Arama

Uzay Hakkında Araştırmalar, Makaleler

Güncelleme: 5 Ekim 2018 Gösterim: 152.497 Cevap: 146
evo - avatarı
evo
VIP kirlenmek güseldir : )
20 Kasım 2007       Mesaj #1
evo - avatarı
VIP kirlenmek güseldir : )

Fırlatılışından yaklaşık 20 yıl sonra Hubble Uzay Teleskopu'nun keskin gözleri evrenin derinliklerindeki sırları tarıyor.

Bulutsuz bir akşamda, açık havada, güneş battıktan hemen sonra ya da gün ağarmadan hemen önce yerkürenin orta enlemlerinde iseniz eğer, eğimle gelen gün ışığı 600 kilometre yukarıdaki uydulardan yansıdığında, bazen, onu görebilirsiniz -atmosferdeki çalkalanma, yavaş yavaş ilerleyen ve ortalama bir yıldızdan çok da parlak olmayan bu noktanın yumuşak ve kesintisiz hareketlerinin aksak ve düzensiz olarak algılanmasına yol açar. Ve işte bu görüntü, temelde, Hubble Uzay Teleskopu'nun kariyerinin ilk günlerini tanımlar: Fırlatılışı defalarca ertelenen, ardından, yörüngeye oturtulmasından çok kısa bir süre sonra miyop olduğu anlaşılan, bir uzay aracı mürettebatı tarafından onarılan ve sonra diğer uzay araçlarının mürettebatı tarafından geliştirilen Hubble Uzay Teleskopu, onun aracılığıyla uzayı gözlemleyen kişi sayısının daha önceki hiçbir örnekte olmadığı kadar yüksek olduğu, dünyanın en popüler bilimsel aletine dönüştü. Bilim insanları onun elde ettiği verileri kullanırken; adını evrenin genişlediğini keşfeden Edwin Hubble'dan alan bu teleskop görüntülediği yıldız kümesi, bulutsu ve galaksi fotoğraflarıyla, neredeyse Google kadar ünlendi.

Sponsorlu Bağlantılar
Bilimsel devrimi tetikleyen şeyin genelde araçlar -özellikle de teleskoplar- olması nedeniyle, insansız bir teleskopun bilimin sembolü haline gelmesi hiç de şaşırtıcı değil. Bizler, genellikle, bilimin büyük düşünürler tarafından ortaya çıkarılan büyük buluşlar olarak değerlendirilmesi eğilimindeyiz. Ancak bu, büyük oranda, bilimsel devrim öncesinde, bilginin genellikle filozofların kitaplarında arandığı dönemlerden kalma bir düşünce biçimi. Bilimde araçlar, savlardan daha güvenilir olabiliyor. Galileo'nun teleskopunun nesnel gözlemleri, o dönemde hakim olan Dünya merkezli evren modelinin eksiklerini gözler önüne sermekte Galileo'nun savlarından daha etkili oldu. Newton'un Hareket Yasaları, geçerliliklerini, kuşku götürmez bir biçimde açıklanmış olmalarından çok, gökbilimcilerin teleskoplarından göreceklerini tahmin edebildikleri için korudu. Galileo'nun çağdaşı Johannes Kepler, bilimsel aletler kullanılarak yapılan gözlemlerin, yüzyıllar boyunca süregelen akıllı ama cahil söylemlerin yerini alabileceğini kavramakta hızlı davrandı. Teorik matematikçi olan ve hiçbir zaman bir teleskopa sahip olmayan Kepler, Galileo'nun buluşunu, "Her şeyi bilen ve her asadan daha da değerli olan bir boru" sözleriyle övdü.

Hubble, Galileo'nun teleskopunun Kepler yörüngesine fırlatılmış hali. Ve bu iki bilim insanı bugün yaşasalardı eğer, kanımca, Hubble'ın teknolojik karmaşıklığından çok, eski düşünceleri sorgulayan noktaları gün ışığına çıkarma -ve bunları İnternet'te yayımlama- potansiyelinden etkilenirlerdi; çünkü bilim her zaman bilgiyi yaymak amacını gütmüştür. Hubble'ın fırlatılmasından neredeyse 50 yıl ve onun dayandığı -mikroişlemciler, dijital görüntüleme ve haberleşme sistemleri ve uzay mekiği gibi- gelişmelerden çok önce, 1946'da, büyük astronomik bir teleskopu yörüngeye yerleştirmeyi öneren astrofizikçi ve dağcı Lyman Spitzer Jr. da eski düşünceleri sorgulamanın ve bilgiyi yaymanın öneminin bilincindeydi. Spitzer, bu teleskopun, mevcut düşüncelerin sınanması ve rafine edilmesinin yanı sıra yeni düşünceleri ateşleyeceğini de vurguluyordu. "Böylesine yeni ve çok güçlü bir cihazın yaptığı en önemli katkı, içinde yaşadığımız evrenle ilgili mevcut düşüncelerimizi desteklemek değil, henüz hayal edilemeyen yeni oluşumları ortaya çıkarmak ve belki de uzay ve zaman konusundaki temel kavramları tamamen değiştirmek olacak" öngörüsü de Spitzer'e aitti.

Yazı: Timothy Ferris

Hubble fırlatılışından yaklaşık 20 yıl sonra bile evren hakkında bilinmeyenleri açığa çıkarmaya devam ediyor.
Hubble'ın Centaurus Takımyıldızı doğrultusunda elde ettiği görüntüyü, yıldız kümelerinden bir aurayla çevrilen elips şeklinde, dev bir galaksi kaplıyor. Evren genişledikçe sayısız galaksi de kara enerji adı verilen gizemli bir güç tarafından ivme kazandırılan bir hızla birbirlerinden uzaklaşıyor.

Gaz, toz ve yıldızlardan oluşan parlak ışık sütunlarına yayılan Antennae galaksileri bu kozmik etkileşimin en net görüntüsünde çarpışıyor.

M82 Galaksisi ilk kez 1774'te Alman gökbilimci Johann Elert Bode tarafından keşfedildi. Hubble'ın başarıyla gerçekleştirdiği görevlerden biri de yoğun yıldız oluşumu gözlenen bu gölgenin yüksek çözünürlüklü fotoğraflarını çekmekti.

Messier 101 galaksisi, Hubble uzmanlarının şimdiye kadar sunduğu bu en ayrıntılı galaksi portresinde mükemmel piksellerle dönüyor. Bu görüntü Hubble tarafından gönderilen fotoğrafların yerdeki teleskoplarca elde edilen görüntülerle bir araya getirilmesiyle oluşturuldu.

Hubble'ın kamerası siyah-beyaz görür; renkler daha sonra uzmanlarca eklenir. Carina Bulutsusu'na ait bu görüntü 50 ışık yılı genişliğinde bir bölgeyi kapsayan 48 Hubble görüntüsüyle yaratılmış büyük çaplı bir bileşik fotoğraftır. Dünya'ya 117.500 ışık yılı uzaklıktaki bulutsu, sıcak yıldızların radyasyon ve yıldız rüzgârları saldığı kozmik bir demir ocağı gibidir. Uçsuz bucaksız bir toz ve gaz bulutunda yeni yıldızlar doğar.

Carina Bulutsusu'nun merkezi bölgelerinde, Dünya'dan 7500 ışık yılı uzakta, yıldız rüzgârları ve morötesi radyasyonun şiddetli cehenneminde yıldızlar doğup ölüyor. Merkezde, soldaki parlak, oval nokta, Samanyolu'nda bilinen en büyük kütleli yılıdızlardan biri olan ve devasa bir süpernovaya dönüşmenin eşiğinde olduğu düşünülen Eta Carinae.

Genç yıldızlar, Küçük Macellan Bulutu'nun ortasında bir delik açıyor.
Süpernova 1987A gibi parlayan yıldızlar, toz ve gaz püskürterek yeni yıldız ve gezengenler oluşturacak elementler yayıyor. Burada, dev bir yıldız patlamasının oluşturduğu şok dalgası bir gaz halkasına çarparak bazı bölümlerinin parlamasına neden oluyor.

Uzmanlar on yılı aşkın bir süreden beri Hubble'ın kameralarını 1987A süpernovasına yöneltmiş bulunuyor. Bu görüntü dizisinde, büyük olasılıkla yıldızın patlamadan binlerce yıl önce püskürttüğü gaz ve molozdan oluşan kırmızı dış halka, ortadaki patlayan yıldızdan saçılan bir şok dalgasının bombardımanına uğruyor. Şok dalgasının dış halkaya çarpmasıyla birlikte, daha önce püskürtülmüş materyal ısınarak daha parlak bir ışık saçıyor. 24 Eylül 1994 6 Şubat 1998 23 Mart 2001 5 Ocak 2003 12 Aralık 2004 6 Aralık 2006

Ocak 2002'de Monoceros Takımyıldızı'nda bir yıldızdan, parlaklığı 600.000 güneşe eşit olan ve açıklanamayan bir ışık patlaması yayıldı. Bu oluşum, çevredeki toz bulutlarından sekerek ilerleyen radyasyon şeklinde bir dizi "ışık yankısı" yarattı. İki buçuk yıl içinde çekilen bu görüntüler dizisi, toz bulutuna vuran ışığı göstererek bulutun boyutlarını ortaya koyuyor. 20 Mayıs 2002 2 Eylül 2002 28 Ekim 2002 17 Aralık 2002 8 Şubat 2004 24 Ekim 2004

Geçtiğimiz yıl yankılar, bu tuhaf oluşumdan sorumlu olan soğuk kırmızı yıldız çevresinde söndü.
Ölmekte olan bir yıldızı çevreleyen toz ve moloz bulutları. Bir zamanlar güneşimize benzeyen bu yıldız, dış katmanlarının dökülmesiyle ufalmış ve parlak bir nokta olarak seçilebilen küçük bir beyaz cüceye (ortada) dönüşmüş. Gökbilimciler güneşimizin de zamanla aynı yolu izleyerek ortalama büyüklükte bir yıldızdan bir cüce boyuna ineceğini öngörüyor -ama bu sona daha milyarlarca yıl var.

Kedi Gözü Bulutsusu, zamanı dolan Güneş benzeri bir yıldız gibi, kozmik bir göle atılan bir taşın yarattığı dalgalar şeklinde aralıklarla küresel gaz katmanları yaydı.

kaynak : National Geographic Türkiye

Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:25 Sebep: kırık resim
KillEmAll - avatarı
KillEmAll
Ziyaretçi
26 Mart 2008       Mesaj #2
KillEmAll - avatarı
Ziyaretçi
Arkadaşlar yaptığım inceleme ve ip ucları bana amerikanın aya çıkma olayı yalan geldi , sizlerinde görüşlerinizi bekliyorum.
1- Ay da sıcaklık 250 - 300 Fahranayt bir insanın o elbiseler dahilinde bile olsa sıcaklığa dayanması çok zor , dayandığını var sayalım , çekilen resimlerin yada videoların filmleri , onlar nasıl erimedi ?.
Sponsorlu Bağlantılar
2- Ay da güneşin vurmadığı yerin soğukluğu -60 ila -100 Derece arasnda olduğu söylendi.(NASA onaylıdır bunların hepsi) Peki maddelerin -50 dereceden sonra kırılganlıklarının arttıklarını biz okullarda öğrendik vu bu bilimsel bir gerçek. Oradaki araçlar nasıl çalıştı ? -50-100 derece arasındaki soğukta motorları yada yakıtları donmadı mı ?..
3- En çarpıcı gerçekte bu olsa gerek , Ay da atmosfer olmadıkğını biliyoruz. Atmosferin de olmadığı yerde rüzgâr yoktur. Peki dikilen bayrak nasıl dalgalanıyordu sizce ?...
4- NASA ya göre ABD'ninde onayladığı , Ay'ın yüzeyinin yumuşak şeker gibi narin bir yüzeyi olduğu söylendi. Zıplayan insanlar neden gömülmedi yada araçlar nasıl gömülmedi oraya...
5- Yer çekiminin 6-7 kat daha az olduğu bir yerde dizlerinizi bükerek zıplamakda neyin nesi ? ... Üstelik fazla büküyor ve zıpladığı yer dünyada nekadar uzağa zılarsa bir insan aynı uzaklığa ayda zıplıyor ?

İşin ilginç yanı NASA ya bu video'nun incelenmesi için tekrar istenmesine NASA'nın yanıtı çok düşündürücü " Arşivi (Video ve Resimler) bulamıyoruz. "

Peki nerede çekildi bu resimler ve videolar ?...
Bence bu videolar , Amerikanın eyaleti olan Texas da çekildi. "Neden ?" diye sorarsanız , çünkü resim ve videolarda toprak ve boş bir arazi göze çarpıyor. ABD'nin ise böyle yerleri çöl gibi olan Texas eyaleti var. Bomboş ıssız ve ağaçsız... Video ve resimlerdeki efektlere gelince. Bigisayarın olanaklarını hepimiz iyi biliyoruz.. Bana göre bütün hepsi düzmece...
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:26
Bia - avatarı
Bia
Ziyaretçi
1 Haziran 2008       Mesaj #3
Bia - avatarı
Ziyaretçi
Uranüs ve Neptün'ün Keşfi
İki yüz yıl kadar önce gök bilimciler tarafından tasarılması bile güç olan büyük uzaklıklardaki dev gezegenlerin varlıklarının bilinmemesi hiç de şaşırtıcı değildir. Bu gezegenler, eski gök bilimcilerin saptayabildikleri en uzak "gezgin yıldız" Satürn'ün ötesinde kaldıklarından uzun yıllar bilinmezliklerini korudular.

Eğer gözlemci tam olarak ne zaman, nereye bakacağını biliyorsa, Uranüs gökyüzünde çıplak gözle, iğne ucu kadar ufak bir ışık noktası gibi görülebilir. Ama bu ufacık görüntü sayısız yıldızın içinde kolayca gözden kaçabilir ve uzun yörüngesinde çok yavaş hareket ettiği için, ancak güçlü teleskoplar yardımıyla seçilebilir. Daha uzaktaki Neptün ise çıplak gözle görülemez. O halde bu çok uzak gezegenler nasıl keşfedilmiştir?

Gariptir ki, Uranüs bir rastlantı sonucu keşfedilmiştir. İngiltere'de, 1781 yılının ilkbaharında o zamanlar tanınmış bir gök bilimci olan William Herschel, ev yapısı teleskopuyla Gemini (İkizler) takım yıldızını inceliyordu. Bu arada, yakın yıldızlara hiç de benzemeyen değişik bir görüntü ile karşılaştı. Yıldızlar uzaklıkları ne olursa olsun, teleskopla bakıldığı zaman, hep iğne ucu kadar ufak bir ışık görüntüsü verirler. Oysa bu yeni görüntü, gezegene benzeyen belirgin bir disk biçimindeydi.

Gökyüzünün bu kesiminde bir gezegenin varlığı hiç umulmadığı için, Herschel yeni bir kuyruklu yıldıza rastladığını sanıyordu. Uzun çalışma yıllarından sonra, bu "kuyruklu yıldız"m, Satürn yörüngesinin arkasında, dairesel bir yörünge olduğunu meydana çıkardı. Ancak bu bulgular, birleştirildiği zaman Herschel, güneş sisteminin çok uzak ve hiç bilinmeyen bir gezegenini bulduğunu anladı. Başka gök bilimciler de bu sonucu kabul ettiler. Yeni gezegene mitolojide gökyüzü tanrısının adı olan Uranüs adı verildi.

Çok geçmeden Herschel ve öteki gözlemciler, bu yeni gezegenin yörüngesi üzerindeki hareketinde bir tuhaflık olduğunu fark ettiler. Yörüngesinde yavaş ve doğal bir biçimde hareket etmek yerine Uranüs, zaman zaman beklenenden çok daha yavaş hareket ediyor, bazen de belirli bir çekime yakalanmışçasına hızlanıyordu. Bilim adamları, bu durumda Uranüs'ten daha uzakta, henüz keşfedilmemiş bir başka gezegenin varlığını düşündüler.

İngiliz J.C. Adams ve Fransız Urbain J.J. Le Verrier adında iki gök bilimci, matematiksel olarak, Uranüs'ün hareketini etkileyecek bir yerçekimi gücünde ve henüz bilinmeyen bir gezegenin konumunu saptamak için araştırmaya koyuldular. Çalışmalarının sonucu gerçek anlamda bir başarı oldu. Güçlü teleskoplarla, bir gezegenin bulunması gereken yer incelendiğinde, Uranüs'den ötede, denizler tanrısı Neptün'ün adı verilen gezegen böylece keşfedildi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:30
Bia - avatarı
Bia
Ziyaretçi
28 Haziran 2008       Mesaj #4
Bia - avatarı
Ziyaretçi
Uzay ve Uzaylı Kavramları
İnsanoğlu da bir varlıktır (var oluştur). Uzayı sonsuz veya sonsuz olmayan bir mekân olarak düşünecek olursak; Dünya’mızdan başka Âlemlerin olmadığı düşünmemiz; biz insanoğlunun “bir tek bizler varız” bencilliğine örnektir. Bazı kişilerin “Ben uzaylıyım” demesi; bazı kişilerce alay konusu olmaktadır. Bu yazımda; Uzay ve uzaylı kavramlarının yanı sıra, uzaylılarında biz insanoğlu gibi dost olup olmadığına cevap bulacaksınız) Olaylara geniş bakmanın yanı sıra; oluşlardan kendimizi soyutlayarak 3. bir kişi olarak düşünmek; olayların daha çabuk anlaşılmasını veya çözülmesini kolaylaştıracaktır. “Biz Dünya’nın içinde var oluşumuzu sürdürürken; Dünya neyin içinde var oluşunu sürdürüyor?” sorusu bizimde uzaylı olduğumuzun bir ispatı gibidir. Dünya uzayın bir parçasıysa; bizlerde uzayın bir parçası değil miyiz?
Örnek: Türkiyeliyiz, Amerikalıyız, Japonyalıyız… Tüm insanlık için düşündüğümüzde; “Dünyalıyız”. Tüm uzay için düşünüldüğünde; “Uzaylıyız”. Var oluşların bakış açısına göre nereli olduğu değişir.
“Bizden başka uzayda var oluşlar var mı?” sorusuna cevap: Dünya’mızda bizden başka yaşamlar var olduğuna göre; Dünya’mızda çeşitli bitki örtüleri, çeşitli hayvanlar, tanımlanan veya tanımlanamayan yaşamlar var olduğu gibi; bizden başka Dünya dışı varlıklar yok diyemeyiz. Dünya dışı varlıklara yok diye bilmemiz için; Tüm uzayın keşfedilmesi gerekiyor. Bu keşifler Dünya için yapıldı. Dünyanın sonsuz bir düzlem değil; Elips şeklinde bir küreden olduğu ispatlanmıştır. Şu an ki nesil için sorulması gereken soru; Uzay sonsuz bir mekân mıdır?

İnsanoğlu Dünya’mızda ki tüm canlıları merak edip; incelerken veya yaşayışları belgesellere kaydedip; Tüm insanlığa sunarken; belirli bir besin zincirinin olduğu ve bu besin zincirinin bir parçası olduğumuzu görüp; ister istemez doğaya(tabiata) uyum sağlamak zorundayız.
Biz insanlık Dünya’mızdaki canlıların yaşam tarzlarını incelediğimiz gibi; Dünya dışındaki var oluşları merak ediyorsak, yıldızları gözlemliyorsak… Aynı düşünceleri bir Uzaylıymış gibi düşünürsek; Dünya dışındaki var oluşlar içinde bu düşünceler geçerlidir. Dünya dışındaki var oluşlarda bizleri merak edip gözlemeye hakları yok mu? Bence gözetlenmemiz doğaldır. Yanlıştır diyenlere cevap: Madem başka var oluşları gözetlenmesine karşısınız; neden belgesel seyrediyorsunuz?

Örnek: Ülkeler arasındaki uydular bizleri gözetliyorsa; kimin nerede olduğunu 1saat içinde bulunabilir. Uyduların bizi gözetlemesine tepkide bulunmak yerine; Birkaç uzaylının bizleri veya doğamızı izlemesinde neden tepki gösterdiğimizi anlayamıyorum. Uydularımızı çıplak gözle görebiliyor muyuz? Hayır. Peki, uyduları kullanan kişiler bizleri görüyor mu? Evet.

Bazı bilgilerin insanlıktan saklanması Dünyada kargaşa çıkmasını önlemek amaçlıysa; neden Dünya’mızda savaşlar hala devam ediyor? Dünya’mızda zaten kargaşaların var olduğunun ispatıdır. Bu kargaşaların çıkmasını da uzaylıların üstüne atmak mantıksızdır. Dünyadaki savaşlara neden olan insanoğlunun çıkar kavgalarıdır.

Biz insanoğlu kendi aramızda anlaşmazlıklar sonucunda; tartışmalara, dargınlıklara, kavgalara, şiddete veya savaşlara neden oluyorsak; Dünya’mızdaki savaşlara neden olan uzaylılar değil insanlığın kendisidir.
İnsanoğlu arasında iletişim yetersizliğinin örneğidir.

Dünya’mızda vahşi hayatı veya doğayı koruma dernekleri olduğu gibi; Dünya dışındaki varlıklar arasında insanoğlunu korumayı görevini üstlenenler olamaz mı?
Örnek: Bir meteor parçasının bilinmeyen bir cisim tarafından; Dünya’ya düşmeden yok edilmesi. Sorulması gerekenler;

— Meteor parçası nereye düşecekti? Meteor nasıl olurda Dünyadaki radarlara görünmedi? Meteor düşmüş olsaydı, kim veya kimler yok olacaktı?
bu örnek ile tüm uzaylıların düşman olmadığının bir ispatı gibidir.
Her görülen UFO’lara füzeler ile saldırmamız çok saçma bir davranış olur. Aslanın arabayı ısırması gibi davranırsak; vahşi doğadaki canlılardan hiçbir farkımız kalmaz.
Mevlana’nın sözü; “Gel, gel, ne olursan ol yine gel”.
İnsanlar bile bazen kendi aralarında iletişim kuramadıkları için anlaşamıyorlar. Dünya dışı varlıklarında hemen bizleri anlamasını beklememiz bir hatadır. Biz onları onlarda bizi inceleyerek, gözlemleyerek birbirimizi tanıma fırsatı elde ederiz. Biz belgesellerdeki canlıları izleyerek tanıyorsak; Dünya dışı varlıklarında bizleri gözlemleyerek tanıma çabaları olamaz mı?

İnsanoğlu neden saldırgan olur? Sevdiklerini koruya bilmek veya sevenleri için hayatta kalma mücadelesidir. Biz insanoğlu birbirimize iyi davrandığımız sürece; Dünya dışı varlıklarında bizlere iyi davranacaklardır.
Uzayda bizlerden başka varlıkların da olması ne kadar güzel!
Dünya’mız içindeki çeşitli canlılar, bitkiler… Olması; Dünya dışında da bizlerden başka canlılarında var olduğunun örneğidir.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:30
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
13 Ağustos 2008       Mesaj #5
Avatarı yok
Yasaklı
51.BÖLGE
RESMİ TANIK
BOB LAZAR
1989 yılında Bob Lazar adında bir fizik mühendisi, Las Vegas televizyon istasyonlarından biri olan KLAS’da bir basın açıklaması yapmış ve S4 Bölgesi’nde UFO’ları yeniden oluşturmayla ilgili mühendislik projesinde görev almış olduğunu iddia etmişti. UFOların yerçekimini itici güç sistemine dayalı motorları üzerinde çalışmalar yaptığını söyledi. Bunların güç kaynakları bir anti-madde reaktörüydü.

Lazar orada kendisine gösterilen uzay aracın bizim medeniyetimizden binlerce yıl daha gelişmiş seviyede bir teknolojiye sahip olduğunu ancak görünüşe göre bizlerden daha kısa varlıklar için yapıldığını vurgulamıştır. Lazar açıklamalarına ayrıca adı geçen bölgede dünya dışı varlıklara ait 9 adet disk şeklinde uzay aracı olduğunu da eklemişti:

“Bu disklerden bir tanesi İsviçreli Eduard Billy Maier adındaki temasçının 1970 yılı ortalarında fotoğraflarını çekmiş olduğu ve Pleiades takım yıldızından geldiği iddia edilen araca benziyordu.”

Lazar, takip eden aylarda kendisiyle yapılan röportajlarda, hikayesini daha ayrıntılı bir şekilde anlatmış, 51. bölgede bulunan birbirlerinden tamamen farklı disk şeklindeki 9 araç için yakıt olarak 223 gramlık –o zamanlarda henüz keşfedilmemiş bir element olan– element 155’in kullanıldığını açıklamıştı:

“Bu element daha çok yanık turuncu renginde olup çok yumuşaktır. Öyle ki tırnağınızla üstüne çentik bile atabilirsiniz. Ancak çok ağırdır. Elementin bir parçasını kaldırdığınızda onun kurşun olmadığını hemen söyleyebilirsiniz. Şaşırtıcı derecede ağırdır.”

Las Vegaslı bir araştırmacı-gazeteci olan George Knapp Lazar’ın geçmiş iş yaşamı araştırmış ve önceden gerçekten de Los Alamos’ta yaşadığını ve oradaki Las Alamos Ulusal Laboratuarı’nda fizikçi olarak çalıştığını doğrulamıştır. Ayrıca Lazar’ın iddia ettiği dönemlerde 51. Bölge/S4’de çalıştığını yasal olarak da onaylanan çalışma kayıtları, Donanma İstihbarat Departmanı’ndan sağlanmıştır.

Lazar’ın fizik, elektrik mühendisliği ve itici güç sistemleri alanlarındaki sağlam ve güvenilir geçmişi nedeniyle kendisiyle pek çok görüşmede bulunulmuştur. Bugüne kadar işi, üssü, çalışma arkadaşları ve yapımı oldukça zor olan uzaylı araçları hakkında çok detaylı tarifler ve bilimsel bilgiler sunmuştur.

HAVA İSTİHBARAT MERKEZİ ÜYESİ ANLATIYOR
51. Bölgede görülen disk şekilli cisimlerle ilgili diğer bir olay, bir Hava Kuvvetleri emeklisi olan gazeteci Robert Dorr tarafından bildirilmiştir. Dorr, 1953 yılı Nisan ayında Nellis test üssünde görev yapan Hava Teknik İstihbarat Merkezi takımının bir üyesinin, kendisine, yeniden düzenlemesi yapılmış bir uçan dairenin görgü şahidi olduğunu ihbar ettiğini belirtmişti. Cismin tanzimi, söylendiğine göre, Doğu Kıyısında gerçekleştirilmişti.

“O, 8,5 m. çapında kusursuz bir diskti. Kalınlığı çemberin çevresinde 30 cm.den başlarken ortaya doğru 3,5 metreye ulaşıyordu. Savaş uçaklarınkine benzer yükseltilmiş bir kokpiti, hemen altında da onu çevreleyen 150’ye 150 cm. uzunluğunda ve 2 metre yüksekliğinde bir alan vardı. İtici güç sistemi tamamen mahvolmuştu, aygıtlar ve elektrik tertibatı tanıdık materyalleri içermesine rağmen neredeyse anlaşılmaz görünüyordu. Cisim, dünyanın yörüngesindeki bir ana gemi tarafından yönetilmek üzere dizayn edilmiş küçük bir araç olduğu kanısını uyandırıyordu. Boyutlarından ve hasar görmüş oturma yerlerinden anlaşılabileceği üzere, içinde görünüşe göre insan benzeri uzuvlara sahip 2 mürettebatı taşıyabilecek şekilde tasarlanmıştı, ancak bunlar çok daha kısa boylu varlıklar olmalıydı. Bu aracı bir insan pilotun sığabileceği şekilde tekrar dizayn etmek aylar sürmüştü.”

DAHA ÇOK TANIK
Atomik Enerji Komisyonu’ndan ‘Q’ tipi [çok gizli bölgelere giriş izni] ve servisler arası Top Secret (Çok Gizli) geçiş iznine sahip Mike Hunt 1960’lı yıların başında 51. Bölge’de, radar bakımıyla meşgul olduğu sırada disk şeklinde bir hava aracını gördüğünü itiraf etmiştir.

Yeminli ifadesinde “sadece bir kere UFO gördüm” diyen Hunt şöyle devam etmiştir: “Araç, binaların arkasına yarı saklanmış bir şekilde yerde duruyordu. İlk gördüğümde, kuyruğunun ve kanatlarının olmadığını fark edene kadar onun küçük bir özel uçak olduğunu düşünmüştüm. Ondan yarım mil kadar uzaklıktaydım ve bu uzaklıktan gördüğüm kadarıyla araç yaklaşık 6 ya da 9 metre çapındaydı ve cilalı parlak alüminyumdan ziyade kalay ve kurşun karışımı gibi bir renkteydi.”

Hunt, birçok kere uçan daire kalkarken ya da inerken orada bulunduğunu, fakat onu izlemesine hiçbir zaman izin verilmediğini kaydetti. Ayrıca, Tonopah yakınlarındaki radar istasyonunun kuzey ucunda görev yapan radar operatörü Richard Shakleford da Hunt’a, test alanının üzerinde sık sık UFOları gördüğünü fakat kendisine onları görmezden gelmesi emredildiğinden bahsetmiştir.

Mike Hunt, o sıralarda 51. Bölgede –‘Kırmızı Işık Projesi’ ya da ‘Kırmızı Işık’ olarak bilinen- uçan dairelerle ilgili son derece gizli bir programın yürütüldüğünü biliyordu. Hunt, ayrıca kendisinin etrafta herhangi bir şey görüp görmediğine dair sorgulandığını da eklemiştir... “Her ne görmüş olursam olayım, orada gördüklerimle ilgili en ufak birşey dahi konuşursam başımın büyük belaya gireceği sıkça hatırlatılıyordu. Oradaki güvenliğin ne kadar sıkı olduğunu asla tarif edemem.”

1989 yılından beri, Japonya’dan da olmak üzere birçok uzak yerlerden gelen pek çok kişi ve haber ekibi, 51. Bölge üzerinde yerçekimine karşı yaptıkları hareketleri, manevraları ve kapasiteleri ile ordunun geleneksel araçlarının çok ötesinde bir teknoloji sergileyen, garip, parlak araçları fotoğraflamış ve kameraya almışlardır.

Kaynak: Sirius
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:30
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
15 Ağustos 2008       Mesaj #6
Avatarı yok
Yasaklı
KURT DELiKLERi VE ZAMAN KAVRAMI
Profesör Stephen W. HAWKING, The Physics of Star Trek (Uzay Yolculugunun Fizigin adli yeni bir kitaba yazdigi ön sözde zamanda yolculugun mümkün olabilecegini söyledi.
Zamanin iki ya da tek yönlü bir yolculuk olup olmadigi konusu, Aziz Augustin'in "zaman geçici bir sey midir, yoksa her zaman mevcut olmus mudur?" sorusunu ortaya atmasindan bu yana 1500 yildir insanlarin kafasini kurcalamayi sürdürüyor.
Bundan 100 yil önce H.G.Wells, The Time Machine (Zaman Makinesi) adli romaninda bu konunun fizikçilerce arastirilmasini önermisti. Mekanda (gerçekte mekan-zaman ya da uzay-zaman) istenen yönde yolculuk yapilabildigine göre, acaba zaman içinde de istenen yönde seyahat edilebilir mi problemi teorik fizikçilerin zihnini kurcaliyor.
Cambridge Üniversitesi'ndeki Isaac Newton kürsüsü profesörü Stephan Hawking, daha önce, eger evrenin genislemesi sona erer ve küçülmeye baslarsa, zamanin geriye dogru isleyebilecegi fikrini ortaya atmıştı.

Ama bu nasil bilinebilirdi? Çünkü, bu takdirde, düsünce de geriye dogru isleyecekti. Fakat 1980'lerin sonunda, Hawking'in Zamanin Kisa Tarihi adli, yalnizca ciltli baskisi 6 milyon satan kitabin ilk yayinlandigi sirada, tartismalar kizismaya basladi. Hawking yalin ve kati kabullerle zamanda yolculuga izin vermiyordu. Uzayda evrenin çesitli parçalarini birbirine baglayan "solucan delikleri" vardi. Kafalari karistiran da bu de Worm Hole'lardi zaten.
Hawking'in California Institute of Tecnoloy'deki dostu Kip Thorne 1194'te yayinlanan Kara Delikler ve Zaman Bosluklari adli kitabinda, genel relativiteye iliskin öndeyimlerin, uzaydaki bir solucan deliginden zamanda seyahat etmeyi mümkün kildigini öne sürdü. Ancak bunun için deliklerden birini açik tutmak ve buradan bir insani geçirmek gerekecegini yazdi. (Aslinda Philedelphia Deneyi'nde bilinmeden bir kurt deligi açilmis ve savas gemisi bu deligin içinden geçerek...)
"Solucan Delikleri", Einstein'in varligini öngördügü, varsayimsal uzay bosluklaridir. Eger uzayda bosluklar varsa, zamanda da bosluklar olmaliydi. Ne var ki bu bosluklar atomdan milyar kere daha küçük ve hayal edilemeyecek kadar kisa süre ile varoluyor. Dolayisiyla, bu bosluklardan birini yakalamak, açik tutmak ve insanin geçecegi kadar genisletmek hayli güç olabilir.
Baska bir bilim adami, Princeton Üniversitesi'nden Richard Gott'a göre de, evrenin baslangici olan patlamadan, Big Bang'den arda kalan, sonsuz uzunlukta ve hayli gizemli seyler olan "kozmik ipliklerden" ikisi alinip ayni hizla birbirlerinin yanindan geçmeleri saglanirsa, teorik bir zaman makinesi yapmak mümkün olabilir.

Kurt delikleri "sonsuz ihtimali" temsil eder. Bizim bildigimiz uzayin ötesindir. Sonsuz tünel burada üst üste labirent gibi yumak gibi dolanir. Onlarin içinde zaman yoktur. Imkansiz ve zamansiz bir bölgedir.
Bu atomalti tüneller sayisiz tanedir. Boylari uzar, kisalir, birbiri üzerine dolanan solucanlar gibi hep kipir kipirdir. Birbirlerine hiç dolasmayan 10E-33 cm'lik hortumlardir. Ve her an heryerdedirler. Salinimlariyla maddeye can verirler. Worm Hole'larda zaman olmadigi için dün ve yarin, en uzak ve en yakin, en büyük ve en küçük beraberdir. Zamanin ve mekanin ötesindedirler. Tünellerin kurgusu Geometrik-Dinamik denen iki yasayla yönetilir. Kipir kipir kaynayan bu geometrik biçim, dinamiktir. Tipki Windows'taki egriler ve renkler adli ekran koruyucu gibi. Döner, sallanir, uzar, kisalir, zamansizdir, dinamiktir. Philedelphia Deneyi'nde bu bölgeyi görmeleri muhtemel tayfalarin gözlerindeki dehsete ve saskinliga sasirmamak gerekir. Bu tüneller zaten imkansizi temsil ettikleri için her türlü garabete neden olabilirler. Telepati'den rüyalara, ilhamdan isinlanmaya kadar çözemedigimiz herseyin sebebi olabilirlerdirr.

Kaynak:ufonet be
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 18 Kasım 2016 17:26
ozgunlu - avatarı
ozgunlu
Ziyaretçi
24 Ağustos 2008       Mesaj #7
ozgunlu - avatarı
Ziyaretçi
Öncelikle herkese selamlar
İnternette dolaşmadığım yer kalmadı ve iyice kafam karıştı. Bu UFO denilen şey var mıdır? Yok mudur?
Birçok resimle karşılaştım, bazıları gerçekten de inandırıcı, bazılarının ise yapmacık olduğu açık...
Benim kafamı karıştıran konu ise yanlışım varsa düzeltin ama bildiğim kadarıyla evrendeki en üstün varlık insanlar, öyle ki melekler bile insanları kıskanıyormuş. Madem biz en üstün varlıklarız, peki o zmn neden bu UFO denilen cisimleri bizler göremiyoruz ki eğer gerçekten varlarsa onların teknolojileri bizlerden cok ustun olsa gerek. Bazı resimlerde ise UFO' nun birebir yüzü var. Fakat bu resimler nedense insana benziyor, hatta mutasyon geçirmiş insana diyebilirim. Peki bu uzaylıların insan olma ihtimali nedir? Ben BİLİNMEYEN CİSİMLERİN insan olduğu konusunda açıkcası şüphem var, bunu da size şöyle açıklayayım;
Piramitler ise, yani Misir'in baskenti Kahire'nin güneybatisindaki Gize kenti
yakinlarinda, kayalik bir düzlük üzerinde yer alan üç tas yapi, zamana
meydan okuyarak, kimilerine göre binlerce, kimilerince de onbinlerce
yildir ayakta duruyorlar.

Yeryüzünün bilinen tarihinde, çevresinde bu denli çok iddia, gizem,
söylence dolanan; adina bu denli çok kitap yayimlanmis, belgesel film
çekilmis piramitler gibi ikinci bir yapi yoktur. Üstelik bunca çabaya,
bilimdeki tüm ilerleme ve gelismelere karsin, Misir piramitlerinin
barindirdigi gizemi çözmek, açik ve net bilgiler ortaya koymak hâlâ
olasi degil. Bir kez, herseyden önce piramitlerin ne zaman yapildigina
iliskin farkli bilgiler var.
"Bu yapay dag, en küçügü 10 ton agirliginda olan
2.600.000 tas bloktan olusur. Harç kullanilmayan taslarin arasina bir
saç teli ya da bir igne bile sokmak olanaksizdir. Çaliskan Misirli
isçiler günde 10 adet tas blogu kaldirip yerine koysalar, 2.600.000
tasin üst üste konulmasi ve Keops Piramidi'nin ortaya çikmasi için tam
692 yil geçmesi gerekecekti. Oysa bizim arkeologlarimiz bu süreyi
20-30 yila sigdirmakmaktadirlar."
Ayrıca;
Eski Mısırlıların diş macunu kullandıkları, ilk göz damlasını kullanaların Antik Çinliler olduğunu, İlk deodorant'ı Eski mısırlıların kullandığını, bir çoğumuz biliyor. Peki Kainatın Yaratılışından beri en ileri teknolojiyi biz kullanmıyoruz. (örneğin, Babil'liler ve Kayıp kıta Atlantis'te yaşayanlar çok daha ileri bir teknolojiyi kullanıyorlardı.)
Sonuç olarak eğer ki bunları kabul edersek, şu anda bizler en ileri teknolojiye sahip olup bütün bunları açıklayabilmemiz gerekirdi. Çünkü teknoloji sürekli ilerler değil mi?
Ben burdan bir varsayım ortaya koymak istiyorum ve bu insanların belki de o zmnlarda uzayı keşfedip orada bir yaşam ortamı oluşturmuş olmaları ve dünyada büyük bir doğal afet oluşarak [ ki dünyanın 7 harikasından sadece piramidler ayakta kalabilmiştir, diğerleri belirlenemeyen sebeplerle zarara uğrayarak parçalanmış bozulmuşlardır ] dünyadaki birçok şeyin yok olup bu insanların da uzaya kaçmış olmaları ve insanların yeniden 0 teknolojiyle tekrar başlamış olabilme ihtimali var. Bu insanlar bizden çok ileri teknolojide olup sürekli gelip dünyayı inceliyor olabilirler mi?
Valla ben UFO olayını etraftan birçok bilgi toplayarak ancak böyle açıklayabildim. Sizinde bilginiz varsa paylaşalım, konuşalım
HerHangiBiri - avatarı
HerHangiBiri
Ziyaretçi
8 Kasım 2008       Mesaj #8
HerHangiBiri - avatarı
Ziyaretçi
Dev yıldızlar neden ölüyor?
Gökbilimcilerin yüzyıllardır gözlemlediği bir yıldızın, 19. yüzyılın ortalarında aniden sönünceye dek yoğun bir şekilde parlaması, süper kütleye sahip dev yıldızların ölüm süreciyle ilgili ayrıntıları ortaya çıkarıyor. Amerikalı astronomların Nature dergisinde bugün yayımladıkları makaleye göre, 7 bin ışıkyılı uzakta ve Carina yıldız kümesinde bulunan Eta Carinae yıldızı, Samanyolu'nda Güneş'ten sonra gözlemlenen en büyük ve en parlak gökcismi olarak dikkati çekiyordu. Britanyalı astronom Edmond Halley tarafından 1677'de keşfedilen ve yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra gökbilimcilerin giderek daha fazla parladığını tespit ettikleri Eta Carinae, aniden ışığının azalmaya başladığı 1843'e dek bu ışıldamasını sürdürdü. California'daki Berkeley Üniversitesinden bir astronom ekibi, bir gaz ve toz nebulasının yıldızdan saatte 2,4 milyon km hızla uzaklaştığını tespit ederken, ince gaz filamentlerinin de dev yıldızdan nebulanın hızının 5 katı hızla ayrıldığını hesapladılar.

Nathan Smith ve meslektaşları, Eta Carinae'nin çıkarttığı enerji ve bunun hızının, yıldızın sadece yüzeyindeki materyalin püskürmesinden değil, aynı zamanda içindeki patlamadan da kaynaklandığını belirterek, "Bu patlama, yıldızın içinde başladı ve hidrojenden oluşan tüm dış katmanlarını püskürttü" ifadesini kullandı. Smith, Eta Cranae'nin, süper kütleli dev yıldızların, kendi öz kütlelerini patlatıp tüketerek sonunda süpernovaya nasıl dönüştüğünü gözlemleme olanağı sağladığını belirtti. Yıldızlar, sonra yerini çevresindeki her şeyi yutan bir karadeliğe bırakmak üzere sönüyor.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:31
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
9 Kasım 2009       Mesaj #9
Avatarı yok
Yasaklı
Astrofiziğin Rosetta Taşı: "GÜNEŞ"
Çap: 1.400.000km(yaklaşık110Dünyaçapı)
Hacim:1.300.000 Dünya hacmi
Kütle: 1.99× 10 ³³ g
Merkezde yoğunluk: 150 g/cm ³
En dış tabaka yoğunluğu: 1× 10 15 g/cm ³

Kendi çevresinde dönme süresi: 25 gün (ekvator bölgesinde)

Dünya'ya uzaklığı: 150.000.000 km
Merkez sıcaklığı: 15.000.000 ° C
Yüzey sıcaklığı: 6.000 ° C
Güneş, gece gökyüzünde, çıplak gözle görülebilen 6000 yıldızdan, bize en yakın olan ve geceleyin göremediğimiz, bir yıldız. İçine bir milyon Dünya'nın, rahat rahat sığacağı kadar büyük. Ayrıca, o kadar yoğun ki, tek bir foton (temel ışık enerji birimi), bir atom parçacığına çarpmadan, 1 mm'nin küçücük bir bölümü kadar bile ilerleyemiyor. Bugün gördüğümüz Güneş Işınları, güneşin merkezinden çıktıkları yolculuklarına, son Buzul Çağı 'ndan önce başladılar. Işık Küre 'nin içinden kendilerine yol açmaları, yüz binlerce yıl sürdü. Ve ancak bundan sonra, uzayda 8 dakika süren, 150 milyon kilometrelik yolculuklarını tamamlayıp gözlerimize ulaşırlar.

Güneş, genel yıldız sınıflamasında, G türü denilen, sarı cüceler arasında, o denli yaygın bir tür ki; sadece Samanyolu'nda, bu güneşlerden 100 milyar tane var. Güneş, yaşamımızın sürmesini sağlayan tüm enerjilerin kaynağı; havanın, iklimlerin belirleyicisi ve evrene enerji veren süreçleri işleten güç.

Tahminen, 4,6 milyar yaşındaki termonükleer reaktörü(Güneşi), bilim adamları, ancak son 20 yıldır, gerçekten anlamaya başladılar. La palma'da, 1 metre çapındaki İsveç Güneş Teleskopu'yla yaptığı gözlemlerle, yüksek çözünürlük konusunda rekor kıran Scharmer: "Güneş, astrofiziğin Rosetta Taşı. Ancak şifresini, tam olarak çözebilmiş değiliz" diyor.

GÜNEŞ'İN YAPISI VE İŞLEVİ
Kütlece %74 kadarı hidrojen, %25 kadarı helyum, kalanı da daha ağır elementlerden oluşan Güneş, tümüyle ne katı, ne sıvı, ne de gaz. Gaz atomlarının, yeterince yüksek sıcaklıklarda iyonlaşmalarıyla oluşan ve maddenin dördüncü hali olarak tanımlanan "plazma" yapısında. Maddenin plazma halinde, atomlar, serbest elektronlar ve iyonlara ayrışır. Maddeyi bu hale getiren yüksek sıcaklık, yüksek voltaj, ya da yüksek basınçtır. Milyonlarca derecedeki bir sıcaklık, çekirdek çevresinde dolanan elektronları hızlandırır. Elektronlar öyle hızlanır ki, protonların, çekim etkisinden kurtulurlar. Güneş' te, plazma, yüzeye yakın bölgelerde seyrek ve gazsı özellikteyken, merkeze yakınlaştıkça yoğunlaşıyor.

Güneş'in yüzeyi yoktur. Atmosferi, incelerek Dünya'ya ve daha ötelere uzanıyor. Elektromanyetik etkinlik açısından Güneş, tam bir karmaşa. Dünya'da, elektrik ileten madde sayısı çok az. Güneş'te ise, nötr atomlarının uyarılması nedeniyle, hemen her şey çok iletken. Çok güçlü ısı ve ışınım enerjileri, elektronları, atomlarından kaçabilecekleri noktaya kadar uyarıp, pozitif(+) yüklü çekirdekler ile serbest negatif elektronlardan oluşan, foku fokur kaynayan bir çorba meydana getiriyorYani, elektrik akımını, bakır tel kadar kolay iletebilen ve gazsı bir karışım olan plazma.

Elektrik yüklü her nesne gibi, plazma da, hareket ettiğinde, manyetik alanlar üretiyor. Bu alanlar yön değiştirdikçe, daha fazla akım oluşuyor. Sonuçta bu da, daha fazla manyetik alan meydana getiriyor.

GÜNEŞ'İN ÇEKİRDEĞİ(MERKEZİ)
Merkez (çekirdek) bölümü, Güneş'in yakıt kazanı; tüm enerjisinin üretildiği yer. Yarıçapı, Güneş'in yarıçapının ¼ 'ü kadar. Sıcaklığı, yaklaşık 15 milyon °C. İçerdiği malzeme de, çok sıkı paketlenmiş; yani çok yoğun durumda. Böylesine yüksek sıcaklık ve yoğunluksa, nükleer tepkimelerin gerçekleşmesi için ideal koşulları sağlıyor. Yüksek ısıya maruz atomlar, yapılarını koruyamayıp bileşenlerine; proton, nötron ve elektronlarına parçalanıyorlar. Nötronlar, yüksüz olmaları nedeniyle, çevre atomlarla fazla etkileşime girmeden, merkezden hızlı bir biçimde 'sıvışırken', (+) yüklü protonlarla (-) yüklü elektronlar merkezde kalıp, Güneş'e enerji üretecek tepkimeleri(reaksiyonları) gerçekleştiriyorlar. Yüksek sıcaklıkla, fitilleri ateşlenmiş, yani gerekli ısı enerjisiyle donanmış bu kazan dairesi işçileri, sağa sola koşturup, birbirleriyle çarpışmaya başlıyorlar. Tabii yüksek yoğunluk ortamı, bu işi kolaylaştırıyor. Farklı parçacıkların, farklı kombinasyonlarla çarpışıp birleşmeleriyle gerçekleşen nükleer "füzyon tepkimelerinin" sonucunda enerji oluşuyor.

GÜNEŞ'TE ÇEKİRDEK KAYNAŞMASI(FÜZYON)
Tüm yıldızlar gibi Güneş'de, kütle çekiminin etkisiyle sürüklenen gaz ve tozların, girdap halinde dönerek bir küre oluşturmasıyla, meydana geldi. Kütle gittikçe büyürken, merkezdeki hidrojen, çok büyük bir basınçla sıkışır. Sonunda, hidrojen çekirdeklerinin bir araya gelerek, çok aşamalı bir tepkimede, helyuma dönüşeceği, bir füzyon tepkimesini tetikler. Ortaya çıkan çekirdekler, onları oluşturan birleşimdeki hidrojen çekirdeklerinden, daha az kütleye sahiptir. Bu kütle farkı, Einstein'ın ünlü; E = mc2formülüne göre, enerjiye dönüşüyor.

Bu enerjinin büyük bölümü, gamma ışınları biçiminde, ışık olarak taşınıyor. Ki bu, elektromanyetik ışınımın, en şiddetli dalga boyudur. Ancak, Güneş'in çekirdeğinin yoğun olması nedeniyle, fotonlar, atomlara çarparak saçılıyor, ya da soğuruluyor ve yeniden yayılıyor. Foton, Güneş yüzeyine ulaşana dek, geçmesi gereken 700.000 kilometrelik yolda ilerlerken, o kadar çok enerji harcıyor ki; büyük bölümü, görünür ışık olarak adlandırdığımız, oldukça önemsiz bir ışınım olarak açığa çıkıyor. Nitekim merkezin hemen üzerindeki bölgede; (Güneş yarıçapının içten dışa doğru % 25'lik kısmından başlayıp, % 85'lik kısmına kadarki bölge), ışınım bölgesi(radiation zone), olarak adlandırılıyor. Bu bölgenin sıcaklığı, merkeze göre daha düşük; ortalama 5 milyon °C kadar.

1950'li yıllarda füzyon modeli, doğrulanmıştır. Ancak, füzyon sürecinde üretilen ve nötrino denilen, atomdan daha küçük, hayaletimsi parçacıklar, daha sonra fark edilmiştir. Araştırmacıların, onlarca yıl süren araştırmalarına göre, her gün Dünya 'ya çarpması gerektiği öngörülen nötrino miktarının, yalnızca üçte birini saptayabiliyorlardı. Sonunda, üç yıl önce, Japonya ve Kanada'daki tesisleri de içeren uluslararası düzeyde, dikkate değer bir çaba gösterildi. Ve kayıp nötrinoların, mutasyon geçirip, farklı türlere dönüştüğü kanıtlanarak, problem çözüldü.

GÜNEŞ'İN YÜZEYİ YOK
Işınım bölgesi'nin üzerindeki konveksiyon bölgesi de, Güneş yarıçapının % 85'ine karşılık gelen bölgeden başlayarak, yüzeye kadar uzanıyor. Bu nedenle, ışınımla iletim hızı, ciddi biçimde düşüyor. Bu yeni iletim biçimindeyse, ışınım bölgesi bitimi ve konveksiyon bölgesi, başlangıcdaki görece sıcak maddenin yükselerek, daha soğuk malzemenin, tabana çökmesi söz konusu. Bölge bitimine ulaşan sıcak madde, yeniden serinleyerek, aşağı çöküyor. Çökünce yeniden ısınıyor, ısınınca yeniden yükseliyor vs. Bu döngünün oluşturduğu dikey enerji iletimi, ışınımla iletime kıyasla çok daha dolaysız ve hızlı. Enerjinin, bu yolla bölgenin sonuna ulaştırılması, bir haftadan biraz uzun.

IŞIKKÜRE
Buradan, Güneş yüzeyi olarak betimlenen bölgeye; ışıkküre'ye(fotosfere) geliyoruz. Ancak Güneş'e baktığımızda, gazların birden yoğunlaşarak, saydamlığını neredeyse tümüyle yitirdiği, yaklaşık 500 km kalınlıkta bir sınır bölgesi var. Bir yüzey olarak algıladığımız bu bölge, aynı zamanda Güneş'e bir filtreyle baktığımızda gördüğümüz disk : bir tür hayali yüzey. İçerdiği gazın yoğunluğu da, öyle düşük ki; Dünya'nın deniz düzeyindeki atmosfer basıncının 10 binde 1'ine karşılık geliyor. Enerji, ışıkküre içinde de, ışınım yoluyla iletiliyor; çünkü burada bulunan gazın yoğunluğu, atomların enerji soğurup, sonra da salmalarına elverecek ölçüde incedir.

RENKKÜRE
Güneş atmosferinin, 'tabanı' sayılan ışıkkürenin hemen üzerindeki bölgeyse renkküre (kromosfer). Yaklaşık 2000 kilometre kalınlığındaki bu tabakada, enerji yine ışınımla iletiliyor. Hidrojen atomları, ışıkküredeki enerjiyi soğurarak, çoğunu hidrojen - alfa ışığı olarak bilinen, kırmızı ışık halinde yayıyorlar. Bu durumda, renkküreyi görmenin en iyi yolu, Güneş'in diğer bütün dalga boylarındaki ışığını devre dışı bırakan, filtrelerden yararlanan teleskoplar kullanmaktır. Tam Güneş tutulması da, bu ince kırmızımsı tabakanın görülmesine olanak sağlıyor. Renkkürenin bir özelliği de, sürekli biçim değiştiren, tırtıklı yapıdaki dış yüzüdür.

GÜNEŞ TACI(KORONA)
Sıranın sonunda, Güneş atmosferi olarak betimlenecek, taç (korona) kısmı var. Parıltısı, ışıkküreninkine kıyasla çok daha düşük olan bu bölgeyi,çıplak gözle,ancak Güneş tutulması sırasında görebiliyoruz. Taç 'ı görmenin bir yolu da, Güneş diskini perdeleyen özel bir aygıt olan koronagraftan yararlanmak.

Taç kısmı, birçok ilginç özellik gösteriyor. Bunlardan biri, normalde Güneş 'in iç kısımlarından dışarıya doğru düşme eğilimi gösteren sıcaklığın, burada birden 2 milyon°C'ye kadar fırlaması. Bu ani sıcaklık artışının kanıtlarından biri, salınan elektromanyetik ışınım ve yüksek derecede iyonlaşmış atomların varlığı. Bu tür atomların oluşmasıysa, sıcaklığın milyon derece düzeylerine bağlı. Bu yüksek sıcaklığın bir nedeninin, Güneş'in manyetik alanıyla ilgili olabileceği düşünülüyor. Ancak nedenler, hala tam anlamıyla aydınlatılabilmiş değil.

Bu bölümden salınan enerji, çok farklı dalga boylarındadır: Uzun dalga boylu radyo dalgalarından, kısa dalga boylu, X-ışınlarına kadar değişir. Burası, Güneş'in, X-ışını yayını yapabilmesine izin verecek sıcaklıktaki tek bölge. Dünya atmosferine giremeyen bu ışınları görüntülemekse, ancak uzay teleskoplarıyla mümkün.

Taç kısmının önem li özelliği de, Güneş'in manyetik alanının etkisiyle, yer yer farklı şekillere girebilmesi. Bunlar, Güneş'in etkinliğiyle ilgili olarak, bize önemli bilgiler sağlayan ipuçlarıdır.
Rosetta Taşı, üstündeki yazılarla, Mısır hiyeroglif yazısının çözülmesini sağlayan taş.

Kaynaklar:
1) George Gamow, Güneş Diye Bir Yıldız , Çev. Gülen Aktaş, Reşit Canbeyli, İstanbul, 1982.
2) National Geographıc, Temmuz 2004.
3) Bilim ve Teknik, Aralık 2003.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:32
sakomako - avatarı
sakomako
Ziyaretçi
22 Aralık 2009       Mesaj #10
sakomako - avatarı
Ziyaretçi
Uzay Dünya'nın atmosferi dışında evrenin geri kalan kısmına verilen isimdir. Atmosfer ile uzay arasında kesin bir sınır bulunmamaktadır, fakat Dünya'nın atmosferi yukarı doğru çıkıldıkça incelmektedir. Uzayda tahminen milyonlarca galaksi bulunmaktadır. Bu tahmini galaksilerin içinde tahminen milyonlarca sistemler, gezegenler ve astroitler bulunmaktadır. Fizikçi Carl Sagan'ın kitabı "KOZMOS" da yazdığı üzerine evrensel atom sabiti 1088 kadar yani 10 üst 88, yani evrende 10'un yanında 88 sıfır tane atom var. Bu şekilde bir hesaplama ve insanoğlunun bildiği her türlü galaksi uzayın büyüklüğünü kanıtlar. Uzay ayrıca evren terimi ile karıştırılır. Bu iki kavram karıştırılmamalıdır. "Uzay" içinde bulunduğumuz sonsuz sanılan boşluktur, "evren" ise canlı, cansız her varlığın uyumu ya da uyumsuz yaşadığı mekandır. Yani birbirlerinden farklı şeylerdir.
Uzay karanlığı, büyüklüğü, olayları ile ilgi çekici, karmaşık ve araştırmaya değer olmuştur. Bu yüzden insan her çağda uzayı merak etmişti. Bu yüzden sürekli uzayı araştırmak için icatlar yapmıştı. Teleskop bu alanda çok önemli bir alettir. Çağlar geçtikçe insanların daha güçlü teleskoplarla uzayı incelemesi uzay hakkındaki bilgileri artırdı. Böylece merakını gidermeye başlayan insanoğlu bununla yetinmeyip uçarak daha fazla bilgi toplamak istedi. İnsanlığın uçmayı keşfetmesiyle Dünya'yı çevreleyen yakın uzay hakkındaki bilgiler, daha da artmaya başladı. Nihayet, güçlü füzeler, yapma uydular, Ay 'a insanlı ya da insansız araçlar gönderilmesi, yapay uydular geliştirilmesi, çok güçlü radyo teleskoplarla (bkz.Hubble Uzay Teleskobu) uzayın derinliklerinin araştırılması, 20. yüzyılın ikinci yarısında insanlığın uzay hakkındaki bilgilerini önemli ölçüde genişletti. Ayrıca insanlık uzayı araştırmak için "astronomi" bilimini doğurdu. Artık astrologlar uzayın bilgilerini daha hızlı buluyorlardı.
Bu arada teorik fizik ve astronomi konusunda devrim yapacak görüşler ortaya atan Einstein gibi bilginlerin uzay konusunda ortaya attıkları pek çok kuram, gözlemcilerin uzay üzerine verdikleri bulguların mantıklı bir şekilde açıklanmasını sağladı.
Uzay konusundaki ilk sağlam bilgiler, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında, özellikle kuzey ülkelerinde kurulan gözlemevleri sayesinde alındı. ABD'nin Kaliforniya eyaletinde bulunan Palamar Gözlemevi, Dünya'da mevcut gözlemevlerinin en büyüğüdür. Buradaki aynalı teleskopun çapı 5 m, yüksekliği 40 metre dir.Bu gözlemevlerinde uzaydaki gökcisimlerinin kütlesi, hacmi, ışığının şiddeti vb. incelenmektedir. Uygulamalı fiziğin geliştirdiği tayf (spektrum) analizi, uzaydan gelen ışıklardan, cisimlerin hangi elementlerden oluştuğunu göstermektedir.
1932'de K. G. Jansky adındaki bir mühendisin rastlantı sonucu bulduğu uzaydan gelen radyo yayınları, daha sonraki yıllarda radyoteleskopların doğmasına ve uzayın derinliklerinin dinlenmesine, bu radyo yayınlarının kaynaklarının ve nedenlerinin bulunmasına yol açtı. II. Dünya Savaşı sırasında Almanların geliştirdiği V-1 ve V-2 füzeleri daha sonraki yıllarda uzayın keşfi için yapılacak çalışmalarda büyük bir adım oldu. 1947-1956 yılları arasında özellikle ABD, uzay çalışmalarına büyük hız verdi. Yapılan uzay uçuşu denemelerinin hiçbiri bir uzay aracını yörüngeye oturtmayı başaramadı. Bu arada SSCB, 1957 yılında üç kademeli Vostok füzeleri ile "Sputnik" adındaki ilk yapma uyduyu Dünya çevresinde yörüngeye oturtarak uzay yarışında öne geçti. Uydulardan elde edilen uzay üzerine bilgiler, canlıların, özellikle insanların uzayda yaşayabilmeleri için hangi koşulların yerine getirilmesi gerektiğini ortaya koydu. Böylece uzay tıbbı doğdu ve gelişti. Uzayda ilk insan ise 12 Nisan 1961 tarihinde SSCB'nin uzaya gönderdiği Yuri Gagarin oldu. Bu arada, insanların uzay boşluğuna yerleşmelerini sağlamak, uzayı uzaydan izlemek, Dünya üzerinde haberleşme kolaylıkları sağlamak için binlerce uydu yörüngeye yerleştirildi ya da uzayın boşluğuna fırlatıldı. Nihayet 1969 Temmuzu'nda Ay'ın ABD'li astronotlar tarafından fethedilmesi, uzay çalışmalarında en önemi adımlardan biri oldu. Günümüzde uzay yarışı büyük bir hızla sürmektedir.Özellikle de Amerika ve Rusya bu büyük yarışta amansız birer rakiptir.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:32

Benzer Konular

5 Ağustos 2018 / nötrino Uzay Bilimleri
25 Kasım 2016 / Hi-LaL Çevre Bilimleri
21 Şubat 2015 / _PaPiLLoN_ Biyoloji
10 Nisan 2018 / Muhabbetci Müslümanlık/İslamiyet