Edebi Akımlar Edebi Akım Nedir? Belli bir tarihsel süreçte edebiyatı, tür ve yazarın milliyeti bakımından herhangi bir ayrım olmadan şekilsel ve içeriksel olarak etkileyen belli üslup, duygu ve düşünce dizisidir. Edebi akımlarının gelişimine bakıldığında, bu akımların salt yazına özgü olmadığı genel, bir sanat akımı olarak başlayıp geliştikleri görülür. Üstelik hemen hepsi, genelde doğdukları çağın toplumsal yapısının, bu yapıya bağlı düşünüş biçiminin, ideolojinin ürünüdürler. Çağın felsefesinin sanat üzerindeki etkisi akım olarak ortaya çıkar ve bütün sanat türlerinde ortak özellikler çevresinde gelişir. Rauf Mutluay’ın tanımı bu açıdan önemlidir: "... Toplumsal düzenin ve onun değişiminin bir gereği olarak, dünya görüşü ve sanat anlayışı bakımından birleşen kişilerin, eserleriyle ortaya koydukları ve sürdürdükleri ilkelerin toplamından doğan tutarlılığa bir edebiyat akımı denir." Dünyada Belli Başlı Edebi Akımlar
|
Dadizm Dadizm Dada veya Dadaizm Birinci Dünya Savaşı yıllarında başlamış kültürel ve sanatsal bir akımdır. Dada Dünya Savaşının barbarlığına, sanat alanındaki ve gündelik hayattaki entelektüel katılığa bir protesto olmuştur. Mantıksızlık ve varolan sanatsal düzenlerin reddedilmesi Dada'nın ana karakteridir. Jean Arp, Richard Hülsenbeck, Tristan Tzara, Marcel Janco ve Emmy Hennings’in aralarında bulunduğu bir grup genç sanatçı ve savaş karşıtı 1916 yılında Zürih’te Hugo Ball’in açtığı cafe’de toplandı. Fransızca’da oyuncak tahta at anlamına gelen "Dada" bu kişilerin yarattığı edebi akımın ismi olarak seçildi. Bildirisi de burada açıklandı. Bu akım, dünyanın, insanların yıkılışından umutsuzluğa düşmüş, hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan bir felsefi yapıdan etkilenir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen boğuntu ve dengesizliğin akımıdır. Dada’cı yazarlar, kamuoyunu şaşkınlığa düşürmek ve sarsmak istiyorlardı. Yapıtlarında alışılmış estetikçiliğe karşı çıkıyor, burjuva değerlerinin tiksinçliğini vurguluyorlardı. Toplumda yerleşmiş anlam ve düzen kavramlarına karşı çıkarak dil ve biçimde yeni deneylere giriştiler. Çıkardıkları çok sayıda derginin içinde en önemlisi 1919-1924 arasında yayınlanan ve Andre Breton, Louis Aragon, Philippe Soupauld, Paul Eluard ile Georges Ribemont - Dessaignes’in yazılarının yer aldığı Litterature'dü. Dadacılık 1922 sonrasında etkinliğini yitirmeye başladı. Dadacılar gerçeküstücülüğe (sürrealizm) yöneldi. Manifestolar'dan örnek Radikal Dadacı Manifesto Eğer burada çok önemli kararlar alınacaksa, açık ve dobra bir bakışı hâkim kılmalıyız. Kültürün önemli bir kısmının temsilcisi olarak manen ve madden hakkımızı talep ediyoruz, biz, sanatçılar, ülkenin ideolojik gelişmesine katılmak istiyoruz, biz Devletti ele geçirmek istiyoruz ve üstümüze düşen sorumluluğu yerine getirmek istiyoruz. Biz bildiriyoruz ki günümüzün kanunlarını onların ana çizgileriyle sanatsal olarak yeni baştan düzenleyeceğiz. Soyut sanatın hayaleti, insanoğlunun muazzam özgürlük duygusunun genişliğini temsil ediyor. Bizim inancımız kardeşlik sanatıdır: sanat toplumun yeni amacıdır. Sanat aydınlığı önerir, sanat yeni insanın esasına hizmet eder. Yeni insan herkes gibi sınıfsız bir topluma mensup olmalıdır. Biz, komünal girişimin tamamlanmasıyla her bireyi bilinçli bir üretim gücünün mecrasına akıtmak istiyoruz. Sistemin eksikliklerine ve gücü tahrip edenlere savaş açtık. Bizim en büyük özlemimiz insanlığı manevi yönleriyle de anlamaktır. Bu bizim görevimizdir. Bu çaba bütün insanlar için büyük bir dayanma gücü canlılık sağlayacaktır. Bunun başlangıcı bizleriz. Biz bu doğrultuda çabalamalıyız ve birbirinden çok farklı öğeleri ahenkli bir bütüne ulaştırma dileklerimizi dile getirmeliyiz. |
Sürrealizm (Gerçeküstücülük) ve Letrizm (Harfçilik) Gerçeküstücülük Avrupa’da 1. ve 2. Dünya Savaşları arasında gelişen sanat ve edebiyat akımı. Bu akım temelini, akılcılığı yadsıyan ve karşı-sanat için çalışan ilk dadacıların eserlerinden alır. 1924’te "Manifeste du Surrealisme"i (Gerçeküstücülük Bildirgesi) hazırlayan şair Andre Breton’a göre gerçeküstücülük, bilinç ile bilinç dışını birleştiren bir yoldur. Ve bu bütünleşme içinde düşsel dünya ile gerçek yaşam "mutlak gerçek" ya da "gerçeküstü" anlamda iç içe geçiyordu.Sigmund Freud’un kuramlarından etkilenen Breton için, bilinçdışı, düş gücünün temel kaynağı, deha ise bu bilinçdışı dünyasına girebilme yeteneği idi. Breton’un yanısıra Louis Aragon ve Benjamen Peret otomatik yazı yöntemleri üzerinde deneyler yaptılar. Kendi deyimleriyle, "gerçeküstü dünyanın düşsel imgelerini geliştirmeye" başladılar. Bu şairlerin dizelerindeki sözcükler, mantıksal bir sıra izlemek yerine bilinçdışı psikolojik süreçlerle bir araya geldiği için insanı irkiltiyordu. Gerçeküstücülük, yöntemli bir araştırma ile deneyi ön planda tutuyor, insanın kendi kendisini irdeleyip çözümlemesinde sanatın yol gösterici bir araç olduğunu vurguluyordu. 1925’ten sonra gerçeküstücüler dağılmaya, başka akımlara yönelmeye başladı. Ama resimden, sinemaya, tiyatroya kadar bir çok sanat dalını derinden etkiledi. Andre Breton’un yanısıra P.J.Jouve, Pierre Reverdy, Robert Desnos, Luis Araqon, Paul Eluard, Antonin Arnaud, Raymond Queneau, Philippe Soupault, Arthur Caravan Rene Char Don Salvador Dali gerçeküstücülük akımının önemli isimleridir. Letrizm (Harfçilik) Öncülüğünü Romen asıllı şair Isidore Isou'nun yaptığı, 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bir edebi akımdır. Letrizm de denir. Şiirde en küçük birim olarak sözcükleri değil harfleri temel alır. Bu yolla da yeni bir şiir ve yeni bir müzik yazmayı amaçlayan bir karşı-akım niteliğindedir. Isou’ya göre, "harf olmayan ya da harf olmayacak hiç bir şey tinsel olarak da var olamaz." Harfçilik, edebiyatın yanısıra sinemayı, dansı, müziği ve resmi de etkilemiştir. Çıkış noktaları, "sesleri, sözcükleri, imgeleri aynı anda topluca bir araya getirecek yeni anlatım yollarının araştırılması"dır. Francois Dufrene, Maurice Lemaitre gibi şairler bu akımın önemli isimleridir. |
Varoşçuluk (Egzistansiyalizm) Varoşçuluk Varoluşçuluk (egzistansiyalizm) bireyin deneyimini, ve bu deneyimin tekilliğini ve biricikliğini insan doğasını anlamanın temeli olarak gören bir felsefe akımıdır. Varoluşçuluk, insanın varoluşuyla doğal nesnelere özgü varlık türü arasındaki karşıtlığı büyük bir güçle vurgulayan, iradesi ve bilinci olan insanların, irade ve bilinçten yoksun nesneler dünyasına fırlatılmış olduğunu öne süren bir düşünce okuludur. Bu akım insan özgürlüğüne inanır ve insanların davranışlarından sorumlu olduğunu öne sürer. Genel Varoluşçuluk yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru Fransa’da ortaya çıktı. En önemli temsilcileri Martin Heidegger, Karl Jaspers, Jean-Paul Sartre, Gabriel Marcel ve Maurice Merleau-Ponty olmuştur. Felsefi bakımdan temelleri ise bunlardan önce Nietzsche ve Sören Aabye Kierkeqaard gibi düşünürler tarafından atılmıştır. Varoluşçuluğu belirleyen temel özellik ve tavırlar şöyle sıralanabilir: 1) Varoluşçuluk, herşeyden önce varoluşun hep tikel ve bireysel, yani benim ya da senin veya onun varoluşu olduğunu öne sürer. Bundan dolayı, o insanı mutlak ya da sonsuz bir tözün tezahürü olarak gören her tür öğretiye, gerçekliğin Tin, Akıl, Zeka, Bilinç, İde ya da Ruh olarak varolduğunu öne süren idealizme karşı çıkar. 2) Akım, varoluşun öncelikle bir varlık problemi, varoluşun kendi varlık tarzıyla ilgili bir problem olduğunu dile getirir ve varlığın anlamına ilişkin bir araştırmaya karşılık gelir. Bu çerçeve içinde, her tür bilimci, nesnel ve analitik yaklaşıma şiddetle karşı çıkan varoluşçuluk, özellikle varoluşun zamansal yapısına ilişkin analiz yoluyla, Varlığın genel anlamıyla ilgili bir öğreti, belli bir ontoloji üzerinde yoğunlaşır. 3) Varoluşçuluğa göre, varlığa ilişkin araştırma, varolanın aralarından bir seçim yapmak durumunda olduğu çeşitli imkanlarla karşı karşıya gelmeyi gerektirir. Başka bir deyişle, varoluşçu felsefe, geleneksel felsefenin öne sürdüğü gibi, özün varoluştan önce değil de, varoluşun özden önce geldiğini öne sürer; insanın önce varolduğunu daha sonra kendisini tanımlayıp, özünü yarattığını dile getirir. Başka bir deyişle varoluşçuluk, insanın dünyaya fırlatılmış bulunduğunu, dolayısıyla kendisini nasıl oluşturursa öyle olacağını; insanın özünü kendisinin belirleyeceğini; bireysel insan varlığının sabit ya da değişmez, özsel bir doğası bulunmadığını öne sürer. Bu bağlamda her tür determinizm ya da zorunlulukçuluğa büyük bir güçle karşı çıkan varoluşçuluk, bireylerin mutlak bir irade özgürlüğüne sahip bulunduğunu, insanın özgürlüğe mahkum olduğunu ve olduğundan tümüyle farklı biri olabileceğini dile getirir. 4) İnsana özünü oluşturma şansı veren bu imkanlar, onun şeylerle ve başka insanlarla olan ilişkileri tarafından yaratıldığı için, varoluş her zaman dünyadaki bir varlık olmak veya seçimi sınırlayan ya da koşullayan somut ve tarihsel olarak belirlenmiş bir durumda ortaya çıkmak durumundadır. Bu ise, varoluşçuluğun tekbenciliğe ve epistemolojik idealizmle taban tabana zıt bir felsefe akımı olduğu anlamına gelir. 5) Varoluşçuluk, nesneden yola çıkan, varlıkla ilgili nesnel doğrulara ulaşmaya çalışan görüşlere karşı, özneden hareket ve öznel hakikatlerin önemini vurgular. Felsefenin, varlık ve tümeller gibi konularla uğraşıp nesnelliği araması yerine, korkuyu, yabancılaşmayı, hiçlik duygusunu, insanlık halini ele alıp, öznelliğe yönelmesi gerektiğini; hakikatin tümüyle öznel olup, hiçbir soyutlamanın bireysel varoluşun gerçekliğini kavrayamayacağını ve ifade edemeyeceğini söyler. 6) Varoluşçuluk, özellikle de hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin akılla anlaşılabilir olan bir gelişme doğrultusu olmayıp, özü itibariyle saçma ve anlamsız olduğunu, evrenin rasyonel bir tarafı bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer. 7) Böyle bir evrende, insanın hazır bulduğu ahlak kuralları olmadığından; varoluşçuluk, ahlaki ilkelerin, kendi eylemleri dışında, başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan insan tarafından yaratıldığını savunur. Edebiyatta Varoluşçuluk Varoluşçuluğun etkileri çağdaş kültürün çeşitli alanlarında görüldü. Kierkegaard’ı izleyen Franz Kafka, Das Schloss (Şato), Der Prozess, (Dava) adlı eserlerinde insanın varoluşunu bir türlü ulaşamadığı istikrarlı, güvenli ve parlak bir gerçeklik arayışı olarak betimledi. Çağdaş varoluşçuluğun özgün temaları, Sartre’ın oyunları ve romanlarında, Simone de Beauvor’ın yapıtlarında, Albert Camus'nün roman ve oyunlarında, özellikle de L’Homme Revolte (Başkaldıran İnsan) adlı denemesinde işlendi. |
Kişiselcilik ve Modernizm Kişiselcilik Bir edebi akım olarak kişiselcilik (personalizm), soyut düşüncülükle özdekçiliğin karşısına tinsel gerçekliği, sözü geçen iki bakış açısının da parçalara böldüğü birliği yeniden yaratacak sürekli çabayı koyar. Kişiselcilik, Descartes'in "Düşünüyorum öyleyse varım" (Cogito ergo sum) geleneği içinde yer alır. Kişiselciliğin ana yapısı şöyle özetlenebilir: Kişilik, bilinç, kendi yargısını özgürce belirleme, amaçlara yönelme, zamanın akışına karşı öz kimliğini sürdürme ve değerlere bağlanma gibi temel özellikleri nedeniyle, bütün gerçekliğin dokusunu oluşturur. Felsefi yönden Gottfried Wilhelm Leibniz bu akımın kurucusu, Geprge Berkeley de başlıca kaynaklarından biri olarak kabul edilir. Edebiyatta en önemli savunucusu Emmanuel Moune’dir. Modernizm Kültürel anlamda modernizm, 19. yüzyılda geleneksel anlamdaki edebi, sanatsal, sosyal organizasyon ve gündelik yaşamın geçerliliğini yitirdiği fikriyle ortaya çıkmıştır. |
Sebk-i Hindi ve Sembolizm (Sanat) Sebk-i Hindi Edebiyatta (özellike divan edebiyatında) Hint tarzı, Hint biçemi demektir. Türk edebiyatında bir edebi akım olarak ortaya çıkmıştır. Hindistan’da, Babürlü Hint-Türk hükümdarlarının saraylarında Farsça yazan ozanlarca geliştirilmiştir. XVII. yüzyıl divan sanatçılarından Nef’i, Naili, Neşati, Nabi gibi ozanlar, bütünüyle bu akım içinde yer almamakla birlikte ondan etkilenmişlerdir. Böylece, Sebk-i Hindi’nin, "Bilmeceyi andıran karmaşık mazmun ve anlatımlar, hayal oyunları, güçlükle anlaşılır, beklenmedik ve alışılmamış benzetmeler, sentetik bir şiir dili" (Fahiz İz) olarak sıralanabilecek özellikleri, divan şiirinin kalıplarını kırmak yerine bu kalıplarla oynamak ustalığına yol açmıştır denilebilir. Bir bakıma bu, şiiri bütünüyle zihinsel çalışmanın ürünü yapıyor, çevreden, yaşamdan kopararak düşünceyle sınırlıyordu. Şiirde bilgece tutumun, atasözlerini kullanmanın, özdeyiş niteliği taşıyan dizeler düzmenin yaygınlaşması da bunun sonucudur. Sembolizm (Sanat) Simgecilik olarak da adlandırılan bir edebi akımdır. 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da ortaya çıkmış ve 20. yüzyıl edebiyatını önemli ölçüde etkilemiştir. Bireyin duygusal yaşantısını dolaysız bir anlatım yerine simgelerle yüklü ve örtük bir dille anlatmayı amaçlar. Sembolizm, geleneksel Fransız şiirini hem teknik hem de tema açısından belirleyen katı kurallara bir tepki olarak başladı. Sembolistler, şiiri açıklayıcı işlevinden ve kalıplaşmış bir hitabetten kurtarmayı, şiirle insanın yaşantısındaki anlık ve geçici duyguları betimlemeyi amaçladı. Sembolistler, dile getirilmesi güç sezgi ve izlenimleri canlandırmaya, şairin ruhsal durumunu ve gerçekliğin belirsiz ve karmaşık birliğini dolaylı biçimde yansıtacak özgür ve kişisel eğretileme ve imgeler aracılığıyla varoluşun gizemini aktarmaya çalıştılar. Sembolist şiirin başlıca temsilcileri Charles Baudelarine’in şiir ve görüşlerinden fazlaca etkilenen Fransız Stephane Mallarme, Paul Verlaine ve Arthur Rimbaud’dur. Sembolik yazarlar arasında Jules Laforque, Henry de Regnier, Rene Ghil, Gustave Kahn, Belçikalı Emile Verhaeren, ABD’li Stuart Merrill ve Francis Viele Griffin sayılabilir. |
Yerlileşme Eğilimi (Edebiyat) Yerlileşme Eğilimi (Edebiyat) Yerlileşme eğilimi, divan edebiyatında ortaya çıkmış bir edebi akımdır. Yerlileşme eğilimini biçim ve öz açısından iki ayrı düzeyde ele almak gerekmektedir. Biçimde yerlilik, dilde, söyleyişte yabancı sözcüklerden kaçınmak, Türlçe'ye yönelmek olarak özetlenebilir. Türki-i Basit (Basit Türkçe) adı verilen bu akımın temsilcileri XVI. yüzyıl ozanlarından Tatavlalı Mahremi ile Edirneli Nazmi’dir. Nazmi’nin Basit Türkçe şiirleri 45.000 beyti aşan divanına serpiştirilmiştir. Fuat Köprülü, Nazmi’nin bu yoldaki şiirlerini seçip divan biçiminde yeniden düzenleyerek "Divan-ı Türki-i Basit" adıyla yayımlamıştır (1928). 285 manzumeyle 56 müfretten oluşan yapıttaki şiirlerin sanatsal değer taşıdığını söylemek güçtür. Konular divan şiirinin konularıdır, ölçü olarak da aruz kullanılıştır. Ama gerek sözcük dağarcığı, gerekse ad ve eylem bildiren sözcüklerin çekimleri bakımından bu şiirlerin değeri yadsınamayacağı gibi Arap-Fars etkisindeki divan şiirine bir tepki olduğu da gözden uzak tutulamaz. Ayrıca Türkçeye yöneliş, Nazmi’yi, halk şiirlerinde çokça görülen cinas örneklerine itmekle kalmamış, benzetmelerde yaşadığı çevreden, yaşamdan yararlanmasına da yol açmıştır. Yine de, "Yargılanmak umusun komayalım gel Nazmi Ki çalap kullarını suç ile yindek karamaz" benzeri, yabancı sözcükler kullanmadan, salt Türkçe şiirler yazılabileceğini de kanıtlamayı amaçlayan bu eğilim yaygınlık kazanamaz. Bunun nedeni, yalnız anılan ozanların güçsüzlüğünde değil, yetiştikleri çevrede, içinde bulundukları yazın ortamında, divan şiirinin dünyasından kopamayışlarında da aranmalıdır. XVIII. yüzyılın sonunda Nedim’le belirginlik kazanan yerlileşme eğilimi ise öze ilişkindir. Nedim’in divan şiirine yenilik getirdiğini söyleyenler, kalıpları kırdığını, bilinen mazmunlarla yetinmediğini, yaşamı yansıttığını, yalın, akıcı bir söyleyişi olduğunu; şiirlerinde neşe ve alayın, ten zevkinin dile getirildiğini söylerler. Ama ondan önceki divan şiirine bakıldığında, bu sayılanların hiç de yeni olmadığı görülür. Dahası Nedim’deki neşeyi ve alaycılığı Baki’de bile bulabiliriz. Hele Rumelili ozanlarda yerlilik, neredeyse genellenebilecek bir özelliktir. Kısacası Nedim’i gelenekten koparmak olası değildir. Ama onun şiirini, divan geleneği içine oturttuktan sonra "kendi içinde ele alacak olursak, onda kendisinden önce gelenlerden, hatta çağdaşlarından ayrılan, realite ile hepsinden başka ve çok daha sıcak bir şekilde kaynaşmış bir tarafın da bulunduğu görülür" (Ahmet Hamdi Tanpınar). Başka bir söyleyişle Nedim, dış dünyadan aldıklarını duyduğu gibi verir. İzlenimlerini ve gözlemlerini soyutlaştırarak bir süs biçiminde kullanmaz. Minyatürle resim arasındaki ayrım neyse, kendinden öncekilerle Nedim arasındaki ayrım da odur. Yeni mazmunları, yeni benzetme ve buluşları bir yana, divan yazınının ölü sevgilisini canlandırır. Onunla kendisi arasında öyle bir ilişki kurar ki, dünya dışı varlığın kıpırdadığı, soluk aldığı görülür. Asıl yeni olan da budur. Nesnelerle, genel anlamda dünyayla kurulan bağ, yaşama karşı takınılan tutum onu yeni yapar. Nedim’in şarkı biçimini yeniden canlandırması, bu biçimin en güzel örneklerini vermesi de bu tutuma bağlanmalıdır. Yansıttığı dünya ne ölçüde gerçekse, gerçekliğe yaklaşırsa; duyguları ne ölçüde içten ve yürekten geliyorsa, dili de o ölçüde gerçeğe yaklaşır. İstanbul Türkçesi’nin en güzel örnekleri sayılabilecek, "Sen böyle soğuk yerde niçin yatar uyursun Billahi döğer dur hele dayen seni görsün Dahı küçüceksin yalınız yatma üşürsün Serd oldu heva çıkma koyundan kuzucağım" benzeri yüzlerce dize buna örnek gösterilebilir. Ayrıca divanında rastlanan heceyle yazılmış bir türkü, tek örnek olsa da, kimi denemelere giriştiğini göstermesi açısından ilginçtir. Ama Nedim’in açtığı bu çığır da yaygınlık kazanamaz. Geleneğin dışına çıkamaz çünkü. Ardında onu hazırlayan ya da dayanabileceği yeni bir düşünce devinimi, kültürel bir birikim yoktur. Lale döneminin (1718-1730) ozanıdır ve dönemin Patrona Ayaklanmasıyla kapanması onun da sonu olur. Bir başka büyük ozanın, Şeyh Galip’in (1757-1799) Nedim öncesi şiirle bağlantı kurması ve Sebk-i Hindi’den etkilenmesi, onun şiirinin yanlış yorumlanmasına, salt uçarı özüyle ve dış görünüşüyle alınmasına yol açar. |
Klasik Akım (Klâsisizm) Fransa'da Klasik Akım, onaltıncı yüzyılda, şair ve kuramcı Joachim du Bellay ve şair François Ronsard'ın önderliğindeki, ülkeye antik yunan ve antik roma kökenli yabancı şiiri sokan Pleiade Okulu'nun kurulmasıyla başladı. Gerard de NERVAL, "Onaltıncı Yüzyıl Şiiri" başlıklı yazısında, Orta Çağ Fransız yazınını, Klasik Akım'ın başlangıcı olan Pleiade Okulu'nun nasıl bir ortamda kurulduğunu eleştirel bir bakış açısıyla çok iyi anlatır. Önce bu yazıyı olduğu gibi aktarıyorum: "Büyük çağın şairlerine saygımızın sonsuz olduğunu söyleyerek şu gerçeğe dokunmamız gerektiğini sanıyoruz: Şiir yapıtlarının çemberini çok fazla daralttılar; ellerinde yeteriyle malzeme olduğunu, önlerinde geniş bir alan bulunduğunu biliyorlardı. Bu nedenle de kendilerinden sonra gelecekleri asla düşünmediler. Metromane'ın deyimiyle yeğenlerini soyup soğana çevirdiler. Öyle ki, onlardan alacak bize ancak iki şey kaldı. Ya onları aşıp geçmek, ya da kölecesine taklitçi bir yazını varabileceği yere kadar izlemek (...) "Kuşkusuz bu tür gözlemler yeni değil, çok eski. Ama yine de, sürekli, bu gözlemleri bıkmadan usanmadan halkın önüne koymak gerekiyor. Zira bu gözlemlerin uzun zamandan beri çürüttüğü safsataları bıkmadan usanmadan yineleyen kimseler var. Genellikle, yazında haklı nedenlerin sürekli söylenmesinden korkulur, bilenler üstüne ise hayli şeyler yazılır. Öyle bir an gelir ki, her gün bu büyük tartışmaya tanık olan yeni okurlar, yeni dinleyiciler, kısaca yeniler, ya sürüp giden tartışmadan artık hiçbir şey anlamazlar ya da çağlardan beri kabul edilmiş ilkelerin yeniden ortaya sürülmesinden, bilinmez nedendir, nefret ederler. "Biz elbette böyle bir düşüncede değiliz, Fransız Edebiyatını onurlandıran nice büyük yazarların değerine gölge düşürmek değil sözkonusu olan. Onların yaptıklarından daha büyüklerini yapacağımızı da umut etmiyoruz. Burada sözkonusu olan daha başka şeyler yapabilmenin yollarının aranması ve onların üstüne eğilmedikleri, kendilerini vermedikleri, edebiyatın bütün türlerine değinmektir. "Amacım yabancılara öykünülmesini önermek de değil. Ancak, yabancıların yaptıklarını görelim, bizlere sundukları deneyimleri izleyelim, nasıl onlar ilk ozanlarını incelemiş, onlardan yararlanmışsa, biz de tıpkı onlar gibi ilk ozanlarımızı derinlemesine inceleyelim. "Neden mi? Çünkü her ilkel yazın, bir gereksinimi yanıtlamak için ve onu benimseyen halkın karakterine ve gelenek göreneklerine uygun yaratıldığından, ulusaldır. Bundan şu sonuç çıkar. Nasıl bütün bir ağaç bir tohumun içindeyse, bir edebiyat da gelişiminin, tam ve kesin gelişiminin bütün tohumlarını kendi içinde taşır. "Bunu açıklamak için dost ülkelerde olanları anımsamak yeter: klasik adını verdiğimiz bizim yazınımız gibi, yabancı yazma öykünen edebiyattan, Pope ve Addison çağından sonra, Wieland ve Lessing çağından sonra, bazı kısa görüşlü kimseler, İngiltere ve Almanya üstüne söylenecek her şeyin söylendiğini sandılar... "Her şey! Walter Scott ve Byron'un baş yapıtları dışında, Schiller ve Goethe'nin baş yapıtlarının dışında. Birinciler çağlarının ve topraklarının kendiliğinden doğan ürünleridir. Ötekiler eski katmanların yeni ve güçlü sürgünleridir.Hepsi de geleneklerin kaynağından doğma, Hippocrene'in kaynağından çok kendi yurtlarının ilkel esinlerinden kaynaklanma. "Belki artık yeniden bulunacak, keşfedilecek dünyalar yok; zeka alanı günümüzde belki de eksiksiz, kendini tamamladı. Ama şu da bir gerçek, her şeyin bulunmuş olması yetmez. Her şey bulunsa bile, işlenmemiş ya da yetkinleşmemiş olanı işlemek ve yetkinleştirmek gerek. Haşatın verimli kılabileceği daha nice ovalar var. Nice zengin malzemeler onları kullanacak usta elleri bekliyor: nice eksik kalmış anıt örenleri var... Çok uzun zamandan beri bazı kral bahçelerini görkemle süslemekten, onları büyük giderlerle korunmuş yabancı bitki ve ağaçlarla doldurmaktan, içlerine tıka basa taştan tanrılar, fıskiyeler ve revakla yontulmuş ağaçlar yerleştirmekten başka bir şey yapmadık. "Burada biraz duralım. Kökene dönük bir inceleme ve araştırmayı fransız yazınına yasaklayan önyargıya açtığımız savaşta fazla ileri gidip hayaletlere kılıç sallamak ya da havada kılıç sallamak gafletine düşmelerim; bu ilkeye karşı itirazlar bir zamanlar daha fazlaydı. Ünlü bir Alman yazarı fransız şiirinin geleceğine şöyle dokunuyordu. "Shlegel'in yazdıklarını aynen çeviriyoruz: "Eğer Fransa'da şiir sonradan yeşerdiyse, bu başarıya ne ingilizlere ne de bir başka halka öykündüğü için kavuştu. Bu sonucu, genel planda şiirin ruhuna, özel planda ise eski çağların fransız yazınına dönüşle elde etti. Öykünme yolu ile asla bir ulus şiirini son hedefe yöneltemez. Hele de yabancı bir yazına yönelerek, ona öykünerek böyle bir amaca erişilemez, çünkü o yabancı yazın gelişimini kendi aydınlarının çabası ve kendi toplumunun gelenek ve göreneği, ahlak anlayışı sayesinde sağlamıştır. Her halkın, şiirinin kaynağına, kendi geleneklerine yönelmesi yeterlidir. Kendi gelenekleri konusunda ise, özellikle kendine değgin olanlardan başka uluslarla ortak olanı ayırmasını bilmeli. Şöyle ki, dinsel esinlenmeler herkese açık, herkesin ortak malı ve her zaman bundan, yeni bir şiir, bütün düşüncelere, bütün zamanlara uygun bir şiir yapılabilir: Lamartine bunu anlamıştı ve yapıtları da Fransa'ya yeni bir şiirsel çağı muştular. " "Ancak, la Harpe'ın yazın kurallarını izleyen bazı kararsızlar, Malharbe'den önce gerçekten bir yazınımız var mıydı? gibi bir gözlemde bulunuyorlar. -Sıradan bir okuyucu için, yok! Rabelais ve Montaigne'i çağdaş fransızcaya uyarlanmış görmek isteyenler, la Fontaine'in, Moliere'in üsluplarının ufak tefek kusurlar taşıdığını sananlar için, yok! Ama, eski bir sözcüğün korkutamadığı o gözüpek şiir ve dil amatörleri, kaba bir deyimin güldüremediği, oncques'lerin, ainçois'larm, ores'larm güç duruma sokmadığı gözüpek şiir ve dil amatörleri için, var. Bu kaynaktan nice yararlanmış yabancılar için var!.. Ayrıca, yabancılar bunu kabul etmekten de hiç korkmuyorlar. Hem, onların atalarımızdan aşırdıklarını bizimkilerin onlardan aldıklarını görünce gülmekten kırılıyorlar. "Rou'nun (Rollon) ve Brut'ün (Brutus) romanları, Philippi-de, 30 Breton'un Savaşı, Saint Graal, Tristan, Parlenopex, Lancelot gibi; GüVün, Tilki'nin romanları gibi kahramanlık şiirleri; ve hafif şiirlerden oluşan şarkılar, ballade'lar idylle'ler(ı)' kraliyet türküleri, bütünüyle Provence ya da onbirinci ve onikinci yüzyıl şiiri, yiğitlik yazını (chevaleresque) türündendir. "Mystere'ler(2)/ moralite'ler(3) ve Palelin de dahil farce'lar(4); fabliau'lar(5), öyküler, facetie'ler(6), yergi betikleri ve ilahiler: genellikle eğlendirici konuların egemen olduğu, anlamlı, uçarı ve aşırı kıvanç dalgaları arasında yüksek bir ahlak eğitiminin yer aldığı bütün diğer yapıtlar da galya yazını'dır. "Öylesine güçlü ve çeşitli elemanlara sahip böyle bir edebiyattan parlak bir gelecek beklenirken, bir avuç yenilikçinin, onaltı yüzyıldan beri ölmüş Roma'yı, romalıların Roma-sını hortlatıp, giysileri, yaşam biçimleri ve tanrılarıyla, yarısı cermenlerden oluşan bir halkın içine, tümüyle hristiyan bir topluma saltanatla soktuğunu, eski yazını yerle bir ettiğini görünce kim şaşmaz? Kimdi bu yenilikçiler? Ronsard ve arkadaşları. Onların yazınımıza soktuğu akım günümüze dek sürdü. "Şiirin Fransa'daki öyküsünü uzun uzun anlatıp boşuna zaman yitirmeyelim, zira Ronsard'm çağında tam bir yıkım içindeydi. Yeşermeden solmuş, gelişmesi gerekirken ölmüştü, çünkü yazgısı saray şairlerinin elindeydi, onlar da bu yazm'm içinden yalnızca, işlerine gelen bayram şarkılarını, dalkavuk ezgileri, açık saçık, uçkur edebiyatını almışlar, onlarla oyalanıyorlardı. Süregelen yazını anlayacak, onun sunduğu zengin malzemeleri işleyip değerlendirecek dahiler yoktu. Ama yabancı ülkeler bu dahilere sahipti, özellikle İtalya Orta Çağ'da yetişmiş büyük şairlerini bize borçludur. Öte yandan, Fransa'da, onikinci ve onüçüncü yüzyılın yüksek şiirinden renksiz, özden yoksun, ölçü ve uyaklara, kuyumculuğa gömülmüş gülünç bir şiir çıkmıştı ortaya; benzetmelere, eğretilemelere dayanan, karanlık ve yavan uzun şiirler, ağır ve dağınık efsaneler, tatsız, kuru, uyaklı tarihsel öyküler. Ve bütün bunlar, düzyazı ve konuşulan dilden yüz yıl eski bir şiir diliyle yazılıyordu. Çünkü zamanın şairleri körü körüne kendilerinden önceki şairlere öykünüyor ve onların zamanaşımına uğramış ölü dillerini kullanıyorlardı. Herkes ciddi şiirden nefret ediyor, artık yalnız gün geçtikçe kendini daha bir kabul ettiren düzyazıyla, onikinci yüzyılın uzun şiirlerini ve romanlarını çeviriyordu. Sonunda, fransızcanın şiir dili olmadığı, bu dille büyük şiir yazılamayacağı kararına varıldı. Bilgeler dört elle sarıldılar bu düşünceye, ve hemen, şiirlerin artık yunanca ve latince yazılması gerektiğini ileri sürdüler. Kullandığım birkaç tümce, zamanın edebiyatının büyük bir dahinin ölümünden sonra içine düştüğü durumu, parlak bir edebiyat döneminin sonunu -ki aynı şey daha sonra da yinelendi- göstermeme bilmem yetti mi? Geride kalan ikinci sınıf yazarlar, şaşkın, bir sağa bir sola dönüp önder arıyorlardı. Bazıları, artık hayatta olmayan büyük adamların anısına bağlı, onun gölgesiyle yaşadı, bazıları, gülünç ürünler sergileyerek yenilik tutkusuna kapıldılar. En bilgeleri ise kuramsal yazılar yazıp çeviri yapmakla yetiniyordu... Aniden güçlü sesi kitleler üstünde yükselen bir adam çıkar ortaya. Sanat dünyası ikiye ayrılır ve savaş başlar. Savaşı dahi kazanır ama daha becerikli ve daha usta biri onun omuzlarından sıçrayıp, asıl dahinin kendisi olduğunu dört bir yana duyurur. "Dilin ve şiirin sorunlarına yer veren birinci cilt burda biter. İkinci ciltte soruna daha bir yakından eğilir Du Bellay ve gerçek niyetini açıklar: eski fransız yazını yıkılmalı ve onun yerini Yunan ve Latin yazını almalı: "Bana inanan, güvenen sanatçı dostlar, arkadaşlar var, eskilerin o büyük görkemine kavuşmak için izlemeleri gereken yolu parmakla gösterebilsem keşke. İlk kitapta söylediklerimi özetlemekle başlayalım: Yunanlılara ve Romalılara öykünmeden o büyük ünlülerin görkem ve ışığına dilimizi kavuştur amayız. Biliyorum, bu öneride bulunan ilk fransız benim ve çokları beni dilimize yabancı bir şiiri sokmakla suçlayacaklar, ya da düşünlerimi yeterli bulmayacaklar. Çünkü sözü, bilerek, döndürüp dolaştırmadan, soruna girdim, çünkü birinin iyi dediğine başkaları kötü der. Biri Marot'yu beğendiğini söyler, anlaşılması kolaymış, halk dilinden uzaklaşmıyormuş. Başkasına göre HeroeVnin üstüne yokmuş, dizeleri oturaklı, ustaca, bilginceymiş. Başkaları başka şairlerden zevk alır. Bana gelince, ileri sürdüğüm fikirleri bu tür duygu ve inançlar hiç etkilemedi, istediğim tek şey, şiirimizin uzun zaman var olan ve yetindiğimiz bu üslupu aşması, daha görkemli bir yere gelmesi, bu da hakkı zaten. Şimdi kısaca, şairlerimize değgin düşüncelerimizi de söyleyelim. Geçmiş bütün Fransız şairleri içinde bir teki, Guillaume de Louis, bir de yazınımızda Jean de Meun(*) okunmaya değer. Çağdaşların esinleneceği şeyler yazdıkları için değil, yapıtlarını Fransızcanın eski görkemiyle kaleme aldıkları için (...) Sonrakileri, hatta Clement Marot'nun Salel'e yazdığı bir yergide adını saydığı, yapıtlarıyla yeteriyle tanınmış şairleri okura bırakıyorum, kararı onlar versinler." "Du Bellay, böylece bazan överek ama daha çok eleştirerek çağın bazı yazarlarıdan söz ediyor ve ilk yargısını yineliyor: 'Bütün bu şairleri kemik toplamak için mi okuyacağız, oysa yunan ve roma şairleri, her şeyi, etiyle, kanıyla dile getirmişlerdi" diyor. "Ve devam ediyor: "Sen ey geleceğin şairi, önce yunan ve latin şairlerini oku, bir daha oku: Toulouse edebiyat yarışmalarında, Puy de Rouan'daki o eski Fransız şiirlerini, rondeau'ları (7)ballade ları, virelai'leri(8) krallık türkülerini, şarkıları, bunlar gibi dilimizin ******* ağlatan, cehaletimizi göstermekten başka hiçbir işe yaramayan tüm kıvır zıvırları benim gibi eskimişlere bırak. Epigramme(9) denen, şunu bunu eğlendiren taşlamalar neye yarar? Günümüzde onlara benzer niceleri var, uyaklı öykü anlatıyorlar, havanda su doğuyorlar. Onuncu dizeye ufacık bir nükte sokuşturacaksın diye havadan dokuz dize söyleyeceksin. Aynı şeyi yapacaksan, hiç değil Martial ya da ona benzer, kendini kanıtlamış bir başkasının yaptığını yap. Uçkurdan hoşlanmıyor musun? O halde yararlıyla tatlıyı bir araya getir, hayasızlığa kaçmayan, elegie'lerin(10)o yumuşak, akıcı üslubuyla, Ovide gibi, Tibulle gibi, Properce gibi dizelerini imbikten geçir. Yazdıklarını zaman zaman küçük şiir oyunlarıyla değil, eski masallarla süsle. Sesi yunan ve roma lyre'ine göre düzenlenmiş bir lavta eşliğinde, Fransız diline henüz yabancı ode'ları(11) şakı bana, eski ender kalıntılar ve bilgeliklerden hiçbir şey bulunmasın onlarda. Epitre'lere(12)gelince, ancak basit yanlarımızı zenginleştirmeye yaramış, çünkü hep günlük sade yaşamdan, bildiğimiz şeylerden söz ediyorlar. Yazacaksan onları Ovide'in elegie'leri ya da Horace'ın özdeyişlerle, oturaklı sözlerle bezediği dizeleri gibi yaz, o üstün yere yücelt. Halkımızın, bilmem nasıl sözü yerli yerine oturtup, devenin kuyruğu dediği epigramme'lara gelince, önerim şu: Eskiler taşlamalarında zamanın çirkeflerini önce sergiler, sonra da, herkes yaptığını çeker, bizden yalnız söylemesi der, yiğit dizeler kaleme alırdı, onlar gibi yazmazsan taşlamaya da rağbet etme. Quintilien'in yergiciler arasında en onurlu sırayı verdiği Horace sana örnek olsun. O güzel sonnet 'lerin sesini duyur bana (*), ama yazdığın sonnet İtalyanların tatlı şiirlerinden aşağı kalmasın, daha az bilge olmasın, önünde örnek alacağın Petrarc\ue'lar, nice çağdaş italyan şairleri var. Theocrite'in, Virgile'in yazdıklarına benzer o şakrak kır türkülerini söyle, sesi dalga dalga yükselen gaydayla. Komediler ve trajedilere gelince, krallıklar ve cumhuriyetler, farce'ların ve moralitelerin canını çıkardığı bu tür şeyleri yeniden canlandırmak istiyorsa, sana, amacın dili süslemekse ve nerden esinleneceğini biliyorsan aynı şeyleri yaz derim." "Du Bellay fransızcaya yunanca ve latincenin bileşik sözcüklerini sokmayı da öneriyor ama bu sözcüklerin güzel sanatlar ve bilim alanıyla sınırlı olması gerektiğini söylüyor. Daha mantıklı görünen başka önerileri de var: dilimizin üstünde durmadığı, az tanıdığı mecazi anlamların araştırılması. Ayrıca, dile kısım kısım girmiş bazı sözcüklerin yeni bir birlik içinde toplanmasını, yüklemlerden isim yapılmasını öneriyor ve örnekler veriyor: gitmek, şarkı söylemek, yaşamak, ölmek gibi. Yüklemler hem yüklem, hem de isim olarak kullanılmalı. Aynı şeyi niteleme sıfatları için de uygulayabiliriz diyor. Örneğin nasıl boş hava deniyorsa, havanın boşu, nasıl serin gölge deniyorsa gölgenin serini, nasıl yoğun orman deniyorsa, ormanın yoğunu denmeli. Nasıl ölmekten korkarak diyorsak, ölmekten titreyerek denmeli, yani yapıları gereği kendilerinden sonra çekimsiz bir yüklem koyamıyacağımız fiiller ve sıfat-fiilleri de değerlendirmeliyiz. Herkes, dilimizin en usta yazarları bile bazan rezilce aynı şeyi yineliyor, sözcüklerin başına "article"(13) koymuyorlar, sakın aynı hataya sen de düşme" diyor ve devam ediyor: "Yazılanları hemen yayınlamayıp bir yana koyalım, ayılar yavrularını nasıl yalaya yalaya büyütürse, biz de yazdıklarımıza, onları yeniden ve yeniden gözden geçirerek, sağlam bir biçim kazandıralım. Fillerden örnek alalım ve dizelerimizi gerekirse üstünde on yıl çalışıp üretelim. Yanlışlarımızı görebilecek, kağıtlarımızı ör-selemekten korkmayacak bilgin, sadık dostlar gerekir bize. Yalnız bilginlerle değil, her tür işçiyle, teknik elemanlarla görüşün, kullandıkları malzeme ve araçların isimlerini, işlevlerini öğrenin, tanımlama, betimleme ve benzetmelerinizde bu bilgilerinizin büyük yararını görürsünüz." "O günlerde edebiyat tartışmaları bugününkünden çok daha fazla ve çok daha canlıymış. Du Bellay, dilinin yükselmesini isteyen her aydına haykırır, zamanaşımına uğramış şairlerin yapıtlarını yayınlamayın, yayınlatmayın, der. "Gerçekten, her şey var içinde: Fransız dilinin savunması ve ünü adlı yapıtında önerdiği yenilikler ve geliştirdiği kuramlar noktası noktasına, günümüze dek, benimsenip uygulanmış. Hatta insan, bu kitap Ronsard Okulunun ortak bir bildirisi mi diye düşünmekten kendini alamıyor. Ronsard dediysem, Ponthus de Thiard, Remi Belleau, Etienne Jodelle, J. Antoine de Baif'leri, yani du Bellay'yle birlikte la Pleiade(*) adı verilen, bu ad altında anılan tüm ozanları da kastediyorum. Bu yazarların çoğu, henüz bastırmasalar da, du Bellay'nin önerdiği ve öngürdüğü biçimde, çok yapıt yazmışlardı. Şu da önemli, du Bellay'nin yapıtında "Ode"lardan söz ediliyor, oysa daha sonra Ronsard bir önsözünde, Fransız diline ode sözünü ilk sokanın kendisi olduğunu söylermiş, ve o zamanlar bu sava da kimse karşı durmazmış. "İster ortaklaşa kaleme alınmış olsun, ister bir kişi aynı fikirdeki şairler topluluğunun düşüncelerini, dileklerini dile getirmiş olsun, bu kitap eski fransız edebiyatına karşı tam bir bilgisizlik örneği ve haksızlıklarla dolu. Evet, du Bellay, eski şairlere öykünüp duran çağın bazı taklitçi şairlerine kızmakta haklı. Ama ötekilerin, bunu yapmayanların suçu ne? Aynı mantıkla kalksak, onları izleyen, ama öte yandan tatsız tuzsuz manzumeler yazan günümüz şairlerinin hesabını, du Bellay çağının, o büyük çağın şairlerinden sormak gerekir. "Kurumakta olan bir gövdeye yabancı dallar aşılanmasını hararetle öneren du Bellay, bu gövdenin iyi bir bakımla yeniden yaşam bulup, kendiliğinden meyve vereceğini hiç düşünmemiş mi acep? Eski Fransızcanın kökü kurumuş gibi, aynı şey eski Fransızcanın kaynaklarından yararlanılarak yapılamazmış gibi, yunanca ve latinceye göre sözcük üretilmesini öneriyor. Ode'ların, elegie'lerin, satire'lerin(15) falan şiirimize sokulmasını destekliyor, sanki bu şiirsel biçimler, başka adlar altında dilimizde yokmuş gibi. Eski yunan ve roma şiirlerini almamızı istiyor, sanki bütün bir Normandiya edebiyatı, yiğitlik romanları, Orta Çağ'ın nitelik ve tarihini yansıtan yapıtlarla dolup taşmıyormuş gibi. Trajedyayı(16) övüyor, peki Orta Çağ'm mystere'leri ne güne duruyor, antik çağ yapıtlarından daha özgür ve daha gerçek, suçları bir dahinin kaleminden çıkmamak mı? Bir an, en büyük yabancı şairlerle, Fransa'da, onaltıncı yüzyılda, du Bellay ve arkadaşlarıyla aynı ortam ve koşullarda doğmuş, klasik edebiyat sistemine en çok karşıt yazarların birlikte yaşadıklarını varsayalım. O yabancı yazarların, çeşitli dönemler ve çeşitli ülkelerde gerçekleştirdikleri yapıtları, Fransada, Fransız Edebiyatının o günkü kaynak ve olanaklarıyla gerçekleştiremiyeceğine inanır mısınız? Arioste bizim fabliau'larımız ve kahramanlık şiirlerimizden yararlanarak öfkeli Rolland'ını yaratamaz mıydı sanki? Shakespeare, bizim romanlarımız, bizim tarih yazılarımız, farce'larımız, hatta bizim mystere'lerimizden yararlanarak o yiğitlik yazınına dayanan dramlarını yazamaz mıydı? Le Tasse'ı, yazdığı Kudüs'ü bir düşünün, bizim yiğitlik yapıtlarımızı, yapıtların romanca'yla yazıldığı o çağların ürünü, o pırıl pırıl şiirleri bir düşünün. Ne yazık, du Bellay döneminin, o reform döneminin şairleri arasında belki büyük dahiler yoktu, ve belki de eski Fransız Edebiyatını, dahilerin gözüyle bakıp değerlendiremediler. Nedeni ne olursa olsun, Pleiade dönemi şairlerinin, kendilerinden öncekilere o kadar hor bakması bağışlanamaz. Onlardan önce, değil yalnız ciddi türde, hiçbir konuda doğru dürüst yapıt yokmuş, böyle diyorlar. Peki, ya Ruteboeuf, ya Charles d'Anjou, Villon, Charles d'Orleans, Clement Marot, Saint-Gelais ve düzyazılarıyla Rabelais, de Joinville ve Frois-sart? Bunlar havaya mı uçtu? Yazınımız ve dilimiz yönünden demek ki koşullar elverişliydi. Her yeni kuşak kendisinden örcekilere saldırır. Uygun bir ortam bulmasaydılar, Yunan ve Roma edebiyatını inceler, ona öykünmeye kalkarlar mıydı? Tamam, ama aşırıya kaçmışlar. Biçim derken özü de almışlar. Yunan ve Roma şiirini aktarmakla yetinmemiş, bu şiirin geçmişi de dile getirmesini istemişler, üstelik bizim geçmişimizi değil. Örneğin trajediler ünlü Oedipe ve Agamemnon'gillerin acılarını yansıtmalıymış. Şiiri öyle bir yere getirdiler ki, içinde yalnız mitolojinin tanrıları değil, tüm tanrılar cirit atıyor. Sonuç şu oldu, Du Bellay, usta sözcüklerle, yabancıları fethedelim derken o yabancılar gelip surlarımıza dayandı. Yavaş yavaş, bizleri ulusal özelliklerimizden, dilimizden utanır hale getirdi, karşımıza yunan ve roma'yı dikti, onları yüceleştirdi. Öyle ki, artık krallarımız ve kahramanlarımızı bile temsillerde roma elbiseleriyle sahneledik, anıtlarımızın altına Latince yazılar yazdık. Klasik Yunan ve Roma yazını bizim gelenek-göreneklerimiz ve ulusal niteliğimizle uzlaşmadığı için, yukarıda saydığım gülünç tersilklerden başka, yazınımız da istenilen derecede yaygınlaşıp ün kazanamadı. "Konu, çerçeveyi aşıp uzaklara götürdü beni. Okullarda tarihimiz daha çok, daha iyi okutulmalı, yunanca ve latince derslere bu kadar ağırlık verecek yerde, onlara ayırdığımız saatleri azaltıp Fransızcayı daha iyi öğretir ve tanıtırsak eski yazınımız horlanmaktan kurtulup hakkı olan ilgiyi görür. "Kimlerdi sonra gelenler, önderlerin yanındaki, ardındaki silik gölgeler: Ronsard'ın Okulundan kalma Baif, Bellau, şair Ponthus, Malherbe zamanındaki Segrain, Sarrazin; Voltaire zamanındaki Desmahis, Bernis, Villette falan filan... Ama Ronsard için hâlâ bir gelecek var. Özellikle günümüzde, her şey yeniden gözden geçiriliyor, büyük ün yapmış kimseler cehennemdeki ruhlar gibi, çıplak, bir zamanlar önümüze konulmuş tüm olumlu olumsuz yargılardan arındırılıp yeniden inceleniyorlar. Malherbe bile sallantıda, klasik şiirin babası sayılacak bir ağırlık koyup koyamadığı belli bile değil, geleceği kestirip atan Boileau'nun kararı da derde derman olamaz... "Burda söylemek istediğimiz, dileğimiz, herkesin hakkı neyse oraya oturtulması, iyinin ve kötünün yeniden düzene sokulması. Ronsard Okuluna gelince, şu ana dek övgüler yağdırmadığımıza göre, kimse bizi yan tutmakla suçlayamaz. Bu konuda şu ana dek henüz kesin bir yargı ileri sürmediysem bizi kimse dava dosyasını, belgeleri incelemedik, üç yüz yıllık kitapları karıştırmadık sanmasın. Bütün şu edebiyat tarihi yazarları aynı bilinçle davransalardı, çeşit çeşit binlerce cilt aynı büyük yanlışları ardarda yineleyip durmazdı. Gelip geçici, tek yanlı ve saldırgan eleştirilere dayanılarak kesin yargılar yürütülmezdi, değersiz yapıtlara onun bunun sözüyle hayran kalıp onur bahşedilmezdi. "Ronsard Okuluna kuşkusuz hoşgörüyle bakamayız. Halka özgü, halkın ürünü ne varsa, sanki analarına sövülüyormuş gibi, Horace'cı bir çalımla itip yazınımıza yunan ve latin türlerini soktular. Yalnızca soylu yazın önünde şapka çıkarıp, doğal ve gerçek olan ne varsa, bunlar sanat değil diyerek hepsine sırt çevirdiler. Doğaya ve bahara, onaltmcı yüzyıl şairleri kadar hiçbir şair kıymadı. Doğa ve bahar adına yaptıkları tek şey, eski yunan ve roma şairlerinin bu konuda söylediklerini derlemek ve bilgelerin hoşlanacağı şekilde onlardan bir bütün oluşturmak oldu. Böylece, giderek,, kendilerine ait tek bir düşünceyi bile söylemekten korkar hale geldiler. Nitekim, zamanın bilge eleştiri ve yorumlarında da aynı şeyi görüyoruz, bir şair eski yunan ve roma şairlerine ne kadar çok öykünmüşse yapıtları da o denli göklere çıkarılmış. Tablolarını ustaların tablolarına göre yapan bazı ressamlar vardır, tıpkı onlar gibiler. Kolu bir ustanın, başı başka bir ustanın, giysi kıvrımlarını diğer bir ustanın tablosundan alacaksın ve yaptığın şey sanatın başyapıtı sayılacak, üstüne üstlük, "düpedüz doğayı örnek alsan daha iyi değil mi?" diyenleri de cahillikle suçlayacaksın. Bütün bunlara kızmamak elde mi? "Pleiade dönemi yapıtlarına bu eleştirilerle yaklaşırken, bakarsınız bir yapıt kendini sevdirmeye başlar size. Koyduğu ilkelerin bir değeri yok, bütün olarak ele alındığında, yanlışlar, yapmacıklı, gülünç yanlar var, tamam, ama öylesine ustalıkla işlenmiş ayrıntılar da var ki hayran kalmamak elde değildir. Bu ilkel ve körpe üslup, eski Yunanlılar ve Romalıların sıradan ve kaba buldukları düşüncelere tatlı bir çeşni katar. Bizi büyüleyen, şiire yenilik kazandıran da işte bu havadır. Örneğin, Ronsard'ın "Küçüğüm gidip bakalım ki gül..." dediği bir odelette'i(18) kezlerce yinelenen gül ve aşk benzetmesi üstüne kurulmuş. Ama Ronsard bu benzetmeyi öyle güzel işlemiş ki şiir, aşk edebiyatımızın en körpe ve en yeni ürünlerinden biri halini almış. Aynı şekilde, şair Bellau da öyle, Nisan adlı şiirinde bilinen şeyleri yineler ama şiirden anlayan herkesi hayran bırakır. Ömrü bir bahar süren çiçekler ve sevdalar, ortak mekanlar, daha başka şiirlerde kimbilir kaç bin kez işlendi, sayısı belli değil. Biz Fransızları çeken, olayın kendisinden çok söyleniş biçimidir. Çalgının sesi güzel çıkarsa, önceden bin kez dinlediğimiz şeyi yeniden zevkle dinleriz. "Ronsard Okulu da büyük oranda, söylenenleri bir daha yineledi. Ustanın payı büyük. Şiirde işlenen tüm konular eski yunan ve romanın konuları değil. Yazdıklarında yalnızca deyiş güzelliğiyle yetinmez. Onun yapıtını şöyle bir incelersek, içinde nice ünlü ve birbirinden farklı şairler buluruz. Her şair belki de Ronsard'm yapıtına kendinden ömür katmış ve belki de bu yüzden soluğu uzun olmuş. Önce Pindard çıkar karşımıza. Ronsard şiiri çeşitli eleştirilere uğramış, yeteriyle açık değil, Yunan ve Roma şiirinin etkisinde denmiş; ayrıca; doğru dürüs incelenmeden dilinin tumturaklı olduğu ileri sürülmüş ve bu eleştiriler, yazılar, notlar aracılığıyla günümüze dek gelmiş. Eleştiriler daha çok, üslubunun Pindard'a benzemesinden kaynaklanıyor. Ronsard ve dostlarından önce bazı yazarlar ve şairler Yunanca ve Latinceye göre sözcük ürettikleri için Rabelais'nin şimşeklerini çekmişlerdi. Aslında sayısal toplam olarak Ronsard Okulu şairlerinde fazla yabancı sözcük yok. Başlıca çabaları klasik biçimleri sokmaktı. Sözcük alınmasını da önermişlerdi ama bununla pek ilgilenmediler. "Bir de, Anacreon'vari ince ve duygusal şiirleriyle sevda şairi Ronsard var. Yukardaki gözlemlerin pek çoğu aşk şairi Ronsard'a değgindi ve Pleiade dendiğinde akla da zaten daha çok aşk şairi Ronsard geliyordu. Son zamanlarına doğru elegie'ler yazmaya başlar ve kendinden önce çok çok az kullanılan ve sonsuzca yetkinleştirdiği alexandrin'lerde(19) bu elegie'lerde, ancak birkaç taklitçisinin ulaşabildiği büyük bir ustalık sergiler. "Bana göre Ronsard'ın, üstünde daha az durulmasına karşın, en parlak dönemi son dönemidir. Söylevleri, tohum halinde, düzgün işlenmiş epitre'ler ve satire'leri içerir ve bunlarda insanı şaşırtan bir üslup yetkinliği vardır. Oysa bu yüce alanda ne kadar az şair izledi onu. Uzun yıllar sonra ancak bir Regnier çıkıyor karşımıza. Kuşkusuz herşeyini, ustam dediği, Ronsar'a borçludur. "Ronsard'ın o canlı ve parlak dize biçimini, günümüzde, başta Hugo olmak üzere, çok az şair incelemiş. Racine'i alalım ele, o güzelim dize yapısını törpüleyip parlata parlata yamyassı hale getirdiler. Oysa, Ronsard'm ve Corneille'in dize kurma tekniği hiç kullanılmayıp pas tuttu. "Ronsard, görkemlerle dolu bir yaşamdan sonra ölünce, müritleri İskenderiye generalleri gibi imparatorluğu bölüştüler, kuşkusuz Ronsard'sız fethedemeyecekleri o yazın dünyasını köleleştirdiler. Başka ne olacaktı! Kalanlar ikinci sınıftı, küçük hükümdarları, koruyucu, saygın kanatları altına alacak yeni bir usta yoktu. Birbirini izleyen bölünmelere, çeşitli söylentilere, halkın yeni yapıtlara gösterdiği kuşku ve soğukluğa rağmen 1549'dakine benzer bir devrim hemen gerçekleşmediyse, bunu geciktiren yalnızca Ronsard'ın anısına karşı kitlelerin saygısıydı, ve bazıları da hâlâ okulun gücünden korkuyordu. Devrim bu yüzden birkaç yıl gecikti. "Ve sonunda Malherbe geldi! Savaş başladı. Kuşkusuz, o sıralar Fransada özgün bir edebiyat kurmak, Ronsard ve Du Bellay'nin yaşadığı zamana göre daha kolaydı. Ortaçağ şiirini bir yana atıp ülkeye eski yunan ve roma şiirini sokmalarına karşı olmamıza rağmen, Ronsard Okulu sayesinde şiir dili kurulmuştu. Ancak, böyle bir durumun varlığı onlardan hemen sonra gelen bir dahiyi, gerçek bir yenilikçiyi engelleyemezdi. Böyle bir dahi çıkmamıştı, işin kötü yanı buydu. Klasik anlamdaki bir devrim, ikinci dereceden bazı yararlar sağlasa da, her şeyi egemenliği altına alacağı için zararlı olurdu. Malherbe'in ileri sürdüğü reformun amacı yalnızca yeni bir düzenlemeyle bazı aksaklıkları gidermekti. İşte Malherbe'in yaptığı yeniden düzenlemeye bütün utkusunu kazandıran da bu ayıklama işlevi oldu. "Dar görüşlü bazı, kimseler görkemle ortaya konan bu reformları bayağı buluyorlardı. Regnier, özellikle Malherbe'den tümüyle değişik bir güce sahip, gereğinden alçakgönüllü, kendine özgü bir türde yazmakla yetinip, başında hiçbir okulun bayrağını görmek istemeyen Regnier, bir tür horgörüyle paylar Malherbe'i. "Malherbe, şair değil de bir sözcük avcısı olarak dilbilgisi alanında reform yapıyor, Ronsard'a öfkelenmesine rağmen, şiiri ne Pleiade şairlerinin çizdiği yoladn çıkarmayı, ne de, gelenekler ve çağın gereksinimi üstüne kurulmuş yeni bir yazın yaratarak, eski ulusal yazma dönmeyi düşünüyordu, istediği, ileri sürdüğü tek şey, dalgaların sürüklediği bir balçık içinde akan ırmağı temizlemekti, dibindeki altın ve değerli tohumlar ancak böyle ortaya çıkardı. Malherbe'den sonra şiirimizi biliyorsunuz. Şiir diyorsam, gerçek şiiri kastediyorum. "Sanat her yerde aynıdır, tatlı düşlerin ürünü değildir asla, ne gerçek din duygusunun, ne doğa'nın ivedi esinlediği duygunun ürünüdür, soğuktur, hesapla, kitapla, işleyerek yapılır. Doğrunun ve güzelin çocuğudur. Tek bir biçimde toplanmış düşünceler ve deyişler yumağıdır. Dokunduğu her şeyi ancak Midas altına çevirebilir. Şiir dediğimiz ırmak ilk hızını yunan ve roma şiirinden alarak akageldi kuşkusuz. Bu klasik hız karşısında bir Lafontaine direnebilecek, bir de Şiir Sanatı'nda, Boileau takmayacak onu." Şimdi, Orta Çağ Fransasmdaki ulusal yazını, büyük ustalarını yitirince bu ulusal yazının nasıl duraklama dönemine girip boşlukta kaldığını, Ronsard ve Du Bellay önderliğindeki Pleiade Okulu'nun bu boşluktan yararlanarak ülkeye nasıl yabancı, antik yunan ve antik roma kökenli şiiri soktuklarını ve Gerard de Nerval'in eleştirilerini daha yakından görelim: Orta Çağ Fransasında Ulusal Yazın Pleiade Döneminden önce Fransa'da iki tür ulusal yazın egemendi: Şövalye Yazını: Kökeni normand'lşra, breton'lara, provence'lılara dayanan bu yazın kahramanlık öykü, şiir ve destanları, şarkılar, ballade'lar, idyl'ler (genellikle aşk konularını işleyen küçük kır deyişleri, sevda türküleri), krallık türküleri, Provence ya da onbirinci ve onikinci yüzyıl şiirlerinden oluşuyordu. Galya Yazını: Fransanm yüreğinden doğmuş, özünde halk yazını olan bu ulusal edebiyat mystere'ler (dinsel bir konunun işlendiği, içinde Tanrı, azizler, melekler ve iblislerin yer aldığı Orta Çağ tiyatro oyunları), moralite'ler (kişiliklerinin aktöreyi, erdemi savunduğu koşuk oyunlar), farce'lar (tiyatro güldürüleri), fabliau'lar (uyaklı halk öyküleri) öyküler, facetie'ler (güldürülü, şarkılı oyun türü), yergiler ve ilahilerden oluşuyordu. Duraklama Dönemi Bu ulusal yazın ve ulusal şiir onaltmcı yüzyılda önce duraklama, sonra da çöküş dönemine girer. Niçin ve nasıl? Nerval şöyle açıklıyor: "Şiir tam bir yıkım içindeydi, yeşermeden solmuş, gelişmesi gerekirken ölmüştü, çünkü yazgısı saray şairlerinin elindeydi, onlar da bu yazın'ın içinden yalnızca, işlerine gelen bayram şarkılarını, dalkavuk ezgileri, açık saçık uçkur edebiyatını almışlar, onlarla oyalanıyorlardı. Süregelen ulusal yazını anlayacak, onun sunduğu zengin malzemeleri işleyip değerlendirecek dahiler yoktu. Onikinci ve onüçüncü yüzyılın yüksek şiirinden; renksiz, özden yoksun, ölçü ve uyaklara, benzetmelere, eğretilemelere dayanan karanlık ve yavan uzun şiirler, ağır ve dağınık efsaneler, tatsız, kuru, uyaklı tarihsel öyküler, kuyumculuğa gömülmüş gülünç bir şiir çıkmıştı ortaya. Ve bütün bunlar konuşulan dilden yüz yıl eski bir şiir dili ile yazılıyordu. Çünkü zamanın şairleri körü körüne kendilerinden önceki şairlere öykünüyor ve onların zamanaşımna uğramış ölü dillerini kullanıyorlardı. Herkes şiirden nefret eder oldu. Sonunda Fransızcanın şiir dili olmadığı, bu dille büyük şiir yazılamayacağı kararma varıldı. Bilgiçler dört elle sarıldılar bu düşünceye, ve hemen, şiirlerin artık Yunanca ve Latince yazılması gerektiğini ileri sürdüler. Halk şiirine gelince, Villon ve Clement Marot sayesinde varlığını sürdürüyordu. Ama Marot öldü, okulun şairleri de onun gücünü ayakta tutacak solukta değillerdi. İkinci sınıf yazarlar, şaşkın, bir sağa bir sola dönüp önder arıyorlardı. Pleiade Okulu'nun (Klasizm'in) Şiir Anlayışı Pleiade Okulu işte bu duraklama ve çöküş dönemlerinde kurulur. 1549'da şair Du Bellay, Pleiade Okulu'nun ortak bildirisi sayılabilecek, belki de Okul yazarlarınca ortak kaleme alınmış Fransız Dili'nin Savunmasını yayınlar. Birkaç ay sonra da Ronsard'ın, antik yunan ve roma şiirinden esinlenerek yazdığı, özüyle ve biçimiyle antik yunan ve roma şiirini aktardığı, "Pindare'vari Odlar" adlı kitabı çıkar piyasaya. Du Bellay, önce, Fransızca şiir dili değil, bu dille büyük şiir yazılamaz diyenlerin karşısına çıkar, Fransız dilini öğer, sonra da, övdüğü bu dilin sırtına bir kambur kondurup, ona kendinin olmayan yabancı bir elbise giydirir, eğer yüksek şiir isteniyorsa, Antik Yunan ve Roma şiirinin özüyle ve biçimiyle alınması gerektiğini savunur. Du Bellay'nin dolayısıyla Pleiade Okulu'nun dil ve şiir görüşünü şöyle maddeleyebiliriz: Dil, ot ya da ağaç gibi kendiliğinden doğup yeşermez. Ona gücünü, erdemini kazandıran insanların çabalarıdır. Her dil özünde doğurgandır. Meyvelerini vermediyse bunun suçlusu onu yeterince işlemeyenlerdir. Dil yabancı yetkin dillerden yapılan aktarmalar ve dil bilgisi alanında yapılan çalışmalarla zenginleştirilebilir. Yunanlılara ve romalılara öykünmeden dili büyük yazarların görkem ve ışığına kavuşturamayız. Geçmiş Fransız şairlerinin büyük çoğunluğu dişe dokunur, okunmaya değer yapıt veremediler. Onları kemik toplamak için mi okuyacağız. Oysa Yunan ve Roma şairleri etiyle ve kanıyla dile getirdiler her seli. Bu iki temel önerinin yanı sıra Du Bellay şairlere şu iki öğüdü de veriyor: a) Her tür işçiyle, teknik elemanlarla görüşün, kullandıkları malzeme ve teknik araçların isimlerini, işlevlerini öğrenin, tanımlama, betimleme ve benzetmelerinizde bu bilgilerinizin büyük yararını görürsünüz. Du Bellay'dan dört yüz elli yıl sonra, rus şairi Mayakovski "Şiir Nasıl Yazılır?" kitapçığında buna benzer şu öğütte bulunur: "Şairin bir not defteri olmalı. Şair becerisini, ustalığını artırmak, kendini geliştirmek için her gün çalışmalı, şiirsel birikimlerini depo etmeli. İyi bir not defterine sahip olmak ve bundan yararlanmasını bilmek kokuşmuş eski ölçülerle hatasız yazmayı bilmekten daha önemli..." b) Yazılanları hemen yayınlamayıp bir yana koyalım. Ayılar yavrularını nasıl yalaya yalaya büyütürse, biz de yazdıklarımıza, onları yeniden ve yeniden gözden geçirerek, sağlam bir biçim kazandıralım. Fillerden örnek alalım ve dizelerimizi gerekirse üstünde on yıl çalışıp üretelim. Yahya Kemal de bu görüşte. "Açık Deniz" gibi on yıldan bile fazla beklettiği şiirleri var. Devrimci Mayakovski de yazılmış şiirin bekletilmesini önerir, ama elbette ki on yıl değil. "Şiir Nasıl Yazılır?" kitapçığında şunu söyler: "Büyük bir coşkuyla yazdığım ve yazarken de pek beğendiğim şiirlerimi ertesi gün yavan, yeteriyle işlenmemiş ve tek yanlı buldum. Bu nedenle, bir şiiri bitirdiğimde, aradan birkaç gün geçmesi için, bir çekmeceye kor, bekletirim. Sonradan çıkardığımda şiirde gizlenmiş aksaklıkları görmeye başlarım." Du Bellay'in kuramcılığını yaptığı Pleiade Okulu, şair Ronsard'ın dehasıyla amacına ulaşır, Fransız şiirine artık, özüyle ve biçimiyle Antik Yunan ve Antik Roma şiiri egemen olur. Yine de, özellikle dilbilgisi alanında aksayan bazı yanlar vardı. Daha sonra, "sözcük avcısı" şair Malherbe dilbilgisi alanında düzeltme ve düzenlemeler yaptı, "balçık içinde akan ırmağı temizledi, dibindeki altını ortaya çıkardı". Fransız şiiri Klasik Akım adı altında başta Ronsard olmak üzere Pleiade şairlerinin çizdiği yoldan yürüdü. Erdoğan Alkan (Şiir Sanatı, Yön Yay.,1995) 1- Idylle: Genellikle aşk konularını işleyen küçük kır deyişleri, sevda türküleri. Mystere: Orta Çağ tiyatro oyunlanna verilen ad. Dinsel bir konu işlenir, Tanrı, azizler, melekler ve iblisler konunun başlıca kişilikleri dir. Moralite: Orta Çağın manzum oyunu. Kişiler aktörel kuralları, erdemleri savunur. Farce: Fransada XIV üncü yüzyıldan itibaren sahneye konan ko mediler. İçinde şarkılar da yer alır. 5- Fabliau: XII ve XIII. üncü yüzyılların uyaklı halk öyküleri. 6~ Facetie: Güldürülü, sakalı oyun türü. (*) Mellin de Saint-Gelais. (**) Bak: I.D.B.A'nın yayını, (Joachim du Bellay). Paris, Arnaul Angeli-er, 1549. (***) Gülün Romanı'nın yazarı. Rondeau: Akıcı, lirik şiir, biçimi değişmez. Virelai: Dört bağlamlı, eski fransız şiiri. İki uyak üstüne kurulur, her uyak sonraki üç dizenin ardından yinelenir. Epigramme: Bir yergiyle, taşlamayla biten küçük şiir. Elcgie: Eski yunan şiiri, bağlamlar beş ya da altı dizeden oluşur ve şiir genellikle aşk konularını işler. Ode: Bizim Aşıklarımızın yazdıkları gibi, ezgiyle, sazla söylene bilecek her şiire "ode" denir. Zaten kökeni "şarkı" sözcüğünden gelir. Çeşitli bağlamlardan oluşur. Şiirde büyük olaylar, ünlü kişiler ya da bireylerin duygusal yaşamları dile getirilir. 12- Epitre: Çeşitli konularda, dizeler halinde yazılmış mektup. Kutsal kitaplardan, özellikle Havarilerin yazılarından edinilecek dersler. (****) Harflerin, hecelerin yinelenmesiyle bu tür tümceler kurmak o zamanın kötü edebiyat zevklerindendi. Genç yenilikçi Du Bellay bile etkisi altında kalmış. 13- Fransızca'da sözcüklerin başına konan "le", "la" gibi belirleme işaretleri. 14- Onaltmcı yüzyıl Fransasında bazı şairler, bizim halk şairlerimiz gibi mahlas kullanıyorlardı. Du Bellay'in yazısına aldığı "Yoksunlar", "Boynu bükükler" v.b. bazı şairlerin mahlası. (*****) İlginçtir, çoğu tanınmış olmasına rağmen Du Bellay bunların hiçbirinden söz etmiyor. Eğer kitabında yalnız kendi adına konuşsaydı dostları olan bu yazarlardan söz etmesi gerekirdi. 15- Satire: Taşlama, yergi türünden şiirler. 16-Trajedya: Ölçülü ve uyaklı tiyatro oyunları. Konusunu efsanelerden ya da tarihten alır. Ünlü kişilerin başlarından geçen korkunç ya da acıklı olaylar anlatılır. 17- Sonnet: 14 dizeli şiir. İlk iki bağlam dörder dizeden, üçüncü ve dördücü bağlam üçer dizeden oluşur. 18- Odelette: "Ode" türünü tanımlamıştık. Odelette ise küçük "ode"lara verilen isimdir. 19- Alexandrin: XII. yüzyıl fransız şiiri. Ayrıca, on iki heceden oluşan dize. |
SEMBOLİZM NEDİR? NEDEN GEREK DUYULMUŞTUR? Yazımıza öncelikle tarihsel açıdan sembolizme neden gerek duyulduğunu inceleyerek başlayacağız. Birtakım şeyler niçin mecazi ve benzetmeli bir şekilde kullanılmıştır? Buna neden gerek duyulmuştur? Geçmişte insanlar bir fikri izah etmek için birçok yollar denemişler, bu fikrin içeriğini ve anlamını kademeli şekilde insanların anlayışlarına ve olgunluklarına göre birtakım kalıplar içerisine koyup, takdim etmişlerdir. Özellikle ezoterik, gizli tutulması gerekmiş olan birçok bilgiler sembollerle anlatılmıştır. Yani doğrudan doğruya bir fikir, bir bilgi izah edilmemiştir. Sembol, anlatmak istediği fikri, kısa, en kesin ve en belirli şekilde ifade eden bir işarettir. Bir bilgiyi aktarırken, karşımızda eğer farklı seviyelerde kişiler varsa bunlara bazı hakikatleri doğrudan doğruya ifade etmekte zorlanabiliriz. Bazı insanlara bir fikri açıkça, herhangi bir kalıba sokmadan anlatabilirsiniz. Bazı kişilere ise bunu bir benzetme yoluyla anlatmanız gerekir. "Yani nasıl?" gibi bir soruyla karşılaştığınızda, buna benzer bir tabiat olayını anlatarak alegorik tarzda izah etmeniz lazım. İşte orada bazı vakaları sembolik hale getirmiş oluyoruz. İnsanlara kendi idrak seviyelerine ve anlayışlarına göre, aynı bilgiyi her defada vermenin en güzel yolu, onu sembolleştirmektir. Bir tek şekil ortaya koyacaksınız ve o şekil herkes için objektif bir şey olmalıdır. Geçmiş dönemlerden, günümüze kadar kullanılan semboller, mecazlar ve benzetmeler o dönemlerde verilen bir bilginin istismar edilmemesi, insan iradesinin ruhsal çabasının eksilmemesi için kullanılmıştır. Çünkü bir sembolün çözülebilmesi, açılabilmesi kolay olsaydı ya da bazı bilgiler sembollere büründürülmeden gerçek anlamlarıyla verilseydi tekamül bakımından o bilginin taşıdığı yükü, sorumluluğu taşıyamayacak insanların elinde tehlikeli bir duruma girerdi. Bu yüzden hemen hemen 12.000 yıldan beri kullanılan semboller bir çeşit bilgiyi korumuş, ehil olmayan insanlar bundan yararlanamamıştır. Sembolizmin en büyük iki özelliği; bir bilgiyi içermesi ve bir bilgiyi saklamasıdır. Bilginin bu şekilde saklanışı tüm insanlar için ortak bir dil haline gelmektedir. Dünyada tüm dinlerde öyle semboller vardır ki çağlar boyu, insanların evrimlerinde büyük değişiklikler olsa da aynı fikri onlara tekrar verebilmektedir. Böyle bir sadeliği ve böyle bir biraraya getirici özelliği vardır. Pek çok kadim uygarlığın ve günümüz uygarlıklarının mitolojilerini gerçek anlamda incelediğimizde aslında hepsinin sembollerle anlatılmış gerçek bilgiler olduğunu görebiliriz. Tabii ki tüm anlatılanları bire bir anlamadan oradaki sembollerin gerçek anlamlarını çözmeye çalışarak bunu görebiliriz. Aslında tüm mitolojiler yaratılışı, evreni ve insanı konu alan sembolik ifadelerdir. Mitolojilerde geçen ilahlar İdareci Planları ve Evrensel Yasaları ifade eder. Burada konumuz Mu Uygarlığının kullanmış olduğu kadim sembolleri incelemek olduğu için mitoloji konusuna girmeden Mu'nun kullandığı sembollerin ne anlama geldiğini neler ifade etmeye çalıştıklarını inceleyeceğiz. Bu sembolleri inceledikçe günümüz ve kadim uygarlıkların efsanelerinde ve dinlerinde de gördüğümüz ve bildiğimiz ancak özünden farklılaştırılarak kullanılmış pek çok sembol ve ifadenin çıkış yerinin anavatan MU olduğunu göreceğiz. Çünkü, MU Uygarlığı tarafından ideale varmalarına bir araç olarak kabul edilen o zamanki sembollerin, sonradan başka memleketlerde (kolonilerde) hem şekilleri, hem de manaları değişmiş ve Sembol kavramı Mısır'da ortadan kalkarak bunlar İLAH olarak kabul edilmişlerdir. Erken dönem insanlığının dinsel öğretilerinde kullanılan semboller genelde kutsal semboller diye bilinir. Semboller ilk kullanılmaya başlandığı zamanki hedefleri, bireyin zihnini Sonsuz olanın üzerine yoğunlaştırabilmesine olanak sağlamak, bakışını sembol üzerinde sabitleştirmek suretiyle dikkatinin dış seslere veya görüntülere çekilmesinin önüne geçmekti. Sembolün kendisine tapılmayacağı veya ibadet edilmeyeceğini öğretmede çok titizdiler. Eğitimi boyunca erken dönem insana ne kadar kutsal olursa olsun hiçbir sembolün herhangi bir şekilde putlaştırılmayacağı sürekli anımsatılıyordu. O sadece kişinin zihninin etrafta dolaşmasını engellemeye yarayan bir şekildi. Mu dininin bir teolojisi ya da dogmaları yoktu. Her şey en basit, en anlaşılır, en eğitimsiz bir zihnin dahi kavrayabileceği bir dille öğretiliyordu. Teolojiler ve dogmalar dine Anavatanın batışından sonra sızdılar. Kontrol edici tesir ortadan kalkınca dinde çelişkiler de başlamış oldu. Başlangıçta yalnızca üç sembol kullanılmıştı. Bunlar anlaşıldığı zaman bu semboller birleşik hale getirildi ve yeni semboller geldi. Zaman geçtikçe de bunların sayısı gideek arttı ve giderek daha kompleks oldular. Başlangıçtaki üç sembol; Daire, Eşkenar Üçgen ve Kare idi. Şimdi neden bu sembollerin seçilmiş olduklarına bakalım. DAİRE : Güneşin çizimiydi. Tüm sembollerin en kutsalıydı. Sonsuz olanın sembolü olarak kullanılıyordu. O'nun(Tanrının) tüm niteliklerini kapsadığından dolayı da tektanrılığın sembolüydü. Bu sembol için güneşin seçilmesinin nedeni o zamanın insanının görüş açısına giren ve anlayış kapasitesine hitap edebilen en muktedir nesne olmasıydı. Daire ile gösterilmiş olan bu güneş sadece Tektanrılıcılığın sembolüydü ve eskiler tarafından Ra adı altında anılmaktaydı. Bir de doğadaki yani gökteki cismi temsilen kullanılan güneş resimleri mevcuttu. Bu sembol ise bir daireden çıkan 8 ışınla gösteriliyordu. Bu Mu'nun Kraliyet Arması üzerindeki sembolüydü. Ayrıca ışınları olan yükselen güneş çizimi ise Mu'nun koloni İmparatorluğunu simgeleyen bir semboldü. Işınları olmayan ve ufkun üzerinde yarıya kadar yükselmiş güneş resmi ise iki şeyi simgeliyordu. Bir tanesi batan güneşin sembolüydü diğeri ise Mu'nun bir kolonisinin, koloni İmparatorluğuna dönüşmeden önceki sembolüydü. Raya yani güneşe, Yaradan'ın Kendisi olarak değil, yalnızca bir sembol gözüyle bakılıyordu. İbadet edilen Yaradan'dı, sembol ise sadece onu temsil emek üzere kullanılıyordu. Başlangıcı ve sonu belli olmayan daire aynı zamanda ebedi varoluşu, sona ermemeyi ve sonsuzluğu temsil ediyordu. Daha sonraki dönemlerde dairenin birden fazla şeyi temsil etmek için kullanılması nedeniyle Nagalar bu dairenin içine bir nokta eklediler, Uygurlar ise bu dairenin içine küçük bir daire daha eklediler. İnsanlığın erken tarihinde Tek Büyük Sonsuz dışında başka tanrılar yoktu. Tanrılar dinsel seremonilere daha geç tarihte sızdılar. Tanrılar, Dört Büyük Güce (daha sonra inceleyeceğimiz) tanrı isimleri verilmesiyle doğdu. Kadim yazı formlarını ve sembolizmi bilmeyen bilim adamları ve arkeologlar ne yazık ki eskilerin aslında yalnızca sembol olarak değerlendirilen Güneşe taptıkları şeklindeki hatalı görüşlerini yayımlamışlardır. Oysa Güneşe adanan her mabette hedef Tanrı, Tek Varlık ya da O'nun yaratılıştaki eril niteliği olan Kadir-i Mutlak idi. EŞKENAR ÜÇGEN: Eşkenar üçgen ilk insanların dinsel öğretileri için tasarlanan ilk üç sembolden birisidir. Bu tasarım için üç ayrı kara parçasından oluşan ve coğrafi olarak Batı Ülkeleri diye anılan Anavatan'ın coğrafi yapısından esinlenilmişti. Bir tanesi kıtasal boyutlarda, diğer ikisi küçük olan bu kara parçaları birbirlerinden dar boğazlarla, Mısırlıların deyimiyle kanallarla ayrılmıştı. Gelenek ilk önce kıta boyutlarındaki parçanın ortaya çıktığını, diğer iki küçük adanın farklı zaman dilimlerinde onu izlediğini söyler. Üç ayrı zamanı kapsayan bu fenomeni açıklamak için seçilen şekil üçgendi. Üçgen üçleme sembolizmine bağlı olarak Cenneti temsil etmek için de kullanılıyordu. KARE: İlk ve orijinal kutsal semboller üçlüsünün sonuncusu dört kenarlı karedir. Yeri, dünyayı simgeliyordu. Dört köşe de dört ana yönü; Kuzey, Güney, Doğu ve Batı'yı simgeliyordu. Zaman zaman kullandığımız "Dünyanın dört bir köşesi" terimini düşünecek olursak, bunun da bize ilk insandan bu yana gelen kavramlardan biri olduğunu söylemek mümkündür. Churchwardın araştırmalarına göre; bütün bu kutsal sembolleri Güney Denizi Adalarındaki harabelerin taşları üzerine kazınmış olarak ve ayrıca Yukatan, Uxmal'daki Kutsal Sırlar Mabedi'nin duvarları üzerinde görülebilir. YARATICININ İKİLİ PRENSİBİ: Bu kadim kavramların en ilgi çekicilerinden birisidir. Üreme eylemi için erkek ve dişinin gerektiği öngörüsünden kaynaklanmıştır; dolayısıyla bu da Yaratıcıyı iki prensipli yapıyordu. Eril prensip güneşle, dişil prensip ayla simgelendi. Deyim yerindeyse farklı yönleri ifade etmek için sembollerin tasarlanması bu şekilde başlamıştı. Önce ikili kapasiteyi ifade etmek için bir sembol düzenlendi; Lahun denilen bu sembolün çevirisi "birdeki iki, ikideki bir"dir ve "her şey birin içindedir ve bir hepsidir" şeklinde genişletilebilir. Lahun glifi, ortasından bir çizgi çizilmiş bir dairedir. Eskiler için yanyana iki mabet inşa etmek olağandı. Bunlardan büyük olanı eril prensip olarak Güneşe ve küçük olanı da dişi olan Ay'a adanırdı. Mısırlılara, Ayın Yaratıcı'nın dişil niteliğini simgelemesi yetmediği için ayı simgeleyenbir sembol tasarlanmış ve buna İsis adını vermişlerdi; böylece ortaya bir sembolü simgeleyen bir sembol çıkmıştı. YARATICININ SEMBOLLERİ : Yaratılış eskilerin en temel konularından birisiydi. Yaratma kuvvetine Kadir-i Mutlak'ın niteliklerinden birisi olarak bakılıyordu. Eskilerin bu niteliği simgeleyen sayısız konvansiyonel tasvirleri vardı. Bunlardan en popüler olanı yılan sembolüydü. Yılan sembolü ile Yaratıcı'yı ve Yaratılış'ı simgelemekteydiler. Bu nedenle tüm kadim metinlerde bu sembolü görmek mümkündür. Kadim yontularda ve literatürde bu yılanların çok çeşitli tasarımlarını görmek mümkün. Bu yılanlardan ikisi özellikle belirgindir. Bunlardan birisi Anavatanda Naga diye isimlendirilen kobradır. Bunun yedi başı vardı. Bu sayı yaratılışın yedi aşaması, yedi mantal alan v.s gibi kavramları karşılar. Yedi başlı yılan Mu'da vücuda gelmiş ve Naga adını almıştı. Mu'da bu sembolü kullanan kişiler de aynı isimle Nagalar diye anılıyordu. Diğer yılan ise Quetzacoatl denilen tüylü yılandı. Derisi pul yerine tüylerle kaplıydı. Halen Yukatan ve Orta Amerika'nın balta girmemiş ormanlarında ve bataklıklarda görülebilir, fakat çok enderdir. J. Churchward keşif gezileri sırasında bu yılana bir kere rasladığını belirtmiştir. Yeryüzünde bilinen en zehirli yılan türüdür. Mu'da yaşayan ve Yaradan'ın sembolü olarak bu yılanı seçen kabilelerden birisi, tıpkı Nagalar gibi kendilerin onun ismiyle Quetzallar diye anıyorlardı. Bu iki yılana da Yaratıcı Kuvvetlerin Kutsal sembolleri olarak, büyük bir saygıyla yaklaşılıyordu. Yerleri güneşin yani semboller içinde en kutsal olanın yanıydı. |
Edebiyat Akımları - Coşumculuk (Romantizm) Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi & MsXLabs Romantizm - Coşumculuk 19. yüzyılın ilk yarısında klasisizme tepki olarak doğan sanat akımı, romantizm. İngiltere'de Wordsworth, Coleridge, Lord Byron, Shelley, Keats, Burns, Blake, W. Scott, Percy; Almanya'da Goethe, Schiller, Heine gibi sanatçılarla başlamış, Mme de Stael'in "Almanya Üzerine" (1810) adlı yapıtıyla Fransa'da da tanınarak yaygınlaşmıştır. Chateaubriand, Lamartine, Hugo, Musset, Vigny, G. Sand, C. Nodier gibi sanatçılar akımın Fransız, Leopardi ve Manzoni İtalyan, Puşkin ise Rus edebiyatındaki temsilcileridir. Romantik (romantique) sözcüğünü ise ilk Jean Jacques Rousseau kullanmıştır. Romantik edebiyatta klasik edebiyatın kuralları ve biçimleri bırakılmıştır. Tek örnek olan Yunan-Lâtin yapıtları yerine ulusal kaynaklara dönülmüş, mitologya konuları yerine de Orta Çağ ve Hristiyanlık efsaneleri ile tarihten ya da günlük yaşayıştan yararlanılmıştır. Duygular, düşler, içgüdüler, tutkular öne alınmıştır. Sanatçı kendi kişiliğini, gizlemeden, içtenlikle ortaya koymuş, duygu ve tutkuları ayrıntılarıyla işlemiştir. Toplumdaki aksaklıkların gösterilmesi amaçlanmış, kişiler çevreleri içinde betimlenmiştir. Doğa güzelliklerine yönelinmiştir. Lirik şiire önem verilmiş, epik şiir de yeniden önem kazanmıştır. Gezi ve anı türü, dram, roman gelişmiş, deneme türü zenginleşmiştir. İnsanın iç dünyası doğaya koşut olarak betimlenmiş, birey psikolojisine önem verilmiştir. Dil ve anlatımda kurallara bağlı kalınmayarak özgür anlatım yeğlenmiştir. Ayrıca güzel-çirkin, iyi-kötü gibi karşıtlıklardan yararlanılmıştır. Coşumculuk anlayışı mimarî ve heykel alanında çeşitli ülkelerde değişik anlamda yapıtlar vermiştir. Örneğin Alman ve Fransız coşumculuk akımları birbirlerinden farklı bir coşumcu anlayış göstermiştir. Fransız çoşumculuğu Géricault ve Delacroix ile şiiri, edebî konuları ve doğu egzotizmini, savaş sahnelerini büyük fırça darbeleriyle ve renkli bir paletle anlatım yoluna gittiği hâlde, Alman coşumcu ressamları Caspar David Friedrich ve Phillippe Otto Runge ile kuzey ülkelerinin ve kıyılarının, insanı düşlere sürükleyen havasını vermeye çalışmıştır. Alman coşumculuğu karanlık peyzaja resimde yer verdiği gibi, kilise havasını da peyzaja sokmuştur. Alman coşumculuğu tümüyle renksiz olup form azlığına ve konunun sadeliğine önem vermiştir; insanı sıkan bir havası vardır. Fransız coşumculuğu renkli olup klasik ölçüleri ve temaları resimden atmıştır. İngiliz resminde coşumculuğun başlıca temsilcileri, doğaya şiirsel bir coşkuyla yaklaşan Constable ile Turner'dir. Müzik sanatında coşumculuk, 18. yüzyılın sonunda toplumsal alandaki devrimlerin müziği etkilemesiyle başlar. Coşumculuğu Beethoven'dan (1770-1827) sonra başlamış görenler de vardır. Buna karşın birçok tarihçi Beethoven'ı ilk coşumcu besteci olarak görür ve onu, müziği özgürlüğe kavuşturan kişi olarak tanır. Tüm bunlar, hem yanıltıcı hem de dar görüşlerdir. Coşumculuğun başladığı ve bittiği tarihler kesin olarak söylenemez. Bununla birlikte 18. yüzyılın sonlarının, coşumculuğun başlangıcı olduğu söylenebilir. Müzikte coşumculuk daha serbest ve zengin anlatımlı, daha duygusal bir akımdır. Klasik yoldan ayrılan en önemli müzik ekolüdür. Lirik fakat duygusallıkta çoğu kez gösterişe ve aşırılığa kaçan bir yönü vardır.Bütün bir 19. yüzyılı kapsayan bu akımın Fransa'da gerçek ve tek temsilcisi Hector Berlioz'dur. Almanya'da Weber, Schubert, Schumann ve Richard Wagner'den Richard Strauss'a kadar uzanan bir kuşak, Polonya'da Chopin, Macaristan'da Liszt, İtalya'da Verdi, coşumculuğun başarılı temsilcileridir. |
Saat: 05:22 |
©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık