Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mart 2013       Mesaj #17
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

LEYLÂ ile MECNÛN


Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır. Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leyla'nın annesi öğrenir. Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez.
Kays okulda Leyla' yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar.

Mecnun'un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla'yı isterse de Mecnun(deli, çılgın) oldu diye Leyla' yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun' u çölde bulur. Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ' yı tanımaz. Babası Mecnûn' u iyileşmesi için Kâbe' ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealâya duâ eder:

"Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni."

Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar. Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıstırabı içindedir.

Bir zaman sonra âilesi, Leylâ' yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir. Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de
mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm' ı vuslatından uzak tutmayı başarır.

Mecnûn, çölde, Leylâ' nın evlendiğini arkadaşı Zeyd' den işitince çok üzülür. Leylâ' ya acı bir sitem mektubu gönderir. Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn' a anlatır. Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder.

Bir müddet sonra Mecnûn' un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner. Bir çok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnûn' u çölde aramaya başlar.
Fakat Mecnûn, dünyadan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leylâ'nın maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn' u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz.
Leylâ onun erdiğini anlarsa da yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer. Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ' nın ölüm haberini öğrenir. Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler; "Ya Rab manâ cism ü cân gerekmez Cânânsuz cihân gerekmez." Der, kabri kucaklayarak ölür. Bir müddet sonra Mecnûn' un sâdık arkadaşı Zeyd rüyasında, Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür. Bunlar kimdir? diye sorunca, derler ki: "Bunlar Mecnûn ile onun vefalı sevgilisi Leylâ' dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular."

KEREM İLE ASLI


Râviyân-ı ahbâr ve nâkilân-ı âsâr şöyle hikâyet ederler ki: O iller bi­zim iller, orada söylenen diller bizim dillerken İran başka İran, devran başka devranmış...
Şehirlerden Isfahan şehrinde Koca Han derler bir han varmış; dağa, taşa hükmü yürür; kurda kuşa sözü geçermiş; devletli mi dedin devletli, mürüvvetli mi dedin mürüvvetli... Vasfı halîyazıp defter etmeğe gelmez ya, ille adaleti, ille adaleti dillere destanmış: Cem kim, Cemşid kim! Ha­run Reşid bile gelir, adaleti ondan öğrenirmiş! ... Allah ona devlet üstü­ne devlet vermiş, dünyalık üstüne dünyalık vermiş ama gelgelelim yerini, yurdunu tutacak bir evlat vermemiş; bu yüzden yaşı, başı ilerledikçe ga­mı, kasaveti de artıyor, düşündükçe düşünüyor, kurdukça kuruyormuş!
(Koca Han'ın, Hıristiyan bir hazinedarı vardır. Hikâyede "Keşiş" adıyla geçen bu hazinedar ile karısı İriskin'in de çocukları olmamaktadır. Koca Han, Keşiş'in tavsiyesiyle sıkıntısını gidermek için dillere destan bir bah­çe yaptım. Dua eder. Bir gün bahçeye bir bahçıvan gelir. "Kırklardan olan bu bahçıvan, sultanın hanımına bir elma, bir de armut fidanı verir ve kaybolur. Yedi yıl geçer ama fidanlar meyve vermez. Sultan Hanım bir gün dua eder. Rüyasında o ermiş kişi müjde verir. Uyandığında elma ağa­cının meyve verdiğini görür.)
Anladılar ki o bahçıvan, bahçıvan değil; şu fidan, fidan değil; bu elma, elma değil; Allah'ın bir hikmeti! Sultan eğildi, secdeye vardı; İriskin doğ­ruldu, haç çıkardı. Sultan, Keşiş karısına dönüp:
"İriskin" dedi, "Ben rüyasını gördüm. Bu elma boş değil, Allah mura­dımızı verecek; imdi, gel seninle ahd ü peymân edelim; benim bir oğlum, senin de bir kızın olursa, oğluma verir misin?"
İriskin de:
"A sultanım" dedi, "Zaten babası kapınıza kul, anası yolunuza köle; varsın o da oğlunuza kurban olsun; hele Allah o günleri göstersin de..."
Bu niyetle Sultan kudret elmasını ortasından kesip yarısını ona verdi; yarısını da kendisi yedi.
Gayrı sözü uzatıp da ne biz günaha girelim ne şu cemaatin başını ağ­rıtalım... Aradan dokuz ay, dokuz gün, dokuz saat geçti. Sultanın nur to­pu gibi bir oğlu dünyaya geldi; İriskin'in de nar tanesi gibi bir kızı... Oğ­lanın kulağına "Ahmet Mirza" diye okudular; kızın adını da İsa Gülü koy­dular.
(Keşiş, kızının yıldız falına bakar; ölüm ve ayrılık görünce "Zaten dini­miz ayn, kitabımız ayrı" diye sözünden cayar ve sultana kızın öldüğünü söyler. Yıllar geçer, Mirza büyür, okula gider. Zeki olan Mirza'ya ders ar­kadaşı olarak Sofu isimli bir arkadaş verilir. İkisi kısa zamanda kardeş gi­bi olur. Ceylan avına çıktıkları bir gün Mirza Han, bir pınar başında uyuyakalır.)
Yorgun argın, dünyasından geçti, öyle bir âleme göçtü ki rüya âlemi mi desem, mana âlemi mi desem, ne desem! Ak saçlı bir pir yamacına dikilip ey itti:
"Be hey gafil! Şu ceylan kuzusundan ne aldın da veremiyorsun? Bu dünyada daha ne ahular var! Uyan gaflet uykusundan, uyan da bir bak!" deyince, Mirza Han rüyadan rüyaya geçip sözde uyandı, baktı ki ahu göz­lü bir peri! Hele o saçlar, topuklara kadar; o gözler üzüm gibi; boyu mu dedin, serviye benziyor, dallar içinde; huyu mu dedin, kokuya benziyor, güller içinde...
"Nasıl söyleyeyim bilmem ki oğul, yaratan sizi bir dalda yarattı amma, kör şeytan getirip aranıza bir karaçalı dikti; imdi siz kavuşmak istedik­çe, bu çalı sizi ayıracak, o ayırdıkça siz kavuşmak isteyeceksiniz; artık so­nu nereye varacak bir Allah bilir. Hele iç şunu, pir dolusu, aşk badesi der­ler buna!" deyip bir dolu sundu. Mirza gafil, pirin sunduğu doluyu bir iç­ti, aklı başından gitti.
(Mirza, şahiniyle ava çıktığı bir gün, bıldırcın avlayan şahin bir bahçe­ye girer. Mirza bu bahçede, rüyasında âşık olduğu Aslı'yı görür.)
Gül kız titredi ve dedi:
"Ey başımın bahtı, gönlümün tahtı, dünya gözüyle bu kadar olsun bir­birimizi gördük ya, gayrı kerem eyle... Kaderimizde varsa bir gün olur, al­lı pullu günlere erişiriz."
Mirza gafil, bir rüyadan ayılır gibi olup:
"A gül yüzlüm, gül benizlim; kerem edecek ne var bunda? A cevahir sözlüm, bu ayrılık bana ölümden beter... Bari ben "Kerem" olayım, sen de "Aslı". Kerem senin ağzından çıktı. Bu ad bana bergüzarın olsun. Sen de bir hayalin aslısın, bu da benden sana yadigâr olsun... Ben de bakarken sana "Aslı" diye bakarım; bir gün gelir, yolunda kül olur gidersem şu bas­tığın toprak ben olayım." deyince Aslı'nın gözlerinden Ceyhun misali kan revan olup ağız açmaya mecali kalmadı. Bereket versin dut ağacı, tuttu dallarından bir dal verdi ona, o da dal gerdanında yayılan top zülüfler­den üç tel çekti de başladı saz ü niyaza. İmdi, Aslı ne söyledi? Kerem ne dinledi? Biz ne diyelim, cemaatimiz ne anlasın!
Aldı Aslı:
Ne gezersin melul melul bu yerde Aman Kerem beni rüsva eyleme. Düşürürsün beni onulmaz derde Aman Kerem beni rüsva eyleme.
Kısmet etsin beni sana Yaradan Kaldırsın engeli, yâdı aradan
Ben yeni ayırdım akı karadan Aman Kerem beni rüsva eyleme.
Doyamadım şeker ezen dilinden Yolunda çekinmem asla ölümden Çok sarılma gayri ince belimden Aman Kerem beni rüsva eyleme.
Ağa Kerem, Paşa Kerem, Han Kerem Ateş Kerem, tutuş Kerem, yan Kerem Aslı sana kurban olsun can Kerem Aman Kerem beni rüsva eyleme.
(Hesna Bacı, Kerem ile Aslı'yı buluşturur. Ancak Kayseri Bey'i ve adamları Kerem'i yakalarlar. Kayseri Bey'i, Kerem'in babasının eski hiz­metkârlarından biridir. Kerem'i hemen tanıyıp, ondan özür diler. Keşiş'in gözünü korkutup Aslı'yı vermeye ikna eder. Düğün yapılır. Ancak Keşiş, Aslı'nın elbisesine büyü yapmıştır. Geceden sabaha kadar elbisenin düğ­melerini çözdükçe düğmeler tekrar iliklenir. Kerem ah çeker. Ağzından çı­kan yeşil bir alevle yanıp kül olur.)
Ama neye derler ki her ateş söner, yürekteki ateş sönmez diye. Meğer bu sönmeyen ateşten bir kıvılcım kalmış küller içinde. Tel tel tutuştu saç­larında ve gül Aslı, gerçek alevden bir dal oldu; döne döne yandı, yana yana döndü kıbleye doğru. Ve külleri karıştı Kerem'in külüne...
Son düzenleyen Safi; 20 Kasım 2017 00:01