Uzayın Bilinmez Sonsuzluğu
1. UZAY BOYUTLARI VE MANYETİK KUŞAKLAR
Bilindiği gibi en eski ilim uzay uğraşılarıdır. Bu konuda bilinen, bulanan bilgilerle ilim başlamıştır. Sanki insan, dünya gezegenine sırf uzaya ait soruları çözmek, tartışmak için gelmiş gibidir. Üstelik insanların uzay merakı zorunlu oluşlarından değildir. Aksine evrenin seçkin varlığı insan böyle programlanmıştır.
İnsanın uzayda aradığı ile bulduğu, şüphesiz aynı şeyler değildir. İnsan uzayda sonsuzluğu aramakta, yaradılışındaki esrarları bilmek, öğrenmek istemektedir. Halbuki bulabildiği şeyler öğrenmek istediği bunca önemli soruya ışık tutmaktan uzaktır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Önce iyi fizik bilmesi gerekmektedir. Uzaydan öğrenebildiklerini ancak derin bir fizik bilgisiyle yorumlayabilir. Yine çok önemli bir idrak taşımalıdır ki, gördüklerini anlayabilsin. Uzaydaki muhteşem bu sanat eserini incelediğini unutmamalıdır. Ayrıca evrenin sonsuzluklarına yansıyan yetişilmez ilmi, matematik bağlantıları, rakamların sonsuzluğunda izleyecek bilgiye muhtaçtır.
Daha açıkçası evreni seyreden, izleyen insan; ya bir sanat sırrı içinde onu hayranlıkla görecek, ya da ilmin bitmeyen mâverasında fizik ve matematiği ile onun peşinden koşup kovalayacaktı.
Ne yazık ki her nokta da ondokuzuncu yüzyılın bedbaht ateistinin kepaze mantığına yenilmiştir. Dünya ilim tarihi, 19. asrın ateist bilim adamlarına insanlığın yüz karası damgasını mutlaka vuracaktır. Çünkü onlar gökyüzünde yıldızları saymasını bilmedi ve gördüğü dev galaksileri ateş yığını sanarak masallar uydurdular. Bugün bile hâlâ insanların yarısından çoğu uzay çıkmazında bu hikâyelerin etkisinde bocalayıp duruyor.
Yirminci asrın yarısından sonra önce dev teleskoplar kuruldu. Daha sonra X ışını ve radyo dalgaları gibi ışın seçici sistemler geliştirildi. Bu sayede normal ışınların dışındaki ışınları alarak onları şekillendiren programlı teleskoplar yapıldı; daha önce gökyüzüne bakıp da «burada bir şey yok» dediğimiz noktalarda nice güneşler, gezegenler, hatta galaksiler görüldü.
Şimdi semalarda seyrettiğimiz bu ilâhî san'at şaheseri dünyaların, bilinçli bir tanımını yapacağız.
Bilindiği gibi, biz güneşle birlikte henüz dokuzuncusu bilinen bir sistemin içindeyiz. Bu sistemin bugün bilinen hakiki yarı çapı 6 milyon km. dir. Güneş ışığı bize sekiz dakikada geldiği halde bu sistemin dokuzuncu gezegenine beş buçuk saatte gider. Güneş sisteminde 12 gezegen tahmin edilmektedir. Daha küçük ve daha uzak bu gezegenlerle birlikte güneş sistemi belki 10 milyar km.lik bir mekânı işgal etmektedir.
Bu mekân aynı zamanda özel bir manyetik sistemdir. Bir cisim bu sisteme girerken de, çıkarken de büyük bir manyetik perdeyi aşmak zorundadır.
Güneş sistemi bilindiği gibi samanyolu galaksisi üzerindedir. Yani biz güneşimizle birlikte bir yıldızlar topluluğu içindeyiz. Bu topluluğun yıldız sayısı 100.000.000 civarındadır.
Saman yolundaki mesafeler artık kilometre ile hesap edilmez; ışık yılı ile tanımlanır. Bir ışık yılı yaklaşık olarak on trilyon kilometredir (9,45X1 012).
Bu ölçü ile saman yolunu tanımaya kalkarsak; yarı çapı 100.000 ışık yılıdır. Biçim itibariyle, yandan ortası kalın bir elipse benzeyen galaksimiz üstten spiraller şeklindedir. Saman yolu galaksisi, tüm yıldız üyeleriyle birlikte ayrı bir manyetik sistem teşkil eder ki; aynı şekilde bu sisteme girmek, çıkmak başka bir yıldız için imkânsızdır. Bu akıl almaz yıldız sistemlerini mahrekleri içinde âdeta geometrik bir programa mahkûm etmiştir.
Her yıldız, kaderinin senaryosunu kaneviçe gibi uzayın sonsuz derinliklerine işler durur.
Samanyoluna en yakın galaksi Andromeda'dır; bizim galaksimize mesafesi 2 milyon ışık yılıdır. 0 da Samanyolu gibi milyarlarca yıldız barındırır. Samanyolu ve Andromeda, komşu olan galaksilerle birlikte (otuz galaksi) bir galaksi topluluğunu meydana getirmektedir. Bu sistemde bambaşka bir manyetik sistem teşkil etmektedir.
Arzdan bakıldığında, arzın kendi manyetik kuşağı da göz önüne alınırsa, galaksi grubuna kadar üzerinde beş kat manyetik kuşak vardır. Farklı manyetik güçte beş gök ve sonra tüm galaksiler bambaşka bir manyetik tasarrufa girerler ve altına bir semanın süper manyetik perdesini oluştururlar. Bundan sonra galaksilerin ötesinde gittikçe genleşen yeni bir sema vardır. Kuasarların geçici durakları olan bu altıncı sema, âdeta sonsuzluğun bitmeyen ufuklarına doğru yeni dünyaları sergiler.
Son olarak semaların mesafelerine ve yıldızların sonsuz sayılarına bir göz atalım.
Bütün galaksilerin 100 milyar civarında olduğu tahmin edilmektedir. Her bir galakside 100 milyar yıldız olduğu sanıldığına göre, semalarda 100 milyar kere 100 milyar yıldız vardır.
Bu yıldızlara, birer telefon numarası versek ve telefon rehberi yapsak; her bir kitaba 2 milyon yıldız kaydetmek şartı ile, sırf bizim galaksimiz için 300.000 cilt rehber eder. Tüm yıldızlar için ise 300 trilyon cilt rehber basmak gerekir.
Böylesine akıl almaz sayılarla temsil edilen maddesel evrenin âhengi, temel yapısı, nasıl yaratıldığı elbette büyük merak konusudur.
Tüm yıldızlar yokken bir boşluğa, örneğin dünyanın bulunduğu mekâna dursanız acaba neyi tasavvur edebilirsiniz? Uçsuz bucaksız boş mekânda, mesafeleri boy, en, derinlik gibi sonsuz geometrik çizgileri mi?
Buralarda bir varlığın görünmesi iki yeni şart gerektirir: Biri hareket, ikincisi denge. İşte tüm gördüğümüz galaksi ve yıldızlar mesafelerle (en, boy, derinlik) birlikte iki yeni kavramın varlığıyla ortaya çıkmıştır. Hareket zaman boyutunu dengeler. Aynı zamanda manyetik eylemi temsil etmektedir. 0 halde görebildiğimiz kadar maddesel yönüyle dahi semalarda seyrettiğimiz sonsuz dünyalar dördüncü boyut olarak zaman, beşinci boyut olarak manyetik eylem boyutuna tâbidir.
Tüm galaksilerin yaratılma sırrı da zaman ve manyetik eylemin, yani dört ve beşinci boyutların faaliyete geçmesinde gizlidir. Zaten Big-Bang dediğimiz Büyük Patlama teorisi ancak bu tarz bakış sayesinde inandırıcı olur.
Yoksa bir tek noktadan yüz milyar kere yüz milyar yıldızın doğması üç boyut kavramı içinde anlaşılmaz bir varsayımdan öteye geçemez.
Zaman ve manteyik eylemin bir noktadan başlayıp intişarı ile sonsuz bir kudrete ve akıl almaz bir matematik programa muhtaçtır. İşte şimdi bu ilk yaratılış patlamasını zaman ve manyetik eylem açısından inceleyeceğiz.
2. BÜYÜK PATLAMA (BİG-BANG) VE GALAKSİLER
15 Milyar yıl önce kâinatta bir nokta âniden patlayıverdi. Bu noktaya Kozmik Yumurta, Simgularity, ya da Ak Nokta deniyor. Bu noktadan tüm enerjiyle birlikte özellikle zaman ve manyetik eylem doğdu.
Bu an, bugünkü zaman kavramı ile 10-43 saniyedir. Bu sayıya «Planck Zamanı» denir. An dediğimiz en minik zaman budur. Eğer bu akıl almaz zamanı kavramak istiyorsak, Allah bu kavram içinde, bir saniye sürekli olarak yaratmaya devam etseydi, bugünkü galaksiler gibi trilyon kere trilyon kere trilyon kere milyon galaksi yaratırdı.
Bu rakamın fevkalâde önemi vardır. Bugün Şikago'da dünyanin en büyük fizik laboratuarı olan Fermi laboratuvarında çalışan dünyanin en ünlü fizikçileri, bu korkunç hızları en hassas bilgisayarla ölçerek değişmez «Planck zamanı»nı tesbit etmişlerdir. Bunun anlamı nedir? Bu zamandan önce zaman yoktur ve zaman kesin olarak yaratılmıştır. Böylece ateistlere Fermi laboratuvarı bir daha unutamayacakları bir fizik tokatı atmıştır.
Ak nokta kâinatın neresinden patlamaya başlamıştır? sorusu ise abesdir. Çünkü kâinat bu nokta etrafında mesafeler kazanarak var olmuştur. Yani ak noktadan çıkan enerji bir başlangıç yayılma değil; mesafeler, daha doğrusu boyutlar o nokta etrafında genişlemiştir. Böyle olmasa sıradan bir patlama olsa; dünya ile güneş, atom çekirdeği ile elektronlar genleşecek ve var olma imkânı bitecekti. Ak noktadaki ilk anın ısısı varlıkların yaratılması açısından çok önemlidir.
Ak nokta eyleminden itibaren yüzbinde bir saniye ânında ısı 4 trilyon derecedir. Boltzaman formülüne göre ancak bu ısıda nötron-proton yaratılabilir. Dolayısıyla ancak bu ısı derecesi yaratılma ısısıdır. Ne var ki bu ısıda istikrar olmaz; yeniden birleşmelerle (zıdlarıyla) ağır ışınlar doğar. Yine bu ısıda, henüz elektron yoktur.
Bu andan sonraki onbinde bir saniyede ısı bir trilyon dereceye kadar düşer. Bu derecede artık nötron-proton oluşmaz.
Yüzde bir saniye sonra ısı 100 milyar dereceye düşer. Bu fazda elektron ve pozitonlar doğar. Onlar da zıd eşler halinde gama ışınına dönüşür.
Onda bir saniyede ise sıcaklık 30 milyardır. Ilk saniyede ısı artık on milyar dereceye düşmüştür. İlk kurtulan, şahsiyet kazanan nötron ve anti nötronlardır. Bu enerji kazanında daha sonra nötron ve protonlara etki yapmaya, onları belki de enerji siluetinden eski hallerine çevirme eylemine girerler.
İlk saniyede aşağı yukarı her şey tayin edilmiş olur. Bakın nasıl?
Bir enerji kazanında nötron, proton, elektron molekülleri öylesine programlanmış olmalıdır ki, milyonlarca sene sonra da olsa galaksi ve gezegenler bugünkü dekorunu alabilsin. Halen ilim adamlarını hayran bırakan bilinmez olay elektron sayılarının proton sayıları ile eşleşmiş
olmasıdır. Zira beraber yaratıldığı kesin olarak varsayılan pozitonların nasıl sahneden çekildiği hâlâ çözülebilmiş değil. Eğer yüz milyarda bir nisbette bile gezegen ve güneşlerde pozitron kalsaydı, evrende jiroskobik dönme eylemi imkânsız olacak; arz güneşden, güneş samanyolundan elektriksel dev bir itme ile uzaklaşacakdı.
Demek ki ak nokta'dan başlayan patlama zamanı, 10-43 saniye gibi akıl almaz bir anda; ısı farklaşmaları her yüzbinde bir saniyede öylesine programlaştırılmış ki, bugünkü evrenler akıl almaz bir sanat şaheseri şeklinde ortaya çıkıvermiştir.
İlâhi dev kompitür, «Ak nokta» dediğimiz nur yansımasına saniyenin trilyonlarda birinde evrenin kaderini yazıvermiştir.
Şimdi aklı başında tüm fizikçiler ateistlere Big Bang olayının ışığı altında şu soruyu soruyor:
Ak noktada doğan enerji kazanında, proton, nötron, elektron ve zıd eşleri ilk yüzbinde bir saniyede yaratıldı ve sonra eşleşerek yeniden ters fotonlara dönüştü. Peki elektron, nötron ve protonlardan bugünkü evreni kuracak bir miktar nasıl olup da sayısal bir âhenk içinde kurtuldu? Olayı yalnız dünyamız için bile düşünsek, tüm güzellikleri, canlılığa sergileyen atomlar, yıldırımlardan akan elektronlar, nasıl akıl almaz muhteşem bir hesabın örtüsünde saklı kaldılar?
Elektronlar ve protonlar âdeta tek tek sayılmış ve enerji fırtınasından esirgenerek 15 milyar yıl sonra tamamlanacak görevlerine sevk edilmişlerdir. Aslında yaradılışın en büyük mûcizesi budur.
1965'de gelişip 1988'de tam olgunlaşan Big Bang (Ak nokta patlaması) olayının özündeki sır budur. Daha önce yaşayan talihsiz ilim adamları, enerji bulutları içinde donuklaşan maddesel oluşuma çeşitli kılıflar uydurmakla meşguldüler. Şimdi ise 1980'den bu yana Nobel alan fizikçiler ilâhî yaratılış programının sonsuz sanatına hayranlık içindeler.
Ünlü Fizikçi Niels Bohr: «İnsan makro ve mikro kozmozun içinde kendini sıkışmış görür ve hayrete düşmekten başka bir şey yapamaz. Çünkü insan var oluşun hem oyuncusu hem seyircisidir» demişdi.
Dünyanın en ünlü matematikçisi Martin Gardner son eserinde matematiği bir ilâhi beste gibi görüyor. Kitabının ismine de «THE WHYS OF A PHILOSOPHICAL SCRIVENER» diyor.
Antropik kozmoloji ilim dalını kuran ünlü kara delikler olayına geniş boyutlar getiren John Wheeler: «Big Bang'la gelişen olayların amacı insandır. Bu sonsuz bilgi ona sunulmuştur» diyor. Bing Bang'dan çıkarılacak sonuç nedir?
Bir ak noktada büyük bir infilâk olmuş, akıl almaz bir enerji korkunç hararet kazanınca kuvantlar doğmuş, bu kuvantlar hedefe atılan roketler gibi mesafeler kazanarak genleşmiş, bir yandan da zaman ve manyetik eylem boyutları doğmuştur.
Saniyenin trilyonlarda birinde ortaya çıkan olaylar zinciri öylesine programlı gelişmiştir ki, ilk anki yazgı koskoca bir evrenin muhteşem dekorunu çizivermiştir.
Tıpkı genetik kartlardaki şifre gibi evrenin kaneviçe örgüsü bu ak noktada bu anda var olmuştur. 15 milyar sene sonra ortaya çıkan o genetik kartın sonunda evren dekoru, onun doruğunda insan şimdi hilkat hedefinde seyrediyor.
Bir mikron küçüklüğündeki genetik kartlarda bir santimin milyonda biri kadar bir sapma nasıl insanın dilini karnından çıkarırsa; Ak noktanın patlamasındaki ilk anda trilyonlarda bir hata kâinatı bir kaosa çevirirdi. Hiç bir eksik olmadı ve bir nur noktasından bir anda (10-43 saniye) fırlayan evren Allah'ın ilâhi şâheserini sergileyiverdi.
İşte Şikago'daki ünlü Fermi Laboratuvarında (dünyanın en büyük fizik laboratuvarı) âlimleri hayretten hayrete bırakan gerçek, bu sırdır. Sonsuz küçük rakamlarla, sonsuz büyük rakamlar evren bestesinde öyle bir matematik sergilemiştir ki, sanki her formül ilâhî bir nağmenin âhengini beynin kıvrımlarında duyurmaktadır.
Şimdi evrenin dördüncü boyutu zamanla, beşinci boyutu manyetik eyleme biraz daha yaklaşabilmek için evrenin bugün için bilinen en büyük fizik sırları Kuasar ve Black Holes'leri inceleyeceğiz.
3. KUASAR VE BLACK HOLESLER
1965 yılından bu yana ilmin uzaya bakış tarzı ve metodlarında büyük değişiklik oldu. Eski yıllarda dev teleskoplar yaparak, yarış halinde ülkeler birbirinin önüne geçmek isterdi. Sonradan uzaydan gelen ışın analizleri ve de bunlara bağlı kompitürize görüntüler elde edilmeye başlandı. O zaman bir şeyin farkına varıldı: Uzaya teleskopla bakmak, gözü biraz keskin çobanın çıplak gözle gökyüzüne bakmasından pek az farklıydı.
Özellikle X ışını analizleriyle başlayan Radioteleskopi olayı uzaydan bize, müthiş bilgiler vermeye başladı. Bu bilgiler önceleri görülemeyen yıldızları göstermekle başladı. Daha sonraları karanlığın ve siyahlığın sırrı çözüldü.
Bir cisim tüm enerjileri emerek siyahlaşıyor; siyahlık, böylece evrenin dekorunda binbir ışığın içinde uzaya bir başka âhenk kazandırıyordu. Bunların bir kısmı aldığı ışınları X ışını şeklinde salıyordu. Bir kısmı ise Big Bang teorisini isbat eden fosiller gibi enerjilerin evrende geometrik dağılımını anlatıyordu.
Nitekim bu karanlık fosilleri bulup Big Bang teorisini isbat eden ilim adamları Pensias ve Wilsan (1978) nobel aldılar.
Radioteleskopların üçüncü önemli olayı ise; enerjileri tükenen, bir anlamda ölen yıldızları bize tanıtmasıydı.Bir yıldızın enerjisi tükenince atom çekirdekleri büzüşüyor, dolayısıyla küçülüyor; elektronlarını kaybeden çekirdekler birbiri üstüne yığılarak gravidasyon yığınağına dönüşüyor. Bu tarz ölüm, yıldızın büyüklüğüne göre ya bir beyaz cüce, ya bir pulsar meydana getiriyor. Üst üste yığılan nötron ve protonlar denge sağlayıp büsbütün patlamamak için belli aralıklarla kısa dalgalı ışınlar salıyor. Radioteleskop altında bir yanıp, bir sönen bu yıldızlara, ilim adamları nabıza benzeterek, pulsar ismini verdiler.
Ölüme yaklaşan dev bir yıldızda ise durum bambaşka olur: Yıldız önce beyaz cüce gibi küçülüyor, sonra kısa bir pulsar devri geçiriyor. Daha sonra acayip bir değişime uğruyor. Yıldız yerinde acayip bir siyah mezar doğuyor. Uzun incelemelerden sonra bu mezarın bir enerji şoku noktası olduğu anlaşıldı. İsmine «Karadelik (Black-Holes)» ya da «Yıldız yeri» denildi. Bu nokta önce elektronları çekirdek merkezine düşen atomların gravidasyon enerjilerini kaybederek nötron ve protonlarının üst üste yığılmasından doğuyordu. Üst üste yığılan bu parçacıklar bir hacimde öylesine güçlü bir gravidasyon (câzibe) enerjisi biriktiriyorlardı ki, sonunda üç boyutlu mekân gravidasyona teslim oluyor ve beşinci boyut olarak tarif ettiğim manyetik eyleme dönüşüyordu. Böylece kara delik artık üç boyutlu, hatta 4 boyutlu bir mekân niteliğini manyetik eylem fırtınasına ileten tünel manzarası kazanmıştı. İlim lisanında «Gravidation Collaps» denilen bu hârika fizik sonuç tüm madde fiziği kavramlarını yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini kesin olarak ortaya koydu.
Kara delik önünden geçen her cisim, bir büyük gezegen, ışınlar bile aniden yok oluyor; onlar da manyetik eylem boyutuna yansıyorlardı.
Acaba bu boyut nasıl bir boyuttu?
Tıpkı mesafeler, zaman gibi evrene iskelet vasfı veren bir boyuttu. Manyetik eylem boyutu, varlıkların özünde gizli olan gravidasyona bir tarz biçim veriyordu. Bir başka tanımlı, gravidasyon, manyetik eylem boyutunun varlıklara zorunlu bir yaptırımıdır. Herhangi bir cisim, özündeki gravidasyon nedeniyle diğer boyutları, özellikle mesafe ve zamanı aşıp daha güçlü gravidasyona koşarak yok olacağı zaman manyetik eylem boyutu ona jiroskobik bir hareket vererek yok olmaktan kurtarıyor. Âdeta onu evrenin merkezine doğru koşmaktan alıkoyuyor.
Manyetik eylem boyutunu dünyamızda fark eder, fakat bir türlü isim bulamayız. Bunun en iyi örneği bir daire üzerinde elektron akımı sağlamadır. Elektrik akımı geçince, belli bir yönde mıknatıslanma hasıl olur. Ortada bir demir ya da çelik yokken nasıl olup da manyetik alan doğuyor? İşte beşinci boyut dediğimiz manyetik eylem boyutunun çok basit bir görüntüsü budur.
Tekrar kara deliklere dönüyoruz: Manyetik eylem boyutunun gravidasyonlara denge vererek eylem kazandırdığını anlatmıştım. İşte kara delikler fevkalâde şiddetli gravidasyonların manyetik eylem duvarında özel bir varlık biçimidir. Manyetik eylem boyutu, gravidasyon şokunu çözmek için o cismi üç boyuttan kurtarır. Bu kez cisim maddesel niteliğini bizim bildiğimiz ölçülerde kaybeder. Bu olay fevkalâde önemli bir olaydır. Zira bir varlık manyetik eylem boyutuna tam yansırsa mesafe eylemlerinin tümünü kaybeder. Eğer böyle bir imkânı bulsak bir anda kâinatın bir ucundan bir ucuna yansıyabiliriz.
Ancak, kara deliklerde böyle bir mekân değiştirmenin olup olmadığı meçhuldür. Bazılarına göre kara delikde yok olmuş gibi görünen yıldızlar evrenin çok uzaklarına yansımaktadır. Bazılarına göre ise yıldızlar tamamen madde ötesi bir boyuta yansıyıp kalmıştır. Daha enteresanı, kara deliklerin yeni yıldızları yuttukça güçlenmesi; tam bir evren girdabı haline gelme ihtimalidir.
Kara deliklerin en önemli özelliklerinden biri de zamanı emmesidir. Kara deliklere yaklaşan cisimler orada yok olurken zaman sonsuz bir hız kazanmaktadır. Bir çok ilim adamına göre kara deliklere girip yok olan yıldızların filmi çekilebilse tüm geçmişlerini seyretmek mümkün olabilir. Belki bu tanımlar ve kavramlar bugün için biraz fantazi gibi görülebilir.
Fakat olay dünyanın başına gelse, örneğin güneşimiz kara deliğe dönüşse dünya tüm macerasını bir zaman şeridinde akıtarak boyutların ötesine geçer.
Evrenin en ilginç varlıklarından biri de kuasarlardır. Ve sanki kara deliklerin zıddı bir görüntüye sahiptirler. Semanın altıncı manyetik kuşağındaki bu yıldızlar evreni sanki merkezden dışa doğru hızla terk eder görünümündedir. Güneşimizden bir kaç defa büyük olan bu yıldızlar, ışın salma, bir anlamda da parlaklık açısından güneşten milyarlarca daha güçlüdür. Başlı başına bir galaksi enerjisine sahiptirler. Sanki kara deliklerin tam tersine; mesafelerden, zaman ve manyetik eylem boyutundan kaçarak varlığını korumaktadırlar. Son yapılan araştırmalar bunların semanın daha alt kuşaklarına yansıması halinde bir bomba gibi patlayıp galaksiye dönüştüğünü düşünmektedir.
Kuasarların varlığı Big Bang üzerinde daha değişik kavramlar getirmektedir. Big Bang (Ak noktada patlama) olayını biz hep dünyadaki gördüklerimize ve bilgilerimize göre yargılıyoruz. Gerçi fizikten bildiğimiz bir çok matematik bağlantıları bu büyük evren olayında parça parça seyredebiliyoruz. Ne var ki genleşme, jiroskobik dönme eyleminde ve gravidasyon olayından fark ediyoruz ki, Big Bang dediğimiz infilak olayı gerçekte bir noktadan fışkıran ilâhî kudretin mesafeler, zaman ve manyetik eylem boyutuna nakşettiği muhteşem bir varlıklar tablosudur. Zaman ve manyetik eylemden, mesafelerden kaçtıkça yeni dünyalar, galaksiler doğmakta (Kuasar); boyutlara doğru dürülüp büzüldükçe bu müthiş enerji, manyetik eylemin boyutlarında gözlemlerden öteye geçmektedir.
Dev enerji depoları olan kuasarlar, galaksilerin meni hücreleri gibidir. Meni hücresindeki minicik genetik kartta nasıl koca bir insanın anatomisi programlanmışsa; kuasarlarda da koskoca bir galaksinin milyarlık yıldızlar sistemi yörüngelerine varana kadar programlanmış beklemektedir.
Şimdi mesafeleri, teklik ve çokluk kavramlarını inceleyeceğiz.
4. SONSUZLUK - TEKLİK - ÇOKLUK
Kitabımızın başından beri minik evrenler dünyasına ve sonra da kâinatın dev ihtişam tablosu galaksilere çok kısa bir gezi yaptık. Şimdi, buradan çıkaracağımız sonuçlar içinde fevkalâde önemli bir noktayı anlatmaya çalışacağım.
Mesafe birimleri açısından olsun, zaman açısından olsun, ışınların ve atomun dünyası sonsuz küçükleri temsil ediyor. Sayısal çokluk açısından akıllara durgunluk veren bu minikler dünyası, aslında yıldızların sayısıyla kıyaslanmayacak kadar kalabalıktır. Hatta bir atom çekirdeğinden milyar kere milyaz büyük olan mikropların sayısı bile yıldızlardan kalabalıktır. Buraya bir nokta koyalım. Uzaydaki yıldız sayısı da yüz milyar kere yüz milyar ortalama rakamıyla ifade edilir. Yani hem mikrokozmoz dediğimiz minikler âleminde, hem makrokozmoz dediğimiz uzayda öylesine çok varlık vardır ki; bunların alt alta bir tek ismini yazsak sırf bu ameliye için tüm dünyanın insanları (5 milyar kişi) seferber olup saniyede iki isim yazsalar yıldızların kaydını 200.000 yılda bitiremezler. Atom, mikrop gibi minikler âleminin sırf isim kaydı ise, yine 5 milyar insan çalıştırarak 40 trilyon senede tamamlanamaz.
Bu çokluğu bir düşünün ve bunların «Ak nokta» dediğimiz bir tek nurdan fırladığını anlamaya çalışın, Demek ki teklik âleminin sonsuz kudreti bir kez yansıdı mı, çokluk âleminde sayıları şaşırtan bir kesret (çokluk) oluyor.
Teklik âlemi boyutlara tâbi değilken, çokluk âlemi mesafelere, zamana ve manyetik eylem boyutlarına uyum göstererek kimlik kazanıyor. Bir varlığın «Ak nokta» dediğimiz ilâhî nurdan doğup, çokluk âlemine yansıdığı zaman bir galaksi mi, bir yıldız mı, bir atom çekirdeği mi olacağı bu boyutlardaki geometrik eylemine tâbidir.
Bir atomun başka atomlarla yeni dünyaları oluşturması ise yine eşyanın değişmez kader yazgısına tâbidir.
Teklik âleminin temel vasfı boyutlara tâbi olan değişkenlik kazanmasıdır. Var olduğu andan itibaren değişimlere, bir anlamda yok olmaya mahküm olmaktadır. Ünlü Rus fizikçi Prof. Koziref bu gerçeği maddenin vazgeçilmez özelliği diye tanımlamaktadır. Teklik ise bitmeyen kudreti ve ölümsüzlüğü temsil etmektedir. Bu sır tüm varlıkların özünde gravidasyon dediğimiz câzibede saklanmıştır. Sanki varlıklar bu anayasayı biliyormuşçasına daima kendinden güçlü merkezlere akarak sonunda teklik sırrına ermek isterler. Ancak manyetik eylem boyutu onları bırakmaz. Ve çokluk âleminin temaşa (seyr) dünyasına çeker ve âlemler böyle kurulur.
Çokluk âleminin muhteşem manzarasında iki gerçeği değişmez biçimde seyreder dururuz. Güzellik ve ilmî âhenk. Yüce Yaratıcı çokluk âlemini sergilerken grinin yanında yeşili, kırmızı nova alevleri yanında pırıl pırıl mavi ateş ışıklarını yaratmıştır.
Mikrokozmozda olsun, makrokozmozda olsun bu akıl almaz güzellikler kesiksiz devam eder. Bir okyanus örümceği koyu bej sırtında inci taneleri gibi masmavi nakışlar taşır. Hiç bir galaksi şekil itibariyle birbirinin aynı değildir. Envai çeşit helezonlar, elipsler, mekik tarzları onlara öyle bir temaşa ihtişamı verir ki, insan bakmaya doyamaz. Sıradan bir gezegende bile renk renk atmosfer halkaları, ayrı yörüngelerde seyreden uydular vardır. Bütün bunların yanında hem o okyanus örümceğinde, hem galaksilerin fırtınalarında öylesine ilmî bir âhenk vardır ki; onlar sonsuz sayıda atımların gravidasyonları, ışınlar.ı saniyelerin on milyarda biri kadar küçük zaman birimlerinde dengelenmiş, âhenkleşmiştir. Aynı ilmî âhenk, dev galaksilerde de sonsuz dengelerle sürer durur.
Şimdi hepimizin merakla kendimize sorduğu bir soruyu cevaplayalım:
Acaba tüm varlıklar seyrettiğimiz, gördüğümüz bu âlemlerden mi ibaret?
Bu sorunun cevabı; görüp seyrettiğimiz âlemlerin temel nitelikleriyle ilgilidir. Bir cismin, varlığın tanınabilmesi onun boyutlardaki eylemine, bir yerde süratine tâbidir. (Burada görmekten kastımız, gözle görmeden ziyade, tüm laboratuvarlarımızın müşahade imkânıdır.)
Bir varlığın ışık hızından daha süratli hareket etmesi halinde, onu göremediğimiz gibi, fizik laboratuvarına da sokamayız. Şimdiye kadar bildiklerimize göre üç olay bu açıdan bir izah beklemektedir:
1 - Karadeliklerde maddesel varlıkların yok olma eylemi,
2 -Atom çekirdeğinde tanıştığımız nötrino elemanlarının çekirdek plazmasında bazan var, bazan yok olması,
3 - Ünlü Prof. Paul Davies'in mutlak boşlukta rastladığı değişik yeni kuvantlar.
Hatırlayacağınız gibi Davies mutlak boşluğu (vakum) elde ettikten sonra orada yeni kuvantların doğduğunu kesinlikle tesbit etti. Yoktan bir şey vakumda yaratılamayacağına göre, bu kuvantlar nereden geldi?
İşte bu üç olay bizzat tanıdığımız varlıklardan bazılarının bir başka boyuta geçtiğini ve maddesel tanıtım siluetlerini kaybedip tekrar kazanabildiğini göstermektedir.
Bir varlık mesafeler (boy, en, derinlik), zaman ve manyetik eylem boyutlarında belli bir seviyede vardır. Yani geometrik koordinatlardaki sayısal varlığı ona biçim vermektedir. Ünlü Lorenz'in dediği gibi; sür'ati saniyede 300.000'i aşan cisim olamaz. Olursa maddesel vasfını yitirir.
Çok süratli bir kuvant farz edin. Saniyede beş milyon Km. hızın sahibi olsun. Bu kuvant; boy, en, derinlik, hatta zaman boyutlarına intibak edemeyecek, kara deliklerde olduğu gibi yalnız manyetik eylem boyutuna intibak ederek varlığını ancak bu sayede sürdürebilecektir. Sür'ati düştüğü takdirde yeniden maddesel eylem kazanma imkânı bulacaktır.
Son çağ fizikçileri böyle bir kuvantın varlığını kabul etmiştir. Tachyon ismini vermişlerdir.
İşte biz Big Bang teorisini seyrederken, onda eksik olan bu noktayı da varsaymak gerektiğine inanıyoruz. Büyük infilakta sonsuz galaksiler boyutsal eylem kazanırken, akıl almaz hızları nedeniyle pek çok Tachyon da sonsuzluğa fırlamış ve bambaşka boyutlarda, bambaşka âlemler kurmuşlardır.
Boyutlar bahsinde de değindiğim gibi; varlıkların özellikleri, boyutlara uyumuna bağlıdır. Dev mesafeleri sonsuz sür'atle aşan kuvantlar, elbette boy, en, derinlik çatısı altına sığınamaz. Bir kuşu kafese, bir kediyi odaya koyarsanız; bunların sür'atleri sınırlıdır. Bir gama ışınını değil odaya, bir şehre, bir kıtaya bile hapsedemezsiniz.
İnsan bahsinde göreceğimiz gibi, sonlu ve ölümlü olmak bir yerde boyutlara eylemin ezgisidir. Mesafe boyutlarından kaçan varlıkların dizaynı da o boyutlara has muhteşem bir güzelliktedir.
Kaynak: Onk.Dr.Haluk Nurbaki