Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 90

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 494.680 Cevap: 1.997
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
8 Haziran 2006       Mesaj #891
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
DOKTOR VE HASTASI
Kanser hastanesinde bashekimken Serap adinda genc bir hanim hastam vardi.
Bu hastam gögüs kanserine yakalanmis ve tedavi icin yurt disina gitmek
Sponsorlu Bağlantılar
istemesine ragmen, bazi formaliteler sebebiyle o imkani bulamamisti. Serap'i
özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altina aldim. Ve kisa bir süre sonra da
Allah'in izniyle iyilestigini gördüm. Ancak Serap'in da bütün diger kanserliler
gibi ilk 5 yillik süreyi cok dikkatli gecirmesi gerekiyordu.
Bir is kadini olan Serap, 4 yil kadar sonra 1 ihale icin izmir'e gitmek
istedi. Kis aylarinda oldugumuz icin uçakla gitmesi sartiya kabul ettim.
Maalesef bilet bulamamis ve benden habersiz bindigi otobüsun kaza gecirmesi
üzerine 6 saat kadar mahsur kalmis. Dönüsünden kisa bir süre sonra kanser,
kemik ve akcigerine yayildi. Serap bacak kemiklerindeki metasaz nedeniyle
yürüyemez hale gelirken, hastaligin akcigerdeki tezahuru sebebiyle de devamli
olarak oksijen cihazi kullaniyor ve söyledigi her kelimeden sonra
agzini o cihaza yapistirarak nefes almak zorunda kaliyordu. Evine gittigim
gün, yine güclükle konusarak:
- Doktor bey, dedi. Ben size...darginim.
- "Niçin?"diye sordum.
- "Siz...dindar...bir...insanmissiniz...nicin...bana...da,
Allah'i...ölümü... ahireti... anlatmiyorsunuz?"
Dini inançlarinin çok zayif oldugunu bildigim için bu teklifi karsisinda
oldukça sasirdim. O'nu üzmemeye çalisarak:
- "Doktora ulasmak kolaydir dedim. Parayi bastirdin mi istedigine
tedavi olursun. Ancak iman tedavisi icin gönülden istek duymalisin..."
Konusmaya mecali olmadigindan "ben o istegi duyuyorum" manasinda basini
salladi. Artik ümitsiz bir tibbi tedavinin yanisira, ebedi hayatin ve
saadetin reçetesi olan iman derslerimiz baslamis ve son günlerini yasayan
Serap icin bu dersler "hizlandirilmali ögretime" dönmüstü. Anlattigim iman
hakikatlarini bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.
Vefatina bir hafta kala:
- "Doktor bey, dedi. Ben...ölürken...ne...söyleme-liyim?"
- "Senin durumun cok özel" dedim. Kelime-i Sehadet sana uzun gelir.
O ani farkedince Muhammed (s.a.v) sana yeter."
O, haliyle tebessüm ederek yine basini salladi. Cok istirabi oldugu için
Serap'a sürekli morfin yapiyor ve O'nu uyutmaya calisiyorduk. Ben,
bir is seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüsümde annesi
telefon ederek:
- "Serap, bir haftadir morfin yaptirmiyor." Dedi."Sabahlara kadar
inliyor ve cok istirap çekiyor."
Hemen eve gittim ve igne yaptirmamasinin sebebini sordum. Aldigim cevabi
hala unutamiyor ve hatirladikça ürperiyorum.-"Ya morfinin tesiriyle ölüme
uykuda yakalanir ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?. Iste Serap, böyle
bir hanimdi. Bu arada benden istihareye yatmami ve eger bir kaç gün daha
ömrü varsa , son günü uyanik kalacak sekilde morfin yaptirilmasini rica
etti. Ben hiç adetim olmadigi halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye
yattim ve Serap'in acizligi hürmetine olacak ki Sali gününe kadar yasiyacagina
dair isaret sezdim.
Ertesi gun O'na:
- "Hiç korkma!" dedim. "Igneyi vurdurabilirsin."Ve Serap bir veda niteligi tasiyan
bu görüsmemizde son sorusunu da sordu:
- "Doktor bey...Azrail...bana...nasil...görü...ne-cek?"
- "Kizim," dedim. "O bir melek degil mi? Hic merak etme, sana yakisikli
bir prens gibi gelecektir."Sali günü Serap'in agirlastigi haberini alinca
hemen eve gittim. Ancak vefatina yetisememistim. Ailesi tam manasiyla
perisandi. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanim akrabasi
ayaktaydi ve beni görünce yanima gelerek:
- "Doktor bey, biliyor musunuz , bu evde biraz önce bir mucize yasandi!" dedi ve
devam etti:
- Serap, bir saat kadar once oksijen cihazini atti ve "yataktan kalkmasi imkansiz"
denmesine ragmen kalkarak abdest aldi, iki rekat namaz kildi. Bütün ev halki hayretten
donup kaldik. Ve kelime-i Sehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:
- "Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediginden de güzelmis!!!"

ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
9 Haziran 2006       Mesaj #892
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
Hüzün Adası, Duygu Gemisi

Seni tanıdıktan sonra hep kızmışımdır zamana,ne çabuk geçiyor diye...Oysa şimdi ben seni sensizlikle yaşamaya mahkumum. Ne de zor seni sadece rüyalarımda yaşatmak...Benim olmayacağını biliyorum.
Sponsorlu Bağlantılar
Anlatsam sevgimi ,aşkımı karşılıksız kalacağından korkuyorum .Ağzından çıkacak bir “Hayır”cevabı inan ruhumu bedenimden ayıracak.
Yanında gölge olmuştum,sen hiç farkıma varmamıştın. Her sabah yolunu gözler,dersten çıkışını beklerdim. Herkes mutluluğun tadını çıkarırken ben ayrılıkları ezberledim. Oysa ben gözlerine bakıp yüreğine dalmak için neler vermezdim...Hiç bu kadar çaresiz kalmamıştım. Çatlamış dudakların suya muhtaç olduğu gibi ben de sana muhtacım.
Her gece hayaller kurardım. Kurduğum hayallerde bile benim olmazdın. Sabaha kadar uyutmazdın beni. Gece gündüze kavuşurken ben hala sana kavuşamıyordum. Yüreğimi parçaladığın yetmezmiş gibi şimdide beynimi kemiriyorsun. Doğmayı bekleyen güneş gibi bekliyordum seni...Bıkmıştım artık acı çekmekten ve ayrılıkları ezberlemekten. Mutluluğa hasret kalmıştı yüreğim,tam beş yıl olmuştu karşılıksız aşkım başlayalı...
Hiçbir zaman cesaretli olamadım. Yine ben senden habersiz, ben seni sensiz yaşıyorum kardelenim. Yıllar çabuk geçti ben seni hayal bile edemiyorum. Hayalin bile benden uzak...
Geçenlerde gördüm seni, tam iki sene sonra. Yüreğim deli gibi çarptı. Ayakta duracak takatim bile yoktu. Çocuğunu elinde görünce kendimden geçtim. Önce gözlerim nemlendi, sonra usulca dökülüverdi. Kirpiklerimin arasından birkaç damla yaş. Umutlarım bir film şeridi gibi geçiyordu aklımdan. Sanki bir kağıdın yanıp rüzgarla savrulması gibi tüm umutlarım yok oldu. Olsun be kardelenim belki sana sahip olamamıştım ama şunu bilmeni isterim ki, bende yarattığın seni benden kimse koparmaz.
S. Bayraktar

KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
9 Haziran 2006       Mesaj #893
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Şehidimin kabrini arıyorum .
Bu bir fıkra yada masal değil bu gerçek acı bir gerçek. lütfen okuyun ve destek verin. bu yazıyı yazan bir çanakkale şehidinin torunu. çanakkale gezimizde dedesininin, değil kabrini adının yazılı olduğu bir taş parçası bile bulamadık. bunun yanında anzakların isimlerini ve mezar taşlarını teker teker gezip okuyabildik. dikkatinizi bir şeye çekmek istiyorum burası TÜRKİYE. orada mezar taşlarını kolayca bulmamız gereken şehitlerin uğruna can verdiği ülke.

Soğuk bir Mart günü... Çanakkale, Gelibolu yarımadası... Binlerce askerimiz, şehidimiz Gelibolunun çeşitli yerlerinde yatıyor: Anafartalar’da, Bomba Sırtında, Ertuğrul, ;Ölüm(morto) Koyu’nda, Kanlı Sırtta, kısaca Yarımadada bastığımız her yerde... Hâlâ topraktan şehitlerimize ait kemiklerin çıktığı söyleniyor.

Yurdun hemen hemen her yerinden gelen ziyaretçiler... Kimi şehit dedesini, bir yakınını aramak, kimileri ise şehitleri yâd etmek için, dua etmek için gelmişler...

Şehit dedesi, bir yakınını veya hemşerisini arayanlar hayal kırıklığına uğruyor; zira bizim şehitlerimizin bırakın doğru dürüst bir kabri, yapılan çeşitli anıtlarda, yazıtlarda ismi bile yok, esamesi okunmuyor. Kimin nerede yattığı, ne oduğu belli değil.

Anadolu’nun bağrından kopup *******, babasını, eşini, çocuğunu, gençliğini terk edip “Vatanım namusum elden gitmesin” diye burada şehit düşen 253 bin Mehmetçik maalesef -bazı istisnalar hariç- KAYIP !
Çok hazin bir tablo !

İngilizler, ilk anıt mezarlığını 1927 yılında yapmışlar ve Lozan’da buraların koruma altında olması için madde koydurmuşlar. Fransızlar ise 1930 yılında Ölüm Koyu’nda ölen askerlerinin mezarlarını yeniden tespit edip buradaki 2236 askerin adlarını yazmışlar. Avusturalyalılar, Yeni Zelandalılar, hepsinin buralarda anıt mezarlıkları var. Nerede askerleri çarpışmış ve ölmüş ise bu askerlerini topraktan çıkarıp kimlik tespiti yaparak defnetmişler, mezarlıklar yapmışlar üstelik bakımlı ve düzenli. Ölen askerlerin isimlerini de tek tek yazmışlar.
Binlerce kilometre ötelerden Yeni Zelanda’dan, Avusturalya’dan,

Fransa’dan, İngiltere’den, kalkıp gelen biri, buradaki dedesinin, akrabasının
nerede yattığını görebiliyor. Ne güzel bir vefa örneği!

Ya biz? Conk Bayırı’nda Anzak askerlerinin isimlerinin yazıldığı anıt mezarlarının yanında bulunan şehitlerimizin kemikleri, 1985’te yoplkanıp hepsi bir mezara koyulmuş, tek bir mezara toplu halde... Burada kimin yattığı belli değil, isim yok (!)

1997’de yapılan 57. Alay şehitliği ve 1993’te yapılan Sargı Yeri Şehitliği ile Nuri Yamut Anıtı’ndan başka kabrimiz, şehitliğimiz yok !
Bunun dışında 1954 yılında yapımına başladığımız 1960 yılında kısmen, güç bela tamamlanan, 2004 yılında yeniden restore edilen Hisarlık Tepesi’ndeki anıt. Ayrıca bazı heykeller, yazıtla... Yarımada’nın her yerine birer heykel, yazıt yapmışız.

Fakat hiçbiri kabrin yerini tutmuyor. Kabir bir başkadır bizim kültürümüzde. Kabirde manevi bir hava olur daima. Kabir ziyaretlerinde dualar okunur, kur’an okunur... Anadolu’daki kabir ziyaretleri de böyledir.

Binlerce kilometre dedesini veya bir yakınını görmeye gelen İngilizler, Fransızlar, Avusturalya ve Yeni Zelandalıların bu imkânı varken, ben kendi yurdumun sınırları içindeki yerde şehid dedemin yattığı yeri göremiyorum!
Bırakın kabrini, yazıtlarda ismine bile rastlayamıyorum!
Nerede benim şehit dedemin kabri?
Doksan yıl geçmiş. Şimdiye kadar buradaki şehitlerin yattığı yerler tespit edilip tıpkı İngilizler, Fransızlar ve Anzakların yaptıkları gibi, mezarlıklar, şehitlikler yapılamaz mıydı?
Birkaç heykelle, anıtla, göstermelik şehitlikle bu suç örtbas edilebilir mi?

Şehitlerin değil ama bizim bu kabirlere ihtiyacımız var. Hemde çok! Yeni neslin; çocukların, gençlerin ihtiyacı var.
En çok ihtiyacı olanlarda devletin yönetimine talip olanlar, devleti yönetenler. Onların bu görevlere gelmeden önce muhakkak “ÇANAKKALE RUHU” nu anlamaları lâzım. Çanakkale’yi yaşamaları, Çanakkale’yi görmeleri lâzım.

Zararı trilyonlara varan KİT’lerin lojmanlarını, hatta en gözde turistik yerlerde bu kurumlarda çalışanlar için yaz kamplarını eksiksiz yapan bürokrasimiz, “devlit-i âlimiz(!)” bu kabirleri şimdiye kadar –herhalde parasızlık sebebiyle, belki de başka bir sebeple- niye yapmamışlar? Bunda bir kasıt mı var?

Hadi devletimiz yapamadı diyelim. Pekiyi nerede bizim sivil toplum örgütlerimiz? Nerede iş adamlarımız? Nerede vakıflarımız? Nerede bu millet? Nerede, nerede? Bunun maliyeti nedir ki?

Yazık, hemde çok yazık! Bu ayıp bir an evvel düzeltilmelidir. Şehitlerimize saygı ve minnet borcumuz var. Bunu herkesin bilmesi lâzım, bu saygısızlık ve vurdumduymazlık için utanıyorum, haykırıyorum!
Şehidimin kabrini arıyorum!
Nerede benim şehit dedemin mezarı?
ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
9 Haziran 2006       Mesaj #894
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
HISSETTIGINIZ SEVGIMI SAPLANTIMI?
Saplanti, hemen ortaya çikan bir arzudur, sevgi ise atesi yakalayan arkadasliktir. Sevginin kökleri vardir ve bir gün büyümeye baslar. Saplanti güvensizlik duygusuyla birdir. Heyecanlanirsiniz ve sabirsizlanirsiniz fakat gerçek anlamda mutlu olamazsiniz. Içinizi kemiren süpheler, cevaplanmayan sorular, sevilmediginize, yakin olmadiginiza dair düsünceler vardir. Bunlar hayallerinizin bozulmasina neden olur. Sevgi ise anlayistir, bazi kusurlari kabul etmektir. Gerçektir. Size güç verir, sizin önünüzde büyür. Karsinizdaki sizden uzak olsa da onun varligini bilmek içinizi isitir. Mesafeler sizi ayirmaya yetmez. Kafanizda hala oynayan ikinize ait film kareleri vardir. Ve siz bu film karelerini izlemekten hiç vazgeçmezsiniz. Size uzak ya da yakin olsa da içiniz rahattir çünkü onun size ait oldugunu bilirsiniz ve onu beklersiniz. Tutku; "Hemen evlenmeliyiz. Onu kaybetmeyi göze alamam" derken Sevgi; "Sakin ol. Panik yapma. Gelecegini güven ile hazirla" der. Tutkunun cinsel heyecanlari vardir. Birlikte oldugunuzda günün cinsellikle bitmesini istersiniz. Sevgi ise cinsellik üzerine kurulmamistir. Arkadasligin olgunlasmis halidir ve seks sadece iliskinin daha güzel olmasini saglar. Iki asik olmadan önce iki iyi arkadas olmalisiniz. Tutkunun güvenirligi yoktur. Sizden uzakta oldugunda "Beni aldatiyor mu acaba?" diye düsünürsünüz. Bazen bunu kontrol etmeye bile kalkarsiniz. Sevgi güven demektir. Sakin ve emindir. Karsinizdaki sizin güveninizi hisseder ve bu, onun daha güvenilir olmasini saglar. Tutku pisman olacaginiz seyleri yapmaya zorlayabilir. Fakat sevgi hiçbir zaman sizin yanlis yollara sapmaniza izin vermez. Sevgi yüceltir. Sizi yukarilara çikarir. Yukari bakmanizi saglar. Düsünmenizi saglar.
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
9 Haziran 2006       Mesaj #895
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Belki..


