MsXLabs
Sayfa 1 / 2

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Tarih (https://www.msxlabs.org/forum/tarih/)
-   -   Dünya Savaşları ve Etkileri (https://www.msxlabs.org/forum/tarih/4338-dunya-savaslari-ve-etkileri.html)

GusinapsE 15 Mart 2006 18:43

Birinci Dünya Harbi öncesine genel bakış


Avrupa'daki Gelişmeler

Türk Tarihinin dönüm noktalarından biri olan Birinci Dünya Harbi , XIX. yüzyıl başından itibaren Avrupa'da meydana gelen çeşitli değişimlerin bir neticesidir.
Fransız İhtilâli ile ortaya çıkan çeşitli siyasî fikir akımları Avrupa'da yayılarak gelişmeler göstermiş ve zamanla Avrupa'nın çehresini değiştirmiştir. En etkili fikir akımlarından biri Fransız İhtilâli ile canlanan milliyetçilik akımı olmuş bu da ulusal devlet sisteminin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu sayede milli birliklerini çeşitli aşamalar sonucu kurmaya başlayan Avrupa Devletleri, kendi milli çıkarlarına göre hareket etmeye başlamışlardır. Bu da emperyalizm akımı ile güç kazanıp zamanla sömürgeciliğe dönüşmüştür. Sömürgecilik ile yayılmaya başlayan Avrupa Devletleri arasında ekonomik ve stratejik çıkarlar sağlama mücadelesi de böylece başlamıştır.
Sonuç olarak 1871 - 1914 yılları arasındaki siyasî ve diplomatik gelişmeler Birinci Dünya Harbi'ne neden olmuştur. Bu dönemi incelediğimizde üç ana kısma bölündüğünü görmekteyiz. Bu kısımlar ana hatlarıyla:

Avrupa'da Alman Üstünlüğü (1871–1890)

Almanya'nın siyasî birliğini kurduktan sonra başbakanı olan Bismarck'ın izlediği siyaset, Almanya'nın kesin bir üstünlük kazanmasını ve bunun sonucu olarak Üçlü İttifak’ın oluşmasını sağlamıştır.
Bismarck'ın siyaseti iki ana kısımdan oluşuyordu. Bunlardan ilki, daha yeni siyasi birliğini sağlamış olan Almanya'nın güçlenmesi ve sağlam temellere dayanması için gerekli olan zamanın kazanılması idi. Bu da ancak dış siyasette huzurun yani barış ortamının sağlanması ile mümkündü.
İkinci kısımda ise 1870 -1871Almanya - Fransa Harbi'nde, Fransa'nın mağlubiyeti ile elinden çıkan Alsace ve Lorraine gibi iki önemli toprağını geri almak isteyeceği düşüncesi ile başlayabilecek olan savaşın engellenmesi idi. Bu da ancak Fransa'nın intikam için ittifâk yapabileceği devletleri Almanya'nın yanına çekerek yalnız bırakılması ile olabilirdi.
1890'da yeni imparator II. Wilhelm ile fikir çatışmaları sonucu ayrıldığı başbakanlığı süresince izlediği siyaseti bir dizi anlaşmalarla - bunlar Rusya ve Avusturya ile yapılmıştı - perçinledi ve Almanya'nın üstünlüğünü sağladı.

Avrupa'da Denge (1890–1904)

Bismarck'ın başbakanlıktan ayrılmasıyla dış politikanın II. Wilhelm'in eline geçmesi, Almanya'nın Avrupa'da üstünlüğünün sona ermesine ve bir dengenin oluşmasına neden oldu. Dış politikayı istediği gibi uygulayamayan II. Wilhelm, Almanya'nın içinde bulunduğu İttifak Devletleri'nin karşısına İtilâf Devletleri olan Rusya, Fransa ve İngiltere bloğunun oluşmasında etkili oldu. Üçlü İtilâf 1874 Fransız - Rus ittifâkı, 1904 İngiliz - Fransız sömürge antlaşması ve 1907 İngiliz - Rus sömürge antlaşmalarıyla oluştu

Harp öncesi Osmanlı Devleti ile Almanya arasındaki münasebetler

Karlofça Antlaşması'ndan (1699) sonra dış siyasetinde Avrupalı Devletler ile dostane münasebetler kurulması yönünde değişiklikler yapan Osmanlı Devleti ,1701 yılında Prusya'da krallığını ilan eden I. Friedrich'i kutlamak amacıyla Asım Said Efendi ile Osmanlı Sefareti Heyeti'ni Berlin'e göndermesi ile iki devlet arasındaki münasebetler başlamış oldu.
Bu tarihten itibaren gelişen ve iktisadi, siyasi, askeri birçok sahadaki bu münasebetler I. Dünya Harbine değin devam etti.
Özellikle ordu teşkilatının ıslahı çalışmalarında Almanların örnek alınması birçok Alman subayının Osmanlı ordusunda hizmet görmeye başlamasına neden olmuştur. 1835'te Helmuth Von Moltke ve heyetinin gelişiyle resmi askeri yardımlaşma I. Dünya Harbi öncesinde Liman Von Sanders ve heyetinin gelişine kadar sürmüştür.
Liman Von Sanders başkanlığındaki askeri heyet 14 Aralık 1913'te İstanbul'a geldi. Liman Von Sanders ve askeri heyet hakkında yapılan 27 Ekim 1913 tarihli mukavelenamede Osmanlı Devleti içindeki görevinin sınırları belirlenmiştir. Buna göre:
Beş yıl süreyle ıslah heyetinin ve I. Kolordunun Kumandanı olarak görev yapacaktı. Ayrıca askeri şura azası da olan Liman Von Sanders inzibat, terfi, mükâfat, tecziye, ıslahat, tensikat, talim, terbiye, teçhizat, teslihat, elbise, levazım, iaşe, sıhhiye, baytar, kurs, seferberlik, istihkâm, istatistik, demiryolları hududu meselesi, telefon, telgraf, nakliye, tayyarecilik ve balonculuk konularında söz sahibi olacaktı. Askeri okullar ile Osmanlı Ordusunda vazifeli bütün subayların amiri durumunda bulunacaktı. Yabancı subayların da celp, tayin ve azil işlemlerinden sorumluydu. Harbiye Nazırı'ndan sonra olacak olan makamında ancak ondan emir alacak ve emri altındaki askerler ile ilgili işlemlerden onu haberdar edecekti. Son olarak da Alman Ordusunun Avrupa'da bir savaşa girmesi halinde Almanya Liman Von Sanders ile diğer subayların mukavelelerini feshettirebilecekti.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Liman Von Sanders'in oldukça geniş yetkilerle İstanbul'a gelmesi diğer devletlerin elçilerini kuşkulandırdı. Özellikle Boğazların ve İstanbul'un savunmasıyla yükümlü I. Kolordunun başında bir Alman generalin olması başta Rusya sonra İngiltere ve Fransa tarafından tepkilerle karşılandı. Sonuç olarak bu devletlerin baskılarıyla Liman Von Sanders'in mareşalliğe yükseltilerek Genel Ordu Müfettişi yapıldı.
Sorunun bu şekilde çözümlenmesi İtilâf Devletleri'nin korusa bile Alman etkisinin İstanbul'da artmasına engel olamadı. Bunda en önemli etken Osmanlı Devleti sırada Harbiye Nazırlığı ve Genel Kurmay Başkanlığı'nda bulunan Enver Paşa'nın koyu bir Alman hayranı olmasıdır. Ordunun sevk ve idaresi ile ilgili iki önemli görevin kendisinde olması Liman Von Sanders ile birebir ilişkide bulunabilmesini ve askeri konularda olduğu gibi siyasi konularda da bir dereceye kadar üst perdeden konuşabilmesini sağlamaktaydı. Bu durum 2 Ağustos 1914 tarihli Türk - Alman İttifakının Birinci Dünya Harbi ne derece başarılı olacağına birkaç kişi dışında kabine üyelerinden kimsenin haberi olmadan imzalanmasına ve sonuç olarak da bir dizi olay ardından oldubittiye getirilerek Osmanlı Devleti'nin savaşa sokulması sağlanmıştır.
Avrupa'da gelişen olayların savaşı kaçınılmaz bir hale sokmasıyla birlikte Osmanlı Devleti tarafsızlığını ve istikbalini koruyabilmek amacıyla ayrı ayrı zamanlarda ittifak teşebbüslerinde bulunmuş ise de hiç birinde başarılı olamamıştır. Lakin olayların ciddi boyutlara ulaşması Almanların Osmanlı'nın ittifâk tekliflerini yeni bir açıdan incelemeye zorladı. Çünkü harbin başlaması halinde Osmanlı Almanya'nın Üçlü İtilâf Devletleri tarafından bir çembere alınma ihtimalini engelleyebilirdi. Bu da Rusya'ya karşı Osmanlı'nın ne derece başarılı olacağına bağlıydı. Ama yine de Boğazları tutarak Rusya'ya engel olabilecek, halifelik sıfatıyla tüm Müslüman âlemine etki edebilecek güçteydi. Bu düşünceler doğrultusunda yapılan antlaşmadan Osmanlı Devleti'nin beklentisi ise kaybettiği itibarı tekrar kazanarak toprak bütünlüğünü korumak, harp başladığında iki blok arasındaki yalnızlıktan kurtulmaktı. Fakat tarafsızlığı benimseyen Osmanlı Hükümeti ve kamuoyunu bu antlaşma savaşın eşiğine getirmiş, ağır yükümlülükler altına sokmuştur.
Genel hatlarıyla antlaşmanın maddeleri şöyledir:
  • Avusturya- Macaristan ile Sırbistan arasındaki anlaşmazlık karşısında iki devlette tarafsız kalacaktı,
  • Rusya etkin bir askeri tedbirde bulunur ve bu durum Almanya ile Avusturya- Macaristan arasında ittifak nedeni olursa bu durum Osmanlı Devleti içinde geçerli olacaktı,
  • Osmanlı Devleti savaşa girerse Alman askeri heyeti etkin bir rol oynayacak fakat Osmanlı Devleti'nin emrine bırakılacaktı,
  • Osmanlı Devleti'nin toprakları tehdit edilirse Almanya silahlı yardımda bulunacaktı,
  • Antlaşma imzalanır imzalanmaz yürürlüğe girecek ve 31 Aralık 1918'e kadar da yürürlükte kalacaktı,
  • Antlaşma gizli kalacak ve ancak iki tarafın birlikte isteği ile açıklanabilecekti."
Antlaşmanın imzalanmasından sonra şimdiki sorun kamuoyuna ve toplantıda bulunduğu sürece antlaşmaların Mebuslar Meclisi'nce onaylanması gerektiği hükmüne karşılık imparatorluğa yüklenen yükümlülüklerin nasıl yerine getirileceği idi. Bu da seferberlik için gerekli yasalar onaylattırıldıktan sonra meclisin Kasım ayı sonuna kadar tatil edilmesiyle başladı. İngiltere ye daha önceden sipariş edilen gemilerin alınabilmesi için antlaşma gizli tutuluyordu. Fakat tüm işlemlerin tamamlanmasına hatta gemileri teslim alacak görevlilerin gönderilmesine rağmen İngiltere Avrupadaki savaş halini bahane ederek gemilere el koydu. Bu da hükümet liderlerinin kamuoyunda Almanya lehine çalışmalar yapmasına gerek kalmadan halkın Üçlü İtilâf Devletleri aleyhine dönmelerine neden oldu. Sonuç olarak Enver Paşa'nın Almanya yanında savaşa girme arzusu gerçekleşmek üzereydi.
Enver Paşa'nın bu arzusunu Goeben ve Breslav adlı iki Almanya kruvazörü yerine getirmiştir. 3 Ağustos 1914'de Kuzey Afrika'daki Fransız üslerini bombalayan bu iki gemi İngiliz filosunu arkalarına takarak Akdeniz'e açılmışlardı. Bu arada ittifak Antlaşmasının imzalandığı bu gemilere bildirilmiş ve gemiler Osmanlı Devleti sularına yönelmişlerdir. İngiltere Çanakkale Boğazı'ndan geçerek İstanbul'a doğru yol alan gemilerin, Osmanlı Devleti tarafından silahsızlandırılarak kara sularından çıkarılmasını istedi. İşte bu nokta da Almanların baskıları arttı ve sahte bir satın alma ile gemiler Osmanlı Devleti'nde kaldı. İsimleri Yavuz Sultan Selim ve Midilli olarak değiştirilen gemilerin komutanı Amiral Souchon'da Osmanlı Karadeniz Filosu Komutanı oldu. Gemi mürettebatına ise fes ve Osmanlı üniforması giydirildi.
Almanya artık Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesini isterken hükümet üyelerinin büyük bir kısmı istenilen güvenceler elde edilmeden savaşa girmeyi reddediyorlardı. Üstelik İtilâf Devletleri uzun zamandır istenilen kapitülâsyonların kaldırılması ile Osmanlı Devleti'nin bağımsızlık korunması hakkındaki güvencelerin sağlanacağını dile getiriyorlardı. Bu durum Enver Paşa ile Almanları zor duruma sokuyordu. Sonuçta Osmanlı Hükümeti Avrupada başlayan savaştan yaralanarak 9 Eylül'de kapitülâsyonları kaldırdı. Bu durum bütün devletlerde şaşkınlıkla karşılandı. Ayrıca yabancı posta haneler ve azınlıklara verilen hatlar kaçırıldı.
Bu durum karşısında Almanlarla ilişkilerde bozulmalar oldu. Şöyle ki ittifak halinde olmalarına rağmen Osmanlı üzerindeki çıkarları kapitülâsyonların kaldırılmasıyla büyük zarara uğruyorlardı. Kapitülâsyonların kaldırıldığı gün Amiral Souchon'da Osmanlı Donanması I. Komutanlığına getirilmişti. Bu durum gerginliği düşürmese de bir sus payı olarak biraz işe yaramıştı. Sonuçta Enver Paşa'nın kayıtsız şartsız Alman taraftarı olması Almanlarda belirli bir hareket özgürlüğü sağlamıştı.
Enver Paşa ile politikacılar arasında savaşa girme zamanı hakkında bir anlaşmazlık sürerken Çanakkale Boğazı önünde nöbet tutan İngiliz savaş gemileri boğazdan çıkmak isteyen bir Osmanlı torpidosunu geri çevirdiler. Bunun üzerine Osmanlı Devleti Boğazı torpil döşemek suretiyle kapattı. Bu Enver Paşa'nın Amiral Souchon'a talim yaptırmak amacıyla Karadeniz'e çıkartma iznini vermesi için fırsat oldu.
Alman elçisi savaş ilan edilmesi halinde Osmanlı Devleti'ne 2 milyar kuruş gizli yardım yapılacağını bildirdi(11 Ekim). Paranın gelmesi ile birlikte Enver Paşa, Alman Genel Kurmay Başkanlığı'nın Türk komutanlara haber vermeden, Genel Kurmay Başkan Vekili Bronzart'a hazırlattığı bir savaş planının yürütülmesi için Alman Genel Kurmay Başkanlığı ile görüş birliğine vardı. Bu planın birinci maddesi, savaşa nasıl girileceğini saptamaktaydı. Buna göre savaş ilan edilmeksizin Karadeniz'deki Rus Filosunu batırarak deniz üstünlüğünü kazanacaktı. Harekete geçme zamanı Amiral Souchon'a bırakılmıştı.
Amiral Souchon 29 Ekim'de Karadeniz'de Rus kıyılarını bombardımana tutarak çok sayıda Rus gemisini batırarak Enver Paşa'dan aldığı gizli emri başarıyla yerine getirdi. Bu olay başta sadrazam Sait Halim Paşa ve Maliye Nazırı Cavit Bey olmak üzere kimi nazırlar tarafından tepkiyle karşılandı. Enver Paşa'nın Amiral Souchon'a ateşkes emri verilmesi ve İtilâf Devletleri'nden özür dilemesi sağlandı. Fakat artık geç kalınmıştı. Rusya 2 Kasım 1914'te Osmanlı Devleti'ne savaş ilan ettiğini açıkladı. 5 Kasım'da da Fransa ve İngiltere savaş ilan ettiler. Padişah da 11 Kasım'da savaş ilan ederek halifeliği kullanarak tüm Müslümanları cihada davet etti.
Böylelikle Osmanlı Devleti Almanya'nın yoğun baskısı ile Enver Paşa'nın kendi ihtirasları sonucu I. Dünya Harbine girmiş oldu. Bu olayın bir tesadüf olmadığı Almanya'nın ve diğer İttifak Devletleri'nin çıkarları sonucunda hazırlandığı açıktır.

Harp esnasında Çanakkale cephesinde Osmanlı Devleti ile Almanya arasındaki münasebetler

Stratejik bakımdan iki blok içinde çok değerli olan Çanakkale Boğazına karşı Müttefik Devletlerin teşebbüsleri daha 1914 Ağustosundan itibaren bahis konusu olmuş fakat Osmanlı Devleti henüz tarafsız olduğu için bu mesele üzerinde fazla durulmamıştı.
Almanya'nın ise daha 2 Ağustos 1914 tarihli ittifak Anlaşmasından önce Boğazlara askeri personel gönderdiği görülmektedir 24 Haziran 1914'de 4'ü subay, 32 astsubay ve 201 erbaş ve er olmak üzere toplam 237 askeri personel gelmiş ve bunlar Enver Paşa'nın emri ile Çanakkale Boğazındaki bataryalar ile gemilerde görevlendirilmiştir.
Osmanlı - Alman ittifak antlaşmasının imzalanmasından sonra ise 27 Ağustos 1914'de 2 Alman Amirali, 15 deniz subayı ve 281 deniz eri İstanbul'a gelmiş ve boğazlarda görev almıştır. Tabi 1600 kadar mürettebatı ile 10 Ağustosta Çanakkale Boğazından giriş yapan Goeben ve Breslav gemileri bu sayının dışındadır. Ayrıca bunlar dışında farklı tarihlerde başka Alman subay, astsubay, erbaş ve erleri ile teknik personel Boğazlar bölgesinde görev yapmak için görevlendirilmiştir.
Fakat bu subayların gelişinden itibaren Boğazlar bölgesinin savunmasında emir-komuta bağlantısı kurulamadığından sevk ve idarede ortaya çıkan otorite boşlukları Almanya ile Osmanlı Devleti arasındaki politik anlaşmazlıklardan doğmuştur. Bu da Boğazlar bölgesi için önemli bir tehlike arz etmektedir. Şöyle ki: Amiral Usedom'un haricinde Müstahkem Mevki Komutanı olarak Albay Cevat Bey görevlendirilmiş, Amiral Merten Türk Karargâhı Temsilcisi olarak Çanakkale'de bulunuyor ve Gelibolu Yarımadasının ortası ile kuzeyindeki birliklerde, I. Ordu Komutanı Liman Von Sanders'in emrindeki III. Kolordu'ya ait birliklerden oluşuyordu. Ayrıca Türk Genel Karagahıda Boğazlar üzerinde doğrudan bazı yetkilere sahip bulunuyordu.
Ayrıca Osmanlı Devleti yöneticileri ile Alman yetkilileri arasında boğazların güvenliği ile ilgili fikir ayrılıkları ve eğer bir saldırı olursa - Almanya buna garip bir ısrarla ihtimal vermemekteydi -savunma için gerekli askeri yardımların Osmanlı Devleti'ne ulaştırılmasıyla alakalı güçlükler diğer tehlikeyi yansıtmaktaydı. Çünkü savaş başladığında tarafsız sonra kısmen düşmanca bir tavır içine giren Balkan Devletleri'nin Berlin - İstanbul demiryolu bağlantısı üzerinde bulunmaları hem harbin sevk ve idaresinde müşterek kararlar verilmesinde hem de yardımların ulaştırılmasında engel teşkil ediyordu. Nitekim 1916 yılında kurulan Berlin -İstanbul demiryolu bağlantısına kadar Osmanlı Devleti genel mahiyetle kendi olanakları dâhilinde mücadele etmiştir. Zaten askeri malzemelerin gelişi hızlanmış olsa dahi gecikme nedeniyle cephelerde oluşan tehlikelerin giderilmesinde yeterli olmamıştır.
Çanakkale'ye saldırı fikri bir Rus sorunu ile ortaya çıkmıştır. Sarıkamış saldırısının Osmanlıların çıkarına geliştiği bir sırada Rus Orduları Başkomutanı Grandük Nikolas, İngiliz Harbiye Nazırı Kitcmer'den Osmanlı kuvvetlerinin bir kısmının Kafkas cephesinden uzaklaştırılmasını sağlayacak bir kara veya deniz gösterisinin yapılmasının mümkün olup olmadığını sormuştur. Grandük böyle bir gösteri için Çanakkale'den bahsetmediği halde Londra'da Çanakkale seferi fikri çoktan doğmuştu.
Asıl hedef boğazları ele geçirip Osmanlı Devletini parçalamak suretiyle toprak bütünlüğünü bozarak savaş dışı bırakmak, boğazlar yolu ile Rusya'da yardım yapmak Alman-Avusturya ordularını arkadan çevirerek doğuya doğru yayılmalarını engellemekti. Ayrıca İngiltere bu sayede doğudaki sömürge topraklarını güvence altına almayı da istiyordu.
Bu amaçla 19 Şubat 1925'de saldırıya geçip bir ay süre ile devam edecek olan deniz harekâtına başladılar. Fakat Osmanlıların boğazlara mayın çevresindeki tepelere güçlü bataryalar yerleştirdiklerini biliyorlardı. Bu nedenle amaçlarını gerçekleştiremeden 18 Mart 1915'deki son teşebbüslerinde başarısızlığa uğrayıp üç savaş gemisi kaybederek geri çekilmişlerdi.
18 Mart deniz zaferi Türk-Alman münasebetlerini de etkiledi. Yenilmez bilinen İngiliz donanmasının hep başarısızlıklar kaydeden Osmanlı tarafından mağlubiyete uğraması Enver Paşa'nın dahi Almanlara karşı düşüncelerini değiştirmişti. Kazanılan zaferle Almanların çıkarları korunurken onların sadece bir miktar ödünç para ile birkaç alman subayı gönderdiklerini Enver Paşa'da itiraf etmişti.
Deniz savaşının başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra İtilaf devletleri bir kara hareketi ile kaybedilen moral ve prestiji yeniden kazanma planına karar verdiler. Bu doğrultuda 25 Nisan 1915 sabahı saat 05:00 dan itibaren sekiz buçuk aya sürecek olan Çanakkale Muharebeleri donanma desteğindeki İtilaf Devletleri askerlerini Gelibolu'ya çıkışları ile başlamıştır.
Kara savaşları sırasında Mayıs 1915'te Liman Von Sanders eğitilmiş 200 istihkâmcının acilen gönderilmesini istemiş ve V. Ordu emrine Haziran sonuna doğru ilk ve tek Alman birliği gelmiştir. Bu birlik bir istihkâm bölüğü kadardır.
Alman istihkâm bölüğünün ilk personeli 10 Nisan 1914'te gelmiş ve bunları 13 Nisan ve sonraki tarihlerde gelenler takip etmiştir.
200 mevcutlu olan bu bölük Güney Grubunda ve Seddülbahir'de kullanılmıştır. Bölüğün mevcudu bölge şartları ve muharebeler sonucunda 40 Alman'a kadar düşmüştür. Bundan sonrada muntazam bir bölük olarak değil de , cepheye dağılmış olarak ve nezaretçi şeklinde görevlendirilmişlerdir.
Bu birlik dışında başka kuvvet gönderilmezken topçu bataryalarında hizmet görmek amacıyla subay ve astsubaylar gönderilmiş ve bunlar V. Ordunun çeşitli kademelerinde görev almıştır.
Ayrıca Kasım 1915'te 24cm'lik bir Avusturya havan bataryası ile Aralık 1915'te 15cm'lik bir Avusturya obüs bataryası Gelibolu'ya dfgdfg Bunlarla birlikte Çanakkale'ye gelen Alman subay, astsubay ve erlerin sayısı 500 kişiyi bulmuştur.
Bunlar dışında 6 Temmuz 1914'de gelen deniz tayyareleri Çanakkale Muharebeleri'nde kullanılmak üzere görevlendirilmiştir.
Birinci Dünya Harbi esnasında Osmanlı Harekâtının en görkemli zaferinin yaşandığı Çanakkale'de görev alan önemli Alman subaylarına gelince öncelikle bahsedilecek olanlar:
Liman Von Sanders: Alman Askeri Heyeti Başkanı olarak geldiği Türkiye'de I. Kolordu Kumandanlığı görevinde bulunmuş; Harp esnasında bu görevi devrederek Gelibolu'da kurulan V. Ordu Kumandanlığı yapmıştır.
Gressmann Paşa: 1915–1916 yıllarında Türk Tümgenerali rütbesiyle askeri heyette görev almış ve Çanakkale'deki V. Ordu Topçu Kumandanlığı görevinde bulunmuştur.
Amiral Von Usedom Paşa: 1914–1918 yılları arasında Türk mareşali rütbesiyle görev yapmış ve Boğaz Kumandanlığı hizmetinde bulunmuştur.
Souchon Paşa: Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Harbine girmesine sebep olan amirallerden Karadeniz olayının kilit adamı Koramiral Souchon, 1914-1917 yılları arasında Akdeniz Filosu Kumandanlığı ve Türk Deniz Kuvvetleri Kumandanlığı yapmıştır.
Merten Paşa: Koramiral Merten, 1914–1918 yılları arasında Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanlığı yapmıştır.
Ayrıca Süvari Yüzbaşı Mühlmann'ında Liman Von Sanders'in karargâhında görev aldığı bilinmektedir.


GusinapsE 15 Mart 2006 19:09

1. Dünya Savaşı
 
http://www.dunyasavaslari.com/images/2.gif

19. yüzyıl Avrupası, sömürgeciliğe dayanıyordu. İngiltere ve Fransa gibi büyük Avrupa devletleri, dünyanın dört bir yanına yayılarak dev sömürge imparatorlukları kurmuşlardı.
Siyasi birliğini geç sağlayan Almanya ise sonradan girdiği bu yarışta yükselmeye çalışıyordu.
Çıkar ilişkileri, 20. yüzyılın başında Avrupa'yı iki ayrı güç blokuna ayırdı. Bir tarafta İngiltere, Fransa ve Rusya, diğer tarafta ise Almanya ve Alman soylu Habsburg hanedanı tarafından yönetilen Avusturya-Macaristan imparatorluğu yer aldı.


İki güç bloku arasında giderek gerginleşen ilişkiler, 1914 yılındaki bir suikastle patlak verdi. Avusturya-Macaristan imparatorluğunun veliahtı olan Franz Ferdinand, bu imparatorluğun balkanlardaki etkisini yok etmek isteyen Sırp milliyetçileri tarafından vurularak öldürüldü.
Bu olayın ardından gelen karşılıklı savaş ilanları, bir anda tüm Avrupa'yı savaşın içine çekti. Önce Avusturya-Macaristan Sırbistan'a savaş ilan etti. Sırpların geleneksel müttefiki olan Rusya, Avusturya-Macaristan'a savaş açarak buna karşılık verdi.
Almanya, İngiltere ve Fransa da birbiri ardına savaşa girdiler. Fitil ateşlenmişti.
Savaşın öncesinde Alman Genel Kurmayı bir plan yapmış ve ani bir saldırıyla Fransa'yı dize getirmeyi hesaplamıştı.
Almanlar bu planı uygulamak için önce Belçika'ya girdiler ve ardından sınırdan geçerek Fransa'yı işgale giriştiler.
Çabuk toparlanan Fransız ordusu, Almanları Marn nehri kıyısında durdurdu ve karşı saldırıya geçti..


Her iki ordu da ağır kayıplar vermesine rağmen cephede bir ilerleme olmadı. Her iki taraf, bombardımandan korunmak için siperlere sığındı. Aylar süren karşılıklı saldırılar sonucunda Fransızlar 400 bin asker yitirdi. Almanların can kaybı ise 350 bindi.
Bu arada I. Dünya Savaşı'nın korkunç savaş stratejisi de belirlenmiş oluyordu: Siperler. Askerler gelecek yıllar boyunca, bu siperlerin içinde kalacaklardı.
Siperlerde yaşam çok zordu. Askerler, sürekli devam eden düşman bombardımanı altında, aylarca korku ve stres içinde yaşıyorlardı. Bombardıman sırasında ölenler uzun zaman siperde kalıyor, askerler arkadaşlarının parçalanmış cesetleri ile birlikte uyuyorlardı. Yağmur yağdığında ise tüm siper çamurla doluyordu.


1. Dünya Savaşına katılan 20 milyondan fazla asker, 4 yıla yakın bir süre bu siperlerde acı çekti. Çoğu da burada öldü.
1914 yılındaki Alman saldırısıyla kurulan Batı cephesi, ilk bir kaç haftadan sonra kilitlendi. Karşılıklı siperlere sığınan ordular, birbirlerine sadece birkaç yüz metre mesafede kapana kısıldılar.
Bu kapanı açmak için yapılan her saldırı, korkunç can kayıpları ile sonuçlanacaktı.
1916 yılı başında, Almanlar kilitlenen Batı cephesini yarmak için yeni bir plan geliştirdiler. Fransızların gururu sayılan Verdan kentine ani bir saldırı başlatacaklardı. Saldırının amacı, savaşı kazanmak değil, Fransızlara çok ağır can kayıpları verdirmek ve dirençlerini kırmaktı. Alman general Volkenheim, 1 Alman askerine karşılık 3 Fransız askerinin öleceğini hesaplamıştı.
Saldırı 21 Şubat’ta başladı. Alman komutanlar askerlerine "siperlerden dışarı" emrini verdiler. Ancak siperden çıkan her asker ortalama 1 dakika içinde ölüyordu. Aylar süren savaşa rağmen Almanlar Verdan'ı alamadılar.
İki taraftan toplam 1 milyona yakın asker öldü. Cephe hattı ise sadece 12 kilometre geriye kaydı. 12 kilometre için, 1 milyon kişi can vermişti.


Almanların Verdan saldırısına, İngilizler Som muharebesiyle yanıt verdiler. Bu saldırı için İngiltere'nin tüm sanayii seferber edilerek yüzbinlerce top mermisi üretildi.
General Douglas Haig, İngiliz ordusunun önce bir hafta boyunca kesintisiz bombardıman yapmasını, sonra da piyadelerle saldırıya geçmesini planlamıştı. Haig'e göre sadece ilk günde 14 kilometre ilerleme kat edilecek ve Alman hatları bir hafta içinde tamamen yarılacaktı.
Saldırı 1 Haziran’da başladı. İngiliz topçuları 1 hafta boyunca Alman hatlarını aralıksız dövdü. Ve 1 haftanın sonunda İngiliz subaylar askerlerine "siperlerden dışarı" emrini verdiler. Ancak bombardıman Alman birliklerini sanıldığı gibi yok edememiş, kazdıkları derin siperlerde beklemişlerdi. İngilizler ilerlerken Alman makinalıları ateşe başladı. Savaşın sadece ilk birkaç saati içinde tam 20 bin İngiliz askeri öldü. Gece karardığında, iki cephe arasındaki bölge, onbinlerce ölüyle ve geriye sürüklenmeye çalışan yaralılarla doluydu.
Som muharebesi General Haig'in 2 haftalık planının aksine tam 5 ay sürdü. Generaller, askerlerini ısrarla ve defalarca ölüme gönderdiler. Savaş sonunda her iki taraftan toplam 900 bin kişi kaybedilmişti. Cephe ise sadece 11 kilometre kaydı. 11 kilometre için, 900 bin can verilmişti.
1. Dünya Savaşı boyunca her iki taraf da daha pekçok saldırı düzenledi. Bunların hepsi katliamdan başka bir şey değildi. Belçika'nın İpr adlı kasabasında 3 kez üst üste savaş yapıldı. Sadece üçüncüsünün bilançosu, 500 bin ölüydü.


Her saldırının sonucu aynıydı: Sadece birkaç kilometre ilerlemek için, yani bir hiç uğruna verilen yüzbinlerce ölü.
Hiçbir haklı ve meşru nedene dayanmayan bu korkunç savaş boyunca sayısız masum insan katledildi. Bir o kadar insan da evinden-barkından oldu, ailesini ve yakınlarını kaybetti. Belli ideolojik çevrelerin siyasi ihtirasları ve çıkar arayışları bu kitlesel felaketin ve bozgunun en önemli nedeniydi.
İnkar edenlerin dünya hırsından kaynaklanan "bozgunculuk", Allah'ın Kuran'da insanları menettiği çok büyük bir zulümdür. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak Kuran ayetlerinde şöyle yasaklanmaktadır:
Düzene konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın; O'na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır. (Araf Suresi, 56)








GusinapsE 15 Mart 2006 20:11

1. Dünya Savaşı
 

1. Dünya Savaşı, pek çok ilke sahne oldu. Bunların biri, silahların sadece orduları değil, sivilleri de hedef almasıydı.
Dünyada sivil yerleşim birimlerine yönelik ilk bombardıman, Alman zeplinlerinin 1915 yılında İngiltere'ye saldırmasıyla başladı. Zeplinlerden atılan bombalar, pekçok masumun hayatına mal oldu.





U-bot adı verilen Alman denizaltıları





Öte yandan da U-bot adı verilen Alman denizaltıları, Atlantik okyanusundaki sivil gemileri vurmaya başladı. O dönemde dünyanın en büyük transatlantigi olan Lusitanya gemisi, 7 Mayıs 1915 günü İrlanda açıklarında bir U-bot saldırısıyla batırıldı. Üzerindeki 2000'e yakın yolcudan 1195'i boğuldu.
Savaşın getirdiği bir başka felaket, kimyasal silahlardı. 1915'te önce Fransızlar sonra da Almanlar tarafından kullanılmaya başlanan zehirli gazlar, binlerce askerin korkunç acılar çekerek ölmesine neden oldu. Pekçok asker de gazın etkisiyle kör oldu. Ordular zehirli gaza karşı önlem olarak gaz maskeleri kullanmaya başladılar.
Gaz maskeleri sadece askerlere değil, sivillere de veriliyordu. Çünkü zehirli gazlar, sadece askerleri değil sivileri tehdit ediyordu.






Küçük çocukları bile...
1. Dünya Savaşı'nın en kanlı cephelerinden biri de, Çanakkale'de yaşandı. İngiliz ve Fransız donanmaları, Osmanlı savunma hatlarını yararak Karadeniz'e varmak için saldırıya geçtiler. Ancak dünyanın bu en büyük donanması, Türk topçusu karşısında boyun eğmek zorunda kaldı.
Deniz savaşının yenilgiyle sona ermesinin üzerine, İngilizler Gelibolu yarımadasına çıkarma yaptılar. Ancak efsanevi bir cesaret ve kahramanlıkla savaşan Türk ordusu, bu saldırıyı da püskürttü. Aylar süren çatışmaların ardından İngilizler Çanakkale'den çekilmek zorunda kaldı.
250 bin Türk askeri şehit olmuştu... Bir o kadar da İngiliz ve Anzak askeri ölmüştü.
1. Dünya Savaşı, İngiliz, Fransız. ve Alman ordularının 4 yıl boyunca süren umutsuz saldırılarının ardından, 1918 yılında sona erdi.
Ancak 11. ayın 11. gününde saat 11'de ilan edilen barış, hiç kimseye kalıcı bir mutluluk getirmeyecekti.






Yüzbinlerce asker sakat kaldı.
Dahası, çamur, pislik ve ölüm dolu siperlerde 4 yıl boyunca kalmış olan askerlerin çoğu, savaşın psikolojik etkisinden kurtulamadı.
"Bomba şoku" denen ve savaş gazileri arasında çok yaygın görülen bir travma, hastaların şiddetli korku ve titreme nöbetleri geçirmesine sebep oluyordu. 4 yıl boyunca her gün yaşadıkları bomba korkusu, belleklerine silinmeyecek biçimde kazınmıştı.
Bazı hastalar için, sadece bomba kelimesinin söylenmesi bile, korkuya kapılıp saklanmalarına yeterli oluyordu.
Bazı askerler ise, savaştan yıllar sonra bile bir uniforma gördüklerinde dehşete kapılıyorlardı.
Savaşın izi, bazı askerlerin sadece ruhuna değil, vücuduna da işlemişti. Onbinlerce asker kollarını ve bacaklarını savaş meydanında yitirdi.
Gözü, burnu veya çenesi parçalanan o kadar çok asker vardı ki, Avrupa kentlerinde bu insanların kullanımı için özel maskeler üretilmeye başlandı.






1. Dünya Savaşı'nın korkunç acıları sanata da yansıdı. Savaş sonrası dönemdeki sanat eserlerinde, korku, acı ve cinnet temaları hakimdi. Bu eserler, sadece onları çizen sanatçıların değil, tüm bir jenerasyonun ruh halini yansıtıyordu.
Savaşın acılarını en derinden yaşayan bu jenerasyona "kayıp nesil" adı verilecekti.
Buraya kadar izlediğimiz gibi savaş, kişilere ve toplumlara hiçbir fayda ve kazanç sağlamayan dev bir zulüm sektörüdür. İnsanlara maddi ve manevi büyük acılar ve sıkıntılar yaşatan, kapanması zor, derin yaralar açan sosyal bir felakettir. Allah'ın insanlara emri ise, yeryüzünde savaşı değil barışı hakim kılmalarıdır. İyilik yapanlar ve bozgunculuk yapmaktan kaçınanlar ise Kuran'da şöyle müjdelenirler:
İşte ahiret yurdu; biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere kılarız. Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 83)
Yoksa Biz, iman edip salih amellerde bulunanları yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi mi tutacağız? Ya da muttakileri




GusinapsE 15 Mart 2006 20:14

1. Dünya Savaşı
 




Peki tüm Avrupa'yı kan gölüne çeviren böyle bir felaket neden yaşanmıştı? Büyük ülkelerin liderleri kendi milletlerini böylesine anlamsız ve kör bir ölüm kuyusuna niçin atmışlardı?
Bu vahşetin nedeni, savaş öncesi Avrupa'da, pekçok insanın savaşı son derece yararlı ve hatta gerekli görmesiydi.
Savaş ilan edildiğinde, her ülkede kitleler bunu sevinç ve coşkuyla karşılamıştı. Liderler, askerlerini cepheye sürmekten büyük bir gurur duymuştu.
Bu büyük yanılgılarının en büyük nedeni ise, Sosyal Darwinizm denilen kavrama inanmalarıydı.

Amerikalı tarihçi Thomas Napp bu konuyu şöyle açıklar:
Savaş bir sürpriz değildi. 1914 öncesinde, Avrupa'da geniş çevrelerce savaş isteniyor ve bekleniyordu. İkna edici sayıda delil göstermektedir ki, her taraftan pek çok Avrupalı savaşı neşeyle karşılamıştır. Savaşın arındırıcı, heyecanlı, gençleştirici olduğu düşünülmüştür. Çoğu Avrupa ülkesindeki eğitim sistemi bir tür Sosyal Darwinist rekabet mantığına kapılmış ve bu mantıkta savaş canlandırıcı ve onurlandırıcı olarak görülmüştür.

Sosyal Darwinizm, Darwin'in evrim teorisinin toplumlara uyarlanmasıydı.




Charles Darwin

Darwin, sonradan pek çok delille çürüyecek olan teorisinde, doğadaki tüm canlıların amansız bir yaşam mücadelesi sürdüklerini iddia etmişti.
İnsanın da gelişmiş bir havyan türü olduğunu ve çatışma yoluyla ilerlediğini savunmuştu.
O devrin ilkel bilim düzeyi içinde çoğu insana bilimsel bir gerçek gibi görünen bu yanlış teori, diğer pekçok toplumsal felaket gibi I. Dünya Savaşı'nın da ideolojik zeminini oluşturdu.
Dünya Savaşı'nı çıkaran Avrupa liderlerinin günlüklerine ve özel yazışmalarına bakıldığında, Sosyal Darwinizm'in etkisi daha da açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Bu liderler, Allah'ın insanlara emrettiği getirdiği şefkat ve merhamete dayalı güzel ahlakı reddetmiş ve bunun yerine Sosyal Darwinizm'i benimsemiştir.

Örneğin, Avusturya-Macaristan'ın Başkomutanı General Von Hotzendorff, savaştan sonraki anılarında şöyle yazmıştır:
İnsan sevgisini ön plana çıkaran dinler... bazen insanoğlunun yaşam mücadelesini zayıflatabilirler. Ama bu mücadele dünyanın itici gücüdür… Dünya savaşının büyük felaketi, bu büyük prensiple tam bir uyum içinde gerçekleşmiştir. Savaş, doğanın bir kuralıdır. (James Joll, Europe Since 1870, Penguin Books, 1990, s. 164)

Dünya Savaşı generallerinden Friedrich von Bernardi ise, savaş ile doğadaki sözde evrim yasaları arasındaki bağlantıyı şöyle kuruyordu:
Savaş biyolojik bir gereksinmedir, doğadaki canlıların çatışması kadar gereklidir; biyolojik yönden yerinde sonuçlar verir, çünkü bu sonuçlar, varlıkların temel özellikleriyle ilgilidir. (Anthony Smith, İnsan, Yapısı ve Yaşamı, İstanbul, 1979, s. 33)

Kısacası, I. Dünya Savaşı, savaşmayı, kan dökmeyi, acı çekmeyi ve çektirmeyi "doğa kanunu" sanan Avrupalı yöneticilerin yüzünden çıkmıştır.

Tüm bu kuşağı bu yanlış fikirlerle yıkıma sürükleyen ideolojik kaynak ise, Darwin'in evrim teorisidir.

Savaşın perde arkası aralandığında, Darwin'in karanlık portresi görünmektedir...





Oysa gerçekte insan, Darwinizm'in öne sürdüğü gibi, çatışmak için yaşayan bir hayvan türü değildir.

Kuran'da Allah'ın yeryüzünde savaş ve bozgunculuk çıkaranlar hakkındaki hükmü ise şöyle açıklanmaktadır:
... Onlar ne zaman savaş amacıyla bir ateş alevlendirdilerse Allah onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa çalışırlar. Allah ise bozguncuları sevmez. (Maide Suresi, 64)
İnsanı Allah yaratmış, ona tüm canlılardan ayrı bir ruh vermiş ve güzel ahlakı emretmiştir. Allah'ın insanlar için seçtiği bu ahlak, sevgiyi, kardeşliği, merhameti ve barışı gerektirir. İnsanlar ancak bu çağrıya uydukları takdirde dünyaya barış ve huzur gelebilir. Bir Kuran ayetinde, tüm insanlığı barış ve kurtuluşa eriştirecek olan bir İlahi emir, şöyle açıklanır:
"... Allah'ın sana iyilikte bulunduğu gibi, sen de iyilikte bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez." (Kasas Suresi, 77)




GusinapsE 16 Mart 2006 21:28

2. DÜNYA SAVAŞI
 
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI

Resmi olarak 1 Eylül 1939 sabah saat 5.45’te Alman ordularının Polonya sınırına saldırmasıyla başlayıp 7 Mayıs 1945’te Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olması ile sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı,gerek meydana geliş biçimi gerekse dünya düzeninde getirdiği değişikliklerle 20. yüzyılın en önemli olaylarından biri olmuş ve yakın tarihimize damgasını vurmuştur.

Pek tabii olarak Türkiye’nin de bu savaştan etkilenmemesi kaçınılmazdır.I. Dünya Savaşı’nda yenik düşmüş bir imparatorluğun mirası üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti,uyguladığı politikalarla savaş dışı kalmayı başarmış olmakla birlikte,etkilerinden kurtulmayı başaramamıştır.İkinci Dünya Savaşı’nın Türkiye üzerindeki etkilerine geçmeden önce,bu savaşın başında dünyanın genel siyasal yapısına kısaca göz atmamız gerekmektedir.Ardından Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı başındaki gerek iç,gerekse dış durumuna değinerek,bu savaşın Türkiye üzerinde yarattığı derin etkilere geçilecektir.


İkinci Dünya Savaşı’nın başında Dünyanın genel siyasal yapısı
Yeni zamanlar tarihinde Fransız Devriminden sonra,dünyanın yapısında 1815,1789’dan;1919,1815’ten farklı olmuşsa,İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yeni dönemde bir öncekinden farklı olacaktır. “1945 Dünya Düzeni” olarakta adlandırılan bu yeni dönem,İkinci Dünya Savaşı boyunca kendi etkenlerini ortaya çıkaracak,yeni düzenlemeler ile yeni oluşumları sergileyecektir.1945 yılı dünyada ve Avrupa’da uluslar arası siyasal yeni bir güç dengesinin kurulmaya başlamış olduğu yıl olarak oldukça önemlidir,Mayıs ayında Almanya’nın teslim olmasıyla sonuçlanan savaşın sonunda,Avrupa fiili bir işgalin altına girmiştir.Batı’da ABD ve İngiliz orduları,Doğu’da Sovyet ordusu,gerçekte Avrupa’da dünyadaki yeni güç dengesinin ilk belirtileridir.Savaş sonrasında,Avrupa’nın bitkin devletleri,bu tarihe gelinceye dek,uluslar arası siyasada egemen olan Avrupa eksenli güç dengesi siyasasını sürdürmek gücünde değillerdir.Uluslararası siyasada yeni güç dengesi bundan böyle SSCB ile okyanus ötesi bir güç olan ABD arasında kurulacaktır.
Ancak,bu savaşın tek partili totaliter rejimlerle yönetilen devletlerce çıkarılmış olması ve bu savaşın;İngiltere,ABD ve Fransa gibi,I.Dünya Savaşı sonunda dünyada bir statüko oluşturmuş bulunan devletlerin çıkarlarına zarar vermesi,hem bu devletlerin kamuoylarında bu tür anti-demokratik rejimlere karşı bir tepki ve nefretin doğmasına neden olmuş,hem de bu devletlerde demokrasinin ve ilkelerinin yükselen yeni değerler olarak ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.İkinci Dünya Savaşı’nın kendilerine demokrasi cephesi adı verilen bu devletlerin zaferi ile sonuçlanması ise;tüm dünyada tek partili totaliter-diktatörlük yönetimine dayanan siyasal sistemlerin gözden düşmesine ve tüm ülkelerde birbiri ardına serbest seçimlere dayalı çok partili rejimlerin ortaya çıkmasını zorunlu kılmıştır.Herşeyden önemlisi,ABD ve İngiltere’nin yanında yer almak isteyen devletler kendi siyasal rejimlerini bu açıdan gözden geçirmek zorundaydılar.Bu bir anlamda yeni kurulan dünya düzeninde yer almalarının ön koşuluydu.Üç Büyüklerin yani ABD,İngiltere ve SSCB’nin bu ortak siyasası da birdenbire ortaya çıkmış bir durum değildir.Her bir devletin,savaşın ortaya çıkarmış olduğu koşullar içinde,kendi ulusal çıkarlarının ve emperyalist emellerinin yön vermiş olduğu bir biçimde gelişen,bu nedenle,savaş boyunca birbirleriyle çelişki ve başkalıklarda gösteren bir durumdur.Savaşın başında,İngiltere ve Fransa’dan uzaklaşıp emperyalist amaçlarla Nazi Almanyası ile uzlaşıp başka bir yol izlemeye çalışan SSCB,kendi çıkarlarına aykırı gelişen olaylar nedeniyle ister istemez ABD ve İngiltere yanında yer almak zorunda kalmıştır.Aynı oluşum ABD ve Fransa içinde geçerlidir.Ama sonuç olarak Fransa’nın yenilmesinden sonra bu üç devlet kendi çıkarları doğrultusunda ortak ilkeler etrafında birleşmek ve ortak bir siyasa geliştirmek zorunda kalmışlardır.Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren barış antlaşmalarındaki haksızlık ve adaletsizlikler,1919’u izleyen yılların dünya politikasını büyük ölçüde biçimlendirmiş yada en azından etkilemiştir.Birinci Dünya Savaşı’nın getirmiş olduğu yıkıntı ve acılar,dünyanın birçok ülkesinde-özellikle bu savaşta yenilmiş yada ulusal amaçlarını gerçekleştirememiş-kadro ve kitleleri ayağa kaldırmış,bunlar,var olan geleneksel siyasal rejimleri yok etmekle kalmamış,totaliter,tek partili rejimleri de işbaşına getirmişlerdi.Bunun bir sonucu olarak;Faşist İtalya’nın Akdeniz ve Afrika’da,Nasyonal Sosyalist Almanya’nın Avrupa’da,Militarist Japonya’nın Asya’daki eylem ve saldırıları,savaş sonrası belirlenmiş statükonun bozulmasına ve birçok bunalımın ortaya çıkmasına neden olmuştu.Dünyanın düzenini altüst eden bu bunalımların sorumlusu İtalya’nın benimsemiş olduğu Faşizm,Almanya’nın benimsemiş olduğu Nasyonal Sosyalizmdir.Bu nedenle,İtalya,Almanya,Japonya ve diğer ülkelerdeki bu totaliter rejimlerin doğuşu üzerinde kısaca durmak gerekmektedir.


İkinci Dünya Savaşı Başında Türkiye’nin İç Durumu

Türkiye’nin iç durumunu daha rahat anlayabilmek için bu dönemi siyasal,askeri ve ekonomik durum olarak gruplara ayırmanın daha faydalı olacağı görüşüyle böyle bir yol takip edilecektir.
İkinci Dünya Savaşı Başında Türk Siyasal Durumu;
Cumhurbaşkanı Atatürk’ün rahatsızlığının ilk belirtilerinin 1936 yılının sonuna doğru ortaya çıktığı,sağlık durumunun ise,1937 yılından itibaren bozulduğu bilinmektedir.Atatürk ölümünden bir süre önce “Başvekillik Makamı”nda bulunan İsmet İnönü ile siyasal bir çatışma içine girmiş,bunun sonucunda İsmet İnönü görevinden alınarak yerine Mahmut Celal Bayar atanmıştır.
Atatürk’ün ölümünün ertesinde,11 Kasım günü,İsmet İnönü’nün 322 oyla CHP Meclis Grubunda,Parti’nin Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmesine karar verilmiş,İnönü grup toplantısının hemen ardından toplanan TBMM Genel Kurulunda oylamaya katılan 348 milletvekilinin oybirliğiyle,Cumhurbaşkanı makamına oturmuştur.Kısaca, “Parti devleti”ne dönüşmüş Türk Siyasal Sistemi Atatürk’ün ölümüyle yeni bir döneme girmekteydi.Atatürk’ün ölümünden hemen sonra başlayan ve çok partili düzene geçilmesine dek süren bu döneme “Milli Şef Dönemi”,CHP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye “Milli Şef” denilmiştir. “Milli Şef Dönemi”,tek partili rejimin bir önceki döneminden oldukça farklı bazı özelliklere sahip olmuştur. “Milli Şef Dönemi”nin İkinci Dünya Savaşı boyunca sürmesi ve bu savaşın başında Mihver Devletleri’nin önemli başarılar kazanması,tek partili yönetimin aynı döneminin iç ve dış siyasasında başkalıklar göstermesine neden olmuştur.her ne kadar ülke koşulları gereği otoriter yapıya Mustafa Kemal Atatürk eğilim göstermişse de,Türk siyasal sisteminin Faşist ve Komünist rejimlerinin totalitarizmine kaymasında,CHP’nin elitleri önünde hep bir set olmuştur.
İsmet İnönü 26 Aralık 1938 günü olağanüstü toplanan CHP Büyük Kurultayı’nda CHP’nin Değişmez Genel Başkanı ile birlikte Milli Şef olan İsmet İnönü,İkinci Dünya Savaşı’nı da kapsayan bu dönemin mutlak hakimi olmuştur.CHP,TBMM,Bakanlar Kurulu,her konuda Milli Şef’in onaylayıcısı olmuşlardır.İnönü’nün çalışma ekibi olarak,emirlerine tartışmasız uyacak kişilere seçtiği, “devlet makinesini en teferruatlı çarklarına kadar kendi eliyle” yönetmek istediği, “Başbakanı aşarak,müsteşarlara,umum müdürlere direktifler verdiği” bilinmektedir.Bu nedenle Atatürk’ün ölümünden çok partili düzene geçinceye kadar ülkenin en ulu siyasal kurumu “Milli Şef”lik olmuştur.Bu durum,İkinci Dünya Savaşı boyunca,dış siyasal koşullara bağlı,ama bazı değişiklikler göstererek çok partili düzene geçinceye dek,Türkiye’nin iç ve dış siyasasına egemen olacaktır.
İkinci Dünya Savaşı Başında Türkiye’nin Ekonomik Durumu;
Kurtuluş Savaşı’ndan İkinci Dünya Savaşı’na kadar Türkiye’nin ekonomik gelişme süreci ikiye ayrılabilir:Birincisi 1923-1930 devresi,ikincisi 1930-1939.Birinci devrede devlet ekonomiye fazla karışmadan özel sektörün kalkınma görevini üstlenmesini bekledi.Bu başarılı olmayınca 1930’dan sonra devlet müdahalesine gidildi ve “devletçilik” yöntemi benimsendi.Ama her iki yolla da beklenilen sonuç alınamadı ve İkinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde Osmanlı’dan devralınan geri kalmışlık mirası aşılamamıştı.İmparatorluk döneminde Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin elinde olan tütün,alkol ve tuz tekelini Cumhuriyet Hükümeti ancak 1927’de ele geçirebildi.Bu,bütçeye yılda 40 Milyon TL kadar gelir sağladı.Gümrüklerinde henüz denetlenemediği buna eklenirse 1929’a kadar büyük bir gelir kaybının söz konusu olduğu kolayca anlaşılacaktır.
1927’de Teşvik-i Sanayi Kanunu meclisten çıktı.Özel teşebbüse geniş hareket olanakları ve devlet desteği sağlanıyordu.Ama bu kesim ayrılan azınlıkların ayrıcalıklı konumlarını ele geçirmekle yetindi.gerçek anlamda bir sanayi altyapısının kurulmasını sağlayamadı.Aynı zamanda ülkenin fakirliğinden yararlanarak kendilerini zenginleştirmeye baktılar.1938’e gelindiğinde “fabrika” denebilecek çok az sayıda işyeri vardı,sanayi kuruluşlarının %90’ı fabrika denilemeyecek birtakım derme çatma tesislerdi.
Genç cumhuriyeti en çok zorlayan ekonomik sorunlardan biri de tarım sorunu olmuştur.1939’da Türkiye nüfusunun %70’i tarımla uğraşıyordu.Toprak reformu ülkede ilk kalkışılan işlerden biriydi.İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise, “Anadolu tarımı çok büyük darbe yemiş,üretim düzeyleri çok önemli gerilemeler göstermiştir.Buğday üretim düzeyi 1938’den 1945’e yüzde 49,1938 sabit fiyatlarıyla toplam hububat üretimi ise 1938’den 1945’e kadar yüzde 52 oranında düşüş göstermiştir.” Yetişkin nüfusun bir milyon kadarının askere alınması,öküzlerin ordu adına müsaderesi,çiftçinin ürününü değerinin altında devlete satmaya zorunlu tutulması,savaş koşullarının ağırlığına dikkati çekmektedir.İkinci Dünya Savaşına rastlayan yıllarda dış etkilerde Türkiye ekonomisi üzerinde etkili olmuşlardır.Alman ekonomisinin tekrar dış pazarlara açılması ve Hitler’in iktidara gelmesi Türkiye’nin önemli ölçüde dış finansmana ihtiyaç duymasıyla aynı zamana rastlar.Almanya için ekonomi,politik egemenlik sağlamak için bir araçtı ve geleneksel nüfuz alanı olan Balkanları tekrar ele geçirme çabası içindeydi.Almanya’ya ekonomik bağlılığın dış politika felsefeleriyle bağdaşmadığını gören Türk devlet adamları,çok yanlı bir dış ticaret arayışı içine girdiler.1930’ların ortalarına gelindiğinde Türkiye,dış ticaretini İngiltere ile gelişen yakınlaşma sürecine uydurmaya çabalıyordu.1936’da Karabük Demir Çelik Tesislerinin inşaatının ihalesini Alman Krupp firması kazanamıyor,bu inşaat İngiliz Brassert şirketine veriliyordu.27 Mayıs 1938’de 16 Milyon sterlinlik İngiliz-Türk kredi antlaşması imzalandı.Kendi kendine yeterlilik siyasetinin yürümediğini gören Türk devlet adamları çözümü sıkı pazarlık ve tarafları birbirine karşı oynama yolunda aradılar.Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu’nun 1938 Temmuzundaki Almanya ziyareti sırasındaki tutum bu yaklaşımın iyi bir örneğidir.Menemencioğlu’nun taktikleri Ocak 1939’da istenilen sonucu doğurdu ve Türkiye’ye 150 milyon Reichmark kredi garantileyen Türk-Alman kredi antlaşması imzalandı.İkinci beş yıllık planın dış finansmanı büyük ölçüde bu antlaşmayla sağlanıyordu.
Savaş öncesi yıllarda ve savaş süresinde Türkiye’nin ekonomik durumunun kısaca gözden geçirilmesinden özet olarak şu sonuçları çıkarabiliriz:Tarım ve sanayide gerçek kalkınmaya geçilmeden önce uzun bir onarım dönemine ihtiyaç vardı.Bu durum Türk ekonomisine o denli büyük bir engel oluşturuyordu ki savaş patlak verdiğinde ilerlemenin ancak ilk kıpırtıları görülmekteydi.Genç Cumhuriyetin yönetici kadrosu İkinci Dünya Savaşı gibi topyekun bir savaşta hiçbir çıkarları olmadığını görüyorlardı.Tutarlı bir savaş ekonomisi için alınmış olan önlemler yetersizdi.Kendi kendine yeterlilik çabaları başarısız olmuştu.Bu durumda dışa bağımlı duruma düşülecekse bu en azından en elverişli koşullarda olmalıydı.


İkinci Dünya Savaşı Başında Türkiye’nin askerî durumu;

İkinci dünya Savaşı patlak verdiğinde Türkiye askeri ve sivil olmak üzere her iki sektörde de hazırlıksızdı.Sanayideki yetersizlik,askeri alana teknolojik bir savaşa hazırlıksızlık olarak yansıyordu.
Savunma ve güvenlik Cumhuriyet’in başlangıcından beri birincil önem taşıyan konulardı.Lozan’da görüşmeler sürerken dahi İnönü seferberliğin devamını istemiş ve sözünü askeri güçle desteklemesini bilmişti.Lozan’da alınan ders İkinci Dünya Savaşı’nın çetin günlerinde uygulandı:Türkler,Almanları da İngilizleri de ihtiyatlı davranmaya mecbur kıldılar.Zira vatanseverlik en yüksek raddedeydi ve her saldırıya karşı koymaya kesinlikle azimliydiler.Aynı zamanda modern olmasa da sayıca büyük bir orduları vardı ki bu ordu savaştaki yılmazlığı ve cesaretiyle ünlüydü.
1930’ların ortalarında,Avrupa ve Dünya olaylarının tehlikeli bir görünüm almasından sonra Türk devlet adamlarınca savunmaya daha fazla önem verilmekle birlikte,Avrupa standartlarına göre Türk ordusu halen çok ilkeldi.Aydemir savaşın başlangıcında Türk ordusu’nun motorize ulaştırma kolunun 28 değişik markadan oluşan köhne kamyonlarla yürütüldüğünü söyler.Türk ordusunun ulaşım alanında çektiği güçlüklere haberleşmedeki yetersizlik ekleniyordu.İnönü’nün demiryolu yapımına büyük önem vermiş olmasıyla birlikte bunlar genelde yetersizdi.Ülkeyi doğudan batıya geçen bir tek ve tek hatlı demiryolu vardı.bu koşullarda ordunun seferberlikte çeviklik ve asker sevkıyatında çabukluk açısından büyük kaybı oluyor,sınırlarda büyük sayıda asker tutuluyordu.Standardizasyon eksikliği topçu ve piyade sınıflarında da görülüyordu.Topçu birlikleri Alman, Çekoslovak, İsveç, İngiliz, Fransız, Rus ve İsviçre imalatı silahlarla donatılmıştı.İkinci Dünya Savaşı öncesinde hava gücü en can alıcı önemini kazanmıştı.1937’de Türkiye’nin 131 savaş uçağı vardı,bu sayının 1938’de 300’e çıkarılması amaçlanıyordu.
Deniz kuvvetleri,silahlı kuvvetlerin en zayıf noktasıydı.Donanma çağdışı kalmış zırhlı Yavuz’dan,4 muhripten ve 5 denizaltıdan oluşuyordu.Bu gemilerde Birinci savaştan bu yana savaş filolarına eklenen saldırı ve savunmaya yönelik birçok yenilikten yoksundular.Donanma sahil ve liman koruması için gerekli birçok araç ve gereçten de yoksundu ve gemiler hava saldırısına karşı tümüyle savunmasızdı.
1938’de dünyadaki durumun giderek gerginleşmesi sonucu hükümet tüm silahlı kuvvetlere birkaç yıldır ayırdığının üstünde ödenek ayırarak bu açıkları kapatmaya çalışıyordu.1938 Mayısında İngiltere ile 6 milyon sterlinlik silah alımı kredisini içeren bir Askeri kredi antlaşması imzalandı.Türkiye’de bu ani silahlanma atılımı ülke bütçesine büyük yük oluyordu.Nitekim devlet gelirlerinin %43’ü savunma harcamalarına ayrılıyordu.
Türkiye’nin savaş halinde birkaç hafta içinde çağdaş savaşın gereklerinden yoksun kalacağı ortadaydı.Akaryakıt depolama tanklarının toplam kapasitesi 100000 tondu ve hiçbir zaman dolu değillerdi.Tüm sanayi ve enerji üretimi tesislerinin bir anda yok edilmesi mümkündü.Trakya’da Çakmak Hattı İnşaatı çimento ve demir yetersizliğinden yürümüyordu.Yılda ancak 380000 ton çimento üretilebiliyor ve bu fabrikalarda kolayca tahrip edilebilecekleri yerlerde bulunuyordu.
İşte bütün bu ihtimaller karşısında Türk hükümeti ve İnönü için açık kalan tek yol,bütün zekasını ve imkanlarını kullanarak,işi duygusallık meselesine dökmeden kendi kabuğu içinde vaziyet almaktan ve savaş dışında kalabilmenin çarelerini aramaktan ibaretti.



İkinci Dünya Savaşında Türkiye ve Uyguladığı Dış Politikası

Savaşın başladığı 1939’dan,bittiği tarih olan 1945’e kadar,Türkiye’nin bahsi gerek Avrupa Devletlerinin kendi aralarında yapmış oldukları konferanslarda gerekse yazışmalarda çok sık geçmektedir.Bu nedenle konunun genişliği göz önüne alınarak İkinci Dünya Savaşı içinde Türk dış politikasına çok genel bir çerçeve içinde bakılacaktır.
İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı ve “Milli Şef” olarak geniş yetkilerle donatılmasından kısa bir süre sonra,İkinci Dünya Savaşı ile Türkiye,kendini bir ateş çemberi içinde bulmuştur.İlk birkaç ayı saymazsak, “Milli Şef Dönemi” ile İkinci Dünya Savaşı aynı yılları kapsamaktadır.Türkiye’nin bu dönem içindeki siyasası;ne pahasına olursa olsun,bu savaşın dışında kalmak olmuştur.Türkiye’yi savaş dışı tutabilmesi,İsmet İnönü’nün siyasal yaşamı boyunca gerçekleştirmiş olduğu en büyük başarıları arasında kabul edilmektedir.Ancak,Türkiye savaşa girmemekle birlikte,bu savaşın etkilerini,savaş yıllarında ve sonrasında en derinden hisseden bir ülke olmuştur.Almanya,savaşın başından itibaren Türkiye’yi kendi yanına çekmeye çalışmıştır.Almanya,1938 Martında,Türk Hükümetine,Avusturya’nın Almanya’ya bağlanmasından sonra Alman-Türk ekonomik ilişkileri ile ilgili olarak ortaya çıkan sorunları görüşmek üzere Berlin’e bir heyet gönderilmesini önermiştir.Bu çağrı üzerine Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu Almanya’ya gönderilmiştir.Almanya, I. Dünya Savaşından sonra barış antlaşmalarıyla zarara uğramış devletlerin,statükocu güçlere karşı yakın işbirliği içinde olmaları ve revizyonist amaçlarını gerçekleştirmek için birleşmeleri gereğini işaret etmiştir.Menemencioğlu ise,Türkiye ve Almanya arasında ortak bir sınır bulunmadığı için böyle bir antlaşmanın hiçbir yarar sağlamayacağını belirtmekle birlikte,iki ülkenin taraflardan biri saldırıya uğradığı takdirde yan tutmayacakları ve diğer ülkelerle kombinezonlara girmeyecekleri konusunda Ribbentrop’a sözlü teminat vermekle yetinmiştir.Ama Türk dışişlerinin bu tarafsızlık siyasası çok sürmez.İtalya’nın 1939 Nisan’ında Arnavutluk’u işgal etmesi İnönü’de büyük bir kaygının uyanmasına neden olur.İngiltere ve Fransa’nın 13 Nisan’da Yunanistan ve Romanya’ya garanti vermesi,aynı biçimde bir garantinin Türkiye’ye de verilebileceğinin bildirilmesi,İnönü’nün “Müttefik Cephesi”ne yönelmesinin ilk adımlarını oluşturur.Türkiye,bu sıralarda tüm çaba ve dikkatini Sovyetler Birliği’nin kendisiyle birlikte gireceğini sandığı bu batı işbirliğine yöneltmiştir.SSCB Dışişleri Halk Komiseri Vekili Potemkin,Türk Hükümeti ile görüşmelere başladığında,her iki tarafta İngiltere,Fransa,SSCB ve Türkiye arasında bir anlaşmaya varabileceklerini ümide kapılmışlardır.Ancak görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanır ve Türkiye ile İngiltere arasında 15 Nisan’da başlayan görüşmeler SSCB olmaksızın,12 Mayıs 1939’da Türkiye’yi “Müttefik Cephesi”ne bağlayan deklarasyonun yayınlanmasıyla sonuçlanmıştır.Fransa ile de aynı doğrultuda bir deklarasyon 23 Haziran’da yayınlanmıştır.Sovyetler Birliği,bu deklarasyonu görünürde iyi karşılamıştır.Ancak 15 Haziran 1939’dan sonra Sovyet-Alman ilişkileri gittikçe gelişir ve bu ilişkiler 23 Ağustos 1939 günü Alman-Rus Saldırmazlık Antlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanır.Türkiye’de büyük bir şaşkınlık yaratan bu antlaşma,Türk-Sovyet ilişkilerine büyük bir darbe indirmiştir.Kurtuluş Savaşından beri süren bu dostluk,bundan böyle,bir yol ayrımı kavşağına gelmiştir.Ama Türkiye hala SSCB ile bir yardımlaşma antlaşması imzalayabileceğinin umudu içindedir.Türkiye ile SSCB arasında 26 Eylül’de başlayan görüşmelerden sonuç alınamaz.Sovyetler Birliği,Türkiye’den hem karşılıklı savunmak için bir pakt önermekte,hem de boğazlardan Karadeniz’e kıyısı bulunmayan devletlerin gemilerinin geçemeyeceği konusunda Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ne aykırı olarak garanti istemektedir.Bu koşullar içinde Türkiye’nin önünde tek bir yol kalmıştır.Türk-İngiliz-Fransız İttifakı 19 Ekim 1939’da imzalanır.İngilizlerin Türklerle bir ittifaka girmelerinin altında yatan en önemli neden Boğazların stratejik önemidir.Türkiye,bir İtalyan tehlikesi karşısında,kendisine akacağına inandığı İngiliz yardımına güvenerek,Atatürk’ün çizmiş olduğu geleneksel tarafsızlıktan ayrılmıştır.19 Ekim’de imzalanan Üçlü İttifak Antlaşması Almanya tarafından sert bir tepki ile karşılanmıştır.2 Kasım 1939’da Şükrü Saraçoğlu ile görüşme yapan Alman Büyükelçisi Von Papen;Türkiye imzaladığı ittifak hükümlerine uyarak bu ittifakı fiilen geçerli kılarsa,Almanya’nın düşmanları arasında yer almasının kaçınılmaz olacağını sert bir dille bildirmiştir.Türk-İngiliz-Fransız İttifakı’ndan İngiltere’nin beklemiş olduğu;Almanya’nın dikkatini ve düşmanlığını Balkanlar üzerinden Türkiye ve Sovyetler Birliği üzerine çekmek,mümkün olduğunca Hitler’in geniş cephelerde savaşmasını sağlamaktı.İngiltere,bu siyasasında başarılı olmuş görünmektedir.Ancak daha,Türk-İngiliz görüşmeleri sürerken,Almanya’nın Türkiye’ye silah gönderimini durdurması,kredi anlaşmalarını iptal etmesi,Türk-Alman ilişkilerinde olağan gelişmelerdi.Şimdi,Türkiye’nin haklı olarak belirtisi;bu yakınlaşma yüzünden,Alman tarafındaki ekonomik kayıpların İngiltere tarafından karşılanmasıydı.Ancak İngiliz yardımının çok düşük düzeyde kalması,Türkiye’yi yönetenleri düşünmeye ve izlemiş oldukları dış siyasalarını yeniden gözden geçirme gereğini duydukları anlaşılmaktadır.Dışişleri Bakanı Saraçoğlu 16 Kasım’da Büyükelçi Papen ile yapmış olduğu görüşmede;Batılıların Türkiye’ye baskı yaptıklarından dert yanmış,Türk-Alman ekonomik ilişkilerinin düzeltilmesini istediklerini söylemiştir.Saraçoğlu ayrıca,savaşın ulaşmış olduğu bu aşamada güçlü bir Almanya’nın varlığının,Türkiye bir saldırıya uğrarsa geçerli olacağını da vurgulamıştır.Türkiye,elinde bir koz olarak tutmuş olduğu krom madeninin,Almanya’nın savaş sanayisi için ne kadar önemli olduğunun farkındadır.Almanya’nın ister istemez kendisi ile,yeni önemli bir ticaret antlaşması yapacağını çok iyi bilmektedir.Bu sırada, sıklaşan Saraçoğlu-Papen görüşmelerinden birinde Papen,bir ticaret antlaşmasına hazır olduklarını belirtmiştir.Ancak Türkiye hala İngiltere’nin baskısıyla Almanya’ya krom satışına yanaşmamaktadır.14 Mart 1940’ta Von Papen,İnönü’ye br Türk-Alman antlaşma önerisi götürdü.Bu tasarıya göre Türkiye tarafsızlığını Müttefiklere karşı “silah zoruyla dahi” koruyacaktı.Başbakan Dr. Refik Saydam, 2 Haziran’da Ankara radyosunda yapmış olduğu konuşmasında açıkça Türkiye’nin “savaş dışı” olduğunu ve böyle kalmak istediğini belirtiyordu.İnönü şunu iyice anlamıştır ki;Atatürk’ün geleneksel dış siyasasından sapma pahasına gerçekleştirmiş olduğu,Türk-İngiliz-Fransız İttifakı’ndan Türkiye,hem ekonomik bakımdan,hem siyasal bakımdan büyük zararlar görmektedir.Hele Almanya’nın başarıları,bu başarılar karşısında,Batı Demokrasilerinin “acizliği” her şeyden önemlisi,eski dost Sovyetler Birliği’nin Almanya ile anlaşmış olması,bu ittifaktan ötürü,Sovyetlerin düşmanca bir tutum içine girmesi,İnönü’yü hep rahatsız eden sorunlar olmuştur.Türk Dışişleri bir kısır döngünün içine girmiştir ve ne pahasına olursa olsun bu kısır döngünün içinden çıkmak gerekmektedir.Bu aşamadan sonra İnönü,bunun Almanya’nın eteğine tutarak mümkün olacağını düşünmektedir.Alman ordularının Mayıs 1940’ta Fransa’ya saldırması ve İtalya’nın Fransa’ya savaş ilan etmesi,Türk-İngiliz-Fransız İttifakına göre;Türkiye’nin savaşa katılma zorunluluğunu gündeme getirmişti.Bu ittifakın 1. maddesine göre savaş şimdi Akdeniz’e yayılmış olduğuna göre,Türkiye’nin yapması gereken savaşa girmekti.Oysa Fransa tam anlamı ile çökmüştü.22 Haziran’da da Fransa,Almanya ile ateşkes imzalamıştı.Savaştan çekilen bir devlet,başka bir devleti savaşa girmeye nasıl zorlayabilirdi.İngiltere yalnız kalmıştı.12 Haziran’da Türkiye ile Almanya arasında ticaret antlaşması imzalandı.Türkiye,14 Haziran’da savaşa katılmama kararını resmen açıkladı.Türkiye’nin “savaş dışı” kalma kararını vermesi,Almanya’nın SSCB’ne saldırmadan önce bu ülkeyi güney’den kuşatma isteklerinin doğmasına yol açtı.Almanya’nın Balkanlar üzerindeki faaliyetleri nedeniyle,İngiltere 1941 yılı Ocak ayından başlayarak,Türkiye üzerinde siyasal baskılarını yoğunlaştırarak derhal savaşa girmesini istiyordu.17 Şubat 1941’de Türk-Bulgar saldırmazlık antlaşması imzalandı.Bulgaristan 1 Mart 1941 günü Mihver’e katıldığını açıkladı.Hitler 1 Mart 1941 tarihli mektubunda İnönü’ye Alman birliklerinin Türk sınırına 50 km. kala duracakları güvencesini vermekteydi.Türkiye ile ilişkilerini geliştiren Almanya,Yugoslavya ve Yunanistan’a saldırmadan bir gün önce 5 Nisan 1941’de yine Türk Hükümetine güvence verdi.Türkiye 1941 yılı Nisan başında,bir yandan Almanya ile siyasal ekonomik ilişkilerini geliştirmiş,diğer yandan da İngiltere ile olan ittifakına bağlı olduğunu her fırsatta dile getirmişti.Sonunda Türkiye ile Almanya arasında 18 Haziran 1941’de on yıl süreli bir Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması imzalanmış ve 25 Haziran’da TBMM’de onaylanarak yürürlüğe girmişti.Türk Hükümeti bu Antlaşma ile 1939 Türk-İngiliz-Fransız İttifakı ile kaybetmiş olduğu tarafsız konumunu tekrar elde etmek gayesindeydi.Bu antlaşma ile Türkiye Müttefiklerin gözünde güvenirliğini yitirmişti.Bu antlaşma imzalanır imzalanmaz 22 Haziran’da Almanya,Sovyetler Birliği’ne saldırmıştır.Bu antlaşma İngiltere ile Amerika’nın tepkisiyle karşılanmıştır.O kadar ki,ABD Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu’na göre Türkiye’ye yapmakta olduğu yardımı kesmiştir.Bundan sonra müttefiklerin Türkiye’nin Almanya’ya savaş açması konusundaki tüm baskılarına karşı Türkiye bunu kesinlikle kabul etmemiştir.Özellikle Stalingrad Zaferi bu baskıların bir dönüm noktası olmuştur.Aynı zamanda Türk-Sovyet ilişkilerinin de yeniden soğukluk döneminin başlamasına neden olmuştur.Sovyetler Birliği,Türkiye’ye karşı sert bir tutum içine girecek ve bu durum savaşın sonunda gerçek bir “Sovyet tehdidi” olarak kendini gösterecektir.Üç Büyükler’in düzenlemiş olduğu tüm müttefik konferanslarında Türkiye’nin savaşa girmesi söz konusu edilecektir.Roosevelt ile Churchill arasında 14-24 Ocak 1943 tarihlerinde gerçekleştirilen Kazablanka Konferansı’nda Türkiye’nin de savaşa katılmasıyla bir Balkan cephesinin açılmasının kararlaştırılması üzerine Churchill,durumu Türk yetkililerine açıklamak üzere 30 Ocak-1 Şubat 1943 günlerinde Adana’da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu ile görüştü ve Türkiye’nin en geç 1943 yılı sonunda savaşa katılmasını istedi.Buna karşılık İnönü,Sovyetler Birliği’ne karşı duydukları tedirginlikten bahsetti.Churchill,Türkiye’ye bu konuda savaştan sonra çok güçlü bir uluslararası örgütün kurulmasının düşünüldüğünü ve bu örgütün uluslararası barış ve güvenliğini koruyacağını belirtmekle yetinmiştir.Adana görüşmelerinden sonra İngiltere’nin Türkiye’yi Müttefiklerin yanında savaşa sokma çabaları sürmüş ve Mihver devletlerinin cephelerdeki her yenilgisi,Türkiye üzerindeki baskıyı daha da arttırmıştır.O kadar ki,Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi 1943 yılında vermiş olduğu bir demeçte,Türkiye’nin yakında savaşa girmek yada savaş sonrası dünyasında yalnız kalmak durumlarından birini seçmek zorunda kalacağı tehdidinde bulunmuştur.17 Ağustos 1943’te Müttefiklerin Sicilya Harekatının hemen ardından toplanan Qubeck Konferansı’nda savaş durumunu değerlendirilirken;Roosevelt ile Churchill “savaş dışı” konumunu ısrarla sürdürmek isteyen Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda fazla zorlamamak,ancak Balkanlarda açılması düşünülen ikinci cephe için gerekli olan Türk havaalanlarının Müttefiklerce kullanılmasını isteme kararına vardılar.Sovyetler Birliği ise bu düşüncelere hiç katılmamış,bunun yerine Türkiye’nin savaşa doğrudan katılmasını savunmuştur.1943 Ekiminde Moskova Konferansında Türkiye’nin 1943 yılı sona ermeden Türkiye’nin savaşa katılmasının istenmesine karar verildi.İngiltere Dışişleri Bakanı Eden,bu kararları bildirmek üzere Türkiye Dışişleri Bakanı Menemencioğlu ile Kahire’de görüştü. Menemencioğlu’nun Eden’e verdiği yanıt;yeteri kadar yardım yapılmadıkça Türkiye’nin kesinlikle savaşa katılmayacağı biçimindeydi.1943 Kasımında Tahran Konferansında da Sovyetler Birliği,Türkiye’nin savaşa sokulmasındaki tutumlarını daha da sertleştirmişlerdir.Ocak-Şubat 1944’te Ankara’da Türk ve İngiliz askeri heyetleri arasında görüşmeler yapılmışsa da,bu görüşmeler kesilmiştir.İngilizlere göre Türkler çok fazla şey istemişlerdir.İngiliz askeri heyetinin Ankara’dan ayrılması,savaş döneminde Türk-İngiliz ilişkilerinin,en bunalımlı noktaya vardığı andır.Churchill,barış konferansında Türkiye’nin sağlam bir yer edinemeyeceğini söylüyordu.Bu durum doğal olarak Türkiye’nin hiç hoşuna gitmemişti.Bu arada Türk-Sovyet ilişkileri gittikçe soğumakta ve Türkiye üzerinde belirgin bir biçimde Sovyet tehlikesi kendini göstermektedir.
1944 yılının ilk aylarından başlayarak Türk-İngiliz ilişkileri kopma noktasına gelmiş bulunuyordu.Müttefik propagandası,Türk dış siyasasını sert bir biçimde eleştirmekteydi.Almanya’nın tüm cephelerde çökmesi,Müttefiklerin büyük zaferler kazanması,ABD ve İngiltere’nin Türkiye ile olan ilişkilerini dondurmaları,Batı’dan alınan yardımların durma noktasına gelmesi,Sovyetler Birliği ile olan görüşmelerin kesilmesi sonucu bir Sovyet tehdidinin kendini göstermesi,1944 yılı ilkbahar ve yaz aylarında Türk siyasası üzerinde dayanılmaz baskılar yaratan etkenler olmuştu.İşte Türkiye’nin yalnızlığa düşmüş olduğu böyle bir dönemde,Türk Hükümeti Müttefiklere yanaşmak amacıyla,gerek iç gerekse dış siyasalarında köklü değişikliğe yöneldi.Bir sonraki bölümde ele alacağımız ve müttefik tepkisine neden olan Varlık Vergisi’ni ve Türkçü Turancıları susturdu.Dış siyasada ise İngiltere ve ABD’nin başından beri karşı olduğu,Almanya’ya krom ihracı durduruldu.Mihver gemilerine Türk boğazları kapatıldı ve Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’nun görevinden ayrılması sağlandı.Son olarakta Almanya ile diplomatik ve ekonomik tüm ilişkiler kesildi

Türk Hükümeti savaşın sonuna doğru,özellikle Müttefiklerin Almanya’yı bütünüyle çökertmek için kararlılıklarını ortaya koymalarından sonra,Türkiye için zor bir dönemin başlamakta olduğunun farkındaydı.Bundan böyle karşıt güçler arasında,daha önce sürdürdüğü dış siyasasını sürdüremeyeceğini bilmekteydi.Bu duygu ve sıkıntılar içinde olan Türkiye,1945 yılına girerken,haklı olarak kendisini “Sovyet tehdidi”nin bir hedefi olarak görmekteydi.Sovyet Rusya’nın 1944 ortalarına doğru Balkanlarda hızla ilerlemeleri Türkiye’de endişe ile karşılanıyordu.4-11 Şubat 1945 günlerinde savaş sonrası kurulacak “Savaş Sonrası Dünya Düzeni”nin ilkelerini belirlemek amacıyla gerçekleştirilen Yalta Zirvesinde tartışılan konular Türkiye’yi yakından ilgilendirmekteydi.Savaş Sonrası Dünya Düzeninin sürekliliğini sağlayacak “Ortak Barış Sistemi” ile ilgili “Birleşmiş Milletler” örgütü “Dumbarton Oaks Önerileri” ile yeni bir durum alırken,büyük tartışmalara neden olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde oylama sorunu Yalta Zirvesinin 6 Şubat 1945 günlü oturumunda ele alınmakta,beş büyük devletin sürekli temsil ve Veto hakkı verilmesi ile çözümlenmekteydi.Fransa ve Çin’in etkin birer güç olmaktan uzak olması,İngiltere’nin bu savaştan ekonomik bakımdan yıpranarak çıkması,ABD ve SSCB’ni Savaş Sonrası Dünya Düzeninin egemen güçleri durumuna getiriyordu.Zirve sonunda Üç Büyükler’in Avrupa’da Demokratik rejimlerin kurulacağını ortak bir demeçle açıklamış olmaları,sahip olduğu tek parti yönetimi ve totaliter rejimleri anımsatan uygulamaları nedeniyle,Türkiye’yi yakından ilgilendirmekteydi.Türkiye’nin Müttefiklerin önündeki bu konumundan yararlanmak isteyen Stalin,Zirvenin 10 Şubat 1945 günü yapılan yedinci oturumunda Boğazların ve Montreux Sözleşmesinin yeniden gözden geçirilmesini önerdi.Stalin,Yalta Zirvesinde Birleşmiş Milletler’e hangi devletlerin alınacağı tartışılırken,Türkiye örneğini öne sürdü.Almanya’ya savaş açmış devletlerin Birleşmiş Milletler statüsüne alınmasını,açmamış olanların ise,son süre olarak 1 Mart 1945 tarihinden önce, “Mihver”e savaş açması gerektiğini söyledi.Stalin’in bu önerisi Churchill ve Roosevelt tarafından kabul edilip,25 Nisan 1945 tarihinde San Fransisco’da toplanacak olan Birleşmiş Milletler Konferansı’na kurucu üye olarak katılacak devletlerin,1 Mart 1945 tarihinden önce “Mihver” devletlerine savaş açmış olmaları koşulunun aranmasına karar verildi.
Bunun üzerine Türk Hükümeti,savaş sonunda Sovyetler Birliği karşısında yalnız kalmamak,İngiltere ve ABD ile ilişkilerini düzeltmek amacıyla,Demokrat Devletlerin bu isteğini kabul ederek,23 Şubat 1945 günü,1 Ocak 1942 tarihli Birleşmiş Milletler Beyannamesini imzalamak ve Almanya ile Japonya’ya savaş açmak için konuyu TBMM’ye getirdi.
Yalta Zirvesinin son bulmasıyla Türk Hükümeti ile Rusya arasındaki görüşmelerde,SSCB 17 Aralık 1925’te imzalanan ve süresi 7 Kasım 1945’te bitecek olan Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan derin değişikliklerden dolayı,bu antlaşmaya son vermek istediğini bildirdi.Türkiye bakımından bu olayın önemi,Sovyetler Birliği tarafından son verilen antlaşmanın,bir saldırmazlık antlaşması olmasıydı.Şimdi Sovyetler böyle bir taahhütten yakalarını kurtarıp serbest kalıyordu.Sovyetler Birliği,ayrıca bir yandan Türkiye’nin demokratik olmayan,totaliter özellikler taşıyan siyasal rejimine,batılı demokrat ülkelerin dikkatini çekerken,diğer yandan,bu ülkelerin Ermenilere olan sevgisini Türkiye’ye karşı kullanmak için bir takım ustaca oyunlara girmekten de geri durmamaktaydı.Türkiye,tüm dünyanın gözleri önünde ustaca kendine yöneltilmiş bir Sovyet tehdidi ile karşı karşıya kalmış bulunmaktaydı

Türkiye,hem SSCB’nin bu tür propagandalarından kurtulmak hem de San Fransisco Konferansında etkin olabilmek için demokratik bir rejime geçmesi gerektiğinin farkındaydı.Zaten,Türkiye’nin San Fransisco Konferansı’na çağrılmasının bir koşulu da,demokratik yönetime geçmekti.
25 Haziran 1945’te başlayan San Fransisco Konferansı 26 Haziran 1945 günü,Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın imzalanmasıyla son buldu.Türkiye’nin de imzasının bulunduğu bu antlaşmada “İnsan Hakları Bildirgesi”nin 20. maddesinin hiçbir şekilde tek partili bir rejimle uzmanlaşmaması nedeniyle;Sovyet tehdidi karşısında kalan Türkiye’nin,ABD’nin desteğini alabilmek için mutlak olarak Tek Parti yönetimine son vermek zorundaydı.Üstelik bu antlaşmayı imzalamakla Türkiye,böyle bir yükümlülüğün altına girmiş oluyordu.19 Mayıs 1945 günü Milli Şef İsmet İnönü,çok partili yaşama geçileceği yolunda ilk ipucunu Gençlik ve Spor Bayramı söylevinde vermişti.
Tek Parti Yönetimi’nin siyasal rejimin liberalleşmesi yönünde aldığı bu değişiklik kararında, “Sovyet tehdidi” ve Amerikalı ve İngiliz devlet adamlarının totaliter kökenli rejimlere karşı beliren tepki ve siyasaları,hiç kuşkusuz önemli rol oynamıştı.Üç Büyüklerin ABD,İngiltere ve SSCB savaş sonu “Savaş Sonrası Dünya Düzeni’nde yapacakları işbirliğinin ayrıntılarını görüşmek üzere 17 Temmuz-2 Ağustos 1945 günü Postdam’da bir araya gelmişlerdi.Sovyetler Birliği, “Yalta Zirvesi” ve daha öncesinde Montreux Boğazlar Sözleşmesini değiştirmek konusunda İngiltere ve ABD’nin desteğini almış bulunuyordu.Postdam Konferansı sonunda Boğazlar konusu Üç Büyükler Dışişleri Bakanları Konseyine havale edilmişti.Sovyetler Birliği ise bu arada,Türkiye üzerinde basın yolunu da kullanarak geniş bir baskı uygulama politikasına girmişti.Tek Parti Yönetimi 1945 yılından 1950 yılına dek ağırlığını daha da arttırarak sürdürecek olan “Sovyet tehdidi” ile tamamlamaktaydı.


İkinci Dünya Savaşı’nın Türkiye’ye Etkileri


İkinci Dünya Savaşı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de derin etkiler yarattı.Türkiye bu savaşa girmemekle birlikte,savaş boyunca devam eden kanlı ve tahripkar olayların iktisadi ve mali akislerinden etkilendi.Bunun yanında savaş nedeniyle ihtiyati tedbir olarak 1.300.000 kişiyi silah altına aldı.Askere alınan erkek nüfusun yokluğundan dolayı üretim düşerken,tüketim ihtiyaçları ise sürekli arttı.







GusinapsE 17 Mart 2006 04:33

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI 'INDA DİĞER DEVLETLERE GENEL BAKIŞ
 
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI 'INDA DİĞER DEVLETLERE GENEL BAKIŞ

İtalya’da Faşizm;

İtalya savaştan kısa bir süre sonra faşist bir yönetim altına girdi.Bunun nedenlerini,ekonomik çıkmaz,siyasal partilerin zayıflığı,doyumsuz grupların etkinliği ve sol kanat içindeki bölünme olarak sıralayabiliriz.İtalya’nın büyük bir Akdeniz ve Balkan ülkesi olmasını isteyen milliyetçi gruplar,İtalya’nın barış antlaşmalarında çok az şey aldığını,haksızlıklara uğradığını öne sürdüler.Onlara göre Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılması,İtalya’ya güvenliği açısından çok bir şey kazandırmamıştı.Bu devletin yerine Yugoslavya’nın kuruluşu,İtalya’ya yönelik bir müttefik planı idi.Bu milşiyetçi gruplar, İtalya’ya yeni bir “ruh” sağlayacak genç ve enerjik bir önder aramaya başladılar.İtalya’da faşist hareket 1919 yılında Fascio di Combattimento adlı örgütün kurulmasıyla örgütlendi.Bu örgüt hemen bir yıl sonra ulusal Faşist Partisi adıyla parti haline geldi ve o yıl yapılan seçimlerde 35 milletvekili çıkardı.Parti 1922 yılına kadar güçlendi ve Kral Vittorio Emmanuelle,partinin başkanı olan,eskinin sosyalisti ama şimdinin faşisti Benito Mussolini’ye başbakanlığı vermek zorunda kaldı.İktidarı mutlak bir biçimde eline geçiren Mussolini,çok kısa bir süre içinde İtalya’da birliği sağladı,muhalefeti ortadan kaldırdı.Amacı,eski Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurmak ve İtalya’yı Avrupa’nın başat güçleri arasına sokmaktı.Bu anlayışla hareket eden Mussolini,Balkanlar ile Afrika’da genişleme yolunu tutacaktır.Nasyonel Sosyalist Almanya ile sıkı işbirliği ve dostluk,Avrupa’da kara bulutların birikmesine ve kanlı bir savaşa neden olacaktı.


Almanya’da Nasyonal Sosyalizm;

I. Dünya Savaşı sonunda İtalya’da liberal demokratik düzeni yıkarak,yerine totaliter yönetim kuran Mussolini’nin Faşist Partisi,Avrupa ve dünyanın başka ülkelerinde de kopya edilen bir model ortaya çıkarmıştır.Almanya’da Nasyonal Sosyalizm’in ortaya çıkışını hazırlayan ortam ile İtalya’da Faşizmin içinde belirdiği ortam arasında büyük benzerlikler vardır.Bu dönemde Almanya toplumsal siyasal ve ekonomik sıkıntılar içinde bulunuyordu.I. Dünya Savaşı’ndan yenik bir ülke olarak çıkmış,İmparator II. Wilhelm ülkeden kaçmıştı.Hükümet,savaş sonrası bir ülkenin sorunları karşısında yetersiz kalıyordu.Yenik bir ülkede,işsizlik sorunu,yüksek enflasyon demokratik ilkelerin üretim biçiminin yürümesini sağlayamıyordu. Bu bakımdan toplumsal koşullar İtalya’daki durumun tekrarı gibiydi.Almanya’da savaş bitince “Alman İşçi Partisi” diye yeni bir siyasal parti kurulmuş ve bu kuruluşa gerçek mesleği boyacılık ve dekorasyonculuk olan Adolf Hitler adlı bir kişi girmişti.Çok geçmeden Hitler,partide etkili olmuş ve partinin adını Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi olarak değiştirmişti.Almanların ulusal duygusundan yararlanmayı bilen Hitler,Versailles Antlaşması’na karşı çıkarak,Almanların ulusal gururlarını okşayarak ve Yahudi düşmanlığını körükleyerek gittikçe daha çok yanda kazanmış ve 1932 yılkında Hinderburg’la cumhurbaşkanlığı seçiminde boy ölçüşecek kadar güçlenmişti.30 Ocak 1933’te Hinderburg Hitler’i Başbakan olarak atadı.Hitler’in dış siyasası üç aşamada gelişmiştir.Birincisi,Versailles zincirlerinin kırılması,İkincisi “Eine Volk”, “Eine Reich” Bir millet bir devlet ilkesinin gerçekleştirilmesi,yani Almanya’nın sınırları dışında yaşayan tüm Almanların birleştirilmesi ve tek devlet altında toplanması;Üçüncüsü ise “Lebensraum” Yaşam Alanı.Bu Nazi Alman emperyalizminin yeni adı idi.Hitler Almanların yaşamadığı birçok ülkeyi kendi sınırlarına katmak istemektedir.Hitler’in bu emelleri “Versailles Sistemi”ne dayanan anti-revizyonist tüm ülkelerde endişe ile karşılanmıştır.


Japonya’da Militarizm;

Faşizm, totaliter bir rejim olarak İtalya ve Almanya’nın dışında İspanya’dan Portekiz’e, oradan Brezilya ve Arjantin’e,Macaristan,Romanya,Bulgaristan ve Türkiye’ye dek uzanan dünyanın birçok ülkesinde,her toplumun kendi toplumsal ve siyasal geleneğine uygun bir biçimde göze çarpan siyasal hareketler yaratmış,bu ülke rejimlerini derinden etkilemiştir.
Bu akım,1931-45 yılları arasında Japonya’nın liberal-demokratik siyasal gelişmesine ara vererek,ordunun egemen olduğu bir diktatörlük olarak ortaya çıkmış ve Pasifik Savaşı sonunda,bu ülkenin yenilmesiyle birlikte son bulmuştur.
Japonya XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Avrupalılara kapamakla birlikte ekonomik alanda güçlenmeye devam etti.Merkantilist bir siyasa izleyerek,merkezi devlet güçlendirildi.1905 Rus-Japon savaşı’nın başarısı,Doğu Asya’daki yayılma yolları üzerindeki en büyük engeli ortadan kaldırıyor,Kore’nin Japon yönetimine geçmesini,oradan da Mançurya ve Çin’e doğru genişleme olanağını veriyordu.Japonya’nın toplum yapısında demokratik ve liberal gelişmeler sürmekte,orta sınıf güçlenip,siyasal sürece büyük ölçüde katılmasını kolaylaştıran,genel oy hakkı gibi siyasal yenileşmeler uygulamaya konuyordu.Bu gelişmelere ek olarak,1927 yılında Japon sanayisinde başlayan bunalım,1929 Dünya Ekonomik Buhranı ile,Japonya’nın iç ekonomik yapısını temelinden sarsan bir boyuta ulaştı.Özel sermayeye karşı çıkılmaya açıkça devlet sosyalizmi savunulmaya başlandı.Japon militarizminin oluşmasında,Kita İkki adlı bir fanatik Japonun yazmış olduğu “Japonya’nın Yeniden Kuruluşu” adlı bir kitap oldukça etkili olmuştur.Bu kitapta savunulan temel tez;Japonya’nın ulusal kültürüne,tarihine sahip çıkarak,Japonya’yı tek lider İmparatorun tam diktatoryası altında yeniden kurulması gerektiğidir.Japon ordusu içinde etkili olan bu görüş sayesinde,Japonya görünürde demokratik temellere dayanmakla birlikte,militarizmin egemen olduğu totaliter bir devlet yapısına dönüşmüştü.
Kısaca bu şekilde özetleyebileceğimiz Mihver devletlerinin ideolojileri,uygun ortamın bulunmasıyla fiiliyata geçmiş ve İtalya-Habeşistan Savaşı,İspanya İç Savaşı ile yeni bir ivme kazanırken;Hitler’in Avusturya ve Çekoslovakya’yı;Mussolini’nin Arnavutluk’u işgal etmeleri ile iyice içinden çıkılmaz bir duruma geliyor;sonunda,1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya saldırısı ile de,tüm dünyayı saracak İkinci Dünya Savaşı başlamış oluyordu.





GusinapsE 18 Mart 2006 02:43

Savaşların Perde Arkası
 



Savaş, tarihin en eski çağlarından beri var oldu. Siyasi ya da ekonomik çıkar çatışmaları, insanları birbirleriyle kavgaya sürükledi.

Silahlarla birlikte ordular da gelişti. Ve savaşlar da giderek daha büyük ve daha kanlı hale geldi.

Ancak 20. yüzyıla kadar, savaşlar hemen her zaman "cephe savaşı" şeklinde yaşanırdı. İki ordunun askerleri bir cephe üzerinde karşı karşıya gelir ve savaş, bu eksen üzerinde geçerdi. Bu savaşlarda sadece askerler ölürdü.
20. yüzyılda ise yeni bir savaş türü doğdu. Artık sadece askerler değil, tüm insanlık savaşın hedefi olacaktı. Hem de savaş, sadece birkaç ülkeyi değil, tüm dünyayı avucunun içine alacaktı.




Savaşlar tarihin birçok döneminde toplumlara büyük acılar ve kayıplar yaşatmıştı.

İnsanlığa gönderilmiş pek çok peygamber ve elçi, kavimlerini yeryüzünde karışıklık ve bozgunculuk çıkarmaya karşı uyarmışlardı.

Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Böylece dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin ve ahiret gününü umud edin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın." (Ankebut Suresi, 36)

Allah kan dökmeme konusunda, İsrailoğullarından da elçileri vasıtasıyla söz almıştı:

Hani sizden "Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın" diye misak almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hâlâ şahitlik ediyorsunuz. (Bakara Suresi, 84)






GusinapsE 18 Mart 2006 20:32

Milli Strateji
 
Türkiye İçin Milli Strateji


Türk Dış Politikasına 'Osmanlı Vizyonu' İle Yeni Bir Bakış


Soğuk Savaş yıllarında dış politika üretmek oldukça kolaydı. Dünya, iki kutuplu bir istikrar zeminine oturmuştu. Bağlı olduğunu kutup, size bazı dış politika misyonları ve avantajları verirdi, siz de ona göre davranırdınız. Bu stratejik tablo, dış politikayı sabitleştirmiş, adeta zamanın akışını yavaşlatmıştı. On yıl önceki stratejik tablo ile on yıl sonraki stratejik tablo arasında ciddi bir farklılaşma olmazdı. Bu pozisyonda, Türkiye gibi ülkelerin Dışişleri Bakanlıklarına düşen iş, resmi yazışmaları, diplomatik temasları düzenlemekten, kısacası "kırtasiyecilik"ten öteye gitmezdi.

Oysa Soğuk Savaş'ın bitmesiyle birlikte dünyanın stratejik tablosu çok hızlı bir değişim sürecine girdi. Bu süreç, özellikle Türkiye'yi yakından ilgilendiriyordu. Çünkü Türkiye'nin üç dış politika yönünden ikisinde, yani Balkanlar ve Kafkasya-Orta Asya'da, köklü bir rejim değişikliği yaşandı. Sovyetler Birliği sınırları ya da etki alanı içindeki cumhuriyetler bağımsızlıklarını elde ettiler. Dahası, bu cumhuriyetler, "Türk kimliği" ya da "Osmanlı mirası" nedeniyle Türkiye ile yakın tarihsel ve kültürel bağlara sahiptiler. Bu noktadan hareketle, Türkiye'nin bu iki zıt yönde, Balkanlar ve Kafkasya-Orta Asya yönlerinde stratejik bir açılım, bir etki alanı oluşturması hayalleri yeşerdi. "Adriyatik'ten Çin'e Türk dünyası" sözleri, bu hayalin ifadesiydi.

Ancak sözkonusu "Adriyatik'ten Çin'e" hayalleri, somut politikalarla desteklenemedi. Çünkü Türkiye Soğuk Savaş sonrası dünyaya hazırlıksız yakalanmıştı. Kendisine "hayat sahası" oluşturması için gerekli olan strateji üretim gücüne sahip değildi. Bunun en açık örneği Azerbaycan'da yaşandı (halen de yaşanıyor): Rusya, sahip olduğu güçlü ve atak devlet mekanizmasını, örneğin başarılı gizli servisini kullanarak Azerbaycan'da darbe yaptırdı; Türkiye'ye yakın olan iktidarı değiştirip, kendisine yakın olanı getirdi. Türkiye ise bir karşı-hamle yapacak güç, bilgi ve deneyime sahip değildi. Bir başka ülkede "darbe yaptırmak" ya da o darbeyi engellemek gibi bir kavram, Türk dış politikasına yön veren zihinler için çok yabancıydı.


Balkanlar'da da umulan "etki alanı" yaratılamadı. Türkiye'nin Bosna-Hersek krizindeki rolü Batı'nın çizdiği sınırların dışına çıkamadı. Türkiye, uluslararası topluluğu harekete geçirmek için BM ya da NATO koridorlarında umutsuzca dolaşmaktan başka ciddi bir şey yapamadı. Bosna'nın asıl ihtiyacını, yani silahı ise-bölgeyle hiç bir tarihsel bağı olmayan ve dolayısıyla Türkiye'ye göre çok daha uzak ve dezavantajlı kalması gereken-büyük ölçüde İran karşıladı. Sonunda ABD, Türkiye'nin umutsuz diplomatik girişimlerinin hiç bir payı olmadan, yalnızca kendi hesapları sonucunda krize el koydu. Bu hesapların içinde, Clinton'ın seçim endişelerinden de öte, "Bosna'yı İran etkisine kaptırmama" düşüncesi ağırlıklı olarak yer alıyordu. Sonuçta, bugün Bosna'da bir ABD-İran kutuplaşması yaşanıyor. Türkiye'nin adı ise anılmıyor bile.


Kısacası Türk dış politika mekanizması, dünyadaki yeni stratejik oluşum içinde oldukça "acemi" kaldı. Soğuk Savaş döneminin "kırtasiyecilik" misyonunu aşıp, içinde bulunduğu bölgeyi kendi çıkarları için düzenlemeye çalışan bir "bölgesel güç" haline gelemedi. (Bunda, Türkiye'nin 1990'ların başından bu yana içinde bulunduğu siyasi istikrarsızlığın ve ekonomik krizlerin de kuşkusuz büyük bir rolü vardır).

Ancak Türkiye'nin önündeki fırsat henüz kaçmış değildir.

Bu fırsatı değerlendirebilmek için de, hem devlet hem de toplum olarak Soğuk Savaş sonrası dünyanın şartlarını iyi kavramak ve buna uygun bir "milli strateji" belirlemek şarttır. Türkiye, devlet ve toplum olarak, Osmanlı'nın mirasını taşıdığının bilincine varır ve dış dünyayı bu bilince uygun bir biçimde değerlendirmeye başlarsa, sözkonusu "milli strateji" şekillenir. Bir kez şekillendikten sonra da, gerçeğe dönüşmesi yalnızca bir "konjonktür meselesi" olur.

MİLLİ STRATEJİ, devlet ve toplum düzeyinde gerçekleşmesi gereken sözkonusu zihinsel değişikliği harekete geçirmek için hazırlandı. Kitap içindeki makaleler, Türk dış politikasının bazı temel meselelerine yeni bir vizyon ile yeni bakış açıları getirmektedir.

Hedef, Türkiye'nin daha güçlü, daha etkili ve kendi kimliğine daha çok sahip bir ülke olmasıdır.


GusinapsE 9 Nisan 2006 18:02

FAŞİZM
 
Faşizme Sebep Olan Ortam: Birinci Dünya Savaşı Sonrası Dünya

Özellikle İtalya, Almanya ve Japonya’da belirgin olan sıkıntının kaynağı, savaş öncesi büyük sömürgelere sahip ve endüstrileşme yolundaki ülkelerin, Avrupa’da hammadde pazarını da ellerinde tutmak için sergiledikleri politikalardı. Aralarında Rusya, Polonya, Avusturya-Macaristan’nın da bulunduğu bu ülkeler, savaşa statülerini eşitleyebilmek ve büyük topraklar kazanmak gibi umutlarla girmişlerdi fakat sonuç umdukları gibi olmadı. Almanya’nın feodal tarım sektörü ile yarı feodal siyasal yapısı alınan yenilgide etkin rol oynamıştı. Savaş sonrası güçlü bir duygusal milliyetçiliğin ortaya çıktığı Almanya’da, Bolşevik korkusu da geleneksel yapının korunması için bir destekti.
Savaşın galipleri arasındaki İtalya’da beklenen kazanımların olmaması ve her alandaki temelsizliklerin ortaya çıkışı ile liberal yapılanmaya olan güvensizliği arttırmıştı. Huzursuzluktan rahatsız olan toprak sahipleri, üst sınıflar ve kilise, reformlar düşünmek yerine, alt sınıfları, savaştan dönenleri ve işsizleri Bolşevik tehlikesine karşı sürükleyebilecek bir lider arıyorlardı. Bu nedenle faşizm, İtalya’nın çağdaş ve ileri bir düzeye gelmesini engelleyecek şekilde ortaya atıldı.
Japonya’da ortaya çıkan faşist hareketin temelinde de, Çin üzerine bir himaye kurabilme hayali yatıyordu. Böylece her üç ülkede de faşizmin ortaya çıkışı için gerekli olan duygusal zemin oluşmuş oluyordu.
Faşizme yol açan diğer bir etken, kitlelerin cehaletidir. Birinci Dünya Savaşı'yla birlikte eğitimde de büyük bir gerileme yaşanmış, pek çok eğitimli genç insan savaş alanlarında ölmüştür. Bu, toplumun genel kültür düzeyini düşürmüştür. İşte genelde faşizme destek verenler, onun adına mücadele edenler ve onun saldırgan politikalarına alet olanlar bu cahil insanlardır. Çünkü faşizmin temel fikri dayanakları olan yani ırkçılık, romantik milliyetçilik, şovenizm, hayalperestlik vs. ancak cahil insanlar tarafından geniş çapta kabul görebilecek basit söylemlere dayanır. Kendilerini her yönden çıkmazda gören bu kitleler, basit bir çözüm olarak faşist liderlere sarılmışlardır.


Faşizmin Ortaya Çıkışını Kolaylaştıran Koşullar

Birinci Dünya Savaşı sonrası galip devletlerin uyguladıkları yanlış politikalar olmasa belki de Almanya’da ki iktidar daha farklı boyutlarda olurdu. Zaten Almanya’da faşizm, Alman Birliği’nin kuruluşunda, Prusya Devleti’nde önemli rol oynamış ve Alman orta sınıfları, aydınları ve askeri aristokrasi birbirleriyle sıkı bağlar kurmuştu. Bu bağlar endüstri toplumunun gereklerini karşılamasa da bazı sosyal çözümler getirebiliyordu.
İtalya, İspanya, Portekiz, Romanya, Yunanistan gibi ülkelerde varolan tarıma dayalı ekonomiler ile geri endüstri üretimi, endüstri teknolojisine çok uzaktı ve bu durum da faşizm için uygun ortam yaratıyordu. Bu ülkelerden en iyi durumda olan İtalya’da bile gelir düzeyi ve yaşam standardı oldukça düşüktü. Faşizm bu bağlamda ekonomik bakımdan geri olan ülkelerde ekonominin modernizasyonu için bireycilik karşıtlığı ve otoriterciliğin kullanılması çabası olarak da görülebilirdi

FAŞİZM
Faşizm, Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan, Orta, Güney ve Doğu Avrupa’da siyasal sistemlere egemen olan, İkinci Dünya Savaşı’na neden olmuş ve 1944’te büyük bir yenilgiye uğramış yönelişin, kitle hareketinin adıdır. Bu tanım gereğince faşizmin; etkisi kalmayan, sadece tarihsel önemi olan bir ideoloji olarak görülmesi gerekir. Ancak faşizm geçmişte kalan ve bugün sadece tarih sayfalarında karşılaştığımız bir ideoloji değildir. Her ne kadar bugün faşizmi adı konmuş bir rejim olarak açıkça uygulayan devletler olmasa da, faşist ruha sahip iktidarlar, siyasi gruplar ve partiler hala dünyanın birçok ülkesinde isim ve taktik değiştirerek etkin durumdadır ve insanlara benzer bir zulmü yaşatmaktadır. Gelecek yıllarda faşizmin daha da gelişmesine yol açacak sebeplerin oluşumu da söz konusudur. Bu nedenle faşizm hala dünya için bir tehlike teşkil etmektedir.
“Faşist“ sözcüğü bir baltanın çevresine bağlanmış bir demet sopa anlamına gelen Latince “fascis” sözcüğünden türetilmiştir . Bu, Eski Roma’da birlikten güç doğduğunu gösteren bir semboldü. İtalya’da 1922-1944 yılları arasında yönetimdeki Faşist Parti de bu sembolü amblem olarak kullanmıştı.
Bütün faşist hareketlerin ortak özelliği olarak ulus, ırk yada devlet gibi bütünsel kavramlara verilen aşırı önem, bu kavramın bütün tarih ve yaşamın merkezi ve düzenleyici gücü olarak görülüşü ve sarsılmaz bir birlik oluşmasını sağlayabileceği umuduyla bütün halkın çevresinde ve ardında toplanacağı bir önderin tartışılmaz otoritesi görülebilir. Faşist yönetimlerde tüm halkın çıkarlarını gözettiğini savunan tek bir parti vardır fakat aslında sadece büyük işverenlerin ve toprak sahiplerinin çıkarlarıyla ilgilenir.
Uzun yıllar Roma Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Prof. Gaetano Mosca “Siyasi Doktrinler Tarihi” adlı kitabında faşizmi şöyle tarif eder: “Faşizme göre insanların hakları devletin onlara verdiklerinden ibarettir. Totaliter doktrininin özeti budur. Partinin kişileştirdiği devlet bütün milletin ve onun her bir mensubunun hayatının tümünü yönetir. Onun ne maddi, ne de manevi hiçbir şansı yoktur. Vatandaşların malı da canı da onundur. Hiçbir hakka saygı göstermez. Hiçbir düşünce ve söz hürriyetini hoş görmez. Muhalifler hain ya da cani sayılır.” Zira faşizmde kişiler devlet yararına çalışırlar ve idarede kişilerin temel hak ve özelliklerinden bahsedilmez


GusinapsE 9 Nisan 2006 18:32

ÇANAKKALE SAVAŞLARI
 
1. DÜNYA SAVAŞI
ve
ÇANAKKALE SAVAŞLARI'NDA ANZAKLAR


(18 Mart 1915-8/9 Ocak 1916)
Birinci Dünya Savaşı'nda, İngilizlere destek vermek amacıyla oluşturulan birliklere ANZAK (Anzac) adı verilmiştir. Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu anlamına gelen (Avustralia and New Zeland Army Corps) kelimelerinin baş harflerinden meydana gelmiş bir kısaltmadır.
Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması ile birlikte İngiltere de savaşa girmiş, anavatanın nasıl destekleneceği konusunda Avustralya ve Yeni Zelanda hükümetleri de çalışmalara başlamıştır. Ama üstünde durulacak diğer bir husus ise Yeni Zelanda ve Avustralya halklarının emperyalist saldırılara karşı olmasıydı. Büyük devletlerin küçük devletleri sömürmesini kınıyor, bağımsızlık akımını destekliyorlardı. Bu husus "The Story of Anzac" adlı eserde; "Avustralya ve Yeni Zelanda hiç şüphesiz harp istemiyorlardı. Fakat bir diğer gerçek, genç kuşağın bir harp patladığı taktirde donanmada görev almak isteğiydi" şeklinde belirtilmiştir. Ayrıca Avustralya ve Yeni Zelanda meclisleri istedikleri taktirde tarafsız kalabilirlerdi.
Gerçi iki ülke de I.Dünya Savaşı'na İngiltere yanında katılırken askerlerinin gerektiğinde Avrupa, Mısır ya da Kuzeybatı Hindistan'da farklı cephelerde kullanılabileceğini biliyorlardı. Ancak bu kararı alırken ilk düşündükleri şey doğaldır ki, bölgelerindeki Alman askeri tehdidiydi. Diğer bir deyişle savaşa girişlerinin temel nedeni, İngiltere'ye yardım olduğu kadar kendi güvenlikleriydi. Daha öncede belirtildiği gibi, İngiltere'nin Güney Pasifik'teki askeri varlığı aslında, bu iki ülke güvenliğinin temelini de oluşturuyordu.
I.Dünya Savaşına kadar önemli bir silahlı güce sahip bulunmayan Avustralya'da mevcut kuvvetler sadece bölgesel teşkilâttan ibaret idi. Savaşın başlaması ve İngiltere'nin de savaşa başlaması üzerine, imparatorluğun diğer dominyonları arasında Avustralya da İngiliz hükümetinden 29 Temmuz 1914 tarihli bir şifre almıştır. Bu şifre telgrafta, savaş boyunca Anavatanın nasıl ve ne ölçüde desteklenebileceği sorulmakta ve kararın kısa zamanda bildirilmesi istenmekteydi.
Avustralya hükümeti, yaptığı kabine toplantısı ve komutanlarla varılan mutabakat sonunda verdiği cevapta; 1)Donanmanın Britanya Amirliği emrine verileceğini, 2) Oluşturulacak 20 bin kişilik bir sefer kuvvetinin de İmparatorluk Hükümeti'nin uygun göreceği yere gönderileceğini ve savaşın devamı boyunca devamlı olarak ikmalinin sağlanacağını, teklif ve taahhüt etmiştir.
Savaş kararı alındıktan sonra hazırlıklar başlamıştır. Önce askere alma işine girişilir ve duyurular yapılarak merkezler oluşturulur. Halkta savaşa katılma talebi oldukça büyüktür. Ve kayıtlardan sonra askerler kamplarda hızla eğitimden geçirilerek, savaşa hazırlanırlar. Böyle büyük bir savaşa ilk defa katıldıkları için organizasyonda sorunlar çıkar ve aksayan yönler olur. Bu aksaklıklar da İngiltere'den gelen askeri uzmanlar vasıtasıyla giderilir. İki ülke birliklerinin katılmasıyla kısa zamanda meydana gelen ve Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu (ANZAK) adını alan bu Kolordunun iki tümeninden biri tümüyle Avustralya birliklerinden kurulan 1. Avustralya Tümeni idi. Diğer Tümen ise 4. Avustralya Piyade Tugayı, 1. Avustralya Hafif Süvari Tugayı ile Yeni Zelanda Bindirilmiş Piyade Tugayı ve Yeni Zelanda Sahra Topçu Alay'ından oluşturulmuştur. Bu karma tümene Avustralya ve Yeni Zelanda Tümeni yada kısaltılmış olarak (NZ. ve AN.) Tümeni adı verilmiştir. 1. Avustralya Tümenine General Bridges Karma Tümene ise General Goodley komuta ediyordu.
Ayrıca oluşturulan bu ANZAK birlikleri içinde Maori ve Ranatongan adı verilen yerliler de bulunuyordu. Maoriler cengaver kabileler idi. 1915 yılı Şubatında Gelibolu cephesinde Türklere karşı çarpışmak üzere gönüllü yazıldılar. Ama değil Gelibolu'nun, Türkiye'nin bile nerede olduğunu dahi bilmiyorlardı.
18 Mart 1915'de müttefik kuvvetleri Çanakkale Boğazında bir yenilgi ile karşılaşınca, denizden yapılacak saldırıyla deniz yolunun açılamayacağını, bununla birlikte karadan da bir çıkarma yapılması gerektiğini ve duyulan ihtiyacın karşılanması için de Anzak kolordusunun cepheye getirilmesi kararı alındı.
Gelibolu Yarımadası'na Müttefik donanmasının desteğinde çıkarma yapılacağı resmen belli olunca, Mısır'daki askeri kamplarda hazırlıklar hızla tamamlandı.
Anzak birlikleri çöl yaşamından kurtulup, biran önce yola çıkmak için iyice sabırsızlanmaktadırlar. Sonunda hareket günü gelir ve Şubatın erken saatleriyle birlikte, kendilerini Limni adasına götürecek gemilere binmeye başlarlar.
Limni adası, coğrafik konumu-hem Çanakkale Boğazına yakın oluşu hem de geniş Mondros Limanı-nedeni ile stratejik bir değere sahiptir. Ayrıca ada İngiltere açısından, Kıbrıs ve Mısır'a giden ulaşım yolu üzerinde bulunması sebebiyle de özel bir önem taşımaktadır. Bu nedenledir ki Limni adası ve Mondros Limanı, I.Dünya Savaşı sırasında ve özellikle Çanakkale Savaşları boyunca, Müttefik Donanmasının Doğu Akdeniz'deki başlıca üssü olarak kullanılmıştır.
Limni'de kaldıkları süre içinde, askerlere çıkarma harekatı için eğitim verilir. Farklı ülke birlikleri arasında ortak askeri yönetim ve işbirliği çalışmaları yapılır, eksikler giderilir. Ayrıca İngiliz ve Fransız generalleri Limni'de biraraya gelip çıkarma planıyla ilgili gerekli değişiklikleri ve önemli noktaları görüşerek, son şeklini verirler.
Gerçekten de Anzaklar 25 Nisan 1915 Pazar günü sabahın erken saatlerinde başlayan çıkarma ile Gelibolu Yarımadası'ndaki savaşa katılmış oldular. O günden 9 Ocak 1916'ya kadar süren çok kanlı ve çetin çarpışmalar içinde, savaş yetenekleriyle, cesaretleriyle temayüz eden bu savaşçılar, kendilerinin bir sömürge insanı değil, milli bir karakter taşıyan Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar oldukları duygusunu da gittikçe pekiştiren bir inanca sahip olmak imkânına kavuşmuşlardı.
Çıkarmanın nasıl başlatılacağına ilişkin plan aslında teknik ve karmaşıktır. Yapılan çıkarmanın nasıl olduğu ne gibi duygular yaşandığı ve sonuçları hakkında elde edilen bilgiler, Çanakkale'de savaşmış olan askerlerin hatıralarından alınmıştır. Konu ile ilgili yapılan araştırmalar ve ortaya konan eserler, bu hatıralar ışığında hazırlanmıştır.
İngiliz tarihçisi Niget Steel (Defeat at Gallipoli) "Bir Yenilginin Destanı; Gelibolu" adlı eserinde Gelibolu'ya yapılan çıkarmanın nasıl başlatıldığını şöyle anlatmaktadır.
"Üçüncü Avustralya Tugayına bağlı kuvvetler şafaktan önce iki hücum dalgası halinde Kaba Tepe'nin kuzey kıyısına çıkacaklardı. İlk sıradakilerin yedeğe alınması saat 02:35'te tamamlanmıştı.
Ancak gemiler etrafı aydınlatan ay batıncaya kadar, yaklaşmak için harekete geçemediler. Aslında 23 Nisan'da yapılması düşünülen ilk plâna göre çıkarma karanlıktan yararlanabilmek için, saat 02:30'da başlatılacaktı. Ne var ki 25 Nisan 1915 sabahı ay 02:57'ye kadar batmamış 04:00'da doğacak günün ilk ışıklarına kadar sadece bir saatlik bir süre kalmıştı. Sonunda ay, saat 03:00'te batar. Aynı anda da savaş gemileri, dalgalar halinde sahile doğru ilerleyen asker dolu botları saatte 5 deniz mili kadar yavaş bir hızla izlemeye başlar. Savaş gemileri ilerlerken, buharlı çatanaların sonuncuları da yedekleri olmak üzere harekete geçer. Bundan sonra savaş gemileri makinelerini durdurur ama, demir atmazlar.Kendi hızlarıyla on dakika kadar kıyıya doğru ilerleyip saat 03:30'da ve kıyıdan iki buçuk mil kadar açıktalarken megafonlarla, yedeklere ilerlemeleri emri verilir. Çıkarma başlamıştır..."
Böylece başlayan çıkarmanın ilk günü ve onu izleyen günlerde şiddetli ve kanlı çarpışmalardan sonra ortaya çıkan durum Anzaklar ve müttefikler adına hiç iç açıcı değildi. Hiçbir savaş deneyimi olmayan ve Türkleri dahi tanımadan onlarla savaşan bu Anzaklar tam bir şaşkınlık içinde kalmışlardır.
Gelibolu'daki askerler, Haziran ve Temmuz aylarını Seddülbahir'de zamanında ve sağlam bir stratejik kararın gereksiz kılacağı bir dizi savaşta çarpışarak ve ölerek geçirmişlerdir. Churchill; hem Gelibolu yarımadasında, hem de Çanakkale Boğazı'nda iyi desteklenmiş ve başarılı bir taarruzdan elde edilecek stratejik kazançların o sıralardaki herhangi bir kazançtan kat kat daha üstün olduğunu iddia ediyordu. Gelibolu seferini mümkün olduğu kadar çabuk tamamlamak, hem asıl hedeflerin tümünün elde edilmesini sağlayacak hem de İtilaf devletlerinin tümünün bütün kaynaklarının Batı Cephesi'nde Almanlara yöneltilmesine olanak tanıyacaktı.
13 Temmuz'da Rusya'ya karşı başlatılan Avusturya-Alman taarruzunun ilk başlardaki büyük başarısı, Rusya'nın savaşta kalma ihtimalinin tehlikeye sokar gibi görünmüştü. Gelibolu seferi, Çanakkale Boğazı'nı aşarak Rusya'ya doğrudan doğruya yardımın tek uygulanabilir yöntemiydi. Rusya'nın savaşta tutulması için Gelibolu'nun yaşamsal önem taşıyan bir rolü vardı ve Hamilton' ında Gelibolu seferini bir an önce bitirip tümenlerini Batı Cephesi'ni desteklemek üzere geri getirmesi gerekli görülüyordu.
Yaz aylarında çarpışmaların çoğu Seddülbahir'de gerçekleşmişti ancak, Hamilton Anzak'ta (Arıburnu) önemli bir başarı şansının var olduğunu daha ilk baştan biliyordu. Anzak kolordusu Mayıs başlarından beri pasif kalmışsa da, Birdwood ve kurmayları boş durmamışlardı. Anzak mevzisinin fiziki gerçeği, bir cephe saldırısının başarılı olma şansının bulunmadığını gösteriyordu.
ANZAK'lar özellikle Gelibolu'daki çıkarmada ve Arıburnu'ndaki çarpışmalarda büyük mücadeleler vermiş, fakat bu mücadele sonunda ne ANZAKLAR, ne de onları kullanmaktan kaçınmayan İngilizler başarı sağlayamamışlardır. Bu savaşta ANZAK'ların rollerini anlamak oldukça zordur. Çünkü daha önce de ifade edildiği üzere, onlar hakkındaki bilgiler hatıralardan alınmıştır ve bu hatıralar üzerinde durularak eserler hazırlanmıştır.
Anzakların Çanakkale Cephesi'ndeki faaliyetlerine son vermeden önce ANZAK'ların savaştaki anılarına ve Türkler hakkındaki görüşlerine değinmek gerekir. Konuya çıkarmanın ilk günlerinde bir askerin yaşadığı anları anlatan bir örnekle başlamak yerinde olacaktır.
"...İnsan ileride, Çanakkale Boğazı'nın Ege'ye açılan ağzını seçebiliyor. Silahların gürültüsü ve uğultusu giderek belirginleşiyor. Bu sabah hava çok güzeldi. Acaba gece nasıl olacak? İyi yedim... Şimdi silahlardan çıkan kıvılcım ve ateşleri de görebiliyorum. Acaba ölüm, çevremdekilerden kimleri seçti? Merak ediyorum... Ölümden en ufak bir şekilde korkmuyorum. Tek istediğim kritik bir anda vurulup düşmemek..."
Şimdi de sırasıyla bu savaşın içinde bulunmuş ve orada Türklerin nasıl mücadele verdiğini görmüş, haklarında hiçbir şey bilmeden savaşmak için topraklarına geldikleri bu insanlar hakkındaki görüşlerini anlatan ANZAKLAR'ın anılarına yer verelim.
Yeni Zelanda 1894 doğumlu 97 yaşında. Gelibolu'ya çıkarma ile geliyor. 21 Haziran 1915'e kadar kalıyor. Yaralanınca geri yollanıyor. Çıkarma, Serçe Tepe, Bomba Sırtı, Kirte muharebelerine katılmış; Russel John James Weır.
"Türkler ve Türkiye hakkında hiçbir bilgim yoktu. Mısır'da 4 ay eğitim gördükten sonra, ilk çarpışmanın nerede olacağını bilmiyorduk. Hayır. Eğer tam ve içten cevabımı isterseniz söyleyeyim. Biz Çanakkale'ye Türklerle savaşmak için gittik, arkadaşlık yapmaya değil.
Türklerle çarpıştığımız sürece, onlar hakkında şahsi bir fikir edinemedim. Onları göremiyorduk bile.
Siperlerde üşüyor ve sadece tek bir şey yapmaya uğraşıyorduk: Sağ kalmak.
Onların dürüst, Almanlardan daha dürüst savaşçı olduklarını düşünüyorum. Ayrıca savaşa, istememelerine rağmen, Almanlar tarafından sokulduklarını düşünüyorum. Bunlar, bir zaman ki düşüncelerim. Şimdi herşey bitti...
Sadece (eski) Türk askerlerinden biriyle tanışmak isterdim. Türkler de aynı şeyi yapıyor, ülkelerini savunuyorlardı."
Bir Anzak askerinin günlüğünde şu satırlar göze çarpmaktadır:
"3/5/1915... Yamaçlarda cesetler inanılmaz şekilde asılıp kalmış. Dere yatağına doğru koşan yiğitlerin ürkütücü yaralarla ve kanlar içinde dönüşlerini görmek... Korkunç bir şey, hiç unutmayacağım. Zavallı bir Yeni Zelandalı asker yaralanmış, çıldırmış bir şekilde yanından geçen herkese sarılıp onu da kana bulayarak geliyordu. Bazıları ise, düştüğü yerde son nefesini verip öylece kalıyordu..."
Yine savaşlarda görev almış bir Anzak askeri Türkler hakkındaki düşüncelerini şu şekilde dile getirmiştir.
Avustralyalı, 1895 doğumlu. 96 yaşında. 4. Piyade Taburundan. 25 Nisan 1915'te çıkarmayla gelip, 20 Ağustos 1915'te ayrılıyor. Bomba Sırtı, Serçe Tepe, Kanlı Sırt çarpışmalarına katılıyor. J.J.RYAN.
"İyi dürüst ve cesur askerdiler. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk. Ne Türkiye, ne de Türkler hakkında bilgimiz yoktu. Türk askerleri cesurdu, ölmekten korkmuyorlardı. Sivil Türk ile temasımız olmadı. Askerler silah donanımı ve beslenme açısından yetersiz görünüyorlardı.
Türkiye'yi ve Türkleri de hiç tanımıyorduk. Çıkartıldığımızda bile askeri yöneticiler bize hiç bilgi vermemişlerdi. Hedefimiz, amacımız neydi onu bile tam bilmiyorduk."
Avustralya ve 1891 doğumlu 11. Hafif Süvari Birliğinden. Yüz yaşında. Yarımadayı son ikiyüz kişiyle terk edenlerden. Bir çok mücadeleye katılmış. Çeşitli çarpışmalarda görev almış: E.W.BARTLETT.
"Onlar da bizim gibi ülkeleri için savaşıyorlardı. İyi ve dürüst savaşçılardı. Hayır. Çok dürüst çarpıştılar ve bizim gibi dürüst kuvvettiler. (Savaşta) Her iki taraftan da değerli insanlar kaybedildi."
Avustralyalı 1884 doğumlu. 97 yaşında. 28. Birlikden Gelibolu Yarımadasına Temmuz 1915'te çıkmış. Kasım sonunda şiddetli dizanteri nedeniyle hastalanmış. Conkbayırı çarpışmalarına katılmış: C.J.HAZLITT.
"Avustralya'yı terk ettiğimizde Türkiye'ye gideceğimizi bilmiyorduk. Gerçekte, Fransa'ya gideceğimizi düşünüyorduk. Ben işaretçi ve koşucu idim. Normal bir 24 saatlik yaşamımız vardı. Türklerle bizzat temasım olmadı. Türklerin dürüst savaşçılar olduklarını düşündüm. Esirlere de çok iyi bakıyorlardı. Gelibolu'da kaldığım süre içinde Türklerin herhangi bir çirkin ya da alçakça tutum ve eylemini işitmedim. Oysa daha sonra gittiğim Fransa'da deneyimlerim çok farklı oldu. Tüm harekâtın, iki taraftan da binlerce kaliteli genç insanın katliamı olduğunu bir sonuç vermediğini düşünüyordum. Savaş da zaten budur."
Anzak kuvvetlerinin 11.Birliğinden olan ve 6 Mayıs-10 Haziran 1915 tarihleri arasında Gelibolu Yarımadası'nda siper savaşlarına katılan William Daniel Devis ise o günleri şöyle anlatmaktadır:
"Avustralya birlikleri ülkeden ayrıldıklarında nereye gidecekleri belli değildi. Türkiye ile savaşta değildik. Ateşkes sırasında ölülerimizi gömerken, bir kez görebildim onları. Sonrası, gene savaştı...
(Türkler hakkında) Özel ve kesin bir düşüncem yoktu. Sadece onlar bizi, biz de onları öldürmeye çalışıyorduk. Yaralanıp erken döndüm. Sağ dönebildiğime seviniyorum. Ülkem için elimden geleni yaptığıma inanıyorum. Birçok arkadaşım benim kadar şanslı değildi.
Verdiğimiz örneklerde de görüldüğü üzere, savaşa bizzat iştirak eden bu insanların, kim olduklarını dahi bilmediği, sadece Türkleri savaşta tanıma imkanı bulmalarına rağmen, Türkler hakkındaki düşünceleri olumsuz değildir. Aksine Türkleri yüceltmişlerdir.
Anzaklar Çanakkale'ye gelmeden önce Türklerin barbar insanlar olduğunu düşünüyorlardı. Gelibolu'da yapılacak çıkarmaya gelen bu insanlar bu duyguları bir kenara bırakmış, geri dönerken bu düşünceleri değişmiş. Türklerin, barbar değil, tam tersine, esire dahi misafir hürmeti gösteren, kahraman ve iyi niyetli insanlar olduğu imajı doğmuştur. Zaten Avustralya'nın çalışmak için ülkeye işçi olma talebini ilk önce Türkiye'ye yapması bu imajın en iyi göstergesidir.
Çanakkale Cephesi'nden (Gelibolu'dan) çekildikten sonra, tekrar Mısır'a intikal eden Anzak Kolordusu, burada Avustralya ve Yeni Zelanda'dan gelen yeni kuvvetlerle takviye edilerek iki kolordu haline getirilmiştir.
Bu kolordulardan biri Ortadoğu Cephesi'nde Türk ordusu karşısında savaşmak üzere kalmış, diğeri ise Fransa'ya nakledilerek Batı Cephesi'nin İngilizler tarafından tutulmakta olan kuzey kesiminde görevlendirilmiştir.
Anzakların Gelibolu Yarımadası'ndaki savaşlarda verdikleri kayıp; 26.094'ü Avustralyalı, 7.571 i Yeni Zelanda'lı olmak üzere toplam 33.665'tir.
Çanakkale savaşları sırasında İngilizlerin hazırlamış olduğu ordularda yer alan bu Avustralyalı ve Yeni Zelandalı insanlar, hiç tanımadığı topraklarda ve hiç bilmediği insanlarla, ayrıca neden ve hangi amaçla savaştıklarını dahi bilmeden, mücadele vermiş, bu mücadele sonucunda, kendi topraklarını savunmak istemekten başka hiçbir amacı olmayan Türk insanının (askerinin) kanını dökmek, aynı ölçüde kendi kanlarını da akıtarak, ellerinde koca bir hiçle savaşa son vermişlerdir.
Bu savaş sırasında Anzakların tek kayda değer elde ettikleri, "dominyon halklarına ve Anzakların, kendilerinin bir sömürge insanı değil, milli bir karakter taşıyan insanlar oldukları duygusunu da kazandırması"dır



Saat: 02:06
Sayfa 1 / 2

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık