Psikoloji ile ilgili Makaleler DEPRESYONDASINIZ…Peki Bu Sıkıntılı Ruh Halinden Nasıl Kurtulabilirsiniz ? Yaşamakta olduğunuz bu mutsuzluğa karamsarlıkla bakıp “umutsuz, çaresiz “ olarak görüyor olabilir ya da depresyon belirtilerini yok sayıp ve ya görmezden gelmeye çalışarak onlara bir kılıf uydurmak istiyor olabilirsiniz. Ancak bu iki yol da sizi depresyondan kurtarmak için yeşil ışık yakmaz. Oysa ki depresyonu dürüstçe kabul edip, onu göğüslemeye karar verdiğinizde yaşanılan sıkıntılar, olumlu sonuçlara doğru şekil almaya başlayabilir. Peki, sıkıntıdan kurtulmaya nereden başlamalıyız, en önemli soru bu…
Psikolog Esin AŞKIN BAKINIZ Psikiyatri ve Psikoloji Arasındaki Farklar Psikoloji Psikiyatri (Ruh Hekimliği) Nedir? Psikoloji ve Psikiyatri ile ilgili Haberler Psikoterapi Çeşitleri Hipnoterapi Hipnoz ve Hipnoz Yöntemleri |
ÇOCUK , ERGEN VE MEDYATelevizyon , video , bilgisayar gibi iletişim araçlarının çocuk ve ergenler üzerindeki etkileri , yıllardır psikologların ve diğer disiplinlerdeki pek çok bilim adamının ilgisini çeken bir konu olmuştur. TELEVİZYON Televizyon ; bilgi verme , ürün tanıtma , eğlendirme gibi işlevleri olan önemli bir kitle iletişim aracıdır. Televizyon hemen her evde bulunması ve kolay ulaşılabilir bir araç olması nedeniyle , çocuklar tarafından çok erken yaşlarda kullanılmaya başlanan bir araçtır. Türkiye’de çocukların , ortalama 4 saat televizyon izlediklerini söyleyen araştırma bulguları mevcuttur.çocukların bu kadar yoğun bir şekilde maruz kaldıkları ve onlara oldukça açık ve net mesajlar sunan televizyonun birçok alandaki etkileri ile ilgili çalışmalar yapılmıştır.Televizyon ve saldırgan davranışlar arasındaki ilişki Çocuklar , televizyonda şiddeti bir yol olarak öğrendiklerinde ve bunun geçerli ve kabul edilebilir olduğunu düşündüklerinde , bu tür davranışlara yönelme riskleri çok daha fazla olmaktadır. Bu sebeple çocuğu yaşamda karşılaşacağı ve izleyeceği şiddet olgularını olası olumsuz etkilerinden korumak ailenin ve toplumun sorumluluğundadır. Televizyon ile zihinsel değişim-dil gelişimi arasındaki ilişki Çocukların yaşlarına uygun ve özel hazırlanmış televizyon programlarını izledikleri ve televizyona ayırdıkları sürenin diğer faaliyetlerini engellemediği durumlarda çocukların zihinsel gelişimleri üzerinde olumlu etkilerinin olabildiği açıktır. Özellikle okul öncesi dönem için hazırlanmış özel programların , çocuklara büyük katkıları olduğu bilinmektedir. Bu amaçla hazırlanmış programları izleyen çocukların izlemeyen çocuklara göre daha fazla sıfat , eylem ve isim bilgisine sahip oldukları görülmektedir. Televizyon ile Sosyal Roller ve Cinsiyet Rolleri Arasındaki İlişki Bir çocuğun bir şeyi öğrenmesi için omu görmesi , model alması yeterli olmaktadır. Çocuk televizyondaki karakterin davranışını gözlemlediği taktirde , benzer bir durumda , gördüğü davranışa benzer bir davranış ortaya koyar. Böylece çocuk televizyonda farklı durumları izleyerek yeni öğrenmeler gerçekleştirebilirler. Bu bilgilerden hareketle televizyonun , çocuklara sunduğu kadın ve erkek modelleriyle çocuklar için birer örnek olduğu görülmektedir. Televizyonun Çocuk ve Ergenler Üzerindeki Genel Etkisi Çocuklar ve ergenler , zihinsel süreçlerindeki özelliklerinden dolayı izlediklerini yetişkinler gibi algılayamamakta ve bu nedenle yetişkinden farklı bir biçimde etkilenmektedirler. Yetişkinlerin çoğu televizyonu eğlenmek amacıyla izlerken , çocuklar ise eğlendirici buldukları televizyonu , dünyayı tanımak ve anlamak için izlemektedirler. Çocuklar , kurmaca ve gerçek arasındaki farkı çoğu kez yetişkinler kadar kolay bir biçimde algılayamamaktadırlar. Bir çok açıdan çocuklar televizyon karşısında yetişkinlere oranla daha korunmasız durumdadırlar. Olaya bu açıdan bakıldığında zararlı çıkanlar ”çocuklar” gibi görünmektedir. Çocukların Televizyondan Olumsuz Etkilenimlerini En Aza İndirebilmek İçin Ailelere Düşen Görevler
Doğru kullanıldığında birçok bilgiye kolaylıkla ulaşmayı sağlayan internet , özellikle gençler arasında son yıllarda giderek rağbet görmektedir. İnternetin kimi özellikleri onu çekici kılmaktadır.