Belki Tanrı yanlış insanlarla tanışmamızı istedi. Doğru insanı tanımadan önce,
böylece en sonunda doğru insanla tanıştığımızda, bu hediyenin ne yüce olduğunu anlamamız için. Belki mutluluk kapısı kapandığında, başkası açılıyordur. Fakat böyle zamanlarda kapanan kapıya öyle uzun bakarız ki, bizim için açılan diğer kapıyı görmeyiz bile. Belki en iyi arkadaşlık, sallanan bir koltukta beraber sallandığınız, tek bir kelime etmediğiniz ve giderken bunun hayatınızdaki en iyi sohbet olduğunu düşündüğünüz kişilerde saklıdır. Belki, elimizde olanın kıymetini kaybettiğimizde anladığımız doğru olabilir, fakat elimize gelene kadar, neler kaçrdığımızın farkına varamadığımız da doğrudur. Birine sevginizin tümünü sunmak, asla sizi de aynı şekilde seveceğinin garantisi değildir. Sevgiye karşılık beklemeyin; sadece sevginin karşıdakinin kalbinde büyümesini bekleyin. Fakat olmazsa da, sizin kalbinizde büyüdüğüne emin olun. Birine çarpılmak için bir an yeterlidir, birinden hoşlanmak bir saat ve birini sevmek için de bir gün yeterlidir... Ama birini unutmak bir ömür sürer. Görünüşe aldanmayın; kandırıcı olabilir. Zenginliğe aldanmayın; yok olup gidebilir. Sizi güldüren birini seçin. Çünkü karanlık bir günü aydınlatan tek şey bir gülümsemedir. Kalbinizi gülümsetebilen birini bulun. Öyle zamanlar vardır ki, bazen birini öylesine çok özlersiniz ki, onu hayallerinizden çıkarıp, gerçek hayatta kucaklamak istersiniz. Hayal etmek istediğiniz şeyi hayal edin, gitmek istediğiniz yere gidin, olmak istediğiniz kişi olun, çünkü yaşayabileceğiniz tek bir hayatınız var. Ve tüm bunları yapabilmek için tek bir şansınız... Sizi tatlı kılacak kadar yeterli mutluluğunuz olsun, güçlü kılacak kadar acı deneyiminiz, insan kılacak kadar üzüntünüz, ve sizi mutlu kılmaya yetecek kadar umudunuz olsun. Daima kendinizi başkalarının yerine koyun. Eğer kalbiniz acıyorsa, o kişininkiler de acıyordur. En mutlu kişiler, her şeyin en iyisine sahip olanlar değildir, onlar karşılarına çıkan her şeyin değerini en iyi bilenlerdir. Mutluluk; ağlayanlar, incinenler ve çabalayanlar için vardır. Çünkü böyle insanlar, hayatlarına giren her insanın önemini takdir edenlerdir. En parlak gelecek, unutulmuş bir geçmişin üstünde yükselir. Geçmişinizdeki kalp kırıklıklarını ve hataları silemezseniz, hayatın içinde ilerleme şansınız olmaz.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
9 Haziran 2006       Mesaj #896
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
1964 yılı bir kış sabahı Sabiha ders çalışmak için erken kalkmıştı. Hafifçe odasının perdelerini açarak dışarıya baktı. Her taraf karla kaplıydı. Ders çalışmaktan vazgeçerek kışlık giysilerini giydikten sonra sessizce dışarı çıktı. Annesi ve babasını uyandırmadan damları üzerindeki karları kürüyecekti. Tehlikeli de olmasına rağmen kırık bir merdivenle bir eline aldığı kar küreğiyle damlarının üzerine çıktı. 13 yaşındaki bu kız çocuğu soğuk rüzgarlar altında karları kürürken ağzının içinde mırıldanarak derslerini tekrarlıyordu. Cıvıl cıvıl haliyle hayata bağlılığı, her ne kadar kendi elinde olmasa da, onun geleceğinin bir göstergesiydi.
Annesi Gülsüm uyanır uyanmaz kocasına :' Bak bey! Sabiha'm yine dama çıkmış... Her kar yağdığın da bizi uyandırmadan damlarımızdaki karları temizlemek için çırpınır... Yatağını da toplamış... Biricik kızım kırık merdivenle nasıl çıktı ki yukarıya?' dedi .Ve evlerinin giriş kısmının önünden bağırarak:
'- Kızım okula gideceksin biraz sonra... Yorulma sen! Gel önce karnını doyur... Sonra çıkar ben karları temizlerim!' dedi. Sabiha :
'-Anneciğim uyandınız mı? Siz beni düşünmeyin... Ben ne kadar da dikkat etmiştim; sizi uyandırmadan şu işleri bitirmek için...'
Gülsüm hanım :
'-Dama çıktığını daha önce fark etmiştim ! Kürek seslerinden... Kızım, biraz önce sesini de duydum... Konuşuyordun... Benden bir şeyler mi istiyordun yoksa?'
'- Yok anne biraz yüksek sesle derslerimin tekrarını yapıyordum...'
'- Sabahın bu kör saatinde dam başından kızımın ayakları kayar da düşer diye, bir türlü uyuyamadım...Çıkayım da bir bakayım dedim kendi kendime... Babanın bir erkek çocuk istemesi de işte bu yüzdendi. Sana kıyamıyoruz kızım... İşini çabuk bitir de in aşağıya ...'
Tam kapıyı açıp içeriye gireceği sırada annesi aşağıdan tekrar seslendi :
'- Kızım az kalsın unutuyordum... İneceğin zaman bana haber ver yüksek sesle de, merdiveni tutayım... Biliyorsun merdivenimiz çok sağlam değil...'
Sabiha üşüdüğünü fazla belli etmeden :
'- Tamam anneciğim sen hiç merak etme... Güneş doğmadan ben buraları temizlemek istiyorum... Değilse su altında kalırız.Git biraz uyu...' dedi.
Bu sözlerinden sonra, bir an için gözleri daldı... uzaklara bakarak.'Annem neden erkek evladı istediklerini bana anlatıyor... Sanki erkek çocuğuyla kız çocuğunun bir farkı varmış gibi...Halbuki her ikisi de evlat... her ikisi de can taşıyor?..Ben bir mana veremiyorum?' diye zihninde annesinin sözleriyle ilgili yorumlar yaptı.
Sabiha annesi ve babasının yorulmalarını istemediği için, zor da olsa bu işleri seve seve yapıyordu. Bir taraftan derslerine çalışması diğer taraftan da bu şekilde ev işleri yapması ona mutluluk veriyordu.
Nisan ayının ilk haftasında, şehir merkezine 4 km uzaklıktaki bağ evlerine taşındılar. Orada hem meyveleri hırsızlara karşı koruyacaklar... Hem de bağ işlerini yakından takip edeceklerdi!
Her gün oradan okula gidip gelmek güç olsa da buna katlanmak zorundaydı...
Günlerden bir gün, okul sonrası yaya olarak elindeki ders kitaplarıyla dolu çantasıyla bağ evlerine gidiyordu. Yollar ıssızdı. Arada sırada bekçi düdüklerinin yankılanan sesleriyle çevredeki çekirgelerin sesleri birbirlerine karışıyordu ! Bir ara, arkasından bir kişinin koşarak kendisine doğru yaklaştığını fark etti ! Birden korkarak irkildi! Geriye baktı. Bir okul arkadaşıydı! Titrek adımlarla gelen bu kişi Sabiha'ya :
'- Sabiha... Sabiha ben Ahmet... Çoktan beri seninle konuşmak istiyordum.
Şehirdeki evinizde otururken cesaret bulamamıştım! Ben seni çok seviyorum! Bunun için peşinden geldim!' dedi
Sabiha :
'- Ama ben seni hiç sevmiyorum ki ! Sen sevgini kendine sakla! Sonra peşimden gelmeyi de bırak! Bir gören olursa seni değil, beni suçlarlar...'
Ahmet :
' - Ama... '
' - Aması maması yok...Beni rahatsız etme! ' diye karşılık verdi Sabiha.
Tam bu sırada bağ bekçilerinden biri yandaki bağın yıkık duvarlarının üzerinden atlayarak önlerine çıkmıştı! Sabiha ve ailesini tanıyan biriydi...
Her ikisi de donakalmışlardı... Bekçi :
' - Kız Sabiha... Kim bu peşindeki kırık?' Msn Star
Sabiha kıpkırmızı olmuştu. Sıkılgan bir şekilde :
'- Benim haberim yok... sınıf arkadaşım peşime takılmış... Ben de...'
Bekçi :
' - Kes sesini! Sen fırsat vermezsen bu adam senin peşine takılmaya cesaret bulabilir
mi? Bana maval okuma!'

Ahmet'e döndü sonra :
' - Utanmıyor musun ulan tek başına gelen bir kızın peşine takılmaya? Şunlara bak
okuyacaklar da adam olacaklar şu vaziyetleriyle! Söyle bakayım sen kimin çocuğusun?'
Tekrar Sabiha'ya döndü:
' - Biraz sonra babanı göreceğim... Anlatacağım olup bitenleri. Kızınız bağ yollarından arkasında bir kırıkla buraya geliyor diyeceğim! Namussuz seni! Bir de utanmadan konuşuyorsun benim karşımda! ' dedi.
Ahmet konuşmalar devam ederken koşar adımlarla oradan uzaklaştı... Tek bir cevap dahi verememişti. Bekçinin sözleri onu da oldukça etkilemişti?
Sabiha bekçinin söyledikleriyle endişeye kapılmıştı. Zihninden geçen bir yığın soruya cevap arıyordu! İşin içinden nasıl çıkacaktı? Bekçi gerçekleri çarpıttığı gibi, kendisine konuşma fırsatı dahi vermemişti! Aksine bir suçlamayla karşı karşıya kalmıştı! 'Bor gibi küçük bir ilçede bekçi kendi kafasındaki suçlamaları aleyhimde birkaç kişiye anlatsa benim hayatımı karartmaya yeter...' diyordu içinden!
Bağ evine gelmişti. Kapıya bir kaç kez vurdu... Sonra :
'- Anne!.. Anne!..' diye bağırdı.
Ses gelmeyince yandaki iri bir taşın altına baktı. Dış kapının anahtarı oradaydı...
İçinden ' İyi ki annemler daha gelmemişler...' dedi. Kapıyı açtı ve arkasına bir taş koydu.
Sonra bağ evinin anahtarını da her zaman koydukları yerden aldı. Kapıyı açtı! İçeriye girdi.
Karşısındaki raf üzerinde bulunan 'folidol' isimli elma kurdu zehiri birden dikkatini çekmişti!
Çantasını bir kenara attı. Zehir kutusunu eline aldı. Çantasından bir kağıt çıkararak bir şeyler yazdı. Sonra zehir kutusunun kapağını açarak birkaç yudum içti! Çok geçmeden olduğu yere yığıla kalmıştı
Çekirge sesleri her zaman olduğu gibi çevreyi kuşatmaya devam ediyordu...
Bir saat sonra dış kapı vuruluyordu. Annesi ve babası gelmişlerdi. Annesi :
' Sabiha'mız gelmiş...' dedi kocasına! Biraz beklediler kapının açılmasını.Ses gelmeyince babası öfkeli bir biçimde biraz daha kuvvetli yumruklamaya başladı kapıyı :
'- Sabiha... Sabiha! Neredesin... aç kapıyı? '
Tahammül güçleri kalmamıştı... Kapıyı zorlayarak ittiler arkadaki taşla birlikte... Eşekleriyle içeriye girdiler... Kedileri acı acı miyavlıyordu... İç kapı açıktı ve Sabiha ortada yatıyordu. Ağzında köpükler vardı... Kenarda ağzı açık duran bir elma kurdu zehiri... Önünde defter, yanında kalem bulunan bir kağıt parçası vardı. Üzerinde ise şunlar yazılıydı :
'-Çok kıymetli anneciğim ve babacığım, Hayatım boyunca korkuyla yaşadım... Sizi su ana kadar üzdüysem beni affedin! Arkamdan herhangi bir suçlama olursa inanmayın! Ben suçsuzum! Öğretmenlerimi ve arkadaşlarımı çok seviyorum... Bir kişi hariç. O ise, benim hayatımı kararttı!
Annesi ve babası gözyaşlarını tutamadılar! Belki ölmemiştir diye eşeklerinin üzerine onu yüzükoyun yatırarak şehir merkezine götürdüler! Feryatları dayanılacak gibi değildi!.
Babası :
'İnşallah kızımız ölmemiştir...' diyordu hanımına.
............
Hastanede acil serviste kontrolden geçirildi! Doktorlar :
Sabiha için ' iki saat önce ölmüş ...' dediler.
Çevrede bilinmeyen sınıf arkadaşının aşkı, gizli kalan bekçinin suçlamaları ve ortaokul ikinci sınıf öğrencisi Sabiha'nın sona eren hayatı yönünde yorumlar yapıldı! Arkasından okunan yüksek notları arkadaşlarına ve öğretmenlerine hüzünlü anlar yaşatırken, sınıfında boş kalan yeri asla doldurulamadı.
Çekirge seslerinin yankılandığı sokaklardaki acı hatıralar gibi mevsimlerin ibresi kışları
gösterirken damlarını örten beyaz hüzünler yine onların önlerine serilecekti.
ramsstein - avatarı
ramsstein
Ziyaretçi
9 Haziran 2006       Mesaj #897
ramsstein - avatarı
Ziyaretçi
Hoşçakal...

Ben veda etmeyi pek beceremem. Duygularımı da pek açığa vuramam zaten, hele bu veda çok daha zor geliyor. Aslında hiç böyle bir son görüşmeye gerek yoktu. Ama insanın kanı durmuyor işte., ne varsa bu son anlarda.?
Senden hatırlamanı bile istemiyorum., sadece temizliği ve saflığı yaşatalım bu aşkı kalbimizin bir kuytu köşesinde!...
Ne güzel başlamıştı. İkimizde gençtik deli doluyduk, coşkunluğumuzun son safhasında kanımızın kaynadığı bir anda gördük birbirimizi, sevdalandık.
Geceler boyu uykusuz kaldık birbirimizi düşünmekten, en güzel heyecanları, en güzel bakışları yaşadık. Hemen aşkı yaşadık, zamanı durdurup utançları ve sitemleri yaşadık. Kavgaların en güzellerini de biz yaptık. Çünkü barışmakta ayrı bir zevk veriyordu bize.
Sevdik, sevildik, doruğuna vardık kutsal duyguların.Aşk yeminleri ettik tutamayacağımızı bile bile. Günlerce aylarca yalnız ikimiz varmış gibi yaşadık. Ne alaylı bakan gözlere, ne karşı çıkan büyüklere, ne de dost sözüne aldandık. Kendi ateşimizde yandık, en önemlisi bir birimizi anladık.
Romantik şarkıları serin aksam üstüleri yaşadık seninle. En güzel çiçekleri verdin bana. Rüyalarda bile hep ikimiz vardık. Gerçek aşkı tattık bunu sende biliyorsun.
Öyleyse hep aynı duygularla kalmalı değil mi? Biz birlikte olmasak da... güzel başlayan çok güzel yaşanan bu aşkı aynı temiz duygularla bitirmeliyiz. Şimdi de ayrılığın en güzelini en acısını yine biz yaşıyoruz...
Ne dersin bu da Allah’ın bir lütfü değil mi bize? Lütfen ağlama.
Neden benimkilerle yarışıyor göz yaşların? Sen benim güçlü kocaman sevgilim değil misin? Güçlüsündür sen... seni hep böyle hatırlamak istiyorum, haydi sil gözyaşlarını. Hava da kararmak üzere, zaman bize hep acımasızdı zaten. Yine öyle çabuk olmamızı istiyor herhalde.
Sana bir şey söylemek istiyorum. Mavi gömleğin sana çok yakışıyor bir daha kız tavlamaya niyetlenirsen bu sözlerim aklında bulunsun. Bir de küçük bir istek arkana dönüp bakma tamam mı her şey burada bitsin, hoşça kal...
ikikalpÖzden
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
9 Haziran 2006       Mesaj #898
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Aptal Kral
Saat her zamankinden geçti. Karanlık sanki daha bir koyu, hava daha bir bunaltıcıydı. Burnuna ulaşan kokular, nem ve kükürtten ibaretti. Ayaklarının altındaki su birikintileri sinsice kaplamıştı ara yolu. İki yanındaki duvarların yüksekliği sisten belli olmuyordu. İnsana bir mağaradaymış izlenimi veriyordu. Sadece iki sokak lambası vardı ve ışığın yetersizliği havayı kahverengiye boyamıştı. Alaca bir kahverengi. Az ilerde çöp bidonlarından biri taşmış çöpler yerlere saçılmıştı ama kokusu ortalığa yayılmamıştı. Herhalde kükürt kokusunu hiç bir şey bastıramazdı. Kendi adım sesleri, şu an dünyadaki en huzurlu şeyi, sessizliği bozan tek şeydi. Doğduğundan beri kösele ayakkabı giyinirdi ve Allah izin verirse ikinci yaşantısında da kösele giymek istiyordu. Ama şu an köselelerinin sesi istediği en son şeydi. Ayakkabılarını çıkarmayı düşünmedi bile, çünkü ayaklarının ıslanmasına asla dayanamazdı.

Geniş bir koridora benzeyen ara yolda ilerlemeye devam etti. Binaların boyu asla kısalmıyordu ve kükürt kokusu genzini yakmaya devam ediyordu. Yerdeki su birikintilerine basmamak uğruna hem zamanını harcıyor hem de dikkatini dağıtıyordu. Eğer üzerinden geçemeyeceği büyüklükte bir birikinti çıkarsa herhalde bu işten vazgeçerdi. Ama öyle bir birikinti, gölet demekti. Arkasına dönerek manzarayı görmek istedi. Az önce saptığı ana yol neredeyse kaybolmak üzereydi. Zaten aralıklarla geçen arabaların farları olmasa , kimse orada bir yol olduğunu iddia edemezdi bu mesafeden. Tekrar önüne dönerek yoluna devam etti. Sol tarafındaki duvarda bir borudan su akıyordu. Sıçrayan damlalardan kendini korumak için karşı duvara yanaşık ilerlemek zorunda kaldı. Yağmur yağmadığına göre, kim bilir akan o su ne biçim bir pislikti.

Yol az ilerde sağa doğru kıvrılıyordu. Karanlık bir dönüş. Koridorun bu kısımları azda olsa sokak lambalarının ışığından faydalanabiliyordu ama o kıvrımdan sonrası kesinlikle karanlıktı. Ve bir şeyden daha emindi, orada kükürt kokusu her şeyden daha keskindi. Düşüncelerinden bile.

Bu sabah uyandığında, hala yaşadığına lanet etmişti. Ama şimdi durumundan o kadarda şikayetçi sayılmazdı. Zaten bu işin başlangıcı hep sıkıcı gelmişti ona ama büyüsüne kapıldığında çok hoşlanıyordu. Sırf bu yüzden evlenmemiş ve düzenli bir yaşantıyı ret etmişti. Para derdi hiç olmuyordu. Gerçi bu yaşantıda fazla paraya ihtiyaç yoktu. Ona sadece olayın büyüsü yetiyordu. Bu dünyada kaç kişi kendisi kadar şanslı olabilirdi ki. Tabi ki hiç kimse. Sadece bir derdi vardı yaşadıklarını paylaşamıyordu. Gerçi paylaşmaya ne ihtiyacı nede zamanı vardı. Yaşıyordu işte hem de en mükemmel şekilde. Karanlık kıvrıma gelmişti. Tamda düşündüğü ve bildiği gibi karanlıktı orası. Elinde bir el feneri olmadan bu karanlıkta ilerlemek mümkün değildi ama o yolu ve ulaşacağı noktayı çok iyi biliyordu. Hatta karanlığın arkasını bile. Kıvrımda durdu. Derin bir soluk alarak düşünmeye çalıştı. Az sonra onunla tekrar konuşacak ve gerekenleri öğrenecekti. Yine susacak ve bir şey söyleyemeyecek miydi. Ama yolda gelirken ona söyleyecek o kadar çok şey planlamıştı ki. Fakat şimdiden hepsi kafasından uçup gitmişti bile. Galiba daha cesaretli olduğu bir anda denemeliydi. Her nasılsa bir şekilde isteklerini sunacaktı ona. Madem onun için bunca şeyi yapıyordu, oda karşılığında bazı şeyleri yapmalıydı.

Karanlığa dalmadan önce su birikintileri geldi aklına. Ya onlardan birine basarsam diye düşündü. Bu fikri aklından kovması o kadar zor olmuştu ki. Zaten ona yaklaşınca bunları düşünecek vakti olmayacaktı. Kıvrıma girmeden, bu köşeyi aydınlatan yoksul ışıktan biraz olsun faydalanarak, karanlığın dibine, su birikintilerine baktı ve kendine en azından başlangıç olarak bir rota çizdi. Önce sola yanaşık gidecek, iki adım attıktan sonra yolu ortalayacaktı. Sonrasını kestiremiyordu. Buna gerekte kalmayacaktı. O fazla uzakta değildi.

Dün gece rüyayı saat kaçta gördüğünü hatırlamıyordu. Genellikle bu rüyaları gördükten sonra uyanır ve saatin kaç olduğunu öğrenirdi ama bu sefer öyle olmadı. Rüyadan sonra uyanamadı. Sanki uyanmaması gerekiyormuş gibi rüya uzadıkça uzuyordu. İlk kez böyle bir şey olmuştu. Önceleri kısa bir rüya görür ve ne yapması, nereye gitmesi gerektiğini öğrenirdi. Bu sefer bambaşkaydı. Bu yüzden sabahleyin korkusunu inkar etmemişti. Daha önce korkacak asla bir şey olmuyordu. Yinede gördüğü rüyanın yoğunluğundan korkması gerektiğine emindi. Korkmuştu da.

Karanlık kıvrımda ilk adımları kuru bir şekilde oldu. Eğer doğru ilerlerse birkaç adım daha ıslanmayacaktı. Garip bir şeyi fark etti, burnunu yakan kükürt kokusu artık yavaş yavaş kayboluyordu. Aslında bu hiçte garip değildi. Ona her yaklaştığında beynindeki bütün kötü şeylerden kurtulmuyor muydu. Elbette kurtuluyordu. Hatta onunla görüşmediği süre boyunca biriktirdiği bütün insansı iğrençliklerden bile arınıyordu. Onun verdiği görevi bitirdiğinde kendisini yeni doğmuş bir bebek gibi hissediyordu. Buda dünyadaki bütün uyuşturuculardan bile daha iyi bir haz veriyordu. Ona iş yapmak sanki mutluluk oyunu oynamak için attığı bir jeton gibiydi. Eğer o isterse o jetonlardan her zaman verebilirdi kendisine. Ama neyin nerede ve ne zaman yapılması gerektiğini, o her zaman daha iyi bilirdi.

Onunla ilk tanıştığı zamanı asla unutmayacaktı. O zaman ne kadar da korkmuştu. Hayatında korku namına bir şey varsa ancak anlamıştı. On sekiz yaşındaydı ve liseyi daha yeni bitirmişti. Üniversite hayalleri peşinde koşturmaktan çoktan vazgeçmişti. Okumanın kendisi için olmadığına, farklı şeylerin peşinde olduğuna karar verdiği zamanlardı. O zamanlar herkes gibi kendisinin de bir annesi ve babası vardı ve bir çoğunun gıpta ettiği bir ailesi. Şimdi onların yüzlerini bile unutmuştu. Mutluluğun gerçek anlamını bilmediği o günlerde garip olan bir şey yaşamıştı. Belki günlerce belki de aylarca aynı rüyayı görmüştü. O rüyayı o kadar çok görmüştüki ki artık ayrıntılarını bile hatırlıyordu.

Gözünde güneş gözlüğü, yüzünde haki yeşil bir kar maskesi olan bir adam görüyordu. Yakası çenesine kadar uzun siyah bir kazak giyinen adam, sessiz adımlarla oturdukları evin kapısına geliyor, elindeki bir cisimle kapıyı açıyordu. Boyu fazla uzun olmayan hırsız evin içine girince hiçbir şeye dokunmuyor doğrudan, uyuduğu odaya giriyor ve rüyasında kendini uyandırıyordu. Uyanır uyanmaz hırsızla göz göze geliyorlardı. Adamın yüzünde güneş gözlüğü ve kar maskesi olmasına rağmen onun kötü niyetli olmadığını anlıyordu. Sadece orada bir tek şey görünüyordu. Kaşları. Beyaz ve uçlara doğru yukarı kıvrık kaşlarını hiçbir zaman unutmamıştı. Şimdilerde aynaya her baktığında o hırsızın kaşlarının aynısının kendisinde olduğunu görüyordu. Beyaz ve uçlara doğru uzun, kalkık kaşlar.

Hırsız onu uyandırdıktan sonra kendisini takip etmesini işaret ediyordu. Odadan çıkmadan önce onu takip edip etmediğini anlamak için bir kez ardına bakıyordu. Hırsızı takip ediyordu her seferinde. Adam odadan sessizce süzülüyor, sonra dış kapıyı da yine aynı ustalıkla geçiyordu. Merdivenleri inerken bir kez daha kendisine, onu takip etmesini işaret ettikten sonra sokağa çıkıyorlardı. Hırsızın ardından o kadar çok yürüyordu ki, bu rüyayı birkaç kez görse onca yolu asla ezberleyemezdi. Ama geçtikleri her sokağı her caddeyi su gibi biliyordu. Adam dört beş adım önde kendiside ardında kimselerin olmadığı ama tanıdık yollarda ilerliyorlardı. Sonunda iki lokantanın arasından bir dar yola sapıyordu. Karanlık ve ürkütücü bir yola. Daracık sokakta ilerledikçe karanlık çöküyor ve önündeki hırsız ışıkla birlikte belirsizleşiyordu. Bütün buluşma yerleri gibi orası, o ilk buluşma yeride digerleri gibi karanlık ve gözden uzak bir yerdi. Hırsızın adım sesleri durduğunda kendisinin de durması gerektiğine karar veriyordu. Karanlıkta ki hırsız mıydı yoksa kendisimiydi bunu o zamanlar kestirememişti ama karanlıktan yükselen konuşma sesi kendini o kadar korkutmuştu ki, şimdi o anı düşündüğünde bile aynı korkunun etkilerini hissediyordu. Tarif edilmez bir sesle sanki beyninin içinde konuşan hırsız sadece "Buraya gel" diyordu.

Rüya, hırsızın konuşmasından sonra bitiyordu ve her seferinde uyanıp evin içinde geziniyordu. İnsan rüyadayken sadece korktuğunu zannederdi ama iş gerçek hayata gelince korku gerçek yüzünü gösteriyordu. O zamanlar rüyasını ailesine anlatmış babası da geçici olduğunu, aldırmamasını savunmuştu. Fakat hiçte geçmemişti. Ta ki onunla gerçekten konuşuncaya kadar.

Hırsızı rüyasında görmeye devam etti. Ama bir yandan içindeki dayanılmaz merak kat kat artmıştı. Bir gün akşam vakti evden çıkmış ve her gece rüyasında hırsızı takip ettiği yolu bulmuştu. Kalbi korkuyla doluydu ama merakı her şeyden önce gelmişti. Gerçekte rüyasında gördüğü yer var mıydı. Varsa biri kendisini orada bekliyor muydu bunu bilmiyordu. Aslında bir rüyaya aldanıp böyle şeylere inanması çok saçma geliyordu kendisine ama yinede içinde bir ses onu sürüklüyordu. Eğer o yeri bulur, orada kimsenin beklemediğini görürse belki de artık o rüyaları görmeyecekti. Zaten öyle bir yer bulacağını bile zannetmiyordu. Beyninin derinlerinde bir yerde birinin, kendisini beklediğini söyleyip duruyordu. Gücü dayanılmaz büyük bir şeydi. İlk önce caddeleri ardından sokakları geçmişti. Buraya kadar rüyasının aynısını yaşıyordu sanki. Sonunda iki yanında lokantalar olan ürkütücü bir dar sokak gördü ve o yolun rüyasında hırsızı izlediği yol olduğunu anladı. Bir süre düşüncelerindeki karmaşaya kulak vermiş ama sonunda o sokağa girmek istediğine karar vermişti. Orada ne göreceğini ummuştu ki. O hırsızı mı. Bir insan rüyasında gördüğü sokaklara ve karanlık köşelere anlam verebilir ama asla aynı rüyada gördüğü bir hırsızı, gerçekte görmesi imkansızdı. Az sonra bunu ispatlayacaktı. İki lokantanın arasındaki dar sokağa girmişti. Tıpkı rüyasındaki gibi ıssız ve karanlıktı. Yanlarından geçtiği lokantalar, tıpkı bu sokak gibi ıssızdı kapılarının önünde kimseler yoktu. Sokağa girmiş ve karanlığa kendini bırakmıştı. Kafası karışmış neler olacağını garip bir cesaretle bekliyordu. Bir ara rüyada olup olmadığı konusunda kararsızlığa girmiş ama sonunda her şeyin gerçek olduğunu anlamıştı. Işık yine azalmış ve karanlığın içinde birinin durduğunu fark etmişti.

İlk kez onunla tanıştığı bu anı hatırladı. Onunla gerçekte ilk konuşması ve ilk aldığı görevi. O zaman o ilk görevi almasaydı, şimdi dünyanın en mutlu insanı olabilir miydi. Asla. İlk görevi, en acımasız görevdi. Bir tür sınama. Karanlıktaki adamın söylediği şeyleri duyunca önce korkudan çılgına dönmüştü. Nasıl bir şeyin içine düştüğünü anlayamamıştı. Ama yine aynı adamın vaatleri ve garip büyüsü o görevi kabul etmesine neden olmuştu. Her insanın içinde kendinin dahi bilemediği yönleri vardır. Eğer biri sizi yönetmez ve kendi başınıza o duygularınızı konturol etme cesaretine kalkışırsanız asla başaramazsınız. Bu yüzden dünyanın en şanslı insanıydı o. Bu yüzden yaptıkları dışardan ne kadar kötü görünse de, aslında her insanın yapmak isteyip ama yapamadığı şeylerdi.

O ilk acımasız görevi başarıyla atlatmıştı. Böylelikle dünyada hiç kimsenin geçemeyeceği bir sınavı geçmişti. Böle bir sınavı geçmek için onun gibi cesaretli olmak gerekiyordu. Cesaret, görevi veren kişi tarafından yönetildiği için asla kaybedilmiyordu.

Bu mutluluğu ve mükemmelliği hak ettiğine inanıyordu. Çünkü dünyadaki hiçbir insan bu kadar mutlu olacağını bilse bile, ailesini yok etmeyi düşünmez. Oysa çok yanılırlar. Bu mutluluk, için değil aileyi, bütün dünyayı yok etmeye hazırdı.

Acaba şimdiki görevi neydi. Gerçi görev ne olursa olsun sonunda alacağı mükafatı düşününce bunun öneminin olmadığına karar veriyordu. İlk mükafatını almaya başlamıştı bile. Kafasındaki bütün kötü şeyler uçmaya başlamıştı. Kıskançlık, cahillik, açlık, pişmanlık, sevgi, merak ve daha bir çok insansı iğrenç duygudan kurtulmuştu. Beyni çoktan mutluluk hormonlarıyla dolmaya başlamıştı. Buda göreve hazır olduğu anlamına geliyordu.

Karanlık vücudunu tamamen sarmıştı. Kükürt kokusu da tamamen kaybolmuştu. Kendini böyle zamanlarda hissettiği gibi çıplak ve hafif hissediyordu. Gözlerini kapayıp, bir duvarın dibine çöküp saatlerce, bu mutluluğun tadını çıkarabilirdi. Bunu yapmamasının tek sebebi görevini bitirdikten sonra, şu anki mutluluğun kat kat fazlasını yaşayak olmasıydı. Hem de bir diğer görev gelinceye kadar sürecekti.

Artık ayaklarının ıslanacağı korkusu da kalmamıştı içinde. Birkaç adım sonra onunla konuşacak ve yeni görevini yerine getirmek üzere gereken şeyleri öğrenecekti. Şimdiden sabırsızlanıyordu.

"Buraya gel."

İşte sesi duymuştu. Sanki huzurun sesiydi o. Sanki kendi içindeki yıllarca biriktirdiği mutluluğun sesi. Tabi ki oraya gidecekti. Eğer uygun düşse koşarak bile giderdi. Ama sakin olmalı ve kontrolü elinden bırakmamalıydı.

"Buraya gel."

Sesin geldiği yöne doğru adımlarını hızlandırdı ve durması gereken yerde de durdu. Yorulmak, kaybettiği vicdanı gibi yok olmuştu. Heyecan nabzını sıkan parmaklar gibi boğazına yapışmıştı. Şu anda en çok istediği şey onu görmekti ama o buna asla izin vermiyordu.

İkinci görevine çağrılmadan önce gördüğü rüyayı da asla unutamıyordu. Rüyasında durmadan ayakkabılarını kaybettiğini görüyordu. Sokaklarda yalın ayak dolaşmak kendini oldukça utandırıyordu. Kapının önüne, ayakkabılığa her yere bakıyordu ama ayakkabılarını bulamıyordu. Sonra ayakkabılarını ararken yanına yaşlı bir adam geliyordu. Onunda yüzü görünmüyordu ama iyi niyetli olduğu anlaşılıyordu. Yüzünde sadece gözleri görülüyordu. Koyu mavi gözleri. Tıpkı şu an kendi taşıdığı gözler gibi. Yaşlı adam ayakkabıların yerini bildiğini söylüyordu. Ve onları bulması gerektiğini de. Sonra yaşlı adamı takip ediyordu. Oda tıpkı hırsız gibi birçok caddeyi ve sokağı aşıp bir dar yola giriyordu. Yine karanlık her şeyi örtüyor ve yaşlı adam o oluyordu. Karanlığın içindeki ses ayakkabıların yerini söyledikten sonra. "Buraya gel." diyordu.

İkinci görevin rüyasını gördüğünde, ilki gibi tereddüt etmemişti. Zaten böyle bir şey bekliyordu. Sabah olunca doğruca yaşlı adamı izlediği yere gitmiş ve onu bulmuştu. Karanlığın içinde kendini bekler bir vaziyette. Görevini almadan önce mükafatının bir kısmını almış ve oracıkta dünyanın en mutlu insanı olur vermişti. Devamı görevden sonraydı.

İkinci görevi, yıllarca aşık olup bir türlü karşılığını göremediği kızı yok etmekti. Düşünmeden kabul etmişti. Çünkü yaşadığı ve yaşayacağı mutluluğun zerresini bile o kız yaşatamazdı kendisine. Hayatındaki son kadını da yok ettikten sonra mükafatını almış ve bundan sonraki yaşantısı böyle devam etmişti.

"Buraya gel."

Onun tam karşısında duruyordu. Yeni görevini dinlemeye hazır ve onu yapmak isteğinin coşkusuyla.

Gözünü açıp yada kapaması fark etmiyordu karanlık için. Karanlık en yoğun halindeydi. Sanki şu anda gerçek dünyadan çıkmış gibiydi. Çünkü gerçek hayatta bu denli karanlık olamazdı. Ayakları da yere basmıyordu. Buda her şeyi doğruluyor gibiydi.

Yeni görevini beklerken karşısındakinin yüzünü merak etmenin ne kadar doğru olacağını düşünüyordu. Bu düşünce kafasında yoğunlaşacağı sırada karanlıktaki konuştu.

"Kendi dünyana hoş geldin."

İnsan kendi sesini duyduğunda garipser. Bu ses benim mi der. ilk zamanlar onun sesini duyduğunda hiç garipsemezdi ama sonraları içine düşen bir kurt, kendi sesini kaydedip dinlemeye zorlamıştı. Ve korkunç tesadüfü fark etmişti. Onun konuşmasıyla kendisininki aynı sesti.

"Bu dünyanın kralı sensin."

Aklında inanılmaz bir şey oldu. Karşısındakinin yüzünü görmeliydi.

"Yeni görevini söylemeden önce aklındaki şeylerden kurtul."

Bir anda kalbindeki bütün mutluluk uçuverdi. Onun yerine acı doluşuyordu. Hemen aklındaki bütün her şeyi sildi. Ancak o zaman tekrar mutluluğu hissetmeye başlıyordu.

"Aynen böyle."

Evet aynen öyleydi. Bir daha böyle bir şeye kalkışmayacağına dair kendi kendine söz verdi. Çünkü neler olacağını çok iyi biliyordu. Yıllar önce gördüğü bir rüyanın ardından buluşma yerine gitmemişti. Rüya tekrarlandığı halde kulak asmamıştı ve sonunda bütün vücudu acılarla kaplanmış, neredeyse ölümün eşiğine gelmişti.

"Son görevini söylüyorum."

Son görev mi?!

"Evet son görev. Eğer bu görevi de yaparsan bundan sonra mükafat için bana gerek kalmayacak. Bundan sonraki hayatın boyunca fazlasıyla mutlu olacaksın. Tabi bu son görevini yerine getirmene bağlı. Korkma her zamankinden zor bir görev değil."

Issız karanlıktaki kendi sesini hiçbir şey düşünmeden dinliyordu. Düşünmeye cesareti yoktu. O kadar mutluydu ki hiçbir şey düşünmeye gerek yoktu. Sadece söylenenleri dinleyecek ve sonunda uygulayacaktı.

"Şimdi gidip Edremit mezarlığından bir yer satın alacaksın. Orayı kazacak ve hazır duruma getireceksin."

Mezarlık mı?

"Bu işi iki gün içinde bitireceksin ve yine buraya geleceksin."

Mutluluk daha da yoğunlaştı.

"Bu dünyanın kralı sensin."

Tüm vücudu gevşedi. Bu güne kadar gelmiş hiçbir kral bu kadar mutlu olmamıştır.

"Hadi şimdi git ve son görevini yap. Unutma bundan sonraki hayatında hep mutlu olacaksın. Hem de bana gerek kalmadan."

Dizlerinin üzerine çöktü ve alt dudağını ısırarak beynindeki mutluluk dalgalarının keyfini çıkardı. Gözlerini yummuş, baş parmağı diğer parmaklarının altında sıkılı vaziyette çöktüğü yerde kalakalmıştı. Şu an hiçbir şey önemli değildi. Yaşam bile.

---*--- ---**--- ---***--- ---**---

Kendine geldiğinde sabah güneşi meraklı bakışlarıyla kendisini aydınlatıyordu. Güneş umurunda değildi ama yinede hoşuna gidiyordu her şey. Ayağa kalktı. Mutluluğun tatlı sızısı, kafatasının iki yanında sıcak sular gibi dolaşıyordu. Kaç saattir buradaydı buda önemli değildi ama daha önce bu denli mutlu olduğunu ve mutluluktan kendinden geçtiğini hatırlamıyordu. Dün gece onunla konuştuğu yerdi burası ve aydınlıktı. Şu anda bu daracık yerin hiç bin büyüsü yoktu ama yinede burada olmak hoşuna gidiyordu. Oysa vakti yoktu. Yapması gereken bir görevi vardı. Bu yüzden harekete geçmeliydi. Çabuk adımlarla dün gece buraya geldiği yolu izlemeye başladı. Yerlerdeki su birikintileri kaybolmaya yüz tutmuştu. Bu sevindiriciydi. Kösele ayakkabılarının sesine aldırmadan koşmaya başladı. Kükürt kokusu, geniş koridora geçince burnuna dolmaya başlamıştı. Hiçbir şeye aldırmadı. Son görev demişti. Neden son görev? Neden bir mezarlık hazırlamam gerekecek? Ve neden artık ona ihtiyacım olmayacak. Bütün bunları düşünmek istiyordu ama sanki bunlar yasakmış gibi aklından kovdu. O ne diyorsa onu yapacak gerisini ona bırakacaktı. Dün akşamki gibi bir mutluluk için dünyanın her yerine mezar kazabilirdi. Zaten bu görevden sonra bundan sonraki hayatımda devamlı mutlu olacağım. Heyecan yine yükseldi içinde.

Otogara gitti. Hemen İzmir'e giden otobüslerden birine bilet aldı ve on beş dakika sonra yola çıkmıştı bile. Altı saat sonra Edremit'teydi. Zaman kaybetmeden bir taksi çevirdi ve rotayı şoföre söyledi. Araba ilk önce şehrin içine girdi. Belediye binasına kadar arabanın içinde konuşma olmamıştı. Çünkü içindeki mutluluk ve yapacağı görev ona başka bir şey düşünme fırsatı vermiyordu. Belediye binasına girdi ve Edremit mezarlığından bir yer satın almak için baş vuruda bulundu.

İşlemler öğleden sonra dört gibi bitmiş iki belediye görevlisiyle birlikte mezarlıktaki yerini görmeye gitmişti. Görevlilere teşekkür edip onları gönderdikten sonra mezarlık bekçisinin kulübesine giderek oradan bir kazma ve bir kürek temin etti. Kazıya başladığında saat akşamüstü altıyı bulmuştu. Kazısı için bekçiden izin almıştı. Zaman onun için şimdilik önemsiz ve sıradan bir şey olduğu için mezarı bitirmek için acele etmedi.

Otuz yıla yakın bir süredir rüyalar görüyor ve bu rüyaların doğrultusunda onunla konuşuyor, onun verdiği görevleri yerine getiriyordu. Ama şimdiye kadar hiç böyle bir görev vermemişti. Bu mezarın mantığını anlayamıyordu. Daha önceden genelde çevresindeki fuzuli insanların yok olması hakkında görevlendiriliyordu. Önce ailesi sonra aşık olduğu kız ve daha niceleri. Kira yüzünden çıkışan ev sahibinden, mahallede canını sıkan serserilere kadar bir çok pisliği yok etmişti. Ama şimdiye kadar yok etmenin haricinde hiç görev almamıştı.

Gerçi mezar hakkında aklına bazı şeyler geliyordu. Bu sefer önemli biri yok edilecekti ve mezarı daha önceden hazırlanıyordu. Buda ufak bir değişimdi. Hepsi bu. Zaten bu son görev dememiş miydi. Demek son görev bir tören havasında olacaktı. Zaten hiçbir görev iki görüşme sonrasında olmamıştı. Bir sefer görüş olur görev söylenir ve mükafat alınırdı. Mükafat ise işlenmemiş mutluluk olurdu.

Bu görevin farklı olacağı rüyasından belliydi. Rüyasında bütün dünya yaşlılarla dolmuştu. Sanki herkes ölümü bekler gibi umarsız dolaşıyorlardı her yerde. Onların arasında gezmek etrafına her baktığında onlardan birini görmek kendini rahatsız etmişti. Koşmaya başlamış, nereye gitse hangi sokağa sapsa hep yaşlı insanlar görmüştü. Onlardan kurtulmak istemişti. Sonunda dar bir sokak bulup oraya dalmış ve kendini yaşlılardan uzak tutmayı başarmıştı. Ve o sokakta onun sesini duymuştu. "Buraya gel." Yaşlıların yanına gitmektense o sesin yanına gitmeye karar vermişti. Sanki bu onun için bir kurtuluşmuş gibi. Yaşlanmaktan kurtulmak için onun sesine doğru gitmişti. Sonunda uyanmış ve o karanlık sokağa giderek son görevini öğrenmek üzere onu bulmuştu.

Kazı işlemi hayli geç vakte kadar sürdü. Mezarlık bekçisi iki kez kazı yerine gelmiş ve iki seferde adamı mezarın başında kendinden geçmiş bir vaziyette bulmuştu. Bekçiye yorgunluk yalanını söylemiş ve üzgün bir profil çizerek adamı yanından uzaklaştırmıştı. İşini bitirip o geceyi Edremit'te geçirmiş ve ertesi sabah tekrar otobüse binerek, onunla buluşacağı yerin olduğu şehre gitmişti.

Bu gece rüya görecek miydi bilmiyordu. Çünkü daha önce hiçbir görevi iki bölümde söylememişti. Evet son görev tören gibi olacaktı ama yinede akılda bir çapak kalmıştı. Eğer bunları düşündüğümü o öğrense kesinlikle cezalandırırdı. Şu an yanında olsa çoktan öğrenmiş ve kendisini acılara boğmuştu. Bu yüzden şimdi yatacak ve yarını bekleyecekti. Aklındaki her şeyi silecekti. Kendine mutluluk ziyafeti çekecekti. Olacakları akışına bırakacak ve arınacaktı.

---*--- ---**--- ---***--- ---**---

Gece rüyasında daha önce girdiği bütün ara sokakları gördü. Issız, karanlık ve dar sokakları. İlk önce iki lokantanın arasından girilen sokaktan girmiş onun sonunda ikinci koridor bağlanmıştı. Bütün sokaklar birbirine bağlanmıştı. Ucu bucağı olmayan dar koridorlar boyunca sadece koşmuş, ayakları su birikintilerine girmiş, kükürt kokusundan boğulacak gibi olmuş, karanlıktan duvarlara çarpmış ama bir türlü ona ulaşamamıştı. Bütün karartılara bakmıştı ama bu sefer kendisine "Buraya gel." Diyen olmamıştı. O koridordan ona girmiş o sokaktan diğerine sapmıştı ama onu bulamamıştı. En sonunda karanlıklardan birinde yere çökmüş ve bu sefer acıdan kıvranmaya başlamıştı.

Uyandığında öğleden sonra olmuştu. Rüyanın etkisinden kurtulamıyordu. Eğer buluşma yerine gidip onu bulamazsa ne olacaktı. Ama otuz yıldır böyle bir şey olmuyordu. Bu son seferde olmazdı. Yinede bunu kalbine anlatamıyordu. Sadece bilinç altında oluşan insancıl kaygıydı bu, onun yanına gidince bu duygudan nede olsa kurtulacaktı. Sadece akşama kadar kendini oyalayacak bir şey bulmalıydı. Aklına güzel bir fikir geldi.

---*--- ---**--- ---***--- ---**---

Hava bu gece biraz daha soğuktu. Nem insanın vücuduna nefes aldırmamak için uğraşan bir zift kümesiydi sanki. Yine yağmur yoktu ama her an yağmaya hazırmış gibiydi. Yerdeki su birikintileri tamamen kaybolduğu için yürüme konusunda hiçbir zorluk çekmeden yine aynı sokağa dalmıştı. Siste olmadığı için binaların yükseklikleri seçilebiliyordu ama bu durum umurunda değildi. Sadece kafasını temizleyip onun yanına ulaşmayı düşünüyordu. Görevinin, daha doğrusu son görevinin devamını yapmak için hazırdı. Bir şeyler olacağını seziyordu ama bunu ne tahmin etmek nede engellemek mümkün değildi. Bu yüzden olacakları bekleyecekti. Zaten son görevdi. Görev ne olursa olsun bundan sonraki hayatı için mutlu olmak adına her şeyi yapabilirdi. Ve yapacaktı da. Düşünmenin hiçbir yararı yoktu.

Geniş koridora benzeyen sokağın sonuna kadar ilerledi ve karanlık kıvrımın önüne geldi. Kükürt kokusuna alışmıştı sanki. Artık rahatsızlık vermiyordu. Aslında hiçbir şey rahatsızlık vermiyordu. Yaşamak bile.

Alaca karanlıktan gerçek karanlığa girdiği noktada düşünceleri tamamen boşalmıştı. Bir koyun gibi bütün komutlara uymaya hazırdı. En iyisi de böyleydi. İlerledi.

"Buraya gel."

Artık tamamen arınmıştı.

"Kendi dünyana hoş geldin."

Mutluluk, sıcak dalgalar gibi hücum ediyordu.

"Sen bu dünyanın kralısın."

Kralıyım tabi.

"Görevinin ilk kısmını bitirdin şimdi ikinci ve son kısmına geldik."

Ses ilginç bir şekilde durgunlaştı. Sanki üzüntü vardı.

"Kaç yaşında olduğunu hatırlıyor musun?"

Bunu hatırlamak için iki dakika yeterliydi. Elli ya da elli bir.

"Yaşantının çoğunu benim sayemde mutlu geçirdin. Ve söylediklerime harfiyen uydun. Esas mükafatı kazandın. Bunun için son görevini yapacaksın."

Yaşadığı mutluluktan başka bir mükafat olabileceğini düşünmüyordu. Ne olabilirdi ki. Mutluluk hayatta insanların en çok istediği şey, kendisi ona çok fazlasıyla sahipti. En mükemmeline.

"Mutluluk senin için en iyi mükafattır. Bunu biliyorum ama ondan daha iyi bir şey var. Oda mutluluk için bedel ödememen. Bundan sonra sen mutluluk için bedel ödemeyeceksin. Tabi son görevini yerine getirdikten sonra." Mutluluk için bedel ödememek. Yani?

"Bundan sonraki hayatında devamlı mutlu olacaksın ve her şeyden arınmış bir vaziyette. Yani hayatında artık ben olmayacağım. Bende senin gibi yaşlandım. Son görevinden sonra bana da ihtiyacın kalmayacak zaten."

Buraların kralı benim.

"Artık kral kendi dünyasını yönetmeli."

Kendi dünyamı yönetmek istiyorum.

"O zaman kendi bedeninden kurtulmalısın."

Hiçbir kelime gerçek değildi beyninde. Yaşadığı ve yaşayacağı mutluluk dünyasını doldurmuştu. Bu mutluluktan asla vazgeçemezdi.

"Kendi bedeninden kurtul ve kendi dünyanı yönet. Bu dünyada sadece mutluluk var. Hiçbir şeye muhtaç olmadan bedelini ödemeden."

Kendi bedenimden kurtulacağım.

"İkimizde çok yaşlıyız ve bu dünya artık sana az gelir."

Hazırdı.

"Kendi mezarının başına git ve bedeninden kurtul. Kendi dünyanı yönet.

Buraların kralı sensin. Mutluluk için bedel ödemen gerekmeden."

"Sadece bir şey var." Onun karşısında ilk kez konuşmuştu. Konuşmayı planlamıyordu.

O susmuştu.

"Sen kimsin?" kendi sesinde ki tuhaflığı hissediyordu.

"Konuşma ve son görevini yap. Yoksa her şeyi mahvedeceksin."

"Anladığım kadarıyla benim mutlu olmam demek seninde mutlu olman demek."

"Evet, şimdi ikimiz için son görevini yap."

"Hayır, sen kim olduğunu söylemediğin müddetçe olmaz."

"Pişman olacaksın. Senin merak duygundan arınmış olman lazım."

"Ama arınmamışım. Demek başaramadığın bir şey var."

"Her şeyi berbat ediyorsun." Karşısındaki çok kızgındı.

Evet bir şeylerin berbat olduğu kesindi. İçindeki yoğun mutluluğa acı karışmaya başlamıştı. Git gide artarak. Ama şundan emindi, kendi yaşadığı acıyı oda yaşıyordu.

"Hadi bunu daha fazla sürdüremezsin. İkimizin de mutluluğu benim elimde. Unuttun mu buraların kralı benim. Şimdi kim olduğunu söyle ve bende son görevimi yerine getireyim. İkimizde istediğimize kavuşalım."

Önündeki karanlık açmaya başlayınca içindeki heyecanda arttı. Korku yada her hangi bir şey hissetmiyordu. Sadece merak.

"Bazı insanların önüne krallık sunulur ve onlar aptallıklarından bu krallıkları teperler. Sende aptal bir kralsın. Hem de en aptalı."

Karanlığın rengi iyice açıldı ve yavaş yavaş karşısında bir şekil oluşmaya başladı.

"Kaçırdığın mutluluğu hayal bile edemeyeceksin."

Şekil tamamen belirginleşmişti. Tüm vücudu zehirlenmeye başlamıştı. Acı tanımlanamayacak boyutlara ulaştığı halde merakını engelleyemiyordu.

"Aptal kral."

Karşısında kır saçlı biri görünüyordu. Kaşları en az saçları kadar beyaz ve uçlara doğru kalkık. Gözleri koyu mavi.

O kendisiydi.

Aptal kral.
YaKaMoZcuk - avatarı
YaKaMoZcuk
Ziyaretçi
9 Haziran 2006       Mesaj #899
YaKaMoZcuk - avatarı
Ziyaretçi
!!!aşk Cevabi!!!

--Bir genç kız delikanlıya sorar: "Benden hoslanıyor musun?"

--Çocuk hayır diye cevap verir.

--Kız sorar: "Beni sevimli buluyor musun?"

--Çocuk hayır diye
cevap verir.

--Kız sorar: "Kalbinde yerim var mi?"

--Çocuk hayır diye cevap verir.

--Kız sorar:"Peki gidersem benim için ağlar misin?"

--Çocuk hayır diye cevap verir.


Kız üzgün gitmek üzere arkasını döner.

Çocuk onu kollarına, alır ve:

--"Ben senden hoslanmıorum, seni seviyorum.
Seni sevimli değil bas döndürücü buluyorum.
Kalbimde sana yer yok, benim kalbim sensin

ve senin arkandan ağlamam, senin için olurum der.
kambis - avatarı
kambis
Ziyaretçi
10 Haziran 2006       Mesaj #900
kambis - avatarı
Ziyaretçi
BİR DAHA GELİRSEM EĞER

Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama,
İkincisinde daha çok hata yapardım!

Kusursuz olmaya çalışmazdım, sırtüstü yatardım...
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar;
Çok az şeyi ciddiyetle yapardım!
O kadar temiz olmazdım, daha çok risk alır, daha çok seyahat eder,
Daha fazla güneşin doğuşunu seyreder, daha çok dağa tırmanır,
Daha çok nehir aşardım...
Görmediğim yerlere gider, daha çok dondurma, daha az bezelye yerdim!

Problemlerim daha gerçekçi olurdu, hayali problemlerim ise daha az.
Hayatın her anını gerçekçi ve üretken yaşayan insanlardan olurdum,
Elbette mutlu anlarım oldu ama; yalnız mutlu anlarımın olmasına çalışırdım.
Farkında mısınız bilmem; yaşam budur zaten...
Anlar, sadece anlar.
Siz de 'anı' yaşayın 'şimdi' yi yakalayın.
Termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi ve paraşütünü almadan
Dışarıya çıkmayan insanlardandım.
Eğer yeniden başlayabilseydim, daha hafif seyahat ederdim.
Eğer yeniden başlayabilseydim, ilkbaharda ayakkabılarımı fırlatır atardım.

Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır, çocuklarla oynardım.

Bir şansım daha olsaydı eğer.
Ama şimdi seksenbeşimdeyim ve biliyorum ki...

Jorges Luis Borges

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar