MsXLabs

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Soru-Cevap (https://www.msxlabs.org/forum/soru-cevap/)
-   -   Saltanatın kaldırılmasından sonra padişah ve ailesi ne yapmıştır? (https://www.msxlabs.org/forum/soru-cevap/219945-saltanatin-kaldirilmasindan-sonra-padisah-ve-ailesi-ne-yapmistir.html)

Ziyaretçi 22 Aralık 2008 19:36

saltanat kaldırıldıktan sonra padişah ve diğer saltanat üyeleri ne yaptı?


Keten Prenses 22 Aralık 2008 19:44

Saltanatın Kaldırılması Olayı !
31 Ekim 2008 10:37
http://www.kuvayimilliye.net/v2/pic.php?id=1085
1-2 KASIM 1922

İtilaf devletleri Lozan konferansına kendi istedikleri biçimde yön vermek için Birinci Dünya Harbi’nin mağlubu olarak Osmanlı temsilcisini de beraber davet edince, Ankara’da Saltanat’ın gerekli olup olmadığı konusu gündeme getirildi. Her ne kadar Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 10 Ekim 1922 günü yaptığı gizli oturumda “Ordu, vazifesini tamamlamıştır. Bundan sonra temini lazım gelen sonuçlar diplomatik yolla hallolacaktır”(1) demiş idiyse de bu olayda da yine başrolleri askerler üstlenecektir.

Nihayet iç politikada beklenen an gelmişti. Osmanlı ailesinin yönetimi mi devam edecek, yoksa yeni bir devlet mi kurulacaktı? Mustafa Kemal’in o güne kadar tam açıklık kazanmamış görüşü neydi? Artık her şeyin ortaya konma zamanı gelmişti. Bu konuda karar mekanizmaları askerlerin kontrolünde olduğundan, ünlü komutanların Saltanat konusundaki görüşleri önem kazanmaktaydı.

Rauf Bey, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ve Mustafa Kemal Paşa, Refet Paşa’nın Keçiören’deki evinde yemek yiyip sohbet ederken aralarında görüş alışverişinde bulunurlar. Bu konuşmayı Mustafa Kemal şöyle nakletmektedir:

“Rauf Bey’den Padişahlık ve Hilafet konusundaki düşüncesinin ve kanaatinin ne olduğunu sordum Verdiği yanıtta şu açıklamalarda bulundu: Ben, Padişahlık ve Halifelik katına gönül ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam, Padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı devletinin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim de kanımda o ekmekten vardır. Ben iyilikbilmez değilim ve olamam. Padişah’a bağlı kalmak borcumdur. Halifeliğe bağlılığım ise görgümün gereğidir. Bunlardan başka genel görüşlerim de vardır. Bizde kamunun birliğini korumak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği ölçüde yüksek görülmeye alışılmış bir kat sağlayabilir. O da padişahlık ve halifelik katıdır. Bu katı kaldırmak, onun yerine başka nitelikte bir kat koymaya çalışmak, yıkıma yol açar ve büyük acı doğurur; bu da hiç uygun bir iş olmaz”.(2)

Milli kahraman Rauf Bey’in sözlerinde samimiyet, duygusallık, inanç ve mertlik vardır. Bu sözleri ile Rauf Bey çağdaş bir yeni düzeni değil, ıslah edilmiş Osmanlı düzenini savunduğunu ortaya koymuştur.

“Rauf Bey’den sonra karşımda oturan Refet Paşa’dan düşüncesini sordum. Refet Paşa’nın yanıtı şu idi: “Rauf Bey’in bütün düşünce ve görüşlerine katılırım. Gerçekten bizde padişahlıktan, halifelikten başka bir yönetim biçimi söz konusu olamaz”.

