Arama

Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] - Sayfa 100

Güncelleme: 3 Aralık 2006 Gösterim: 493.100 Cevap: 1.997
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
20 Haziran 2006       Mesaj #991
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
RÜYA TADINDA
Ege' de bir efsane vardır; " Hilal' in gözüktüğü ilk gece, yıldızların altında denize dileğinizi iletirseniz, deniz size mutlaka geri döner ve dileğinizi yerine getirir... "
Sponsorlu Bağlantılar
Gülay, iskelenin ucuna doğru yürümeye başladı. Güneş, batmaya hazırlanıyordu ve deniz oldukça dalgalıydı. Dalgalar zaman zaman iskeleyi aşıp, ayak bileklerini ıslatıyordu. Yavaş ve donuk gözlerle, iskelenin ucuna kadar yürüdü ve durdu. Yavaş hareketlerle oturarak ayaklarını denize bıraktı. Bacakları ıslanıyor, arada bir gelen dalgalarla da baldırlarına kadar ıslanıyordu. Gözlerini kısarak ufuğa baktı. Turuncu ve kırmızının karışımından oluşan karışım, hafif hafif karanlık maviye karışıyor ve bulutların arasından karşıdaki adalar gözüküyordu. Gökyüzünde bulutlar simetrik bir şekilde duruyorlar ve çok hafif bir şekilde ilerliyorlardı.

Gülay bir İstanbul çocuğuydu. Genç yaşta âşık olmuş, okuduğu üniversiteyi sevdiği adamla evlenmek için bırakmıştı. Çok kısa bir zamanda hazırlıklarını tamamlamışlar ve sade bir düğünle evlenmişlerdi. Evliliklerinde, kimsenin çözemediği bir mutluluk sırrı vardı. Onlar hiç tartışmaz, kavga etmez ve daima iyi geçinirlerdi. Herkes bunu kötüye yorsa bile, onlar böylesine mutlu ve huzurlu iki sene geçirmişler, iki bin sene daha geçirmeye yetecek kadar da yanlarında sevgi biriktirmişlerdi. Mutluluk sırları eşinin trafik kazasında hayatını kaybetmesiyle son buldu. Gülay, adeta yıkılmış ve erimişti. Kazadan aylar sonra bile halen eşinin eve döneceğini düşünür, her akşam onu karşılamak için en güzel kıyafetlerini giyerdi. Gece olduğu halde halen eşi eve gelmeyince, sinir krizleri geçirir, ağlayarak sabahı bulurdu. Ailesi bir süre sonra Gülay' ı yanına almıştı. Daha sonraları iyice içine kapanan genç kadın, zamanla insanlarla konuşmayı bile bırakmış ve sadece dalgın dalgın düşünür olmuştu. Böyle zor geçen 1 senenin ardından Gülay psikolojik tedavi görmeye başlamış ve ilaçlarla yaşamaya alışmıştı. İlaçlar onu bol bol uyutuyordu. Uyandığı zamanlarda karnını doyuruyor, eşine mektuplar yazıyor ve akşamları erken saatlerde tekrar uykuya dalıyordu. Bir süre sonra uyku ilaçlarının müptelası olan genç kadın, doktor tavsiyesiyle, ailesi ile birlikte Çanakkale' ye taşındı. Evleri Çanakkale yolu üzerinde bir köyün biraz uzağındaydı. Evlerinin hemen arkasında yükselen yüksek dağlar ağaçlarla kaplıydı. Evlerinin hemen önünde ufak bir bahçeleri ve deniz balkonları vardı. Bahçenin önünde taşlıkla kaplı bir sahil ve hemen ilerisinde deniz vardı. Gülay denize girmeyi çok sevmesine rağmen, buraya taşındıklarından beri hiç denize girmemişti. Gündüzleri bahçedeki çiçekler ve ağaçlar ile uğraşıyor, ailesinin sohbetlerini dinliyor ve akşamları deniz balkonlarında eşine mektuplar yazıyordu.

Ayaklarına gelen suyun soğukluğu ile irkildi. Hava iyice kararmaya yüz tutmuş ve az önceki o güzel renk karışımı, yerini sise bırakmıştı. Deniz biraz daha durgunlaşmış ve dalgalar yerini ufak çırpıntılara bırakmıştı. Burada her insan mutluluğu tadabilirdi çünkü doğanın güzelliklerini her saat görebilirdiniz. Sabahları adeta bir havuz gibi sakin olan denizde yürüyerek bile balıkları seyredebilir, akşamları çıkan rüzgârlar ile ruhunuzun en derinliklerinde yolculuklara çıkabilirdiniz. Fakat bunlar genç kadını mutlu etmeye yetmiyordu. O, eşinin ölümüyle birlikte sanki bir yarısını da kaybetmişti. Gördüğü her güzelliği ve tadına baktığı her mutluluğu onunla paylaşmadığı sürece, ne anlamı vardı bu güzelliklerin? İçi her zamanki gibi, kara bulutlarla kaplanmıştı. Ufukta görebildiği son noktayı seçmeye çalışıyor ve amansız bir şekilde içinin yandığını hissediyordu. Bu acımasız olay neden onun başına gelmişti? Devamlı mutluluğunun neden ve kimin tarafından kıskanılıp, yok edildiğini düşünüyor fakat bir türlü düşüncelerini bir yere bağlayamıyordu. Eşini her düşünüşünde, ona bir daha dokunamayacağını, bir daha öpemeyeceğini ve bir daha asla onun kokusunu koklayamayacağını fark ediyor ve bu düşünce yüreğini sıkıyordu. Kurtulmak için çırpınsa bile kurtulamıyor, çevresinde ki her şeyin bir çaresizlik çemberiyle sarıldığını hissediyordu. Her gece uyurken, rüyasında eşi ile buluşacağını düşünüyor ve bu düşünce onun karanlıklarında, sıcak ve parlak bir ışık oluşturuyordu. Bu ümitle uykuya dalıyor, fakat bir türlü eşini rüyasında göremiyordu.

Rüyasında onu görebilmek için bir çok yol denemiş fakat hiç birinde başarılı olamamıştı. Bu onu gitgide daha da ruhunun derinliklerine götürüyor, saatlerce boş boş düşünmekten başka bir şey yapmıyordu. Ailesi bu duruma çok fazla üzülüyor, biricik kızlarının tekrar eski haline gelmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. Lakin hiç biri genç kadının yüzünü güldürmüyordu, o sanki intihar etmeyi gururuna yediremediğinden dolayı sadece yaşamını sürdüren biri haline gelmişti. Bu durumdan nasıl ve ne zaman çıkacağını hiç kimse bilmiyor fakat bunun böyle sürüp gidemeyeceğini tahmin ediyorlardı. Buraya geldiklerinden beri ilaçlarını da kullanmıyordu. Ailesi, onu ilaç kullandığı zamanlardan daha iyi görüyordu. Çünkü kızları ilaç kullanırken devamlı uyuyor, söylenen hiç birşeyi anlamıyor ve daima hasta gibi oluyordu. Oysa şimdi, sabah erken kalkıyor, bahçeyle uğraşıyor, deniz kenarında oturuyor ve alışagelmiş mektuplarını yazıyordu. Onlar için bu bile, oldukça iyi bir gelişmeydi.

Gülay iskeleden kalktı ve eve doğru yürümeye başladı. Sahilde ki taşlardan dolayı düzgün yürüyemiyor ve yalpalıyordu. Çocukluğundan beri buraya gelip gittiklerinden, denize dair olan tüm hikâyeleri bilirdi. Yarın ay hilal şeklini alacaktı ve genç kadın bir dilek dileyecekti. Eve ulaştığında akşam yemeği hazırlanmıştı. Sessiz bir şekilde yemeğini yedi ve odasına çekildi. Yarın için içi umutla dolmuştu. Kim bilir belki gerçekten deniz ona geri döner ve isteğini yerine getirirdi. Bu düşüncelerin verdiği garip bir huzurla uykuya daldı.

Sabah uyandığında henüz güneş yeni doğuyordu. Uzun zamandır yaptığı gevşek hareketlerin tersine, büyük bir çeviklikle yatağından sıçradı. Üzerini değiştirip yatağını ve odasını topladı. Kahvaltısını yaptıktan sonra her zamanki gibi bahçedeki çiçeklerle ilgilenmeye başladı. Çiçeklerin hepsi bugün daha bir canlıydılar. Gülümsemeyi unutan yüzü ile onlara gülümsedi ve her biriyle tek tek ilgilenmeye başladı. Diplerini temizliyor, sularını veriyor ve hepsine birer öpücük konduruyordu. Gülay' ı balkondan izleyen annesi ve babası birbirlerine sarıldılar. Onu böyle görmek onları çok mutlu etmişti. Akşama doğru genç kadın deniz balkonuna gitti ve büyük bir titizlikle kâğıdı önüne yerleştirip, kalemini çantasından çıkardı. Yazacağı her kelimeyi özenle seçmeliydi. Düşüncelerini netleştirdi ve yazısına başladı ;

" Sevgili Deniz, Bilirsin, çocukluğumdan beri devamlı seninleyim. Tatil için geldiğimiz zamanlarda saatlerce seninle dans eder, İstanbul' a döndüğümüzde devamlı seni izlerdim. Sen kimi zaman durgun, kimi zaman neşeli olurdun. Hep bunu çözmeye çalıştım ve artık çözdüğümü sanıyorum. Sanırım sen aya âşıksın deniz. Ne zaman ay çıksa, onun ışıklarını alıp, binlerce yakutmuş gibi yansıtıyorsun. Rüzgâr ile konuşuyor, kıyı ile oyunlar oynuyorsun. Akşamları kimseye içini göstermiyor, adeta içine bakmaya çalışan olursa, sendeki aşkı göreceklermiş gibi kendini saklıyorsun. Fakat sabahları ayın yerini güneşe bırakmasıyla birlikte durgunlaşıyor, kendini unutuyorsun. Akşama kadar böyle zaman geçirip, akşam kendini aya hazırlıyorsun. Kimi zamanlar rüzgâr şiddetleniyor ve bulutlar ayı kapatıyor. Böyle zamanlarda, sevdiğini göremediğin için oldukça sinirleniyor ve içinde ne bulursan darmadağın ediyorsun. Ben senin öfkeni kıyılara vurduğun tekmelerden bile anlıyorum denizim. İnan bana, belki de seni benden iyi anlayacak kimse yoktur...

