Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mayıs 2008       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sinsi Hastalık Siroz
Milli çıkarlar ve devlet işlerinde son derece titiz olan, hiç bir mazeret kabul etmeyen Atatürk, çok çalıştığı için kendi sağlığına gerektiği kadar özen gösteremiyordu. Yaşayış tarzının sağlığına verebileceği zararlara karşı kayıtsızdı. Ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde görüyordu. Geceleri çok geç yatmakta, önemli bir durum olduğunda günlerce uykusuz kalarak aralıksız çalışmaktaydı. Büyük Nutku dikte ettirirken çalışanlardan bayılanlar olduğu halde, o ara vermeden dikte ettirmeye devam etmişti. Okumaya meraklı olan Atatürk ilgi duyduğu bir kitabı ne kadar hacimli olursa olsun saatlerce okur, bitirmeden bırakmazdı. Ancak 1937 yılında sağlığıyla ilgili olarak olumsuzluklar ortaya çıkmaya başladı.
Atatürk genç yaştayken, Manastır Askerî İdadisinde öğrenim görürken ciddi bir sıtma hastalığı geçirmişti. Trablusgarp’a giderken attan düştüğü için İskenderiye’de tedavi gördüğü Salih Bozok’un anılarında dile getirilmişti. Derne savaşlarında ise gözünden yaralanmış ve Viyana’da tedavi görmüştü. Büyük Harp sırasında başlayan böbrek rahatsızlığı ise uzun süreler devam etmiş, 1918’de Avusturya’da Karlsbad kaplıcalarında tedavi görmüştü. Atatürk’ün Millî Mücadele yıllarında da böbrek sancılarının devam ettiği, Sakarya Savaşı öncesinde üç kaburga kemiğinin kırıldığı bilinmekteydi. 1924 ve 1927 yıllarında, Cumhurbaşkanlığı döneminde, kalp rahatsızlıkları geçirdiyse de gerekli tedaviler sonucunda sağlığına kavuşmuştu. 1936 yılında soğuk algınlığı sonucu ateşli bir akciğer rahatsızlığı geçirmesine rağmen, oldukça sağlıklı görünmeyi başaran Atatürk, savaşın, mücadelenin ve zor koşulların olumsuz etkilerine rağmen yıllara meydan okuyordu. Ancak bu zorlu süreçler onu çok yıpratmıştı. Dolayısıyla 1937 yılının başlarından itibaren Atatürk’ün sağlık durumu bozulmaya, rahatsızlıklar kendini göstermeye başlamıştı. Ancak Atatürk, bu belirtilere yeterince önem vermemiş, ülke çıkarlarını kendi sağlığından üstün tuttuğu için geçici tedbirlerle yetinmişti.
Ad:  a10.jpg
Gösterim: 6795
Boyut:  29.9 KB

Atatürk’ün rahatsızlığına ilk teşhisi koyan Yalova Termal Kaplıcaları Müdürü Dr. Nihat Reşat Belger’di. 22 Ocak 1938’de Dr. Belger kendisini muayene ettiğinde karaciğer büyümesi ve sertleşmesi teşhisini koydu. Atatürk içkiyi sevdiği için karaciğeri büyük zarar görmüştü. Kesin tanı için özel doktoru Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp çağrıldı ancak İrdelp’in teşhisi de farklı olmadı. Atatürk siroz olmuştu ve tedavi için ciddi bir perhiz ve istirahat gerekliydi.
Atatürk bir kaç gün dinlendikten sonra 1 Şubat’ta Gemlik Suni İpek Fabrikası’nı, 2 Şubat’ta Merinos Fabrikasını açmak için Bursa’ya gitti. Fabrika açılışlarını yapıp, düzenlenen baloya katılan Atatürk, ertesi gün Dolmabahçe Sarayı’na döndüğünde bitkindi. Zatürreye yakalandı ancak on günlük bir tedaviden sonra sağlığına kavuştu.
25 Şubat 1938’de Ankara’da gerçekleşen Balkan Antantı toplantısına katıldı, Balkan devlet adamları ile uzun görüşmeler yaptı. Ancak tüm bu çabalar ve yoğunluk onu yormaya devam ediyordu. Hastalığının artması üzerine, 6 Mart 1938’de, Türk doktorları tarafından bir konsültasyon yapıldı ve Fransa’dan da tanınmış uzman Prof. Dr. Fiessinger davet edildi. 28 Mart 1938’de siroz teşhisini doğrulayan Fiessinger’in Atatürk’e :“Büyük kumandan büyük harpler yaptınız. Muzaffer oldunuz. Ama bu işin kumandanı da benim. Siz bana tâbi olacaksınız, bana yardım edeceksiniz” dediği söylenmekteydi. Fiessinger’in ifadesini beğenen Atatürk, onun tavsiyelerine uymaya çalıştı.
Hükümet ilk defa 30 Mart 1938’de, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün hastalığı ile ilgili resmî bir bildiri yayınladı. Bildiride, Fiessinger’in muayenesi sonucunda Atatürk’ün sağlığında endişe edilecek bir durum olmadığı ifadesi yer alıyordu.
Ancak Atatürk, Cumhurbaşkanlığı görevini aksatmadan yürütmek ve özellikle Hatay sorununu sonuçlandırmak kararındaydı. Çünkü Fransa’nın Hatay meselesi konusundaki aldırmaz tutumundan rahatsız oluyordu. Türkiye’nin bu konudaki kesin kararlılığını göstermek için 20 Mayıs’ta Mersin’de askerî birliklerin geçit töreninde bulunup, 24 Mayıs’ta Adana’daki askerî birlikleri denetledi ancak Ankara’ya döndüğünde bitkindi. Ankara’da sadece bir gün kaldıktan sonra 26 Mayıs’ta İstanbul’a hareket etti. Bu yolculuktan sonra ulu önder Ankara’yı bir daha göremeyecekti. Deniz havasının kendisine iyi geleceği ümit edilmekteydi ve hem devlet başkanlarını orda ağırlaması hem de dinlenmesi amacıyla Savarona yatı alındı. Dünya liderlerini ağırladığı Ertuğrul isimli yat eskiyince Cumhurbaşkanlık için yeni bir yat araştırması yaptırmıştı. Değerlendirme sonrasında, Brooklyn Köprüsü’nü inşa eden mühendis John Roebling’in kızı Emily Roebling Cadwallader tarafından hizmete sokulan Savarona isimli yat satın alındı. Yat bazı döşemeleri yenilendikten sonra Atatürk’ün ölümcül hasta olduğu dönemde İstanbul’a geldi. Atatürk, Savarona’da geçirdiği altı hafta boyunca kabine toplantıları düzenledi, Romanya Kralı Carol da dâhil olmak üzere önemli konukları ve devlet başkanlarını ağırladı.
29 Mayıs’ta yapılan muayene sonucu karnında su toplanmaya başladığı görülen Atatürk, 1 Haziran’da Savarona yatına yerleşmiş 25 Temmuz 1938’e kadar orada kalmıştı. Ancak geminin içi yaz sıcağında kavrulmakta olduğu için, Atatürk rahatsızlandı ve 8 Temmuz’da Prof. Fiessinger 2. defa İstanbul’a geldi. Gerekli uyarılarda bulunan Fiessinger’ın mutlak istirahat önerisine rağmen, Atatürk, 9 Temmuz’da Savarona’da Bakanlar Kuruluna saatlerce başkanlık etti. Fiessinger 16 Temmuz’da 3. defa İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün durumunun hassaslaşmakta olduğunu gördü ve Atatürk, 24/25 Temmuz gecesi Dolmabahçe sarayına nakledildi.
Hastalığına rağmen, Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakanını, Bakanlarını, elçileri ve komutanları kabul ediyor ve ülke meselelerini sürekli olarak izliyordu. 3 Eylül 1938’de Hatay Devleti’nin kuruluşunu “Türkiye Cumhuriyet’inin bir başarısı olarak” coşkuyla kutladı. Sağlığı gittikçe bozulan Atatürk, 5 Eylül’de vasiyetini yazdı. 6 Eylül’de Prof. Fiessinger dördüncü defa İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün karnında toplanan suyu alarak onu rahatlattı. 11 Eylül’de düzenlenen raporda kesin istirahat öngörüldü. Buna göre ziyaretler sınırlı tutulacak ve yatakta dinlenilecekti.
Sonraki günlerde karında asit toplanması ilerledi, genel durumda yorgunluk ve takatsizlik vardı. Ancak sinsi hastalık ilerlemekteydi. 16 Ekim akşamı gelen ilk ağır koma 19 Ekim’e kadar sürdü. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, 23 Ekim gününe kadar sabah ve akşam günde iki defa sağlık durumunu belirten bildiriler yayınladı. 20 Ekim’de koma durumundan kurtulan Atatürk, eseri olan Cumhuriyetin 15. yıldönümü törenlerine katılmak ve halkıyla bütünleşmek için Ankara’ya gitmek istiyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 29 Ekim’de bağrından çıktığı orduya bir mesajla seslenen Atatürk şunları söyledi:
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu… Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini dâhilî ve haricî her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret vazifeni her an yapmaya hazır olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam iman ve itimadımız vardır.
1 Kasım 1938’de TBMM toplantısının açılış konuşmasını Atatürk’ün yerine Celâl Bayar okudu ve Atatürk yakınlarıyla en son 6 Kasım tarihinde görüştü. 7 Kasım’da karnına 3. defa ponksiyon yapılarak su alındıktan sonra 8 Kasım’da Atatürk tekrar ağır bir komaya girdi. Saat 19 dolaylarında başlayan koma gittikçe ağırlaştı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği 9 Kasım 1938’de saat 24’de yayınladığı bildiride “Umumî durumunun tehlikeli bir hal aldığı” nı vurguladı.
10 Kasım Perşembe günü tüm Türkiye Cumhuriyeti ve dünya tarifsiz bir yasa boğuldu. Sevgili Atatürk, kendisini tedavi etmeye çabalayan hekimlerinin gözyaşları arasında, saat 9.05’te hayata veda etti.