Uzman Psk. Özgür Kızıldağ |
OKS VE ÖSS SINAVLARINA HAZIRLANAN ÖĞRENCİLERDE |
Agresif ve Öfkeli Çocuklarla YaşamakDikkat edilecek ilk nokta, öfke patlamaları olan çocuğun içinde bulunduğu ev ortamının nasıl olduğudur. Anne ve babanın sorunları saldırgan bir şekilde ele aldıkları bir ortamda onun da bu yolu öğrenmesi kaçınılmazdır. Böyle bir durumda anne ve babanın bireysel tutumları üzerinde yoğunlaşması gerekir. Bunun yanı sıra, hayatında son dönemlerde oluşan; yakın bulduğu birinin ölümü, kardeşin olması, taşınma vs. gibi bir takım değişikliklerde çocuğun agresif davranışlarını arttırabilir. Bu noktaların üzerinde durduktan sonra, bazı çocukların da yukarıda saydığımız temel sebepler olmaksızın diğerlerine göre olaylara ani tepkiler verebildiğini görmekteyiz. Saldırgan ve agresif tepkiler aile içinde zaman zaman kabul edilse de okul yaşantısıyla beraber sorunlar oluşturmaya başlar. Öncelikle sınıfta etiketlenen çocuk zamanla okulda da kötü bir ün sahibi olur. Arkadaşları tarafından dışlanan, öğretmenleri tarafından yaka silkinen çocuk da bir süre sonra bu durumla başa çıkmak için değişik davranışlar geliştirir; genellikle ya okula ilgisini kaybedip buradan soğur ya da okulun kabadayısı haline gelir. Bu noktadan sonra değişim daha zor olacağından baştan bazı önlemler almak gereklidir. Anne ve babalar, öfke kontrolünde sorun yaşayan çocuklarını yetiştirirken bazı noktalara dikkat etmelidir. İlk olarak, öfke kontrolü zayıf olan çocuklarla yaşarken etkili disiplin yöntemlerini uygulamak gerekir. Bu çocukların, yaşamındaki kurallar anne ve baba tarafından ortak bir şekilde, net olarak koyulmalı ve tutarlı bir şekilde takip edilmelidir. Onun bir birey olduğunu hissettirirken yaşamı konusunda sınırları olacağını hissetmelidir. Disiplini ev içinde sağlamaya çalışırken onlara aynı kuralları defalarca hatırlatmak veya bağırmak yerine etkili iletişim yolları kurmak gerekir. Özellikle bu tip çocuklarda yerine getirmesi gereken herhangi bir sorumluluğu veya uyması gereken bir kuralı “bozuk bir plak” gibi söylemek, yalvaran veya kızgın bir ses tonu ile konuşmak değil, sakin, kısa cümlelerle göz kontağı kurularak anlatılmalıdır. Bu yöntemler temel alınarak uygulansa da bazı çocuklara aşağıda okuyacağınız gibi daha farklı yollar uygulamak gereklidir.
Klinik Psikolog Merve Soysal |
Şiddetli ÇığlıkŞiddet olaylarının artması üzerine, yetkili yetkisiz herkes konu üzerinde yorumlar yapıp kendilerince çözümler önermektedir. Dikkat edilirse, yapılan konuşmalar genellikle tek yönlü, sadece içi boş çerçeve niteliğinde ve yüzeyseldir. Bir sorunu incelerken çok boyutlu bakmayı öğrenmek kaçınılmaz görünmektedir. Aslına bakılırsa, şiddet hiç birimiz için sürpriz olmaması gereken bir sorundur. Bu kültür ve coğrafyada yaşayan bizler için şiddet, her gün ve her an yaşanabilen ve son derece kanıksanmış bir olgu gibidir. Şiddetten gelen çığlığı çoğu zaman duymayız. Duymadığımız için de anlamak ve yorumlamak derdimiz olmaz. Bir de bize dokunmayan yılanla aramızda sorun olmadığı için şiddet rüzgarlarından etkilenmeyiz çoğu zaman. Şiddetin bireysel ve toplumsal boyutları olduğu gibi, psikolojik, sosyolojik ve kültürel yönlerden incelenmesi gerektiği ortadadır. Okuldaki şiddetin daha çok ergenlik dönemindeki bireyler arasında olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlamda ergenlik döneminin özelliklerini yakından bilmek gerekmektedir. Ergenlik dönemi, çocuklukla yetişkinlik arasındaki geçiş dönemini kapsamakta olup, yaklaşık 11-12 yaşlarında başlamakta ve 20’li yaşlarda tamamlanmaktadır. Her ne kadar belirli yaş diliminden söz edilse bile, ergenlik döneminin aslında karakteristik özellikleri itibariyle ileriki yaşlarda da sürebileceği ifade edilmektedir. Hatta çeşitli uzmanlar toplumumuzu “ergen toplum” olarak isimlendirmektedirler. Ergenlik döneminde aşırı derecede duygusallık egemendir. Buna paralel olarak sıklıkla, can sıkıntısı, alınganlık, öfke patlamaları, inatçılık, ilgi dağınıklığı görülür. Ayrıca bu dönemde kişi, her şeyi eleştirme ve beğenmeme eğilimindedir; bir yandan da hayatı, çevresinı ve kendini sürekli olarak sorgulamaya başlamıştır. Genel olarak ifade etmek gerekirse, bu dönemde kimlik arayışı yaşanır. Bir ergen için temel soru “Ben kimim?” şeklinde ifade edilir. Bu dönemde arkadaşlık ilişkileri de duygu yoğunlukludur. Fanatik bir arkadaşlık anlayışı vardır. Öyle ki, bir yandan arkadaşı için doğru-yanlış diye düşünmeden pek çok fedakarlık yapabilir; onun borcunu öder, onun için kavgalara karışır, riskli durumlarda onu korur. Diğer yandan da, çok küçük bir anlaşmazlık yüzünden arkadaşlığını bitirebilir. İlişkileri, süreçleri ve duyguları abartma eğilimindedir. Ergenin bir diğer özelliği de, benlik açısından ya çok katı ya da aşırı derecede gevşek olmasıdır. Kimi zaman anlamsız konulara takılıp kalma, inatlaşma ve ısrarcılık yaşarken kimi zaman da hayranlık duyduğu kişilerle özdeşim kurarak dış etkilere aşırı derecede açık olur. Sosyolojik açıdan bakıldığında da, toplum katmanları arasında yaşanan gerginlikler, medya kuruluşlarındaki uyduruk programlar, mafya dizileri şiddeti körüklemekte ve adeta meşrulaştırmaktadır. Bireyler olarak, istesek de bu kirlenmeden kendimizi kurtarma şansımız bulunmamaktadır. Sosyolojik faktörlerin şiddet için uygun bir zemin hazırlaması ve tetikleyicilik yapması ile ergenin gelişim dönemine ait psikolojik özellikler bir araya gelince şiddet olaylarının yaşanması çok da şaşırtıcı sayılmamalıdır. Şiddet olayları ile ilgili olarak belki de en ağır sorumluluk eğitim kurumlarına aittir. Eğitim kurumlarının sorumluluğunu bir başka yazının konusu olarak ele almakta yarar bulunmaktadır. Değerler ve kişilik eğitimini başaramadığı anlaşılan eğitim kurumları, bu etkisizliğini gerçekçi bir şekilde sorgulamak zorundadır. Yrd. Doç. Dr. Oktay Aydın |
Aklın OyunlarıDaha önceki bir yazıda iyimser ya da karamsar olmanın yaşamımızda önemli bir yeri olduğunu, örnekleriyle anlatmıştım. Bu, aklımızın bize oynadığı oyunlardan yalnızca biriydi. Bu kez beynimizin nelere ‘kadir’ olduğunu, neredeyse 40 yılı aşkın bir süredir birikmiş literatürden birkaç örnekle anlatmaya çalışacağım. Bunu yalnızca kafaya taktığım için değil, eğer gerekli vizyonu oluşturabilirsek, hem kişisel yaşamımızda hem de organizasyonların yaşamında köklü değişikliklerin olacağına inandığım için yapıyorum. Beynin Aptal Yanı Beynimizin genetik tasarımı sonuçta bayağı birkaç yüz bin yıl öncesine dayanıyor. O zamanlar hayatta kalmak ve üremek canlı yaratıkların en önde gelen öncelikleri arasındaydı. Bugün üremek, önceliklerimiz arasında değil. Durmadan cinsellik düşünürüz ama yaşam boyu ancak iki üç defa çocuk yaparız. Sevişebilmek için de evlenmek gibi ciddi bir fatura öderiz. Sağ duyu sahibi bir kişi, evlenmeden önce küçük bir pazar araştırması yapsa, sonuçları objektif kalarak değerlendirse, eğer mazoşist eğilimleri yoksa evlenmez. İnsanların neredeyse %100’ü evlendiğine göre, ciddi bir genetik baskı söz konusu. Hayatta kalma meselesi daha da garip. Milyon yıl önce yeni doğanların çok azı ileri yaşlara erişebiliyordu. Çok üremek ve tehlikeye aşırı duyarlılık türün devamını sağlıyordu. O zamanlar tehlike dendiğinde, sınavda çakmak ya da işimizi kaybetmek değil, niyeti kötü vahşi bir hayvan anlaşılırdı. Kaçmak ya da dönüp vuruşmak tek seçenekti. Bu kararı en hızlı ve çabuk verenler hayatta kalırdı. Vuruşabilmek ya da kaçabilmek içinse, yaralanma olursa kan kaybı en az düzeyde olsun diye derinin altındaki kılcal damarların büzülmesi, adalelerdeki şekerin enerjiye çevrilmesi, kalbin hızlanması, yeterli ışık alabilmek için gözbebeklerinin büyümesi, gerekli motivasyonun sağlanması için korku ve kızgınlığın yoğun yaşanması ve daha bir sürü fizyolojik olayın devreye girmesi gerekiyordu. Bugün sokaklarda ayı, aslan, kaplan pek görülmüyor. Zaten olsa da bir şey ifade etmez, çünkü hepimiz kapılarımızı yatmadan önce bir güzel kilitleriz. Tüm yaşamımız boyunca hayati bir tehlikeyle çoğumuz karşılaşmayız. Karşılaşmayız ama, sanki karşılaşmışız gibi tepkide bulunuruz. Sınavda çaktığımızda, dışlandığımızda, küçültücü bir tavırla karşılaştığımızda, trafik sıkıştığında, rapor yetişmediğinde, dolar çıktığında, dolar düştüğünde, yani olumsuz yaşadığımız her durumda, sanki karşımıza aslan çıkmış gibi yukarıda sıraladığımız tüm tepkileri hiç eksiksiz yaşarız. İşte ‘beynin aptal yanı’ dediğimizde bunu anlıyoruz. Bunların hiç biri hayati tehlike değildir ama güzel beynimiz, o muhteşem organ burada çuvallar. Sanki cana kasıt varmış gibi tüm bedeni ‘vur ya da kaç’ tepkisine hazırlar. Film seyrederken odadan içeri giren adam kadına arkasından yavaşça yaklaşırken kalbim çarpmaya başlar, daha sık solumaya başlarım. Benim güzel beynim dönüp bana,"‘Bak Emre’ciğim, adamın öldürmek istediği bir kadın, oysa sen bir erkeksin. Kaldı ki adam da, kadın da bir hayal. Canını üzme, kalbini serin tut" demez. Beynin bu aptal yanının maliyeti gerçekten yüksektir. Strese bağlı bozuklukların ve hastalıkların tek nedeni; beynin gerçek tehlikeyle hayali tehlikeyi ayırt edememesinden kaynaklanır. İşin daha da vahim yanı; stres yaratan durum karşısında yaşadığım çöküntüyü, öfkeyi mantıklı ve doğal bulmamızdır. Oysa yöneticimin beni herkesin içinde eleştirmesi karşısında yaşadığım yoğun duyguların, yöneticimin davranışıyla hiçbir şekilde kaçınılmaz bir nedensellik ve mantık ilişkisi yoktur. Yani öfkelenebileceğimiz gibi kayıtsız da kalabiliriz. Kayıtsız kalmayı öğrenmek istiyorsak, bunu öğrenebiliriz. Doğu felsefesinin oluşturduğu tüm pratiğin sonuçta bunu hedeflediğini söyleyebiliriz. Beynin Güzel Yanı Aslında beynimin aptal yanı bana sonsuz olanaklar tanır. Bir hayal yaratıp keyfimi kaçırabiliyorsa, başka bir hayal yaratıp keyfimi getirebilir. Biz bu beceriyi zaten günlük yaşamımızda her dakika uygularız. Psikoloji, takıldığımız durumlarla ilgili olarak, bu değişimi sağlayacak yığınla teknik geliştirdi. Şimdi biraz bu ilginç dansın nerelere uzanabildiğini görelim. Yeni üretilen bir ilacın gerçekten etkili olup olmadığını anlamak için ‘placebo’ deneyleri yapılır. Yani bir grup hastaya gerçek ilaç, başka bir grup hastaya da şeklen ona benzeyen bir ilaç verilir. Her seferinde gerçek olmayan ilacın iyileştirici bir etkisi görülür. Gerçek ilaç işe yarıyorsa, etkisinin diğerinden farklı olması gerekir. Buna da araştırma dilinde ‘placebo etkisi’ denir. Neredeyse tüm hastalıklarda bir placebo etkisi görülür. Örneğin, 1950’lerde koroner kalp rahatsızlıklarında göğüs ağrısını önlemek için yeni bir ameliyat türü denenmeye başlandı. Ameliyat göğüsteki bir damarı bağlamayı içeriyordu. Damarı bağlanan hastaların %40’ında ağrılar yok oldu, %65-75’inde ise büyük ölçüde ilerleme kaydedildi. Ancak bazı araştırmacılar, iyileşmenin fizyolojik bir temeli olmadığını düşündüler ve bir araştırma yapmaya karar verdiler. Kalp hastaları iki gruba ayrıldı. Bir kısmının damarı bağlandı. Diğer grubun ise göğsü açıldı ve sanki ameliyat yapılmış gibi dikilip bakıma alındılar. Sonuçta ameliyat yapılmayan grubun da ağrıları yok oldu. Bunun üzerine ameliyat artık yapılmaz oldu ama o güne kadar da 10.000 ameliyat yapılmış oldu. Rahatlama teknikleri ile yüksek tansiyonu düşürmeyi amaçlayan bir araştırmada, bir gruba "rahatlama tekniklerinin ilk seansta etkili olduğu", diğer gruba da "üçüncü seanstan sonra etkili olacağı" söylenmiş. Birinci grubun tansiyonu, ikinci gruba göre ilk seansta yedi misli daha fazla düşmüş. Çoğumuzun yaşamında bedenimizin bir yerinde bir siğil çıkmıştır. Siğiller yakılır, asit dökülür, dondurulur, ameliyat edilir ama yine çıkar. Zurich’li Dr. Bruno Bloch "‘siğil doktoru" olarak tanınıyor. Ofisinde de bir "siğil yok etme" makinesi var. Kocaman bir şey. Gürültüyle çalışıyor, ışıklar yanıyor ve bir takım "ışınlar yaydığı" söyleniyor. Dr. Bloch, bu makineyle tedavi gören hastaların %31’inin siğillerinin yok olduğunu söylüyor. Daha sonra hipnozla yapılan kontrollü çalışmalarda, gerçekten de siğillerin "git" dendiğinde gittiği görüldü. Örneğin, A.H.C.Sinclair-Gieben ve D. Chalmers siğilleri tüm bedenlerine yayılmış olan hastalara hipnoz sırasında bedenlerinin sağ ya da sol tarafındaki siğillerin yok olacağını söylüyor ve öyle de oluyor. Amerika’da süpervizörüm Paul Watzlawick, bir seansta siğilli çocuğa sormuştu: "Siğilini kaça satarsın?". Çocuk 40 dolardan başladı ve sonuçta 15 dolara anlaştılar. Ertesi hafta siğili yok eden çocuk, 15 dolarını aldı. Bu siğil meselesi niye önemli? Önemli çünkü, siğil bir virüsün yol açtığı bir tümör. Herkeste siğil oluşmadığına göre, bağışıklık sistemi bir biçimde insanları koruyor. Psikolojik yöntemlerin işe yarıyor olması, muhtemelen ya bağışıklık sisteminin harekete geçmesiyle, ya da siğili besleyen damarların büzülüp kan akışını durdurmasıyla mümkün. İsterim Sevileyim Sosyal bağları zayıf, yakınlarından ve çevresinden destek alamayan kişilerin daha çok hastalanma eğiliminde olduğunu biliyoruz. Bekarlar, ayrılmışlar, boşanmışlar ya da eşi ölmüş olanlar, evlilere göre daha az yaşıyorlar ve daha sık hastalanıyorlar. Kanser, tüberküloz, ülser, depresyon, kalp, arterit fark etmiyor. Hepsinde daha çok hastalanıyorlar. Lisa Berkman ve S. Leonard Syme’in California, Alameda’da 7000 kişiyle yaptıkları çalışma sosyal ilişkilerin sağlığa katkısını çok iyi gösteriyor. Araştırmacılar 7000 kişiyi 9 yıl boyunca izliyorlar. Bekarlar, boşanmışlar, dullar, yakın arkadaşları veya akrabaları olmayanlar, sosyal aktivitelere katılmayanlar arasında ölüm oranı diğerlerine göre 2 ile 5 misli daha fazla. Bir başka araştırma Amerika’ya göç eden Japonlarla ilgili. Göç edenlerin ölüm ve hastalanma oranları Amerikalılara yaklaşıyor. Akla hemen diyet vs. geliyor. Ancak göç edenlerin içinde sağlıklarını koruyanlara bakıldığında, bunların kendi toplumları içinde yaşadıkları, geleneklerini sürdürdükleri görülüyor. Amerikan tarzı yaşamı sürdüren Japonlara göre kalp hastası olma riskleri %80 daha düşük. Sigara içmeleri, kolesterol düzeyleri ve diyet bir şey fark ettirmiyor. Sosyal destek öyle anlaşılıyor ki, yaşamın köklü bir biçimde değiştiği, yoğun stres yaşandığı dönemlerde sağlığa ciddi katkıda bulunuyor. Michigan’da iki otomobil fabrikası kapandığında yüzlerce işçi işini kaybetti. Susan Gore bu işçilerden 110 tanesi ile bir araştırma yaptı. Eşlerinden, arkadaşlarından, akrabalarından yakın ilgi ve yardım gördüğünü söyleyenlerin ve sosyal aktivitelere katılanların gerek psikolojik açıdan gerekse organik hastalıklar açısından çok daha sağlıklı olduklarını saptadı. Bunların kolesterol düzeyleri de düşüktü. K.B. Nuckholls 170 hamile kadının ne ölçüde sosyal destek aldıklarına baktı. Ortaya çıkan komplikasyonların %91’i stres ve desteğin azlığına bağlıydı. Destek almayanlarda komplikasyon oranı alanlara göre üç misli fazlaydı. Yaşamında bir hayvanın sorumluluğunu almanın da sağlığa ciddi katkısı olduğu anlaşılıyor. Kalp krizi geçirmiş olanlarla bir yıl sonra temas edildiğinde, evlerinde hayvan bakanların ölüm oranının beşte bire indiği görülmüş. Hayvanın türü önemli değil. Kedi, köpek, papağan, fare her şey olabilir. İlgi çekici bir araştırma da, bir yaşlılar evinde yapılmış. Huzurevinin bir katında yaşayanlara hemşire saksı içinde bir bitki veriyor. Bu bitkinin onun sorumluluğunda olacağını, kendisinin karışmayacağını söylüyor. Diğer kattakilere ise çiçeğe kendisinin bakacağını söylüyor. Artık sonucu tahmin edebiliriz. Çiçeğe kendileri bakanların hastalıkları daha çabuk iyileşiyor, daha uzun yaşıyorlar. Yani bir çiçeğin sorumluluğunu almak ömür uzatabiliyor ve daha az hastalanmaya yol açabiliyor. Bukadarcığı bile bunu sağlıyorsa, insanların biraz ‘gaza geldiklerinde’ neler yapabileceğini hayal etmek bile güç. Stres Bağışıklık Sistemi ve Dayanıklılık Stresle bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiyi gösteren pek çok araştırma var. Stres bağışıklık sistemini bastırıyor. Acaba kişi bağışıklık sistemini isteyerek daha verimli çalıştırabilir mi? Pennsylvania üniversitesinden Howard Hull ve arkadaşları 25 kişiye damarlarında akan kanı hayal etmelerini söylüyor. Beyaz kan hücrelerini, yani düşmanla vuruşacak olanları birer köpek balığı gibi canlandırmalarını ve mikroplara saldırmalarını söylüyor. Bu canlandırmayı haftada iki kez yapmalarını, kalan zamanda bu konuyu düşünmeseler bile, beynin görevini yapacağını iletiyor. Özellikle gençlerin beyaz hücrelerinde artış görülüyor. Bağışıklık sistemini bastırmaya yönelik girişimlere de daha duyarlı tepkide bulunuyorlar. Bu farklar ufak ama çalışma da zaten çok sınırlı; bir seans. Bir seansta böyle bir sonuç alınabiliyorsa, sistemli bir programla neler yapılabilir. Bunu da ilerdeki yazıların birinde ele alacağız. Aynı strese maruz kalmış kişiler farklı tepkilerde bulunuyor. Yukarıda sosyal desteğin öneminden söz ettik. Acaba kişilik özellikleri nasıl rol oynuyor? Susanne Kobasa ve arkadaşları 700 üst düzey yöneticiyle dayanıklılığın kişisel parametrelerini anlamamamıza yarayacak bir araştırma yapıyorlar. 1980’lerde Bell Telephone Company bölünüyor. Büyük bir stres ve belirsizlik ortamı. 700 yöneticinin içinden yüksek stres yaşayan bir grup alındığında, bunların bir kısmı çeşitli rahatsızlıklar yaşarken bir kısmı yaşamıyor. Hastalanmayanlar ve psikolojik dengelerini koruyanlara bakıldığında bunların ailelerine, içinde yaşadıkları topluma, belli değerlere bağlılıklarını sürdürdüklerini, yaşamın kontrolünü ellerinde tuttukları hissini yitirmediklerini, yaşamda istikrar ve dengenin değil, değişimin norm olduğunu kabul ettiklerini görüyoruz. Susanne Kobasa ve arkadaşları dayanıklılığa katkıda bulunan başka faktörleri de araştırdılar. Örneğin, ailelerindeki hastalıkların oranına baktılar. Gerçekten de sık hastalanan yöneticilerin ailelerinde de diğer gruba göre daha çok hastalığa rastlanıyor. Ancak, dayanıklı yöneticiler ailelerinde hastalık oranı yüksek de olsa hastalanmıyorlar. Sonuçta hastalanmaya etki eden üç faktör olduğunu görüyorlar:
Emre Konuk Davranış Bilimleri Enstitüsü |
Boşanma ve ÇocukAyrılık ya da boşanma kararı kuşkusuz bu kararı alan eşler için çok zorlu bir süreç anlamına geliyor. Bu sürecin her zaman uyum içinde geçmediği de bilinen bir gerçek. Ancak bu karardan anne-babaları kadar hatta onlardan daha fazla etkilenen aile bireyleri çocuklar. Yapılan araştırmalar, çocukların boşanma öncesi dönemden başlayarak, boşanma süreci ve sonrasında kısa ve uzun vadede bir çok olumsuz durumla yüzyüze kalabildiklerini göstermekte. Hiç bir çocuk ilk anda anne ve babasının ayrılmasını istemez ve bu duruma ya dışa vurarak ya da sessiz kalarak bir tepki gösterir. Çocuklarda anne-baba ayrılığının yarattığı etkiler genellkle ayrılıktan sonraki ilk günlerde değil daha sonraki dönemlerde ortaya çıkar ki, bu kimi zaman seneler sonra dahi olabilir. Çocukların geriye dönüp baktıklarında olumsuz olarak hatırladıkları, anne-baba arasında haber taşıyıcısı olmak, anne ve babalarının birbirlerini suçlamalarını dinlemek, karşı cinsten biriyle samimiyeti ilerlettiklerinde nasıl doğal davranabileceklerini bilememek, ekonomik sorunlar, anne/babadan biriyle ve o taraftan olan akrabalarla bağların kopması gibi durumlardır. Tabii ki çocuk sahibi olmuş bir çift, aralarındaki sorunları gidermek için ilk çözüm olarak boşanmayı düşünmez, ancak bazı durumlarda ayrılmak çok sorunlu bir evliliği yürütmekten daha sağlıklı bir ortam sağlar. Bir boşanma durumunda çocuğun olaya göstereceği tepkilere neden olabilecek ve bu olayı çocuğun hayatında daha az travmatik hale getirebilecek önemli noktalar vardır. Hayatında bu yönde değişiklik yapmayı planlayan her anne-babanın bunlara özen göstermesi gerekir. Şimdi bu araştırmalara daha yakından göz atalım:
Şu ana kadar çizilen tablo her ne kadar karamsar olarak görünse de, ayrılık kimi durumlarda çok sorunlu bir evlilikten daha iyi bir çözüm olabiliyor ve çocukların ruh sağlığı açısından daha uygun bir ortam yaratılmasını sağlayabiliyor. Anne ve babası ayrılmış olan çocukların yaşıtlarına göre daha çabuk olgunlaştıkları, hayatın zorlukları karşısında daha rahat pratik çözümler üretebildikleri de ayrı bir gerçek. Ayrılık sonrası durumun yukarıda belirtilen noktalar çerçevesinde olabildiğince optimal bir hale getirilmesi mümkün. Klinik Psikolog Şeniz Pamuk |
Üç - Dört Yaş Çocuklarında Kötü Sözlere Dikkat!Bilişsel, duygusal ve sosyal gelişim olarak 3-4 yaşı kapsayan iki yıllık yelpaze deki farklılıklarla birlikte bu yaş çocukları büyük ölçüde ben merkezcidir. Genelde neşeli olduğu yaşlardan daha bağımsız, inatçı ve kendi isteği ile hareket etme değişimi gözlenir. Aile içinde geçerli olan bazı kuralları, yavaş yavaş paylaşmayı, isteklerinin yerine getirilmesi için sabırlı olmayı öğrenmeye de başlar. Yaşıtlarını veya yetişkinleri sürekli taklit eder, onların davranışlarını ve sözlerini tekrarlar. Çevresi ile sözlü iletişim kurabilen, yaşıtlarıyla kısa süreli de olsa oynayabilecek şekildeki birlikteliği onun sosyalleşme yolundaki ilk gerçek deneyimleridir. Genellikle kendi isteklerinin yerine getirilmesi ile ilgili, talepler nedeniyle çıkacak çocukların arasındaki çatışmalar için bir yetişkinin rehberliğine her zaman ihtiyaç vardır. Bu çatışmalarda arkadaşlarına kabadayılık taslar, gözdağı verip sürekli böbürlenir. Dili kullanması çevresi tarafından sunulan dil ortamı ile ilişkili olarak gelişir. Kullanılan dilin kalitesi, çocukla konuşma sıklığı, sorulara cevap verme veya soru sorma yoğunluğu, emir cümleleri değil, sıfatlar, zamirler gibi tanımlayıcı sözcüklerin kullanılması dil gelişimi için önemlidir. Yetişkinlerden duyduğu, gördüğü iyi-kötü her şeyi taklit eder. Dili bozuktur, küfredip, kötü sözler söyleyebilir. Başkalarına isim takar, arkalarından bağırır. Yakın geçmişteki olayları, deneyimleri, olup bitenler arasında ilişki kurarak anlatır. Özellikle sevdiği insanlara karşı çelişkili duygular içindedir. Bu nedenle zaman zaman hem bedeniyle hem de sözle kızgın ve saldırgan olabilir. Toplum içinde bazen olumlu bazen olumsuz davranır. Bu yaşlardaki çocuklar, yetişkinin isteklerini mantıklı olarak açıklamasını ister, kendi davranışlarını, yetişkinleri çekinmeden eleştirir, zaman zaman küfür sayılabilecek kelimeleri kullandığı, yetişkine karşı çıktığı gözlenebilir. Bu dönemde neden özellikle arkadaşlarına karşı kötü sözler kullanma eğilimleri vardır? Çocuklar çevrelerine söyledikleri kötü sözleri, kızmak, engellenmek, öfke duygularının ifadesi yanında, tepkileri takip ederek dikkat çekmek, ilgi ihtiyacı, yetişkinliğe ulaşma kriteri olarak görme, yetişkinleri taklit etme, kendini güçlü, özgür hissetme ve tepki gösterme aracı olarak kullanırlar. 3-4 yaş döneminde çocuk en çok hangi kötü söz ifadelerini kullanır? Genel Küfür ve kötü söz kategorileri kızgınlık öfke ile zeka, diğer özürler ya da hayvan isimleri ile söylenen aşağılama kelimeleriyle kişiye yönelik, karşı tarafa zarar vermeyi uman beddua şeklinde ya da cinsel içeriklidir. Bu yaş çocuklarında ise sarsmak, şok etmek, ağızdan kaçan, kendini savunmak, zevk almak amacıyla söylenmiş daha masumane sözlerdir. “Pis Kaya”, “kötü çocuk”, “eşek”, “kakasın sen” gibi kelimeler yanında daha ileri yaşlarda bazı organ isimleri(meme, pipi) ile duruma heyecan katarak tepkileri izleyen sözcüklerdir.. Çocuk kötü sözleri nereden öğrenir, duyar? Öncelikle yakın çevresi olan ailesi tarafından sunulan dil ortamı model olmaktadır. Ayrıca bu dili kullanan çocuğun aile tarafından desteklenmesi, şirinlik olarak görülüp kabul edilmesi de devamını sağlar. Oyun çevresinden, arkadaşlarından , televizyondan ya da bir şarkı sözünden de öğrenebilir. Kötü sözler kullanan bir çocuğa ebeveynler nasıl yaklaşmalıdır?
Psikolog Şeyda Özdalga |
EQ (Emotional Quotient) Duygusal ZekaPeki EQ nedir ve neden önemlidir? EQ hem kişisel ilişkilerde hem de iş ilişkilerinde, kişinin kendi duygularını ve diğer insanların hissettiklerini algılayabilme, tanımlayabilme, duygularını kullanarak kendini motive edebilme ve yönlendirebilme kapasitesine sahip olmasıdır. IQ, kavramaya ilişkin kapasiteyi ölçerken, EQ akademik zekanın destekleyicisi olan yeteneği tanımlamaktadır. Daha memnun müşteriler ve daha huzurlu bir çalışma ortamı için, EQ'nun temel ilkelerinin iş yaşamına uygulanmasına dair birkaç örnek vermek gerekirse öncelikle; anlaşmazlıklar tırmandığında, oluşabilecek gergin ortamları yatıştırabilme, farklı görüşleri değerlendirerek buradan aldığı bilgileri ilerleme için kaynak olarak kullanabilme yeteneği EQ düzeyi yüksek bir çalışanın becerileri arasındadır. EQ'su yüksek bir çalışan, kişisel ve sosyal yeteneklerini iş hayatına uygulamada başarılı olur. Kişisel yeteneklere örnek olarak bireyin tercihlerinden, başarılı olduğu alanlardan haberdar olması ve bunları doğru şekilde kullanabilmesi, ön sezgilerine güvenebilmesi ve içgüdülerini düzenleyebilmesi; özellikle de hedefine ulaşmada kendisine yardımcı olacak birikimini kullanarak yüksek motivasyon seviyesine ulaşması söylenebilir. Sosyal yetenekleri açıklarken, iki nokta öne çıkar: Bunlar empati ve sosyal becerilerdir. Empati, kişinin karşısındaki insanı kendi yerine koyması ve onun duygularını, ihtiyaçlarını ve kaygılarını algılayabilmesidir. Hizmet sektörünün her alanında öne çıkan bu EQ özelliği müşteriye, anlaşıldığının, yardım edildiğinin ve önemsendiğinin hissettirilmesi açısından şarttır. Sosyal beceri ise kişinin karşısındakinden istediği karşılıkları ve yanıtları alabilme yetisidir. Kişilerarası iletişimin yoğun olduğu insan kaynakları, pazarlama, reklam gibi sektörlerde bu özelliğe sahip çalışanların işlerinde çok başarılı oldukları bir gerçektir. Örneğin karşısındaki müşterinin kaygılarını anlayabilen bir pazarlama uzmanı, satış yapmakta diğer meslektaşlarına oranla daha başarılı olabilir. Ya da işveren açısından değerlendirildiğinde, çalışanları ile iyi ilişkiler kurabilen, onlara kendilerini güvende hissedecekleri ve yeteneklerini ortaya çıkarabilecekleri bir ortam sağlayan yönetici, çalışanlarının çıkardığı işlerden daha verimli sonuçlar alabilir. Çalışanların EQ düzeyini yükseltmek ve bu konuda onları bilinçlendirmek için çoğu firma, seminer programları hazırlatıyor. Fakat bu programların hazırlanma sürecinde çoğu işverenin düştüğü yanılgı, EQ gelişiminin, haftada bir veya iki defa düzenlenen seminerlerle sağlanılabileceği düşüncesi.. Oysaki EQ eğitimi, daha uzun vadede kişilerarası iletişim ve etkileşim gerektiren bir süreçtir. Bu etkileşimin yapı taşını karşılıklı diyalog ve empati oluşturur. Bu dialog ise kalabalık gruplarla değil; çalışanla EQ uzmanının birebir çalışmasıyla sağlanabilir. |
Çocuk ve DisiplinAyşegül’ün anne ve babası çocuk sahibi olacaklarını öğrendiklerinde çok sevinmişlerdi. Bebek doğduğunda sevimli ,uysal bir çocuktu.Aile de ilk torundu ve tüm aile üzerine titriyordu.Ancak gün gelipte Ayşegül istediklerini yaptırmak için evdeki huzuru bozduğunda oturup nerede yanlış yaptıklarını,evde yeniden disiplini nasıl sağlayacaklarını düşünmeye başladılar.O sevimli küçük bebek nereye gitmişti,bir dediğini iki etmedikleri halde şimdi onlara karşı çıkıyordu.Yanlış neredeydi? Disiplin,kişinin düzen sağlaması,düzenli yaşaması demektir.Ailede disiplinden söz edecek olursak ,aile bireylerinin belirli bir düzende yaşamalarını düşünebiliriz.Her ailenin farklı bir düzeni olduğuna göre,farklı bir disiplin anlayışı var diyebiliriz.Bazı aileler daha katı bir disiplin uygularken ,bazı aileler daha esnek olabilmekte ya da kurallara fazla yer vermemektedirler. Çocuğa disiplin öğretmenin yolu ise genellikle ödüller ve cezaların uygulanması ile denenir.Anne ve baba, çocuk onların istediği gibi davranmadığı zaman ne yapmaları gerektiği konusunda çoğunlukla kararsızdırlar.Bazen şiddetli tepki gösterirler,cezalar birbirini izler , bazen de yapılan hata görmemezlikten gelinebilir. Bütün çocuklar kuralları öğrenirken açıklamalara gerek duyarlar.Ebeveynler kuralları çocuklarına öğretirken öncelikle kendi aralarında disiplini nasıl sağlayacakları hakkında konuşmalı ve bir tutarlılık sağlamalıdırlar.Çocuk anne ve babanın aynı olaya farklı tepkiler göstermesi karşısında nasıl davranacağını kestiremez.Bazen aile içinde annenin izin verdiği bir şeye baba hayır diyebilir.Bu sorunu aşmak ancak anne ve babanın aynı dili konuşması ile mümkün olacaktır.Aksi takdirde çocuk hayır yanıtını aldığı babadan anneye gidecek ve istediğini elde edene kadar uğraşacaktır.Ya da bir kez yaptığı davranışa peki ,bu seferlik öyle olsun yanıtı vermek çocuğun sınırları tanımasında sorun oluşturacak ve çocuk her defasında sınırları genişletmek için uğraşacaktır. Çocuğa istenilen bir davranışı öğretmek istediğimizde neler yapmalıyız? Anne ve babaların en sık şikayetlerinden biri defalarca söylediğim halde aynı şeyi yapıyor , her türlü cezayı denedik ama olmadıdır.Disiplin demek ceza demek değildir.Katı davranışlar sergilemek,her şeyi kurallı hale getirmek ve bu kurallar uygulanmadığında cezalandırmak istenilen davranışın yerleşmesini sağlamaz.Aynı zamanda katı yaklaşımlar çatışmanın büyümesine ve evdeki yaşantının keyifsiz bir hale dönüşmesine neden olacaktır.Çocuk ancak önündeki örneğe bakarak model alır ve öğrenir. Dikkat edilecek noktalardan biri de çocuğa öğretmeye çalıştığımız disiplini önce kendimizin uygulamasıdır.Örneğin çocuğa arkadaşlarına kötü davranmasının ne kadar yanlış olduğunu söyleyip bu nedenle onu cezalandırmadan önce evde aile bireyleri olarak birbirimize nasıl davrandığımıza dikkat etmemiz, küfür etmenin kötü olduğunu söyleyip trafikte sinirlenip çocuğun yanında diğer sürücüye küfür etmemiz ne derece tutarlı olacaktır.Eğer ebeveynler olarak disiplinli, düzenli bir davranış sergilersek çocukta bunu örnek alacaktır. Bir diğer noktada çocuğa evdeki kuralların ne olduğunu , kendisinden neler beklediğinizi ona anlatmaktır.Çocuk bilmediği konularda kurallara uyamaz.Bugünden itibaren çocuktan daha önce hiç uygulamadığım bir kurala uymasını beklemek haksızlık olur.Çocuk önceden kendisinden neler beklendiğini bilirse evde çatışmalarda ortadan kalkacaktır.Yapacağımız açıklamalar,beklentilerimizin ne olduğunu doğru ve açık bir dille anlatmak ona doğru davranışı sergileme şansını sağlayacaktır.Bir önemli noktada beklentilerimizin çocuğun yaşına ve yapısına uygun olmasıdır. Disiplin kişinin belirli bir düzende yaşamasıdır demiştik.Kuralları öğretmeye başladığımızda asıl hedefimiz çocuğun bunları benimsemesi,düzenli yaşamayı kendi başına uyarılara gerek duymadan yapabilmesini sağlamaktır.Böylece çocuğu sürekli olarak uyarmaktan, cezalandırmaktan ve evde çatışma yaşamaktanda kurtulmuş oluruz ve çocukta her fırsatta eleştirilmekten ,azarlanmaktan ve cezalandırılmaktan kurtulmuş olur. Her insanın yeni bir şey öğrenirken deneme ve yanılma yolu kullanması,denerken hatalar yapması doğaldır.Çocukta yeni kurallar öğrenirken deneyecek,sonuçlarını görecek belki bir-iki kez daha aynı hatayı yapacak ancak öğrenecektir.Önemli olan bu deneme yanılmalarda ona gereken sabrı ve desteği göstermektir.Yaptığı ilk hatada kızmak yada cezalandırmak, düşünmesine olanak tanımadan yaptığın yanlış diyerek kestirip atmak davranışı öğrenmesini engellemekten başka bir işe yaramaz. Çocuk istenilen davranışı gösterdiğinde ,bu davranış için gösterdiği çabayı fark ettiğinizi , onu takdir ettiğinizi ,bazen sonucu yanlış olsa bile sadece harcadığı çaba için bile onu takdir ettiğinizi,bu kez neden olayın olumlu sonuçlanmadığını ve gelecek sefere ne yapması gerektiğini sabırla anlatmak gerekir. Çocuğu başaramadığı konularda fazlasıyla uyarırız.peki ya olumlu davranışlar.Onlar genellikle olağan ve yapılması gereken davranışlar olduğu için takdir etmeye çoğu zaman gerek bile duymayız. Olumlu davranış ancak olumlu bir tepki görürse pekişecektir.Kendimize ne kadar hata yapma fırsatı tanıyoruz,çocuğumuza ne kadar ...Bazen bir süre için sadece yapılan olumlu davranışları görüp,onlara odaklanmak ,hatalı davranışları sık sık hatırlatmamak gerekebilir.Takdir etmek ve ödüllendirmek istenilen davranışın hemen ardından yapılmalıdır.Aksi takdirde çocuk ne için ödüllendirildiğini ya da beğenildiğini unutacak,aynı olumlu davranışı sergilemeyi de hatırlamayacaktır. Sabır göstermek bazen gerçekten zor gelir.Zira çocuklar ebeveynlerin sabırlarını zorlamada çok başarılıdırlar.Öncelikle patlayacağınızı hissettiğinizde çocuğa duygunuzun ne olduğundan bahsedin ve o sırada tartışmayı kesip,hem kendinizin hem de çocuğun sakinleşmesini bekleyin.Kendinize çocuğa sinirlendim ama acaba bu öfkenin gerçekten ne kadarı çocuğa yönelik,ne kadarı başka nedenlerden diye sorun.Bazen işte yaşadığınız bir sorunu eve taşıdığınız için ya da o gün sizi kızdıran bir olay için patlayacak yer ararsınız.Karşınızdaki en kolay hedefte çocuk olur.Tartışma başladığını hissettiğinizde çocuğa çok kızgınım ya da yorgunum ,üzgünüm diye duygunuzu açıklayın.Çocuk bunu anlayacaktır.Bazen aynı davranışı sizi anlamamazlıktan gelip sürdürebilir ancak her defasında aynı şekilde davranırsanız bir süre sonra çocuk bu değişikliği fark edecek ve o da duyguları yolu ile konuşacak belki de neden o gün böyle davrandığı ,canını sıkan bir şey olup olmadığını anlatacaktır.Çocuk istenmeyen bir davranış yaptığında bunun sonuçları hakkında düşünmesini sağlamak ve açıklamak önemlidir.Evde belirlenen kurallara uyulmadığı zaman bunun kendisine ya da başkasına ne gibi zararları olacağı çocuğa anlatılmalı ve bunlar hakkında düşünmesi sağlanmalıdır.Bunun için çocuğa fırsat tanımak gerekir.Çocuk ısrarla kardeşinin eşyalarını karıştırıyor,bozuyor ve dağıtıyorsa ,bunun yanlış olduğu anlatılmalı,kardeşini üzdüğü hakkında düşündürülmeli ve kardeşinin eşyalarını toplaması sağlanarak yaptığı olumsuz davranış hakkında davranışını telafi etmesine ve düşünmesine yardımcı olmalıdır. Cezalandırmak çocuğunuzun öfkesinin artmasına neden olacaktır.Artan öfkenin kaynağı ise siz olacağınız için çocuk aldığı ceza ile davranışı arasında bağlantı kurmak yerine , ceza ile sizin aranızda bağlantı kuracak,böylece davranışının sonucunu düşünmesine fırsat kalmayacaktır.Halbuki amaç ,sonucu öğrenmesi ve sonuca katlanmasını, düşünmesini sağlamak olmalıdır.Ödüllendirme yönteminde de dikkat edilmesi gereken yapılan her davranışı maddi olarak ödüllendirme yöntemidir.Dersini yaparsan sana şeker alacağım ya da seni gezmeye götüreceğim gibi ödüllendirmelerde bir süre sonra çocuğun istekleri karşılanamaz boyuta varabilir.Çocuk rüşvetle davranmayı öğrenir.Ödülünde dozu önemlidir.Ödül önceden değil mutlaka istenen davranış yapıldıktan sonra verilmeli,mutlaka maddi bir ödül olmamalıdır,örn;sözlü takdirde bir ödüldür.İstenen davranışın yapılması bir süre sonra ödül olmadan da olmalıdır.Hedef ödüllendirme ile öğrenilen davranışın yerleşmesi ve ödüle gerek duymadan yapılması olmalıdır. Unutmamalıdır ki çocuğa ne kadar olumlu yaklaşırsak o kadar olumlu cevap alabiliriz.Burada kendimiz için neler bekliyorsak aynısını çocuğa da uygulamamız gerektiğini hatırlamalıyız. |
Saat: 21:59 |
©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık