Arama


ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
17 Mayıs 2011       Mesaj #6
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Ad:  Kanuni Sultan Süleyman8.jpg
Gösterim: 2349
Boyut:  82.1 KB

KANUNİ SÜLEYMAN


(1495–1566)

Kur'an-ı Kerim'in 38. suresinin (Sûre-i Sâd), 34–9. ayetleri şöyledir
"Süleyman, Allah'a dönüp O'na sı­ğındı:
"Allah'ım dedi; 'Beni yargıla! Bana öyle bir saltanat ver ki, benden sonra kimse ona nail olmasın. Şüphe yok ki her istediğimizi veren Sen'sin!' Biz de ona rüzgârları musahhar kıl­dık. Rüzgâr, tatlı tatlı eserek, Süleyman'ın emrini dilediği yere iletirdi... Bu devlet, bu saltanat, Bizim vergimizdir."
İşte Yavuz'un yerine Osmanlıe tah­tına geçen Kanuni Sultan Süleyman, aynen bu ayet-i kerimelerin sırrına mazhar olmuştur. Türkler, tarihleri boyunca en bahtiyar ve en muhteşem devirlerini, onun zamanında yaşadı­lar.
Kanuni Sultan Süleyman garp müverrihlerinin kalemi ile "Muhdır. Osmanlı İmparatorluğu tahtında kırk altı yıl oturdu, yarım asır boyunca şarkın ve garbın bütün hükümdarla­rı onun haşmet ve kudreti karşısında gölgede kalmıştır. Sağlam mânâsı ile büyük adamdır. Asrının en kuvvetli devletinin sahibi olmakla kalmamış, şahsi meziyetleri ile pek yüksek ma­kamına şeref vererek onaltıncı mila­di asrın efendisi olmuştur.

27 Nisan 1495'te babasının vali bulunduğu Trabzon’da doğdu. Ana ve baba bu tek evlatlarının terbiyesi üze­rinde çok dikkatli olmuşlardı, baba tarafından hakiki sevginin sert disip­lini altında yetiştirildi. Güzelliği ile meşhur olan anası Ayşe Hafsa Hatun ise, Yavuz'dan sadece saygı görmüş­tü, ruhunun aşk gıdasını mücadele adamı olan kocasında bulamayınca oğluna aşırı muhabbetle bağlanmıştı, ananın elleri de Sultan Süleyman'ın gönül binasını kurdu; manevi büyüklüğünü, tebaasına karşı olan adalet ve muhabbet duygusunu ona borçludur.

Onbeş yaşlarında iken Bolu san­cak beyi olmuştu, oradan Kırım'da­ki Kefe sancağına gönderildi. Hafsa Hatun Bolu'ya da, Kırım'a da oğluyla beraber gitti; Yavuz tahta çıkınca İs­tanbul'a geldiler ve yine beraber Ma­nisa'ya gittiler.
Osmanlı tahtına 1520 yılı Eylülünün otuzuncu Pazar günü oturdu.

Osmanlı tahtına yirmi beş yaşın­da bir genç olarak oturduğu halde sal­tanat devrini adalet ve ihsan ile hâkimane açtı. Sultan Selim Mısır'dan altı yüz hane sürgün getirmişti, İstanbul'­da perişan sürünüyorlardı, evvela on­lar için: "İsteyen vatanına gitsin..." dedi. Sultan Selim İran ile ticareti ya­sak etmişti, tüccarın elinde İran'a sevk edilecek veya oradan getirtilmiş ne kadar mal varsa müsadere ettirmiş­ti. "İran ile ticaret yasak edilebilir, fa­kat tüccar müsadere ile kahredilmez" dedi, gördükleri zararm tazminatını da vererek ambarlarda duran malları sahiplerine iade ettirdi. Zulümden nefretini de iki idam cezası ile ilan etti; Yavuz'un kaptan-ı deryası Cafer Bey halk arasında Kanlı Cafer diye anılır­dı. Sultan Süleyman'a mezalimi hak­kında koca bir defter sunuldu, muha­kemesinde hakikaten mücrim olduğu, nahak yere nice masum kanı döktü­ğü sabit oldu. Tersane önünde de bir şaki gibi asılarak idam olundu. Pirzirin sancak beyi de bir takım fuka­ranın eli ayağı düzgün, kaşı gözü ye­rinde oğullarını ana baba ocağından cebren ve kahren alarak köle diye esir pazarında sattırmış, bu oğlanlardan müstesna güzellerini de İstanbul'da­ki vüzeraya hediye olarak göndermiş­ti.
Sultan Süleyman'a arz edijdi, ıl­garla gönderilen celladlar bey ile kâh­yasının kafalarını keserek konağı önündeki binek taşma koydular.

Müverrih Peçevili İbrahim Efen­di:
"Bütün mazlumlar bu sefer sefa­larından ağlaştılar ve Sultan Süley­man'a öyle dua ettiler ki, ömrü şerif­lerinin uzun ve iki cihanda berhurdar olacağına kimsenin şüphesi kalmadı."
diyor ve şunları ilave ediyor:
"Onun zamanında valilere, sancak beylerine, hâkimlere azil yoktu, herkes yerinden emin idi. Azil ancak ağır töhmet ile olurdu ve bir atılan bir daha devlet kapusuna alınmazdı."
Mısır'ın fethinden sonra bu eya­letin devlet hazinesine ilk yıllık vergi­sini 800.000 duka altını olarak Hadım Süleyman Paşa göndermişti. Hüsrev Paşa Mısır valisi olunca eyaletinin vergisini 1.200.000 altın olarak yolla­dı. Sultan Süleyman:
Süleyman Paşa çalmaz, Hüs­rev Paşa hakkında tahkikat açın! Bir­kaç yıl içinde bir memlekette 500.000 altınlık vergi fazlası olmaz, bu ada­mın halka zulmettiği aşikârdır! dedi.
Sultan Süleyman'ın adaleti yalnız sulh adaleti değildi; o mukaddes te­razi cenk zamanlarında da aksamadı. Şarkda ve garbda büyük seferler yap­tı, 250.000 – 300.000 kılıç ordularla sadece zaferler kazandı; bir çobanın, bir garip köylünün burnunu dahi ka­natmadı, gittiği yere mal, can, ırz ve namus güveni götürdü, çapul ve yağ­ma şöyle dursun, yoldan ayrılıp atını sahibi meçhul bir tarlaya sürenin, atı­na bir tutam ekin yedirenin başı vuruldu.
Namlı akıncı beylerinden Gazi Bâli Bey'e gönderdiği uzun bir mektup­ta şu satırlar okunuyor:
"Her iyiliğin kaynağı adalettir, âdil olamayanın elinden çıkan iş kö­tü iştir. Peygamberimiz bir günün adaleti yetmiş yıllık ibadetten üstün­dür buyurmuştur, öyle insanlar vardır ki, ellerinde fırsat yok iken salih, abid ve zahid görünürler, ellerine fır­sat geçince nemrud kesilirler. Hizmetinde kullandığı adamların dış haline aldanma, mala muhabbet edeni dev­let hizmetinde kullanma, zira o adam­lardır ki, Allah'ın bana emanet ettiği halkı ezerler. Rüzicezâde sorumlu benim. Ey Gazi Bâli Bey, mansıbımın geliri masrafıma yetmez diye gam çekme, ne dileğin varsa benden iste. Sana emanet ettiğim askerlerimin ve tebaamın gençlerini evlâd, ihtiyarla­rını baba, yaşıtlarını da kardeş bil. Bilhassa fukaraya şefkat ve mubab-betle ihsan kapılarını aç."
Tarih kaynaklarımız Kanuni Sul­tan Süleyman'ın eşkâlini şöyle çiziyor:
Uzun boylu, geniş omuzluydu; boynu da öyle karar ve latif bir uzun­lukta idi ki, başı duruşuna bir azamet ve ihtişam vermişti. Karaya yakın ko­yu kumral saçlı, buğday benizli, ko­yu elâ gözlü ve büyük dedesi gibi do­ğan burunluydu; yetmiş bir yaşında iken çıktığı son gazası Zigetvar sefe­rine kadar da, babası gibi sakal salıvermemişti, pos bıyıklı, fakat bıyığı gür değil, köseçimsi, tel tel idi, yüzü­ne kendine has bir mânâ, şirinlik ver­mişti. Kelimeleri tane tane telâffuz ederek konuşur, son derece nazik, za­rif, nüktedandı. Âlimlere, şairlere, her hüner ve marifet erbabına karşı hürmetkar, mültefit idi; ömrü boyun­ca ilmin ve sanatın cömert hâmisi oldu.