Hükümet acı haberi Türk halkına bir bildiri ile duyurdu:
…Türk Milleti Ulu şefini, insanlık büyük evlâdını kaybetti. Milletimize içimiz yanarak bu tarife sığmayan ziyandan dolayı ve derin taziyelerimizi sunarız… Ölmez olan onun büyük eseri Cumhuriyet Türkiyesidir… Bugün ayrılığına ağladığımız Büyük Şefimiz Atatürk, her vakit Türk Milletine güvendi… Ebedî Türk Milleti, onun eserlerini ebediyete kadar yaşatacaktır. Türk gençliği onun kıymetli emaneti olan Türkiye Cumhuriyetini daima koruyacak ve onun izinde yürüyecektir. Kemal Atatürk, Türkün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır...
Haber yurt içinde çok büyük üzüntü yarattı ve dünyada geniş yankılara yol açtı. Türkiye’nin millî kahramanının tabutu, 16 Kasım’da Dolmabahçe Sarayı'nda hazırlanan katafalka konularak halkın ziyaretine açıldı. Sonsuz acılar içinde kıvranan halk, kurtarıcısı olan Atasına saygısını, bir insan seli oluşturarak hıçkırıklar ve gözyaşlarıyla dile getirdi.
19 Kasım’da kılınan cenaze namazından sonra Ulu Önder Atatürk’ün tabutu 12 general tarafından top arabasına alınarak önce Zafer torpidosuna sonra Yavuz zırhlısına aktarıldı. Atatürk’ün naaşını 101 tane top atışı ile selâmlayan Yavuz, şerefli emanetini İzmit’te özel trene aktardı. Yol boyunca halkın gözyaşlarıyla uğurladığı tren, 20 Kasım günü Ankara garında yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve hükümet erkânı tarafından karşılandı. Ankara, kaderini değiştiren ebedî şefini, 101 tane top atışıyla selâmladı. Ardından Atatürk’ün tabutu TBMM’de hazırlanan katafalka konuldu. Silâh arkadaşları, general, subay ve askerlerin tazim nöbeti tuttukları katafalkın önünden başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, Ankaralılar saygıyla geçtiler. Atatürk’ün naaşı 21 Kasım’da düzenlenen görkemli bir törenle, Etnografya Müzesi’nde hazırlanan, geçici kabirine yerleştirildi. Törende görülen manzara çarpıcıydı. Çünkü Atatürk tüm düşmanlarına karşı milli bağımsızlık bayrağını dalgalandırmış, sömürgecilere karşı savaşmış, esir milletlerin ümidi haline gelmişti. Şimdi ise, millî bağımsızlığın ve çağdaşlaşmanın sembolü olan ulu önderin arkasında dünyanın dört bir tarafından gelen temsilciler yer almışlardı. Tüm dünya ona büyük saygı duyuyordu. Bunlar arasında faşistler, demokratlar, Naziler, radikal İslamcılar da vardı ve herkes yan yana saygı yürüyüşüne katılmıştı. Türk halkı ise sonu gelmez acılar içinde kıvranarak Atasını uğurluyordu. Türk halkının bu derin acısını, ebedi Şefine olan minnet ve bağlılığını, 11 Kasım’da oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, 21 Kasım 1938 tarihli bir bildiri ile dile getirmişti:
…Devletimizin bânisi ve milletimizin fedakâr, sadık hadimi (hizmet edeni); İnsanlık idealinin mümtaz siması; Eşsiz kahraman Atatürk; Vatan sana minnettardır. Bütün ömrünü hizmetine verdiğim Türk milleti ile beraber senin huzurunda tazim ile eğiliyoruz...
Atatürk' ün naaşı Anıtkabir yapılıncaya dek on beş sene bu geçici kabirde kaldı ve 10 Kasım 1953' te büyük bir merasimle, ebedi istirahat yeri olan Anıtkabir' e nakledildi. O, Türk' ün tarihinde ve gönlünde ebediyen yaşayacaktır, ölümsüzdür. O bir kumandan olarak birçok savaş kazanmış, bir lider olarak kitleleri etkilemiş, bir devlet adamı olarak başarılı bir yönetim sergilemiş ve nihayet bir devrimci olarak bir toplumun sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve hukuki yapısını kökten değiştirmeyi başarmış; dünya tarihindeki en üstün şahsiyetlerden birisi olmuştur. Tarih onu Türk ulusunun en şerefli evlatları ve insanlığın en büyük liderleri arasında sayacaktır.

Ad:  ata3.jpg
Gösterim: 6438
Boyut:  36.2 KB
Atatürk’ün Kişiliği
Ulu önderimiz ve hayatı hakkında bugüne kadar sayısız eser ve biyografi kaleme alındı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, kahraman asker ve büyük devlet adamı Atatürk, cephedeki ve ülke yönetimindeki üstün başarıları dışında, insani vasıflarıyla da birçok eserde yer aldı. Gerek Türkiye gerekse tüm dünya milletleri için çok büyük bir kahraman, eşsiz bir siyasi deha olan Atatürk, hayatı boyunca sevilen, üstün özellikleriyle takdir gören bir insan oldu.
Tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliğiyle girdiği tüm sosyal topluluklarda öne çıkan Atatürk’ü yakın çevresindekiler, akılcı ve sağduyulu yapısı, milli ahlak anlayışı, dinine karşı olan hassasiyeti, giyim kuşamına, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe, sofra adabına verdiği önemle tanıdılar.
Onu benzersiz kılan özellikleriyle ilgili yapılan yorumlar, yazılan öyküler ve anılar hep birlikte onun “Karizmatik” kişiliğinin parçalarını oluşturuyordu.
Gerektiğinde adeta yemeyen, içmeyen ve uyumayan Atatürk, bu özelliğinin en tipik örneğini Kurtuluş Savaşı döneminde ve Büyük Nutuk’u yazarken gösterdi. Geceleri uyumaktan hoşlanmadığı için, sürekli olarak okuyan Atatürk için Mahmut Esat Bozkurt “Türk Milleti’nin gece bekçisi” ifadesini kullanmıştı.
Herkeste kolay bulunmayan bir irade gücüne sahip olan Atatürk, çok çalışkan olduğu kadar eğlenmeyi ve içmeyi de iyi biliyordu. Ancak görev aşkını ve sorumluluğunu alışkanlıklarının ve keyfinin üstünde tuttuğu için Büyük Nutuk’u yazdığı dönemde 3 ay boyunca hiç içmemişti. Bu konuda kendisine uzun seneler hizmet etmiş olan Cemal Granda Çelebi şunları söylüyordu:
Büyük Nutuk’u yazdığı dönemde Atatürk’ün tam üç boyunca kendi isteğiyle içki boykotuna benimle birlikte çevresindeki herkes de şaşırıp kalıyordu. Atatürk’ün kırk sekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte ettirişini de hatırlarım. Öyle ki, yazı yazmaktan yorulan değişiyor, fakat o binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük eserini tamamlamak için uykusunu bile vermekten çekinmiyordu. Böyle zamanlarda, yazdıklarını sofrada arkadaşlarına okutur, sonra yine eski köşkün çalışma odasına geçer, kah oturarak kah ayakta, çalışmalarını sürdürürdü. Nutuk, çalışma azminin insan iradesinin üstüne nasıl çıktığını gösterdiği için de ayrı bir önem taşımaktadır. Çalışmaları sırasında yer ve zaman öğeleriyle ilgili değildi. Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, yurt çıkarlarını kapsayan bir görev belirdi mi, onu yerine getirmeye çalışırdı. Gezileri sırasında trende ya da otomobil içinde evrak açtırarak çalıştığı çoktur. En keyifli eğlence anında, sofrada bile, karşısında görevlilerden birini gördü mü sohbeti, konuşmayı hemen yarıda keser, “Beni mi istiyorsunuz?” diye kalkıp giderdi. Ülke işlerini her şeyin üstünde tutardı. Eline aldığı herhangi bir işi de yarım bırakmaz, bitirmeden rahat edemezdi.
Atatürk oldukça ileri görüşlüydü. Türkiye ve dünyaya dair yargılarında hiç yanılmadı. Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedeceğimiz, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkacağı, Kral Edward’ın Madam Simpson için tahtından ayrılacağı, Mussolini’nin halkı tarafından linç edileceği, Majino Hattı’nın aslında bir Nasreddin Hoca türbesi niteliği taşıdığı hep doğru tahmin ettiği olaylardı. Özellikle uluslar arası ilişkilerde belirgin hale gelen bu ileri görüşlülük Gladys Baker’in Amerika’yla ilgili Atatürk’e sorduğu sorunun cevabında iyice netlik kazanıyordu:
Ad:  a11.jpg
Gösterim: 7106
Boyut:  13.1 KB

Dünya milletleri bir apartmanda oturan sakinler gibidir. Amerika Birleşik Devletleri, bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer, apartman, oturanların bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına olanak yoktur. Savaş için de aynı şey olabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nin savaş çıktığı takdirde tarafsızlık siyasetini koruması olanaksızdır. Bundan başka, Amerika, büyük, kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan, kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez.
Atatürk insanları iyi tanıyor, kimi nerede ve nasıl görevlendireceğini de çok iyi biliyordu. Lozan Konferansı’na Rauf Bey yerine İsmet Paşa’yı göndermesi, ordu komutanları arasında yaptığı tercih ve atamalar, Cumhuriyet döneminde seçtiği bakanlar ve diğer yöneticiler bu yeteneğinin sonuçlarıydı. İnsanları değerlendirirken olumlu ve olumsuz yönlerini eşit derecede dikkate alıyor, nesnel ve önyargısız davranıyordu.
Liderliğin önemini çok iyi bilen Atatürk, kendisini sadece liderliğe hazırlamakla kalmamış, kişisel özellikleri dolayısıyla liderliğe oldukça uygun olduğu için de sürekli olarak lider gibi davranmıştı. Tipik davranışları arasında, çevresindekilere armağanlar vermek ve ileri görüşlülüğüyle benzersiz fikirlerini paylaşmak olan Atatürk, özellikle dış ilişkilerle ilgili ve diplomatik konularda bir lider olarak oldukça başarılıydı. Rıza Şah Pehlevi Türkiye’ye geleceği zaman, Ankara Halk Evi binasının bir bölümünü onun için özel olarak hazırlatmış, eşya seçimini bizzat kendisi yapmış, binanın bulunduğu bahçeye büyük ağaçlar getirtip diktirtmiş ve özel olarak Türk-İran dostluğunu simgeleyen bir opera bile yazdırmıştı. Yine Türkiye’ye ziyarette bulunan bir başka lider olan Japon Veliahdı için muazzam bir sofra hazırlattı. Sohbet esnasında Japonya’nın tarihinden bahseden, bir meydan muharebesini anlatan Atatürk’ün bilgisi karşısında Japon veliaht hayrete düşmüştü. Tarihten Japon mitolojisine geçen, ardından meşhur Japon şiirlerinden mısralar da okuyan Atatürk’ün bilgi ve hafızasına Japon Veliaht hayran kalmıştı. Zira Atatürk’ün Japon kültürü hakkında anlattıklarının bir kısmını bilmiyordu, onları ilk kez Atatürk’ten duyuyordu. Herkesi kendine hayran bırakan ve tüm diplomatik faaliyetleri müthiş şekilde planlayan Atatürk, veliaht gelmeden on gün önce Japon kültürüyle ilgili bu bilgileri tercüme ettirmişti ve bu görüşmeye hazırlanmıştı.
Atatürk aynı özeni bütün yabancı devlet adamlarına göstermişti. Zira diplomaside kişisel etkileşimin önemini erken yaşta fark etmiş, kendi kişiliğinin ve davranışlarının ulusunun bir aynası olacağını düşünerek, yabancı siyasetçilerde en iyi izlenimi bırakmaya gayret etmişti. Böylece, kendi kurduğu Cumhuriyet’i de yüceltmiş oluyordu. Atatürk haklı olduğunu hissettiği konuşmalarda, özgün düşüncelerini sonuna kadar savunuyor, bu özelliğini hem savaş alanlarında hem de toplumsal ve siyasal konularda da kullanıyordu.

Bir keresinde kendisine sorulan dahi kime denir sorusuna şu şekilde cevap vermişti:

Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der.
Atatürk sürekli olarak düşüncelerini ve beklentilerini çevresindekilere not ettiriyordu. Bu yolla gelecekle ilgili varsayımlarında ve yorumlarında ne denli haklı olduğu ileride kanıtlanmış ve doğrulanmış oluyordu. Özenle not ettirilen kehanetleri bir bir çıkıyordu. Mazhar Müfit Kansu, onun kehanetlerini not alan arkadaşlarından biriydi. Bu öngörü ve ileri görüşlülük ülkeyi ilgilendiren her meselede kısa ya da uzun vadelerde oldukça olumlu sonuçlar verecekti.
Atatürk girişkendi, sorumluluktan kaçınmıyordu, kendine güveni tamdı. İlkelerinden asla taviz vermeyen yapısı dışında kişisel açıdan oldukça hoşgörülü ve bağışlayıcı olan Atatürk, duruma göre esnek davranmasını da iyi biliyordu. Harekete geçmek için uygun zamanı kollayan, siyasi ilişkilerinde politik gücünü oldukça iyi kullanan yapısı, öfkeyle kalkıp zararla oturmasını engelliyordu. Zira Kurtuluş Savaşı sırasında Padişah’a karşı çıkmaması, Çerkez Ethem’e son dakikaya kadar tahammül etmesi ve benzeri birçok olaydaki stratejik davranış biçimi bu özelliğinin etkin rol oynadığının kanıtıydı. Asla kin tutmuyordu, bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir zaman sonra onu affediyor, olanları unutuyordu.
Atatürk, içinde bulunduğu gruba her zaman ve her koşulda egemen olan karizmatik bir kişiliğe sahipti. Önder olmanın tüm olumlu vasıflarını taşıdığı için, savaşın en gergin anlarından, sofrada yapılan hoş sohbetlere kadar her yerde etrafındakiler üzerinde benzersiz bir etki bırakıyordu. Hitabet sanatı, felsefeden siyasete her konudaki engin bilgisi, görgüsü, kibarlığı, ölçülü ve tutarlı davranışları hayranlık uyandırıyordu. Ancak tüm bunların yanında fiziksel olarak oldukça yakışıklıydı, oldukça şık giyiniyordu ve her zaman anlamlı bakan ve güçlü bir etki bırakan gözleri vardı. Özellikle Cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde birçok insanın bu sebepten gözlerinin içine bakamadığı, etrafındakilerin karizmatik niteliğinden dolayı ona hayran olduğu söylenmekteydi.

Ahmet Haşim, Atatürk’ün bir lider olarak karizmasından ve dış görünümünden nasıl etkilendiğini şu sözlerle ifade edecekti:
Gördüğüm fotoğraflarına nazaran biraz şişman, biraz yorgun, biraz hututu kalınlaşmış bir vücutla karşılaşacağımı zannederken, kapıdan bir ziya dalgası halinde giren mütekâsif bir kuvvet ve hayat tecellisi ile birden gözlerim kamaştı. Hadekaları en garip ve esrarengiz maddelerden masnu bir çift gözün mavi, sarı yeşil ışıklarla aydınlatıldığı asabi bir çehre; yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi… Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar… Bütün zemberekleri çelikten önce, yumuşak, toplu, gerilmiş, terütaze bir uzviyet. Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi eski ilahlardaki gibi iğrenç yaşın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir halinde, köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir âlemin tekevvüne yol açan fikirler kaynağı bir baş, bir yanardağ zirvesi gibi, taşıdığı ateşe lakayit, mavi sema altında samit ve mütebessim duruyor. Kendi yarattığı şimşekli bulutlardan, fırtınalardan ve etrafa döktüğü feyizli seylabelerden yegâne müteessir olmayan meğer onun genç başı imiş.
Son derece cesur olan ve ölümden korkmayan Atatürk, savaş alanlarında birliklerine, ast ve üst olmak üzere tüm komutanlarına cesur davranışlarıyla örnek olmuş cesaret öğesini kişisel niteliği ile birlikte toplumsal ve askeri eylemlerinin bir simgesi yapmıştı. Çanakkale savaşında ihtiyat zabit namzedi olarak savaşmış Mahmut Yesari bu niteliğinden dolayı onu “Korku bilmeyen adam olarak tanıdım” demiş, onu savaş döneminde tedavi eden ünlü hekim Mim Kemal, cesaretine vurgu yaparak, “Ölüm ondan korktu” ifadesini kullanmıştı.

Mahmut Yesari’nin ağzından Atatürk’ün cesareti:
Onu ilk defa siperde gördüm. Çanakkale’de Anafartalar grubu komutanıydı. Bizim Fırka vaziyetini tetkike gelmişti. Kendisi miralaydı, maiyetinde, kolordu kumandanı mirlivalar vardı. O, paşalara kumanda eden bir “Bey”di. Siperleri ziyarete gelen başka kumandanlar da görmüştüm. Enver Paşa’nın cesareti, ataklığı dillere destandı. Ben lapacı padişaha vekâlet eden başkumandan vekilinin gözlerinde daima bir komiteci hilekârlığı gördüm. Çanakkale’de çarpışan Türk kuvvetlerinin başına hangi sakat endişelerle musallat edildiğine bir türlü akıl erdiremediğim Alman kumandanının, ateş hattına geldiği zaman birdenbire yağmaya başlayan şarapnel yağmurlarını görünce, yere diz çökerek kendi dilince şahadet eder gibi saklandığını da gördüm. “O”, sipere bir salona giren bir erkânıharp zabiti gibi girdi ve sıçan yollarında ona yol gösterdiğim oldu. Ben ona yol gösterirken, günlerden değil, aylardan beri siper hayatına alışmış olduğum halde titriyordum, fakat “O”, boyunun uzunluğuna rağmen, ayaklarının ucuna basarak doğrulur, siperlerin üzerinden düşman siperlerine bakardı. “Düşman siperlerine bakmak!” Bu hiç de kolay değildi. Düşman, ateşten göz açtırmazdı. “O”, bu “Göz açtırmayan” ateşe “Gözlerini kırpmadan” bakardı. “O”nu ben ilk defa “Korku bilmeyen adam” olarak tanıdım.
Atatürk çok iyi bir komutandı. Üstün gözlem yeteneğiyle, cephede olup biteni hemen ve herkesten önce kavrayan Atatürk, askerlik bilgisinin yüksek olmasından dolayı savaş alanlarına çok iyi derecede hâkimdi. Cephede bulunan komutanların gözleriyle göremediklerini görürdü. Kişisel bakımdan son derece dürüst olan Atatürk’ün kendi malvarlığını bile ülkesine bağışlamış olması onun dürüstlüğünün önemli bir simgesiydi. Zira Atatürk Orman Çiftliği’ni hazineye devretmişti. Atatürk okumaktan büyük keyif alıyor, müziğe ve dansa da büyük ilgi duyuyordu. Çocukluk arkadaşı Asaf İlbay’ın belirttiğine göre, Atatürk, zamanın moda danslarında oldukça yetenekliydi, çok iyi vals, polka, mazurka ve kadril yapıyordu. Oldukça sade bir hayat süren Atatürk’ün kitaplığı zengindi. Sporla da yakından ilgilenen Atatürk, bu yüzden fırsat buldukça yüzüyor ya da ata biniyordu, Zeybek oyunlarıyla ve güreş sporuyla da ilgileniyordu. Sakarya adlı atına ve köpeği Fox'a çok değer veriyordu. Rumeli türkülerine büyük ilgisi vardı. En sevdiği türkülerden bazıları; Manastır, Yemen Türküsü, İzmir’in Kavakları, Bülbülüm, Vardar Ovası, Çanakkale İçinde, Yanık Ömer, Kırmızı Gülün Alı Var, Alişimin Kaşları Kara ve Şahane Gözler Şahane’ydi.
Ad:  a12.jpg
Gösterim: 6593
Boyut:  44.0 KB

Yazdığı birçok şiir vardı. Vatan sevgisini en güzel şekilde ifade ettiği şiirlerinden biri de Türk tarih sahnesinde büyük önemi olan Oğuzlara ithaf ettiği “Hakikat Nerede?” isimli şiiriydi;
Hakikat Nerede?
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak
Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.
Asya'nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa'nın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz, Batıdan yine biz
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk, bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri!
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Dünya o zaman görecek hakikat nerede,
Hakikat nerede?
Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Akşam yemeklerine devlet adamlarını, sanatçıları ve bilim adamlarını davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, modern tarıma geçiş yolunda yürütülen çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.
Atatürk, 1915–1937 yılları arasında birçok kez İstanbul’daki Pera Palas Oteli’nde konakladı. Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul'un işgali sırasında Atatürk, annesinin Beşiktaş Akaretlerdeki evi işgal kuvvetlerince gözetim altında olduğu için, Pera Palas' ın birinci katındaki 101 Numaralı odada kalıyordu. Bu odada fikir arkadaşlarıyla buluşur ve durum değerlendirmesi yaparlardı. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun tohumları bu odada atıldı denilebilir. Bu oda 1981 yılında, dönemin Kültür Bakanı Cihat Baban' ın büyük yardımlarıyla bir Atatürk Müzesine dönüştürüldü. Odadaki tüm eşyalar otantikti.

Atatürk’ün Özel Hayatı
11 Eylül 1922’de, Türk ordusunun İzmir’e girişinin ikinci gününde Atatürk’ün şehre geldiğini duyan Latife Uşşaki, onunla tanışmak için her gün karargâha gidiyor, ancak Atatürk’le görüştürülmüyordu. Bir gün, nöbetçinin meşguliyetinden yararlanıp içeri giren Latife Hanım, Atatürk'le konuşma fırsatı bulmuştu.
O dönemde İzmir’de birçok yangın çıktığı için Atatürk’e, daha güvenli olacağını düşündüğünden, karargâhını babasının Göztepe’deki köşküne taşıması teklifinde bulundu. Uşşaki ailesi Atatürk’ü 20 gün köşklerinde ağırladı. Bu dönemde arkadaş olan Atatürk ve Latife Hanım, daha sonra da haberleşmeye devam ettiler. Ancak Latife Hanım, köşklerinde kaldığı süre içinde Atatürk’e âşık olmuştu ve bunu dolaylı olarak dile getiriyordu. Zira ortalıkta pek görünmemesine rağmen her gece Atatürk’ün yastığının üzerine kırmızı bir gül bırakıyordu.
1898 doğumlu Latife Uşşaki, İzmir’in tanınmış ailelerinden Uşakizade (sonra Uşşaklı) Muammer Bey’in kızıydı. İzmir Lisesi’ni bitirdikten sonra, Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nde hukuk okumuştu. Londra’da dil öğrenimi gördükten sonra Kurtuluş Savaşı henüz bitmeden İzmir’e ailesinin yanına dönmüştü.
Atatürk, Latife Hanım’ın eğitiminden ve zekâsından çok etkilenmişti. Ancak Atatürk’ün hayatında ona büyük bir aşkla bağlı olan Fikriye Hanım vardı. Atatürk ve Fikriye’nin yolları Zübeyde Hanım’ın ikinci evliliği nedeniyle kesişmişti. Zira Fikriye, Atatürk'ün üvey babası Ragıp Bey'in kız kardeşinin kızıydı. Yani onun üvey kuzeniydi. Atatürk yüzbaşı olduktan sonra arada sırada geldiği ailesinin evinde, Fikriye ile tanışmıştı. Fikriye ise, bir dönem Mısırlı zengin bir adamla evli kalıp boşanmış, ardından İstanbul' a dönerek Zübeyde Hanımların evine yerleşmişti. Zübeyde Hanım, Fikriye' yi çok sevmesine rağmen, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule ondan hoşlanmıyordu.
Atatürk'ten sadece bir ya da iki yaş büyük olduğu tahmin edilen Fikriye Hanım, Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’ü yalnız bırakmamış, ona bakmış, Çankaya’da birlikte yaşamışlardı. Zira Kuvayi Milliye' yi örgütlemek ve vatanı kurtarmak için çalışan Atatürk' ün günlük işlerine yardım etmesi için güvenebileceği kadın bir yardımcıya ihtiyacı vardı. Her ne kadar yardımcısı Bekir Çavuş Atatürk’e hizmet etse de, tüm bu işlere bir kadın elinin değmesi şart olmuştu ve akla gelen en uygun isim Fikriye Hanım’dı. Ankara’ya bu amaçla çağrılan Fikriye, kısa sürede tüm Çankaya tarafından benimsenmişti. Milli mücadele döneminde sabaha kadar odasında çalışan Atatürk' ü kahvesiz bırakmamak için ona yardımcı olan Fikriye Hanım, çok geçmeden bu karizmatik lidere aşık oldu. Salih Bozok daha sonra yazacağı kitapta Fikriye Hanım’ı, ortadan az uzun, ince, kara kaşlı ve kara gözlü, aydınlık yüzlü, güzelden çok alımlı bir hanım olarak tasvir edecekti ve onun için şunları söyleyecekti:
Şahsi kanaatim, resimlerinden gördüğüm kadarıyla oldukça güzel ve tutkulu bir kadın. Sanki içime yay veya boğa burcuymuş gibi bir his doğuyor.
Atatürk, bu dönemde Türk ordusunun İzmir’e girişinden dolayı yapılan kutlamalar için İzmir’e gittiğinde Latife Hanım’la tanışmıştı. Fikriye Hanım, gazetelerde Atatürk ve Latife Hanım’ı aynı karede gördüğünde onun için oldukça azap verici bir dönem başlamış oldu. Hem Milli Mücadele yıllarında Çankaya’da geceli gündüzlü çalışması hem de Latife Hanım’la Atatürk’ün tanışması onu çok yıpratmıştı, zira bir süre sonra verem olacaktı.
Atatürk Fikriye Hanım’ın biran önce iyileşmesini istiyordu ve onu tedavi görmesi için Münih’teki bir sanatoryuma gönderdi.
Bu arada Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım da sağlık problemleri yaşıyordu. Tedavi için İzmir’e giden ve Latife Hanımların köşkünde ağırlanan Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923’te hayata gözlerini yumdu. Annesinin ölümü üzerine İzmir’e giden Atatürk, Latife Hanım’la 29 Ocak 1923’te Muammer Bey’in evinde, sade bir nikâh töreniyle evlendi. Mareşal Fevzi Çakmak ve Kâzım Karabekir Atatürk'ün, Mustafa Abdülhalik Renda ile Salih Bozok ise Latife Hanım’ın tanıklarıydı.
Evlilik haberini Almanya’da, tedavi gördüğü sanatoryumda alan Fikriye Hanım, Münih’ten Çankaya’ya geldi. Bu zamansız dönüş oldukça acı biçimde sonuçlanacaktı. Atatürk’ü görmek için köşke geldiğinde Latife Hanım’la Atatürk kahvaltı etmekteydi. Atatürk’e Fikriye Hanım’ın köşke geldiği haberi verildi ancak Latife Hanım öfkeden çılgına dönerek Fikriye Hanım’ın köşkten kovulmasını emretti. Fikriye Hanım itiraz etmeden faytona bindi, inanılmaz derecede üzgündü. Bu yüzden kendisine hediye edilen tabancayla yolda kendisini vurdu. Ancak konuyla ilgili farklı spekülasyonlar vardı.
Fikriye'nin Atatürk’e duyduğu büyük aşk gibi, ölümü, son yolculuğuna nasıl uğurlandığı ve mezarının yeri de "sırlarla" dolu oldu. Zira ölüm nedeninin intihar olmadığını, cinayete kurban gittiğini ortaya atan görüşler vardı. Dönemin tek hastanesi olan Memleket'e yetiştirilen Fikriye’nin ölümü ile söylenenlerin hiçbiri birbirini tutmuyordu.

Fikriye Hanım'ın yeğeni Abbas Hayri Özdinçer daha sonra konuyla ilgili şu açıklamayı yapacaktı:
Anlatıldığına göre, halamı faytonun içinde sırtından vurulmuş olarak buluyorlar. Babam Enver Bey, o gün halamın ölümünden haberdar edilmiyor. Ertesi sabah sivil polisler Çankaya'dan gelen şifahi bir emirle babamı Ankara'ya götürüyorlar. Babamın ısrarlarına rağmen halamın cesedi kendisine gösterilmiyor. Mezkûr tabanca dâhil merhumenin bütün şahsi eşyalarına el konuluyor. Bunun üzerine babam bir arkadaşıyla beraber halamın o gece kaldığı hastaneyi araştırıyor. Cinayet günü halamla aynı hastanede kalan bazı hastaların isim ve adreslerini tespit ediyorlar. Bu hastalardan biri Polatlı Çoban Hüseyin'miş. Hadise günü üst kat tamamıyla boşaltılırken, onu baygın zannedip başka koğuşa nakletmişler. Babamlar bu çobanı daha sonra köyünde bulmuşlar ve o gece ne olduğunu sormuşlar. Çoban Hüseyin aynen şunu söylemiş: 'O gece bir avrat getirdiler. Sabahlara kadar avazı dinmedi “Alçaklar, katiller, vurdular beni” diye bağırıyordu. Halam ertesi gün ölmüş.
18 Temmuz 2006 tarihli Sabah Gazetesi’nde Fikriye Hanım’ın mezarının nerede olduğuna dair bir haber yer aldı. Fikriye Hanım’ın 82 yıllık “Mezar sırrını” Salih Bozok'un aile dostu olan araştırmacı Eriş Ülger açıkladı:
Fikriye'nin mezarı Köşk'e çıkarken sol tarafta, bugünkü Kuğulu Park civarında, küçük bir mezarlıkta.
Fikriye Hanım’ın ölümü Atatürk’ü derinden sarstı. Salih Bozok' un anlattığına göre, Atatürk bir gün eşi Latife Hanım' a yanlışlıkla "Fikriye" diye hitap etmiş, bu yüzden Atatürk ile Latife Hanım’ın arası uzun süre bozulmuştu.
Evlilikleri boyunca birçok yurt gezisinde Atatürk’e eşlik eden Latife Hanım, modern ve medeni Türk kadınının simgesi olma görevini üstlendi. Atatürk’ün isteği üzerine meclisteki oturumları izlemeye giden Latife Hanım, TBMM’ye giren ilk Türk kadını oldu. Her önemli toplantıda bulunmuş ve askeri manevralara katılmış olan, Atatürk’le en hayati konuları dahi tartışabilen Latife Hanım’a Atatürk büyük saygı duyuyordu. Ancak Latife Hanım, evlendikten sonra oldukça hırçınlaşmıştı. 2 yıl süren evlilikleri boyunca Latife Hanım hırçınlığıyla Atatürk’ü yıprattı. Evlendiklerinde Cumhuriyet henüz yeni kurulmuştu, Atatürk’ün sorumlulukları büyüktü, ancak Latife Hanım ona destek olmaktan çok sorun çıkarıyordu. Bunda genç yaşta olmasının da etkisi vardı.
Birçok şiddetli gerginlik yaşadıktan sonra Atatürk iki defa Latife Hanım’dan ayrılmak istemiş, ancak Latife Hanım, Salih Bozok’tan arabuluculuk yapmasını istemiş ve araları yumuşamış, en sonunda 1925 yazında Doğu Anadolu gezisindeki tatsız tartışmadan sonra boşanmaya karar vermişlerdi.
5 Ağustos 1925 tarihinde resmen ayrıldıklarında boşanma haberi radyoda yayınlanan bir hükümet bildirisi ile duyuruldu. Latife Hanım boşanmayı kabullenememiş, Atatürk'le barışıp yeniden beraber olmayı ümit etmişti.
Ölümüne kadar Atatürk’le olan evliliği hakkında konuşmayı ya da yazmayı kesinlikle kabul etmeyen Latife Hanım, 12 Temmuz 1975’te İstanbul’da hayatını kaybetti ve Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile mezarlığına gömüldü.
Atatürk’ün özel hayatıyla ilgili olarak en yakın arkadaşlarından ve aynı zamanda başyaverlerinden olan Salih Bozok, “Atatürk, Latife ve Fikriye İki Aşk Arasında” kitabını yazdı. Kitap, Atatürk’ün hayatındaki iki önemli kadın ekseninde geçen olayları anlatıyordu ve hiçbir yerde yayınlanmamış anılara, Atatürk’ün özel hayatından bilinmeyen kesitlere yer veriyordu.

İstiklal Mahkemeleri Üç Aliler Divanı'nın üyesi, Atatürk'ün silah arkadaşı ve sırdaşı Kılıç Ali'nin oğlu Altemur Kılıç kendisiyle 11 Ağustos 2006 tarihinde yapılan röportajda, Atatürk’ün Latife Hanım’la olan evliliği hakkında açıklamalarda bulundu. Altemur Kılıç, amcası Muzaffer Kılıç’ın Atatürk'ün yaveri; annesiyle halalarının Çankaya yıllarında Latife Hanım'ın yakın dostları olması sebebiyle tarihsel bir takım gerçeklere vakıftı.


Adı Latife Hanım Tarafından Konulan Altemur Kılıç’la Yeni Şafak Gazetesi Tarafından Yapılan Röportaj:
*Latife Hanım ile Atatürk'ün boşanma nedeniyle ilgili bizden farklı bir şey biliyor musunuz?
Atatürk başlangıçta beğenmiş Latife Hanım'ı, uyuşmuşlar. Gelecekteki aydın Türk kadınının modeli olacağını düşünmüş, bunun için evlenmek istemiş. Kadınlara laf etmek istemem ama Latife Hanım daha sonra biraz ne oldum delisi olmuş. Hırçınlaşmış. Atatürk'le mücadeleye girmiş.


*Bunlar babanızın anılarında var. Halalarınızdan ve annenizden ne duydunuz?
Şöyle derlerdi: Latife Hanım iyiydi, severdik. Ama konumunu hazmedemedi. Atatürk'e herkesin yanında "Kemal" derdi. Ayrıldıkları gün çıkan tartışma da şöyle olmuş mesela: Atatürk kapıdaki nöbetçiyle sohbete dalmış. Latife dehşetli kızmış. Bir nöbetçiyle nasıl böyle konuşur, diye. Atatürk askerdi fakat hoyrat değildi. Paris, Sofya görmüş, Fransızca bilen ince bir adamdı. Latife Hanım onu terbiye etmeye, kendine uydurmaya kalkmış.

*Atatürk'ün sofra sohbetlerinin çok uzaması ve Latife Hanım'ın bunu engellemeye çalışması da ayrılış nedeni olarak gösterilir?
Atatürk arkadaşlarıyla sohbeti severdi. Latife Hanım onu boğduğu, hoyratlık yaptığı için mutsuz oldu Atatürk.

*Atatürk'ün boşanarak arkadaşlarını eşine tercih ettiği de söylenir.
Atatürk hayat tarzının değiştirilmesinden rahatsız oldu. Latife Hanım'da istediğini bulamadı.

*Latife Hanım, Atatürk'e söz verdiği için hiç konuşmamış. Babanız da anılarında "Bildiklerim benimle mezara gidecek" diyor. Neden bu kadar ısrarla susuluyor?
Ben bunları tahmin etmiş gibi "İleride Atatürk ile ilgili dedikodular çıkaracaklar, anlatın da ben bileyim hiç olmazsa" dedim babama. Bana gözlerini açarak öyle bir baktı ki neredeyse dövecekti. "Ben" dedi "Devlet sırlarını da Atatürk'ün özel sırlarını da kimseye anlatmaya mezun değilim. Sana da anlatmam"

*Hiç mi bir şey anlatmadı?
Babam Atatürk'ün özel hayatını bilecek kadar yakınındaydı. Ama özelini, devlet sırlarını söylememesi çok normal.

*Devlet sırrı Atatürk'ün asker ve devlet adamlığıyla, diğeri Atatürk'ün insan yüzüyle ilgili. Söylediklerinizden gizlenmesi gereken bir şeylerin gizlendiğini mi anlamalıyız?
Gizlenmesi gereken bir şey değil. Herhangi bir şey. Ben en yakın arkadaşımın sırrını da açıklamam. Değil ki Atatürk gibi bir adamınkini açıklayayım. Latife Hanım'ın kasası açılsın deniyor. Biz bunca yıl sonra Atatürk'ü Latife Hanım'ın evrakından tanıyıp, onun kötü adam olduğuna karar vereceksek o başka. Niye kötü adam olsun ki! O evrak cumhuriyetin kurucusu olsa bile mutluluğu, üzüntüsü, zaafları, heyecanları, pişmanlıkları ile bir insanı tanıtacak bize. Atatürk hiçbir zaman put olmak istemedi. Anlattıklarımız kıymetli ise, işte anlatıyorum. Ama babamın dediği gibi, farklı bir bilgiyi benden istemeye kimsenin hakkı yok.

*Bu, bir şeyler bilip de gizlediğiniz anlamına mı geliyor?
(Düşünüyor.) Olabilir. Duyup bildiğim şeyler var ama prensip olarak anlatmam. Ölünceye kadar saklarım. Esrarengizlik değil bu.

*Latife Hanım'ın kasasının açılmasına niçin karşısınız?
Latife Hanım isteseydi bunu kendisi yapardı. Onun ölümüne yakın bir vakitte kimi notlarını yaktığı biliniyor. Dolayısıyla yakmadıkları görülebileceğini, bildiği, hatta görülmesini istediği şeyler olabilir. Atatürk'ü kötülemek isteyenler öküz altında buzağı arayacaklar. Başka faydası olmaz.

*Latife Hanım ayrılış nedeni olarak bir "yılan"dan bahsediyor. Babanız da Latife Hanım'ın Atatürk'ü arkadaşlarından ayırmaya çalıştığını söylüyor. Kızgınlığı fark ediliyor. Bu "yılan" babanız Kılıç Ali olabilir mi?
Değildir herhalde. Yıllar sonra Latife Hanım'a gittim sordum; babama, amcama kızgınlığınız var mı, diye. "Katiyen" dedi. Latife Hanım'ın onlara kızgınlığının nedeni şu olabilir: Fikriye Hanım Çankaya'ya gelince Latife Hanım "Kovun bu kadını" diyor. Amcam da "Hanımefendi, bu kadın zor günlerde bizim çamaşırlarımızı yıkadı, kovamam" diye dikleniyor. Bunun için babama da, amcama da kızıyor Latife Hanım.

*Bir anınızı anlatır mısınız?
Florya'daydık. Ülkü'yle denize giriyorduk. Atatürk de evin önündeki masada oturuyor. Bize seslendi "Çok kaldınız üşüdünüz, artık çıkın" dedi. Çıktık merdivenden. İkimizin de elinden tuttu. Havlularımızı verdi arkamıza. Dondurma yer misiniz, diye sordu. Frambuazlı dondurma vardı. Ne vakit frambuazlı dondurma yesem burnumun direği sızlıyor. (ağlıyor) Atatürk'ü bir daha görmedim. Arkasında ekoseli bir süveteri vardı. Saçları önüne düşmüş. Biz canı sıkkın zannettik. Meğer hastaymış. Hâlâ içim acıyor.
Çocukları çok seven Atatürk, Afet İnan, Sabiha Gökçen, Fikriye, Ülkü Adatepe, Nebile, Rukiye, Zehra ve Mustafa isimlerinde 8 çocuğu manevî evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları ise himayesine aldı. Onlara iyi bir gelecek hazırlayan Atatürk, mirasından çocuklarına da pay ayırdı.
Ülkü Adatepe, Atatürk’le aynı çatı altında tam 5 yıl yaşamıştı. Kendisiyle yapılan bir röportajda manevi babasıyla ilgili olarak çok özel açıklamalarda bulundu.
Ad:  a13.jpg
Gösterim: 6875
Boyut:  47.6 KB

Atatürk’ün Manevi Kızı Ülkü Adatepe’yle Yapılmış Olan Röportaj
Ata’nın Fikriye ile ilişkisi gerçek bir aşktı. Bunu da herkes biliyordu, Latife Hanım çok hırçın ve sinir hastasıydı. Zübeyde Hanım da Atatürk’ün yakın çevresi de Latife Hanım’ı hiç sevmemişti…

* Annenizin-babanızın kızı olmaktan çok Atatürk’ün kızı mıydınız?
Kendimi bildiğimde Atatürk’le aynı evdeydim. Çok ilgi görüyordum. Şefkat ve sevgi seli içindeydim. Atatürk’e Atatürkçüğüm diye hitap ederdim. Ne yazık ki anılarım çok silik. Onun çalışma odasına doğru koşuşum, kucağına alıp nasihatte bulunması, eve gelen konuklar…

* Nasıl izler kaldı o günlerden size?
Onunla olunca kendimi sağlam bir kayaya yaslanmış hissederdim. Anne-baba sevgisinin ötesinde olduğunu da itiraf etmeliyim.

* Anneniz Zübeyde Hanım’ın komşusuymuş. Bu yüzden mi Atatürk’ün manevi kızı oldunuz?
Dedesi annemi Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’a emanet etmiş. Annemi Zübeyde Hanım büyütmüş. Annem küçük bir kız çocuğu olarak Atatürk’ün başını kaşırmış. Zübeyde Hanım’ın ölümünden sonra annem bir süre Ata’nın kardeşi Makbule Hanım’la kalmış. Atatürk annemi Gazi Orman Çiftliği’nde istasyon şefliği yapan Fransızca bilen Çerkez babamla evlendirmiş. Annemin hamile olduğunu duyunca da haber göndermiş.

* Evlat mı edinmek istemiş sizi?
Hayır, yalnızca şöyle demiş: “Kız ya da erkek fark etmez bu çocuğun adı Ülkü olacak.” Ben doğduğumda kendisi cumhurbaşkanıydı. 40 günlükken beni kucağını alıp sevmiş. Ben 9 aylıkken ziyarete geldiğinde çiftlikte beni görmüş. Elime saatini tutuşturmuş. Ben saati kulağıma götürüp dinlemişim. Meraklı halim onu çok etkilemiş ve benden ayrılmak istememiş. Herhalde babalık duyguları hissetti. Döndükten hemen sonra gece eve araba gönderip bizi Çankaya Köşkü’ne aldırmış.

* Neler yaşadınız Atatürk’ün ölümünden sonra?
Onun koruması, onun verdiği güç her zaman benimle birlikteydi ama çok zorluk çektim. Çünkü birden bir ilgi boşluğu oldu. Annemin, babamın dolduramayacağı bir boşluğun içine düştüm. Üsküdar Amerikan Lisesi’ne gönderdi ailem beni, Ata’nın istediği gibi bir eğitim almak için. Ancak ben bunalıma girdim. İsmet Paşa da dahil olmak üzere hiç kimse ilgilenmedi benimle. Unutuldum uzun bir süre. Bu yüzden de liseyi bitirmeden evlendim Fethi Doğançay’la. Bu bakımdan zor bir hayatım oldu, Ata’nın eğitim bakımından beklediklerini gerçekleştiremedim. Kendime geldiğimde, Ata’yı anlatmayı kendime misyon olarak üstlendim. Bunu yapmalıydım. Uzun süre kişilik bunalımı yaşadım.

* Atatürk’ün aşkları da gündemde… Zsa Zsa Gabor bile geldi diye yazanlar oldu…
Öyle. Zsa Zsa Gabor doğru değil. Birilerinin eşlerini beğenirmiş gibi sözler de söyleniyor, onlar da doğru değil. Ama sonuçta Atatürk de bir insandır, çapkın olabilir, zaten bekardı.

* Ya Fikriye Hanım…
Ona aşıktı. Hatırlamıyorum ama annem ve Sabiha Hanım anlatırdı. Fikriye Hanım, Ata’nın çevresindekilerin de beğenisini alan güzel bir kadınmış. Herkes hayranmış.

*Latife Hanım ‘first leydi’liğe daha mı uygun bulunmuş?
Şöyle anlatılmıştı bana. Zübeyde Hanım hastalandığında Ata’ya bir mektup yazarak, evlenmesini istemiş. O sırada Latife Hanım yetiştiriliş tarzı, ailesi bakımından beğenilmiş. Ancak görünen gibi olmamış.

* Yurtdışında okuyan Latife Hanım’ın neyi uymamış Ata’ya?
Bir kere Zübeyde Hanım bu mektubu yazdıktan kısa bir süre sonra fikir değiştirmiş. Ata’nın yaveriyle haber gönderip, “Sakın evlenme” demiş. Ancak o sırada Ata’nın çevresindekiler de evlilik için bastırınca evlilik gerçekleşmiş. Bana anlatılanlar Latife Hanım’ın hırçın, hırslı ve şımarık olduğu. Aileden gelen bir sinir hastalığı da varmış. Ata’nın yakın çevresindekiler onu sevmemiş. Sonuçta Ata öldükten sonra da kendini odaya kapattı. Kimseyle görüşmedi.

* Ya Fikriye Hanım’ın ölümü?
Çok acıklı. Onunla ilgili anlatılanlardan çok etkilenirim. Fikriye Hanım döndüğünde eve alınmamış. Bu Ata’nın onun gelişinden habersizliğinden kaynaklanıyor. Fikriye Hanım buna çok içerlemiş. Latife Hanım’ın, Atatürk’ün Fikriye Hanım’la ilişkisini kesmesinde büyük etkisi var. Bana kalırsa, anlatılanlardan bildiğim Fikriye ve Ata’nın ilişkisi gerçek bir aşktı. Fikriye’nin hastalandığı da doğrudur. Paris’te tedavi görmüş. Keşke Fikriye Hanım’la evlenseydi.

* Safiye Ayla’nın Köşk’e gelişini hatırlıyor musunuz?
Safiye Ayla’yı özel olarak çağırırdı. Erken yattığımda, uyandırırdı beni Ata, “Safiye Hanım geldi” derdi. O söylerdi, ben de dans ederdim.

* Safiye Ayla’nın yüzünü sakladığı, kapının, perdelerin arkasından şarkı söylediği doğru mu?
Öyle bir şey olmadı. Hatta bu dedikodu çok yayılmıştı ve Safiye Ayla, rahmetli ölmeden önce bana “Ülkücüğüm halk beni galiba gerçekten çok çirkin buluyor. Atatürk’ün bana bakamadığını düşünüyorlar” demişti.

* Çok içer miydi?
Annemin anlattıklarından biliyorum, harp zamanında içermiş. Sonuçta ülkeyi yönetiyor, devrimler yapıyor, çok özel bir insan Ata.

* Bu konular yeni yeni konuşuluyor. İçkisi, sigarası… Rahatsız oluyor musunuz?
Okullarda savaşları okutuyorlar ama bilmedikleri Atatürk’ün insan yönü. Her şeyden evvel insan o. Bu yüzden de rahatsızlık duymuyorum. Çok büyük bir asker, çok büyük bir devlet adamı, çok büyük bir devrimci. Atatürk’ün rakısından bahsediliyor. Stresini atmak için içiyormuş, muazzam sofraları filan anlatıyorlar. Onları hatırlıyorum o sofralar imtihan sofrasıydı. Fikir alışverişi yapılırdı.

* Kimler davet edilirdi, siz hatırlamasanız bile mutlaka anlatılmıştır…
Annem, Sabiha Gökçen, Afet Hanım anlatırdı bana. Gazeteciler, yakın arkadaşları gelirdi.

* Atatürk yaşasaydı ne olurdu, ne yapardı?
Atatürk şimdi olsaydı zaten böyle olmazdı. Ata’nın15 yılda yaptıklarını yıllardır yapamadılar.

* Atatürk manevi kızlarının siyasete girmemesini vasiyet etmiş. Ata neden böyle olmasını istedi?
İsminden yararlanılmasını istememiş olabilir. Çok çıkarcı olabilirdik. Ata her şeyi milletine bıraktı. 1933′te doğduğumda kanun çıkarmış, oysa her şey kız kardeşine kalabilirdi.


Atatürk’ün İlkeleri

“Atatürk’ün İlkeleri”, Türkiye Cumhuriyetinin temel prensipleridir. Atatürk'ün dünya görüşünü yansıtan ve 6 ok olarak da nitelendirilen bu ilkeler bir bütündür, birbirinden ayrı düşünülemez. Atatürk ülke yönetimindeki temel prensipleri bu 6 ilke altında toplanmıştır. Kuşkusuz Atatürk’ün ilkeleri çok daha iyi bir Türkiye Cumhuriyeti içindir.

Cumhuriyetçilik:
Çok uluslu bir imparatorluğun savaşla yıkılmasından sonra, bir milletin ayakta kalabilmesi için varını yoğunu vererek çalışmış ve savaşmış olan Atatürk, ulus devlete geçiş sürecinde Türkiye'nin ulusal kimliğini oluşturdu. Bu kimliği oluştururken, tüm vatandaşların kendi iradesiyle ülke yönetiminde etkisi olmasını gerekli gördü, halkın iradesini temel aldı. Hiç kuşkusuz bir ülkenin vatandaşları yönetimde etkin olmalıydı, sesini duyurmalıydı, kul nitelikli bir yapıda değil de yurttaş-birey olarak görülmeliydi. Atatürk bu ülkeye Cumhuriyet’i hediye ederken, sadece halkını ve vatanını düşünmüştü.
Ad:  ata32.jpg
Gösterim: 6417
Boyut:  32.4 KB

Halkçılık:
Atatürk, Cumhuriyet ilkesiyle birlikte, sosyal hayatın içinde bireylerin kendilerini özgürce ifade edebilmeleri, haklarını arayabilmeleri için kadın-erkek, genç-yaşlı tüm halka değer veren bir düşünce doğrultusunda Halkçılık ilkesine işaret etti. Halkçılık ilkesi sınıf ayrıcalıklarına ve sınıf farklılıklarına karşı olmak ve hiçbir sınıfın diğerlerinin daha üzerinde olmasını kabul etmemek demekti. Birlik fikrinin yücelten Halkçılık ilkesiyle Türkiye Cumhuriyeti ulusal bir kimlik kazandı. 1934 yılında kabul edilen bir kanun ile kadınlar seçme ve seçilme hakkını aldılar, statülerinde köklü değişiklikler oldu. Kadınları ikinci sınıf insan gören zihniyet tamamen ortadan kalktı, kadınlar sosyal hayatta yer almaya başladı. Atatürk çeşitli ortamlarda, Türkiye'nin gerçek yöneticilerinin köylüler olduğunu söylemiş ve bunu şu şekilde ifade etmişti:
Köylü Yurdun Efendisidir.
Laiklik:
İmparatorluk döneminde yobazlar ve radikal dinciler oldukça tehlikeli bir hal almışlar, bazı gruplar düşmanla işbirliği içine girmeye bile çalışmıştı. Din gibi sadece Allah ve kul arasında kalması gereken ruhani bir olguyu, devlet yönetiminde kullanmak, onu araç etmek ve küçük düşürmek demekti. Oldukça dindar bir anne tarafından yetiştirilmiş olan Atatürk, Laiklik ilkesiyle, yobazların ülke yönetiminde dini kullanmasına izin vermemiş, dini korumuştu. Bu amaçla laiklik ilkesini benimsemişti. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıyla dini çirkin amaçlarına alet eden grupların etkisi azaldı.

Milliyetçilik:
Vatan sevgisini her şeyin üstünde tutup, vatanı için cesurca savaşmış olan Atatürk’ün milliyetçiliği ırkçı bir yapıda değil, yurtseverlikle doluydu. Bugün bir bayrak altında bağımsız olarak yaşamamız, milyon askeri komuta ederek, cephelerde kahramanca savaşarak Cumhuriyet’i kuran Atatürk sayesindedir. Atatürk’ün milliyetçiliği tüm diğer ulusların bağımsızlık haklarına saygılı ve sosyal içeriklidir. Yalnızca anti - emperyalist olmayıp aynı zamanda herhangi bir sınıfın Türk toplumunu yönetmesine de karşıdır. Türk devletinin vatanı ve halkı ile bölünmez bir bütün olduğu ilkesine dayanmaktadır.

Devrimcilik:
Atatürk'ün ortaya koyduğu önemli ilkelerden birisi olan devrimcilik, işlevi kalmamış, çağın gerisindeki kavramlar ve anlayışlar yerine değişen dünyaya uygun, akılcı kavramların benimsenmesi demektir. Bu anlamda Atatürk, geleneksel kuruluşlar yerine modern kuruluşlar inşa etmiş, ülkenin geleceği için yeni yapılanmalara gitmiştir.

Devletçilik:
Atatürk, Türkiye'nin bir bütün olarak modernizasyonunun ekonomik ve teknolojik gelişmeye önemli ölçüde bağlı olduğunu ifade etmiştir. Devletçilik ilkesini, devletin, ülkenin genel ekonomik faaliyetlerinin düzenlenmesi şeklinde yorumlamış, özel sektörün girmek istemediği, yetersiz kaldığı ya da ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara girmesi konularına da değinmiştir. Devletçilik ilkesinin uygulanmasında, devlet yalnızca ekonomik faaliyetlerin temel kaynağını teşkil etmemiş, aynı zamanda ülkenin büyük sanayi kuruluşlarının da sahibi olmuştur.

Atatürk’ün İnkılâpları
Atatürk askeri bir dahi ve karizmatik bir lider olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir reformcuydu. Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş bir ülke olması için eğitim, adalet, sosyal hayat ve ekonomi gibi bir ülkenin gelişmesinde oldukça büyük önemi olan yapıtaşlarını tümden değiştirmişti. Atatürk ülkemizin ihtiyaçlarını bilmenin yanında genç cumhuriyetin geleceğini de düşünüyordu. Dünya değişiyordu ve ilerlemenin yolu da değişmekten geçiyordu. Bu yüzden 1924 ile 1938 yılları arasında, insanlarının kurtuluşu ve hayatta kalabilmesi için yaşamsal öneme sahip olan inkılâpları hayata geçirdi. Bu inkılâplar, Türk halkı tarafından büyük bir coşku ile karşılandı. Yaptığı değişiklikler köklü oluşları ve eski sistemi düzenlemektense yerine yenisini getirmeleri nedeniyle devrim olarak da nitelendirildi. Ancak, devrim, ihtilal kavramının eş anlamlısıydı ve kanla gerçekleşen bir eylemdi. Dolayısıyla Atatürk yaptığı değişiklikler için negatif bir kavram yerine değişim anlamına gelen inkılâp kavramını seçti.
Son düzenleyen Safi; 15 Nisan 2016 00:04