Arama

Yaratılmış Bir Varlık Olarak İnsan

Güncelleme: 24 Nisan 2016 Gösterim: 38.033 Cevap: 18
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Şubat 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
yarat


Sponsorlu Bağlantılar


Dünyada giderek güçlenen materyalizmi benimsemiş olan insanlığın zamanla unuttuğu en önemli kavramlardan biri kendinin yaratılmış bir varlık olduğudur. Bu kıymetli bilgiye zamanımızda ancak yüzeysel olarak değinebilen ve bilinçli bir şekilde sahip olmayan insan, fiziksel dünya ve materyalizmle aşırı özdeşleşmiş olmasından kaynaklanan ciddi sorunlar yaşamakta ve her geçen gün daha da zorlanmaktadır.

İnsanın yaratılmış bir varlık olduğu farkındalığını geliştirmiş olmasıyla, bu sorunların nasıl çözümlenebileceğinin bağlantısı ilk bakışta belirgin olmayabilir. Ancak, sorunlara yüzeysel bir şekilde yaklaşmak yani maddesel dünyadan kaynaklanan sorunları aslında pek de işe yaramayan materyalist reçetelerle çözmeye çalışmak yerine her insanın yaratılmış bir varlık olduğu farkındalığını edinmesiyle bu sorunların tinsel bir düzeye taşınması ve farklı bir biçimde ele alınması sağlanabilir. Bu bakımdan, bakışımızı materyalizmden tinselliğe çevirecek ve insanlığı gerçek çözümlere yaklaştıracak olan bu bilince sahip olmanın pek çok bakımdan elzem olduğu söylenebilir.


Ancak, Tanrı’nın varlığına inananların bu inançlarını sadece “bizi Allah yaratmış”şeklinde ifade etmeleri yeterli değildir. Bu oldukça yüzeysel yaklaşımdır. Ayrıca, yaratılma işleminin zamanı olarak yalnızca geçmişe atıfta bulunmak, insanın şimdi dünyada neden hala var olduğunun açıklamasını zorlaştırır. Hatta yaratılış olayının artık bitmiş olduğu inancı insanı bazı yanlış anlayışlara da yöneltebilir. Tanrı’nın, dünya ve insanla ilgili yaratılış olayını geçmişte gerçekleştirip bitirdiğine inanmak, halen yaşanmakta olan Kozmik evrimin anlaşılmasını ve kavranmasını engeller.

Bazı din kitaplarında (özellikle Tevrat’ta) , Allah’ın dünyayı belli bir zaman süreci içinde yaratmış olduğuna dair bazı bilgiler bulunduğu doğrudur. Ancak Tevrat’ta, aslında yedi ana aşamada gerçekleşecek olan kozmik evrimin, dünya ve insanın katılaşmış ve görünür biçimleriyle ortaya çıktığı dördüncü evrim aşaması olan dünya evriminin başlangıcına değinildiği için dünyanın ‘altı günde’ yaratıldığı anlatılmıştır.


Antroposofik bilgiler yaratılışı, dünya evresinden üç aşama öncesi olan Eski Satürn evresine kadar götürür. Antroposofi’nin ışığında, yaratılışın çok önemli üç ön evresini Eski Satürn’den itibaren takip ederek dünya aşamasına kadar gelebiliriz. Bu bağlamda anlaşılması gereken çok önemli bir noktaya Antroposofi açıklık kazandırır. Şu sırada halen evrimin dördüncü aşamasını yaşamakta olan insanın yaratılışı henüz sona ermemiştir. İnsanın Kozmik evrim içindeki yaratılışı halen devam etmektedir.


Yaratılışı tamamlanmış bir insan varlığı düşüncesini benimsemekle, yaratılışın devam ettiği anlayışına sahip olmak arasında çok önemli farklılıklar vardır. Bunların neler olduğunu özetleyecek olursak; yaratılışın tamamlanıp bittiği inancını benimsemiş olanlar, dünya evrimi aşaması sürecinde insanın düşünce, duygu ve irade de yaşadığı uyku halini aşmakta zorlanacak ve bunun sonuçlarıyla karşılaşmak durumunda kalacaklardır. Çünkü bu inancı benimsediğimizde, yaratılışı tamamlanmış ve bitmiş olduğunu zannettiğimiz insanın daha öte evrilmesinin söz konusu olmadığını düşünebilir, şimdiki halimizle yetinebilir ve daha mükemmel olmaya gerek görmeyebiliriz.


bulentinsan3

İnsan varlığının yaratılışının henüz tamamlanmadığını ve devam etmekte olduğunu kavrayan bir birey ise, Kozmik evrimin neresinde olduğunu bilmenin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu görür ve dünyadaki gerçek konumunun ne olduğunu öğrenmek ister. Bu bilgileri anlayıp kavradıktan sonra da Tinsel evrimin amaç ve hedeflerini anlamaya çalışır. İnsan, Yüksek Tinsel Dünya Varlıkları tarafından belirlenmiş bu hedefleri kavradığı zaman kendinin bu evrimin içindeki önemli yerini ve misyonunu anlar ve evrime bilinçli katkılarda bulunmaya gayret eder. Varoluşuna bu açılardan bakabilen insan, evrimin hedefleri ile kendi bireysel gelişiminin birbiriyle bağlantılı olduğunu ve aynı yönde gitmesi gerektiğini anlar. Antroposofi, tüm insanlığı ilgilendiren bu gerçeği anlamamıza ve özümsememize yardımcı olur.


Öte yandan insanın yaratılışı, nerden kaynaklandığı belirsiz bir doğa fenomeni içinde, sadece fiziksel ve kimyasal etkilerle dünyada zamanla kendi başına gelişmiş bir oluşum biçiminde imgelenirse, doğruyu yansıtmayan bu tür nahif düşünceler insanın yaratılış fenomeninin arkasındaki gerçeklikten giderek uzaklaşmasına neden olur. Bunun gibi yüzeysel düşünceleri benimseyenler, insanın özellikle insan olarak yaratılmış bir varlık olduğu gerçeğini kavrayıp özümsemekte zorlanabilirler.


Neden ve nereden geldiği belirsiz bazı etkenlerle durup dururken tetiklenip kendiliğinden başlamış olan bir varoluşun arkasında yaratılışı özellikle başlatmış bir ilahi benlik olduğu düşüncesine yer verilemez. Çünkü bu şekilde açıklanan bir oluşum ve varoluşun arkasında kimsenin olması gerekli değildir. Bir takım enerjiler ve etkenler tesadüfen yan yana gelmiş ve mineral, bitki, hayvan ve insanlık aleminin oluşumu kolayca gerçekleşmiştir. Antroposofi, amacı ve anlamı olmayan bir varoluşu fiziksel dünyaya indirgeyip yalnızca madde ile özdeşleştirerek insanı sadece akıllı bir fiziksel dünya varlığı olduğuna inandırmaya çalışan evrim karşıtı güçlerin varlığına dikkat çeker. Bu varlıklar insanı, yaratılışın arkasında birisi olmadan uygun şartların bir araya gelmesiyle kendiliğinden oluşmuş bir varlık olduğuna inandırarak dikkatlerin Yaratanın Benliğine odaklanmasını önlerler.


Antroposofik bilgilerden varoluşun anlam ve amacının duyu üstü Tinsel Dünyadan kaynaklandığını görmeye başlayan insan, öte dünyadaki tinsel varlıkları tanıyıp onların faaliyetlerini öğrenmek isteyecektir.

Antroposofi, ancak evrende yaptıkları işleri göz önünde bulundurduğumuzda tanıyıp anlayabileceğimiz bu varlıkları iki ana kategoride inceleyebileceğimizi anlatır.

Bu varlıklar, Kutsal Tanrısal Varlıklar ve Kutsal olanın karşısında yer alan tinsel varlıklar olarak tanımlanabilirler. Onlar hakkında bilgilenen insan, Yüksek Tinsel Varlıklarla ilişkisini kavrayabildiği zaman evrimin gereklerini yerine getirmek üzere onlarla birliktelik içinde çalışmak gerektiğinin bilincine sahip olabilirler.


Bütün bunlar insanlığın artık bir yol ayrımına geldiğine işaret eder. Kozmik evrimde özgürlüğü temsil eden insan, bu özgürlük çerçevesinde insanı özellikle yaratan birisi olmadığına ve tesadüfi bir oluşumun sonucunda var olduğuna inanmakta ısrar ederse, tüm yaşama bakışı da bu yanlış düşüncenin şablonu doğrultusunda biçimlenir.


Yaratılışın arkasında yaratma işlemini gerçekleştiren Tanrısal bir Benlik olduğu gerçeğinin dışında kalan her inanç insanın uykuda olduğunu gösterir. Bu tür düşüncelerde saplanıp kalmak insanın uyku halinin devam etmesini sağlar. Bu durum Kutsal Tinsel Varlıkların karşısında yer almış olan tinsel varlıkların işine gelir.


Yaratılışın arkasında Tanrısal bir güç olduğu gerçeği örtbas edilip ortadan kaldırıldığı zaman insanları çeşitli teorilerle gerçeği yansıtmayan olasılıklara inandırmak çok kolay olacaktır. Biraz dikkatli baktığımızda, bu teorilerin ve olasılıkların ısrarlı bir biçimde ve oldukça geniş bir yelpaze içinde sunulduklarını gözlemleyebiliriz.


Bizleri pırıltılı fakat yalan yanlış, uçan kaçan, içi boş inanç ve düşüncelerin ilhamlarıyla fiziksel dünyanın dışına çekmeye çalışan tinsel varlıkların, ve insanı, sadece bir fiziksel dünya varlığı olduğuna inandırmaya çalışan diğer tinsel varlıkların insanlığa yaptıkları müdahalelerden ancak onların faaliyetleri hakkında bilinçlenerek korunabiliriz. Antroposofik bilgilerle oluşturabileceğimiz farkındalık, bilince dönüştürülerek kalıcı bir şekilde özümsenmezse, hiç farkında olmadan bu varlıklardan gelen yalan-yanlış ilhamları kendi kıymetli düşüncelerimizmiş gibi benimseyebiliriz. Bunun sonucunda ruh ve benliğimiz onların amaçladıkları doğrultusunda biçimlendirilebilir.


bulentinsan4

Yüksek Tinsel Dünya Varlıkları tarafından büyük özverilerle özellikle insan olarak yaratılmış olduğunun bilincine varan insan, Tanrı karşıtı varlıkların ruhu üzerindeki bencil hesap ve amaçlarının aksine onu yaratanların kendisine özgürlük bağışlamış olduklarını anlar.

Dünya evrimi sürecinde giderek fiziksel dünya ile özdeşleşip Tanrı’sının adını bile unutmuş olmasına rağmen, kendisine Tinsel Dünya tarafından dilerse kutsal olmayanı bile seçebileceği bir özgürlüğün tanındığını görür. İnsanın fiziksel dünyada özgürlüğe sahip olması ve bu doğrultuda gelişmesi Yüksek Tinsel Dünya için çok önemlidir.


Ancak materyalist ve dünyevi bir yaşamın içindeyken gerçek tinsel ışığı bulup sahiplenebilmiş bir insan Tinsel Dünya ile ilişkisinin hükmeden ve hükmedilen gibi bir kalıp içinde olmadığını görebilir. Aksine, insanın Tinsel Dünya ile buluşma noktası sevgidir. Fakat bulduğumuzu zannettiğimiz her sevgi gerçek olan değildir. Onun için bu sevginin nereden kaynaklandığının ve niteliğinin ne olduğunun iyi anlaşılması gerekir.


İnsanda henüz var olan hayvansal doğa, kötülük, yalan, egoizm ve ahlak yoksunluğu bizi yaratan Tanrısal Varlıkların bir yanlışından kaynaklanmamıştır. Tanrı’nın yarattığı başlangıçta mükemmeldi, fakat insan dünya ile tamamen özdeşleşince kusurlu ve düşük bir doğa oluşturdu. Tinsel dünyanın amaçladığı şey elbetteki düşük doğalı bir varlık yaratmak değildi. Bu bakımdan, yaratılışın henüz bitmeyip devam etmekte olduğunu görmemiz ve de insanın tesadüfi bir doğa fenomeni sonucunda oluşmadığını, yaratılışın arkasında ilahi bir güc ve Benliğin olduğunu anlamamız çok önemlidir. Antroposofi, evrende neden özellikle insan olarak yaratıldığımız gizemini aydınlatır.


Varoluşunun ‘gerçek anlamını’ öğrenmek her insanın tinsel sorumluluğudur.
Son düzenleyen Safi; 24 Nisan 2016 01:23
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Şubat 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İnsan dünyaya günahsız olarak gelir. Ancak bu onun ileriki yaşamında kirlenmeyeceği ve sorun olmayacağı anlamına gelmez. Çünkü insan yaratılış itibariyle nefsi ve kalbi hastalıklara 'namzet' bir halde yaratılmıştır. Aklını başına almaya başladığı gençlik yaşlarından itibaren aklını iradesi ile birlikte kullana bilirse 'şems' suresinde söylediği gibi 'nefsini temizleyip arındıran felah bulmuştur' ayeti o kişinin hayatında vücut bulur. İnsanların bir çoğu birbirine bakarak yaşadığı için, nefsine yüz verir, onu serbest bırakır ve içindeki olumsuz tohumlar yeşerir büyür ve de kocaman bir ağaç halini alır. İşte o zaman olumsuz durumdan kurtulmak pek kolay olmaz. Bu çok zaman ve emek getirecektir. Ancak şunu hemen belirtelim ki insan terbiyesi ve düzelmesi ile ilgili süreç tüm zorluğuna rağmen imkansız değildir. Kişinin buna inanması ve istemesi en önemli değerdir. Eğer bu başarılamayacak olsaydı Allah (cc) bizden bunu istemeyecekti.
Kur'an’ın varlık sebebi, eğik ve sorunlu olan insanı, doğru ve ideal hale getirmektir. Peygamberler ise bunun nasıl olacağının pratik uygulayıcısı ve tebliğcisidirler.
Sponsorlu Bağlantılar





Allah (c.c.): “Biz insanı en güzel şekilde yarattık sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik”diyor. Biçim ve şekil olarak gerçekten çok güzel yaratılmış insanın, içi yani özü (nefsi) için aynı şeyi söylemek oldukça zordur. Burada adeta Allah (c.c.)en güzel şekilde yaratılmış şeklimize, içimizi ona denk olarak terbiye etmek, onu olgunlaştırmak işlemini bize verdiğini işaret etmektedir. Çünkü Kur'an'ın bir çok yerinde karşımıza “İman ettiler ve kendi hallerini düzelttiler” ayeti çıkmaktadır.
Tüm bunlar gösteriyor ki, insan problemlidir. Ama bunu Vahiyle, iyi niyetle ve iradeyle düzeltmelidir ve düzeltebilir.
Allah'ın insanda görmek istemediği, belkide en önemli sorun olan “insanın nankörlüğüdür” Aklı başında bir insanın nankörlük yapacağı en büyük makam, şüphesiz ki tüm kainatı, insanları, sonuçta her şeyi yaratan Allah’a karşı yapılandır. Kur'an'ın varlık sebeplerinden biriside, insandaki bu nankörlük duygusunu temizlemektir.
… Gerçek şu ki, Biz insanı tarafımızdan bir rahmet tattıracağımız zaman ona sevinir. Eğer onlara kendi ellerini takdim ettikleri dolayısı ile bir kötülük isabet ederse, bu durumda insan nankör kesiliverir. (42/Şuura 48)
İnsan Nankördür
İyiliğin kaynağı Allah'tır. Allah insana ve yaratığı tüm varlıklara sürekli iyilik yapar. Çünkü Allah'ın zatında kötülük yoktur. Sürekli ikram eden, en iyi olan Allah, yarattığı insanında kendisine iyilik (şükür) yapmasını ister.
Nankörlük Nedir?
İnsanın, görmüş olduğu iyiliğe karşı, hiç olmamış gibi davranmasıdır. Yaratıcısından, bir kişiden yada bir kurumdan iyilik görebilir insan. Ancak daha sonra, bu iyilikleri hiç görmemiş gibi davranır, hissiz ve duygusuz durur. Onunla ilgilenmez, onu sevmez, onu kucaklamaz, işte nankörlük budur.
İnsan Neden Nankör Olur?
İnsan yaratılış itibariyle kendisine düşkündür. Bu bir sonra “bencillik” duygusunu doğuracaktır. Bencil insan, yalnız kendisine değer veren ve yalnız kendisini seven insandır. Bencil insanların diğer insanlara zaman zaman yakın davranması menfaati içindir. Menfaati ortadan kalktığına da yakınlığı da ortadan kalkacaktır. İşte nankörlük burada başlar. Nankör insanlar, görmüş olduğu iyiliklerin kendilerinin tabii bir hakkı olduğuna inanırlar, o yüzden o iyiliğe karşılık vermeleri söz konusu değildir. Aynı zamanda nankör insanlar kendilerini uyanık olarak görürler. Gördüğü bir iyiliği yok saymayı, karşılık vermemeyi “kar” sayarlar. Nankörlüğe yol açan ana sebepler işte buralardır.
Kur’an’a Göre Nankör İnsanlar
Allah'ın varlığına inananırlar ancak, O'nu bir rab ve ilah olarak kabul etmezler. O'nun kendi hayatları üzerindeki tasarrufuna razı olmazlar. İman etmekse, sadece Allah'ın varlığına inanmak değildir. Allah'ı bir bütün olarak kabul etmek demektir. Yani ondan gelen her şeye razı olmak, boyun eğmektir. Nankörlük ise bunun tam zıttıdır. Allah'ın zatından değilse bile onun bizim üzerimizdeki yapmak istediği şeylerden rahatsız olup, haşa Allah'ın kendisinden rahatsız olmaktır ki bu insanın yapabileceği en büyük nankörlüktür.
İnsan Müstağnidir
Kur'an'ı Kerimde, insan problemleri olarak en çok işlenen direk ve dolaylı konulardan bir tanesi de ; “müstağniliktir”. İnsan, varlık ve güç sahibi olmaya başladığında kendisini gösteren, güç ve zenginlik ortaya çıkıncaya kadar, adeta içimizde saklanan çok çirkin bir özelliktir.
Müstağniliğin bilinç altında “ben” duygusu yoğun olarak şekillenmiştir. Bu '”benlik” fırsat buldukça, imkan oluştukça ortaya çıkar. Diğer durumlarda ise sinmiş bir şekilde bekler. Kur'an bu özelliğinden dolayı insanı bu konuda sürekli uyarır/eleştirir.
“İnsan azar, kendisini müstağni olarak gördüğü için.” (96/ Alak 67)
Dikkat edilirse müstağniliğin sonu azmaya götüren bir yoldur. Azmak ise iyice yoldan çıkmak, sapıklığa düşmektir. Azmış insan, kesinlikle laf dinlemeyen, kendi başına buyruk “egoist” bir insandır. Azmış insan iflah olması neredeyse mümkün olmayan insandır. Yine azmış insan nefsini ilah edinmiş olan insandır.
Müstağnilik Nedir?
Müstağnilik, kişinin her alanda kendisini yeterli, ihtiyaçsız ve zengin görmesidir. Müstağniliği insanın elindekileri, yani elde ettikleri doğurur. Gurur ve kibiri iyice büyütür. Kişinin kendisini/nefsini ilah edinmesiyle yani azgınlaşmasıyla son bulur.
Müstağnileşmenin Sebepleri
Bir insanın müstağnileşebilmesi için diğerlerinden olmayıp, kendisinde olan bir şeylerin olması gerekir. Elinde gücü, parası, bilgisi ve yetkisi olmayan bir insan müstağni olmaz, olamaz... Belki içinde istek olsa bile bunu ortaya çıkaramaz. Aslında müstağnileşmenin sebebi, kendisine bir şükür ve imtihan aracı olarak verilmişleri “ben kendim kazandım” deyip kendisine ön plana çıkartmasıdır.
Müstağni insan dinlemeyen insandır. Müstağni insan umursamayandır. Müstağnileşen insan, nefsini yüceltmiş ve kendisinin hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını, “zengin ve yeterli” olduğunu düşünen insandır.
Kur’an’a Göre Müstağniİ İnsanlar
Bir imtihana binaen, başka insanlara verilmeyip kendisine verilen şeylerle birlikte müstağnilik duygusu oraya sızmaya başlar. Bir insanın müstağni olabilmesi için, onun hiçbir şeye ihtiyaç hissetmeyip kendi kendine yeterli olması gerekir. Bu ise yaratılmış, her açıdan aciz ve hepsinden önemlisi yüzde yüz Allah'a bağımlı olan bizler için olacak şey değildir. Kendisi bir "Samed" olan Allah ancak "müstağnidir/münezzehtir". Müstağnilik bir kul için değil, ancak bir tek olan Allah içindir. Kur'an'da müstağniliğin sembolü olarak, kendisini ilahlaştıran ve Rableştiren Firavun örneği gösterilir. Firavun, güç ve iktidar sahibidir. İnsanları kendisine kullaştırmıştır. Her isteği yapılan, şişik bir nefse sahip, şımarık ve zalim birisidir. Bir yerde bir insanın her dediği olur ve her istediği yapılırsa onun ilahi bir sağlaması yapılmıyorsa o kişide mutlaka bir süre sonra müstağnilik başlayacaktır. Mesela Firavun'da görülen müstağnilik ve azgınlık onun yanındaki bir hizmetçide yoktur. Halbuki ikisi de aynı yerde ve aynı sarayda yaşar. Ancak birinin elinde güç varken diğerinin elinde yoktur. Güç olmayanda müstağnileşmenin sebebi de yoktur. Eğer güç ve iktidar Firavun'dan alınıp o hizmetçiye verilirse, eğer mayası da buna biraz uygunsa bu sefer o müstağnileşecektir. Yani müstağnileşmek, kişinin tamamen nefsileşip kendisini her şeyde yeterli ve ihtiyaçsız görmesidir.
Müstağnileşme hastalığı, yalnızca müşriklerde görülmez, maalesef bir çok kez imanlı insanlarda da görülebilir. Müslümanın müstağniliği ise tıpkı, müşriklerinki gibi kendini yeterli ve ihtiyaçsız görmesiyle başlar.
Allah'ın kitabında çok değindiği bu hastalık, yeterince kalbileşmemiş, tevazu ve takva örtüsünü kuşanmamış tüm iman sahibi olan insanlar için de bir tehdittir. Bir kişi başkalarını yalnız kendisine çevirmeye başladığı vakit, geldiği yeri unutup, ulaştığı mertebeyi bilmediği vakit, insanları ve yaptıklarını küçük görüp, kendisinden bahsetmeye başladığı vakit, nefsini sevip, kalbini unuttuğu vakit, okumaya ve ilme gereken önemi vermemeye başladığı vakit, hakkı ve sabrı birbirine tavsiye etmekten yüz çevirdiği vakit o kişide müstağnileşmiş olacaktır.
Müstağnilikten Kurtulmanın Yolu
Hz. Peygamber (sav) diyor ki: "Dünyevi konularda kendinizden aşağıdaki insanlara bakın, uhrevi ve ilmi konularda kendinizden yukarıdaki insanlara bakın." Aslında bu hadis en iyi formüldür. Ancak bununla birlikte müstağnilikten kurtulmak için şunlara dikkat etmek gerekir; 1) Mütevazılığı tercih etmek. 2) Takvaya önem vermek. 3) İlme ve öğrenmeye ilgi göstermek. 4) Nefsilikten kalbiliğe geçmek. 5) Hakkı ve sabrı tavsiye edenlerle birlikte olmak. 6) Allah'ı unutmamak.
UR’AN’DA iNSAN PROBLEMLERi - 2 - iNSAN ZAYIFTIR



Allah sizden (yükü) hafifletmek istiyor. insan zayıf olarak yaratılmıştır. (Nisa/ 28)



Yukarıdaki ayet, insanın Allah tarafından nasıl tanımlandığının güzel bir ifadesidir. insan bedeni ve ruhi olarak iki unsurdan oluşmaktadır. Bu iki unsurda mükemmele göre zayıf ve noksandır. Bu zayıflık hali iki önemli sebepten (hikmetten) dolayı insana verilmiştir. Birincisi, insan aciz olduğunu gördükçe kul olduğunu, asla bir “ilah” olmadığını anlar. ikincisi her türlü acizliğine, zayıflığına, rağmen imtihanını başarmak ve kendini bulduğu durumdan daha iyi hale getirmek için çaba sarf edilmesi gerektiğini gösterir.

Zayıflık bir açıdan aslında nimettir. insanın haddini aşmaması için büyüklenmesi için iyi bir panzehirdir. Ancak tüm bunlara rağmen elindeki mevcut imkanları diğer insanlardan “bir imtihana binaen” fazla olan insanlar sanki hiç aciz ve zayıf değilmiş gibi davranmaya çalışırlar. Bu onların iç yapılarının bozuk olduğundandır. iç yapısı bozuk olan tüm insanlar dışarıya karşı sürekli abartılı bir biçimde davranışlar sergilerler. Bu durum, içteki bozukluğun diğer insanlar tarafından fark edilmemesi içindir.



Kur’an’da zayıflık:

Kur’an’a zayıflık, dayanıksızlık ve irade eksikliği olarak görülür. Çoğunlukla dört bölümde incelenir. insanın zayıf olduğu konular çoğunlukla kişinin ilgisizliği ve isteksizliği neticesinde vücut bulur.

1) iman da zayıflık, insanın yüzünü tam olarak yaratanına çevirmemesi ve içindeki başka şeylerin güçlülüğünden ileri gelir. içteki o güçlülük devam ettiği ettiği müddetçe “iman” hep zayıf kalacaktır. Buna bağlı olarak ta amelde doğal olarak zayıf olacaktır.

2) Ahlaki zayıflık, ise içteki doğruluk ve dürüstlüğün kişideki yetersizliğinden ileri gelir. insanların doğrulukları ve olgunlukları arttıkça ahlakça da güçlü ve ilkeli olacaktır. Ahlaki zayıflıktan kurtulmanın diğer yolu ise nefsin en önemli problemlerinden olan “bencilliğin” kişiden uzaklaşması ile son bulacaktır.

3) Nefisteki zayıflık, insan yaratılış itibariyle kendisine düşkündür. Bu düşkünlük kendini aşırı sevme ve korumadan ileri gelir. Allah kitabında insanın “bencil” olarak yaratıldığını söyler. insan nefsindeki zaafların merkezinde burası vardır. Zayıf olan nefis etkiye çok açıktır. iyi bir terbiye sürecine girerse ilk başlangıçta sızlanırsa da daha sonra yola girecektir. Yola gelmiş bir nefis, terbiye edilip ehlileştirilmiş vahşi bir ata benzer. Eğer dizginlenip ehlileştirilirse sahibini hedefine ulaştıracaktır.



iNSAN UMUTSUZLUğA DÜşER

Umut insanı hayata bağlayan güçtür. Umut insanı ayakta tutan, motive edendir. Umut insana yaşama sevinci, düşünme heyecanı, çalışma aşkı verendir. Umudun bittiği yerde insanın yitireceği başka bir şeyi de kalmamıştır.

insanın umutsuzluğa düşmesi çoğu kez hayal kırıklığı ve ulaşılamayacak hedefleri önüne koyması ile başlar. Bu süreç kişinin vazgeçmesi ve kendisini bırakması ile son bulur işte insan için en tehlikeli yer burasıdır. Eğer kişi bu noktaya ulaşmazsa içteki yara çok büyümüş demektir. Bu yaranın tedavi edilebilmesi için kişide yaşam sevincinin yeniden kazanılması gerekir. Bunu sağlayacak ise “yeniden ve düzgün bir iman” olacaktır.



Kur’an’a Göre Umutsuzluk

...Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez (Yusuf/ 82)



Biz insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, onunla sevinirler, kendi ellerinin takdim ettiklerinden dolayı onlara bir kötülük isabet ettiğinde hemen umutsuzluğa kapılırlar. (Rum/ 36)

Yukarıdaki ayetler gösteriyor ki Allah kullarının umutsuzluğa düşmesinden asla razı değildir. Çünkü umutsuzluğa düşmek “bitmiş” olmakla eş anlamlıdır. Umutsuzluğun bir kötü halide kişinin akıbeti ile ilgili bir “emin olma” hali içinde olmasıdır işte bunu kendiside asla kabul edilemeyecek bir durumdur. Hiç kimse sonunu ne olacağını bilemez, bundan emin olamaz



Umutsuzluğa düşmemek için;

1) Kişinin yapamayacağı, taşıyamayacağı işi istememesi.

2) Karşılaşılan tüm olumsuzlukların nihai ve bitimsiz olmadığının unutulmaması

3) ileriye dönük “tûli emel” (bitimsiz istek) peşinde olmaması

4) insanın kendisini değerlendirme eleştirme ve kınamada ölçüyü kaçırmaması

gerektiğini insan unutmazsa Allah’ın izniyle umutsuzluğa da düşmemiş olacaktır.



iNSAN HIRSINA DÜşKÜNDÜR



Hırs; Bir şeyi elde etmedeki aşırı istek ve çabadır. Hırslı bir insan gözüne kestirdiğini elde etmek için her şeyi göze alır. Onu engelleyecek, durduracak bir şey yok gibidir. İstedikleri mutlaka onun olmalıdır. işte bu insanın en nefsi en çirkin hastalıklarından biridir.

Hırslı bir insan için başkası yoktur. Onun için sadece kendisi ve istekleri vardır. Önüne çıkabilecek tüm engelleri ortadan kaldırır. Temelde hırslı insan gözü doymaz ve dengesizdir.



Kur’an’da Harislik

Malı bir yığma tutkusu ve hırsıyla seviyorsunuz (Fecr/ 20)

Kur’an’da dünya malının insana çekici gösterildiği söylenir. Bu çekicilik bir imtihan için verilmişken, bunu insanların büyük bir kısmı unuttuğu ve umursamadığı için, her şeyin kendisine ait olmasını istemektedir. Bunun diğer adı ise “nefsilik-bencillik” tir.



Hırsı Doğuran Sebepler;

1) Bir şeyin yokluğunu çok çekmek

2) Aç gözlülük ve doyumsuzluk

3) Aşağılık yada yükseklik kompleksleri

4) Başkalarını sürekli geçme isteği

5) Tekel olma arzusu



Hırstan Kurtulmanın Yolları

1) Gözünü dünyadan ahirete çevirmek

2) Kanaatkar ve tok gözlü olmak

3) Tevazu ve ihlas sahibi olmaya çalışmak

4) Elindeki her şeyi paylaşıp bolca infak etmek



Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki Allah’tan mutlak manada razı olan kişide hiçbir zaman harislik ve bencillik olmayacaktır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Mart 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İnsanın Hâlleri

Ömer Baldık


Şeytanın Avukatı filmini seyredenler bilir; filmin en can alıcı sahnesi, en sonunda Al Pacino’nun dilinden dökülen sözdür: “Self-love is my favourite sin.” (Kendini beğenme, benim en sevdiğim günahtır.)

Filmde Al Pacino’nun şeytanı oynadığı düşünülürse, kendini beğenmenin şeytana has bir nitelik olduğu ortaya çıkar. Nasıl olmasın ki? O kendini beğendiği için Âdem aleyhisselâma yukarıdan bakmış; ve yine aynı nedenle, Allah’ın emrine açıkça karşı gelmiştir. Demek ki, kendini beğenmede, nefsini en yukarıya koyma gayreti, başkalarıyla sürekli kıyas yaparak kendini üstün kılmaya çalışma vardır.
Gerek Hıristiyanlık, gerekse İslâm’da bu yüzden kendini beğenme en çok yerilen hasletlerin başında gelir ve mü’minler bu konuda şiddetle ikaz edilir. Gelgelelim, ‘kendini değerli görme’yle ilgili bu tür bir ikazda bulunulmamıştır.
Bu da son derece anlamlıdır, çünkü her insanın kendisini değerli hissetmesi doğal bir eğilimdir. İslâm, insanın kendini beğenmesinin önüne set çekerken, mü’minlerin kendilerini değerli görmelerini de ister. Fakat bu değeri, Allah’a güzel bir abd olmada aramaya yönlendirir.
Kendini beğenme ile kendini değerli görme arasındaki fark da, bu şekilde ortaya çıkmaktadır: Kendini beğenme, insanın kendi nefsine dayanması ve güvenmesidir; kendini değerli görme ise, Allah’ın hiç yoktan yaratması, başka bir varlığı değil onu yaratması, muhatap alması, kendisine kul kabul etmesi nedeniyle (her) mü’minin (ayrı ayrı) kendisine değer vermesidir.
Başka bir deyişle, kendini beğenme, insanın kendi değerini kendinden alması; kendini değerli görme ise kendi değerini Allah’tan almasıdır.
Öyleyse, kendimizi beğenmeyelim, ama kendimize değer vermeyi de unutmayalım.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Mart 2006       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İNSAN DEDİĞİN
Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dediği vakit onlar: ‘A! Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahluk mu yaratacaksın? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet yapıp, seni tenzih etmekteyiz.’ dediler. Allah: ‘Ben sizin bilmediğiniz çok şeyi bilirim’ buyurdu.
  • Ve Adem’e bütün isimleri öğretti. Müteakiben önce onları meleklere göstererek: ‘İddianızda tutarlı iseniz haydi Bana şunları isimleriyle bildirin bakalım!’ dedi. Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin’ dediler.
  • Allah: ‘Adem! Eşyanın isimlerini onlara sen bildir’ dedi. O da isimleriyle onları bildirince Allah buyurdu: ‘Ben size demedim mi ki göklerin ve yerin sırlarını Ben bilirim.’ Ve Ben sizin gizli açık yapmakta olduğunuz her şeyi de bilirim.(Bakara 30,31,32,33)
Ayetlerde açıkça ifade edildiği gibi insan yaratıldığında bütün eşyaların isimlerini öğrenmiş olarak dünyaya gelmektedir. Yani insan bir hard disk gibi bilgi yüklü olarak inşa edilmekte, her canlının doğar doğmaz görevini bildiği gibi insan da davranışlarını ve nasıl bir yol izleyeceğini bilerek dünyaya gelmektedir. Hatta daha ileri giderek bütün bilimleri bilerek de dünyaya geliyor diyebiliriz.

Fihi Mafih’de de bildirildiği gibi, insan çok büyük bir varlıktır. İçinde her şey yazılıdır. Fakat insanın yaratılışı gereği, bir hayvani yönü bir de insani yönü vardır. Görünürde peşin zevklere amade olan hayvani yönümüz, bize insani yönümüzü unutturur. Çünkü hayvani davranışların meyvesi peşindir. Peşin ücret de insana cazip gelmektedir. Çok yüce olan insan, bu zevklere aldanarak bir kalıba sığdırılmış olur. Oysa ki insan düşünce demektir, İlim demektir, hikmetin kendisidir. Gerisi et ve kemikten ibarettir.
Bir kayısı çekirdeğini düşünün. Toprağa attığınız çekirdekte hiçbir şey kalmadığı zaman ancak yeşerip dünyaya dal vermektedir. Kendinizi düşünün, uykuya tam olarak dalmadığınızda rüya görebilir mi siniz?. Cevabınız hayır olacaktır. Ala uykulu gördüğünüz rüyalarda çoğunlukla gördüğünüz şeyin rüya olduğunu bilir ve rüyadan haz alamazsınız. Bu size eziyette verir ve biran önce uyanmak için gerekeni yaparsınız. Bir konuya tam olarak adapte olmadan o konuyu anlamanız da imkansız gözükmekte. Öyleyse bir işin olma olasılığını artırmak veya olmasını sağlayabilmek için, o konuya tam adaptasyon zorunlu gözükmekte. İnsanın büyük bir ilimle donatıldığını varsaydığımıza göre aklınıza hemen benim bu ilimden neden haberim yok diye bir soru gelebilir. Aslında bu sorunun cevabı yukarıdaki satırlarda gizli veya açıktır. Bizim: adaptasyon, işe kendini verme, konsantre dediğimiz şeylerin hepsi çevreyle ilgini kesme anlamına gelmektedir. Çekirdeğin içerisindeki kayısı varlığının, dünyaya gelebilmesi ve orada yaşayabilmesi için, çekirdekle ilişkisini kesmesi gerekmektedir. Çekirdekten herhangi bir nedenden dolayı ayrılamayan kayısı, asla dünya atmosferine gözlerini açamaz. Bizler de o çekirdeğin kayısı ağacı olup olmadığını, hacmini, meyvesini asla anlayamaz ve kavrayamayız. Daha önce bir benzerini görmediğimiz için de onun sadece çekirdekten ibaret olduğunu, çok küçük hacimde, eğer tatlı çekirdekse sadece kuru yemiş kaplarını dolduran bir habbe olarak algılarız. Oysa kayısı ne habbe ne de küçücük bir çekirdektir. Onun özelliğini dünya yüzeyine çıkıp da, dal verme , meyve verme, yakacak olma, eski evlere direk olma , yeşil yapraklarıyla besin oluşturma ve canlılara oksijen sağlama gibi özelliklerinin hiçbirini tanımamış oluruz. İşte insan da kendisini sadece çekirdek olarak bilmektedir. Kendi özelliklerinin hiçbirinin farkında değildir. Burada yok olup da, diğer tarafta canlanmayı da hiç denememektedir. Eğer diğer tarafta canlanabilme imkanını kendinde bulursa, bu bilimlerin kendisinde olduğunu, bütün meslekler ve bütün bilimlerin kafasının içinde bulunduğunu da farkedecektir. Bir çekirdek olma cihetiyle dahi yine de bilimlerden koku alabilmekte ve bunu ilerletebilmektedir. Ne gariptir ki kendisinde olanı tanımayarak, başkasından, gecesini gündüzüne katıp çalışarak onu satın almaktadır. Şimdiki Müslümanlar gibi.
Eşyanın hakikati, Allah’ın(cc) isimlerinin bir sonucudur. Kainattaki bütün maddeler Allah’ın(cc) isimlerinden yaratılmadır. Ayetteki hitaba göre de insan, bütün isimleri bilmektedir. İsimleri biliyorsa eşyanın yaratılmasını da biliyor demektir. Biliyor ama bildiğini bilmiyor. Bu gariplik ise onu çıkmaza itiyor. Zaten bildiği şeyleri öğrenmek için de, gece gündüz durmadan çalışıyor. Bilim, olmayan bir şeyi ortaya koymak değildir. Olan şeyleri arayıp bulmak ve onlar arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır. Hiçbir tarihçi olmayan savaştan bir sonuç çıkarmamış, hiçbir coğrafya bilimcisi ise olmayan bir dağın yükseltisini vermemiştir. Bir fizikçi gözlem yapmadığı bir olay hakkında matematiksel denklemler üretmemiştir. Yani insanın işi, olanı bulmaktır. Eğer bulduklarımız, zaten bildiklerimiz ve farkına varmadıklarımız ise, bunlar zaten var iseler, ayetteki isimlerin, insana öğretilmesi yönü çok ilginç bir noktaya getiriyor insanı. Nasıl mı?
  • Yıldız gibi tertemiz ruhlar, gökyüzündeki yıldızlara feyiz verir. Yardım eder.
  • Görünüşte o yıldızlar, bizim varlığımıza, sağlığımıza sebeptir ama hakikatte bizim batınımız, bizim iç yüzümüz, gökyüzünün durmasına, varlığına sebeptir.(Mesnevi cilt-4 syf:43)
Aslında bu sözün üzerine bizim bir şeyler yazmamız çok anlamsız olacak ama, bu sözü biraz indirgeyelim. Burada insanın cüzi yaratma gücüne değinilmektedir. İnsan kendi yaşadığı evrenini kendisi kurmakta ve işletmektedir. Bütün yıldızların yaratılmasına yardım edilmesi, bu yaratma işinin tamamının kendisinde olmadığını bize düşündürse de, kainattaki nizamın işlemesindeki insanın yön verme gücünün azımsanamayacağı da bir gerçektir. İnsanın batını, akıl ve ruhudur. Ruh değişmez ve Küll’e bağlıdır. Akıl ise aslında iradenin gücüdür. İnsan iradesinin kuvvetliliği aklın ve düşünmenin isabetliliğini ve doğruluğunu ortaya koyar.. Çünkü iç yüzümüzün, gökyüzünün durmasına sebep vermesi bir irade işidir. Bu duruş iradesiz ve ilimsiz olmaz. Öyleyse ilimle bu gökyüzü ayakta duruyor. Bunun yanında gökyüzünü ayakta tutacak bir iradenin de olması gerekiyor. Bu irade akıldan yıldızları çalıştıracak evren bilgisini hazırlamasını istiyor ve akılda düşünce yoluyla evren bilgisini hazırlıyor. Öyleyse insan kainat bilgisinde kendini öğrenmekten başka bir şey yapmıyor. Tabii olarak, bizi burada ilme zorlayan da irademizin kendisidir. Bize evren bilgisini verende yine kendimizdir. Tamamı olmasa da evren bilgisi aslında biziz. Hiç insan, cüziliği ile Allah’a(cc) bir şey öğretebilir mi? Haşa! Öyleyse sebebi insan olan bir olay da, insana bir şey öğretemez. Aslında insanın, fizik, kimya ya da diğer bilim dallarından öğrendiği bir şey yoktur. Bütün bu bilimler zaten kendisinde mevcuttur. Daha ilginç olanı ise, bilimlerin doğmasının sebebi, insanın kendisi oluşudur. Nasıl mı? İnsanın yaşaması için gereken ihtiyaçlar ne ise, insan iradesi bu oluşumun ilmini üretmektedir. Bu da demek oluyor ki, insan bilimlerden kendisini öğrenmektedir. Ama nasıl oluyor da evrenden bir şeyler öğreniyoruz?. Evren bilgisinin de, aslında insandan elde edilen bilgi olduğunun farkına varmışızdır. İnsan iradesinin bu bilgileri bize sunduğunun da farkındayızdır artık. Hani Yunus şöyle söylememiş mi;

İLİM, İLİM BİLMEKTİR
İLİM KENDİN BİLMEKTİR
SEN KENDİN BİLMEZ İSEN
BU NİCE OKUMAKTIR.


Osman Yılmaz
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Mart 2006       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İNSAN DEDİĞİN 2

Tabi bu olayın başka bir yönü de vardır. Müsbet bilimlerden gidildiğinde, bunların incelenmesi ve ortaya konulması oldukça zahmetli ve zaman alıcı bir iştir. Bu bilgilere ulaşmak için kaç insan ömrü gerekir o da ortadadır. Oysa tasavvuf ile bu bilgilere ulaşılması fazla zaman almayan, fakat nasipli bir iştir. Nasibin yanında da dehşetli bir iştir. Bu bilgilerin ışığında tasavvuf bilgisinin de yaratılış bilgisi olduğunu kavrıyor ve müsbet bilimlerle tasavvuf bilgisinin aynı hedefe giden değişik doğrultudaki vektörler olduğunu müşahade ediyoruz.. Aynı zamanda temiz ruhların ve sağlam iradeli düşüncelerin bu hakikatleri ortaya çıkardığını düşünecek olursak, güzel ahlakın önemini de anlamış oluruz. Peygamber efendimizin ‘ben güzel ahlakı tamamlamak üzere geldim’ demesinin de hikmeti bu olsa gerektir. Siz ne kadar kötü düşünceli ve iradesiz iseniz kainattaki size ait kurallarında bozulduğuna ve bozulacağına dikkat etmeniz gerekmektedir. Evrenin fen bilgisi yasalarının bozulması sonucunda, insanın kendi kıyametini hazırladığını da buradan görmüş oluruz. O zaman güzel ahlak zahirde dünyayı yaşanılır kıldığı gibi, batında da sizi yaşatan kuralların sağlamlığını ortaya koyan tek olamasa da önemli bir olgudur. Bazılarımızın hurafe diye bakabileceği toplumda oldukça ilginç ama kaynağı belli olmayan sözler vardır. ‘Allah(cc) iyilerin sayısının kırkta bire inmediği sürece dünyayı batırmayacaktır’ diye. Kötü ahlakın ve kötü düşüncenin kendi kuyusunu kendisinin kazması gibi bir şey olduğunu da hayretle öğrenmiş bulunuyoruz. ‘Kıyamet Müslümanlar üzerine kopmayacaktır’ hadisi de; yaratılış bilgisine ve davranışına sahip olan insanların, evrenin işleme biçimine nasıl katkıda bulunduğunun ayrı bir destekçisidir. Kısaca evreni işleten fizik bilgisi ve diğer bütün bilimlerin oluşması insanın yaratılış bilgisinin bir sonucudur. Burada hemen belirtelim, kuralların bütününü kapsamaz. Kıyamet kopmadan önce, bütün Müslümanların ruhlarının kabzedilip, kıyametin inançsızlar üzerine kopacağı söylenmektedir. Yani önce evreni ayakta tutan düşünce öldürülüyor, daha sonra haliyle evren yasalarının bozulmasıyla kıyamet kopuyor. Ayrıca ‘Allah kullarına zulmetmez.’
Öyleyse insanın kendisi bir bilimdir. Bugüne kadar öğrendiği de kendi yaratılış ve yaşatılış bilgisidir. Varlık nedir? Varlık işte budur. Din nedir? Allah’ı(cc) tanıma ve yaratılış bilgisini öğrenmesidir. Yaratılış bilgisi insanın kendisinde var olduğu için insanın kendisini öğrenmesidir. Yani ilim, ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Tasavvuf, kuru söz değildir. Tasavvufla müsbet bilimler aynı yolun yolcusudurlar. Görebilene fizik, kimya, matematik…vb.. bilimler de bir tasavvuftur. Bir dindir. Çünkü bunlarda da yaratanın bilgisi ve kokusunun olduğu gibi, yaratılış bilgisinin ve yaşatılışın ta kendisidir. Fakat müsbet bilimler parçadan bütüne gittiklerinden; bütünün her zaman her gözle anlaşılamaması gibi bir tehlike de vardır.
adsz773ga
İnsan yaşantısının, incelenmiş davranışlarının elbette bir bilim oluşturacağı açıkça ortadadır. Bilime kaynaklık eden de yine insanın kendisidir. Ama bazıları insanda bu kadar özelliğin olmasının, kurbanıdırlar. İnsanı anlamaya çalışmaktadırlar ama parçadan bütüne gitmenin kavramsal zorluklarına boyun eğmişlerdir. İşin içine şeytan’da girince büsbütün düşünceler karışmıştır. İnsan doğduğunda Allah’a en yakın olduğu zamandır. Onu tanımak ve insanın içine yazılmış bilgileri en çok sezdiği ve farkında olduğu zamandır. Yaratılmış yeni her şey eski her şeyden Allah’a daha yakındır. Yeni yağan yağmur, kar, kısaca oluşan her şey Allah’a daha yakındır.
İnsan yaşadıkça, değişik dünya zevkleri ile, değişik düşüncelerin etkisinden kendisini kurtaramaz. Yani devamlı bağıl düşünür. İnsanın kendisine ulaşabilmesi için öncelikle bağıl düşünme çemberini kırması gerekir. Daha sonra da kendisini, kendini araştıracak buraya ait konsantrasyon artırıcı işlerden kaçınması gerekmektedir. Yani burada, kayısı çekirdeği gibi yok olmalı ki, başka dünyalara doğsun ve kendi yaratılış bilgisine sahip olsun. Nasip ederse evliya olsun. O zaman bilginin kaynağı artık insanın kendi içerisinde fışkırmaya başlar.. Hele kendi içerisindeki büyük ruhla irtibat da kurdu mu? Artık bilimde onundur, teknoloji de. İnsan yaratılışı gereği alıştığı ortamı ve alışkanlıklarını zor terk eden bir varlıktır. Bir ortamdan diğer ortama girişi, kendisi için tanınmama probleminden kaynaklanan zorlukları ortaya koyar. Bu da insanın buradan ayrılışını zorlaştıran bir etkendir.
Şimdi; insanın yaratılmasındaki amaç, Allah’ın(cc) masivalarında kendisini seyretmesi, kendisinin takdis ve tenzih edilmesi, övülmesi, güçlüye hakkının verilmesi olduğuna göre, Allah’ı(cc) takdis ve tenzih edecek kişiler ya da kişinin de takdir yetkisine sahip, sözüne ve takdirine itibar edilir kişiler olması gerekir. Örneğin bir insan bir konu üzerinde derin araştırmalar yapsa ve bu araştırmaları hiç ilgisi olmayan kişiye aktarsa, bu kişi de yapılan çalışmayı çok takdir etse bunun çalışmayı yapan için hiç bir önemi yoktur. Zaten takdir de edemez. Çünkü bu kişi yapılan çalışmayı, emeği ve dehayı fark edemeyecek kapasitededir. Siz bir tez verdiyseniz bu tezi ehliyetli kişilere aktararak onların övgülerini almak durumundasınızdır. Değerli ve geçerli olan budur. Bu sebepledir ki, insan da dünya ya güçlü ve takdir yetkisiyle donatılarak gönderilmiştir. Çünkü işin sonunda Allah’ın(cc) takdir edilmesi vardır. Ayrıca takdir yetkisi olan kişinin de bağımsız ve ayrı bir iradeyle takdir etmesi gerekir. Hal böyle olunca da Cenabı Hak, insanları güçlü, donanımlı kılarak, ayrıca da iradeyle göndermiştir.. Bu güç ve iradenin övmesi ancak bir değer ifade eder. Üstelik bu iradelerin gönüllü olarak övmeleriyse, büyüklüğün tanındığı anlamına gelir.. Bu nedenledir ki Allah(cc), insanları yarattıktan sonra, onlarla sözleşme yapmıştır. ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’, Ruhlar da O ‘na ‘evet Sen bizim Rabbimizsin’ diyerek sözleşmelerini tamamlamışlardır. İşte bu sözleşme, irade ve güç anlamına gelmektedir. Çünkü sözleşme, sözleşme gücüne sahip bir kişiyle yapılır. Küçük bir çocukla ya da köle bir kişi ile sözleşme yapılamaz. Onlarla sözleşme yapmak için velisini veya sahibini ararız. İnsan iradesinin de yukarıda anlattığımız üzere oldukça büyük işlevleri gerçekleştirdiği düşünülürse, her insanın Allah’ı(cc) tanıma zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü Allah’ı(cc) tanımayan bir irade ve nefsin, insanı yaşatacak kurallar bütününe oldukça büyük zarar vermesi söz konusudur. Yıldızların sistemlerinin temiz ruhlar üzerine kurulması, insanın ruhunun ve düşüncesinin de yaratılış çizgisine çekilmesini zorunlu kılmaktadır. Keza bu insanın kendi geleceği için şart gözükmektedir. Zaten Cenabı Hak’da Rahmet sahibidir. Yaratılış çizgisi; kendisinden çok, bize rahmet içindir.(Çünkü Allah(cc) kullarına zulmetmez). Burada, evrene insan oğlunun gelişi Allah’ın(cc) kendisini seyretmesi ise, yaşama ya da yaşatılışı da insanların Allah’ı(cc) seyretmesine(tanımasına takdis ve tenzih etmesine) bağlıdır. Bu bir sınavdan çok, insanın bekası için, zorunlu yol olarak gözükmektedir..
Kendisini tanımayan, Allah’ın(cc) güç ve kudretinden yeteri kadar haberi olmayan bir insanın iradesinin de; taa ki Allah’ı(cc) gereği gibi tanıyana kadar, Allah’a(cc) teslim edilmesi gereği de ortaya çıkmaktadır. Çünkü yaratılış çizgisine gelemeyen bir iradenin kendisine ve evrene oldukça büyük zararları olacaktır. Hal böyle iken;
İnsan: Ruhuyla Cenabı Hak’tadır. Aklıyla, hayaliyle, hayal aleminde, cismiyle varlık ve renk alemindedir.(Bu alemler daha önce belirtilmişti) Bütün bu saydıklarımız da yaratılmış evren düzenleri olduğuna göre, İNSAN EVRENİN KENDİSİDİR. Ayrıca insanın her an bu saydığımız yerde bulunması, aslında insana bahşedilen büyük bir fizik bilgisine de işaret etmektedir. İnsanın her an, büyük ruhun kapsadığı, yokluk aleminin içerisinde kalan evren düzeninde her yerde mevcut olduğudur. İnsana kendisi küçük ama cürmü büyük diye atıfta bulunulur. Aslında insanın cürmünden, çok daha büyük olan kendisidir. Diğer varlıklar insanın gölgesinde, insan için yaratılmış evrende, daha doğrusu insanın kendisinde yaşamaktadırlar. Zaten insan da ‘Yaratılmışların en şereflisi’ değil midir? Bütün bu olanlar da şerefin bahşettikleridir.
İnsanın düşünce ve iradeden oluştuğunu, diğer işlevlerinin bunların yanında çok mühim bir yer kaplamadığını söylediğimize göre, soru: Bilinç bir bilim midir? Bilinç doğanın parçası mıdır? Sorusuna gelmektedir. Bu sorunun cevabının tam olarak anlaşılabilmesi için, daha önce de belirttiğimiz evren düzenlerine tam vakıf olmak gerekir.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
15 Mart 2006       Mesaj #6
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Yaratılış neden bilim dışıdır?

Yaratılmış Bir Varlık Olarak İnsan



İsmet Berkan

"Evrimi destekleyen belki en inandırıcı kanıt, fosil dizilerinin erken yaşam biçimlerinden geç biçimlere tutarlı bir şekilde geçişidir. Dünyanın hiçbir yerinde, örneğin ne memeliler Devon döneminde (balıkların çağında) görülmüştür ne de insan fosilleri dinozorlarınkiyle bir arada bulunmuştur. Basit tek hücreleri içeren el değmemiş katmanlar çok hücreli içerenlerden daha öncedir ve omurgasızlar omurgalılardan önce gelir; hiçbir yerde bu sıralama değişmemiştir. Ardışık katmanlardaki fosiller, aralarında daha fazla zaman olan katmanlardakilerden daha benzeşiktirler. Fosil kayıtlarından çıkarılabilecek en akla yakın bilimsel sonuç, evrim kuramında ortaya konan değişerek türeyişin gerçekleştiğidir.
Yaratılışçıların özel tezlerinden biri de 'Hiç kimse evrimleşmeyi görmemiştir' şeklindedir. Bu tez, bilimde hipotezlerin nasıl sınandığının özünü görmemektedir. Dünyanın güneşin etrafında döndüğünü ya da maddenin atomlardan yapıldığını görmüyoruz. Onların 'sonuçlarını' görüyoruz. Bilim insanları bu kavramlardan kaynaklanan öngörüleri kapsamlı gözlem ve deneylerle sınayarak dünyanın döndüğü ve atomların varolduğu sonuçlarına varırlar.
Dahası, küçük bir ölçekte, evrimin işlemesini günlük hayatımızda 'yaşarız.' Her yıl yeni grip tiplerinin ve antibiyotiklere dirençli bakterilerin ortaya çıkması evrim sürecinin bir sonucudur. Bakteriler ve virüsler gibi kısa yaşam döngüsüne sahip canlıların çevrelerinin etkisiyle hızla evrimleşmeleri tıbbi açıdan büyük önem taşır. Sayısız laboratuvar deneyleri göstermiştir ki mutasyon ve doğal seçilim yoluyla böyle mikroorganizmalar hemen önceki kuşaklardan kendilerine özgü biçimlerde farklılaşabilirler.
Daha büyük ölçekte, sivrisineklerin böcek ilaçlarına direnç kazanmaları, çevre baskısı altındaki canlıların dayanıklılığı ve uyum sağlama gücünün bir örneğidir. Benzer biçimde sıtma asalakları da yıllarca yaygın olarak kullanılan ilaçlara direnç kazanmışlardır. Bunun sonucunda her yıl 300 milyonu aşkın vaka ile sıtma hastalığı yeniden artmaktadır.
Moleküler evrimsel veriler, yakın zamanda öne sürülen 'akıllı tasarım kuramı'na karşı çıkmaktadır. Bu fikrin savunucuları, yapısal karmaşıklığın tanrının doğrudan müdahalesiyle canlıların bugünkü hallerinde yaratıldıklarının kanıtı olduğunu öne sürerler. Bu savlar, omurgalı özünün ince organizasyonunun bugünkü haliyle her şeye kadir bir yaratan tarafından tasarlandığını öne süren 18. yüzyılda yaşamış din adamı William Paley'i anımsatmaktadır. Günümüz akıllı tasarım savunucuları, DNA gibi moleküler yapıların ya da pıhtılaşırken kanın geçirdiği aşamalar gibi moleküler süreçlerin, tüm öğeleriyle birden varolmadıkları sürece işlevsel olamayacak kadar karmaşık olduklarını öne sürerler. Yani, akıllı tasarım savunucuları bu yapıların ve süreçlerin doğal seçilimin öngördüğü adım adım ilerleme yoluyla evrimleşemeyeceğini söylerler.
Ancak, 'çözülemeyecek' kadar karmaşık olduğu öne sürülen bu yapı ve süreçlerin daha dikkatli bir gözle bakınca hiç de öyle olmadıkları görülür. Örneğin, karmaşık bir yapının veya biyokimyasal sürecin ancak tüm öğelerinin bugünkü haliyle varolmaları ve işlemeleri durumunda işlevsel olacağı tezi yanlıştır. Karmaşık biyokimyasal sistemler doğal seçilim yoluyla daha basit sistemlerden kurulabilirler. Hatta, böylece bir proteinin 'tarihi' daha basit canlılarda izlenebilir. Çenesiz balıklar çeneli balıklardan, çeneli balıklar da memelilerden daha basit bir hemoglobine sahiptir."




dagarcik10011cbk119ha17mn
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
2 Nisan 2006       Mesaj #7
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
İNSAN SEVGİSİ
İnsan kendiliğinden, tesadüfen veya sebeplerin birleşmesiyle varolan bir canlı değil, Allah (c.c.)’ın yarattığı bir varlıktır. Kur’an’da insan yaradılış, yaradılış gayesi, görev ve sorumlulukları, üstün özellikleri, zayıflıkları vb. açılardan uzun uzun anlatılır. İnsanı tanımadan insan sevgisinden bahsetmek mümkün değildir.


İnsan, ruh ve bedenden meydana gelen, Allah (c.c.)’ın yeryüzündeki halifesi, Adem, beşer. Canlılar arasında en üstün olanı...


Kur’an bir çok yerde insanın üstünlüğünü ifade eder, insan, ahsen-i takvimde (düzgün bir şekilde, güzel bir suretin, mükemmel bir mizacın ve çeşitli duyguların sahibi, pek çok gizli kabiliyetlere mâlik ve ilahi emanetin yüklenicisi olarak) yaratılır.
(1) Allah (c.c.), yarattığı kul insana, melekleri secde ettiririr, ona kendinden ruh üfler.
(2) İnsanın şanını, şerefini yüceltir, güzel rızıklarla onu diğer yaratıklardan üstün tutar.
(3) Allah (c.c.), üstün bir şekilde yarattığı insana sorumluluklar yükler. O, Allah (c.c.)’ın yeryüzündeki halifesidir. Göklere, yere, dağlara teklif edilen emaneti insan yüklenir.
(4) O, Allah (c.c.)’a kul olmak ve O’nun kanunlarını yeryüzünde yaşamak ve uygulamak üzere verdiği sözü yerine getirme sorumluluğu ile yaratılır. Allah (c.c.)’a ibadet etmekle yükümlüdür.
(5)
Allah (c.c.) insanoğlunun cahil, aceleci, zalim, zora dayanamayan, nankör, gözü doymaz, şımarık birisi olduğunu da Kur’an’da açıklar. Bu zafiyetlerine karşılık insan Allah (c.c.)’ın rızasına ulaşabilir. Çünkü insan ancak yaptığı ameller sayesinde Allah’ın rızasını kazanabilir. Bu da, Allah (c.c.)’ı ve Resulünü sevmekle olur.


İnsan, toplum içinde yaşayan bir varlıktır. Bir arada yaşamaya ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç psikolojik olduğu kadar, sosyal ve iktisadi bir gereksinimdir. Bu gereksinimler çeşitli milletlerin, farklı dinlerin, ideoloji ve sistemlerin insanlar arasında kabulünü sağlar.


Sistemler arasında farklılıklara bakılırsa, her birinin insana bakışı farklıdır. Kapitalizm; kendi sistemi içinde ferdi ön plana çıkarıp, ferdi toplum menfaatinin önüne geçirir. Bu durum insanların bencilleşmesine, çıkarları uğruna toplumu heder etmelerine yol açar. Komünizm ve Sosyalizmde ise, toplumcu bir bakış açısı öne sürülürken, ne fert ne de toplum serbest bir seçim yapabilir. Söz, toplum adına "Belirli bir yönetici" zümrenin elindedir.


Başta bu ideolojiler olmak üzere, insanoğlunun ortaya koyduğu her türlü çaba görünürde insan mutluluğu, hayatı güzelleştirme, huzur toplumu oluşturma amaçlıdır. Bu amaçla insan aklının bulduğu her ideoloji bazı isabetli kurallar koyarken bir çok yönlerden eksikliklerini de ortaya koyar. Hayatın faydalı ve huzurlu bir şekilde olmasında en büyük rolü üstlenen insanın düşünce ve davranışlarına uygun bir ölçü bulamaz.


Bir toplumda huzurun, mutluluğun olabilmesi, hayatın güzelleşmesi için, öncelikle fertlerin diğerlerine karşı iyi niyet ve samimi bir hisle yaklaşması gerekir. Bu da sevgiyle, sevmekle olur. Genelde şahsi ihtiras ve arzuların kontrolüne giren insan bunu gerçekleştiremez. İnsanoğlunun ruh ve karakterinin olgunlaştırılması ancak onun fıtrî özelliklerinin bilinmesi ile mümkündür. Bu konuda İslam, Allah (c.c.)’ın kendi yaratmış olduğu kuluna ait hayat prensiplerini içinde bulunduran, diğerlerinden farklı bir "Hayat tarzı" ortaya koyar.


İslam, ferdî hürriyeti en güzel şekilleriyle, insanî eşitliği en ince yönleriyle tanır. Fakat bunları gelişigüzel kullanmaz. Ferdî hürriyetlerin karşısında ferdî mesuliyetleri koyar. Kişi ve toplumu içine alan sorumluluk ve yükümlülükleri de topluma yükler. İslam’a göre kişi ile kendisi, kişi ile yakın akrabası, kişi ile toplum, belirli toplum ile toplumlar, belirli bir nesil ile ardarda gelen diğer nesiller arasında dayanışma söz konusudur.


Bugün insan sevgisi (hümanizm) adı altında insan hak ve hürriyetleri gündeme gelir. Her şeyde olduğu gibi, kendi kültürümüzü, medeniyetimizi unutup, İslam’ın insana bakış açısına on üç asır sonra ancak yüzeysel ulaşabilen Batı medeniyetinden bu kavramı alırız. O halde Batı’da insan hak ve hürriyetleri nasıl gelişir?


Batı’da insan haklarından konuşabilmek için XII. yüzyılı beklememiz gerekir. Bundan önce, mesela Yunan’da demokrasi vardır. Bazıları bunu "İnsan hak ve hürriyetlerinin başlangıcı" olarak değerlendirir. Oysa Yunan demokrasisi, sadece azınlığın baskısına karşı çoğunluğun baskısının tercihidir. Yunan demokrasisinde insanların giyimi, sakal ve bıyıkları devlet tarafından şekillendirilir, geç evlenen erkekler cezalandırılır. Roma medeniyeti ise, zorbalığa hürriyet külahını geçirmekten başka bir şey yapmaz.


Msn Demon
Hürriyetin beşiği İngiltere’de 1215 tarihli Magna Carta Libertatum denilen yazılı belgeden itibaren hürriyetten bahsedilmeye başlanır. Bu belgede sadece iktidar ile halk, soylular ile din adamları arasında denge az da olsa kurulur. Ancak, insan hak ve hürriyetleri tam olarak tespit edilmez. Kral VIII. Henri zamanında yani XVI yüzyıla kadar kadının İncil’e el sürmesi bile yasaktır. Kadın murdar bir yaratık olarak kabul edilir. Hatta, 1805 tarihine kadar isteyen her erkek karısını yarım şilin karşılığında satabilir. Kadına mülkiyet hakkı da tanınmaz. XVII. yüzyılda kabul edilen "haklar bildirileri" ile sınırlı bir hak, hürriyet anlayışı İngiltere’de yayılmaya başlar. XVIII. yüzyılın sonuna kadar vatandaşın siyasi iktidara katılması söz konusu değildir. Genel seçim sistemi XIX. yüzyılın yarısına doğru kabul edilir.


(7)
Amerika, XVIII. yüzyılda yapılan Virginia Haklar Bildirisi ve benzerlerinin kabulüne kadar İngilizlerin kölesi durumundadır. Bu tarihlerden 1970’lere kadar zencilerin adamdan sayılmadığını ve insan hak-hürriyetleri açısından çifte standart uygulamalarını hepimiz biliyoruz.


Msn Note
Fransa’da, 1789 Fransız ihtilalinden önce tam bir esaret ve derebeylik hayatı hakimdir. Derebeyler, kendilerini, ellerinde zorla bulundurdukları toprağın ve üzerinde yaşayan insanların maliki (sahibi) sayarlar. İhtilalden sonra ilan edilen İnsan Hakları Beyannamesi de bugünkü anlamıyla bir "insan hakları bildirisi" demek değildir. Hiç olmayan bir şeyi kısmen kabullendiğinden, sadece Batı’daki insan hakları açısından önemlidir. İnsan hakkının ilk defa doğuştan varolduğuna bu bildiri ile inanılmaya başlanır. 1789 tarihli bu bildiri, insanı kölelikten, zilletten ve sefaletten kurtarırken, bu şefkatini bütün insanlara karşı gösteremez. O tarihlerde hazırlanan Fransız Medeni Kanunu "çocuğu, akıl hastasını mahcur" saymakta ve kadına kendi emeği üzerinde tasarruf hakkı tanımamaktadır. Kadına tasarruf hakkı ancak 1908’te tanınır.


(9)
İslam aleminde, Batı’da çok zor şartlar altında elde edilen insan hak ve hürriyetleri, tâ Asr-ı Saadet’ten beri vardır. İslam aleminde, Hz. Peygamber (a.s.) devrinde yani miladi VII. yüzyılda hazırlanan Medine Anayasası, ilk insan hak ve hürriyetleri bildirisi diyebileceğimiz Veda Hutbesi ve de Kur’an ve Sünnetin beyanları, günümüzdeki anlamıyla insan hak ve hürriyetlerini tespit ve tayin eder. Müslüman devletler ve özellikle Osmanlı Devleti’ndeki gayr-i müslimlere ait mabetler, mektepler ve mülkler, binlerce sayfa tutan eski mahkeme kararları yani şer’iye sicilleri bunun canlı şahididir. Türk hukuk tarihinde ilk yazılı anayasa olarak vasıflandırdıkları 1879 tarihli Kanun-i Esasi, bu hak ve hürriyetleri ilk kabul etmez, eskiden beri var olan bu hak ve hürriyetleri yazılı hale getirir.


(10)
Batı’daki hürriyet kavramı ile İslam’daki hürriyet kavramı çok farklıdır. Batı 1789 Fransız İnsan Hakları beyannamesi’ndeki hürriyeti, "Başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmektir" şeklinde tanımlar.


(11) Bu tanım günümüz okullarında, vatandaşlık derslerinde de yazılır. İslam Hukuku’nda ise tanım şöyledir: "Ne kendisine ve ne başkasına zarar vermemek şartıyla dilediğini yapmaktır." Uyuşturucu madde kullanmak İslami manada hürriyetin kapsamına girmez. Hürriyet odur ki, adil konular dışında bir kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hakları mahfuz kalsın ve meşru dairede herkes serbest olsun. İslam’a göre insanlar hürdürler, ancak Abdullah’tırlar.


İslami hürriyet iki esası emreder:
1) Tahakküm ve istibdat ile başkasını zillet altında bırakmamayı. 2) Zalimlere boyun eğmemeyi.
İslam, insanın her aklına geleni ve arzu ettiğini yapması demek olan "mutlak hürriyeti" hürriyet olarak kabul etmez, belki hayvanlık, şeytanın istibdadı ve nefsin esareti olarak vasıflandırır.


(12)
İnsanın maddi, manevi ve iktisadi varlığı üzerinde sahip olduğu haklara ve hürriyetlere şahsi hak ve hürriyetler denir. Bunlar, kişinin güvenliği prensibi ile beraber yürür. Batı’da şahsi hak ve hürriyetlerin gündeme gelmesi için kişiyi haksız yere tutuklanmaya karşı koruma amacını güden XVII. yüzyıla ait bildirileri beklemek gerekir. İnsan hayatının, vücudunun korunması, namus ve şerefinin korunması, özel hayatın ve gizliliklerin korunması gibi şahsi haklar Batı hukuk sisteminde ancak XIX. yüzyılda görülür. İlk defa konuyla ilgili hüküm ihtiva eden İsviçre Medeni Kanunu bile 1912 tarihlidir.


(13) İslam’da ise Kur’an, bir masumun hayatını ve kanını, bütün insanlık için de olsa, feda etmezken, diğer taraftan Hz. Peygamber (a.s.) İslam’ın haklar bildirisi olan Veda Hutbesi’nde; "Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ve bu şehriniz yani Mekke nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle mukaddestir, dokunulmazdır ve her türlü tecavüzden korunmuştur." buyurarak, şahsi hak ve hürriyetleri teyit ve ilan eder.


(14)
İslam’da suç işleyen bir insan, suçluluğu ispat edilmedikçe suçsuz kabul edilir. Hz. Ömer (r.a.) şöyle der: "İslam’da hiç bir kimse haksız olarak tevkif edilmez. Bir mahkeme kararı olmadan kimsenin hürriyeti kısıtlanamaz."


(15) İnsanlar işledikleri suçlardan şahsi olarak sorumludurlar. "Hiç bir suçlu başkasının suçunu çekemez."



(16)
İşte Batı’nın insana bakışı ile, İslam’ın insana bakışı. İnsan hak ve hürriyetlerinin sağlıklı bir şekilde toplum hayatına yansıyabilmesi, ancak ve ancak sevgi ateşinin insanların kalplerine yerleşmesiyle mümkündür. Sevmeyende, sevilmeyende hayır yoktur. İslam devleti, şu emniyetleri sağlamakla yükümlüdür:
1) Din emniyeti, 2) Akıl emniyeti, 3) Nesil emniyeti, 4) Can emniyeti, 5) Mal emniyeti.


İnsanlar ancak bu emniyetlerin sağlanabildiği toplumlarda, sevgi binası üzerine kurulu, insan mutluluğunu hedefleyen, hayatın güzelleştiği huzur toplumunu oluşturabilirler.


O halde sevgi nedir? Sevide ölçü nasıl olmalıdır? Müslüman nasıl sevmelidir?


Sevgide ölçü
Sevme duygusu, bir kimseye veya bir şeye muhabbet besleme hissidir. Soyut bir kavram olan "Sevgi" kelimesi, insanda "Sevme duygusu" olarak karşımıza çıkar. Sevgi, insanlarda doğuştan var olan bir duygudur. Topluma huzur ve kardeşliği getiren birleştirici bir vasıtadır. Çünkü sevgi (sevmek) gönül işidir. Kur’an kalplerin sevgiyle birleşmesine önem verir.


"Ve (Allah) onların kalplerinin arasını birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine insanların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup (sevgi ile) kaynaştırdı. Çünkü o, mutlak galiptir, hikmet sahibidir."


(17)
Medineli Evs ve Hazreç kabileleri arasında sonu gelmeyen müthiş bir düşmanlık vardı. Aralarında kanlı savaşlar olmuş ve her iki tarafın ileri gelenlerinden bir çoğu ölmüştü. Uzun zaman birbirlerinden intikam almak için uğraştılar. Allah (c.c.) onları İslam ile şereflendirince intikam alma duygusunu da onlardan kaldırdı, birleştiler, kucaklaştılar ve kaynaştılar. Allah (c.c.) onları birbirlerine sevdirdi.


İnsan için en büyük mutluluk, Allah (c.c.) sevgisine ulaşmaktır. Allah (c.c.), zalimleri, fesatçıları, kafirleri, israfçıları, haddi aşanları, kibirlenip böbürlenenleri sevmez. Buna karşılık takva sahiplerini, tevbe edenleri, sabredenleri, ihsan sahiplerini, adaletle iş görenleri, ibadetlerini yapanları, tevekkül edenleri sever.


Allah (c.c.); "(Resulüm) de ki: Eğer siz Allah’ın seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın"


(18) buyurmuş ve Allah (c.c.) sevgisine ancak O’nun emirlerine uymak, Peygamber(a)’ın yolundan gitmekle ulaşılabileceğini haber vermiştir.


Müslümanın görevi, sevgisini iyiye, güzele ve meşru olana yöneltmektir. Sevdiğini Allah (c.c.) için sevmeli, sevmediğini de yine Allah (c.c.) için sevmemelidir.
Peygamberimiz (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah Teala kıyamet gününde "Benim için birbirlerini sevenler nerede? Onları gölgemden başka gölge bulunmayan bir günde Arşın gölgesinde gölgelendireceğim" buyurur.


(19)
"Bir kimse din kardeşini severse, sevdiğini o kişiye söylesin."


(20)
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.) şöyle demiştir: "Allah için sev, Allah için buğzet, Allah için dost ol ve yine O’nun için düşman ol. Çünkü Allah’ın dostluğuna ancak bu şekilde erişilir."


(21)
Müslüman, her şeye ve herkese karşı, her türlü çıkar düşüncesinden uzak sırf Allah (c.c.) rızası için, samimi bir sevgi beslemelidir.
"Benim uğrumda benim rızam için birbirlerini sevenlere, onları sevmen vacip oldu."


(22)
Rasulullah (a.s.)’ın Sevban isminde bir kölesi vardı. Bir gün Rasulullah (a.s.)’ın huzuruna geldi. Yüzünün rengi kaçmıştı. Ve bitkin bir hali vardı.


Rasulullah (a.s.), “Neyin var, ey Sevban?” diye sordu.
Sevban buna cevaben: "Ne hastalığım, ne ağrım var. Hiçbir şeyim yok. Ey Allah’ın Resulü ancak seni göremediğim zamanlar benim sana karşı olan aşkım artıyor. Şiddetle bir yalnızlık duyuyorum. Sonra ahireti hatırlıyorum ve orada seni göremeyeceğimden korkuyorum. Çünkü sen cennette diğer Peygamberlerle beraber yüksek makamlarda bulunacaksın. Ben cennete girsem bile senin derecenden aşağı derecede bulunacağım için seni orada göremeyeceğim, sohbetinizi dinleyemeyeceğim. Bu hal beni zafiyete duçar etti."


Bunun üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu:"Kim Allah’a ve Rasul’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu Peygamberler, sıddîkler, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır."


(23)
Bir itaat vardır? Bir de sevgi vardır. Abdullah İbn-i Mübarek: "Seven sevdiğine itaat eder." der. Sevmek de insanı sevdiği ile beraber eder.


Bir hadislerinde Rasulullah (a.s.) buyuruyor ki:
"Seven sevdiğiyle beraberdir."
Allah (c.c.) bizleri sevdiği kulları zümresine ilhak etsin. (Amin)

Kaynakça:
1. Tin-4
2. İsra-61
3- İsra-70
4- Ahzab-72
5- Zariyat-56
6- Akın, İlhan. F., Kamu Hukuku, İst. 1987, sh. 277 vd.)
7- Akın, 280-287; Sıbaî Mustafa, El-Mer’e (Terc. İhsan Toksarı), İst., 1969, sh. 21
8- Akın, 287-292
9- Sıbaî, 20; Gürkan, Ahmet, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, Ank., sh. 136; Akın, 292 vd
10- Cin, Halil/Akgündüz, Ahmet, Türk Hukuk Tarihi, Konya 1989, c.1, s. 152-153
11- 1789 Fransız İnsan ve Yurttaşlık Hakları Beyannamesi Madde 21
12- Armağan, Servet, İslam Hukuk’unda Temel Hak ve Hürriyetler, Ank. 87 sh. 71 vd.
13- İmre, Zahit, Medeni Hukuka Giriş, İst. 1976, s.h 89 vd; Akın 321
14- Maide-32, Tecrid-i Sarih, IV/412, IV334, X/389, 395; Armağan, 82 vd
15- Armağan, 89-90
16- Fatır-18
17- Enfal-63
18- Al-i İmran-31
19- Müslim, Birr ve Sıla, 161
20- Riyazü’s Salihin, 1. 413
21- Y. Kandehlevi, Hadislerle Müslümanlık, III- 1123
22- Hadis-i Kudsi
23- Nisa-69

Alıntı
APPİAH adlı kullanıcıdan alıntı

BABA BİŞİ SORCAM BİRİSİ YARDIMCI OLURSA SEVİNİRİM NEDE OLSA FELSEFİ MEVZULAR KADERİMİZ BELLİYSENİYE YAŞIYORUZ? DİREK CEHENNEME
GİTCEKSEK CEHENNEME CENNETE GİTCEKSEK CENNETE GİDELİM BEN
BU KONUYU DÜŞÜNÜP DÜŞÜNÜP DURDUM KONUNUN İÇİNDEN ÇIKAMADIM
BİRİSİ LÜTFEN BENİ AYDINLATSIN

Kadere îmân, îmânın erkânındandır. Yâni: “Herşey, Cenâb-ı Hakk'ın takdiriyledir.” Kadere delâil-i kat'iyye o kadar çoktur ki, hadd ü hesaba gelmez.


Dünyaya imtahan olmak için geliyoruz. Allah (c.c) bize fırsat sunuyor. Bunları bildikten sonra bu tür sorularla kafanızı karıştırmayın. Size daha detaylı bilgi ulaştıracağım...
Son düzenleyen ahmetseydi; 2 Nisan 2006 11:08 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
4 Nisan 2006       Mesaj #8
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Alıntı
APPİAH adlı kullanıcıdan alıntı

BABA BİŞİ SORCAM BİRİSİ YARDIMCI OLURSA SEVİNİRİM NEDE OLSA FELSEFİ MEVZULAR KADERİMİZ BELLİYSENİYE YAŞIYORUZ? DİREK CEHENNEME

GİTCEKSEK CEHENNEME CENNETE GİTCEKSEK CENNETE GİDELİM BEN
BU KONUYU DÜŞÜNÜP DÜŞÜNÜP DURDUM KONUNUN İÇİNDEN ÇIKAMADIM

BİRİSİ LÜTFEN BENİ AYDINLATSIN

Kader
Sevgili arkadaşım, önce şunu bilmek gerekir ki;Kader İlm-i İlahi'nin bir çeşididir ki,ezelden ebede kadar olmuş ve olacak herşey onun ilmindedir.Cenab-ı Hakk'ın herşeyi bu şekilde bilmesi bizleri bağlamaz.Yani biz yaptığımız şeyleri Allah bildiği için yapmıyoruz.Allah bizim ne yapacağımızı bildiği için yazmış.Ama biz Allahın ne yazdığığını bilmiyoruz.Eğer insan dünyada programlanmış bir robot gibi olsaydı peki o zaman peygamber göndermenin, insanları ikaz etmenin, iyiyi, doğruyu,yanlışı göstermenin ne mantığı olurdu.Daha doğrusu yaşamanın manası ne olurdu o zaman.?...Elbette hiç bir şey olmazdı.Demek insana sevab kazandırıp Cennete götürebilecek ve günah kazandırıp insanı mesul edecek bir cüz-i irade verilmiştir.Ve insan bu iradesinde serbest bırakmıştır.Ve insana iyiyi ve kötüyü göstermiştir.İyilik işleyenlere mükafat ve şer işleyenlere ceza vereceğini vaadetmiştir.Ve elbette vaadini yerine getirecektir.Selamlar.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çok üstün bir yaratılışın delili olan doğum olayını evrimciler, insanın evrimi yalanı için bir delil olarak kullanmaya kalkışmışlardır. Yeni bir insanın yaratılış sürecindeki her aşamanın çok hassas bir tasarıma göre gerçekleştiği, bugün embriyoloji biliminde tartışılmaz bir gerçektir. Peki o halde evrimciler bu yaratılış gerçeğini nasıl kendilerine bir delil olarak göstermeye çalışmaktadırlar?
Evrimci biyolog Earnst Haeckel 19. yüzyılın sonlarında "Bireyoluş Soyoluşun Tekrarıdır" (Ontogeny Recapitulates Phylogeny) tezini ortaya attı. Bu teze göre Haeckel canlı embriyolarının gelişim süreçleri sırasında, sözde atalarının geçirmiş oldukları evrimsel süreci tekrarladıklarını iddia ediyordu. Örneğin insan embriyosunun, anne karnındaki gelişimi sırasında önce balık, sonra sürüngen özelliklerini gösterdiğini, en son olarak da insana dönüştüğünü öne sürüyordu.
Bu tezin gerçekleri ifade etmediği çok geçmeden anlaşıldı. İnsan embriyosunun ilk dönemlerinde ortaya çıktığı iddia edilen solungaçların aslında insanın orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve timüs bezlerinin başlangıcı olduğu anlaşıldı. Embriyonun yumurta sarısı kesesine benzetilen kısmının da gerçekte bebek için kan üretiminden sorumlu olan bir kese olduğu ortaya çıktı. Kuyruk olarak tanımlanan kısmın ise insanın omurga kemiği olduğu açıklandı.
Bunlar artık bilim dünyasında herkesin bildiği gerçeklerdir. Zaten Haeckel bu teoriyi ortaya attıktan kısa bir süre sonra evrimcilerin kendileri de bu iddianın geçersiz olduğunu kabul etmişleridir. Neo-Darwinizm'in önde gelen isimlerinden olan George Gaylord Simpson bu teorinin geçersiz olduğunu şöyle ifade etmiştir:
"Haeckel evrimsel gelişimi yanlış bir şekilde ortaya koydu. Bugün canlıların embriyolojik gelişimlerinin geçmişlerini yansıtmadığı artık kesin olarak biliniyor."
Haeckel'in ortaya attığı bu teorinin geçersizliği ayrıca 1920'lerde bilimsel tartışma zeminlerinde de kabul edilmişti. Bunun ardından 1950'li yıllarda da bu konu ders kitaplarından tamamen çıkarıldı.
Sahte Çizimler
Yaratılmış Bir Varlık Olarak İnsan Yaratılmış Bir Varlık Olarak İnsan

Evrimci Haeckel de sahte delil oluşturmaktan çekinmemiştir. Ancak gelişen bilim Haeckel'in senaryosunun uydurma olduğunu ortaya koymuştur.

Haeckel'in sahte çizimlerinde çeşitli canlılara ait embriyo resimleri yanyana konulmuş ve bunlar arasında benzerlikler varmış havası verilmeye çalışılmıştır. Ayrıca Haeckel, balık ve insan embriyolarını birbirine benzetebilmek için, bu embriyoların resimlerine bazı eklemeler yapmış, bazı kısımları ise çıkarmıştır. Diğer bütün evrimci sahtekarlıklarda olduğu gibi bundaki amaç da evrime sahte delil oluşturmaktır. Ancak yandaki canlıların embriyolarının gerçek fotoğrafları incelendiğinde Haeckel'in yaptığı sahtekarlık kolayca ortaya çıkmıştır. Haeckel'in masal ürünü tezinin anlaşılması evrim teorisinin sahtekarlıklar üzerine kurulu bir aldatmaca olduğunu gösteren delillerden yalnızca bir tanesidir.
Haeckel, teorisini ortaya atarken evrimci bilim adamlarının geleneğini bozmadı ve teorisi ile ilgili hayali çizimler de üretti. Hatta embriyoloji biraz ilerleme kaydedip çizimlerinin sahte olduğu ortaya çıktığında, kendisinin de diğer arkadaşlarından daha farklı bir yol izlemediğini itiraf etti:
Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda yanyana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve birçok ünlü biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan bilgiler, az çok tahrip edilmiş, şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller bulunuyor.
Bu itiraftan da anlaşılmaktadır ki, Haeckel'in embriyolojiyi evrime delil olarak kullanma çabaları tamamen boş bir safsatadan ibarettir. Kitap boyunca detaylarını ancak genel bir özet olarak verebildiğimiz insanın yaratılış mucizesi, yaratılış gerçeğinin inkar edilemez bir delilidir.
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
6 Nisan 2006       Mesaj #10
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
bedendili


BEDEN DİLİ

İnsanlar konuşarak anlaşmayı geliştirmeden önce, beden dilleriyle anlaşırlardı. Beden dili insanların ilk anlaşma aracı ve ilk dili olmuştur. Bedenleri dili aracılığıyla insanlar duygularını, düşüncelerini, isteklerini, ihtiyaçlarını ve ruhsal zenginliklerini başka insanlarla paylaşmışlardır.

Günümüzde dünyanın en çok konuşulan dili olan İngilizcede beden ve ruh ilişkisini açıkça vurgulayan sözcükler vardır. Örneğin, bu dilde “birisi” anlamına gelen “somebody” ve hiçkimse anlamına gelen “nobody” sözcüklerin her ikisinde de bulunan “body” sözcüğü “beden” anlamına gelmektedir. Beden olmaksızın varlık olmaz ve dolayısıyla insanın kendisiyle ilgili bir kavram da söz konusu olamaz.


İlk dilimiz - beden dilimizdir

Ana dilimizden başka bir dil ögrenmek için, zaman ve enerji harcariz. Bir yabanci dili, iyi ögrendigimiz ölçüde kendimizi daha iyi ifade edebiliriz. Karşimizdakini daha iyi anlariz. Temel dilimiz olan bedenimizin dili ögrenmek için neden zaman ayirmadigimizi anlamak güçtür. Hiçkimse beden dilinin ifadelerinden kaçamayacagi veya bunu bastiramayacagi için, bu dili ögrenmeye çalişmak çok yararlidir. Böylece, kendi dünyamizi yansitma biçimimiz ve birlikte yaşadigimiz insanlarin iç dünyalariyla ilgili önemli bilgilere sahip oluruz. Aslinda her insan, beden dili konusunda bildigini düşündügünden, çok daha fazlasini bilir.
Eğer beden dilimize önyargısız ve cesaretle yaklaşırsak birçok görüşme ve karşılaşmanın sonucunu başarılı kılmamız mümkün olur. Duyguların ve düşüncelerin kelimelere dökülmediği durumlarda bunu çok açık olarak hissederiz. Böyle anlarda bakış başın bir dönüşü kavrayan bir jest, savunucu bir mimik binlerce kelimeden fazla anlam taşır. İnsanlar kelimeleri, çoğunlukla gerçek duygu ve düşüncelerini örtmek için kullanırlar.
Sosyal statü ve bir grup içindeki hiyerarşi; bireyin kendisini bir grup içinde algilayişi, grubun yapisi ve insanlara toplumsal konumlarini beden dilleri ile yansitmalarindan anlaşilir. Beden dilinin kelimelerden çok daha kolay anlaşilma özelligi ise hiç degişmez. Insan hayat boyunca çogunlukla farkinda olmaksizin günlük beden dilini son derece etkili olarak kullanir. Ancak bedenini, kelimeleri kontrol ettigi gibi kontrol edemez. Bedenimiz olaylara veya durumlara karşi çok daha fazla kendiliginden tepkiler verir. Gerçek duygu ve düşüncelerimizi kelimelerin arkasina gizlemek belki mümkündür, ama beden dilimizi gizlememiz çok kere mümkün degildir, beden esastir.
Ve son olarak insanın kendini dış dünyaya karşı ortaya koyuş biçiminin temelini görüş açıklığını, bir başka değişle merkezini kullanma biçimidir. Başka hiçbir özelligine bakmaksizin, sadece gögüs açikligina bakarak bir insanin kişilik yapisi ve içinde bulundugu durumu konusunda bilgi sahibi olmak mümkündür.

Davranışımız iç dünyamızı etkiler

İnsanın merkezini kullanma biçimini ve temel beden duruş özelliğini tanımanın sağladığı en önemli yarar, yalnızca çevredeki kişileri doğru değerlendirmek değildir. Bu özelliklerin farkında olmak, kişinin kendi hayatında çok temel değişikler yapar. İnsanlar büyük çoğunlukla içlerinden geldiği gibi davrandıklarını düşünürler. Oysa yakın zamanda yapılan araştırmalar, “İnsanlar hissettikleri gibi davranmaktan çok, davrandıkları gibi hissetiklerini” ortaya koymuştur.
Canı sıkılan bir insanın kaşları çatık, yüzü asık, omuzları düşük ve merkezi kapalıdır. Hepimiz sık sık sebepsiz bir can sıkıntısı yaşarız. Oysa çok kere kaşlarımızı çattığımız, yüzümüzü astığımız ve omuzlarımızı düşürüp, merkezimizi kapattığımız için canımızın sıkıldığımızı düşünmeyiz. İnsan hangi davranışını dışlatırsa, bir süre sonra beden kimyasında meydana gelen değişikler sebebiyle o yönde duygular yaşamaya başlar. Sıkıntılı bir insan gibi davranmak iç sıkıntısını artmasına sebep olur.

İletişimde ilk dakika önemlidir

Karşi karşiya gelen iki kişi arasindaki ilk etkileşim, iletişim sürecinin önemli bir belirleyicisidir. Bu etkiyi yaratan faktörler, karşilaşan kişinin beden dilinden kullandigi kelimelere ve kişinin taşitigi bütün aksesuarlardan içinde bulundugu fizik ortam nesnelerine kadar geniş bir dalim gösterir. Işte bütün bu faktörlerin bileşkesi “algilayan kişinin” degerlerinde bir yer bulur ve o çerçeve içerisinde yorumlanir. Algilayan kişisel özellikleri ve toplumsal normlari ile kaliplaşmiş olan yargilar, etkileşim verilerine bagli olarak iletişimin ilk aninda bir “karar” verdirir ve insan karşisindaki kişiye zihninde bir etiket yapiştirir. Bu karar olumlu veya olumsuz olabilir.
“Duruşundan hiç hoşlanmadim”, “Bakişini sevmedim”, “Bir görüşte kanim isindi”, Ilk gördügümde vuruldum”, “Ben onu gördügüm an işe yaramaz oldugu anlamiştim” gibi degerlendirmeler o kişi ile gelişecek iletişimin temelini oluşturur. Yanliz bu kararlarimiz her zaman böylesine açik ve bilinçli olmayabilir. Kişi bunlara bilinç düzeyine çikartsa da, çikartmasa da, ilk algilarimizin oluşturdugu yarginin, ietişim biçiminizde ve o kişiye atfettigimiz degerde önemli bir rol oynadigi bilinir.


Aile içindeki beden dili

Beden dilimizle verdiğimiz mesajlar insanlarla anlaşmamızda en temel araçtır. Hem yakın çevremizde, hem daha geniş sosyal hayatımızda hem de farklı ülke insanları ile ilişkilerimizde öncellikli beden dilimizi kullanırız ve onların beden dilleri ile anlattıklarını çözmeye çalışırız.
Yakın arkadaşlarımıza, eşimize, çocuklarımıza duruşumuz veya bakışımızla düşündüklerimizi hissetirmeye çalışırız. Büyük çoğunlukla onlar da bu mesajları alır, düşünce ve duygumuzu anlarlar. İletişim kurduğumuz kişilerle kültürümüzdeki ortak özellikler ne ölçüde fazlaysa birbirimizin beden dilini anlamamızda o kadar kolaylaşır. Bu nedenle kişinin yaşadığı en dar çevre olan aile içinde beden dili etkili biçimde yoğun olarak kullanılır. “Ne hissettiğimi, ne dediğimi anla” anlamına gelen jest ve mimiklerimiz yakın arkadaşlarımız, sevgilimiz, eşimiz özellikle de çocuklarımız olan iletişimimizde büyük yer tutar. İnsan en önceden diliyle anlaşmaya bekler. Bu durum istediğimizin yapılmadığı ve olumsuz bir duyguyu konuşmak istemediğimiz durumlarda daha belirginleşir. Özellikle yakın ilişki içinde olduğumız kimselerle kurduğumuz iletişimde gözümüzün içine bakılması ne demek, ne yapmak istediğimizin anlaşılmasını bekleriz. Bu tür küçük işaretlerden çıkartılan anlamlar, ilişkinin olumlu veya olumsuz yönde gelişmesini belirlemek açısından büyük önem taşır.


Kültür beden dilini etkiler

Farklı kültür gruplarına girdikçe sözsüz iletişim mesajlarının ayrıntılarını değerlendirmek zorlaşır. Grupların sessiz dillerinin anlamak için önemli ölçüde bilgilenmeye ihtiyaç vardır. Bunun için o insanların kültürünü, ilişkilerini, iletişimlerini ve dünya’ya bakışlarını tanımak gerekir. Kültür, tarih boyunca insanın doğaylı ve insanla ortaya çıkan problemlerinin ve zorlanmalarının çözüm biçimidir.

Beden dili ilişkilerimizde kültürel farklar artikça, yabanci bir ülkede çevremizdeki insanlarin duygu ve düşünce akişini degerlendirmemiz oldukça güçlüşebilir. Örnegin, Washington’da büyük bir markette, ne oldugunu anlamadigimiz bir mali rahatça çevirip incelemek isterken, bir market görevlisi yakinimiza gelip orada bir başka işle ugraşsa, bundan huzursuzluk duyariz. Çünkü ülkemizde böyle bir durumda, bulundugumuz yere gelen bir market görevlisi paketleri kariştirdigimizi görünce bize “Ne arzu etmiştiniz?” diyerek müdahale edebilecegi gibi “Herşeyi kariştirmayin!” gibi bir uyarida da bulunabilir. Ya da dünyanin öbür ucunda, Japonya’da aliş-veriş merkezine giren bir Türk bu kez, göze göze geldigini her magaza görevlisinin önünde yerlere egilmesini hayretle izler ve belki de bir süre kendisiyle nasil bir ilişki kurulmak istendigini anlayamaz.
letişim mesajlarını biraz daha ayrıntılı incelersek, insanın kendi kültürden kopmasının ne kadar zor olduğunu görürüz. İletişimde vericinin mesaja yüklediği anlam içinde, kendi kültürünün dünyayı algılayış biçimi ve o kişiye ait bireysel bütünlük vardır. İnsanın bireysel ihtiyaçlarını, yani beden dilini kullanımı ifade biçimi içinde yaşadığı ailenin ve toplumun değerleri ile etkileşim içindedir.


Jestler ve mimikler


Jestler ve mimikler diğer kişilere görsel sinyaller gönderen hareketlerdir. Bizim bir jestten söz edebilmemiz için yapılan hareketin bir başkası tarafından görülmesi ve yaşadığımız duygu ve düşünceyle ilgili bir bilginin karşımızdaki kişiye iletilmesi gereklidir. Aslında her bir jest, düşünce ve duygu ürünü olduğu için doğal olarak bu özelliklerini barındırır.
Yüz kaslarının anlatım amaçlı kullanımı mimikleri; baş, el, kol, ayak, bacak ve bedenin kullanım de jestleri oluşturur.
Jest ve mimikler "esas" ve "ikincil" olarak ayrılır. Esas jest ve mimikler, düşünce ve duygularımızı destekleyen, onları somutlaştıran hareketlerimizdir. Örneğin, sohbet sırasında göz kırpma, baş sağlama, kolları açma gibi işaret ve hareketler iletmek istediğimiz ve programladığımız bir mesajı içeren jestlerdir.
Öte yandan kendiliğinden gelen ve hiç beklemediğimiz bir anda bizi yakalayan esneme ve hapşırma gibi durumlarda bile jest söz konusudur. Esas olarak anlatıma katkıda bulunmayan ve kendiliğinden refleks olarak ortaya çıkan bu hareketlere ikincil jest ve mimik denir.
Bu iç tepkilerle ortaya çıkan ikincil jestler, ortamın özelliklerine göre giydirilmeye ve şekillendirilmeye başlarsa esas jestlere dönüşmesi ortama, kişinin içinde bulunduğu ve birlikte olduğu kişilere karşı takınmak istediği tavra bağlıdır. Bu jestlerin bazılarını bastırmak, bazılarını da en açık biçimde de ortaya koymak eğilimi vardır. Bir konser salonunda insan hapşırığını tutmaya çalışır ve özür diler bir ifade takınır, ancak istemediği halde eşi camları açmışsa ve bundan rahatsız oluyorsa hapşırması çok daha farklı olur. Açık, net ve mümkün olduğunca şiddetli olan hapşırık artık ikincil jest olmaktan çıkar.
Baş ile selam vermek veya el sallamak gibi hareketlere esas jestler denir. Esas jestler başlangiçtan bitişlerine kadar iletişimin bir parçasidirlar. Esas jestlerle ikincil jestleri ayirt etmek için kendi kendimize şu soruyu sorabiliriz. “Eger ben yalniz olsaydim bu hareketi yapacak miydim?” Cevabimiz “Hayir” ise bu hareketimiz esas jesttir. Cevabimiz “Evet” ise hareketimiz kendiligindedir ve ikincil jestler grubuna girer.


İkincil jestler

İkincil jestlerin pek çoğu esas olarak sosyal değildir. Çünkü bunlar bedenin rahatı, temizliği ve kaşınma gibi kendiliğinden olan ihtiyaçları ile ilgili hareketlerdir. Vücut bakımımızı ve rahatlığımızı ovarak, silerek, kaşıyarak yaparız, yeriz, içeriz, rahat olarak bir beden duruşu sağlamak için kollarımızı birleştiririz, bacak bacak üzerine atarız, dik veya yan otururuz. Bütün bunları kendimiz için yaparız. Fakat bunları nasıl yaptığımız ve hangi duygusal durumda olduğumuz önemlidir. Bu jestleri yaparken yalnız olmadığımız durumlarda bizimle birlikte olanlar bu kişisel hareketlerden bizimle ilgili bilgi sahibi olurlar.
Duygusal durumumuzu yansıtan jest ve mimikler açık ve belirgin bir şekilde dışarıya başkalara sinyaller göndermektedir. Bu işaretlerin fark edilmesini istemiyorsak özel bir çaba harcamamız ve kendimizi kontrol etmemiz gerekir. Dikkat edilmesi gereken nokta dışa vurduğumuz duygularımızla ilgili işaretlerin gerçekten karşı tarafa iletmek istediklerimiz olup olmadığıdır. İkincil jestleri bilinçli olarak anlamdırıyor olsa da olmasa da, bu jestler kişiyle ilgili duyguların bir aktarımıdır.


Esas jestler

Bu jestler yüz, baş, el, kol, ayak, bacak ve bedenin bir konuya açiklik kazandirmak için yaptigi jareketlerdir. Esas jestler, anlatim jestleri, sosyal jestleri ve mimik jestleridir.

a)Anlatım jestleri
Bu jestler insanın diğer hayvanlarla ortak olan biyolojik kökenli jestleridir (Temel altı duygusu). Kaslarımız altı temel duygunun ifadesinde, canlılığımızın başlıngıcından bu yana bedenin yaşantı ile bağlantısını kurmak ve bedeni korumak için düzenlenmiştir. Anlatım jestleri özellikle yüz ifadelerinde ortaya çıkar ve insanın varlığını korumaya dönük eylemlerinden kaynaklanır. Örneğin yüzdeki sıkma hareketi, düşman tarafından boynun sıkılma eylemi içinde oluşmuştur. Boyunu sıkılan bir insanın yüzündeki bütün kaslar sıkıştırılarak direnç oluşurur. Ya da ani ve atak hareketler karşısında gözlerimizin kapanması belirsizlik ve tehditlerle dolu bir dünyadan gelebilecek bir saldırıya gözlerini koruma amacına dönüktür.
Öte yandan gülme insanın hoşnut olduğunu, iç demgesinin yaşamı sürdürmeye uygun bir uyum içerisinde bulunduğunu ortaya koyan ve karşısında bulunanları bu mutluluğa ortak olmaya davet eden bir jest ve mimiktir. Yapılan kültürlerarası çalışmalar bu temel jestlerinin bütün kültürlerde ortak olduğunu göstermiştir.

Esas jestlerimizden olan anlatım jestlerinin temel özellikleri kültürel etkilenmeler sonucunda değişime uğramıştır. Ana jest kalıbı farklı olmadan kültüre ve kişiye bağlı olarak değişik durumlarda kullanılablir. Örneğin, gülme için toplumların ve kişilerin kullandıkları fırsatlar ve tavırlar aynı değildir. Biyo-psikolojik beden dilimiz olan anlatım jestleri evrenseldir, bu ana yapıya kültürel özellikler, anlatım zengillikleri ve bazı farklar kazandırmıştır.



b)Sosyal jestler ve mimikler
Durum gereği, olduğumuzdan çok daha mutlu veya hissetiğimizden çok daha üzüntülü yüz ifademiz bir sosyal mimiktir. Değer insanların memnun edecek jestlerin taklit edilmesi bir anlamda insanın sosyal rolünü oynamasıdır. Bir toplantıda gerçek iç dünyamızdan çok farklı bir duygu halini yansıtmamız buna örnektir. Canını sıkan bir konuyu yemekte konuşmayıp ve yemek saatlerini iyi görünme çabasıyla geçirmeye çalışmak veya kişinin bir topluluk önünde yaptığı bir konuşmada ses tonunu, el ve kollarını anlatımını daha etkin kılmak için kullanması sosyal jest ve mimikler olarak değerlendirilir.


c)Mimik jestler
Bu jestler taklit ve tanımlama jestleridir. Bir objeyi veya bir hareketi mümkün olduğu kadar kusursuz olarak taklit etmek amacıyla yapılan jestlerdir. Mimik jestler tiyatroya özgü jestler taklit jestler, şematik jestler, teknik ve kod jestlerdir.

Tiyatroya özgü jest ve mimikler
İzleyicileri hoşnut etmek için artistlerin kullandıkları jestlerdir. Teatral mimiklerin oluşturulmasında esas olarak iki teknik söz konusudur. Bunlardan birinde, aktör rölünü oynayacağı karakteri bütün ayrıntıları ile izler ve onun hareketlerini ve ifadelerini taklit eder. Diğerinde ise, yansıtacağı duygusal tonu yakalar ve o duygu durumuna girerek, bu duygudaki insanın davranışlarını kendiliğinden ortaya koyar. Günümüzde bu mimikler hem sahnede hem de sosyal hayatta kullanılar. Teatral mimikleri günlük yaşantılarına aktarmış birçok kişi hayatı bir tiyatro gibi oynayarak yaşar. Bu tür insanlar renkli kişilikleri ile çevrelerine çok sayıda kimseyi toplarlar.

Taklit jestler
Sosyal ve teatral jestlerden çok farklıdır. Taklit jestler rüzgarın veya köpeğin sesinin taklidi gibi, bir insanın olmadığı veya olamayacağı bir şeyi taklit etmesidir. Bu jestlerde genellikle eller etkin rol üstlenir.

Şematik jestler
Kısaltma ve özetleme ile ilgili taklitler olup mimik jestlerin bir başka türüdür. Bu jestle kişi bir durumun en göze çarpan özelliğini alıp sadece bununla o bütünü tanımlar. Bu jestler nesne veya bir durumu ifade etmek için kullanılır. Ateş etme hareketi, sigara olmadan sigara içme hareketi, olmayan bir bardakla su içen kişinin yaptığı hareket bu tür mimik jestlere örnektir.
Bazı bilim adamları şematik tanımlama jestlerini yer yüzünün her yerinde kullanılan evrensel nitelikte jestler olarak kabul etmelerine rağmen, birçok araştırmacı bu konuda kültürlere bağlı bazı farklılıklar bulunduğunu ileri sürmektedir.

Teknik ve kod jestler
Belirli bir meslek grubunun kendi aralarında kullandıkları jestler birbirleri ve onlarla ilişkili olanların anladıkları teknik jestlerdir.Kod jestler, dilsiz alfabesinin ellerle kodlanması ve ellerle yazılması gibi, bilgiyi sistemli bir şekilde kodlayan jestlerdir.


Benzer Konular

29 Nisan 2016 / Ziyaret Tıp Bilimleri
18 Mart 2012 / Misafir Cevaplanmış
22 Mart 2014 / nurugur26 Soru-Cevap