Söyle bana denizim, bir gün ayın hiç bir zaman doğmayacağını anlasan ne yapardın? Bir daha hiç yakamozlar oluşturamayacağını, onunla olan sevginizin içinde olmasına rağmen onu asla göremeyeceğini bilsen ne düşünür, ne hissederdin? Eminim ki öfkeyle buraları yıkardın ve bir daha hiç yüzün gülmezdi. İşte sevdiğini kaybetmek böyle birşey denizim. Sen ayını asla kaybetmeyeceksin ama ben güneşimi kaybettim. Onu her düşündüğümde içim ağlıyor, yaşam duruyor. Hiç bir şey yapmak istemiyorum. Bedenimi yırtmak ve gökyüzüne yükselmek, her neredeyse onu bulmak istiyorum. Lakin hiç bir şekilde onu tekrar göremiyor ve ona tekrar sarılamıyorum. Anlattıklarımı her gün az çok gözlerimden anladığını farz ediyorum. Bu yüzden sana yazmaya ve senden yardım istemeye karar verdim denizim. Hilal' in göründüğü ve senin en sevinçli olduğun bugün senden bir dileğim olacak. Beni sevdiğime kavuştur denizim. Bir defalığına bile olsa onu görmek istiyorum. Beni aydınlatan, neşemi yerine getiren ve zamanla hayatımın anlamı olmuş o gülümseyişini görmek istiyorum. Artık buralarda daha fazla onsuz kalmak istemiyorum. Ne olur denizim, beni onunla buluştur. Onu görmeme ve bir defacık dahi olsa sarılmama aracı ol. Beni anlayacağını umut ediyor ve bana dileğim ile ilgili geri dönmeni bekliyorum... "

Gülay, mektubunu dikkatle katladı ve göğsüne yerleştirdi. Akşam yemeğini yedikten sonra iskeleye çıkarak bir süre karanlıkta hiç bir ışığın meydana getiremeyeceği o güzel yakamozu izledi. Ardından yaşlı gözlerle dileğini denize bıraktı ve gözlerini kapattı. Sanki deniz dileğini hemen yerine getirecek gibi hissediyordu. Sanki gözlerini açsa, sevdiğini karşısında görecek ve bu doğaüstü olaya deniz neden olacaktı. Yavaşça gözlerini açtı ama sevdiğini göremedi. Gözlerinden bir kaç damla yaş, denize damladı. Genç kadın büyük bir hüzünle yürüyerek evine gitti ve kimsenin yüzüne dahi bakmadan odasına kapandı. Ağladı, ağladı, ağladı... Hayat, yaşanılabilecek bir olgu olmaktan çıkmış ve adeta bir çileye dönüşmüştü. Buna daha fazla sabredemiyordu. Fakat aksi yönde de yapabilecek hiç bir şeyi yoktu. Kalbi daralıyor ve nefes alması zorlaşıyordu. Derin derin nefes alarak kendine gelmeye çalıştı fakat her nefes alışında göğsü sızlıyor adeta nefes alırken bedeni yırtınıyordu. Hırıltılar çıkarmaya başladı. Hızlı hızlı öksürdü ve bir süre sonra kendine geldi. Oldukça halsiz kalmıştı, yatağına uzandı gözlerini kapattı.

Gece uykusunda bir rüzgâr hissetti. Galiba balkon kapısını açık unutmuştu. Ama kalkıp kapatabilecek hali de yoktu. Rüzgâr ayaklarından beline doğru ilerledi ve göğsünden başına kadar inanılmaz bir yumuşaklıkla esip gitti. Gülay, rüzgâr ile birlikte muhteşem bir huzur duygusuna sarınmıştı. Gözlerini açtı. Gördüklerine inanamayıp, gözlerini tekrar kapatıp açtı. Denizin ortasındaydı. Sahilden bir hayli uzakta olmasına rağmen evlerini zar zor görebiliyordu. Denizde yürüyebiliyor ve koşabiliyordu. Büyük bir sevinçle oradan oraya koşup durdu, kendince rüyasının tadını çıkartıyordu. " Gülay... " Duyduğu sesle irkildi. Ses tam arkasından geliyordu ve yıllardır hasret kaldığı bir sesti. Hızla arkasını döndü. Kocası yüzünde o bilindik gülümsemesiyle kendisine bakıyordu. Hiç bir şey diyemeden, hasretle kocasına sarıldı. İşte dileği gerçek olmuştu, onca zamandır başaramadığı şeyi deniz başarmıştı. Kocasının kollarından ayrılmadan tüm gücüyle onu sıktı. Kokusunu öylesine özlemişti ki, yıllarca böyle durabilirdi. " Ah seni öyle özledim, öyle bekledim ki.. " Eşi yanıt vermeden onun yüzüne baktı. Gözlerinde hafif bir keder vardı. Genç kadın, gayet iyi tanıdığı kocasının yüzündeki gülümsemesinin ardına saklanmış, gözlerindeki kederi hemen fark etmiş ve onunda yıllardır kendisini özlediğini düşünmüştü. Onu görmenin verdiği sevinçle hiç bir şey düşünemiyordu. Kocasına tekrar sarıldı, onu tekrar kokladı. Hiç uyanmak istemiyor, kalan tüm yaşamı boyunca bu rüyanın devam etmesini istiyordu. Yılların verdiği özlem ve hasretle saatlerce konuştular. Birbirlerini ne kadar özlediklerini, birisinin olmadığı yaşamda diğerinin eksikliğinin nasıl hissedildiğini anlatıp durdular. Her ikisi de heyecanlı ve sevinçliydi. Bir o kadarda hüzünlüydüler. Genç kadın güneş ufuktan yavaş yavaş doğarken, gözlerini bakmaya doyamadığı kocasından alarak denize çevirdi ve ağlamaya başladı. Kocası " Ağlama... " dedi. Ağlamaması imkânsızdı, birazdan uyanacak ve bu güzel gece sona erecekti. Bir ay boyunca yine kocasına hasret kalacaktı. Ona hızlı hızlı yine mektup yazacağını, hiç durmayacağını, her ay hilali sabırsızlıkla bekleyeceğini söyledi. Kocası elleriyle karısının ağzını kapattı. Gözlerinde garip bir bakış vardı. Gülay' ı öptü. " Gitme desem de, gideceksin, fakat döneceğinde unutma, burada seni bekliyor olacağım... " dedi. Güneş doğmuştu, Gülay artık uyanması gerektiğini ve uyanmazsa ailesinin endişeleneceğinden, onu zorla uyandıracaklarından, bu güzel rüyanın sarsıntılarla bitmesini istemediğinden bahsetti. Ona son defa sarılarak, denizin üzerinden yürümeye başladı. Evine doğru yaklaştıkça yüreği sızlıyordu. Ara ara arkasına bakıyor ve kocasının orada beklediğini görmek içine tarifi imkânsız bir huzur veriyordu. Gözyaşları içerisinde sahile çıktı ve evlerinin önündeki kalabalığı fark etti. Biraz daha yaklaşınca, kulakları annesinin feryatlarıyla çınladı...

" Gülay, Gülaaay, Gülaaaay.... "

arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Haziran 2006       Mesaj #992
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Çıkarcılığın Soğuk Bir Gecesi

Sponsorlu Bağlantılar

Bu hikaye, uğruna mücadele ettiği değerleri, gerçek "çıkar" zihniyetli kimseler tarafından anlaşılamadığı için hain ilan edilen son birkaç "gerçekten iyi insan"a ithaf olunur.

Gözlerini kapadı. Gecenin karanlığında tek ışık kaynağı, masasının yanına iliştirilmiş çalışma lambası idi ve bu lamba artık bir ışık kaynağı olmaktan çok bir işkence kaynağı gibiydi yorgunluktan kan toplamış gözlerine. Yavaşça doğruldu masadan. gözleri hala kapalıydı. Sonunda bitirmişti işte. Ne kadar da uzun gelmişti bu iş ona. Koskoca bir raporu okuyup özetlemiş ve Amerikan pragmatizminden sıyırıp cümleleri, Türkiye pazarına uyarlamıştı. Aslında sorumluluklarının farkında, her işini zamanında yapan bir adamdı. Fakat bu konu özeldi. İş yerinde sıkışan bir arkadaşına yardım etmek için, onun çaresizliğine dayanamadığı için kendi ağzıyla teklif ederek işi üzerine almıştı. Böylece o arkadaşı da sevgilisi ile özel bir yemek yeme şansını, aptal bir rapor için harcamış olmayacaktı.

İçini bir anda hoş bir mutluluk hissi kapladı. Garip bir kişiliği vardı. İnsanlara karşı iyilik yapmaktan zevk alır ve bunu gerçekten de karşılık beklemeden yapardı. Genellikle de iyilik yaptığı kişiler zamanla onun bu özelliğini fark eder, önceleri mahcupça edilen yüzlerce teşekkür, yerini kuru bir "sağ ol"a bırakırdı.

İyilikleri, zamanla görevlerine dönüşürdü...

Arkadaşları arasında genellikle tuhaf karşılanır, başka şekillerde yorumlanırdı bu huyu. "Ya bak şu Mehmet'e, kıza yazacağım diye yine ne maymunluklar yapıyor. Bu Mehmet adam olmaz kardeşim. Bari bir şey çıkarsa işin sonunda yaptığıyla kalıyor salak!" gibisinden yorumlar yapılırdı sıkça arkasından.

Öyle ya... Sen kalk, elin Selin'ini her gün evine kadar bırak. Bunla da yetinme, Banu'nun dosyalarına yardım et. Nihal erkek arkadaşıyla yıldönümünü kutlayacak ama o da ne? Bir rapor yazması lazım. Sorun değil. Mehmet yazar nasıl olsa.

Mehmet'in bu davranışları 2 yıldır sürüp gitmekteydi. Herkes onun çevresinde bulunuyor, ona ilgi gösteriyor, işleri sıkıştığında Mehmet'in onlara yardım edeceğini bildikleri için huzur içerisinde çalışıyorlardı.

İşin komik tarafı Mehmet, sadece bayanlara değil erkeklere de aynı şekilde iyi davranıyordu. Belki de etrafındakiler onun homoseksüel eğilimleri olduğundan bile şüpheleniyorlardı kim bilir?

Ertesi sabah ofise girdiğinde raporu Nihal'e verdi. "- Sağol Mehmet. Bu iyiliğini unutmayacağım!" cevabını da alarak güne mutlu başladı. İşte, yine içini o güzel his, o eşsiz büyüklük kaplamıştı. Masasına oturdu. Bilgisayarını açtı ve işe koyuldu. Mehmet yine bayanlara iyilik yapmayı sürdürdü. Banu'nun tezine yardım etti, Ayşem'in çevirilerini yaptı.

Gel zaman git zaman Mehmet'in çevresinde tuhaf şeyler olmaya başladı. Arkadaşları birer, birer ondan kopuyor, soğuk davranmaya başlıyorlardı. Nedenini bir türlü anlamıyordu Mehmet. Onları ihmal ettiğini düşünüyor, onlara elinden geldiğince iyilikler yapmaya çalışıyor, fakat her ısrarında gerilemek durumunda kalıyordu. Bir kısır döngüye kapılmış gidiyordu.

Sonunda gerçek yüzüne çarpıldı Mehmet'in : "O bir çıkarcı idi". İlişkilerini tamamen çıkar üzerine kuran, karşısındaki bayanları kendine borçlu hissettirip onları kendine mecbur bırakmaya çalışan bir çıkarcıydı. Etrafındaki tüm erkekler, herkes bu görüşü birbirine yaymış ve onu yıllardır karşısında mücadele ettiği o kavramla "çıkarcılıkla" suçlamışlardı.

En yakın gördüğü arkadaşına gitti. Serhat'a. Öyle ya.. Onun her işinde bir parça emeği vardı, her şeyinin onunla paylaşmıştı. 7 yıldan fazla bir süredir tanıyorlardı birbirlerini. Ona sordu. "- Ben nasıl biriyim?" "Çıkarcı!" dedi Serhat. Sen çıkarcının birisin. Banu'ya Ayşe'ye....herkese sordu. Hepsi aynı şeyi söyledi. "- Çıkarcı".

Masasına uzandı. Huzur arayan bir ruhun uzanabileceği kadar rahat uzandı soğuk zemine. Düşündü, Notre Damme'ın kamburu filminin soundtrack albümü çalıyordu ve parçada "- Seni taşlamak için elini ilk kim kaldıracak?" diye soruyordu şarkıcı..

Belli belirsiz " - Kendim kaldıracağım, ben..." cümlesi çıktı ağızından. O da gecenin karanlığıyla örtüldü gitti...

asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
20 Haziran 2006       Mesaj #993
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Bir gün bilge bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatciya

>>>>>>büyük bir
>>>>>>ödül verecegini duyurdu.
>>>>>>Yarismaya cok sayida sanatci katildı. Günlerce calistilar
>>>>>>birbirinden
>>>>>>güzel resimler yaptilar.
>>>>>>Sonunda resimlerini saraya teslim ettiler.Kral tablolari bir
>>>>>>bir
>>>>>>inceledi. Yalnizca iki tablodan cok hoslandı.
>>>>>>Ama birinciyi secmesi icin karar vermesi
>>>>>>gerekiyordu.Resimlerden
>>>>>>birisinde, sükunetli bir göl vardi.
>>>>>>Göl bir ayna gibi etrafinda yükselen daglarin huzurlu
>>>>>>görüntüsünü
>>>>>>yansitiyordu.
>>>>>>Üst tarafta pamuk beyazi bulutlar gökyüzünü
süslüyordu.
>>>>>>Resme kim baktiysa, onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu
>>>>>>düsünüyordu.Diger resimde de daglar vardi.
>>>>>>Ama engebeli ve ciplak daglar üst tarafta öfkeli gökyüzünden
>>>>>>yagmur
>>>>>>bosaliyor ve simsek cakiyordu.
>>>>>>Dagin eteklerinde ise köpüklü bir selale cagildiyordu. Kisacasi
>>>>>>resim
>>>>>>hic de huzur dolu görünmüyordu.
>>>>>>Fakat, kral resme bakinca selalenin ardinda kayaliklardaki bir
>>>>>>catlaktan
>>>>>>cikan mini minnacik bir calilik gördü.
>>>>>>Çaliligin icerinde ise anne bir kusun ördügü bir kus yuvasi
>>>>>>görünüyordu
>>>>>>Sertce akan suyun
orta yerinde anne kus yuvasini kuruyor...
>>>>>>Harika bir huzur ve sükun.
>>>>>>Peki ödülü kim kazandi dersiniz?
>>>>>>
>>>>>>Kral ikinci resmi secti. "Cünkü" dedi,
>>>>>>
>>>>>>"Huzur hicbir gürültünün, sıkıntının ya da zorlugun bulunmadigi
>>>>>>yer
>>>>>>demek degildir.
>>>>>>Huzur;sıkıntıların, dertlerin, sorunların icinde bile
>>>>>>yüreginizin sükun
>>>>>>bulabilmesidir.
>>>>>>Huzurun gercek anlami budur."
>>>>>>
>>>>>>
>>>>>>Mutlulugu yakalayabilen insanlar huzurlu olur.
>>>>>>Mutlu olmayi bilmeyen insanlar hangi ortamlarda
bulunurlarsa
>>>>>>bulunsunlar bir türlü huzurlu olamazlar.
>>>>>>Mutlu ve huzurlu olacagimiz günleri beklemeyelim.
>>>>>>Huzuru ve mutlulugu yakalamak icin hizli adımlarla yürüyelim,
>>>>>>hatta
>>>>>>kosalim.
>>>>>>Huzur da bizim elimizde, mutluluk da...
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Haziran 2006       Mesaj #994
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Çocuk Olmak

Treni kaçmış bir yolcu gibi kovalamak istemiyorum arkamda bıraktığım o masum yılları ama bir an olsun aklımdan da çıkmıyor çocukken herşeyi var olduğu gibi algılayıp, kavramları irdelenmemiş halleriyle tanıyışım. Kendimi bir biberonla ya da minnacıklı bir ayıcıkla avutuşum. Biraz daha büyüdükçe az çok anlayınca nesnelerin senin için anlamını, daha pratik şeyler istemeye başlıyorsun. Örneğin, küçük bir bisiklet süslüyor hayalini, evin dışına çıkıp bir sürelik bile olsa özgürce sokakta cadde boyu bir gezinti yapmak istiyorsun. Sahip olduğun ilk bisiklet, adeta bağımsızlığının ilk ve tek simgesi oluyor. Ayaklarını yerden kesip, iki tekerlek üzerinde kanatlanmışsın hissine kapılınca, dünyanın en değerli hediyesine kavuştuğuna inanıyorsun. Düşlenecek daha büyük ideallerin hayalden öte bir şey olmadığını biliyorsun. İnsan küçük olunca beklentileri de küçük oluyor elbet. Ufak tefek nesnelerle kocaman mutluluklar sığdırabiliyorsun o minnacık kalbe. En güzeli de anlamıyorsun yaşadığın dünya üzerindeki entrikaları, tüm olanları çocuk saflığıyla algılıyorsun, herşeyi gördüğünle kabullenebiliyorsun. İşte o anları düşündükçe hep çocuk kalmak istiyor insan.
Büyüyüp yetişkin olmak, elbette hayatın en doğal ve kaçınılmaz bir döngüsü. Ama zor geliyor insana aklına gelince arkada bıraktığı tertemiz yıllar. Anlayınca kavramların içindeki asıl anlamlarını, daha fazla kurcalıyor kafanı herşey. Farkedince gördüğün o güzel gülün dikenlerinin varlığını, işte o zaman bir karamsarlık basıyor içine. Çocuk gözlerindeki ışığın parlaklığını yavaş yavaş yitiriyorsun. Umutsuzluğun pençesine düşünce hayatta elini attığın her işe 1-0 yenik başlıyorsun. Her nefes alışında, bir sonraki nefesi alamama ihtimalini düşünüyorsun. Yaşadığın her anı'nın son anın olabileceğinin bilincine varabiliyorsun. Ama kapandığı yerden aralanınca toz pembe perdeler, bunca olasılık için de hayatta kalabildiğine çok fazla sevinemiyorsun? Hissedebiliyorsun teninin derinliklerinde, ölüm kamplarında birilerinin işkenceye maruz kaldığını ya da tek suçu doğmak olan zavallı bir çocuğun köprü altlarında açlıktan kıvrandığını. Yokluğun, sefaletin, işkencenin ve daha bir çok kavramın karşılığını biliyorsun artık.
Büyüyünce, gerçeklerle yüzleşmek zedeliyor insanın çocukluktan kalma masumiyetini, ne kadar büyürsen büyü, kalbinin kuytu yerlerinde saklanan çocuk, her yüzleşme de inciniyor. Sonra kaçmak istiyorsun gerçeklerin acımasız gölgesinden, bir anlık bile olsa polyanacılık oynamak istiyorsun. Ama olmuyor, istesende yapamıyorsun, içinde ki çocuğu eskisi gibi gerçeklerin görünen yüzü ile kandıramıyorsun, çünkü artık çok geç o büyüdü ve biliyor herşeyi.
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
20 Haziran 2006       Mesaj #995
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Sen bir MELEKSiN


Melek Hanım, bu akşam bir başka hazırlık yapmıştı. Bir başka çıkmıştı kocasının karşısına. İpek gibi siyah saçlarını omuzlarından aşağılara salmıştı. Birilerinin dışarısı için gösterdikleri özeni; o, sadece kocası için gösteriyordu. En güzel elbisesini giymiş, yeni gelin gibi süslenmiş, ‘yaratılışımı, yüzümü güzelleştirdiğin gibi, huyumu ve ahlakımı da güzelleştir ya Rabbi’ diye dualar etmişti. Kararmakta olan akşamın ilk karanlığı içinde; tül perdenin altından bakabildiği kadarıyla kocasının gelmesi için yolu gözlüyordu. Tahir Bey, ise fena halde yorulmuştu ama vazifesini yapmış olmanın huzuru içinde eve dönüyordu. Üzerinde taşıdığı anahtarı ile kapıyı açacaktı ki; eşi Melek Hanım\'ını kapıyı açar olarak buldu. Melek Hanım, içeri giren kocasının boynuna sarıldı. Davranışları ile onun gönlünü alevlendiriyordu. O, evinin hanımı, hanımefendisiydi.
“Selamünaleyküm.” Dedi Tahir Bey,
“Aleykümselam. Hoş geldiniz efendim.”
“Hoş bulduk canım” dedi. Tahir Bey, bir buse kondurdu güler yüzle kapıda kendini karşılayan hanımının yanağına. Melek Hanım, Tahir Bey’e terliklerini verirken; elindekileri aldı. Pardösüsünü astı. Hanımı tarafından güler yüz, tatlı söz ile karşılanan Tahir Bey’in bütün yorgunluğu bir anda çıkıvermişti sanki... Şu Melek Hanım, ne hoş bir kadındı. Tahir Bey, kolunu onun beline doladı. Birlikte salondaki kanepeye kadar geldiler. Karşılıklı hal ve hatır sordular. Bundan dolayı her ikisi de ziyadesiyle memnundular.
“Bu güzel karşılamayı neye borçluyum acaba?”
“Görevinin bilincinde olan bir hanım almaya!”
“Ey Rabbim ne kadar şükretsem yine de azdır. Senin gibi bir Meleği nasip etti bana…”
“Ya ben bu övgüyü neye borçluyum?”
“Görevinin bilincinde olan; bir beyle evlenmeye!”
“Sen hem çok akıllı, hem çok zeki, anlayışlı, güzel, kibar, nazik, hem de çok sevimli, hem de çok…”
“Yeter, görende bir şey var zannedecek.”
“Sen başkasın, benim için ‘çok özel bir yer’ sahipsin. Sen benim bir tanemsin. Ben seni övmüyorum, hakikati söylüyorum. Hem senin övülmeye ihtiyacın mı var? Kadın, evi ve kocası için süslenmeli. Ama kadınlar daha çok dışarı çıkacakları zaman, sanki bir başkaları için süslenirler. Evlerinde ve kocalarının yanında ise sıradan şeyler giyerler. Sen öyle değilsin, bir tanem.”
“Nasılım peki?”
“Sen başkasın…”
“Evlendiğimiz günden bu yana seni çamaşırda, bulaşıkta görmedim. Üstün başın pis ve dağınık görmedim hiç.”
“Benim en önemli vazifem; sana huzurlu bir ortam hazırlamaktır. Sizi huzurlu ve mutlu gördükçe, dünyalar benim oluyor.”
“Ya Rabbi ne amel ettim ki, bana böyle bir melek nasip ettin?” diyordu Tahir Bey. Melek Hanım Tahir Bey’in geçen her gün sevgisi artıyor, gözünde ve gönlünde büyüyordu. Melek Hanım da ‘sen benim hayat kaynağım, umudum, sevgim, aşkım, her şeyimsin, sana kul köle olmak istiyorum’ diyordu. Ne yapar eder, gönlünün en uç noktasına kadar inerdi. Çalışmalarında destekçisi olur, şevk ve zevk vermeye çalışırdı. Bu güne kadar, ne kıştan ne yazdan, ne soğuktan ne de sıcaktan şikayetçi olmamışlardı. Huyları da öyle birbirine benziyordu ki! Kocası evde olduğu zaman; iş çıkarmazdı ortaya, sürekli yanında olmaya çalışır, sevdiği yemekleri yapar, duruma göre çay, kahve, meyve getirir, soyup dilimleyerek eliyle de ikram ederdi. Tahir Bey ne zaman misafirle gelecek olsa, kapı ziline basar, Melek Hanım’ın ‘kim o?’ sorusuna ‘biziz’ cevabıyla yalnız olmadığını anlar, gelen misafirin zahmet değil rahmet olarak geldiğine inanır ona göre hüsnü muamelede bulunurdu. Ne kadar geç gelirse gelsin, asla ‘kadına kocasından önce yatmak yakışmaz’ der mutlaka kocasını beklerdi.
Melek hanım, abdest almak için gömleğinin kollarını sıvarken; Tahir Bey’in ayaklarına uzanarak çoraplarını çıkarmaya başladı. Tahir Bey, onu ellerinden tuttu, memnuniyetini ve sevgisini belli etmek için; anlına bir öpücük kondurdu.
“Sen benim hizmetçim değil, eşimsin.”
“Çoraplarınızı çıkarsam ne olur ki!...”
“Bu senin görevin değil.”
“Seni memnun ve mutlu etmek, benim görevim değil mi?”
“Bu ikimizin de görevi…”
“Öyleyse müsaade ette çıkarayım.”
“Hayır.”
Tahir Bey kendi çoraplarını çıkardı. Lavaboya doğru giderken; “Bu Allah’ın bana bir hediyesidir” diye, dua edip şükretti. Abdestini alıp çıkınca onu elinde havlu ile bekler buldu.
“Yapma Meleğim.”
“Size hizmet etmekten zevk alıyorum.”
Birlikte akşam namazını kıldılar. Melek Hanım yere sofrayı hazırlarken; Tahir Bey eşine sofra hazırlamada yardım ediyordu.
“Sen otur efendi…”
“Sana yardım etmek istiyordum.”
“Eksik olma. Ama erkeğin dışarıda başarılı olmak için içeride dinlenmesi lazım.” İkisi de bir birinin hoşgörüsünden, nezaket, sevgi ve saygısından son derece memnundular. Huzur doluydular. Örnektiler. Yemekten sonra ağzını yıkamak için lavaboya giden Tahir Bey, onu yine havluyla bekler buldu. Onu havlu ile birlikte kucakladı. Ne asil bir hanımdı, şu Melek Hanım.
“Sen bir Melek’sin.”
Yemekten sonra oturup sohbet ettiler. Aynı derdin, aynı tasa ve kasavetin, aynı ideal ve davanın insanlarıydılar. Yıllarca birbirini görmemiş iki aşık gibiydiler. Yatsı yaklaştığında; Tahir Bey’in pardösüsünü getirdi. “Yatsı ile sabah namazlarını camide ifa etmen senin için daha hayırlıdır diye düşündüm” diyen Melek Hanım’a teşekkürden başka verecek cevap bulamadı.
“Şu sendeki tatlı dil var ya!...” dedi.
O gidince bulaşıkları yıkadı, ocağa koyduğu çayı demledi. Abdestini tazeleyerek namazını kıldı. Geleceği zamanı tahmin ediyordu. O cebinden anahtarını çıkarırken; Melek Hanım kapıyı açtı.
“Kapıda mı bekledin yine!...”
“Sen hem kocam, hem de hocamsın. Dünya ahiret mutluluğumu sana borçluyum. Nankör olamam. Hakkını nasıl öderim sana…” Salonda Tahir Bey tefsirde dünkü kaldıkları yerden devam etti. Melek hanım hem çayını doldurdu, müphem konuları açıklaması için hem de sorular sordu. Melek Hanım okudu, Tahir Bey değerlendirdi. Erken kalkmak için; erken yatmak bir gereklilikti. Yatmadan önce Tahir Bey abdestini tazelerken; Melek hanım yatak örtüsünü kaldırdı, yastık ve yorganı açtı. Gecelik ve pijamaları hazırladı. Dualarını ettiler ve yattılar.
Gece yarısı uyanan Melek Hanım, abdestini alarak; teheccüd namazı kıldı. Eşine, kendine ve tüm Müslümanlara dua etti. Yatağında asude bir şekilde uyuyan Tahir Bey’i uyandırmaya kıyamadı. Sessizce yanına sokularak yattı. O uykuya varmak üzereyken Tahir Bey teheccüd namazını kıldı, dua etti. Muhabbetle yatan eşine baktı. Sabah namazını camide kılarak eve geldiğinde sabah kahvaltısını hazır buldu. Huzur ve saadet içinde kahvaltılarını yaptılar. Melek Hanım, her günkü gibi, sevgiyle Tahir Bey’i işe yolladı. Melek Hanım biliyordu ki…
“İnsanların, hayatını bir yaşam biçimine dönüştüremiyorlardı. Yuvayı her ne kadar erkek yapsa da, kadının huzur ve mutluluk içinde devam ettirebileceğini gayet iyi biliyordu. Evden sevgi ve muhabbetle işe çıkan erkeğin; gözü ve gönlü dışarıda kalmayacağını, akşam olunca da; sevgi ve muhabbetle eve döneceğini ama herkesten daha iyi biliyordu.”
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Haziran 2006       Mesaj #996
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Seni özledim. Gecenin en zifiri anında bile odamı aydınlatan bu aşkı özlüyorum, en çok ta her gün duyabilmek için çırpındığım sesini.
Seni özlüyorum işte… Her kavgamızın sonunda çektiğim sancıları, seni kaybetmek korkusunun yüreğimi bir bıçak gibi kestiği anları bile.
Seni özlüyorum, kabul ettim artık bunu. Göz bebeklerimin içine yerleşmişsin ve dünyada iyiye, güzele dair ne varsa içinde sen varsın.

