Arama

İslamiyet Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı

Güncelleme: 11 Ocak 2010 Gösterim: 61.931 Cevap: 2
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
18 Şubat 2007       Mesaj #1
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi
İslamiyetin Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı

Sponsorlu Bağlantılar


Türkler kitleler halinde İslamiyeti kabul etmeye başladıktan sonra, Kur'an dili olan Arapça'yı öğrenmeye başladılar. Buna bağlı olarak edebi eserler de bu dilde verilmeye başlandı. Buhara, Semerkand ve Kaşgar gibi büyük şehirlerde medreseler kurularak Arapça ve İslami İlimler üzerine eğitim verilmeye başlandı. Yine bu dönemde halkın kullandığı dil olan Türkçe içinde Arapça kelimeler arttı. Farabi ve Zemahşeri gibi ünlü bilginler yetişti. Diğer müslüman milletlerle aynı İslami dersler ve ilimler öğretildiğinden kültürlerde yakınlaşmalar doğdu. İslamiyet, Türklerle diğer milletlerin ortak paydası oldu.

Kutadgu Bilig

Kutadgu Bilig, 1069-1070 yıllarında Balasagunlu Yûsuf Hâs Hâcib tarafından, aşağı yukarı 18 ayda yazılmış ve Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Karahan'a sunulmuştur. Eser, hükümdar tarafından çok beğenildiği için, yazarına sarayda "hâciblik" görevi verilmiştir.
Eser, Uygur harfleriyle, Türkçe ve şiir halinde yazılmıştır. Eserde Budizm inançlarıyla yoğrulmuş bir Türk kültürünün, Orta Asya Türk ahlâk ve geleneklerinini genel özelliklerinin ve Türklerin yeni girmeye başladıkları İslâm kültür ve inanç sisteminin etkisi vardır.
Kutadgu Bilig'de adaleti, aklı, devleti ve kanaati temsil eden (sırasıyla Kün-Togdı, Ay-Toldı, Öğüdülmüş ve Oğdurmuş) kişiler arasında konuşmalar olmakta; Vezir Ay_toldı, daha sonra da oğlu Öğüdülmüş, hükümdara yönetim konusunda öğütler vermektedir. Bu, tarihimizde daha snra da bazı örneklerine rastlayacağımız bir "siyasetnâme" örneğidir.
Burada, Kutadgu Bilig'de eğitim-öğretim, akıl ve bilgi, dil ve konuşma konularının nasıl ele alındığı konusunda kısa bir tahlil yapılmaya çalışılacaktır.
Eserde, eğitimin kalıtsal temellerine tam olarak inanılmaktadır. Yere ekilen tohumun kendi aslına uygun olarak bittiği gibi, oğulun tabiatı da babasına çeker.
Doğuştan iyi olandan dâima iyilik gelir, doğuştan kötü olanın ıslâhına ise çare yoktur. Anne karnında teşekkül eden tabiat ve terbiye, insanı ancak kara toprak altında terk eder, Akıl çalışmakla elde edilmez; Tanrı onu insanın hamuruna atar. Bilgi için insanda bulunması gereken sermaye akıl ve gönüldür ki onu, Tanrı ihsan eder. Her şeyi sonradan elde edebilen insan, aklı elde edemez; akıl, Tanrının bir lütfu olarak insanla beraber doğar.
Ancak buna rağmen insan doğuştan âlim olarak doğmaz, sonradan öğrenir. Bunu açık şekilde dilde görmekteyiz: Dil, doğuştan konuşmaz, zamanla konuşmaya başlar. Akıl, doğuştan getirilmekle beraber küçük çocuk onu hemen kullanmaya başlayamaz, "yaşı gelmedikçe kalem yürümez". İnsan bilgisiz olarak doğar ve yaşadıkça öğrenir; hem de bütün faziletleri ve hareketleri...
Çocukların iyi veya kötü olmalarına anne-babaları neden olur; çocuğun terbiyesinden özellikle baba sorumludur. Çocuğu çok sıkı terbiye etmelidir, ancak bunun da usulleri vardır: eğitime erken başlamalı, bilgiyi küçükken öğrenmelidir; küçük yaşta öğretilen bilgi hayat boyu unutulmaz. Bu arada çocuklar başı boş bırakılmamalı, naz içinde yetiştirilmemeli, gerekirse dayak atılmalıdır.
İki tür insan vardır: öğreten ve öğrenen; bunların dışındakiler hayvandır. Metod olarak da Sokratvari bir soru-cevap yöntemi önerilmekte ve eserde de en iyi örneklerinden biri verilmektedir. Sormak erkektir, cevap vermek dişi; dişi, ancak erkek sayesinde doğurur, iyi fikirler de ancak iyi sorulara cevap olarak çıkar. Kutadgu Bilig'te bilginin işe yarar olması çok önemlidir, bilgi insanı işe yarar kılmalı, işleri yoluna koymalı, doğru yolda yürütmelidir. Çünkü insanı hayvandan ayıran aklı, bilgisi ve bunları kullanabilmesidir.
Tanrı, insanı seçerek yaratmıştır; erdem, akıl, bilgi ve anlayış vermiştir. İnsanın değeri, bilgiden ve akıldan gelir; "anlayışlı olan anlar, bilgili olan bilir." Bilgisizlik körlüktür, hastalıktır; bunun tedavisi de şüphesiz eğitim yolu ile bilgi kazanmadır. "Bütün iyilikler bilginin faydasıdır; bilgi ile göğe dahi yol bulunur". Anlayışla elde tutulan dünya, bilgi ile idare edilir, İnsan her şeye bilgi ile nüfuz eder. "İnsan bilgi ile büyür, akıl ile yükselir". Bilgi, aklın sarayıdır ve akla hürmet bilgiden gelir. Akıl, insan için kâfi bir eştir. Eğer insan öfkelenir, hiddetlenirse; akılsızca, bilgisizce hareket eder, Bu nedenle yavaş, yumuşak hareket etmelidir. Esasen akıl gençtir ama hareketi ihtiyardır. Akıl, hem dilin hem de insan hareketlerinin kösteğidir.
Kutadgu Bilig'de eğitim açısından en yoğun işlenen konulardan bir başkası da dil ve sözdür. Bilerek söylenilen söz, bilgidir, Bilgi, dil ile meydana çıkar ve çevreyi aydınlatır, İnsanın dilini ayarlayan bilgi onun anlayış ve bilgisine tercüman olan da dildir. Söz, akıl ile söylenmeli, bilgi ile süslenmelidir. Alimlerin sözleri bilgisizler için gözdür. İnsanlar doğarlar, yaşarlar ve ölürler; ondan geriye miras olarak söz kalır. Dil ve söz bir insan için çok değerlidir.
"Aklın süsü dil, dilin süsü söz;
İnsanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür" (Türkçe Atasözü)
Dilin faydası çok olduğu gibi, zararı da çoktur. İnsan söz ile yükselmekte, ancak gene sözle düşmektedir. Dil, insanı değerlendirir de, değerden de düşürür. Yusuf Has Hacib, "söylemediğin söz, sana kuldur; eğer söylersen sen ona kul olursun", demektedir. Sözün yeri sırdır; söz ondu, fakat biri söylenmeli, dokuzu söylenmemelidir. Bilgili diline hakim olmalı, bilgisiz ise hiç konuşmamalıdır, Çünkü dil her gün başı tehdit etmektedir, Gereksiz söz yanan ateş gibidir, çevresine hayat verir.
Yazı, sözün zaptedicisidir, o zamanki toplumlarda gerek dinlerin bozulmadan yayılmasında gerek devlet yönetiminde- yazıya büyük bir kutsiyet atfedilmektedir. Ülkeler kılıç ile fethedilir ve elde tutulur, ama ülkeyi ve halkı kılıç idare etmez, kalem idare eder.
Burada incelenen birkaç konuda da görüldüğü gibi, Kutadgu Bilig döneminde Orta Asya Türk toplumları eğitim-öğretim açsından gayet yüksek bir düzeye çıkmışlar; işledikleri konuları gayet felsefî ve erdemli bir tarzda işleyebiliyorlardı.
Atabetü'l-Hakayık


Kutadgu Bilig'e göre çok daha kısa, basit ve hattâ bir dereceye kadar kaba, cansız bir başka Türk eseri, Edip Ahmed'in Atabetü'l-Hakayık adlı eseridir. Kimliği hakkında fazla bilgi bulunamayan Edip Ahmed'in Yüknek'li Mahmud'un oğlu olduğu, ama olduğu ve manzum olarak Türkçe vaaz ve öğütler verdiği bilinmektedir.
Eser, Kutadgu Bilig'den çok daha İslâmidir; önce Allaha, Peygambere ve dört halifeye övgü ile başlaması, onun İslâm geleneğine daha çok girdiğini gösterir. "Gerçeklerin Eşiği" anlamındaki bu eser gene tarihi kişiliği fazla bilinmeyen Muhammed Dad İspehsalar Bey'e takdim edilmiştir. Fazla orijinalitesi olmayan, o devirdeki inanç ve kültür ortamına uygun bilgileri manzum olarak söyleyen, bunları âyet ve hadislerle destekleyen bir kitaptır. Ancak eserin daha sonra çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda çoğaltılması ve düzenlenmesi, eğitim alanında önemli bir ihtiyacı karşıladığını göstermektedir.
Atabetü'l-Hakayık, halka verilen öğütlerdir. Ancak buna rağmen içindeki Arapca ve Farsça kelimelerin bir hayli arttığı görülmektedir. Cömertliği, tevazuyu, keremi övmesi; kibir ve harisliği yermesi o zamanki kültür ortamında bir gelenek olmuştu. Bu eser, eğitim tarihimiz bakımından şu noktalarda ilginçtir. Emir övülürken
"O akıl, anlayış, şu'ur ve zekâ mekanı, bilgi ocağı ve fazilet kaynağıdır"
denmesi, o zaman beğenilen, takdir edilen ideal bir şahsiyet tipinden neler anlaşılması gerektiğini çok iyi göstermektedir. Aynı Kutadgu Bilig'de olduğu gibi, burada da bilgi ve dil konuları üzerinde en başta ve hassasiyetle durulmaktadır. Edip Ahmed'e göre de bilginin faydası veya bilgisizliğin zararı açıkça görülmektedir. Bilgi, mutluluk yoludur. Kemik için ilik ne ise, insan için de bilgi odur. Bilgisiz insan hiç bir şeydir, bir ölüdür. Bilgisize doğru söz ve öğüt tatsız, faydasız gelir. Yaradan Tanrı ancak bilgili olmakla bilinir; insanın kendisi de bilgi ile yükselir. Bilginin temeli olan akıl, insanın gerçek ziynetidir.
Atabetü'l-Hakayık'ta üzerinde durulan bir başka konu da, insanın diline sahip olmasıdır. Edeblerin başı, dili gözetmektir. Düşünerek konuşmalıdır, yoksa dil ve söz insanın başına bela olur. İnsana ne gelirse dili yüzünden gelir. Zaten Hz. Muhammed de "İnsanı ateşe atan dilidir" diyordu. Edip Ahmed de ok yarasının bir gün kapanabileceğini ama dil yarasının kapanamayacağına işaret ediyordu. O halde yalan söylememek, gevezelik etmemek ve doğru söylemek gerekir; çünkü doğru söz şifadır. İnsanın diline hakim olması, doğru ve güzel söz söyleyebilmesi için de, sadece maddî hayatı sürdürebilmek için gerekli bazı bilgilerin değil, son derece soyut bilgilerin de yaygın eğitim vasıtasıyla verilmesi gerekiyordu. Ancak manevî kültür gililerinin bu kadar çoğalması yaygın eğitimin gücünü zorluyor; örgün eğitimi zorunlu kılıyordu.
Dîvanü Lûgati't-Türk

Orta Asya Türk toplumları arasında aşağı yukarı 5. yüzyıldan itibaren yoğun bir din propagandası ve çatışması başlamış; üstünlük kazanan dinler kendi kültürlerini de yaymaya başlamışlardı. Orta Asyadaki din çatışmaları aşağı yukarı l0. yüzyılda belirgin bir sonuca ulaşmış ve Karahanlı Devleti dolayısıyla da oldukça istikrarlı bir toplum ve devlet içinde Türklerin esas dini haline gelmeye başlamıştır.
Türkistan'daki halkların büyük bir çoğunluğu Müslüman olunca din çatışmasının yerini dil ve kültür çatışması almıştır. Gerçi bu çatışma Arap ordularının Orta Asya topraklarına girmesiyle başlamış, Kuteybe İbn Müslim 712-716 arasında Harezm bilim ve edebiyatına ait bütün eserleri ve bu yazıyı yazmayı bilenleri yok etmişti, ama gene de Türkçe, daha 5. yüzyıldan itibaren birçok yönlerden işlenmiş bir dil idi. Daha sonra ise Soğdakça, Farsça ve Arapçaya karşı güçlü bir şekilde direniyor; kaybolmuyor. Hatta Karahanlılar döneminde Soğdak dili tamamen yok ediliyor, Farsça alabildiğine etki altına alınıyor. Ama Arapça'nın hem ayrı bir dil yapısında olması, hem de Kuran-ı Kerim'in, Peygamberin bile değil, doğrudan Allahın sözü olması, Müslümanlarda Arapça diline ve yazısına karşı, diğer dinlerde olduğundan daha fazla bir bağlılık ve dokunulmazlık yaratıyor.
Ancak şu da var ki, Türkler 6. yüzyıldan itibaren Arapların arasına sızmaya başlıyordu. 9. yüzyılda Türk askerlerinin Arap ülkelerindeki namları o kadar yayılıyor ki, Halife Türklerden meydana gelen bir ordu kuruyor. 10. yüzyıl başlarında Türkler halife veya daha doğrusu İslâm ordularının komutanlığını ele alıyorlar. 11. yüzyıldan itibaren de İran, Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu'da yüzyıllarca sürecek Türk hakimiyeti başlıyor.
Kâşgarlı Mahmud'un Divanü Lûgati't-Türk adlı eseri, işe böyle bir gelişme ve patlamanın eseridir.
Kendisine "Kâşgarlı" diyen Mahmût, aslen Isıkgöl civarındaki Barsganlıdır. Kendisi Türklerin "en uz dillisi, en açık anlatanı akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı" idi. Buhara'da, Nişabur'da ve Bağdad'da öğrenim gördüğü tahmin ediliyor. Eserini Kaşgar'da mı, yoksa Bağdad veya Şam'da mı yazdığı şüphelidir; ancak eser 1072-1074 yıllarında yazılmış ve Bağdad'ta Abbasi Halifesi Ebu'l-Kasım Abdullah'a takdim edilmiştir.
Bu eser, birkaç yönden önemlidir: Önce yüce bir amaç uğrunda güçlü bir direnişi simgeliyorsa da, genel gelişime bakıldığında, Kutadgu Bilig'in Türkçe adlı, Türkçe bir kitap olduğu; Atabetü'l-Hakayık'ın Arapça adlı, Türkçe bir kitap olduğu, Divan-ı Lûgati't-Türk'ün ise Arapça adlı Arap harfleriyle yazılmış bir kitap olduğu görülür. Bu, Türk kültüründeki o zamanki değişimin kalın ana hattını vermektedir.
Ancak buna rağmen Kâşgarlı Mahmud'un Dîvan'ı Türkler ve Türkçe için birçok yönlerden çok önemli ve diğer eserlerden çok çok değerlidir.
Divan, Türkçe'nin en eski ve birleştirici kaynağıdır. Artık o çağlarda çeşitli Türk toplulukları kendi boy adlarının peşine düşmeyi bırakmışlar; boylar üstü genel bir Türk topluluğu, kültürü ve bilinci oluşmaya başlamıştı. Kaşgarlı Mahmud da "bütün" Türk illerini, obalarını ve bozkırlarını dolaşarak Türk diline ve kültürüne ait verileri toplamış; hadis araştırmaları dolayısıyla Arabistan'da bir hayli ilerlemiş olan kültür temelli sözlük bilim geleneğine uygun olarak bunları bir Divan içinde işlemişti.
Orta Asya Türk dil ve kültür hayatının en güçlü ve güvenilir kaynağı olan bu eser, Orta Asya Türk kültüründeki gelişmeyi, kültürel hayatın hemen bütün yönlerini dikkatli bir gözlem ve derin bir bilgi sonucu olarak ortaya koyuyordu. Yabancı dil ve kültürlere karşı Türk dil ve kültürünü savunurken, Türkçenin bir millet, devlet ve kültür dili olarak ne kadar yetkin düzeyde olduğunu da ispat ediyordu.
Kendisi köklü bir filolog, etnolog, folklorcu ve sözlükçü olan Kâşgarlı Mahmut, diğerlerinin yaptığı gibi daha önce yazılan kaynaklardan derlemeler yapmada; Türk halkının o zamanki sözlü kültür eserlerine dayandı. Güçlü bir din, kültür ve edebiyat dili olan Arapçaya karşı yazılımış olan bu eser, kendisinden 426 yıl sonra yazılmış olan Ali Şîr Nevaî'nin Muhakemetü'l-Lûgateyn'inin Türkçe ile Farsça'yı karşılaştırdığı gibi, Arapça ve Türkçe yi de karşılatırmaktadır.
Kâşgarlı Mahmut, sahih olmayan hadisler de kullanarak Türk adının Tanrı tarafından verildiği, onların güçlü kılındığı ve uzun sürecek bir egemenlikleri olduğunu; bu nedenle Türk dilini öğrenmenin bir din borcu, manevî bir kültür borcu olduğu ve aynı zamanda akıllı olmanın da bunu gerektirdiğini söyleyerek Araplara Türkçe öğretmeyi amaçlamaktadır. Bizim eğitim tarihimiz açısından meselenin esas can alıcı noktası buradadır. Divanü Lûgati't-Türk, Türkçede yazılmış ilk kitaplardan biridir., Divan, bilinmeyen kelimelere bakılmak için yazılmış bir sözlük değil, bir öğretim sözlüğüdür. Bu sözlükte, dil öğretmek için izlediği belli başlı metodlar da şunlar olmuştur:
Kaşgarlı, Türk dilinin öğretiminde kullanılacak temel araçları hazırlamıştır: Önce -bugün elimize geçmeyen "Kitâbü Cevahirü'n-Nahv" adlı sentaks temelli bir Türkçe gramer yazmıştı; daha sonra kelimeleri bir araya getirip Divan'ı düzenlemiş; pek çok örneğin yanı sıra fonetik ve morfoloji konularını da bu eser içinde işlemişti.
Kelimeleri ve kuralları açıklarken günlük Türkçe'de kullanılan en güzel cümle, deyim, atasözü ve manzum parçaları örnek olarak vermiştir. Bu örnekler, bugün bile Türk kültürünün en değerli parçaları sayılmaktadır.
Eserin didaktik ve kullanışlı olmasını sağlamak amacıyla Türkçede artık kullanılmayan ve az kullanılan kelime ve deyimler ayıklanmış, çok canlı ve pratik bir "sözlükten öğretme" kitabı yazmıştır.
Kelimelerin Arapça gramer kurallarına göre kümelendirilmesi, okuyuculara Arapça yardımıyla daha kolay öğretmeyi amaçlamaktan dolayı olabilir. Çünkü günümüzde de yabancı dil kitaplarında, öğreneceklerin ana dillerine göre bazı farklılıklar yapılabiliyor.
Kurallar ve örnekler arasındaki dengeyi çok iyi kurmuş ve genelde örneklerden kurala giderek, öğretimde daha kolay olanın yolunu tutmuştur.
Kâşgarlı Mahmud, dünya dilbilimcilerinin Türkçe için 20. yüzyıl başlarında fark etmeye başladıkları ve bugün iyice sistemleştirdikleri dil yapısını 900 yıl önceden keşf edip belgelemiş bir dil dâhisi; yürekli, bilgili bir Türkçe öğretmeni olmuştur.
Türkçeyi Araplara ve başka milletlerden olanlara öğretme için Kaşgarlının Divan'ından başka eserler de yazılmıştır. Meselâ, bunlar arasından üç tanesini saymak yeterli olacaktır kanaatindeyim.
1) 13. Yüzyılın sonları ile 14. yüzyılın başlarında yazıldığı tahmin edilen "İbnü-Mühennâ Lûgatı", Cemalüddin İbnü Mühenna adlı bir arap filolog tarafından yazılmıştır. Eser Kaşgarlı Mahmut tekniği ile yazılmış ve genelde Doğu Uygur ve Kaşgar Türkçesinin lûgatıdır.
2) 712 hicride Kahire'de Ebu Hayyan tarafından yazılan "El İdrak li lisani'1-Etrak" adlı eser de sözlük esası üzerinden Araplara Türkçe öğretmek isteyen bir eserdir.
3) Mısır ve Suriye'deki Türk kölemen devletleri zamanında Araplar arasında güçlü bir Türkçe öğrenme ve konuşma cereyanı başlamış, Arapça ve Farsçadan birçok kitaplar Türkçeye çevrilmişti. Bu dönem Türkçesi Kıpçakça idi. Osmanlıların Mısır ve Suriye'de egemenliğin den sonra buralarda Batı Türkçesi görülmeye başlanmıştır. Hicri 1000 yıllar civarında Mısır'da bir kadı'nın oğluna Türkçe öğretmek için "Eş-Şüzurü'z-Zehebiyye Ve'l-Kıtai'l-Ahmediye Fi'l-Lûgati't-Türkiyye" adlı bir Türkçe öğretme kitabı yazılmıştır.


Dede Korkut Kitabı

Dede Korkut destanı veya hikâyeleri Orta Asya'da şekillenmeye başlamış; Türklerin Müslüman olmalarından ve Anadolu'ya gelmelerinden sonra din ve çevre motiflerine göre bazı değişikliklere uğramıştır. Dede Korkut'un hikâyeleri, parça parça ve değişik versiyonlarda Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yaşamaktadır. Bugün Türkiye'de en yaygın olarak bilinen ve en geniş Dede Korkut hikâyeleri, 15-16, yüzyıllarda meçhul biri tarafından kağıda geçirilmiştir. "Kitab-ı Dede Korkut" adlı bu eser, Azerbaycan ve doğu Anadolu'daki Oğuz Türklerinin arasında yaşayan Dede Korkut hikâyelerini kaydetmiştir.
Dede Korkut Simgesi, hikâyelerin değişmeyen motifidir. Oğuz boylarının başı derde girdiğinde veya sevinçli bir durumu olduğunda "Oğuz bilicisi" Dede Korkut'a danışır; o ne derse o yapılırdı. Çocuklara ad konulacağı zaman Dede Korkut çağrılırdı.
Eğitim bilimi ve eğitim tarihimiz açısından bu hikâyeleri incelediğimizde, şu karakteristikleri tespit etmek mümkündür:
İnsanların ve canlıların doğuştan getirdikleri, onların daha sonra ne olacaklarını belirler. Belli bir şekilde kalıplanmış olan kişileri de daha sonra değiştirmek çok zordur.
"Kara eşek başına gem vursan katır olmaz,
Hizmetçiye elbise giydirsen hanım olmaz. "
Bu nedenle eğitime ve insanları şekillendirmeye küçük yaşta, aile içinde başlamalıdır. Dede Korkut hikâyelerinde, örgün eğitimin henüz olmadığı dönemlerde Türk gençlerinin boy gelenekleri içinde ve büyükleri taklit yoluyla nasıl şekillendiğinin mükemmel örnekleri verilmektedir.
"Kız anadan görmeyince öğüt almaz,
Oğul babadan görmeyince sofra çekmez.
Oğul; babanın yerine yetişemedin. "
Oğlan doğduğunda kurban kesilir. Deli Dumrulun babası ona "Doğduğunda dokuz erkek deve kestiğim aslan oğul" diye hitap etmektedir. Aynı geleneğin Dirse Han oğlu Boğaç'ın doğumundan önce de uygulandığını görüyoruz.
Oğlanın dadılara verilerek baktırıldığı gene Boğaç hikâyesinde yer alan bir motiftir.
"Her kemikli gelişir, kaburgalı büyür". Çocuklar oyun oyun oynayarak büyürler. Oğuz töresinde çocuklar belli bir şekilde yetenlerini gösterinceye kadar ona ad konulmaz. Herhangi bir vesile ile oğlan bir yetenek, bir yiğitlik gösterdiğinde de Dede Korkut gelerek çocuğa bir isim kor. Bu isim koyma olay ve törenlerine Dede Korkut Kitabı'nın çeşitli yerlerinde rastlamaktayız.
Dirse Han'ın oğlu 15 yaşına geldiği halde bir adı yoktu. Bayındır Han'ın da "sert taşa boynuz vursa un gibi öğüten, erkek develerle güreşen" bir boğası vardı. Altı kişinin sağından ve solundan zincirlerle zaptedebildiği boğayı bir gün, çocukların aşık oynadığı bir meydana bırakırlar. Bütün çocuklar kaçar, Dirse Han'ın oğlancağı kaçmaz. Yumruğunu boğanın alnına dayar, bir ileri bir geri defalarca gider gelirler ve her ikisi de alabildiğine yorulurlar. Bunun üzerine oğlan boğanın alnından yumruğunu çeker; boğa o hızla gider düşer ve oğlan bıçakla boğayı keser.

"Oğuz beyleri gelip oğlanın başına toplandılar, "aferin" dediler. Dedem Korkut gelsin, bu oğlana ad koysun, beraberine alıp babasına varsın, babasından oğlana beylik istesin, taht alı versin dediler.
Çağırdılar, Dedem Korkut gelir oldu. 0ğlanı alıp babasına vardı. Dede Korkut oğlanın babasına söylemiş, görelim hânım ne söylemiş. Der:
Hey Dirse Han beylik ver bu oğlana, Taht ver, edemlidir.
Boynu uzun büyük cins at ver bu oğlana, Biner olsun, hünerlidir.
Ağıllardan on bin koyun ver bu oğlana, Etlik olsun, hünerlidir.
Develerden kızıl deve ver bu oğlana, Yük taşıyıcı olsun, hünerlidir.
Altın başlı otağ ver bu oğlana, Gölge olsun, erdemlidir.
Omuzu kuşlu cübbe elbise ver bu oğlana, Giyer olsun, hünerlidir.
Bayındır Hanın ak meydanında bu oğlan cenk etmiştir, bir boğa öldürmüştür senin oğlun. Adı "Boğaç" olsun; adını ben verdim, yaşını Allah versin" dedi. Dirse Han oğlana beylik verdi, taht verdi."

Bay püre hikâyesinde de gene bir ad koyma sahnesine rastlıyoruz.

"Bay Pürenin oğlu beş yaşına girdi, beş yaşından on yaşına girdi, on yaşından on beş yaşına girdi. Dönüp baksa çalımlı, kartal hünerli bir güzel, iyi yiğit oldu.
O zamanda bir oğlan baş kesmese kan dökmese ad koymazlardı."

Bir gün Pay Pürenin oğlu ava çıkar ve bir ara babasının tavlasında tavlacı başı tarafından misafir edilir. O sırada kara Derbent ağzında konmuş olan bezirganları Evnük kalesi kâfirleri basar, yağmalarlar. Bu baskından kurtulan bir bezirgan, Oğuz hududunda bulduğu, Oğuzun bu güzel yiğidinden yardım ister. O zaman şarap içen oğlan, altın kadehi yere çalar, giyinir, koç atına biner ve yiğitleriyle beraber, yağmaladıkları akçeleri bölüşen kâfirlere baskın yapar. Baş kaldıran kâfirleri öldürür, gâzâ eyler, bezirganların malını kurtarır. Meğer bunlar kâfir ülkesinden Oğuzeline mal getiriyorlardı ve Pay Fürenin "Bamsı" lakaplı oğluna da üç hediye getiriyorlardı. Hediyeleri Hana sunmak isterken, onun yanında kendilerini kurtaran yiğidi görüp ona hürmek etmişler, babasına da durumu açıklayınca

"Bay Püre Bey der: Bre, benim oğlum baş mı kesti, kan mı döktü?
Evet baş kesti, kan döktü, adam devirdi dediler.
Bre, bu oğlana ad koyacak kadar var mıdır dedi.
Evet sultanım fazladır, dediler.
Pay Püre Bey kudretli Oğuz beylerini çağırdı misafir etti. Dedem Korkut geldi, oğlana ad koydu. Der: "Ünümü anla, sözümü dinle Pay Püre Bey
Allah Taala sana bir oğul vermiş, tutu versin
Ak sancak kaldırınca Müslümanlar arkası olsun
Karşı yaan kara karlı dağlardan aşar olsa
Allah Taala senin oğluna aşıt versin
Kanlı kanlı sulardan geçer olsa geçit versin
Kalabalık kâfire girince, Allah Taala senin oğluna fırsat versin
Sen, oğlunu "Bamsam" diye okşarsın
Bunun adı boz aygırlı "Bamsı Beyrek" olsun
Adını ben verdim yaşını, Allah versin"
dedi. Kudretli Oğuz beyleri el kaldırdılar, dua kıldılar, bu ad bu yiğide kutlu olsun dediler."

Ad koymanın veya almanın, Oğuz geleneklerinde nasıl önemli bir yeri olduğunu, Kazan Bey Oğlu Uruz hikâyesinde de görmekteyiz, Bu hikâyenin başlarında Kazan Bey oğluna şöyle hitap etmektedir:


"Beri gel tayım oğul
Sağıma doğru baktığımda kardeşim Kara Göneyi gördüm.
Baş kesmiştir, kan dökmüştür, ganimet almıştır.
Soluma doğru baktığımda dayım Aruzu gördüm
Baş kesmitir, kan dökmüştür, ganimet almıştır.
Karşıma doğru baktığımda seni gördüm.
On altı yaşına geldin
Bir gün ola düşeyim öleyim sen kalasın
Yay çekmedin, ok atmadın, baş kesmedin, kan dökmedin.
Kanlı Oğuz içinde ganimet almadın."

Kazan Bey, eğer kan döküp baş kesip ad almazsa, kendisinin ölümünden sonra da tacı tahtı oğlana vermeyeceği söylemektedir.
Ad koymanın Oğuz toplumlarında âdeta oğlanın yetişkin olmasının, topluma katılmasının, kabul edilmesinin bir simgesi olduğunu görüyoruz. Çocuğun gerçek adi konuluncaya kadar ailesi onu belli bir isimle çağırmaktadır, ama bu geçici bir isimdir. Gerçek isim, çocuk kendini ispatladıktan sonra büyük törenlerle verilmektedir.
Oğlanları babalar yetiştiriyordu, onlara-hüner öğretiyorlardı. Genelde eli kılıç tutacak, ok atacak yaşa geldiklerinde kâfir hudut boylarına götürüyorlar, kılıç çalıp baş kesmeyi öğretiyorlar; yedi günlük azık ile ava çıkarıyorlar, av yerlerini, ok attıkları yerleri gösteriyorlardı. Burada gene Kazan Bey oğlu Uruz hikâyesine dönersek; Kazan, düşmanları oğluna göstererek "Azgın dinli düşman kâfirdir oğul" demektedir. Hikâye şöyle devam ediyor,

"Oğlan der: "Düşman diye neye derler?
Kazan der: Oğul onun için düşman derler ki biz onlara yetişsek öldürürüz, onlar bize yetişse öldürür dedi.
Uruz der: Baba içinde bey yiğitleri öldürseler kan sorarlar mı, davalarlar mı?
Kazan der: Oğul bin kâfir ödürsen kimse senden kan davalaşmaz, amma azgın dinli kâfirdir, güzel yerde rast geldi, fakat bana sen kötü yerde ayak bağı oldun, oğul dedi."

Bundan sonra oğlan kâfir ile karşılaşmaya hazır olduğunu söylemekte, ancak babası gene de oğlunu sakınmakta


"Kılıç çalıp baş kestiğimi gör de öğren
Kara başına düşünce lazım olur"


demektedir. Oğlan savaşa hazır olduğunu yinelemesine rağmen Kazan Han hâlâ


"Göğsü güzel koca dağlar başına çık
Benim savaştığımı, benim döğüştügümü
Benim çekiştiğimi, benim kılıçlaştığımı gör de öğren ve hem bizim için pusuya yat oğul"

diye âdeta emretmektedir. "O zamanda oğul baba sözünü iki eylemezdi, iki eylese o oğlanı kabul eylemezlerdi." O günkü savaşta Uruz, babasının ve diğer yiğitlerin düşmanla nasıl savaştıklarını seyreder, "baka baka aşka gelir", savaşa katılır; ancak Uruz'un atı oklanır, çevresindeki kırk yiğidi şehid ve Uruz da esir edilir. Böylece baba nasihatının ne kadar anlamlı ve değerli olduğu anlaşılır.
Çocukların yetişmesinde esas olan yetenek ve hüner kazanmaktır. Oğlanlardan beklenen yetenekler ata binmek, dağ aşıp kan terletinceye kadar koşturmak, kara çelik öz kılıçla baı kesmek, demir giysiler giyip bunlarla savaşabilmek, mızrak kullanmak, ok atmaktır. Yiğitlerin okluğunda 90 ok bulunurdu ve bunları mahir olarak atmaları istenirdi.
Oğuz Beyleri hanın sohbetindeki yerlerini kılıçları ve emeği ile alıyorlardı; baş kesmeleri, kan dökmeleri, aç doyurmaları, çıplak giydirmeleri ile kazanıyorlardı. Baş kesip kan dökmek en çok aranan hünerlerdendi. Bu nedenle Oğuz delikanlıları çevredeki kâfir ülkelerini yağmalar, ganimet almaya çalışırlardı. İyilik, cesaret, alplik, deli yiğitlik gençlerin kazanmayı amaçladıkları hünerler idi.
Kan Turalı, babasını kız istemeye gönderip babası döndüğünde kızı almak için hüner istediklerini bildirir. Kan Turalı "kanlı kâfir eline akın edeyim, baş keseyim, kan dökeyim, kâfire kan kusturayım, kul hizmetçi getireyim" dediğinde, babası "Hay canım oğul hüner dediğin o değil" diyerek üç canavarın başını kesmesi gerektiğini belirtmekte; Kan Turalı da kızı alabilmek için bir boğayı, bir aslanı ve deveyi yenmektedir.
Oğuz beyleri ve beylerin çocukları yanlarında kırk yiğit ie dolaşırlar, otururlar, ava ve savaşa giderlerdi. Bunlar, eğitimde her zaman oluşuveren gençlik gruplarını (veya çeteleri) oluşturuyorlardı. Bunların toplum geleneklerine, toplumun yaşlılarına ve kadınlarına çok saygılı ve Oğuz beylerinin kontrolünde çalışan gruplar olduğu görülmektedir. Bu gruplar ak çadırlarını Oğuz elinin çeşitli yerlerine kurmakta nişan talimi yapmakta, sohbetler edip şiirler okumaktadırlar. Genelde kâfirin hudut boylarında dolaşan yiğitler grubu havaya gürz atıp yere düşmeden tutmaktadır.
Oğlanların ilk avında attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kestirip oğuz beylerine ziyafet verilirdi.
Oğuz Hanı, savaşlarda başarı gösteren koç yiğitlere ülke verirdi, şalvar, cübbe, cuha verirdi. Herhangi bir yer işgal edildiğinde önce orada câmi kurulur, dua edilir, "kuşun alaca kanı, kumaşın arısı, kızın güzeli, dokuz katlı işlenmiş süslü elbise; cübbe" Oğuz Hanı için ayrılır, geri kalanlar gâzilere bağışlanırdı. Yetişmiş insanlarda ve genelde gazi tipinde gördüğümüz bu gelenek Osmanlı gazilerinde de aynen devam etmiştir.
Dede Korkut hikâyelerinde erkeklerin övünmeleri genelde psikolojik bir motivasyon, bir şevklendirme aracı olarak görülür. Oğuz beyleri ve gençleri kendilerine güvenen, çeşitli hüner ve güçleriyle övünen ve övünç duydukları şeyleri gerçekleştiren, ruhsal sağlığı son derece yerinde insanlardır. Savaş ve av öncesinde kimi atını övmekte, kimi kılıç kullanmasını, kimi ok atmasını. Ancak gerçeğe uymayan abartmalı övmeler de hoş karşılanmazdı.
Dede Korkut hikâyelerinde gerek Oğuz kadınlarının gerek kâfir kadınlarının oldukça yüksek bir yerleri vardır. Bayındır Hanın beylerinden Begil kendi hatununun akıllı, iyi sözünü dinlemektedir. Kadınlardan da bazı yetenek ve hünerler istenmektedir. Oğlan evleneceği kızın özelliklerini sayarken "ben yerimden kalmadan o kalkmış olmalı, ben kara koç atıma binmeden o binmiş olmalı, ben kanlı kâfir eline varmadan o varmış bana baş getirmiş olmalı" demektedir, Buna karşılık Trabzon Tekfurunun kızı da "sağına soluna iki çift yay çeken, attığı ok yere düşmeyen" bir kız olarak tasvir edilir.
Dede Korkut hikâyeleri, Türkler'in müslümanlığa geçiş dönemlerinde Oğuz beylerinin ve çocuklarının yiğitlik ve Müslümanlık özelliklerini kaynaştırarak nasıl bir gâzi tipinde yetiştiklerini, Orta Asya geleneklerinin başka toprak parçalarında, başka topluluklar arasında nasıl sürdürülmeke olduğunu ve bu arada İslamiyetin Türk milletine getirdiği dinamizmi de gösteren en güzel örneklerdir. Bu bakımdan eğitim tarihimizin ana kaynak eserlerindendir.


Divan-ı Hikmet

Mutasavvıf Hoca Ahmet Yesevi tarafından 12. yüzyıl'da yazılmıştır. İlahi aşkın konu edildiği bu eser didaktik bir eserdir. Divan-ı Hikmet'te menkıbe ve kıssaların yanında çok çeşitli (aşk, ölüm,din vs) konular işlenmiştir. 7'li ve 12'li hece ölçüsüyle kaleme alınmıştır. Dörtlükler halinde yazılmıştır. Ahmet Yesevi, Yeseviye tarikatının kurucusudur.


MANAS DESTANI



Türk boylarından biri olan Kırgızların milli destanı, dünya edebiyatının da sayılı şaheserlerinden ve en uzun destanı olan Manas Destanı, adını, destandaki kahramanlar alır. Bu destanı okuyup söyleyenlere de Manascı denilir. Manascılık, bir sanat ve meslek olarak kabul edilir.
Manas destanı'nda geçen hadiseler, bazı araştırmacılar tarafından Hun dönemine bağlanıyor. Ancak, bu olayların zeminini 9'uncu yüzyıl sonrasına bağlamak daha gerçekçi. 1120'li yıllarda Orta Asya'yı istila ederek Karahanlı ülkesini ele geçiren Moğol Karahitaylar'ın, Kırgızlar üzerine asker göndermesi ve bu sırada yaşanan olaylar Manas Destanı'na kaynaklık eder.
Ünlü Türkolog Wilhelm Radloff (1837-1918) Manas Destanı'yla ilgili ilk derlemeyi, Kırgızistan'ın Tokmak şehri güneyindeki Sarı Bağış boyuna mensup bir Manasçıdan 1869'da yaptı. Radloff'un derlediği yedi bölümlük Manas Destanı, toplam 11 bin 454 mısradan oluşuyor. Fakat, Manasçıların okuduğu dize sayısının, 16 bin mısra civarında olduğu belirtiliyor.
Kırgız Türklerinin milli kahramanı Manas'ın etrafında örgülenen Manas Destanı'nın ilk bölümünden itibaren; Manas'ın doğumu, daha beşikte iken konuşmaya başlaması, kafirleri yeneceğini söylemesi, büyüyüp delikanlı olunca Çinlileri yenmesi, Müslüman yiğit Almanbet'le tanışıp, birlikle birçok savaşa girmeleri, Manas'ın evlenmesi, düşmanları tarafından iki defa öldürülmesine rağmen tekrar dirilmesi, Mekke'yi ziyaret ve Kabe'yi tavaf etmesi, lirik bir üslupla anlatılır.
Destanda Manas'ın üçüncü ölümü, geri dönüşü olmayan bir ölümdür. Bundan sonra Manas'ın oğlu Semetey ve torunu Seytek'in destanları başlar. Manas Destanı, Semetey ve Seytek Destanlarıyla üçlü bir zincir oluşturur.Üç nesle uzanan Destan'da, Manas ülke yönetiminin kurucusu görevini yaparken; oğlu Semetey iktidarı tehlikeye sokar, torunu Seytek ise işleri yeniden düzene koyar
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
4 Mayıs 2009       Mesaj #2
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
İslam Uygarlığı Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı
MsXLabs.org & Temel Britannica
Sponsorlu Bağlantılar

Karahanlı Hükümdarı Satuk Buğra Han'ın 10. yüzyılın ortalarında İslam dinini benimse­mesinden sonra Türk dünyası yeni bir uygar­lık çevresine girmeye başladı. Batıya göç eden Türk boyları bu uygarlığın etkilerini edebiyat dünyasına da taşıdılar. Kaşgarlı Mahmud Divanü Lügati't-Türk'ü Araplar'a Türkçe öğ­retmek amacıyla hazırladı. Yusuf Has Hacib İslam ilkelerine dayalı bir devlet felsefesini Kutadgu Bilig (11. yüzyıl) adlı yapıtında işledi. Ali Şir Nevai, Çağatayca'yı zengin bir kültür ve sanat dili olarak geliştirdi. Anadolu' ya gelen Türk boyları da Anadolu'da yeni bir edebiyat geleneğinin oluşmasında büyük rol oynadılar. Anadolu'da ilk örneklerini 13. yüzyıldan başlayarak gördüğümüz bu edebi­yat geleneği iki alanda gelişmiştir:
  1. Divan edebiyatı
  2. halk edebiyatı
Divan Edebiyatı (bak. Divan Edebiyatı)
Osmanlılar'da özellikle medresede yetişen aydınların Arap ve daha çok da Fars edebiyatını örnek alarak geliştir­dikleri edebiyat geleneği genel olarak "Divan edebiyatı" adıyla anılmaktadır (bak. Divan edebiyatı). Buna "zümre edebiyatı", "ümmet çağı Türk edebiyatı" adını verenler de vardır. Divan edebiyatının kuruluş döneminde (13.-15. yüzyıl) Farsça çeviriler çoğunluktadır. İlk şairler (Ahmed-i Dâi, Kadı Burhaneddin, Şeyhi) çoğunlukla dinsel şiirler yazmışlardır. Geçiş döneminde (15.-16. yüzyıl) saray ve çevresi bu tür edebiyatı özellikle desteklemiş, şiirin yanı sıra düzyazı örnekleri de ortaya konmuştur (Ahmed Paşa, Necati, Mercimek Ahmed, Âşıkpaşazade, Sinan Paşa gibi). Di­van edebiyatının olgunluk döneminde (16.-18. yüzyıl) etkilenme ve esinlenme aşamasın­dan özgün yaratı aşamasına geldiğini gözlüyo­ruz. Klasik biçimlere yerli içerikler kazandı­rılmaya çalışılmış, bu arada yeni akımlar, özellikle "Sebk-i Hindi" denen yeni bir şiir tarzı denenmiştir (Fuzuli, Bakî, Bağdatlı Ruhi, Nabî, Nef i, Nedim, Şeyh Galib, Evliya Çelebi, Kâtip Çelebi, Naima, Veysi, Nergisi).
18.-19. yüzyıllarda Türk toplumunun yeni bir uygarlık çevresine girmeye başladığını görüyoruz. Özellikle 19. yüzyılda Osmanlı toplumu batıya açılır, batı kültür ve sanatın­dan bazı biçim ve anlayışlar Türk toplumuna tanıtılır ve edebiyat ürünlerinin içeriğinde toplumsal konular yer almaya başlarken Di­van edebiyatı bu alanda yetersiz kaldı. Bir anlamda yavaş yavaş kendi sonunu hazırladı. Enderunlu Vasıf, İzzet Molla, Leskofçalı Galib, Hersekli Arif Hikmet, Yenişehirli Avni, Leyla Hanım gibi şairler Divan edebi­yatı geleneğinin son temsilcileri oldular.
Divan edebiyatı şiir ve düzyazı alanındaki ürünleriyle (medhiye, hicviye, mersiye, tezki­re, mesnevi, gazavatname, şehrengiz, mevlit, seyahatname gibi) özgün bir edebiyat geleneğidir. Biçim ve içerik bakımından özellikle Fars edebiyatından esinlenmişse de, temel sanat anlayışı olan "hüner ve marifet göster­me" sayesinde değişik ve yeni mazmunlar, zengin söz sanatları kullanarak oldukça öz­gün, kişilikli bir edebiyat geleneği oluşmuştur denilebilir. Şiirde gelenekçilik ve kuralcılık ister istemez sanatçıları titiz şiir işçisi olmaya götürmüştür. Divan nesri "sade düzyazı" ve "süslü düzyazı" olmak üzere iki kolda gelişmiştir. Özellikle halk için yazılan din, tasavvuf, tarih konulu kitaplarda sade düzyazı, aydınlar ve bilim adamları için yazılan kitaplarda ise süslü düzyazı tercih edilmiştir. Seçkinci bir edebiyat olan Divan edebiyatının dili de Türkçe, Arapça, Farsça' dan oluşan yapay ama seçkinci bir dildi.

Halk Edebiyatı (bak. Halk Edebiyatı)
Yaratıcıları belli olmayan ya da bilinemeyen halk hikâyeleri, türküler, mâniler, atasözleri, bilmeceler, seyirlik köy oyunları halk edebiyatının bir bölümünü oluş­turur. Tekke edebiyatı (13.-16. yüzyıl), halk edebiyatının dinsel içerikli biçimidir. Tasav­vufun dinden farklı olan geniş hoşgörüsü ve yorum biçimi zengin bir edebiyat geleneğinin oluşmasında başlıbaşına bir etmen olmuştur.
Tekke şiirleri ilahi, nefes gibi özel bestelerle okunurdu. Tekke edebiyatı dili yer yer Arap­ça ve Farsça sözcükler içerse de kolay anlaşı-laoilir bir nitelikteydi. Dörtlük nazım birimi ve hece ölçüsü sonuna kadar kullanılmıştır. Bu edebiyatın en önemli temsilcileri Yunus Emre, Nesimi, Kaygusuz Abdal, Hacı Bay­ram Veli, Hatayi, Pir Sultan Abdal'dır. Halk edebiyatının bir başka alanını oluşturan âşık edebiyatı, 16. yüzyıldan günümüze kadar sü­ren dönemi içerir. Âşık da denen halk ozanla­rı genellikle sazlarıyla Anadolu'yu dolaşarak hem bir geleneği oluşturmuşlar, hem de yaşama savaşı vermişlerdir. Karacaoğlan, Âşık Ömer, Gevheri, Dertli, Dadaloğlu, Er­zurumlu Emrah, Bayburtlu Zihni, Ruhsati, Sümmani, Âşık Veysel, Ali İzzet Özkan bunlara örnek olarak verilebilir.
Halk edebiyatı sevgi, doğa, gurbet, yiğitlik, baskı gibi toplumun çok yakından bildiği, yaşadığı konular üzerine temellendirilmiştir. Din ve tasavvuf konuları da ayrı bir dal olarak gelişmiştir. Nazım biçimi dörtlük, ölçü hece­dir. Koşma ve mâni tipi nazım biçimleri kullanılmıştır. Bu nazım biçimleri kendilerine özgü ezgileriyle destan, semai, varsağı, ilahi, türkü gibi farklı adlar da alırlar. Anadolu'da gelişen halk Türkçe'sinin kullanıldığı halk edebiyatı yalındır ve anlatımda özentiye kaçıl-mamıştır. Somut güzel ve güzellikler anlatıl­mıştır.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
cHatLaqLady - avatarı
cHatLaqLady
Ziyaretçi
11 Ocak 2010       Mesaj #3
cHatLaqLady - avatarı
Ziyaretçi
İSLAM UYGARLIĞI ÇEVRESİNDE GELİŞEN TÜRK EDEBİYATI
11. VE 12. YÜZYILLARDA İSLAMİYET VE TÜRK KÜLTÜRÜ
Türkler İslam ordularıyla ilk kez 7. yüzyıl sonlarında Horasan'da özellikle 9. yüzyılın ilk yarısında Maveraünnehir'de karşılaşmışlardır.
10. yüzyılda Maveraünnehir dolaylarında yaşayan Türkler Müslüman Araplar'ın etkisiyle toplu şekillerde ve zamanla İslam dinini kabul etmişlerdir.Bu yeni kültür bir çok alanı etkilediği gibi Türk Edebiyatı'nı da etkilemiştir.İslam kültürü etkisinde gelişen Türk Edebiyatı bir geçiş döneminden sonra ürünlerini vermeye başlamış bu eserlerde İslamiyet öncesi Türk Edebiyatı gelenekleriyle İslam kültürüyle şekillenen edebiyat gelenekleri birlikte kullanılmıştır.
Bu dönemde eser veren Türk sanatçıları yeni kültürün edebiyat geleneklerini komşu oldukları Farslılar'ın (İran) Edebiyatı'ndan alırlar. Başta mesnevi olak üzere birçok nazım şekli ve türlerini Farslılardan alırlar.İslamiyetle ilgili kavramların yanında ortak kullanılan (mazmun) ve semboller Türk Edebiyatı'nda görülmeye başlar.Arapça,Farsça sözcük ve tamlamaların yer aldığı bir dil (Osmanlıca, Türkçe, Arapça, Farsça) ortaya çıkar.
İslami dönemde verilen ilk dil ve edebiyat ürünlerinde edebi nitelikten ziyade manevi,ahlaki,öğretici,nasihat yönü ağır basan temalara yer verilir.Bu dönem sanatçıları sanatı "dini ve ahlaki inançları taşıyan öğreten bir araç" olarak düşünürler.Bu nedenle verilen eserlerde daha çok iyilik,fazilet ve iman telkin eden didaktik niteliği ön planda olan mesnevi tarzında eserler verilmiştir.
İslamiyet'in etkisi altında gelişen Türk Edebiyatı'nın ilk diL ve edebiyat ürünleri 11. yüzyılda verilmiştir.Hakaniye Türkçesi ile yazılan eserlerin başlıcaları şunlardır ;


1-)Kutadgu Bilig (Yusuf Has Hacib) 11. yüzyıl
2-)Divan-ı Lügati't Türk (Kaşgarlı Mahmut ) 11. yüzyıl
3-)Atebetül-Hakayık (Edip Ahmet Yükneki ) 12. yüzyıl
4-)Divan-ı Hikmet (Hoca Ahmet Yesevi) 12.yüzyıl
5-) Dede Kotkut Hikayeleri (Anonim) 15. yüzyıl

11. ve 12. yüzyılın Genel Özellikleri

11. yüzyılda başlayan İslami dönem Türk Edebiyatı 11. ve 12. yüzyıllarda geçiş dönemi yaşamıştır.Bu dönemde Arap ve Fars Edebiyatları edebiyatımızı etkisi altına almış milli edebiyatımız olan Halk Edebiyatı devam ederken Klasik Türk Edebiyatı ve Tasavvuf Edebiyatı ilk örneklerini vermiştir.
Biçim Özellikleri

Nazım Şekilleri
Arap ve Fars Edebiyatı’nın nazım şekilleri (gazel, kaside, murabba, mesnevi, rubai ,terkib-i bent, tercibi bent gibi ) kullanılmaya başlanılmış.

Nazım Birimi
Bu dönemde dörtlük biriminin yanı sıra Arap ve Fars Edebiyatı’ndan aktarılan beyit birimi de kullanılmıştır.

Ölçü
Hece ölçüsü ile aruz ölçüsü birlikte kullanılmış ancak aruz ölçüsü kullanma eğilimi artmıştır.

Uyak
Yarım uyak azalmış daha çok tam ve zengin uyak kullanılmıştır. Göz kafiyesinin ilk örnekleri bu dönemde görülmeye başlanmıştır.

Dil
Bu dönem ürünleri Hakaniye Lehçesi (Karahanlı Türkçesi) ve Çağatayca ile yazılmıştır.Ayrıca Arapça ve Farsça sözcüklere yer verilmiş.İslam dini ile ilgili kavramlar dilimize girmiştir.

Üslup
Süslü bir anlatım amaçlanmamakla birlikte kalıplaşmış benzetmelere (mazmun) yer verilir.

İçerik Özellikleri
*Bu dönemin yapıtlarının ortak özelliği didaktik olmalarıdır.
*Eserde İslamiyet Öncesi ve İslami kültür bir arada yer almıştır.
*Toplumsal sorunlar ahlak ve dildir.
* Yapıtların tümünde İslam felsefesi egemendir.


Benzer Konular

4 Mayıs 2009 / ThinkerBeLL Edebiyat
1 Ocak 2015 / Ziyaretçi Soru-Cevap
26 Aralık 2010 / ThinkerBeLL Edebiyat
21 Kasım 2009 / Ziyaretçi Soru-Cevap
21 Şubat 2013 / Breath Edebiyat