Daha çocukluğunda kuyumculu­ğa heves etmişti; zaman ile bu sanat­ta namlı ustalar arasında sayıldığı söylenir. Dünyanın en zengin hazine­lerinden birine sahip hükümdar için herhalde pek tatlı meşgaledir.
Şiir söylemek, yazmak hanedanı­nın kültür an'anesi olmuştu; şiirlerin­de "Muhibbi" mahlasını kullandı. Üç kıta üzerinde yayılmış muazzam bir devletin kalbi tebaasına karşı muhab­betle dolu şair imparatora yakışan isimdir. Bakinin ve Fuzulinin muası­rı olan Muhibbi hiç şüphesiz ki, Türk divan edebiyatının ön safda bir siması değildir, fakat, şuera tezkirelerinde o asrın şöhretleri arasında zikredilenle­rin çoğundan, lisanı ile ve duygusu ile, kat kat üstün şairdir.
Bir beyti atasözleri arasına karış­mış, yüzbinlerce Türk'ün hafıza­sındadır:
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
(Reşat Ekrem Koçu Osmanlı padişahları)
Kanuni 1566 yılında 13. ve son se­feri olan Zigetvar seferine çıktı. Uzun süren kuşatmadan sonra Zigetvar 7 Ey­lül 1966'da alındı. Fakat Kanuni, ka­lenin alındığını göremeden öldü. 46 yıl süren saltanatı sırasında Osmanlı Dev­leti dünyanın en güçlü devleti durumu­na geldi.

Kanuni île ilgili bir menkıbe

Sorumluluktan kurtulma
Osmanlı İmparatorluğu'nun en büyük hükümdarı Kanuni Sultan Sü­leyman'a, "Kanuni" lakabının hak ve adalet konusundaki titizliği dolayısıy­la verildiği malumdur. Bu büyük hü­kümdarın ölümüne bağlı olarak yeri­ne getirilmesini istediği bir vasiyeti vardı. Bu vasiyet, içinde ne olduğu­nu kendisinden başka kimsenin bil­mediği 25 cm. küb büyüklüğünde küçük bir sandığın ölümü halinde mezarda yanına konmasıydı. Hayatı se­ferlerde geçen, seferdeyken ölen Kanuni'nin cenazesi İstanbul'a getirilin­ce derhal defin işlemlerine başlandı ve bu vasiyet de hatırlandı. Sandık meydana çıkarıldı ve hazır tutuldu.

Büyük hükümdarın cenaze töre­ninde şüphesiz sadrazamından şeyhü­lislamına bütün devletliler mevcuttu. Dönemin en büyük din bilgini ve şey­hülislamı Ebüssuud Efendi'ye Kanu­ni’nin anıldığı şekilde bir vasiyeti bu­lunduğu, fikrini almak bakımından söylendi. Ebüssuud Efendi, "Zinhar böyle bir vasiyeti yerine getirmezse­niz, dini mübine (İslama) uymaz" dedi.

Ebüssuud Efendi bir şey söylüyor­sa orada durmak gerekirdi. Konunun en büyük otoritesiydi. Nihayet üzerin­de diğer görüşler de alındıktan sonra vasiyetin yerine getirilmemesi karar­laştırıldı. Küçük sandık mezara ko­nulmadı ama içinde ne vardı, dünya­nın en büyük hükümdarının mezarı­na konmasını istediği şey neydi? Herkesi bunun merakı sarmıştı. Bu vasi­yet yerine getirilmediğine göre sandık açılmalıydı. Nitekim öyle yapıldı. Ku­tu ehil bir el tarafından haşat edilme­den açıldı. Bir de ne görülsün, içi, Ka­nuni'nin yapacağı işlerin, vereceği ka­rarların dine uygun olup olmadığı hakkında şeyhülislama sorduğu soru­lara aldığı cevaplar demek olan fet­valarla dolu idi.
Kanuni Allah'ın huzuruna yüzlü yüzlü çıkmak, O'nun rızasına aykırı bir iş yapmadığını belgelemek istiyor­du. Devrin en büyük bilgini Ebüssu­ud Efendi bu olay karşısında:
"Hey büyük sultan, sen Tanrı ka­tında kendini temize çıkardın, mes'­uliyeti bize yıktın, biz nasıl bunun al­tından kalkacağız bakalım" demek­ten kendini alamamıştı.

MsXLabs.org & İslam Ansiklopedisi
Son düzenleyen Safi; 7 Eylül 2016 22:02
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!