36476he
Meleklerin kanatlarında geliyorsun sen bana her gün, martıların gözlerinde… Bir papatya demetinin üstündeki uğur böceği oluyorsun, ayın şavkında, umudun mavisinde ki en çok bu renge tutkunum bilirsin sen varsın. Yüreğime işlemişim seni bir dantel gibi ince ince düğümlerle… Oradasın, orada kalmalısın. Çünkü bir tek sen bu yüreğe yakışırsın.
Her gün içimi ısıtan asıl sensin, sıcacık ışıklarınla tüm ruhumu saran, her yeni güne gözümü açar açmaz içime doluştuğun bir günaydınsın.
Seni özlemek dayanılmaz bir hale geldiğinde bile isyan etmiyorum. Çünkü içimdesin ve seni göz yaşlarımla bedenim her gün biraz daha ölse de aslında her güne yeniden doğuyorum.

Seni özlüyorum çünkü seni seviyorum hem de çok… Doğrularını yanlışlarını sorgulamadan, bir çocuk yüreği gibi masumca yaşıyorum seni. Bu hayata verdiğim her nefeste gittiğim her yerde sen benimle birlikte varsın. O yüzden yalnızlık nedir bilmiyorum. Asla değiştirmeden, en katkısız halinle seviyorum seni, özgürleşiyor aşkımız, sevdikçe büyüyor özledikçe yüceliyor.

İşte en çok bunu özlüyorum
Seni sevmeyi özlüyorum
Sevdikçe daha çok özlüyorum
Özledikçe daha çok seviyorum



Seviyorum... Seni... Sen biliyoRsun..
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
20 Haziran 2006       Mesaj #997
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
kıskançlık


Bir sarmaşık,bir ağaç varmış.Birde GÜNEŞ.Ağaç güneşi severmiş,güneşte ağacı.Sarmaşık kıskanırmış bunları,hep ağaç bana baksın istermiş.Hergün ağacı biraz daha çok sıkarmış (o sarılıyorum sanarmış)bana baksın diye.Ama ağaç bakmazmış güneşi izlemeyi ve onu gerçekten sevdiği için.....................En sonunda bir gün uyandığında ağacın onu seyrettiğini görmüş.önce sevinmiş........ ama sonra üzülmüş.Neden biliyormusunuz?Hani sarmaşık ağacı her gün sıkıyordu ya.En sonunda öldürmüş ağacı.Sonra anlamış iş işten geçtikten sonra.Kıskançlık onuda kendisinide öldürmüş.Oda dayanamamış ölmüş.Bir güneş kalmış acılı yüreğiyle sadece.ama nefret duymamış hiç sarmaşığa.bunu bilin...............
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Haziran 2006       Mesaj #998
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Çok Acı Çekmişti Bana Geldiğinde


Çok acı çekmişti bana geldiğinde,boynunu bükmüş,dünyadan umudunu kesmişti ne baharın gelişiyle ilgileniyordu nede ofisimin penceresine vuran güneşle,oysa güneş pencereden içeriye usulca süzülürken ışıklarını dokundurduğu her şeye güç veriyordu,neye dokunursa o nesnenin içini ısıtıyor yaşama arzusunu artırıyordu...ama o oralı bile değildi hala boynu büküktü sanki güneşi hiç hissetmiyordu...onunla konuşursam iyi gelebilirdi...

ya daha çok içini acıtırsam diye korkuyordum.Ne çok özlemişti güne merhaba derken üzerine düşen çiğ damlalarıyla yıkanmayı,usul usul esen sabah rüzgarında dans etmeyi ,komşularını. Yerinden,yurdundan, doğduğu topraklardan,ayrılışına üzülüyordu haklıydı köyünün yağmurlarıyla ıslanmak o topraklarda kök salmak her bahar yeniden doğmak onunda hakkıydı...

Biraz su verdim yüzünde küçük bir tebessüm oluştu,yaşama yeniden sarılmak için bahane arıyordu sanki , bir şiir okudum ona , baharın geldiğini anlatabilmek için birden aklıma geldi; ben ney sesine bayılırım belki oda severdi. Canım sıkıldığında, huzur istediğimde,yaşama daha çok bağlanmam gerektiğini düşündüğümde ney dinlerim teybe daha önce yaptırdığım kaseti koydum,ona sormadım bile...bir anda oda ney sesiyle doldu,ben rahatlamıştım o ise irkildi,bir müddet hareketsiz kaldı belli belirsiz boynunu düzeltti yüzünde huzur vardı , ilk defa gözlerimin içine bakıyordu gözleri ışıl ışıldı ani bir hareketle döndü,yüzünü güneşe çevirdi,yüzündeki tebessüm kocaman bir gülümsemeye dönüştü kendimi ilk defa ofisimde bu kadar huzurlu hissediyordum bende gülümsedim.

Bahar sabahlarını severim kendine has bir kokusu vardır,içerisi de havasızdı zaten pencereyi açtım sabahın serinliği odaya doldu,ney sesiyse bütün sokağı dolaştı köşe başını döndü ve duyamayacağım kadar uzaklara gitti arkasından el salladım ve bağırdım umarım duymuştur;gittiğin yerlere huzur götür, sevgi götür...

Unutmayın dünyadaki her canlının ilgiye ve sevgiye ihtiyacı vardır...
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
20 Haziran 2006       Mesaj #999
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Bu Kadın Defnedilemez


Bu Kadın Defnedilemez
Ebu Hanife’nin meclisine gelen biri şöyle bir suâl sordu:
– Hamile bir kadın doğum sırasında vefat etti. Onu yıkamak üzere tahtanın üzerine koyduklarında karnındaki çocuğun yaşadığı anlaşıldı. Bu kadın böylece defnedilecek mi, yoksa bekletilecek mi? Kadın şu anda yıkama tahtası üzerinde beklemektedir. Mecliste hazır bulunanlar birbirlerine bakıştılar. Bazıları:

– Bu kadın defnedilemez. Ancak bekletilir. Ola ki bekleme sırasında çocuk dünyaya gele, dediler.

Bazıları da:

– Cenaze bekletilmez. Efendimizin hadisi vardır, cenazenizi bir an önce toprağa verin, buyurdu, dediler. Böyle söylenmesine rağmen yine de gözler Ebu Hanife Hazretleri’ndeydi. O, söylenenleri dikkatle dinledikten sonra fikrini açıkladı:

– Bu cenaze, ne defnedilir, ne de çocuğun doğması için bekletilir?

Dinleyenler şaşırdılar.

– Ne yapılır öyleyse? Geride başka ihtimal mi var sanki?

Evet, Hazret-i İmam’a göre asıl ihtimal geridedir ve olması gerekeni şöyle dile getirmiştir:

– Bu hamile kadının karnı ameliyatla açılır, çocuğu alınır, sonra defnedilir!

Dinleyenler hep birden bu görüşe iştirak ettiler. Doktor geldi. Hamile kadının karnı yarılıp çocuk sağ olarak çıkarıldı. Sonra defnedildi, çocuk bakıma alındı.

Daha sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu çocuk büyüdü, sıhhatli ve akıllı bir çocuk olup, Ebu Hanife’nin ilminden, irşadından istifade etti. Ebu Hanife’nin gösterdiği fıkhî çare ile hayata gelişinden dolayı halk ona Ebu Hanife’nin oğlu adını takmıştı.

Kaynak: Yeni Aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları




--------------------------------------------------------------------------------

Yarın bir Çinli Kardeşim vefat edecek....


Bundan altı yedi ay önce Çin’in değişik bölgelerinden on kişi İstanbul’a gelir. Bunların ortak özelikleri yeni Müslüman olmalarıdır. Umre için İstanbul üzerinden Arabistan’a gideceklerdir. Kimi yirmi gün önce, kimi bir ay, kimi iki ay önce Müslüman olmuştur. Ne yeterince İslâmî bilgileri, ne de yapacakları umre ile ilgili bir bilgileri vardır. Yanlarına, kendilerine yardımcı olacak, hem Çince’yi, hem Arapça’yı iyi bilen, hem de İslâmî bilgisi olan birini rehber olarak alacaklardı. Türkistan’daki Çin zulmünden kaçıp İstanbul’a yerleşmiş bir Uygur kardeşimiz, bu on Çinliye rehber olur. Bundan sonra hâdiseyi bu kardeşimizden dinleyelim:

“Yeni Müslüman olmuş bu on Çinli ile birlikte yola çıktık. Kısa zamanda aramızda iyi bir dostluk kuruldu. Yeni Mü’min olmuş bu insanlar, büyük bir heyecan yaşıyorlardı. Hiçbirinin İslâmî bilgisi yoktu. Hatta namazda okuyacakları sûreleri bile bilmiyorlardı. Namazlarda sadece “Elhamdülillah, Allahu Ekber” diyebiliyorlardı. Önce Mekke’ye gittik. Kâbe’de onların hâli görülmeye değerdi. Yeni doğmuş çocuklar gibiydiler. Kah ağlıyor kah gülüyorlardı.

İsimlerini değiştirmiştik: Muhammed(Çan Çing), Hasan(Çun Fang) gibi her biri yeni ismi ile çağrılıyordu. On Çinli kardeşimizden biri olan Muhammed’te bir farklılık vardı. Bu durum dikkatimi çekmişti. Her namazını gözleri yaşlı olarak bitiriyordu. Bir gün Muhammed sordu:


- İçki nedir, İçkiye dinimiz nasıl bakar?
- Rabbimiz içkiyi kesin olarak yasaklamıştır, içilmesi, yapılması, taşınması, satılması yasaktır.


Kaldığmız otele gelmiştik. Muhammed bir telefon edeceğini söyledi ve ona memleketine telefon etme imkânı sağladık. Çin’deki kardeşini arıyordu. Kardeşine aynen şöyle diyordu:


- İçki fabrikamızı kapat, Allah’ımız öyle emretmiş. Bize bu emre uymak düşer.


Kardeşi bunu yapamayacağını, birçok bağlantısının olduğunu, durup dururken kapatırlarsa, yüz binlerce dolar zarar edeceklerini, hiç olmazsa kendisine biraz zaman vermesini söyler. Fakat Muhammed kararlıdır:


-Allah emretmiş, bize uymak düşer. Fabrikayı hemen kapat, ben gelince borçları hallederim.


Mekke’deki ziyaretimizi bitirdik ve Medine’ye gittik. Medine’de bir sabah namazı. Efendimizin “Burası cennet bahçesidir” buyurduğu yerde sabah namazının farzını kılıyoruz. Muhammed benim yanımda. Diğer Çinli kardeşlerimizle aynı saftayız. Muhammed secdeye varıyor ancak bir daha kalkmıyor. Biz namazı bitirdiğimiz halde o hâlâ secdede. Zannettim ki Muhammed secdede kendinden geçti. Ancak uzun süre beklememize rağmen kalkmayınca merak ettim. Seslendim. Cevap vermedi. Tekrar seslendim yine tepki yok. Tedirgin oldum. Elimi uzattım, omzuna dokundum ve hafifçe çekeyim dedim ki, sağ tarafının üzerine yuvarlanıverdi. Hemen ambulans çağırdık, hastaneye götürdüler. Biz de arkasından gittik. Hastanedeki ilk muayenede çoktan vefat ettiğini söylediler. Muhammed’i hastanenin morguna kaldırdılar. Çinli kardeşlerimle birlikte hastanenin önünde ne yapacağmızı bilemez bir hâlde üzüntü içinde bulunuyorduk. O sırada bir araba ile makam mevki sahibi biri olduğu anlaşılan bir zat geldi. Herkes onu hürmetle karşıladı, sonradan örendik ki bu zat Medine’nin ileri gelen yöneticilerinden biri imiş. Hastane yetkililerine sordu:


- Bugün burada ölen bir Çinli var mı?
- Evet, dediler.
Biz de meraklanıp,
-Biz O Çinli’nin arkadaşıyız. Neden sordunuz?” diye sorunca şu açıklamada bulundu:
-Dün gece Efendimiz rüyamda bana göründü ve buyurdular ki,
‘Yarın burada bir Çinli kardeşim vefat edecek, onun cenazesi ile ilgilenin’


Bir anda her şey değişti. Muhammed’i morgdan aldılar, bir devlet yetkilisi defnedilir gibi defnedildi.”
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Haziran 2006       Mesaj #1000
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Değersiz İnciler


Bir zamanlar, dalgaların sonsuza kadar sakinliğe mahkum olduğu bir koyda, geçimini denizin incilerinden sağlayan bir köy vardı. Köy, doğanın yer göstermesiyle masmavi okyanus ve yemyeşil orman arasında kalan, altın sarısı bir kumsalda kuruluydu. Evlerse, bu muhteşem güzelliği bozma endişesiyle kumsala inci bir kolye gibi düzgün sıralanmıştı.
Bu köydeki bütün evler ve kayıklar birbirinin aynıydı. İnsanlarda öyle… Yüzyıllardır denizden esen rüzgar, insanları hep bir örnek yontmuş ve güneş, tenlerini hep aynı renge boyamıştı. Bu yüzden, köye gelen yabancıların köyü büyük bir aile sanmalarına şaşmamak gerekir. Tüccarlar, çoğu zaman, karıştırıp yanlış kapıyı çalarlar hatta yanlış kişilerle pazarlığa bile tutuşurlardı. Gelin görün ki hiç kimse onlara benzerliklerini kabul ettiremezdi. Hatta şaşırıp da birine başka bir isimle hitap etseniz, ona hakaret etmiş gibi azarlanmaktan kurtulamazdınız. Durumu düzeltmek için tek yapmanız gereken şey; aslında kendisinin ne kadar da farklı olduğunu söylemenizdir. Bu kez de, saatlerce, bu farklı yaratmak için ne kadar çok uğraştıklarını dinlemek zorunda kalırdınız. Sözün kısası, köydeki herkes herkesten nefret ederdi. Ama ne gariptir ki, bir örnek olan nefretleri bile benzerliklerini güçlendirmeye yarardı.
İnsanları bir arada gülüşürken görmek imkansızdı. Zaten beceremezdi de… Yüzlerinin küçümsemeye hazır çizgileri, gülmeye çalıştıklarında ancak hasetçi bir ifadeyle kasılıp kalırdı. Sözlüklerindeki ‘yücelmek’ kelimesinin karşılığı çoktan ‘diğerlerini alçaltmak’ olarak değişmişti. Tıpkı, bir zamanlar Bilge Dedenin anlattığı ‘On Dağ’ hikayesinde olduğu gibi:
Hikayeye göre birbirinin eşi olan on dağ varmış. Bu dağlar dünyanın en yüksek dağlarıymış. Boyları aynıymış ama hiç birinde ‘en büyük’ olma sevdası yokmuş. Zaten dağ olmanın sırrı mütevazı ve ketum olmakmış. Çünkü tabiat, sırlarını ancak güvendiği dağların içinde saklarmış.
Günlerden bir gün tepelerinde Zümrüdüanka kuşu görünmüş. Dev kanatlarıyla üstlerinde süzülüp duruyormuş. Maksadı dünyanın en yüksek dağını bulmakmış. Yuvasını ancak dünyanın en yükseğine kurabilirmiş. On dağı görünce aradığını bulduğunu anlamış, anlamış ama hangisinin en yüksek olduğuna bir türlü karar verememiş. Bir sağlarından bakmış, bir sollarından… Bir milim fark bile görememiş. Bir de dağların kendisine sorayım demiş:
“Ey yüce dağlar! diye seslenmiş. Söyleyin bana hanginiz daha yüksek?”
Dağlar önce şaşırmışlar kendilerine seslenen sese; çünkü Davut Peygamberden beri hiç kimseyle konuşmamışlar. Ama bakmışlar ki bu Zümrüdüanka Kuşu, “ne sorarsın” diye karşılık vermişler, tok sesleriyle.
“En yüksek dağı ararım,” demiş Zümrüdüanka. “Kimse o dağ söylesin bana. Yuvamı onun üzerinde kuracağım…”
Ve devam etmiş:
“Ne mutlu ona ki benim yavrularımı üstünde barındıracak; ismi masallarla, efsanelerle anılacak; yiğitlerin rüyası, aşıkların sevdası olacak ve hiçbir dağ ondan daha yüce ve daha şanlı olmayacak…”
Bu sözler dağların içine zehrini akıtmış. Hepsi o dağ ben olsam diye iç geçirmiş. Açıp gözlerini bakmışlar, kim ki o dağ diye. Ama kendileri de bir fark görememişler. Sonra tüm güçleriyle gerinmişler, belki biraz uzayabilir miyim diye… ne yazık ki çabaları boşunaymış; bir milim bile yükselmek, binlerce yıl demekmiş.
Bakmışlar ki görünüşte bir fark yok, farkı içlerinde aramışlar. Sahip oldukları sırları hatırlamışlar birer birer. Hepsi de tabiatın en nadide sırlarıymış. Zihinlerinde evirip çevirdikçe iyice kanaat getirmişler ki o dağ olsa olsa ben olurum! Bir daha baktılarında, artık diğerleri küçük görünmüş gözlerine. Zaten kibrin merceğinde her şey küçük görünürmüş. Bağırmışlar hep bir ağızdan: “Vallahi benim o en büyük!” diye.
Sonra başlamış aralarında bir büyüklük kavgası. Daha önce kim görmüş koca dağların mahalle kavgası ettiklerini! Ama hırslarından açmışlar ağızlarını yummuşlar gözlerini. Sırlarını bağıra çağıra açık etmişler evrene. İşte o an toprakları gevşeyivermiş. Kayaları çakıl taşı gibi sapır sapır dökülüyormuş! Meğer topraklarını bir arada tutan şey ketumluklarıymış.
Savrulup gitmişler rüzgarla. Artık hiç biri dünyanın en yüksek dağı değilmiş, ama oralar dünyanın en büyük çölü olmuş. Zümrüdüanka kuşu da çekmiş gitmiş, yuvasını Kaf Dağına kurmuş.
Bu hikaye anlatılmayalı uzun yıllar olmuştu köyde; çünkü köyün Bilge Dedesi yıllar önce çekip gitmişti buralardan. Dayanamamıştı insanlarının bu kadar çirkinleşmelerine.
İyi başlayıp kötü biten masallar gibi, en baştan beri her şey böyle kötü değildi tabi ki…
Önceleri, bir evde bir çocuk ağlasa bütün anneler koşar, biri diğerinin hakkında kötü düşünse gidip özür dilerdi. Gözlerinde güneş parçacıklarını, yüzlerinde ormanın huzurunu görürdünüz. İnsanlar, aynı kayaya tutunmuş bir avuç midye gibi yaşar, aynı denizden bulduklarını aynı sofrada yerlerdi. Doğanın verdiği her şey herkesindi. Neleri varsa paylaşırlardı. En çok da sevgilerini…
Her gece, kumsalda yakılan ateşin etrafında daire olurlar, ışığı aralarında tutup karanlığı arkalarına atarlardı. O gün topladıkları istiridyelerden inci ararken saatler sessizlik içinde geçer, gündüzden topladıkları baharatlı duyguları yüreklerinde demlenmeye bırakırlardı. Çükü her şey gece olunca demlenmeye başlardı; orman, deniz ve toprak buram buram kokardı. Huzur yüzeyden derinlere çöker, orada tortulaşır. Böylece, yaşamın incisi büyürdü ağır ağır.
Keşke her şey böyle ağır ağır devam etseydi!
Bir gece içlerinden biri “Neden büyük bir şenlik düzenlemiyoruz! dedi.
“Ne iyi olur! Dedi başka biri. Dostluğumuzun ateşini harlatırız!”
Herkes birşeyler söylüyordu:
“Ta okyanusun karşısından bile görünür!”
“Kocaman bir masa kurarız, sonra onu ne güzel süsleriz!”
“Danslar ederiz!..”
“Şarkılar söyleriz!..”
“Oyunlar oynarız!..”
“Yarışmalar yaparız!..”
“Her sene aynı günde tekrarlarız…”
Birden herkes susup Bilge Dedeye baktı; onaylanmayı bekliyorlardı. Fakat o kaygılıydı. Neden sonra konuştu:
“Yapmayın,dedi. Henüz cılız olan ateşinizle en değerli cevherinizi işlemeye mi kalkıyorsunuz? Ya henüz mücevher olmadan ateşiniz söner de cevheriniz simsiyah kalıverirse?”
Herkes Bilge Dedenin söylediklerini dikkatlice dinlerdi. Çünkü o konuştu mu kimsenin göremediği uzaklardan konuşurdu. Hatta bir zaman onu gelecekten haber veren sandılar da evinin önünde biriktiler; ‘ben ne zaman evleneceğim, bizim çocuğumuz ne zaman olacak, daha ne kadar yaşayacağım’ diye. O ise buna çok sert çıkmış, “gelecekten ancak bilgisiz şarlatanlar haber verebilir. Ben sadece işin sonunu söylüyorum. Bunda sihir yok, şaşılacak bir şey de yok. Tanrı geleceği söylememişse de, geleceğinizi yapacak kuralları söylemiş. Her şey bu kurallara göre değişir. Siz, denize attığınız taşın dibe çökeceğini biliyorsunuz, ben biraz daha fazlasını...” demişti.
Bilge Dede dünyadaki bütün hikayeleri bilirdi. O gece de bir hikaye anlattı:
Adamın biri ölüm yatağındayken, yanına biricik oğlunu çağırmış:
“Oğlum” demiş. “Sana çok değerli bir miras bırakacağım. Can kulağıyla dinle. Bahçedeki kuyunun dibinde bir yaratık yaşar. O yaratık senin ikbalindir. Başına sonsuz mutluluğun tacını takar. Yeter ki sen onu her gün besle. Sen onu besledikçe o büyür ve zamanı gelince kuyudan kendi kanatlarıyla çıkıverir. Sakın acele etme. Günde bir kazdan fazla verme. Yoksa…” diyip, daha cümlesini tamamlayamadan son nefesini vermiş.
Oğul, babasının acısı geçtikten sonra vasiyetini hatırlamış. Kuyunun başına gitmiş, içine bakmış. Kuyu en karanlık geceden bile daha karanlıkmış. Sanki dünyadaki tüm karanlıkların güneşi o kuyuymuş. İçeri doğru seslenmiş, ama kuyu sesini yutuvermiş. Bir taş atmış. Kuyu öyle derinmiş ki saatler sonra ancak bir ses işitebilmiş. Gelen ses ne sesinin yankısına benziyormuş, ne çığlığa, ne de iniltiye… Ne bir maymununki kadar inceymiş, ne de bir aslanın ki kadar dolgun… Adam, bu acayip ses olsa olsa kuyudaki yaratığın sesidir, diye düşünmüş. Babasının vasiyetine uymuş, yaratığı beslemeye başlamış. Her gün bir kaz atıyormuş, sonra da kuyudan gelen sesi dinliyormuş. Günlerle birlikte ses de güçlenmiş, biçimlenmiş. Dinlediği sesten yaratığın her gün daha büyüdüğü anlıyormuş. Ama yıllar geçmiş, hala kuyudan çıktığı yokmuş. Bu arada geleceğin hayali her akşam adamı zaptediyormuş. Hayalleri sabrını süpürüyor, tüm dünyanın kendi adını öğreneceği günü fısıldıyormuş. En sonunda dayanamamış, bir gün kuyuya iki tane kaz atmış. O gün yaratık daha fazla büyümüş. İki kaz… Üç kaz… Derken develer, inekler atılmış. Ve bir gün yaratık kendi kanatlarıyla dışarı çıkmış. Adam tam ona emredecekken, yaratığa yem oluvermiş!”
Bilge Dede, hikayeyi bitirdikten sonra şöyle devam etti: “İşte dostlarım, o kişi acele etmiş; çünkü karanlık kuyuda geçmesi gereken süre, yaratığın faydalı olmayı öğrenmesi için gerekli olan süreymiş. Siz de içinizdeki inciyi sabırla beslemeye devam edin. Kabuğu açılan istiridyenin incisi artık büyümez. Bekleyin civciv yumurtayı içerden kendisi kırsın.”
Fakat bu kez insanlar Bilge Dedenin endişelerini yersiz buldular; ‘Kendi aralarında eğlenmenin ne zararı olabilirdi ki!..’

Gecikmeden şenlik hazırlıklarına başlandı. Önce, köy meydanını çevreleyen büyük bir masa yaptılar. Orta yere dağ kadar odun yığıldı. Herkes, şenlik gecesine özel kostümler hazırlayacaktı; çılgın, rengarenk, acayip… Yapılanlar sır gibi saklanıyordu; her şey şenlik gecesine sürprizdi.

Şenlik günü, dev masa binbir çeşit yiyecekle donatıldı. Üzeri denizin ve ormanın verdikleriyle süslendi. Havanın kararmasıyla odunlar yakıldı. Bu, dünyanın en büyük şenlik ateşiydi. İnsanlar evlerinden kıyafetleriyle çıkıp ortaya gelmeye başladılar. İşte o an kahkahalarını duymalıydınız! Birbirlerine bakıp iki büklüm kendilerini yere atıyorlardı!.. Sonra masaya geçildi. Ama gülmekten fırsat bulup da yemeklerini yiyemediler. Çalgıcılar neşeli ezgilere başladığında masalardan kalkıp ateşin etrafına koşuştular. Herkes dilediği gibi dans etti. Yorulunca orta boşaltıldı, hazırlanan oyunlar oynandı. Artık gülmek canlarını yakıyor, çeneleri ağrıyor, midelerine kramplar giriyordu. Sonra hep bir ağızdan içli şarkılara geçildi. Bu kez de hüzünleri coşuyor, kahkahaları gibi hıçkırıkları da setsiz çağlıyordu.

Tüm gece boyunca coşkularının sandalı onları bir neşenin, bir hüznün kıyılarına taşıdı durdu. Sabaha karşı artık iyice hırpalanmış bedenleriyle ateşin etrafında sızıp kaldılar.

Daha ertesi gün, seneye yapacakları şenliklerin planlarını kurmaya başladılar. Ve böylece şenlikler her sene tekrarlanarak devam etti. Önce köye gelen inci tüccarları gelişlerini şenliklere denk getirdi. Onlar da başkalarına anlattı. Sonra onları görmeye diğerleri geldi. Bunlar genelde zengin insanlardı. Kısa zamanda, soylu hanımefendi ve beyefendiler, şehirlerin sıradanlaşan renkli gecelerini bu köyün ‘sade’ ‘doğal’ ‘egzotik’ ortamında soluklandırmayı adet edindiler. ‘Üstelik hava değişikliği sıhhatlerine de iyi geliyordu!..’ Fakat köylülerin içten davetlerine karşılık şenliğe katılmıyorlar, köyün etrafındaki tepelere kurdukları çadırlardan seyretmekle yetiniyorlardı. Kim bilir, bekli de yapmacıklıklarının bu doğallık içinde saklanamayacağından korkuyorlar; ya da bu insanların farkına varamadıkları soyluluk zırhlarından korunmasız hale gelmenin tehlikeli olacağını düşünüyorlardı.

Misafirler, köyden ayrılmadan önce inci kolyeler almayı ve karşılığında cömert paralarla köylüleri sevindirmeyi görevleri sayardı. Köylülerin bu iki günde kazandıkları para, bütün sene tüccarlardan kazandıklarından daha fazlaydı; çünkü zenginlerin arasında, köylülerin göremediği bir rekabet vardı. Özellikle büyük incilerden yapılma kolyeleri satın alma konusunda üzeri nezaketle gizlenmiş büyük bir yarış… Bazen, alış veriş bir mezata dönüşüveriyor, birbirlerine fırlatırcasına söylenen fiyatlar havada uçuşuyordu… Kadınlar kocalarının kulaklarına tıslıyor, fesatlıkla kızışan suratlar yelpazeleniyor, eften püften konularda çıkan tartışmalar büyük kavgalara dönüveriyordu. Önceleri bu durumdan köylüler kendilerini suçlu buldular. Onlar, kimsenin kavga etmesini istemezdi. Büyük incileri hediye edip bu tatsızlığı kapatmayı denediler. Bu kez şehirliler, köylülerin haklarını koruyan yırtıcı avukatlar gibi parladılar: “Ne demekti bu! Tabi ki kahraman dalgıçların hakları verilmeliydi. Büyük inciler derinlerden çıkardı, bunu herkes bilirdi. Onları çıkarmak için hayatlarını tehlikeye atanlar onurlandırılmalıydı.”

İşte hastalığın mikropları, ağızlardan sıçrayan bu kelimelerle bulaştı:
Büyük inciyi bulan…
Daha derinlere dalan…
Daha kahraman…
Daha çok para…
Daha çok onuru hak ediyor…

Hastalığın mikrobu üreyebileceği yere; yüreklere yerleşti...
Yabancılar gittikten sonra, ateşin etrafında geçen gecelerde mikrop usul usul yayıldı. Mikrobun çürüttüğü yerler şüphe veren bir ağrı yapıyordu. Ve oyulan deliklere sahte gözler yerleşti. Bu gözler, ömür boyu hayran hayran bakarak kurbanını bir yanılsamanın içinde tutsak edecek ve görmeyi unutturup görülmeye alıştıracaktı. Artık ateşin çevresinde geçen gecelerde insanlar, düştükleri kısacık dalgınlıklarda bu gözlerin önünde yeni değerlere göre biçilmiş elbiselerini deniyorlardı.

Mikrop yayıldıkça dalgınlıkları da arttı. Bilge Dede belirtilerden hastalığın teşhisini koydu: Adem’den beri insanlığın en büyük düşmanı şimdi köyünü ele geçiriyordu. İyileştirmek için nice şifalı hikayeler anlattı, ama nafile…

Köylüler, içlerinde alıştıkları hayranlığı çevrelerinde göremeyince bozuluyorlardı. Kendilerini fark etmeyen gözler iyi niyetli olamazdı. Artık her şey apaçık ortadaydı; dost görünen bakışların arkasındaki tüm hikayeyi biliyorlardı. Şimdiye kadar iyi niyetlerinden yararlanmışlar, haklarını kendi aralarında bölüşmüşlerdi. Şimdi sıra kendilerindeydi… Sessiz geçen saatler, sinsi bir hesaplaşmaydı.

Hastalık yüreklerini tamamen sardığında yaşam, onları tecrit etti. İnsanlar, kapatıldıkları sanallık içinde büyüklük oyunu oynayarak zamanlarını tükettiler:
Terazinin kefesine koydukları taşlarla yaşamlarının değerini anlamaya çalışıyorlar; sonrada kendilerine bir ‘en’le başlayan ünvan buluyorlardı. En hamarat, en güzel, en bilgili ve en çok da en cesur olmak vardı. Bir en’e sahip olanın, çevresindeki herkes düşmanı olabilirdi. Çünkü diğerleri de kendini en sanıyordu! Aynı konuda iki en olamazdı. Oyunun kuralı böyleydi. Yok bunu kabul etmezlerse, başka birilerinin hakemliği gerekirdi. Böylece köylerine gelen yabancılar, dört gözle beklenmeye başlandı.

Şenlik gününe hazırlıklar yine devam ediyordu. En hamaratlar en güzel giysileri dikip, en güzel yemekleri yapıyor; en güzeller, ayna karşısında güzelliklerine zarafet ve sevimlilik ekliyor; en bilgililer güya şimdiye kadar yanlış bilinen gerçekleri çözümlüyor ve hatta deniz kabuklarına bakarak geleceği söylüyordu. En cesurlar da, en derin denizlerde en büyük incileri çıkartmakla meşguldüler.
Zengin beyefendiler ve hanımefendiler artık tepelerin üzerinde değillerdi, masalarda oturup ve köylülerden hizmet bekliyorlardı. Şenlik alanı bir tiyatroya dönüşmüştü; her şey seyircilere dönük yapılıyor, yüzlerden zafer aranıyordu. Zafer çoğu zaman intikam demekti. Ama sıra en büyük inciyi seçmeye gelince…

Onurlarını başka birine kaptıranlar gururlarına yediremeyip kaz***** dövüşe davet ediyordu. Onlar köyün ortasında birbirine girince, kavga ailelere sıçrıyor, çoluk çocuk herkes yumruklaşıyordu. Zenginler için asıl eğlence buydu. Dövüşenlerin üzerinde bahis oynanıyordu. Ve Bilge Dede bu rezilliğe dayanamadı ve köyü terk etti. Ama bir gün dönmek üzere…

Ve yıllar sonra bir şenlik günü geri döndü. Köyde yine herkes kavga ediyordu. Bilge Dedeyi fark edenler donup kaldılar. Sessizlik tüm insanlara sıçradı; çünkü bilge dedenin boynunda iri bir elma büyüklüğünde bir inci asılıydı! Kimileri inanmayıp inciye dokundu, gerçek olduğunu anlayınca çığlık attılar, bayılanlar oldu. Zenginler inciye sahip olma hırsıyla kendilerinden geçti. Köylüler uğrunda dövüştükleri incileri fırlatıp attılar. Bilge Dede köyün ortasına gelince herkes sustu.

“İşte size dünyanın en büyük incisi. Ben, onu denizin en derin yerinden çıkardım. Ve o hak edenin olacak.”

Zenginler tüm servetlerini bağışlıyorlardı. Fakat Bilge Dede hepsini köyden kovdu. Ortaya bir ateş yaktı. Etrafına oturdular. İnciyi teker teker köylülerinin eline verdi. Eline alan uzun süre onu tutuyor, okşuyor, yüzüne sürüyor, avucunda sıkıyordu. Sahip olmanın yanılsamasına düşmeye yakın Bilge Dede onu alıp başkasına veriyordu. Yürekler incinin paylaşılmasından çılgına dönüyor, hırs keskin, soğuk bir rüzgar gibi yürekleri sızlatıyordu.

Bu seremoni, geceden sabaha, sabahtan gün batımına kadar sürdü. İnsanlar neredeyse bu paylaşımı kanıksayıp geçmiş günlerini özleyeceklerdi, ama hastalık buna izin vermiyordu. Sonra kayıklara binildi, koyun dışına doğru kürek çektiler. İnci, Bilge Dedenin elindeydi. Denizin en derin yerinde durdular. Güneşin kıpkızıl ucu az sonra suya gömülecekti. Bilge Dede inciyi öyle uzağa fırlattı ki kimse arkasından atlamaya teşebbüs bile etmedi. İnci güneşle birlikte denize gömüldü.

Şimdi herkes aynı duygu paylaşıyordu. Kaybettikleri, tüm kaybedilenleri hatırlatıyordu. Bilge Dede, istiridyenin kabuğunun tekrar kapanacağını umdu.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
16 Mayıs 2014 / NihLe Müslümanlık/İslamiyet
18 Temmuz 2016 / Daisy-BT Edebiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar