saçan, öfke dolu, kırmızı gözlerine doğru kaydırdı. Gördüklerinin, birazdan bitecek ve bir daha asla hatırlanmayacak bir kâbus olması için, defalarca Allah’a yalvardı. Ama orada duruyordu işte: Çırılçıplak! Ejderhanın gözlerinde çırılçıplak bedenine bakarken, ne denli aciz olduğunu, en yalın gerçeklik merceklerinin ötesinden seçebiliyordu.

Yılan veya ejderha... Kelimeler karıştı zihninde. Madem buradaydı neden öldürmüyordu kendisini? Bir canlıyı öldürmenin zevkine varmak için, elini ağırdan mı alacaktı yoksa? Ölümden ve onun ötesinden korkmuyordu. Ejderhanın senini duymaktı, onun korkusu.

Korkunç anlamlara bürünecek olan o ses tınılarını algılamak, kelime gruplarının ardındaki gerçek anlamlara ulaşmak korkusu, tüm bedenine bir kırbaç gibi indi. Acıyan, bedeni değil, yüreğiydi. Anlamıştı ki, birazdan, ejderhanın kendisini yargılayacağı bir konuşma geçecekti aralarında. Kendini savunma şansı olabilecek miydi? “Ben masumum” diye içinden tekrar tekrar geçirdiği o iki sözcüğü, dudakları izin verip de, söyleyebilecek miydi?

“- Yıllar yılı, seni sen yapan özellikler taşıdın. Doğru bildiğin her şeyi paylaştığın insanoğluna, büyük tavizler vermekten çekinmedin! Doğruların, seni bugüne kadar, yaşadığın tüm ızdıraplarına rağmen, dimdik ayakta tutmayı başardı. Artık, doğrularından etrafına ördüğün kale çökmek üzere. O kale olmazsa, bu evrende seni kim koruyacak küçük kadın? Yalnız doğar, yalnız yaşar ve yalnız ölürüz. Diğerleri bize yalnızca eşlik ederler, paylaşırlar ama asla bizi bizim gibi anlayamazlar. Unutma! Her insan, diğerleriyle bir nebze paylaşsa da, kendi acısını, kendi yaşar içinde.

Hayatında, hep övünerek sözünü ettiğin doğruların, şimdi birer kör düğüm gibi etrafını sarmalamakta. Yok olanı var, var olanı da yok edemezsin; kendini kandırma!

Sular kirlendi, bulutlar da. Duygular niye kirlenmesin? Evet küçük kadın, sen duygularını da kirletmeyi başardın! Artık her sabah aynaya baktığında, aynada gördüğün o bir çift kahverengi göz, sana neler haykırıyor? Ve sen, neden her seferinde kaçıyorsun, kendi gözlerinden? –Boğuluyorum- diyorsun. Hiç nedenini düşündün mü? Bir avcının tüfeğine hedef olduğunu anlayan ceylanın gözlerinde gördüğün korku, sana neyi hatırlatır?”

Sorular, ardı arkası kesilmeyen sorular, sıralandı durdu. Ejderha kâh yılan oldu kâh kendisi. O ise, sadece susup dinledi, hiçbir soruya cevap vermedi.

“- Duygular nasıl kirlenir küçük kadın? Doğru olduklarına inanmadıklarını yap, görürsün! Rüzgâr çanından yükselip, giderek alçalan tınıları duyuyor musun? Hayatın işte o tınılar gibi solmakta. Çelişkiler uçurumunda gidip gelmekten hala yorulmadın demek? Nereye kadar dayanacaksın? Evet güçlüsün ama her gücün bir sınırı vardır. O insan sana, senin düşündüğün, düşlediğin anlamda saygı duymuyor. Yoksa seni bu denli incitmezdi!

Gebesin küçük kadın! Yeni başlangıçlara gebe... Nedense sancıların sıklaşmıyor bir türlü yeni başlangıçlara. Acılar doğuracaksan yine, cılız bacaklarının arasından, doğum tamamlanmadan, ölmüş olmayı yeğle. Doğacak bebeğin adı mutluluksa, onu bir an önce kucakla! Zaman geçmekte her nefeste. Hayat gibi geçmekte ve sen gecikmedesin.

Kırgınsın küçük kadın! Ona her gidişin, içindeki yaramaz çocuğu susturmak içindir, ondan her gelişin, içindeki kırgın kadını avutmak için... Ya sen, kendi doğrularından ve kendinden vazgeçeceksin, ya da ondan. Bunun arası yok küçük kadın. Arası yok!

Yorgunsun küçük kadın! Yaşamaya dört elle sarılamayacak kadar yorgun. Neden kendini böylesine yoruyorsun? Yine neden, insanların seni yormasına izin veriyorsun? Güçlüydün hani? İzin verme seni yormalarına öyleyse. Yine yanılgılar içindesin. Bazı duygular, en büyük güçlülüğünün de üstüne çıkıyor, görüyorsun. Yüreğini boğan acılar, seni öyle katılaştırmış ki, artık ağlayamıyorsun bile. Ağla küçük kadın, yitirdiklerin için ağla...”

Ejderha son sözünü söyledi ve yerini yeşil gözlü yılana terk edip gitti. Yılan ejderhanın son sözlerini tekrarlayarak, geldiği sessizliğin içinde kayboldu:

“- Ağla küçük kadın, yitirdiklerin için ağla...”
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1569
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Duyarlarsa" diyorsun. Duysunlar ne çıkar? Seven insanın bir suçlu gibi ezik olması neden? Sevmek ve sevilmek hakkımız kullanıyorsak bundan kime ne? İnsan olarak aşktan başka övünecek neyimiz kaldı? Erdem yalan söylemek mi? Hırsızlık etmek mi? Katil olmak mı? Yoksa esirleri fırınlarda yakmak mı erdem? Bir milletin gençliğini savaş meydanlarında yok etmek mi? Yalnız sofular mı erdemli bu dünyada? Çıkarını düşünenler mi namuslu? Aşka saygı duymayanlar utansın yaşadıklarına, sevenler değil.

"Görürlerse" diyorsun. Oysa ki kimse görmeyecek seninle seviştiğimizi. Bu doyulmaz zevki kimseye tattırmayacağız. Seni benden başka hiç kimseyle paylaşmaya razı değilim. Zaten sen bir bütünsün; bölünemezsin, paylaşılamazsın ki! Ben hep sevdim sana gelinceye kadar. Seni sevmeye hazırladım kendimi. İlk sevdiğim sen değilsin elbette, ama son sevdiğim olacaksın...

Seni tanımadan önce yalnız sevmenin hazzıyla doluydu yüreğim, gururluydum. Çünkü; seven bendim. Yalnız benim hakkımdı sevdiğimi yüceleştirmek, onu erişilmez yapmak, ölümsüz kılmak benim hakkımdı. Sevildiğimi, hele senin tarafından sevildiğimi anladığım anda gururum yok oldu. Aşkının büyüklüğü karşısında eridiğimi hissettim.

"Anlarlarsa" diyorsun. Anlasınlar umurumda değil. Keşke anlayabilseler... Herkesin seni olduğun yerde görmesini, bilmesini isterdim. Ben sende yaşamanın kavramını buldum. İç aleminin sonsuz hazinelerini önüme serdiğin zaman anladım yaşadığımı. Güzelliğinin manyetik alanından dışarıya çıkamaz oldum.

Hiç bir şeyden çekinme artık. Bak! Şimdi seninle vardığımız o yerde kimseler yok. Yıldızların erişilmezliğinde, duyguların sonsuzluğundayız. Zamanı aştık, en güzeli kendimizi aştık seninle.

Onun için şimdi ilk defa beni sevmek hakkını sana tanıyorum...

Anla, seni ne kadar sevdiğimi...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Eylül 2006       Mesaj #1570
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Uzakları Özlemek

İnsan tüm güzelliklerine,tüm yaşanırlığına rağmen bıkar bazen bulunduğu yerden.Biraz ötelere kaydırıp bakışlarını,uzakları merak etmeye başlar.Karşısında yükselen dağı,başka ovaları,vadileri,çölleri,yıldızları özler.Ufkun ötesine düşer hep.Hazırlığını yapar her fırsatta çıkacağı yolculuğun;sıkıntılarını,gözyaşlarını,
kırıklıklarını toplayıp doldurur çıkınlarına.Unutmak istediklerini alıp götürür yani.Unuttukları ise zaten silinmiştir belleğinden.Yeni şeyler yerleştirmek için silinenlerin yerine,zaman kollamaya başlar insan..
Gördüğü güzel bir çiçeğin kokusunda uçuverir
gitmek istediği yere;karşı dağın yaylasında bulur kendini.Geldiği yolun,tırmandığı yokuşun yorgunluğu vardır üstünde.Önünde uzanan çayırları koşmak ister ama nafile!.Vazgeçer,bırakır kendini toprağa.Uzanır sırtüstü ve hiçbir şey göremez gökyüzünden başka.’Bu gök,der; geldiğim yerde de vardı.Hem de aynısıymış!..’
Kollarını iki yana bıraktığında,ellerine değen çimin ıslaklığını duyumsar; gözyaşları gelir aklına, zehir gibi!..Yüreğinde kırılan dalların acısı düğümlenir
boğazına.Yaylanın oksijen dolu havasında eritmek istercesine yutkunur; hem de kerelerce...Ağlamaya başlar yeniden.Sırtını dayadığı ıslak çimenler
ısınmıştır artık;uykuya dalar...
Uyandığında yaşamanın güzel olduğunu teyit eder kendi kendine.Evet, yaşamak güzeldir gene de..Her şeye rağmen güzeldir!Kutsal bir kitabı tutarcasına
iç huzura kavuşur bunu düşününce.Az ötesinde bulunan ağaca, onun yaprağına, üstünde cıvıldayan
kuşa bakıp gülümser; umudunu yeşertir yeniden....
yaşamak adına...
Yaşamanın güzelliğini budanmış ağaçlara sormak gerekir aslında.Ölüm ile yaşam arasına çizilen ince çizgide gelip giden korku,bir filizin yeşermesiyle
sona erer.İnsan da böyledir.Tam bitti derken her şey, değen bir elle başa döner; yeni yarınlar, yeni hayaller, yeni uzaklar yaratır kendine.Bundan dolayı değil midir ağaçların baharda yeşermeleri, tohumların toprağı delip güneşe doğru başkaldırmaları..Bundan dolayı
değil midir darağaçlarına olan nefretimiz?!..
Hep dorukları özlesek de; bazen,salkım söğütlerin,
karanfillerin, akasyaların, palmiyelerin ve nicelerinin yere çekimli dallarına katılıp;çöllere, ovalara, vadilere de düşer yolumuz.Ortasından nehrin geçtiği vadi, yar koynu gibidir bence.Ova ise, gönüldür gepgeniş..
Çöller ne demekse!?Aşk belki de! Kumlarında kaybolmak, savanlarında susuzluk gidermek; sonra
yeniden susamak, yağmur ormanlarını özleyerek...
Aşk sarmaşık demekmiş ya, sanırım, dünyanın her yerinde var sarmaşık denen bu arsız ama güzel ot..Önemli olan ona yürekle dokunabilmek, sevgiliyi ağaç sanıp sarılabilmek...

UZAKLARI ÖZLEMEK,
SENİ ÖZLEMEKMİŞ MEĞER!
SENMİŞSİN ÜSTÜNE YATTIĞIM YAYLA,
ELİME DEĞEN ISLAK ÇİMEN...

SENMİŞSİN!
BAKTIĞIM MAVİ GÖK,
ÖTEMDE CIVILDAYAN KUŞ!..

SENMİŞSİN EY SEVGİLİ!
KOKUSUNA KAPILDIĞIM ÇİÇEK!
GÖZÜME DALAN IŞIK!..

SENMİŞSİN!..
KENDİMİ AĞAÇ SANIP,
BEDENİME GİYDİĞİM SARMAŞIK!

SOYUNMA BENİ!

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar