Arama

Önemli İcatlar - Radyo

Güncelleme: 11 Aralık 2016 Gösterim: 18.053 Cevap: 5
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Nisan 2008       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

radyo

Ad:  Radyo1.jpg
Gösterim: 863
Boyut:  49.7 KB

iletişim sinyallerinin elektromagnetik dalgalar aracılığıyla gönderilmesi ve alınması. Radyo terimi daha çok ses sinyallerinin iletilmesi anlamında kullanılır. Radyo iletişiminde kullanılan ve radyo dalgaları olarak da adlandırılan elektromagnetik dalgalar, verici ile alıcı arasında düz bir çizgi üzerinde yol alabileceği gibi, alıcıya, iyonosferden yansıyarak ya da bir haberleşme uydusu aracılığıyla da ulaşabilir.
Sponsorlu Bağlantılar

Radyo iletişiminde kullanılan elektromagnetik dalgalar, 3 kHz ile 30 GHz (giga [G] = 1 milyar) arasındaki frekans bölgesini kapsar. Radyo frekansları olarak adlandırılan bu frekanslar bantlara ayrılmış ve her bandın kullanım biçimi (örn. telgraf, telefon, telemetri, amatör radyoculuk, radyo ve televizyon yayınları) uluslararası anlaşmalarla belirlenmiştir. Radyo yayınlarında kullanılan frekanslar, uzun dalga (150-285 kHz), orta dalga (525-1.605 kHz), kısa dalga (2,3-26,1 MHz) ve çok kısa dalga (FM bandı, 88-108 MHz) olarak adlandırılan bantlara ayrılır.

Radyo dalgaları uzaya bir verici anten aracılığıyla yayılır, alıcı tarafta ise bir alıcı anten dalgayı alıp elektrik sinyaline dönüştürür. Vericiden yayınlanan dalga, ses (televizyonda, ses ve görüntü) biçimindeki bilginin, frekansı ve genliği sabit bir taşıyıcı dalga üzerine bindirilmesi yoluyla elde edilir. Modülasyon olarak adlandırılan bu işlemde taşıyıcı dalganın belirli bir özelliği (örn. genlik, frekans ya da fazı), bindirilen ses sinyaline göre değişime uğratılır. Alıcıda bu işlemin tersi (demodülasyon) gerçekleştirilir ve ses sinyali taşıyıcı dalgadan ayrılır. Orta, uzun ve kısa dalga yayınlarında genellikle genlik modülasyonu (AM), çok kısa dalga yayınlarında ise frekans modülasyonu (FM) kullanılır.
Ad:  radyo.JPG
Gösterim: 982
Boyut:  39.8 KB
Bir radyo vericisinde temel olarak şu bölümler bulunur:
  • Taşıyıcıyı oluşturacak alternatif elektrik akımını üreten osilatör (akım frekansını sabit tutmak amacıyla, kullanılan osilatörler genellikle piezoelek- trik kristalli türdendir);
  • sesi elektrik sinyaline çeviren bir aygıt (örn. mikrofon, pikap) ve bu sinyali güçlendiren ses frekansı yükselteçleri;
  • ses sinyalini taşıyıcı üzerine bindiren modülatör devresi;
  • modüle edilmiş taşıyıcıyı güçlendiren radyo frekansı yükselteçleri;
  • elektrik sinyalini elektromagnetik dalga biçiminde uzaya yayınlayan verici anten.
Radyo alıcısının temel bölümleri şöyle sıralanabilir:
  • Elektromagnetik dalgaları alarak elektrik sinyallerine çeviren alıcı anten;
  • antenden gelen sinyaller arasından yalnızca belirli frekanstaki bir sinyali seçmeye yarayan seçici devre (bu devre genellikle bir rezonans devresinden oluşur);
  • seçilen sinyali güçlendiren radyo frekansı yükselteçleri;
  • taşıyıcı sinyalden ses sinyalini ayıran demodülatör;
  • ses sinyalini güçlendiren ses frekansı yükselteçleri;
  • ses sinyalini sese çeviren aygıt (hoparlör ya da kulaklık).
Radyo alıcısının duyarlığı (zayıf sinyalleri alma yeteneği) ve seçiciliği (istenen frekansın dışındaki, özellikle istenen frekansa yakın frekanslardaki sinyalleri seçip ayırma yeteneği), süperheterodin alıcı olarak adlandırılan alıcı türü kullanılarak büyük ölçüde artırılır. Günümüzde radyo alıcılarının hemen tümü süperheterodin alıcı türündendir.

Tarihçe.


Elektromagnetik dalgaların varlığı İngiliz fizikçi J. C. Maxwell tarafından 1864’te kuramsal olarak ortaya kondu. Alman fizikçi H. Hertz 1887’de elektromagnetik dalgaları laboratuvarda deneysel olarak elde etmeyi başardı. Hertz’in deneylerini yineleyen Italyan fizikçi G. Marconi, dalgalan ilkin 9 m, sonradan 275 m ve 3 km’lik uzaklıklara iletmeyi başardı, 1901’de de Atlas Okyanusu ötesine ilk telsiz mesajını iletti. Radyonun gelişmesi açısından bundan sonraki en büyük adım, İngiliz fizikçi J. A. Fleming’in ilk elektrotlu lambayı (diyot) geliştirmesi oldu. İçinden yalnızca bir yönde elektrik akımı geçebilen diyot, doğrultucu işlevi yaptığından ötürü alıcılarda demodülatör olarak kullanılabiliyordu.

İki elektrotlu lambada anot ile katot arasına ızgara biçiminde üçüncü bir elektrot yerleştirerek 1906’da triyot lambayı gerçekleştiren ABD’li mucit Lee De Forest, böylece, radyo verici ve alıcılarında osilatör (titreşim üreteci) ve yükselteç olarak kullanılabilen ve bu nedenle önemli bir gelişmeyi simgeleyen buluşu ortaya koymuş oluyordu. Triyot lambanın titreşim üreteci olarak kullanılabileceğini ABD’li mucit Edwin H. Armstrong 1912’de buldu.

İngiltere’den Avustralya’ya ilk telsiz mesajı 1918’de ulaştırıldı. Önceleri yalnızca mors kodlu telgraf sinyalleri iletilebilirken, okyanus ötesiyle ilk kez 1915’te konuşma içeren iletişim sağlanabildi. Müzik ve konuşma içeren kısa erimli ilk radyo yayını ise 24 Aralık 1906’da ABD’li mucit R.A. Fessenden tarafından gerçekleştirildi. E. H. Armstrong’un radyonun gelişme çizgisinde önemli bir yeri vardır. Geri besleme ilkesini bulan ve bu ilkeden yararlanarak triyotlu osilatör devresini 1912’de geliştiren Armstrong, I. Dünya Savaşı sırasında da süperheterodin alıcının ilkelerini ortaya koydu; Armstrong’un bu alandaki son ve en önemli buluşu ise frekans modülasyonu olmuştur (1933). Radyo tekniği açısından bundan sonraki önemli adımlar 1948’de transistorun bulunuşu, baskı devre tekniğinin ve 1960’larda tümleşik devrelerin geliştirilmesi olmuştur.


Son düzenleyen Safi; 11 Aralık 2016 05:34
The Unique - avatarı
The Unique
Kayıtlı Üye
7 Ekim 2008       Mesaj #2
The Unique - avatarı
Kayıtlı Üye
Ad:  Radyo2.jpg
Gösterim: 773
Boyut:  52.8 KB

Radyo Nedir?


Yayınlanan elektromanyetik dalgaları alıp, duyulabilen sese çeviren devrelerden oluşmuş cihaza Radyo denir.
Sponsorlu Bağlantılar
1 . Elektrik dalgalarının özelliğinden yararlanarak seslerin iletilmesi sistemi.
2 . Elektrik dalgalarıyla düzenli olarak yayın yapan istasyon ve bu istasyonun programlarını düzenlemekle görevli kuruluş.
3 . Bu istasyonun yayınlarını alan araç:
“Kasabanın matemine hürmet olarak bu akşam radyo susturulmuştu.”- R. N. Güntekin.

İlk radyo yayını 1907 de Berlin ile Kopenhag arası bir söz iletiminde yapıldı. 1910 da A.B.D.de bir müzik iletimi, 1914 de Belçika’da bir konser iletimi gibi cesaret verici olmayan birkaç deneme sonrası 1920 şubatında Büyük Britanya ‘da başladı.
Radyonun yaygınlaşması ise ancak 1955 yılında transistorlu alıcıların kullanımıyla başlar. Başlangıçta ulusal veya bölgesel hizmet veren radyo yayınlarında, kilometrelik dalgalar ( uzun dalga ) ve hektometrelik dalgalar ( orta dalga ) kullanılıyordu.
1930- 35 arası, dekametrelik dalgalarla (kısa dalga) yapılan yayınlar deniz ötesi ülkelere erişme olanağı sağladı. Böylece radyo iletişim dünyasının vazgeçilmez araçlarından biri haline geldi.
  • Elektromanyetik dalga alıcısı; Radyo dalgaları’ndaki ses modülasyonunu önce Elektronik ortama sonrada sese çeviren elektronik alet; alıcı.
  • Radyolar ( radyo alıcıları ) elektromanyetik tayfın belli bir aralığını dinlemek üzere dizayn edilir. Radyonun seçicilik ve hassaslık faktörlerine göre kalitesini değerlendirmek mümkündür - Q faktörü.
  • Popüler Radyolar iki tür modülasyonu almak üzere dizayn edilmişlerdir: AM ( Genlik Modülasyonu ) ve FM ( Frekans modülasyonu )
  • Genlik modülasyonunun; taşıyıcılı yayın, SSB ( Single side band - Tek bandlı yayın) ve CW ( Continuous Wave - Daimi dalga) olmak üzere alt bölümleri vardır.
  • Normal bir radyo alıcısında Orta Dalga ( MW - Mid Wave ) ve FM, bazen de uzun dalga ( LW- Long wave ) bulunmaktadır.
  • Kısa dalga ( SW- Short Wave ) Radyoları kalitesine ve çeşidine göre alış tayfi değişmektedir. İstasyonlar genelde AM (genlik modülasyonu ) ( Amplitude Modulation ) ile yayın yapmaktadır. Bu tür yayınları dinleyenlere SWL ( Short Wave Listener- Kısa Dalga dinleyicisi ) denmektedir.

Yeni çıkan XM radyo türü de uydudan yüksek frekanslı sayısal yayınları almak üzere dizayn edilmiştir. Halen ABD’de ticarî olarak piyasaya sunulan bu radyo türünde ses kalitesi oldukça yüksektir. Halen aboneliğe dayalı ve belli bir ücret karşılığı tüm kıtaya kesintisiz ve reklamsız şifrelenmiş radyo yayını yapılmaktadır.
Teknolojinin son yıllarda hızla gelişmesine paralel olarak ve internet kullanımının yaygınlaşmasıyla beraber, internet üzerinden yayın yapan Radyoların sayıları hızla artmaktadır.

Radyonun Tarihi icadı - Radyoyu kim icat etti


İtalyan Mucit Guglielmo Marconi radyoyu icat eden kişi olarak kayıtlara geçmiştir. Ancak radyonun kendi icadı olduğunu iddia eden birçok kişi ortaya çıkmıştır. Telsiz telegraf patentine sahip olan Nikolai Tesla, Olive Lodge bu iddiayı ortaya atanların başında gelir. Rus mucit Alexander Stepanovitch Popov ise anlaşılabilen ilk radyo dalgalarını iletmeyi başarmış ancak bu icadı için Patent almamıştır. Daha pek çok insan vardır fakat ticari başarıyı yakalayan kişinin Marconi olduğu herkesçe kabul edilir.

İlk Radyoyu kim buldu


Popov, Lodge ve Marconi, Edward Branly’nin bulduğu Branly Tüpü adı verilen ve radyo dalgalarını saptamak için kullanılan bir aracı geliştirmeye çalışıyorlardı. 1890 yılında başlayan bu geliştirme çabaları 1895 yılında Marconi ve Popov’un birbirlerinden habersiz bir şekilde geliştirmeleri ile sonlanacaktı. 1896 yılında ise ilk defa Popov tarafından “Heinrich Hertz” ismi Mors Alfabesi kullanılarak anlaşılır bir şekilde iletildi.

İtalya’da aradığı desteği bir türlü alamayan Marconi sonunda İngiltere’ye gitti ve burada ilk radyonun patentini aldı. Bu patent alımının ardından birçok farklı versiyonu üretildi. Lee De Forest ve Edwin Howard Armstrong Amerika’da radyo teknolojisinde çok büyük değişiklikler yaptılar. Tüpler ve devreler kullanarak bambaşka bir hal kazandırdılar. 1947 yılında transistorun icadı ise radyo teknolojisi için bir devrim olmuştur.

Radyonun çalışma prensibi


Ses dalgaları farklı frekanslarda titreşir; bu titreşimler mikrofonlarla toplanır ve elektrik sinyallerine dönüştürülür. Bu sinyaller amplifikatör denen yükselteçlerden geçirilerek güçlendirilir ve ardından osilatör denilen vericide üretilmiş daha yüksek frekanstaki taşıyıcı dalgaların üzerine bindirilir. Bunun için her iki dalganın üst üste gelmesi gerekir.Bu işleme modülasyon ve işlemi yapan cihaza modülatör denir. Devreden çıkan akım tekrar amplifikatörde yükseltilir ve ses sinyalleri şeklinde antene ulaşır, oradan da elektromanyetik dalgalar biçiminde yayılır. Radyo alıcısında ise taşıyıcı dalgalar Anten tarafından alınır, radyo frekans yükselticisinde güçlendirilir.Ses frekansları dedektörde ayrılır ve yeniden yükseltgenerek elektrik salınımları olarak hoparlörlere gönderilir ve burada ses titreşimlerine dönüştürülür.
Son düzenleyen Safi; 11 Aralık 2016 05:35
Bir bildiğim varsa hiç bir şey bilmediğimdir. (:
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
9 Eylül 2009       Mesaj #3
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye

Radyo

Ad:  Radyo3.jpg
Gösterim: 747
Boyut:  36.9 KB

Doğada çok geniş bir elektromagnetik ışınım tayfı, yani ışınım dalga boyu aralığı vardır. Işınımın saniyedeki salınım ya da titreşim sayısına bağlı olarak, bu tayfın en üst ucunda kozmik ışınlar yer alır; kozmik ışınları sırasıyla gamma ışınları, X ışınları, morötesi ışınlar, görünür ışık ve kızılötesi ışınlar izler. Tayfın alt ucunda ise radyo dal­gaları bulunur.
Eğer sesler kendileriyle aynı frekansta elektrik salınımlarına dönüştürülürse, elek­tromagnetik dalgalar aracılığıyla uzaklara ta­şınabilir. İşte radyo iletişiminde, seslerin bu elektriksel kopyalarının elektromagnetik dalgalarca taşınmasından yararlanılır. Elek­trik salimini, sürekli olarak tek bir yönde akmak yerine, akış yönü düzenli aralık­larla tersine dönen bir elektrik akımıdır. Birbirini izleyen bu yön değiştirmelerden bir tam dönüşe "çevrim"; çevrim sıklığına, ya­ni bir saniyedeki çevrim sayısına da "frekans" denir.

Radyo dalgalarının frekans aralığı yaklaşık 30 milyon kHz ile 10 kHz arasındadır (kHz, kilohertzin kısaltılmışıdır; 1 kHz, saniyede 1.000 çevrimlik bir salınım demektir). Bu dalgalar uzayda saniyede yaklaşık 300.000 km hızla yayılır. Bu maddede, radyo iletişiminin bugüne kadar geçirmiş olduğu evreler anlatıl­maktadır.


Radyo İletişiminin İlk Günleri


19. yüzyıla kadar radyo dalgalarına ilişkin hiçbir şey bilinmiyordu. 1864'te İskoç mate­matikçi James Clerk Maxwell, elektromagnetik tayf üzerinde­ki kuramsal çalışmaları sonucunda, frekan­sı kızılötesi dalgaların frekansından daha düşük, yani dalga boyu onlarınkinden da­ha kısa dalgaların bulunması gerektiğini sap­tadı. Ama, gözle görülmeyen bu gizemli dalgalan ancak 22 yıl sonra Alman bilim adamı Heinrich Hertz üretmeyi başardı; bu dalgaların da yansıma, kırılma ve girişim gibi optik yasalanna uyduğunu ortaya çıkardı. Ama ne Hertz, ne de dönemin öbür bilim adamları bu dalgalar için pratik bir kullanım alanı bulabildi.

O dönemde Hertz'in adıyla anılan bu dal­galar 1894-95'e kadar yalnızca ilginç sonuçlar veren bir laboratuvar araştırma konusu ola­rak kaldı. Mors anahtarı ve anten sistemini, Hertz vericisiyle birlik­te ilk kez kimin kullandığı tartışmalıdır. Ama bu kişi ya Rus bilim adamı Aleksandr Stepanoviç Popov (1859-1906) ya da o tarihlerde adı henüz duyulmamış genç bir araştırmacı olan İtalyan Guglielmo Marconi'ydi. Popov, Rusya'da Çarlık Deniz Kuvvetleri'nde gizli bir görevde çalışıyordu; Marconi de çalışmalarını gizlilik içinde yürütüyordu, bu nedenle de buluşa ilişkin kesin bir tarih saptamak ve bunlardan hangisinin bu buluşu daha önce gerçekleştirdiğini söylemek olanaksızdır. Ge­ne de Marconi'nin radyonun gelişmesindeki katkısının çok büyük olduğunu söylemek yanlış olmaz.

1896'da Marconi İngiltere'ye gitti ve geliş­tirdiği "telsiz aygıtf'nı orada sergiledi. Bunun vericisi Hertz'in kullandığı vericinin bir ben­zeriydi. Vericinin indükleme bobini batarya­ya bağlandığında, birbirine yakın yerleştiril­miş iki metal küre arasında yüksek bir elek­trik gerilimi oluşuyor ve Marconi'nin Hertz'in aygıtına eklemiş olduğu mors anahtarına ba­sıldıkça, bu gerilim nedeniyle bir küreden ötekine kıvılcım atlıyordu.

Marconi, kıvılcım atlama aralığının bir ya­nına bir tel anten bağlamış, öbür yanını ise topraklamış, yani ikinci küre ile toprak arası­na bir bağlantı teli çekmişti. Böylece iki küre arasındaki kıvılcım atlamaları antenden uzaya yayılan bir dizi salınım yaratıyor; bu da mors anahtarına daha uzun ya da daha kısa süreli basarak, antenden mors alfabesine uygun işaretler yaymayı olanaklı kılıyordu (bak. İşaretleşme).

Alıcı, koherör denen bir aygıttı. Bu aygıt, içine gevşek halde metal parçacıkları doldu­rulmuş küçük bir cam tüpten oluşuyordu ve bir anten ile toprak arasına bağlanmıştı. Alıcı antende herhangi bir sinyal yokken metal parçacıkların elektrik direnci yüksek bir dü­zeyde kalıyordu. Ama, antene bir sinyal ulaşır ulaşmaz metal dolgu sıkışıyor ve direnci önemli ölçüde azalıyordu. Direnç bu biçimde azaldığında elektromekanik röleler harekete geçiyor ve bir mors yazıcısını çalıştırıyordu. Koherörün bir sakıncası şuydu: Sinyalin ne­den olduğu her sıkışma sonrasında metal parçacıklarını yeniden yüksek dirençli duru­ma getirmek için tüpe hafifçe vurulması gerekiyordu. Bu, tüpe bir elektrikli zil mekaniz­masının çekiciyle otomatik olarak vurulması yoluyla gerçekleştiriliyordu.

Vericideki operatör mors alfabesiyle bir mesaj yolladığında, bu mesajı taşıyan radyo dalgaları alıcı tarafından toplanıyor ve sonuç­ta kâğıt bir şerit üzerinde, mors karakterleriy-le basılı hale geliyordu. Bu yeni telsiz aygıtı­nın erimi yalnızca birkaç kilometreydi ve bu yöntemle mesajlar çok yavaş iletilebiliyordu. Ayrıca istenilen frekansta çalışılamıyordu, bu nedenle de birbirinin menzili içinde kalan iki verici aynı anda çalıştırılamıyordu. Çalıştırıl­dığında ise alıcılar her iki mesajı da eşzamanlı olarak alıyor ve ortaya karmaşık sonuçlar çıkıyordu.

Ama 1896 ile 1901 arasında Marconi bu alanda büyük bir yenilik gerçekleştirdi. Ba­taryayla çalışan masa üstü vericilerin yerini, ilk olarak İngiltere'nin güneybatısında Cornwall'daki Poldhu kayalıkları üzerinde kurulan yüksek güçte bir istasyon aldı. Frekans ayar ya da seçme devresi geliştirildi ve böylece istasyonlar arasındaki girişim önlendi; ayrıca alıcılar daha gelişkin hale getirildi. 1901'de Marconi, Poldhu'dan gönderilen sinyallerin Atlas Okyanusu'nu aşarak Kanada'nın doğusundaki Newfoundland'da St. John's'a kadar ulaştırıldığını bütün dünyaya duyurdu.

İyonosfer


Aslında o dönemin bilgilerine göre böyle bir şey kuramsal olarak olanaksızdı. Hertz, radyo dalgalarının optik yasaları uyarınca düz bir hat üzerinde yol aldığını göstermişti. Bu durumda, radyo dalgalarının Avrupa ile Amerika arasında düz bir yol izleyerek Atlas Okyanusu'nu aşabilmesi için her iki yanda da yükseklikleri 150 kilometreyi aşan antenlerin kurulu olması gerekmez miydi? Marconi'nin tanığı yoktu ve bu nedenle aynı telsiz mesajını 1902'de bir dizi gözlemcinin önünde tekrarla­yana kadar ileri sürmüş olduğu sav kabul görmedi.

Kuramsal açıdan dalgaların ufuk çizgisinin hemen ötesinde Dünya'nın yüzeyinden aydıp uzayda kaybolması gerekirken, Marconi'nin gerçekleştirdiği deneyde, Dünya'nın eğriliğini izleyerek yol alıyorlarmış gibi bir sonucun ortaya çıkması nasıl açıklanabilirdi? Başlan­gıçta buna kimse yanıt getiremedi. Ama 1902'de ABD'li elektrik mühendisi Arthur E. Kennelly ve İngiliz fizikçi Oliver Heaviside, Dünya atmosferinin üst katmanlarında ayna görevi gören ve radyo dalgalarını yeniden Dünya'ya yansıtan bir iyonlaşma katmanının (elektrik yüklü parçacıklardan oluşan bir kat­man) bulunduğunu öne sürdüler. Önceleri bu iddiayı pek az kişi kabul etti. Ama 1924'te İngiliz bilim adamı Edward Appleton, Kennelly-Heaviside katmanının varlığını deneysel olarak belirledi.

Aslında Dünya'nın çevresinde farklı yük­seltilerde birkaç iyonlaşma katmanı vardır. İki ana grup halinde kümeleşmiş olan bu katmanlar, atmosferin üst kesimlerinde yer alan gaz atomlarındaki bazı elektronların, Güneş'ten kaynaklanan morötesi ışınımın et­kisiyle serbest kalması sonucunda oluşur. Bu serbest elek­tronlar, radyo dalgalarının bir bölümünü Dünya yüzeyine geri yansıtırlar; kalan bölü­münü iyonosfer denen katmanlar soğurur. Yeryüzüne geri yansıyan miktar, iyonlaşma katmanının yoğunluğuna ve yüksekliğine, radyo dalgasının frekansına, iyonosfer katma­nıyla karşılaşma açısına ve bir dizi başka etmene bağlıdır.

İki ana katmandan birine (yeryüzünden yüksekliği 80 ile 140 km arasında olanına) Kennelly-Heaviside katmanı denir. Appleton katmanı olarak bilinen öbür katman ise yer­yüzünden yaklaşık 240 km yüksektedir. Bu katmanlar olmasaydı, ilk uydu fırlatılıp Dün­ya çevresinde bir yörüngeye oturtulana kadar uzun menzilli radyo iletişimi gerçekleştirile­mezdi.


Radyo Dalgalarının Frekans Dağılım Aralığı


Radyo dalgalarının frekans dağılım aralığı yedi ana banda ayrılır. Bu sınıflandırma bilim adamları tarafından, dalgaların iletim özellik­lerine bağlı olarak yapılmıştır. Bir banttan öbürüne geçiş, ani bir sıçrama biçiminde değil, dalga özelliklerinin giderek değişmesi biçiminde gerçekleşir; iki bandı birbirinden ayıran kesin bir sınır yoktur.
Frekanslar alçaktan yükseğe doğru sırala­nacak olursa, ilk bant

çok alçak frekans (VLF; İngilizce Very Low Frequency sözcük­lerinin başharflerinden) bandıdır. Bu bantta yalnızca birkaç özel amaçlı istasyon çalışır. Çok alçak frekanslı dalgalar hemen hemen bütünüyle iyonosferden yansıtma yoluyla ile­tilir ve böylece yeryüzü ile atmosferin oluştur­duğu bir "kanal" içinde dünyanın bir nokta­sından bir başka noktasına ulaştırılabilir. Bu nedenle VLF vericilerinin yayın alanı çok geniştir, ama işletme maliyetleri yüksektir.

Alçak frekans (LF; İngilizce Low Frequ­ency sözcüklerinin başharflerinden) yayım alanı o kadar geniş değildir, çünkü bu banttaki dalgaların bir bölümü iyonosferde soğurulur. Bununla birlikte LF istasyonları­nın kapsadığı yayım alanı hem gündüz, hem gece oldukça geniş olabilmektedir. Pek çok radyo alçısının LF bandı ya da "uzun dalga"sı vardır. Ama pek az istasyon bu banttan yayım yapar.

Orta frekans, (MF; İngilizce Medium Frequ­ency sözcüklerinin başharflerinden) bandındaki istasyonlarda dalga iletim özellikleri öbürlerinkinden tümüyle farklıdır. Gündüz çok zayıf işitilen MF bandı ya da "orta dalga" istasyonları hava karardıktan sonra, çoğu za­man başka yayınları bozacak ölçüde güçlü alınmaya başlar. Ayrıca bu banttan gönderi­len sinyaller zaman zaman zayıflama eğilimi gösterir. Bu etkilerin nedeni iyonosferdir.
Yayımlanan bütün radyo dalgalarının, iyonosferden yansıyarak yayılan dalgalar ve doğ­rudan Dünya'nın yüzeyinden yayılan dalgalar olmak üzere iki bileşeni vardır. Gündüzleri MF istasyonlarının yaydığı dalgalardan iyonosfere ulaşanlar hemen hemen bütünüyle soğurulur ve bu nedenle de yayım alanındaki alıcı istasyonlar gündüzleri yalnızca Yer dal­galarını alırlar (Yer dalgaları da oldukça geniş bir alan içinde, düzenli olarak alınabilir). Ama iyonosfer katmanları Güneş'in etkisiyle oluştuğundan, bu katmanların yoğunlukları ve yükseklikleri de hem mevsimlere bağlı olarak, hem de gece ve gündüz farklılığından etkilenerek değişir. Bu nedenle hava karar­dıktan sonra dalgaların iyonosferden yansı­ması çok daha güçlü ve daha geniş açılı olur. İyonosferden yansıyıp yeryüzüne geri dönen dalgalardan Yer dalgalarının yayılma alanı içine düşenler, sinyallerin güçlenmesine ya da zayıflamasına yol açar. İyonosferden yansıyıp gelen dalgalar bu kez yeryüzünden yansıyıp tekrar iyonosfere geri döner, ama oradan tekrar Yer'e yansır. Bu yansımalar süreı' birkaç kez yinelenebilir ve sinyaller gündü/ ulaşamadıkları yerlere hava karardıktan sor ra bu yoldan ulaşabilir.
Kutup ışıkları denen atmosfer etkileri, yüksek enerji yüklü parça­cıkların iyonosfere girmesine neden olur. Kutup ışıklarının görüldüğü sırada ansızın ortaya çıkan bu iyonlaşmış parçacık birikimi, çoğu zaman radyo işaretlerinin uzayda yitip gitmesine yol açar.

Yüksek frekans (HF; İngilizce High Frequ­ency sözcüklerinin başharflerinden) bandının uzun yıllar kısa menzilli radyo yayınlarından başka bir işe yaramayacağı düşünülmüştü. Ama bugün uzun menzilli iletişimde HF ban­dı ya da "kısa dalga" yaygın olarak kullanıl­maktadır. O dönemde böyle sanılmasının ne­deni, yüzeyden giden dalgaların (Yer dalgala­rının) çok kısa menzilli olması ve 1920'lere kadar radyo dalgalarının iyonosferden yansı­ması konusunda hiçbir şeyin bilinmemesin-dendi. Radyo dalgalarının bir bölümünün iyo-nosferin alt katmanlarının içine girdiği, ama bunların daha üstteki Appleton katmanınca yansıtıldığı 1920'lerde keşfedildi. İlk yansıma, Yer dalgalarının ulaşabileceği menzilin çok ötesinde bir yerde yeryüzüne geri döner ve birkaç kez daha gidip geldikten sonra çok bü­yük bir uzaklığa ulaşır, hatta dünyanın çevre­sini dolanabilir. Yer dalgalarının eriştiği uzak­lık ile ilk yansıma noktası arasında, hiçbir sin­yalin işitilemediği bir bölge kalır.

Çok yüksek frekans (VHF; İngilizce Xery High Frequency sözcüklerinin başharflerinden),
ultra yüksek frekans (UHF; İngilizce Ultra High Frequency sözcüklerinin başharflerinden)
süper yüksek frekans (SHF; İngiliz­ce Super High Frequency sözcüklerinin başharflerinden) bantlarındaki istasyonların iyonosfere ulaşan dalgaları, iyonosferin bütün katmanlarını geçip uzaya kaçar. Bu istasyon­ların yüzeyden giden dalgalarının menzili fre­kans artışıyla kısalır ve SHF bandının üst ucundaki dalgalar artık ufuk çizgisinin pek fazla ötesine geçemez. Mühendisler istasyon­ları tepelerin ya da dağların üstünde kurarak bu uzaklığı artırmaya çalışırlar.

Bu bantlar kısa menzilli olmakla birlikte yaygın olarak kullanılır. Televizyon görüntü­sünü veren karmaşık sinyaller, teknik neden­lerle LF, MF ve HF bantları üzerinden gönderilemez. Televizyon yayınlarında, men­zilleri sırasıyla yaklaşık 60 km ve 35 km olan VHF ve UHF istasyonları kullanılır.

Radyo dalgasının frekansı ne kadar yüksek­se, taşıyabileceği telefon ya da telgraf sinyal­lerinin sayısı da o ölçüde büyük olur. Örneğin bir SHF dalgası aynı anda 900 kadar telefon görüşmesinin iletilebilmesini sağlar. İki kent arasında belirli aralıklarla kurulacak istasyon­ların yardımıyla mesajlar hat boyunca tekrar­lanabilir ve böylece dalgaların kısa menzilli olmasının getirdiği sınırlamalar aşılabilir. Bu tekrarlama otomatik olarak yapılabilir ve birbirinden ormanlar, ya da çöllerle ayrılmış kentler arasında bu tür bir istasyon zinciri kurularak 1.500 kilometreye kadar olan uzak­lıklara ulaşılabilir.
Eğer bir VHF dalgası iyonosfere dar bir açıyla girerse, enerjinin çoğu uzaya kaçar. Ama bu dalganın küçük bir bölümü iyonos-ferde saçılıma uğrar ve bunun da bir bölümü verici istasyona uzak bir noktada yeryüzüne geri döner. Böylece bu "iyonosfer saçılımı"n-dan yararlanılarak verici istasyona uzaklıkları yaklaşık 1.500 kilometrenin üzerinde olan noktalarda, oldukça duyarlı bir alıcıyla VHF dalgaları alınabilir.

Termoiyonik Lamba


1920'lere kadar hemen hemen bütün radyo istasyonları mors alfabesiyle mesaj gönder­mek için kullanılırdı. Radyo dalgaları aracılı­ğıyla ve mors alfabesiyle mesaj iletimine telsiz telgraf denir. O dönemde vericilerde lamba kullanılmazdı; radyo dalgası üretmenin başlı­ca aracı, elektrik kıvılcımları, Poulsen arkı ya da Alexanderson yüksek frekans alternatörüydü. Bu yöntemlerden hiçbiri telsiz telefon tekniği, yani konuşmaların ya da genel olarak seslerin radyo dalgaları biçiminde gönderil­mesi için uygun değildi.

1904'te İngiliz bilim adamı Sir John Am­brose Fleming, termoiyonik diyot lambayı buldu; ABD'li fizikçi Lee de Forest ise 1906'da bu lambaya ızgara denen üçüncü bir parça ekledi. Triyot lamba denen bu aygıt zayıf sinyalleri güçlendirebilmekteydi. Ama triyot lambanın telsiz telefon için gerekli olan pürüzsüz salınımlar da ürete­bildiği ancak 1913'te keşfedildi.
I. Dünya Savaşı sırasında triyot lambanın verimliliği ve çıkış gücü büyük ölçüde artırıl­dı. 1918'e gelindiğinde pek çok ülkenin silahlı
kuvvetlerinde alçak güçlü telsiz telefonlar kullanılıyordu. Savaş sona erdiğinde radyo üreticileri yeni bir pazar aramaya başladılar. Genel radyo yayını 1920'de başladı. Bugün termoiyonik lambanın yerini büyük ölçüde transistor almıştır; termoiyonik lamba ancak büyük çıkış gücünün ge­rekli olduğu yerlerde kullanılmaktadır.

Radyo Nasıl Çalışır?


Ses dalgaları farklı frekanslarda titreşir; bu titreşimler stüdyoda mikro­fonlarla toplanır ve aynı frekanslardaki elek­trik salınımlarına, yani elektrik sinyallerine dönüştürülür. Bu sinyaller yükselteçlerden (amplifikatör) geçirilerek güçlendirilir ve ar­dından bu "ses frekansları", vericide üretilen daha yüksek frekanstaki radyo dalgalarının üzerine "bindirilir". Bu radyo dalgaları ses frekanslarını uzaklara taşır. Ses sinyalleri ile taşıyıcı radyo dalgalarının aynı dalga düzenin­de birleştirilmesi, yani her iki dalganın üst üs­te bindirilerek tek bir dalga haline getirilmesi gerekir; bu işleme "modülasyon" denir. "Mo­düle edilmiş" ses sinyalleri antene beslenir ve oradan elektromagnetik dalgalar biçiminde yayılır. İki tür modülasyon sistemi vardır: Genlik modülasyonunda (kısaca "A M"), elektrik salınımları yüksek frekanslı taşıyıcı dalgaların genliğini değiştirir. Frekans modü­lasyonunda (kısaca "FM") taşıyıcı dalganın genliği aynı kalır, ama frekansı ses frekanslarıyla değişir. Televizyon vericilerinde görüntü sinyallerini göndermek için A M, ses sinyalle­ri için de FM sisteminden yararlanılır.
Radyo alıcısında, iletkenlerden (bobinler­den) ve sığaçlardan oluşan bir düzeneğin yardımıyla frekans ayarı yapılır ve böylece istenen sinyaller alınır, öbür sinyaller ise alıcı devresinin dışında bırakılır. Transistörler (ya da bugün pek fazla kullanılmayan radyo lambaları), zayıflamış olarak alıcıya ulaşan sinyalleri güçlendirir. Ses frekansları ayrılır ve elektrik salınımları hoparlöre gön­derilerek burada yeniden ses titreşimlerine dönüştürülür.


Uydular Aracılığıyla İletişim


Radyo dalgalarıyla iletişimde son zamanlarda sağlanan en önemli ilerleme. Dünya yörünge­sine oturtulan uyduların yaygın olarak kulla­nılmaya başlanması olmuştur (bak. telekomü­nikasyon). VHF ve öbür yüksek frekans bant­larında, yüzeyden yayılan radyo dalgaların­dan yararlanılarak yapılan yayınların ulaşabi­leceği sınır, kabaca ufuk hattının biraz ötesine kadar uzanır. Radyo vericisinden yayılan sin­yalleri uzaydaki bir uyduya göndermek ve oradan yeryüzüne geri yansıtmak, bu "ufuğu" çok önemli ölçüde genişletir.

Diyelim ki, İngiltere'deki bir UHF istasyo­nu ABD'deki benzer bir istasyonla iletişim kurmak istiyor. Dünya'nın eğriliği nedeniyle, normal olarak bu gerçekleştirilemez. Ama, Atlas Okyanusu'nun üzerindeki bir yörünge­ye her iki istasyonu da doğrudan görebilen bir uydu yerleştirilmişse, bu haberleşme başarıla­bilir. Sinyaller birinci istasyondan uyduya gönderilir; uydu alıcısı bunları toplar ve güç­lendirir. Sonra da bu sinyaller uydudaki kü­çük bir vericiye aktarılır, buradan Dünya'daki alıcı istasyona gönderilir ve burada yeniden güçlendirilir. Bu tür güçlendirmelerde yüksel­tici olarak maserlerden yararlanılabilir. (Maser, "Uyarılmış Işınım Yayımıyla Mikrodalga Yükseltimi" anlamına gelen İngilizce Micro­wave Amplification by Stimulated Emission of Radiation sözcüklerinin başharflerinden oluş­turulmuştur.)

Bu tip bir haberleşme uydusunda, bütün alıcı ve verici donanımları ile bunların yedek­leri bulunur. Uydular, Dünya'dan roketlerle fırlatılır ve yerden genellikle 36.000 km yük­sekteki bir yörüngeye oturtulur. Bu yüksek­likte uydu, Dünya'nın çevresinde Dünya ile birlikte döner ve böylece Dünya üzerindeki verici ve alıcı istasyonlara göre her zaman doğru konumda kalır. Uydularda enerji, ba­taryalardan ya da güneş ışınlarını elektriğe çe­viren güneş pillerinden sağlanır. Gelecekte bunun için belki de nükleer enerji kullanıla­cak ve böylece uydunun çalışma ömrü nere­deyse sonsuz olacaktır. Gezegenler arası yol­culuklarda laserlerden yararlanma olanağı vardır. Laserin ürettiği çok yoğun ışık demeti, sinyallerle modüle edilerek ses sinyalleri için taşıyıcı dalga görevi görebilir.

MsXLabs.org & Temel Britannica
Son düzenleyen Safi; 11 Aralık 2016 05:35
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
Mira - avatarı
Mira
VIP VIP Üye
19 Temmuz 2012       Mesaj #4
Mira - avatarı
VIP VIP Üye
Ad:  Radyo4.jpg
Gösterim: 672
Boyut:  38.8 KB
Radyo

Radyo dalgaları aracılığıyla uzak mesafelerden yapılan bilgi alışverişi ve bunun gerçekleştirildiği sistem. Radyoyla iletişim, bir verici istasyon ve buna bağlı radyolink istasyonlarıyla alıcı bir istasyondan oluşur. Verici istasyonda bir piezoelektrik osilatör aracılığıyla düzgün radyo frekanslı taşıyıcı dalgalar oluşturulur. Bu dalgalar güçlendirilerek iletilmesi istenen bilgiyi taşıyan bir sinyalle (örneğin ses) modüle edilir. Daha sonra, modüle edilmiş radyo frekanslı sinyal yeniden güçlendirilerek bir antenden yayılır. Alıcı istasyonda başka bir anten, bu yayılmış enerjinin çok küçük bir bölümünü (ve bir miktar da parazit gürültü) alır. Bu sinyal de güçlendirilip ters bir modülasyonla başlangıçtaki sinyal (ses) elde edilir.

Radyo iletişimi ya alıcı-verici istasyonlar arasında gerçekleştirilir ya da radyo yayınlarında olduğu gibi, merkezi bir istasyonun (verici) yaptığı yayın ayrı ayrı alıcılarca alınır. Bu durumda merkezden yayılan program radyo alıcılarına telli ya da telsiz (mikrodalga) bağlantılar (link istasyonları) aracılığıyla ulaştırılır. Radyo iletişiminden yararlananların çokluğu (uçaklar, gemiler, güvenlik kuvvetleri, amatör radyocular, normal radyo yayınları), girişim olayına yol açabileceğinden elektromanyetik tayfın radyo frekansı bölümünün denetimli biçimde kullanılması gerekir. Bu nedenle her ülkede kullanılacak frekanslar uluslararası anlaşmalarla belirlenmiştir.

Radyo dalgalarının varlığını ilk kez 1860'larda James Clark Maxwell ileri sürdü. Deneysel olarak üretilebilmeleri ise ancak 1887'de, Heinrich Hertz tarafından gerçekleştirildi. 1894'te Oliver Lodge "telsiz" telgrafı, 1901'de de Marconi ilk denizaşırı radyo yayınını başardı. Ses yayını 1900'de gerçekleştirildiyse de verici ve güçlendirici zayıf kalmaktaydı. Bu sorun 1906'da Lee De Forest'in triyot lambayı bulmasıyla halledildi. Transistörün bulunmasıyla II. Dünya Savaşı'ndan sonra radyo teknolojisi de önemli değişme ve gelişmeler yaşadı.

MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi
Son düzenleyen Safi; 11 Aralık 2016 05:36
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
11 Aralık 2016       Mesaj #5
Safi - avatarı
SMD MiSiM

RADYO

Ad:  Radyo5.jpg
Gösterim: 658
Boyut:  40.7 KB

a. (fr. radio).
1. Radyo yayını alıcısı. (ALICI.)
2.
  • Alarmlı radyo, içerdiği bir saat yardımıyla, çalarsaati dinlenen bir radyo istasyonunada radyonun çalışmasından bağımsız bir zili çalıştırmaya olanak veren radyo alıcısı.
  • Kasetli radyo, bir teybe bağlı bir radyo alıcısından oluşan aygıt.
  • Pikaplı radyo, bir yükselteç, bir tüner ve bir pikaptan oluşan bütün.
—Eğit. Radyo ile eğitim, okul içi ya da okul dışı eğitimi tamamlamak, zenginleştirmek gibi düşüncelerle radyo yayınlarından amaçlı ve planlı biçimde yararlanma.

—Öğrenciler için hazırlanan özel radyo programlarıyla yapılan eğitim. (Bk. ansiki. böl.)

—Oto. Oto radyosu, otomobillerde kullanılmak üzere yapılmış radyo alıcısı. (Bk.ansiki. böl.)

—Radiletiş. Radyo yayını yapmak, radyoelektrik dalgalarla yayın yapmak ve özellikle bir radyo yayın programı yayımlamak.

—Telekom.
  • Radyo yayını, yayınları doğrudan kamuya seslenen ve yalnızca sesli programlara yer verilen radyoiletişim. (Bk. ansiki. böl.)
  • Stereo radyo yayını, çoğu kez frekans modülasyonu (FM) tekniğiyle gerçekleştirilen ve yayınların stereo olarak yayımlandığı radyo yayını.
—Ulaş. Radyo-taksi, telsiz telefon donanımı aracılığıyla, çalıştığı şirketle bağlantı kurabilen taksi.

—ANSIKL. Eğit. Türkiye radyolarında eğitim ve öğrenimle ilgili yayınların gerçekleştirilmesi girişim ve uygulamalarının geçmişi, 1938'e kadar uzanır. 1946’da yabancı dil yayınlarına da başlandı. Giderek örgün eğitime yardımcı olmak üzere okul radyosu, yabancı dil dersi (almanca, fransızca, İngilizce), eğitim önlisans gibi yayınlar gerçekleştirildi. Ayrıca çocuklara, gençlere, ailelere, yaşlı ve emeklilere, sosyal bakımdan korunması gerekenlere, iş meslek kesimlerine, turistlere yönelik yaygın eğitim programları yayımlandı. 1992 yılında eğitim programlarının yayın oranları, Radyo l’de % 18, Radyo ll'de % 15’ti.

—Oto. Başlangıçta lambalı olan oto radyosu, anotların beslenmesi için gerekli yüksek alternatif gerilimi sağlayan titreşimli bir dönüştürücü gerektiriyordu. Tranzistorlarla donatılan modern alıcılar doğrudan doğruya arabanın bataryasından beslenir. Taşıtın elektrik donanımı parazite karşı korunmuş olmalı, yani kıvılcım üreten organların (dinamo, platin, bujiler) yaydığı parazitleri yok etmeye ya da hiç olmazsa büyük ölçüde azaltmaya yarayan elemanlarla (kondansatörler ve dirençler) donatılmalıdır.

—Telekom.
Radyo yayını. 1907'de, Berlin ile Kopenhag arasında bir söz iletimi, 1910'da, ABD’de bir müzik iletimi, 1914’te Belçika'da bir konser iletimi gibi pek cesaret verici olmayan birkaç girişimden sonra ilk radyo yayınları, önce 1920 şubatında, Büyük Britanya'da, Chelmsford’ da, sonra ağustosta, ABD’de, önce Detroit, daha sonra Pittsburgh'ta (kasımda, Harding'in kazandığı başkan seçim sonuçları yayınıyla) başladı. 1921'de general Ferriâ, Eiffel kulesinden denemelere, daha sonra düzenli yayınlara başladı. Bu dönemde yayın güçieri ancak birkaç kilowatt'a ulaşabiliyor ve galenli algılayıcılardan oluşan alıcılar amatörlerce yapılıyordu. Daha sonra, 1925'e doğru, piller, ve akümülatörlerle beslenen “triyot" lambalı alıcılar ve 1930'a doğru, doğrudan elektrik enerjisi şebekesinden beslenen alıcılar ortaya çıktı. Böyle bir şebekeden bağımsız yarıiletkenli ya da tranzistorlu alıcılar ise, ancak 1955’ten sonra yaygınlaştı.

Başlangıçta, ulusal ya da bölgesel, bir hizmet veren radyo yayınlarında, kilometrelik dalgalar (uzun dalga) ve hektometrelik dalgalar (orta dalga) kullanılıyordu. 1930-1935 arası, dekametrelik dalgalarla (kısa dalga) yapılan yayınlar, denizötesi ülkelere erişme olanağı sağladı. 100 MFIz’ lik frekanslar bandında gerçekleştirilen ve mükemmel bir ses niteliğiyle, stereo iletimlere olanak veren radyo yayınları, savaş öncesi, ABD’de oldukça yaygınlaştı ve 1945’ten başlayarak tüm Avrupa'ya yayıldı. Bu frekans bandında, dekametrelik dalgalarla, oldukça uzun mesafelerden yapılan yayınlar da alınabiliyordu. 60'lı yılların başından bu yana, alıcı ve verici donanımlarının minyatürleştirilmesi, bireysel dinleme olanaklannın yanı sıra, o zamanlar radyo için büyük bir yenilik olan, homojen ve dağılmış ya da heterojen ve yörel olarak bir araya toplanmış özel dinleyici topluluklarına seslenme olanağını da sağladı. Bu son topluluklar gerektiğinde, kendi programlarını kendileri yapıyordu.

Yakın geçmişte, yaklaşık 80°'nin ötesindeki kutup bölgeleri dışında, bütün dünyaya hizmet verme olanağı sağlayan, uyduyla doğrudan yayın sözkonusu oldu. Ancak, uydu yayınlarını alacak donanımların yüksek fiyatı nedeniyle, klasik aktarıcılar ya da metal kablo ya da optik lif ağları yardımıyla, tek bir alıcı donanımdan konutlara ya da bölgelere doğru gerçekleştirilen bir dağıtım sistemi tasarlandı. Yayın karışmalarını azaltmak için, verici yayınlarının frekansları ve ayırtedici nitelikleri, uluslararası antlaşmalarla belirlenmiştir. Uluslararası telekomünikasyon birliği' nin radyoiletişim tüzüğü'nce tahsis edilen frekans bandı sınırları içinde, Avrupa'da, kilometrelik ve hektometrelik bantlardaki radyo yayınları, 1975 Cenevre planınca düzenlenmiştir; frekans modülasyonlu radyo yayınları ise, hâlâ üzerinde çalışılmakta olan, 1961 Stockholm planına bağlıdır.

Kaynak: Büyük Larousse
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 11 Aralık 2016 05:36
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
11 Aralık 2016       Mesaj #6
Safi - avatarı
SMD MiSiM

RADYOELEKTRİK

Ad:  RADYOELEKTRİK.jpg
Gösterim: 662
Boyut:  23.6 KB

a. (fr. radıoelectncı'den). Yüksek frekanslı elektrik salınımları ile bunlara ilişkin elektromanyetik dalgaların, özellikle radyoiletişim amacıyla uygulanmalarını ve özelliklerini konu alan bilim dallarının ve tekniklerin tümü.

—ANSİKL. 1845'te elektromanyetik indüklemeyi bulan Faraday, ışığın polarma düzleminin bir manyetik alanın etkisiyle döndüğünü ortaya koyarak ışık ile manyetikliğin aynı aileden oldukları sonucuna vardı. Fresnel daha önce 1818'de ışığın titreşimli yapısını kanıtlamıştı. 1865 ile 1873 arasında, Maxwell ışığın elektromanyetik yapısını kuramsal olarak inceledi ve elektromanyetik dalgaların boşlukta yayılma hızının sabit olduğunu ortaya koydu. Boşlukta yer değiştirme akımı kavramını ve dielektrik cisimleri göz önüne alarak elektromanyetik dalgalar kuramını kurdu. 1887'de Hertz, elektromanyetik dalgaların ışık dalgalarında olduğu gibi, bir engelden yansıdığını ve bir prizmayla (parafinden) saptırıldığını göstererek Maxwell’in görüşlerini deneysel olarak doğruladı.

Hertz, aralarında bir kıvılcım üreten bir Ruhmkorff bobininin bulunduğu bir rezonatörden yararlandı ve dalgaları birkaç metre öteye yerleştirilmiş, birkaç santimetrelik bir yarığı bulunan ve içinde küçük kıvılcımların çaktığı bir gözün içinden algıladı. 1890’da, Branly, elektromanyetik salınımlara Hertz'in küçük eklatöründen daha duyarlı olan radyoiletkenleri keşfetti. Lodge 1894’te talaşlı koherörü bir algılayıcı gibi kullanarak Hertz'in deneylerini yineledi ve verici ile alıcı arasında bir rezonans olması gerektiğini ortaya koydu. 1895 ve 1896’da Popov, uzun bir iple bir balona bağlı bir koherörden oluşan ve bir Mors alıcısını çalıştıran bir fırtına kayıt düzeneği yaparak Lodge'u izledi. Popov Ruhmkorff bobinli bir vericinin beslenmesini keserek Mors abecesiyle "Heinrich Hertz" adını 1000 m uzaklıktaki bir alıcıya iletti; bu, gönderilen ilk telgraf mesajıydı. Ancak, hemen aynı zamanda, 1895' ten başlayarak, Marconi değişik biçimlerde antenler geliştirdi ve İtalya ile Büyük Britanya'da, aralarındaki uzaklık milleri bulan gemiler arasında birçok bağlantı gerçekleştirdi. 1899'da radyoelektrik dalgalarına Manş denizi’ni aşırttı ve 1901'de, cıva damlalı bir algılayıcıyı alıcı olarak kullanarak Atlantik ötesi bir bağlantı gerçekleştirdi. istihkâm yüzbaşısı Ferriö, Manş'ın kıyısı ile bağlantı kurmak için Wimereux’de buna koşut olarak deniz teğmeni Tissot da donanma tarafından Popov'la bağlantı sağlamak için görevlendirilmişlerdi.

1900’den başlayarak, yayım, alma ve yayılma olaylarındaki gelişmeler birbirinden bağımsız olarak gerçekleşti. Alım konusunda elde edilen başlıca sonuçlar, algılayıcıların duyarlığının artırılması, daha sonra da, aynı anda birçok yayın arasından istenen istasyonu seçmeye olanak veren yükselteçlerin yapımı oldu. Fransa’da Eugöne Ducretet 1899'dan başlayarak rus donanması için, bir telefon kulaklığına bağlı bir algılayıcı olan alıcılar üretti. 1900'de Ferriö, 1904'e kadar kullanılan elektrolitik algılayıcıyı keşfetti. Marconi 1903'te manyetik algılayıcı beratını aldı. Duyarlılık alanında en önemli gelişme galenli algılayıcıyla sağlandı (1907-1909); ancak bu aygıtın ayarı kararsızdı. 1912’den başlayarak, ABD'den sonra Fransada da, işaretleri yükseltmeye olanak veren birkaç De Forest "odyon"u ya da düzlemsel elektrotlu triyot lambası yapıldı. Askeri telgraf aygıtlarında kullanılan silindirsel elektrotlu triyot lambası 1915’te ortaya çıktı ve 1919’a dek 1 milyondan fazla üretildi (günde ortalama 1000 lamba). Bu lamba 1917’den başlayarak amerikan ordusunda "VT 1" (Vacuum Tube One) adıyla kullanılmaya başladı. Önceleri galenli algılayıcı, "alçak frekanslı” lambalı bir yükselteç ile birlikte kullanıldı. Daha sonra galenli lambanın yerini “geri beslemeli” bir triyot lambası aldı. Ardından triyot lambası yerine de lambalı bir yükselteç kullanılmaya başladı. 1914'te alman Meissner'in ortaya koyduğu süperheterodin ilkesinden yararlanan Lucien Lâvy 1917 ve 1918'de gerçekleştirdiği düzeneklerin beratını aldı. Artık radyo alıcılarının hemen tümü süperheterodin ilkesine göre yapılıyordu. Galenlerin yerini alan vakum diyotları diğer doğrultucular ve yükseltici vakum tüpleri de yerlerini gittikçe 1948'in sonunda ortaya çıkan yarıiletkenli diyotlara ve tranzistortara bıraktı. Bu yeni düzeneklerde de temelde süperheterodin ilkesine bağlı kalındı; bununla birlikte bu ilke daha sonra gigahertz düzeyindeki frekanslarda kullanılabilen özel tüplerde de uygulandı; ilerleyen dalgalı tüpler, kilistronlar ve diğerleri.

Yaklaşık 1910 yılına kadar vericiler yalnızca sönümlenmiş dalga üreteçleri olarak kullanıldı; bu üreteçler temelde, darbe yoluyla bir salınım devresini uyaran, genellikle döner bir eklatör, bir alternatör ve gerilim'yükseltici bir transformatörden oluşuyordu. Sönümlenmiş dalgalı bu yayımların her biri, radyoelektriksel tayfta büyük bir yer kapladığından bu tür yayınların sayısı sınırlıdır Bu sakıncayı kısmen ortadan kaldıran ve sönümsüz dalgalı verici denen ilk vericiler, 1910'da ABD'de ortaya çıkan Poulsen arkıdır. 1918'de Bordeaux Croixd'Flins'de, amerikan ordusu için yapılmaya başlanan 1000 kW besleme gücündeki iki ark 1920'de Posta idaresi tarafından tamamlandı. Ancak ark, armonikleriyle, hâlâ güçlü bir yayın karıştırıcı olma sakıncasını gösteriyordu; nihayet Almanya ve ABD'de yapılmaya başlanan yüksek frekanslı alternatörlerle 1915'ten başlayarak sönümsüz ve armonikleri göz ardı edilebilecek kadar küçük gerçek dalgalar üretildi; bu alternatörler 1922’de 500 kW'lık bir anten gücüne ulaşmayı sağladı. Eldeki tayf ancak yüksek frekanslara doğru genişletilebilir; oysa, 30 kHz'e (dalga boyu 10 km) ancak gücü 25 kW'a düşürülmüş alternatörlerle ulaşılabilir (örneğin 1923'te, Çin'in güneyinde, Yünnan'da, Fransa'nın kurduğu istasyon).

Bununla birlikte, tropiklerarası bölgede, örneğin Saigon'da, atmosfer boşalmaları yılın 6 ayı boyunca bu frekanslar da alımı olanaksızlaştıracak bir düzeydedir. Ancak o dönemde özellikle amatör telsizcilerin katkılarıyla, triyotların sağladığı 30-40 W'lık güçle, 3 MHz'in üzerindeki frekanslarda (dalga boyları 100 m'den az) çok uzak mesafelerle bağlantılar kurulabileceği kanıtlandı; bu bağlantılar, yüzyıl başında Kennelly ve Heaviside tarafından öngörülen, ancak varlığının sürekliliği herkesçe kabul edilmeyen, yüksek atmosferin iyonlaşmış katmanları sayesinde gerçekleştirildi. Teknolojideki ilerlemeler çok kısa bir süre sonra 3 MHz’in üzerinde kilowattlarca güç sağlayan vakum tüplerinin ortaya çıkmasını sağladı; anteni besleyen güç, kısa dalgalar üzerine yöneltilen ve fazla yer kaplamayan antenlerle elde edilen kazançla çoğaltıldı. Faydalı güçteki bu artış, özellikle iyonosferdeki değişimlere ilişkin oldukça kesin bir tahminin yapılamadığı durumlarda, iyonosferde dalgaların yayılmasıyla sağlanan bağlantıların günlük ve mevsimlik süresini artırmak için gerekliydi. Günümüzde iyonosferde yayılmayla sağlanan kullanılabilir dalga dizisi tümüyle doymuş durumdadır ve yaklaşık 300 GPIz’e dek yüksek frekanslar (dalga boyu 1 mm) kullanan Plertz demetleri ve röle uydularla yayım trafiğini genişletmek olanaklı değildir. Bu yüzden yüksek kazançlı yansıtıcıyla yönlendirilen antenlerden yararlanma yoluna gidilir; gerekli anten güçleri zayıftır. Vakum tüpleriyle, kolayca 20 kHz üzerinde 1 MW, 200 kHz'e doğru 1 000 ile 2 000 kW ve 300 MHz üzerinde 100 kW sağlanabilir. Çok daha düşük güçler tranzistorlarla üretilir, ancak yarıiletkenlerin kullanım sınır frekans ve güçleri gittikçe artmaktadır.

Kaynak: Büyük Larousse
Son düzenleyen Safi; 11 Aralık 2016 05:42
SİLENTİUM EST AURUM

Benzer Konular

5 Mart 2017 / Misafir Mühendislik Bilimleri
2 Kasım 2012 / kompetankedi Mühendislik Bilimleri
27 Temmuz 2016 / KisukE UraharA Mühendislik Bilimleri