Arama

Hulusi mahlası nedir?

Güncelleme: 10 Nisan 2015 Gösterim: 2.755 Cevap: 2
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
27 Kasım 2008       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
hulusi mahlası nedemek tır
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
27 Kasım 2008       Mesaj #2
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Mahlas, Türk halk edebiyatında, şairlerin asıl adlarının yerine kullandıkları takma ada denir. Halk edebiyatında çok geçerli ve önemli bir gelenektir. Aşıkların çoğunun asıl ismi unutulmuş, mahlasları isim olarak kullanılır olmuştur. Örneğin: Aşık Ruhani'nin asıl adı Mustafa, Dadaloğlu'nun asıl adı Veli, Gevheri'nin ki Mehmet'dir.

Sponsorlu Bağlantılar
hulusi hakkında ise bulduğum tek bilgi aşağıdadır..
Yâ Hû

Yine büzdü felek bir tılsım-ı cânî bu esnâda
Tarîk-i Kãdirî’nin sâliki sûretde mânâda

Hulûsî mahlas alıp hulûs ile çalışdı hem
Hele Derviş Emin buldu Hakîkat sırrın esmâda


İmâmeyn aşkına cânın fedâ kıldı Muharremde
Şehîdler ile haşreyle ilâhî rûz-i ferdâda

Gelip bir kimse Şemsî’ye dedi mevti içün târîh
Makãmı cennetü’l-me’vâ ola çün dâr-ı ukbâda


30
Allah Hayy kable külli hayy

Kutbü’l-Ârifîn
Şeyh Mustafa Âhî
Hazretleri’nin bendelerinden
Şeyh Mehmed Râşid el-Kãdirî rûh-i
şerîfiyçün el-Fâtiha
Quo vadis?
_AERYU_ - avatarı
_AERYU_
Ziyaretçi
10 Nisan 2015       Mesaj #3
_AERYU_ - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Hulusi Mahlası
MsXLabs.org


Tanzîmât’tan sonraki yeni edebiyat dönemi şâir ve edebiyatçılarından, gazeteci, muharrir, tarihçi. Dil, edebiyat, edebiyat târihi çalışmaları, tenkid ve tercüme sahalarında şöhret kazanmıştır. Asıl adı Ömer’dir. Babası, Saraçhânebaşı’nda saraçlık yapan Ahmed Ağa’nın oğlu Ali Bey’dir. Ömer, ailesinin üçüncü çocuğu olarak 1850 yılında doğdu.

Tahsîline Fevziye mektebinde başladı, ilk önce Kur’ân-ı kerîmi ezberleyerek, kardeşi ile birlikte din bilgilerini öğrendi. 1858 yılında İstanbul’a ticâret için gelen dayısı kalaycı Ahmed Ağa’nın daveti üzerine, annesiyle birlikte Varna’ya giderek bir süre orada kaldı. İstanbul’a dönüşlerinden bir müddet sonra henüz çocuk yaşta iken babası vefât edince, yeniden dayısının isteği üzerine Varna’ya gittiler.

Ömer, İstanbul’da başladığı tahsîlini, Varna’da, önce hattat ve müderris olan Müftîzâde Abdülhalîm Efendi’den; Arabça, sülüs ve nesih dersleri alarak sürdürdü. Hattatlıkta icazet aldı. Hocasının verdiği Hulûsî mahlası ile bâzı yazılar, hattâ bir Mushaf-ı şerîf yazdı.

Varna’da da rüşdiye mektebi açılıp, hocası Abdülhalîm muallimliğine getirilince, o da muallim-i sânîliğe (ikinci muallim) getirildi (1867). Bu târihten sonra kendi kendini yetiştirmek için gece-gündüz çalışan Ömer, Celiloğlu Halîl Efendi’den Arabça; Hoca Hâfız Mahmûd Efendi’den de Farsça dersleri aldı. Arab ve Fars edebiyatı ile ilgilendi; bu arada hocasıyla birlikte Gülistan’ı okudu. Aynı günlerde Giridî Azîz Efendi’nin Muhayyelât’ındaki Kıssa-i Naci Billâh ve Şahide hikâyesindeki Naci’yi çok beğenip, bu ismi kendisine mahlas olarak aldı. Böylece bir yandan bütün gayret ve çalışmalarıyla adım adım edebiyatın içine girerken, çevresindekilerin de dikkatini çekiyor, diğer yandan da Varna’ya yeni gelen Kavalalı Hüseyin Efendi’den aruz ve telhîs, Varna’daki hükümet tercümanı Komyeno Efendi’den de Fransızca dersleri alıyordu.

Yayınlanan ilk yazıları, 1874’de Rusçuk’ta çıkan Tuna gazetesine gönderdiği okumanın faydalarını anlatan fıkralarıdır. Bu gazetede yayınlanan mektuplarından birisi, İstanbul’da Basiret gazetesi tarafından iktibas edilip yayınlandı. Kalem redifli manzumesi ise, Tuna okuyucularına parasız olarak dağıtıldı. Bağdâdlı Ruhî ve Ziya Paşa’ya nazire olarak kaleme aldığı Terkîb-i bend’i yine aynı günlerde küçük bir risale olarak yayınlandı.

Naci, Varna rüşdiyesinin teftişi sırasında tanıştığı ve Varna, mutasarrıflığından Tulçi’ye tâyin edilen Süleymâniyeli Kürt Saîd Paşa’nın husûsî kâtipliğini kabul ederek muallimlikten ayrıldı (1876). Tülçi’ye gittikten az sonra, Doksanüç harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının çıkması üzerine, Sa’îd Paşa ile Tırnova, Osmanpazarı ve Varna yoluyla İstanbul’a geldi.

Sa’îd Paşa bir süre sonra Yenişehir Feneri’ne tâyin edilince, Naci’yi de yanında götürdü. Burada vazîfeli olduğu cinayet mahkemesi kâtipliğinden sıkıldı ve istifa etti. Bu istifadan sonra İstanbul’a döndü. Bu sırada Siirt mutasarrıflığı yapan Sa’îd Paşa’nın İstanbul’a dönmesi sonunda Anadolu müfettişliğine getirilmesiyle Naci de onunla birlikte seyahat etmeye başladı. Haleb ve Diyarbakır üzerinden Erzurum’a kadar uzanan ve Trabzon’da biten bu dokuz aylık seyahat esnasında, Nusaybin’de Bir Vadi ve Dicle gibi meşhûr şiirlerini yazdı. Böylece şöhretinin ilk basamaklarına çıktı.

1881’de Sa’îd Paşa’nın Cezâyir-i Bahr-i Sefîd vâliliğine tâyini üzerine, onunla beraber Sakız’a gitti. Buraya geldiğinde başlayan kuvvetli bir zelzelenin Naci üzerinde büyük te’siri oldu. Bundan aldığı ilhamla; Feryâd, Mehtâb, Sakız’da Bir Harabede, Bir Sevdâzede, Kebister ve Serzeniş şiirlerini kaleme aldı.

Sakız’da kaldığı bu yıllarda Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevîsi’ni çok okudu ve etkilendi. Hayâtın manasızlığını, basitliğini anlayıp bu duygularını; “Nedir o nevha şu viranenin civarında” mısrâlarıyla başlayan şiirinde dile getirdi. Bu arada İstanbul’da yayınlanan Tercümân-ı hakikat gazetesinin sahibi Ahmed Midhat Efendi ile yazışmaya başladı. Sakız’da bulunduğu sürece bâzan imzasız, bâzan da Ahmed Mes’ûd, Bir Hâne-berdûş, Bir Firkatzede ve Naci müstear isimleriyle şiirler gönderip gazetede yayınlattı. Bu şiirlerle de edebî hüviyetinin tam anlamıyla teşekkül ettiğini isbât etti.

Mayıs 1882’de Sa’îd Paşa hâriciye nâzırlığına tâyin edilince, onunla birlikte İstanbul’a döndü. Hâriciye mektûbî kalemi halîfeliğine getirildi. Bir müddet sonra da istifa etti. Aynı günlerde Berlin sefaretine elçi olarak tâyin edilen Sa’îd Paşa’nın beraber gitme teklifini kabul etmedi. Ahmed Midhad Efendi’nin dâvetine uyup, Tercümân-ı hakikat gazetesinin edebî sütununu idare etmeye başladı (1883).

Bu gazetede bâzan Naci, bâzan Mes’üd-ı Harabâtî imzasıyla şiirler, gazeller ve başka yazılar neşretti. Aynı imza ile kendi gazellerine de nazireler söyledi. Fransızca’dan manzum, mensur kuvvetli tercümeler yaptı. Bir müddet sonra Midhat Efendi’nin kızıyla evlenerek ona dâmâd oldu (1884). Naci’nin o yıllarda çok okunan bu gazetede neşrettiği gazeller; dil, teknik ve ahenk bakımından kuvvetli manzumelerdi. Bunlar, öteden beri hasret çektikleri ve bir türlü kopamadıklan dîvân şiirinin bu kadar kuvvetle canlanması karşısında büyük heyecan duyanları harekete geçirdi. Gazetenin bu sütununa sayısız nazîreler ve tahmisler yazılmaya başladı ve hâdise dîvân şiirine doğru adetâ yeni bir akım hâlini aldı.

Bu durum, dîvân şiirini iyi kötü her tarafıyla yıkmak isteyenlerin harekete geçmelerine ve yeni edebiyatın alemdarı bildikleri Recâizâde Ekrem’in kanatları altında birleşip Naci’ye karşı cephe almalarına sebeb oldu. Naci ise, kendi temiz ahlâkından, tam bir ihlâsla inandığı İslâm terbiyesinden ve Türk şiirinin kendi mazisine bağlı kalması lüzumuna verdiği ehemmiyetten aldığı cesaretle kendine has bir yenilik içinde dîvân edebiyatını korumaya devam etti. Bunun üzerine yeni edebiyatçıların da tahrikiyle Ahmed Midhat Efendi’nin kaleme aldığı ihtar mahiyetindeki bir yazı üzerine Tercümân-ı hakikat’dan ayrıldı (Ağustos 1885).

Kaynak:
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.

Benzer Konular

30 Temmuz 2008 / asla_asla_deme Sinema tr
3 Mayıs 2018 / KENCISii Bilim tr
10 Nisan 2017 / Heulwen Asker tr
2 Nisan 2009 / HipHopRocK Edebiyat tr
3 Mayıs 2018 / Misafir Cevaplanmış