Ondan sonra Fuat Paşa’nın düşüncesini öğrenmek istedim. Paşa, Moskova’dan yeni geldiğinden durumu, kamunun düşünce ve duygularını gereğince incelemeye daha zaman bulamadığından söz ederek görüşülen konu üzerinde kesin bir düşünce ve görüş ileri süremeyeceğini bildirdi”.(3)

Kazım (Karabekir) Paşa’ya gelince, İkinci grup oluşurken bazı konularda Mustafa Kemal Paşa ile aralarında anlaşmazlıklar olmuştu. Kazım Paşa 19 Şubat 1922 tarihli bir mesajında ülkenin yönetimi ile ilgili bazı teklifler önermişti. Konumuzla yakın ilişkisi nedeni ile bu mesajı ve Mustafa Kemal’in cevabını incelemek uygun olacaktır.

Kazım Paşa, memleket idaresi hakkında Mecliste cereyan eden tartışmaları geç haber aldığını ve dolayısıyla kendi fikri de sorulmadan kararlar verildiğini ima ederek, barışın sağlanmasından sonra yapılacak seçimlerde Meclisi geri fikirli muhafazakarlardan koruyup, değerli kimselerden oluşturmak lazım geldiğini, aynı zamanda Büyük Millet Meclisi ne kadar seçkin şahsiyetlerden oluşmuş olursa olsun, mutlaka –bunu kontrol edecek mahiyette- üyeleri uzmanlardan oluşan ikinci bir Meclisin bulunmasının gerektiğini öne sürüyordu. Bu ikinci Meclis, ulusal Meclise yön vereceği ve onu ilerleteceği gibi, ülke ile ilgili hayati kararlar, Millet Meclisinde coşkuyla kabul edilse de edilmese de, bu meclisin uyarması ve aydınlatması üzerine değiştirilebilir ve zararı önlenebilirdi. Bu meclise “Ayan” diyerek eskinin çürük yönetimini hatırlatmaktan kaçınmak için, buna “Büyük Uzmanlar Meclisi” denilebilir, ya da daha uygun bir ad verilebileceğini belirterek Mustafa Kemal’in bu konudaki görüşlerini öğrenmek istiyordu.(4)

Mustafa Kemal Paşa 4.3.1922 tarihinde verdiği cevapta adı sanı “Ayan” olmasa bile, ulusun bütün hak ve yetkilerini kullanmak üzere seçilmiş ve seçilecek olan Büyük Millet Meclisi’nin temel kararlarını başka bir meclisin kararıyla bağlamanın genel yönetim işlerinde uydukları ilkelerin özüyle bağdaşmayacağını belirtti. Bu uzmanlar meclisinin de milletvekilleri gibi ulusça seçilmesi halinde bir kaynaktan (halktan) eşit yetki almış iki büyük kuvvetin, ulusun genel yönetimine etken olmasının uygulamada karışıklığa yol açacağına, bir ikilik doğuracağına dikkati çekiyordu. Bu durumda ulusun haklarına ve yaşamına etki edecek üçüncü bir kuvvetin bulunması gerekecekti.(5)

İstanbul’da son sadrazam Tevfik Paşa; 17 Ekim’de Bursa’da bulunan Mustafa Kemal Paşa’ya, Padişahın yaveri olan oğlu Yüzbaşı Ali Nuri Bey vasıtasıyla özel bir mesaj gönderdi. Paşa “kazanılan zaferin İstanbul-Ankara ikiliğini kaldırdığını ve ulusal birliği sağlamış olduğunu belirterek yakında toplanacak Sulh Konferansına birlikte katılınması nedeniyle önemli konuların koordine edilmesini” talep etmekteydi.(6) Aslında tecrübeli Sadrazam artık bütün ülkenin yeniden Padişah’ın otoritesi altına girmesi zamanının geldiğini işaret etmek istiyordu.

Tevfik Paşa bununla da kalmamış, Mustafa Kemal’in cevabının gecikmesi üzerine, 29 Ekim’de Sadrazam unvanını kullanarak doğrudan doğruya Meclis Başkanlığına başvurmuştur.(7) İşte tartışmayı alevlendiren bu müracaat olmuştu.

Refet Paşa 18 Ekim’de İstanbul’a bir Fatih gibi geldi. Gülnihal vapurundan, Haydarpaşa önlerinde bir motorbotla ayrılan Refet Paşa Kabataş’a çıktığında İstanbul Türkleri büyük coşku içindeydiler. Veliaht Abdülmecit Efendi’nin yaveri Binbaşı Remzi Bey vapurda Refet Paşa’ya sokularak;

“Veliahdı Saltanat adına hoş geldiniz” diye söze başlayınca, Refet Paşa, Sultan Veliahtlığı vasfını derhal düzeltti ve ;

“Hilafet makamının veliahdıdır. Hilafet makamını kurtarmak ise, ilan ettiğimiz hedeflerden biridir.” Şeklinde karşılık verdi. Daha sonra Tevfik Paşa’nın oğlu ve Padişah’ın yaveri Nuri Ali Bey “Zatı Şahane” adına Refet Paşa’yı selamladı. Refet Paşa buna sadece “yüksek hilafet makamına dini duygularımı iletirsiniz” şeklinde cevap verdi. Sonra yaver Nuri ve Selahattin Beyler Sadrazam namına “Hoş geldiniz” dediler. Refet Paşa “bir Sadrazam tanımadığını, fakat eski ve muhterem bir devlet adamı olan Tevfik Paşa’ya saygılarının ve ellerinden öptüğünün bildirilmesini hem kesin, hem nazik bir dille bildirdi.”(8)

Fatih’in türbesi kapısında Şehremini (Belediye Reisi) Ziya Bey Paşayı şehir ve Dâhiliye Nazırı adına selamlayınca şu cevabı verdi:

“Hükümetim, tamamen halk tarafından idare olunan demokratik bir hükümettir. Ben Hükümetim adına, bir Dahiliye Nazırı tanımıyorum”(9) Tabii ki Refet Paşa Bursa’da Paşalar arasında alınan kararlar gereğince hareket ediyordu. Bursa’daki görüşmeleri K. Karabekir şu şekilde anlatmaktadır.

“Padişahlığın lağvı ve hilafetin Osmanlı ailesinde kalması (uygun görülmüştü). Mustafa Kemal Paşa Halife olarak Vahdettin’in kalmasını istiyordu. Sebep olarak da suçlu olduğundan sözümüzden çıkamayacağını, eğer Mecit Efendi Halife olursa bize zorluk çıkarabileceğini ileri sürüyordu. Buna karşı benim mütalaam şuydu: Millete serkeş diyen, bizi asi diye fetva çıkararak idama mahkûm eden ve düşmanlarımızla birleşerek milli hükümetimize karşı halife ordusu gönderen bu adamı tutmak, millete karşı olduğu kadar tarihe karşı da bizi küçük düşürür. Yeni halifenin vazifelerini tespit etmekle ona bir hat çizebiliriz.

Fevzi Paşa’da benim mütalaamı kabul edince kararımız “Padişahlığın lağvı ve hilafetin Ali Osman’da kalması ve halife olarak Mecit Efendi’nin getirilmesi” şeklinde oluştu.”(10)

İstanbul hükümeti Milli Mücadelede engel üzerine engel çıkarmışken, şimdi mücadele başarıya ulaşınca imzalanacak sulhta söz sahibi olmak istiyordu. Bu istek tabii olarak Ankara’da Millet Meclisinde büyük bir infial yarattı. Mecliste özellikle ikinci grup saltanatın kaldırılmasına karşı idi. Yapılan müzakereler süresince Mustafa Kemal Paşa geniş açıklamalar yaptı, verilen takrirleri incelemek üzere Teşkilatı Esasiye, Şeriye ve Adliye encümenlerinden oluşturulan bir komisyon kuruldu.(11)

Mustafa Kemal bu konuda kumandan arkadaşlarını göreve çağırınca komutanlar ardı ardına kürsüye çıktılar ve kendi inançları dışında bile olsa Başkomutan’ın verdiği emri en mükemmel bir şekilde yerine getirmeye çalıştılar.

“Tevfik Paşa’nın telyazıları dolayısıyla Padişahlığı Halifelikten ayırmaya ve önce Padişahlığı kaldırmaya karar verdiğim zaman, ilk yaptığım işlerden biri de, hemen Rauf Bey’i Meclisteki odama çağırmak oldu. Rauf Bey’in Refet Paşa’nın evinde sabahlara kadar dinlediğim düşüncelerini ve görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi, ayakta kendisinden şunu istedim: “Halifeliği ve Padişahlığı birbirinden ayırarak Padişahlığı kaldıracağız! Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleyeceksiniz! Rauf Bey’le bundan başka bir şey konuşmadık. Rauf Bey odamdan çıkmadan önce, yine bu iş için çağırmış olduğum Kazım Karabekir Paşa geldi, ondan da, bu yolda konuşmasını rica ettim”.(12) Her iki asker de Başkomutan’ın kararına uymuş ve Meclis kürsüsünde yaptıkları konuşmalarla saltanatın kaldırılmasını desteklemişlerdir. Hatta Rauf Bey birkaç defa söz almış ve saltanatın kaldırıldığı günün bayram olarak kabul edilmesini teklif etmişti.(13)

Kazım Karabekir tartışmaların uzaması üzerine Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile birlikte Mustafa Kemal’i ziyaret ettiklerini, Başkomutan, Doğu ve Batı Cephesi Komutanı olarak yasa teklifi ile ilgili olarak tereddütlerini giderici görüşmeler yaptıklarını nakletmektedir.(14) Görüşmeler çıkmaza girince Başkomutan, Gazi, Mareşal Mustafa Kemal, daha fazla sabredemeyip bir sıra üzerine sıçrayarak bilinen ünlü konuşmasını yapacaktır:

“En sonunda karma komisyon başkanlığından söz aldım, önümdeki sıranın üstüne çıktım ve yüksek sesle şunları söyledim:

Efendiler: egemenliği hiç kimse, hiç kimseye bilim gereğidir diye, görüşmeyle tartışmayla veremez. Egemenlik, güçle, erkle ve zorla alınır. Osman oğulları, zorla Türk ulusunun egemenliğine el koymuşlardı. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve onlara karşı ayaklanarak egemenliğini kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Söz konusu olan, ulusa egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun, olmuş bitmiş bir gerçeği yasa ile saptamaktan başka bir şey değildir. Bu kesinlikle yapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa yine gerçek, yönetime göre saptanacaktır; ama belki birtakım kafalar kesilecektir”.(15)

Bu konuşma Mustafa Kemal’in en sert konuşmasıdır. Meclis üyelerine karşı daima nazik, daima sabırlı olan Gazi Paşa bu defa amansızdır. Konuşma böyle başlarsa da sonradan İslamiyet ve Halifelik kavramı üzerine yaptığı bilimsel açıklamalarla daha yumuşak ve olumlu bir şekilde devam eder.(16) Oylama sonucunda (bir kişinin ben karşıyım diye bağırmasına rağmen, söz yok sesleri arasında) 1/2 Kasım 1922 Gecesi ittifakla Saltanat kaldırılmış, hilafet kalmış ve bütün hükümranlık haklarının Türkiye Büyük Millet Meclisinde toplandığı kabul edilmiştir.(17)

Meclis’in aldığı karar İstanbul’a ulaşınca Refet Paşa İtilaf Devletleri temsilcilerine Babıali Hükümetini Türkiye Büyük Millet Meclisi adına devraldığını bildirdi. Tevfik Paşa, 4 Kasım 1922’de Yıldız Sarayında Padişaha Osmanlı İmparatorluğunun son hükümetinin makamı mühürlerini teslim etti. Oysa daha bir hafta kadar önce Padişah Refet Paşa’yı huzuruna kabul etmişti ve Refet Paşa kendisine saygılı bir şekilde “Efendimiz, bugünkü durum daha fazla sürüp gidemez. Türkiye’de biri Ankara’da, biri İstanbul’da iki hükümet olamaz. Olayların gücüne boyun eğerek hükümetinizi istifaya çağırıp, milletin yararına olmayan bu ikiliğe son vermenizi dilemeye geldim” demişti.(18)

Burada bir soru akla gelebilir. Acaba saray, Ankara ile zıtlaşacağı yerde daha olumlu yaklaşımlar ve asker ve sivil destekleyicilerinin de yardımı ile daha demokratik bir Meşruti Monarşi düzeni kurmayı başarabilir miydi? Kanaatimizce bu sorunun cevabı şöyle olacaktır: Belki kısa bir süre için durum kurtarılabilirdi. Fakat bunun ömrü fazla uzun olamazdı. Çünkü Mustafa Kemal ve Ordu çok acı tecrübelerden geçerken bazı gerçekleri de artık net bir şekilde görmüşlerdi. Her şeyden önce Türk insanı hür vatandaş olarak onurlu, haysiyetli ve kişiliğine saygı duyulacak bir yaşamı hak etmişti. Tıpkı bir Fransız, bir İngiliz gibi. Bunun bedelini de çok ağır ödemişti.

Ama hakkı olan bireysel refah ve mutluluğunun altı yüz yıllık ve bin üçyüz yıllık manevi bağlarla bağlanmasına artık izin verilemezdi. Askerler bu konuda kararlıydılar, gerekirse karşı çıkanlarla ve hatta içlerinde hala uyanmamış bağımlılarla yeni bir kavgaya hazırdılar. Bundan sonraki tarihsel gelişim içinde Mustafa Kemal Paşa ve çevresindekilerin taviz vermez, kararlı bir tutum içinde görünmelerinin en önemli nedeni budur. Yeni devletin temelinde “kavga” vardır. Bina inşa edilirken, binayı yapanların her safhada “kavga”ya hazırlıklı olmaları kadar tabii bir şey olamazdı. Türk ulusu için yararlı olduğuna inandıkları her türlü çaba, önce normal yollardan desteklenecek, büyük engellerle karşılaşılması halinde engeller gerekirse zorla bertaraf edilecekti.



Keten Prenses 22 Aralık 2008 19:45

5 Kasım 1922"de Ankara"da 101 pâre top atılarak saltanat kaldırılmış, o andan itibaren Sultan Vahideddin"in padişahlığı zaten sona ermiştir. Bu durumda yurtdışına kaçan "Sultan Vahideddin" değil, "Vatandaş Vahdettin"dir!
İlk durağı Malta oldu. Oradan Melik Hüseyin`in daveti üzerine Mekke`ye gitti. Hicâz ve Mısır"a uğradıktan sonra, İtalya"nın San Remo kentine yerleşti. Kiraladığı bir villada, yakın maiyetiyle yaşamaya başladı. O sırada İtalya Kralı Emanuel, Padişah"a bir yaveri aracılığıyla şu teklifi yaptı:
"Ülkenin muhtelif yerlerinde saraylarımız var. Zatiâlilerinin ikameti için, nerede oturmak istiyorlarsa, orada derhal bir saray verilecektir. Ayrıca, yüksek müsaadeleriyle, Zat-ı Şahane"nin emrine her ay takdir buyuracakları miktarda bir meblağ tahsis edilmiştir."
Sultan Vahideddin bu teklifleri münasip bir lisanla ve teşekkür ederek reddetti. Oysa yurtdışına çıkarken, emrinde hazineler olduğu halde, şahsi parasının ve hanedan armasının dışında tek kuruş almamış, (bu konuda muhalifleri iftira atmaya bile cesaret edemediler) okumak üzere hazine dairesinden aldığı kıymetli bir kitabı dahi makbuz mukabili iade ettikten sonra yurtdışına çıkmıştı. Millet malına bu kadar hassastı&
Bu hassasiyeti yüzünden kısa süre içinde parasız kalacak, hanedan armasının üstündeki kıymetli taşları söküp sattırarak bir süre daha yaşayacak, böyle bir zaruret içinde yaşarken bile İtalya Kralı"nın teklifine benzer tüm teklifleri geri çevirecekti.
Hâlâ "Müslümanların Halifesi" unvanını taşıdığına inandığı için, kimseden karşılıksız bir ikram kabul etmiyordu. Bir gün, para işlerine bakan Fahri Bey, bu tavrını eleştirdi:
"Bu kadar ikramı reddediyorsunuz. Herhalde mutfağınızda kuru soğan dahi kalmadığını bilmiyorsunuz" dedi.
Bunun üzerine Sultan Vahideddin ağlamaklı oldu: "Fahri Bey" dedi, "Maiyet-i saniyemde bulunmaya mecbur değilsiniz. Bu hayat size zor geliyorsa ayrılınız. Ben Müslümanların halifesi sıfatıyla bir gayr-i Müslim(Müslüman olmayan) hükümdarın ihsanını kabul edemem."
16 Mayıs 1926 tarihinde San Remo"da vefat ettiğinde şehrin kasaplarına, bakkallarına ve sair mağazalarına önemli miktarda borçları vardı. Alacaklılar, Padişah"ın öldüğünü duyunca koşup alacaklarını istediler. Aksi gibi hiç kimsede borçları ödeyecek kadar para yoktu. O zaman da cenazesini haczettiler&
Bu, sözün tam mânâsıyla bir hicran ve hüsran sayfasıdır. Hatası, sevabıyla Osmanlı Devleti"ni yönetmiş bir "Halife-i Rû-yi Zemin"in cenazesi, gurbet ellerde ortada kalmıştı. Çocukları hıçkırarak ağlaşırken, ona ücretsiz hizmet eden adamları, derin acılarını içlerine atarak, para bulmak için sağa-sola koşturuyorlardı. İsteseler elbette İtalya hükümetinden gereken parayı alabilirlerdi, ama gayr-i Müslimlerden sağlığında almadığı yardımı, ölümünden sonra alarak ruhuna ihanet edeceklerini düşünüyorlardı.
Başka çare kalmayınca, arka kapıdan cenazeyi kaçırdılar. Selahaddin Eyyûbî Türbesi"ne defnetmek üzere, vasiyeti gereği Şam"a götürdüler. (Daha sonra Suriye ve Mısır Müslümanlarından toplanan parayla Padişah"ın borçları kuruşuna kadar ödendi) Ama adı geçen türbede yer kalmadığından, Yavuz Sultân Selim Camii haziresine defnedildi.
Öldüğü güne kadar, gelip giden herkese Türkiye"den haberler soruyor, Cumhuriyet`in kurucuları hakkında ileri-geri konuşmaya yeltenenleri sert bir hükümdar bakışıyla susturup, "Onlar bizim paşalarımızdır, gıyaplarında konuşulmasını arzu etmeyiz" diyor, "Saltanat ve sarayın yıkılması önemli değildir, önemli olan milletin kurtulmuş olmasıdır" şeklinde konuşup şükrediyordu.
Bugünkü Cumhuriyet Türkiye"sine yakışan, Sultan Vahideddin"den (82. ölüm yıldönümüdür), Şair Nazım Hikmet"e kadar, gurbette kalan değerlerinin cenazelerini ülkeye getirmektir.


Misafir 17 Eylül 2011 21:10

Peki bir şey soracağım acil cevaplarsanız sevinirim.Padişahın oğlu olmassa (atıyorum) kızı oldu bir sonraki padişah kim olurdu.


Misafir 14 Aralık 2014 14:43

hanedan soyundan gelen başka bir erkek.



Saat: 03:14

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık