MsXLabs

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Felsefe (https://www.msxlabs.org/forum/felsefe/)
-   -   Hukuk Felsefesi (https://www.msxlabs.org/forum/felsefe/80013-hukuk-felsefesi.html)

KENCISii 20 Kasım 2007 10:25

Hukuk Felsefesi
 
1 ek

hukuk felsefesi

Alıntıdaki Ek 62827

insanların toplum içinde bir arada yaşamalarıyla oluşan ilişkilerin dayandığı ya da dayanması gerektiği temelleri karşılıklı haklar ve yükümlülükler açısından ele alan felsefe dalı. Pozitif hukukun bittiği yerde başlayan ve hukuk kavramından yola çıkan hukuk felsefesi, hukuk biliminin temelini ve ana kavramlarını ele alır.

Hukuk felsefesinin temel kavramı olan “hak”, bireylerin birbirleriyle ve devletle ilişkilerini düzenleyen hukuk sistemlerinin özünü belirler. Bu ilişkilere farklı açılardan bakılması ve farklı değerlendirmeler yapılması sonucunda çeşitli hukuk felsefesi görüşleri gelişmiştir. Örneğin, birey ile hukuk ilişkisinde bireye ağırlık veren görüşlerin en ucunda hiçbir hukuksal düzenleme tanımayan anarşizm, hukuka ağırlık veren görüşlerin en ucunda da bireyin geçerli hukuk düzenine mutlak boyun eğişini öngören totaliterlik vardır. Bu iki uç arasında, bireyin hukuk karşısındaki durumunu “özgürlük”, hukukun birey üzerindeki yetkesini de “ödev” kavramı açısından sınırlandırmaya yönelik görüşler yer alır. Bu dengeleme çabaları, günümüzde, her insanın sahip olması gerektiği düşünülen ve hukuk devleti ilkesinin temel bir öğesini oluşturan “insan haklan” kavramını doğurmuştur.

Hukuk felsefesinin tarihi “Adil bir hukuk sistemi nasıl olmalıdır?” sorusuna verilen yanıtların tarihi olarak görülebilir. Bu açıdan bakıldığında, hukuk felsefesinin temel kavramları arasında yer alan hukuk ve adalet kavramları üzerine her devirde düşünüldüğü ortaya çıkar.

Eski Yunan’da ilk dönemlerde egemen olan kozmoloji görüşlerinin yerini zamanla topluma ve insana ilişkin kavramların almasında sofistlerin ve Sokrates’in etkisi büyüktür. Pozitif hukuk açısından adil olan bir şeyin ya da bir durumun doğal hukuk açısından da adil olup olmadığı sorununu ilk kez sofistler tartıştılar. Sokrates ise, tek kişiden yola çıkıp toplumsal bir kurum olarak adaletin ne olduğu sorusu üzerinde durdu. Öğrencisi Platon ve onun ardından da Aristoteles, aynı geleneği sürdürerek, kişi ile devlet ilişkisine ağırlık verdiler ve bu ilişkilerin çerçevesi içinde vatandaş hakları açısından adaletin ne olduğunu araştırdılar. Her ikisi de devletin temel işlevinin adaleti sağlamak olduğunu vurguladı. Bu tür bir felsefe görüşünün temelinde yatan kent- devletinin (polis) zamanla kendine yeterli olmaktan çıkması ve Büyük İskender’in geniş bir imparatorluk kurmasıyla, insanların daha geniş bir dünya görüşü edinmesini sağlayan felsefe sistemleri ortaya çıktı. Böylece, evrensel bir imparatorluğun vatandaşı olan insanların haklan ve bu bağlam içinde adalet kavramı tartışılmaya başladı. Bu görüşün başlıca temsilcileri stoacılar ve Epikurosçular oldu. Doğaya uygun yaşamayı öneren stoacılar bu görüşün sonucu olarak dünya vatandaşhğı kavramını getirdiler. Böylece dar sınırlan olan bir devlet egemenliğine son verdiler. Epiktetos ve daha sonra Marcus Aurelius da bu görüşü savundular. Epikurosçular ise yarar ilkesinden yola çıkarak hukukun temeline bu ilkeyi koydular. Bir anlamda bu görüş sözleşme düşüncesinin ilk örneği olarak görülebilir.

Hem stoacılardan, hem Epikurosçulardan bazı görüşler alan Cicero, De republica (Cumhuriyet Üzerine), De legibus (Yasalar Üzerine) ve De officiis (Ödevler Üzerine) adlı temel yapıtlarında yeni bir hukuk felsefesi ortaya koydu. Cumhuriyetin eski kurumlarınm askeri diktatörler tarafından yıkıldığı bir siyasal kargaşa döneminde yaşayan Cicero res publica'yı insan yaşamını daha iyi bir hale getirmek amacıyla yasalarla düzenlenmiş bir birlik olarak tanımlıyordu. lus naturale (doğal hukuk), ius gentium (bütün kavimler [ülkeler] için geçerli hukuk) ve ius çivile (medeni hukuk) ayrımını yapıyor ve devletin de doğanın bir ürünü olması nedeniyle bu üç hukuk türünün birbirine karşıt olmadığını belirtiyordu.

Ortaçağda Hıristiyanlığın etkisiyle insan yaşamının her alanına egemen olan omnia potestas a Deo (Her güç Tanrı’dan gelir) ilkesi hukuk kavramını da etkiledi. Bu dönemin en önemli temsilcisi sayılan Aquino’lu Aziz Tommaso’nun görüşleri, klasik anlayış ile dinsel tabular arasında orta bir yol bulma çabasını yansıtır. Tommaso bu bağlamda üç tür yasadan söz eder:
  1. Lex aeterna (ebedi yasa) insanın kavrayamadığı ve dünyayı yöneten ilahi usun kendisidir;
  2. lex naturalis (doğa yasası) us yoluyla doğrudan bilinebilen yasadır;
  3. lex kumana (insani yasa) insanın doğal hukukun kurallarına uygun olarak kendisi için koyduğu yasadır.
Tommaso bu üç tür yasa arasında bir çelişkinin ortaya çıkması durumunda önceliği lex humana’ya verir.
Hukuk felsefesi tarihi içinde, Eski Yunan’da vatandaşlık hakkı olarak ortaya çıkan hak anlayışının giderek insanı ön plana çıkaran bir konuma ulaşması ve insan hakkı olarak vurgulanması Felemenkli hukuk bilgini Hugo Grotius’un (1583-1645) doğal hukuk kuramıyla oldu. Kilise otoritesinin çökmesi, hükümdarların bağlı oldukları dinsel odakların giderek zayıflaması, Grotius’un ortaçağ öncesi doğal hukuk anlayışına dönmesinin başlıca nedenidir. Grotius’un görüşlerini daha ileriye götüren Hobbes, Locke ve Rousseau insanın doğal durumundan ve doğal haklarından yola çıkarak sahip olmaları gereken insan hakları için en uygun koşulları tartıştılar. Bu filozofların birleştiği ortak nokta, insanların kendilerini yönetme hakkını bir kişiye ya da bir gruba ancak kendi yaptıkları bir sözleşmeyle devredebilecekleri görüşüdür. Hobbes sözleşme öncesi ve sonrası doğal haklara öncelik verirken, Locke ağırlığı mülkiyet hakkının tanınmasına, Rousseau da temel hak ve özgürlüklerin korunmasına verir.

Özgürlük sorununun ortaya atılmasıyla, toplumsal özgürlüklerin yanında kişisel özgürlükler de tartışılmaya başladı. Kant, çağdaş hukuk felsefesinde işlenen en önemli kavramlardan olan “kişi” kavramını ilk kez ortaya atan düşünürdür. Geliştirdiği ahlak felsefesinden yola çıkarak tek insanın kendi içinde özgürlük olanağı taşıyan bir varlık olduğunu belirtir. “İnsanlık” ile “tek insan” ilişkisinden “kişi” kavramını elde eden Kant, kişiyi “hak ve ödev sahibi varlık” olarak tanımlar. Buna göre kişi, bütün insanlığı kapsayan ödevlere uygun eylemlerde bulunmakla özgür ve dolayısıyla da ahlaklı olur; bundan da sahip olduğu haklar doğar. Kişi hakları ve temel özgürlük gibi kavramlar, Kant’ı “dünya vatandaşlığı” ve “ebedi barış” gibi hukuk felsefesinin önemli bazı başka kavramlarını da ele almaya yöneltti.

Kant’ı eleştirerek yola çıkan Hegel ise, tek insanın, volksgeisfin (halk tini) oluşmuş biçimine uygun davranarak özgür olabileceğini savundu. Bu, Hegel’e göre hukukun da temelini oluşturuyordu. Grundlinien der Philosophie des Rechts'in (1821; Hukuk Felsefesinin Anahatları) özellikle birinci bölümünde soyut ve evrensel yasa ile hakları ele alan Hegel mülkiyet, kişilik ve sözleşme kavramlarını irdeleyerek devletin sivil topluma üstün olduğu sonucuna vardı. Bu görüşün eleştirisinden hareket ederek bireysel özgürlük ile devlet arasındaki çelişki üzerinde duran Marx, bir noktada Kant’a yaklaşarak tek tek devletlerin olmadığı ve emeğin özgürleştiği bir dünya toplumu görüşünü savundu.

Yüklendiği ağır mirasın izlerini taşıyan çağdaş hukuk felsefesi, insanın insan olmakla sahip olduğu “insan hakları”, bir toplumun üyesi olmakla sahip olduğu “birey hakları” ve her türlü toplumsal kurumun üzerinde bir kişi olmakla sahip olduğu “kişi hakları” arasında kendine özgü bir model oluşturmuştur. Örneğin son yıllarda kişinin kendi varlığı üzerinde tasarruf hakkına ağırlık verenler ile devletin kişinin sağlığını denetleme görevini öne çıkaranlar arasında tartışılan “ölüm hakkı” sorunu, hukuk felsefesi açısından da önemli bir konu sayılmaktadır.

kaynak: Ana Britannica
BAKINIZ Hukuk Nedir?


RivaN 13 Eylül 2009 13:20

FELSEFE HUKUKU
 

Devlet Hukuk ve Siyaset Felsefesi

SİYASET FELSEFESİ


Siyasetin problemlerini siyasi sistemleri, siyasal hayvanlar olarak tanımlanan insanların belli bir siyasi sistem içindeki davranışlarını felsefeye özgü yöntemlerle ele alan felsefe dalı, daha çok normatif bir nitelik arzeden kavramsal araştırma türü; felsefenin, siyasi yaşamı konu alan, özellikle de devletin özü, kaynağı ve değerini araştıran dalı.

Siyaset felsefesinin ele aldığı belli başlı konular şunlardır:
  • İnsanın gelişme süreci içinde, yönetimin ya da devletin kaynağı, doğası, amacı ve önemi.
  • Varolan, varolmuş olan devletlerin sınıflanması ve bu devletlerin oluşumunda etkili olan felsefe ya da görüşlerin incelenmesi.
  • İdeal düzen arayışları.
  • Ütopyaların yapısı ve bunların gerçekleşme şansları.
  • Bireyle devlet, itaat etmeyle özgürlük arasındaki ilişki, baskı, sansür ve yönetimin gücü.
  • Adalet, eşitlik, özgürlük, haklat ve mülkiyet gibi temel kavramların analizi.
Eski Yunan’da doğmuş olan siyaset felsefesi, günümüzde siyasi otoritenin gücünü, doğasını ve kaynağını, siyasi otoriteyle birey arasındaki ilişkileri ele alır. Siyasi kurumların ve bu arada devletle birey arasındaki ilişkilerin nasıl geliştirilebileceği konusunu inceleyen siyaset felsefesi günümüzde daha çok ‘demokrasi’ kavramı üzerinde durur. Başka bir deyişle, demokrasi problemini sivil toplum-devlet kavram çiftiyle, özgürlük ve eşitlik ideallerinin oluşturduğu temel üzerinde ele alan siyaset felsefesinin temel problemi, kamusal gücün, siyasal iktidarın, insan yaşamının niteliğini korumak ve geliştirmek için nasıl kullanılması ve ne ölçüde sınırlanması gerektiği problemidir.

Siyaset felsefesinin uzun tarihi içinde, Platon, Aristoteles, Cicero, Aziz Augustinus, Aquinalı Thomas, Dante, Machiavelli, Spinoza, Locke, Burke, Rousseau, Mill, Bentham,Tocqueville, Saint-Simon, Comte, Hegel, Marx ve Engels gibi düşünürlerin önemli katkılarından söz edilebilir. Buna karşın, 20. yüzyılda siyaset felsefesi alanındaki katkılar, sırasıyla siyasi pragmatizm, dini ve varoluşçu yaklaşım ve nihayet devrimci yaklaşım diye, kabaca üç başlık ya da yaklaşım altında toplanabilir.

1- Dewey, Russell ve Popper gibi düşünürler tarafından temsil edilen Siyasi pragmatizm, toplumun halihazırdaki yapısını ve kapitalizmi eleştirmekle birlikte, düşüncelerini söz konusu yapının oluşturduğu genel çerçeve içinde ifade eder ve siyaset alanındaki amacın, insan kişiliğinin geliştirilmesiyle yaşam düzeyinin en yüksek noktaya çıkartılması olduğunu savunur. Örneğin, siyaset felsefesinde aristokratik bir bireyciliğin savunuculuğunu yapan Russell, hoşgörü, cinsel özgürlük ve sağduyunun yanında olurken, materyalizme, bürokrasi ve savaşa şiddetle karşı çıkmıştır.

2- Dini ve varoluşçu yaklaşım, insanlığın topyekün bir yıkıma doğru gittiğini savunurken, zaman zaman dini ya da yarı dini değerleri, zaman zaman da bireyin bizzat kendisini ön plana çıkartmıştır.

3- Lenin, Gramsci, Marcuse, Lukacs gibi düşünürlerin temsil ettiği yaklaşım ise, bireyin nihai bir özgürlük ve mutluluk haline ulaşabilmesi için, kapitalizmin ve burjuva devletinin, şiddet veya demokratik yollarla yıkılmasını öngörür.

DEVLET FELSEFESİ


Siyaset felsefesinin bir dalını meydana getiren ve toplumsal yaşamla devletin doğuşunu, doğasını ve anlamını araştıran, insanlarla insanların içinde yer aldıkları siyasi örgütlenmeler arasındaki ilişkileri inceleyen felsefe dalı.

Devlet felsefesi tarihinde, devlet şu şekillerde anlaşılmıştır:
1- Doğal bir kurum veya organizma olarak. Bu yaklaşımın klasik temsilcisi Platon’dur. O, devleti büyük ölçekli bir insan ya da organizma, bireyin bir devamı olarak görür ve bu durumun bir sonucu olarak da, sırasıyla akıl, can ve iştihadan oluşan üç parçalı ruh anlayışını aynen devlete yansıtır. Buna göre, o devletin temelini insan doğasında bulmaktadır.

2- Devletin, yönetimde bulunanlardan ayrı olan, fakat yöneticilerin karar ve ehliyetleriyle gelişmesine katkıda bulundukları bir kurumlar ve hizmetler sistemi olduğunu dile getiren Aristotelesçi devlet anlayışı.
Bu çerçeve içinde, Aristoteles’te, devletin asıl amacı, yurttaşların maddi bakımdan refaha ulaşmaları, ama daha çok ahlâki bakımdan gelişmeleri ve olgunlaşmalarıdır. Devlet, bu amaç için vardır. Yani, ona göre, devlet yönetimleri kendi başlarına iyi ya da kötü değildir, ancak söz konusu amacı gerçekleştirebilmesine göre, iyi ya da kötü devlet vardır.

3- Yapma bir varlık ve araç olarak devlet. Klasik temsilciğini Rousseau, Hobbes ve Locke’un yaptığı bu anlayışa göre, insan mutlak bir özgürlük durumu içinde varolamaz.
Mutlak bir özgürlük durumunda, insanı dışarıdan belirleyen ve sınırlayan hiçbir güç olamayacağından, her insan neyin iyi olduğuna kendisi karar verir ve kendi çıkarlarını hayata geçirmeye çalışır. Bu ise, tam bir çıkar çatışmasına, hatta insanlar arasında bir savaşa yol açar. Fakat böyle bir durum, tüm insanlara zarar vereceğinden, insanlar bir araya gelerek, aralarında bir sözleşme yaparlar. İnsanlar toplum sözleşmesi adı verilen bir uzlaşma ve anlaşmaya dayanarak, ortak iradelerini temsil edecek bir gücü, kendileri için hakem ve yönetici olarak tayin ederler.
Buradan da anlaşılacağı gibi, söz konusu anlayışta devletin doğal bir temeli yoktur. Bu yaklaşımda devlet, insanları birbirlerine karşı koruyacak ve kendilerini geliştirmelerine imkan verecek bir araç olarak ortaya çıkar.

4- Devleti, kendi irade, ehliyet, yeteneği, ve amaçları olup, bir üniversiteye benzetilebilecek cisimleşmiş bir kişi, dünyadaki ilahi düşünce, milli bir ruh olarak gören Hegelci devlet anlayışı. Devletin içeriğini milli ruhun meydana getirdiğini öne süren Hegel ‘e göre, milli ruh, din, hukuk, bilim, sanat, sanayi gibi türlü özel alanlara ayrılır.

5- Devletin, devleti kontrol edenlerin, gücü elinde bulunduranların çıkar ve tercihlerinden hareketle politikalar üreten bir tür yönetim makinesi olduğunu, toplumdaki egemen sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini dile getiren Marksist devlet görüşü. Söz konusu anlayışa göre, devlet sınıflara bölünmüş olan topluma sıkı sıkıya bağlıdır. Bu çerçeve içinde devlet, sosyal mücadeleyi, sınıf savaşını yavaşlatan, ona engel olan, ekonomik bakımdan üstün durumda olan, üretim araçlarına sahip bulunan sınıfın baskı aracıdır.



Saat: 09:52

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık