Arama

Mısır ve Mısır Tarihi - Tek Mesaj #7

Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
14 Temmuz 2017       Mesaj #7
Safi - avatarı
SMD MiSiM

Firavunlar Mısırı'nda din


ilk Mısır’da din esasında yereldi; herkes önce kendi memleketinin, sonra da kendi eyaletinin, yani nomos'unun başkentinde egemen olan tanrıya tapardı. Her nomosun tanrılarını hayvan, bitki ya da eşya biçiminde simgeleştiren alametleri vardı.
Antikçağ'ın bütün halkları gibi Mısır da doğanın güçlerini ve yaratılmış evrenin canlı ya da cansız öğelerini tanrılaştırmıştı; amaç, onların iyiliklerine karşı duyulan şükranı belirtmekti ya da olası saldırganlıklarından korunmaktı: böylece, tanrılarla kendileri arasında bir çeşit alışveriş ilişkisi, sihirli bir bağlantı kurulmuş oluyordu.

Tapınılan bu tanrılar arasında: Hnum (koç, sürüyü dölleyen hayvan, tam anlamıyla yaratıcı tanrı), Hathor (ışığın ve sıcaklığın kaynağı olması bakımından evrenin bereketli bir bağı durumundaki gökyüzüyle özdeşleştirilen, dolayısıyla sevincin ve dansın tanrıçası sayılan üretici ve besleyici inek), Şebek (nehrin sularında avını bekleyen timsah), Anubis (mezarlıkların civarında karnını doyurmak için dolanan ve bu yüzden de ölüler dünyasıyla arasında ilişki kurularak kutsal tahnitçi kimliğine bürünen çakal), Horus (kanatlarını açarak gökyüzünde süzüldüğü zaman göklerin sonsuzluğundan ayırt edilemediği için çoğu kez gökyüzüyle ya da güneşle özdeşleştirilen şahin), Min (erkekliği güçlü insan tanrı), Ptah (Mısır'ın ilk başkenti Memfis’in tanrısı) vb. vardı.

Bu tanrılardan her birinin tapınıldığı ayrı bir, kimi zaman da birçok kenti bulunuyordu ve her biri de kendisine tapanlar tarafından netcer, yani tek tanrı olarak görülüyordu. Tanrı sıfatının verildiği güçler arasında en çok sayılanlar doğanın insana yararlı güçleriydi: günlük yaşamı veren ve sürdüren güneş tanrısı Re; çilesi ve dirilmesiyle insanlara sonsuza dek yinelenen yaşamın örneğini ve yolunu gösteren, Nil nehrinin ve sürekli yeşeren bitkilerin tanrısı Osiris.

Siyasal değişmeler, dinde, ilk ulusal uzlaştırmalara yol açtı ve böylece devlet tanrıları (kralın, toplumun en yüksek mevki- sini işgal ettiği gibi bunlar da, tanrılar topluluğunun doruğunda yer alıyordu) ortaya çıktı. Nitekim Eski imparatorluk'ta, Re, başkent Heliopolis'ten (Memfis yakınları) başlayarak ulusal bir değer kazandı; kendisi de tanrı olan kral, Re’nin oğluydu. Orta ve Yeni imparatorluk dönemlerinde Teb'in (yeni başkent) tanrısı Amon, bütün öteki tanrılardan üstün tutuldu; ama çok geçmeden Heliopolis’in güçlü tanrısı Re ile birleşti ve Amon-Re adıyla, Mısır'ın en önemli tanrısı haline geldi.

Asya’daki büyük fetihler dönemi olan Yeni imparatorluk zamanında da dinsel alanda uzlaşmaya gidildi; tanrıların özdeşleştirilmesi, fetihleri haklı çıkardı ve yasallaştırdı. Böylece Amon-Re ve Şamaş (Babil güneş tanrısı) özdeşleşti; Osiris, Baal ve Adonay, bitkileri büyüten güçlere inanç içinde birleşti; Ptah ve Aştar (Onasya'nın ana tanrıçası) arasında ilişki kuruldu; Sonteh (Asya kökenli) ve Seth (zararlı ve düşman güçlerin Mısır kökenli tanrısı), savaşçı güçleriyle birbiriyle kaynaştı.

Tanrılara ve ölülere hizmet amacıyla değişik önemlerde ruhban sınıfları ortaya çıktı. Tapınaklarda, kral (kuramsal olarak tek rahip oydu), yetkisini rahiplere devretti. Günlük dinsel hizmetler belirlendi: tanrının heykelinin dışarı çıkarılması, süslenmesi, arındırılması ve zengin yemekler sunularak beslenmesi. Rahipler, tanrılarını dünyanın yaradanı olarak tanıtan tanrıbilim sistemleri kurdular: Heliopolis yedilisi, Hermopolis sekizlisi (başlarında ibis-tanrı Thot bulunuyordu) ve Ptah'ı merkez olarak kabul eden Memfis sistemi. Birçok dinsel efsane büyük bir olasılıkla kaynağını bu sistemlerden almıştır. Tanrının mallarını yöneten rahiplerin elinde genellikle büyük bir servet toplanmıştı. Özellikle tebli Amon-Re rahipleri, kralın ihsanlarıyla (askeri seferlerden elde edilen ganimetler, toprak bağışları) çok zenginleşmişti. Böylece rahipler, kimi zaman, firavunla yarışıyor, hatta onun iktidarını tehdit edebiliyorlardı: nüfuz mücadeleleri ve tartışmalar su yüzüne çıktı. Bu "savaş" belirtileri, Amenofis IV’ün Amarna’da reformlara girişmesine yol açtı; ancak, aynı zamanda, XXI. hanedanın rahip-krallarının tahta çıkmasını da sağladı.

Cenaze işleriyle uğraşan rahipler, kral mezarlarında ve özel mezarlarda, ölünün yaşamını sürdürmesine yardımcı oluyorlardı. Bedenin yaşaması, mumyalamayla sağlanıyordu; ancak, bunun yanı sıra birçok mezar eşyası da gerekliydi. Rahipler (ölenin büyük oğlunun yerini alarak) her gün, ölünün, yaşam gücünü ya da kasını sağlayacak olan gerekli besinleri getiriyorlardı. Yaşam, bedeni saran kalın sargılar altında korunuyordu. Ancak, ölünün, günlük gerçekleri yaşama olanağına ve hareket serbestliğine sahip olması da gerekiyordu. Bunu da, varlığın kanatlı öğesi, yani ba‘ (insan başlı kuş), sağlıyordu; ba, uzanmış durumdaki bedenden çıkıp yeryüzündeki can verici özleri toplamaya gidiyor, sonra da uçarak bedene geri dönüyor ve böylece ona güç veriyordu.

Ancak, ölümden sonra yaşamı sürdürmeye yönelik bu ikili sistem de yeterli değildi. Bu eksikliği gidermek için Mısırlılar, tamoyma ya da alçakkabartma olarak “yedek bedenler” (bunlar, canlandırılan kişiye benziyordu) yaptılar ve ba'nın bu heykellere girerek onlara can vereceğine, böylelikle de ölünün yaşamındaki alışkanlıklarını yeniden kazanacağına inandılar (bu yüzden mezarlarda, günlük yaşamı betimleyen zengin tasvirler bulunur). Böylece sanat, ölümsüzlükle aracılık işlevini yerine getiriyordu. Ayrıca, ötedünyadaki yolculuk için bazı formüllerin ezberlenmesi (özellikle Osiris önündeki sorguya çekilme için) gerekliydi. Ölüye, öteki dünyada gerektiği gibi yol gösterecek olan "Ölüler kitabı" papirüsü de işte bu işe yarıyordu.

Hoşgörü ve umut dini olan Mısır dini, derinlemesine etkilediği Antikçağ'ın çok tanrıcı büyük dinleri içinde yer alır. Daha sonraları bu din klan düzeninin ağır bastığı toplumlarda da benimsendi; İsis’e (yenidendoğuşun büyücüsü ve Osiris'in karısı) tapınma, Yunanistan'da, Roma’da ve bütün Akdeniz dünyasında yayıldı.

Mısır dini, Tanrı'ya baş eğmeyi, barış ve iyiliği temel olarak kabul ettiği için de büyük bir manevi değer taşıyordu. Doğruluğun ve Adalet’in (bunlar tanrılaştırılmış biricik soyut ilkelerdir) tanrıçası Maat, evrendeki düzenin güvencesiydi.

Hellenistik çağda Mısır (İÖ. 332-30)


Mısır, pers egemenliğinden, İskender’in bu ülkeyi ele geçirmesiyle kurtuldu. Onun yerine geçen hellen hükümdarlarının otoritesi altında, artık yunan dünyasının bir parçasıydı.

Ülkede kısa süre (İ.Ö. 332 sonbaharı - 331 ilkbaharı) kalan Büyük İskender, yerlilerin yasalarına dokunmayarak ve Siva vahasındaki Amon tapınağı’na, dinsel bağlılığını kabul ettirerek rahipleri de memnun etti. Ayrıca, o zamana kadar içine kapalı kalmış bu ülkeye bir deniz limanı sağlayacak olan İskenderiye'yi kurdu. İskender’in ölümünden sonra generallleri, soylu bir makedonyalıya, yani Lagos’un oğlu Ptolemaios'a Mısır'ın satraplığını verdiler. Ptolemaios Lagoslar hanedanını (İ.Ö. 305-30) kurarak İ.Ö. 305'te krallığını ilan etti. Hanedanının adına (PTOLEMAİOS) bir lakap eklenerek anılan bu hükümdarların dönemi çok hareketlidir. Bunlar, firavunları taklit ederek kız kardeşleriyle evlendiler.

Ptolemaios IV döneminden sonra aile entrikaları ağır bastı ve zayıflayan hanedanlığı, ancak çok enerjik bazı kraliçeler (Kleopatra VII gibi) kurtarabildi. Kyrene, Kıbrıs ve çok sayıda Yunan adası ile Küçük Asya ve Hellespontos’un kıyı kentleri de hanedanın elindeydi. Hanedanlık, doğu ticaret yollarının pazarı olan ve gemi yapımı için Mısır'ın gereksinim duyduğu ağaçların yetiştiği Suriye'yi Selef kiler'den almaya çalıştı. İ.Ö. 168’de, selefki kralı Antiokhos IV, İskenderiye'yi almak ve lagide krallarını tahttan indirmek üzereydi.

Ama Roma, hellen dünyasının dengesini sağlamak amacıyla Ptolemaios Vl'yı iktidara getirmek için Popilius Laenas'ı gönderdi. Böylece bu büyük krallık, Roma'nın koruduğu bir ülke haline geldi ve başına kukla hükümdarlar (Ptolemaios XII Auletes) getirildi. Romalılar, Kyrene’yi (İ.Ö. 74) ve Kıbrıs’ı (İ.Ö. 58) topraklarına kattılar. Kleopatra'ya büyük tutku duyan Antonius, sülalenin çıkarlarına hizmet etti ve çocukları (Kleopatra II ve Ptolemaios Philadelphos) için yeni bir Doğu imparatorluğu kurma düşüne kapıldı. Ama zafer kazanan Octavius, Nil ülkesini ele geçirdi.

Lagoslar Mısır’ı bir sömürge gibi yönettiler. Yerlilere önemli bir görev verilmiyordu ve ülkenin yönetimi ya da sömürülmesi, hellen fatihlerin ırkından (MakedonyalI ve Yunanlı) gelenlerin ya da askerlik nitelikleri dolayısıyla özel bir yer kazanmış olanların (Persler, Yahudiler) işiydi. Yabancılardan alınan askerler lagos ordularının güçlü olmasını sağlamadığı için, bu durum Mısırlılar’ın daha da hoşnutsuzluğuna neden oluyordu. Nitekim İ.Ö. 217’de, kraliyet askerlerinin birçok avantaja ve özellikle toprak mülkiyeti denebilecek ödünlere sahip olmalarına rağmen, Selefkiler'e karşı mücadele etmek ve onları yenmek için (Raphia savaşı) Mısır askeri birlikleri kurmak gerekmişti.

Bu tarih, krallığı parçalayan birçok ayaklanmanın da tarihidir (Yukarı Mısır, yerel hanedanların yönetiminde, Bağımsızlığını uzun yıllar korumuştu). Sitelerde, yunan tarzında alışkanlıklarıyla yaşayamayan (İskenderiye, burada oturanların istedikleri zaman ayaklandıkları bu ayaklanmalar, kendi mahallelerinde özyönetimleriyle yaşayan Yahudiler'e yöneliyordu çok kalabalık bir kentti ve Mısır ülkesinin biricik kenti Ptolemais de dar kapsamlıydı) Yunanlılar kralların onları mutlak iktidarlarından sıyrılmış görmek istemedikleri için çok kalabalık, titiz ve kılı kırk yaran bir yönetimin içinde hizmet ediyorlardı. Papirüslere yazılmış belgelerden oluşan arşivler, en önemsiz işin bile ne kadar titizlikle ele alındığını göstermektedir. Bunlar sayesinde, devlet sisteminin yapısı konusunda yeterince sağlam bilgiler elde edebiliyoruz. Bu yönetimin biricik işlevi, krallıkta yaşayanların ürettiklerinden en büyük payın krallık hâzinesine girmesini sağlamaktı. Hükümdarlar, en büyük payı almaya çalışıyorlardı. Bu da, çeşitli tekniklerin uygulanmasını gerekli kıldı. Örneğin memurlar, yönetimlerinin sonucundan sorumlu tutuldular ve tekellerin sayısı çoğaltıldı. Tekellerin en iyi bilineni, yani zeytinyağı tekeli, caydırıcı bir gümrük siyasetini içeriyordu; hellen monarşilerinde kural olan para tekeline, değerli madenin dolaşımını çok iyi denetleme olanağı veren ve saymaca değeri olan madeni para çıkarılması da eklendi. Tekellerin yönetimi, kesenekçilere verildi.

Yüce sırları ellerinde tutan rahipler, krallık tapınmasının sürmesini sağlıyorlardı ve yeni firavun tarafından ayrıcalıklara boğuldukları için de kitlelerin firavuna sadık kalmasını sağlıyorlardı, ama yerli halk, rejimin baskısı altındaydı. Ezilenler, çoğunlukla köylülerdi. Bunlar, ektikleri (tohumu ancak kral veriyor ve hem borcu hem de faizini alıyordu) topraklan kraldan (tüm Mısır toprağının biricik sahibiydi) kiralıyorlardı. Ekimi de, ürünü almadan (Nil belli bir düzeye yükselirse) ve satmadan önce devlet tarafından neyin ekileceğini belirleyen (yönetim, hangi bitkinin ekileceğini parsel parsel saptıyordu) bir plan uyarınca yapıyorlardı. Toprak kirası ve kredi faizinin yanı sıra kralın belirlediği fiyata, vergileri de eklemek gerekir. Durumları çok kötüleşince, köylüler, çölün sınırlarına kaçarak grev yapıyorlar ve krallık toprakları işlenmeden kalıyordu. Toprak gelirlerinden yoksun kalan yönetim, daha etkili zorlama önlemleri alıyor ya da herhangi bir işletmenin sorumluluğunu yüklenmek isteyenlere ayrıcalıklar tanıyordu (bu da, monarşiyi zayıflatıyordu).

Yunanlılar ve yerliler, tamamen ya da büyük ölçüde birbirinden ayrı topluluklar olarak yaşıyorlardı. Dil engeline, her topluluğun ayrı hukuk sistemleri de ekleniyordu. Bunların biricik ortak noktası, yalnızca krallık hizmetinde yaşamalarıydı. Büyük zenginliklerinden yararlanan krallar, Akdeniz'de etkin bir siyaset güdüyorlar (Ptolemaios III, Babylonia’ya kadar gitti), hanedanlık onuruna düzenlenen kutlamalarda (Ptolemaia olimpiyat oyunları kadar önemliydi) bulunmak üzere İskenderiye'ye yığınla insanın gelmesini sağlıyorlar ve hellen dünyasında, bir süre oyunların baş düzenleyicileri olarak ortaya çıkıyorlardı. Ptolemaios I, yunan kültürünün gelişmesine katkıda bulunarak yüceliğini pekiştirmek gibi bir üstünlük de göstermişti.

İskenderiye'de (Mısırlılar bu kentin dışında tutuluyordu), Müze’de, en seçkin bilginleri (Arkhimedes, Eratosthenes, Eukleides, Heron), değerli edebiyat adamlarını (Rodoslu Apollonios, Kallimakhos), bilim ve özveri sahibi büyük bilginleri (Aristarkhos) toplamış ve olağanüstü zengin bir kitaplık da kurmuştu. Homeros'u Aiskhylos’un ve Sophokles’in trajedilerini bu hanedan sayesinde tanıyoruz. Aristoteles'in, hellen matematikçilerinin ve hekimlerinin bilgileri de, arap bilginlerine, bu hanedan aracılığıyla aktarılmıştır.

Roma yönetiminde Mısır (IÖ. 30 - İS. 395)


Roma siyaset adamları, parlak bir görünüşün ardında gizlenen lagos monarşisinin iç zayıflıklarını çoktan saptamışlardı. Bundan ötürü, Octavius, I.Ü. 30'da bu ülkenin Roma topraklarına katıldığını açıklayınca, onların özlemlerini somutlaştırmaktan başka şey yapmadı. Octavius, özgün önlemler aldı: senatörlerin Mısır'a girmesi (bu ülkede toprakları bulunsa bile) yasaktı ve Mısır, legatus yetkilerine sahip olan, atlı sınıfından bir kimsenin, yani İskenderiye ve Mısır praefectus'unun imparatoru temsil ettiği biricik önemli taşra bölgesiydi. Bir başka gariplik de, lejyonların, yine atlı sınıfından bir praefectus'un komutası altında olmasıydı. Augustus'un, roma dünyasının geri kalan bölümüne benzemeyen bir rejimi olan bu ülkede senatörlerin, princeps'in bir firavun gibi yüceltildiğini görmelerine önem vermediği söylenmiştir.

Hükümet, yönetim ve ekonomik etkinlik, Lagoslar'ın yöntemlerinin tıpatıp benzeriydi. Augustus, Makedonya hanedanının zayıflamasıyla ortaya çıkan kötü davranışları engellemekle yetindi. Tapınaklara bırakılmış toprakları lağvettiği ve belki de azalttığı ve devletin dinsel masraflara katılmasını sınırladığı söylenebilir; krallık toprağında kurulmuş büyük yurtluklar ise geri alınmıştı. İmparator, daha iyi yönetmek için bölme yöntemine başvurdu: kastlar sistemini sürdürdü ("dediticii" olarak görülen yerliler, roma kentine giremezlerdi). Taşrada, belediye bölgeleri çerçevesinde yapılan krallık dini kutlamalarında insanların bir araya gelmesini yasakladı. İskenderiye'yi ve Thebais'nin kaynaşan kırsal alanlarını gözetim altında tutmak için 3 lejyon ve 12 yardımcı birlik (toplam 23 000 kişi) yerleştirdi.

Yerel geleneğe uymak için, ex-castris asker toplandı. Oysa bu, başka yerde uygulanan bir yöntem değildi. Sulama sistemini sürekli olarak yeniden kuran Romalılar’ın, Mısır'dan, Lagoslar’dan fazla yararlandığı söylenemez: aynî vergi, Romalılar’ı, yılda dört ay yeterince düzenli olarak besliyordu. Ama ürünün kötü olduğu yıllarda, Nil kıyısında kıtlık çekiliyordu. Mısır açısından, mülk sahiplerinin değişmesi, farklı sonuçlar doğurmamıştı: şimdi, yöneticiler Romalılardı, ama yunanca resmi dil olarak kalmıştı. Alışverişlerde kabul edilen değer birimi, imparatorluğun başka yerlerindekinden farklı olarak drahmiydi. Eski Mısır'ın basitleştirilmiş yazısıyla yazılmış yunan papirüsleri, ostraca’lar, yönetmelikler (idiologos’un ''Gnomon”u gibi) bu sürekliliğe tanıklık eder. Yani, sayımlar; denetimler, talepler devam etmekteydi.

Ancak, İ.S. I. yy.’daki bazı olayların önemini de belirtmek gerekir. Hippalos’un muson rüzgârlarını keşfetmesi, Hindistan'a yolculuğu daha kolaylaştırdı: her yıl yüz yirmi gemi Kızıldeniz’deki limanlardan hareket ediyor, ipekli kumaşlar, inciler ve kokular getirmek üzere Hindistan’a gidiyordu; bu değerli malların toplandığı İskenderiye’nin önemi de giderek büyüdü.

İskenderiye’deki yahudi topluluğu, uzun süredir kaynaşma halindeydi. Artık yunancadan başka dil konuşmayan bu Yahudiler, genellikle, geleneklerine bağlı kalmışlardı (Ebdomekonta incili’yle) ve İncil'i platoncu açıdan yorumlamak isteyen Philon’un davranışı (öl. İ.S. 50’ye doğr.) yaygın bir tutum değildi. Yahudi düşmanlığı gelişmiş ve daha Claudius zamanında Yunanlılar ile İskenderiye Yahudileri arasında çatışmalar başlamıştı. 66 yılında Yahudiler’in topluca başkaldırmaları, İskenderiye'de aralarından 50 000 kişinin ölmesine yol açtı; 117 ayaklanmasının ise, 240 000 Yahudi’nin yaşamını kaybetmesine mal olduğu sanılıyor. Bu arada imparatorlar, mülklerinin verimliliğini artırmaya çalıştılar; kişilere ait büyük topraklara elkoydular; köylüleri buyruk altında tutabilmek için çok uzun süreli toprak kiralama hakkı tanıdılar. Din adamlarına da daha eli açık davrandılar Nitekim Philai ve Esneh tapınaklarının yapımı II. yy.’da bitirildi. Müze'ye her zaman para yardımı yapılıyordu ve İskenderiye bilimi Ptolemaios (Hadrianus döneminde) ve Appianos (Antoninus döneminde) ile son bir kez parlaklığını gösterdi.

Septimius Severus, vergilerin hâzineye akmasını sağlamak için, kentlerde, curia rejimini kurdu ve İskenderiye'de bir bule oluşturuldu. Coeranus da, ilk mısırlı olarak senatoya girdi (210’a doğru). Uzakdoğu ile ticaret, gerilemeye başlamıştı bile: Roma, mübadeleler yapmasını sağlayan metal stoğunu tüketmişti. 250’ye doğru, Blemyi halkı ve Etyopyalılar sınır bölgelerini istila ettiler ve Nil'in, hiç kuşkusuz iyi korunmayan Kızıldeniz yollarını kestiler. Gerçekten de, II. yy.'dan beri Mısır’da ancak bir lejyon vardı, imparatorların güvensizliği, yönetim değişiklikleri yapılmasına yol açtı ve IV. yy.'da Mısır, Doğu piskoposluğunun bir bölümü oldu ve Antakya'da oturan konta bağımlı kılındı. Ama hâlâ, taşra valilerini denetleyen bir praefectus'u vardı.

Hıristiyanlık önce, İskenderiye'nin musevi topluluğunda benimsendi ve bu kentte Claudius döneminde baş gösteren karışıklıkların da hiç kuşkusuz nedeniydi. Daha sonra, çok yoksul olan halkın içinde hıristiyanlık kolaylıkla yayılmış gibi görünüyor. Nitekim daha III. yy.'da, halkın çoğu hıristiyanlaşmıştı. Eskilerin en dindar kimseler olarak gördükleri Mısırlılar, keşişlik ve rahiplik ile, yeni dine özgün bir nitelik kazandırdılar. Aziz Antonius (250-356), ilk hıristiyan keşişidir ve çöle yerleşip çevresine kendisi gibi ayrı ayrı kulübelerde yaşayan çömezler toplamıştır. 320 yılına doğru, aziz Pakhumios, Teb’irrbatısında bir koinobıon (ortaklaşa yaşama merkezi) kurdu ve 2 500 keşişi burada topladı. Kız kardeşi Maria da, ilk kadınlar manastırını kurdu. Kıpti yazısını benimseyerek ulusal kültürünü korumaya yönelen hıristiyan Mısır, İskenderiye bilim ve düşünce merkezini hiçe saymadı. II. yy.’da hıristiyanlığa dönmüş olan filozof, Pantainos Musaios’a karşı bir okul kurdu.

Öğrencisi olan ve onun yerine geçen aziz Klemes (190’a doğr.) hıristiyanlığı, gnosis’in yüksek bir biçimi olarak ileri sürdü. Klemes, baskılardan kaçmak zorunda kaldı (202) ve piskopos Demetrios, onun yerine Origenes’i getirdi. Origenes, hellenizm ile İncil kültürünü uzlaştırmak istedi, ama görevinden alındı ve başka yere gitmek zorunda kaldı (230'a doğr.). III. yy.’ın sonu, İsa'nın özüne ilişkin kavgalarla dikkati çeker. Nitekim İskenderiyeli rahip Ariuş, İsa'nın tannsallığını inkâr etmiş ve önce İskenderiye piskoposu Aleksandros (323), sonra da İznik konsili tarafından aforoz edilmişti (325). İskenderiye'de onun yerine geçen aziz Athanasios (328-373), bütün yaşamını ariusçulukla ve kendisini görevinden uzaklaştıran imparatorlarla mücadele ederek geçirdi. Sonunda, Theodosios arius öğretisine karşı olduğunu açıkladı (379) ve Mısır yatıştı.

Ama çoktantanrıcılar, yenilgilerini kabul etmiyorlardı. II. yy.’ın sonunda, hıriştiyanlıktan vazgeçen Ammonios Sakkas, İskenderiye'de yeniplatoncu okulu kurdu, izleyicileri arasında Origenes ve Plotinos vardı. Bu okul, hıristiyan yığınların şiddet hareketleri yüzünden kapanana kadar (415), düşünsel geleneklerini sürdürdü. Çoktanrıcı din, Theodosios tarafından, 392'de yasaklandı.

Bizans yönetiminde Mısır (395-642)


Mısır, Araplar'ın fethine kadar Doğu imparatorluğunun bir parçasıydı. Theodosios’dan beri, Mısır praefectus'u augustus praefectus'u diye adlandırılıyordu ve Nil vadisinde, bir naibin yetkilerine sahipti; eyaletler ise düklerin sorumluluğundaydı ve bunların temel görevi, vergi toplamak ve aynî verginin sağlanmasını denetlemekti. Her zaman yabancıların sömürdüğü Mısır, şimdi de İstanbul'a erzak sağlıyordu, imparatorların çabalarına rağmen, yüksek memurlar, büyük topraklara sahip olmuşlardı.

Mısır, dış politika için yeniden ilgi konusuydu. Topraklarından hareket eden misyonerler, Aksum Etyopya krallığı'nı ve Himyeriler'in ülkesini (Yemen) hıristiyanlaştırmışlardı. Bizans, hint yolunda Sasaniler'in kurduğu denetimden kurtulmak için bu iki halka güveniyordu. Ama Mısır tam bir çevre ülkesiydi, istila tehlikesi de çok fazlaydı ve bundan ötürü Kızıldeniz'in ötesine bir deniz seferi yapmayı düşünmek sözkonusu olamazdı. Kosmas Indikopleustes adına ("Hindistan'a deniz seferi yapan" anlamına gelir), rağmen, Arabistan limanlarından ileri geçmemişti. Böylece İskenderiye'nin oynadığı rol Uzakdoğu'dan gelen kervanların son durağı olan Suriye limanları lehine önemini kaybetti.

imparator ülkeden yararlanıyordu, ama otoritesine ortak olan başkaları da vardı. Bizans’ın Mısır’ı, her şeyden önce bir hıristiyan Mısır'dı. Hasımlarının dediği gibi, yeni firavun, İskenderiye piskoposuydu. İstanbul konsili’nden (381) beri, Doğu'nun öteki piskoposlarından üstün durumda bir patrik olarak tanınmış ve başkentin piskoposlarını birçok kere atamıştı ve Doğu'da papa unvanını koruyan tek kimseydi. Mısır piskoposlarını (bunlar yüz kadardı) göreve seçiyor ve buyruklarına boyun eğen çok sayıda din adamına güveniyordu.

O sırada Deyr ül-Ebyad’dan Şenude tarafından yönetilen çöl keşişlerinin oluşturduğu bağnaz bir çeteye de dayanıyordu. Çok zengin olduğu için istediği gibi para dağıtıyordu ve imparatorluk memurları ona büyük bağlılık gösteriyorlardı. Ama özellikle, kendilerini sömürmeye devam eden Yunanlılar'a hınç besleyen Mısırlılar’ın ulusalcı düşüncelerini kendi yararına olmak üzere körüklüyordu. Mısır’a egemen olan bu piskopos, hasmı İstanbul patriğinin yerine geçmeyi de düşünüyordu ve imparatorluğun yeni başkentindeki piskoposun gücünden endişelenen papanın kendisine yardım edebileceğini hesaplıyordu.

Nitekim İskenderiye piskoposu Theophilos (385-412), İstanbul piskoposu aziz ioannes Khrysostomos'un ayağını kaydırdı (404). Theophilos'un yerine geçen aziz Kyrillos (412-444) da, İstanbul patriği Nestorius’u din sapkını olarak mahkûm ettirdi (nesturilik). Bundan sonra, İsa konusunda kavgalar başladı ve Tanrı’nın Oğlu’nun kişiliği ve özü üzerine her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Ama patrik Dioskoros (444-451), selefleri kadar başarılı olamadı. Dioskoros, monofizizmin (İsa'nın tek bir özü olduğunu ileri süren öğreti) ilkelerini ortaya koyan Eutykhes’in kuramlarını destekledi ve Efes konsili’nde (449), Eutykhes’i mahkûm etmiş olan İstanbul patriği Flavianus’u görevinden uzaklaştırttı. Ne var ki, mısır keşiş topluluklarının piskoposları dehşete düşüren "Efes haydutluğu", İskenderiye'nin iddialarından tedirgin olan papa Leo l'in dikkatini çekmişti. Nitekim Dioskoros, Khalkedon konsili'nde (451), görevinden alındı. Ama Mısır bu kararı kabul etmedi ve İstanbul tarafından mahkûm edildiği için monofizizme sıkıca sarıldı. Başkent patriği ve imparator, Khalkedon kurulu tanımlamalarını bir yana atarak monofizizm yanlılarıyla uzlaşmayı gerçekleştirmek istediler.

Ama bütün çabalar beyhudeydi: Mısır; ulusal sapkınlığından vazgeçmiyordu, iktidar, inanç birliğinin gerekli olduğunu düşündüğünden, 451 konsili'ni izleyen iki yüzyılda birçok baskı ve zülüm yapıldı. 457'de, İskenderiye'de ayaklanma oldu ve Khalkedon patriği öldürüldü, iktidarı ele geçiren monofizitler, İstanbul'daki siyasal mücadelelerden yararlandılar. Çünkü bu kentte, tahtta hak iddia eden bir kimse ya da imparator tarafından yönetilen bir uzlaştırıcı grup vardı. 460 yılından sonra, iki dizi patrik görüyoruz: halkın öfkesini.her an çekebilecek olan melki patrik (yani kral patriği “imparator” sözcüğü Doğu’da bilinmediği için böyle deniyordu) ve yerlilerin çoğunluğunun her zaman desteklediği monofizit patrik (monofizitler, V. yüzyıldan beri İsa’nın tek bir özü olduğunu kabul ediyorlardı). VI. yy.’da monofizitler düşman mezheplere ayrıldılar, ama hepsi de, kendi patriklerinin, imparatorluk yönetimiyle anlaşmaya kalkışmasına karşıydılar. Bu kaynaşmak dönem, kipti sanatının ve edebiyatının parlak çağıdır.

VII. yüzyılda, imparator Herakleios (610 -641), Sasaniler’den doğudaki topraklarını geri aldı (Persler, Mısır'ı 616'dan 629'a kadar işgal etmişlerdi) ve ne pahasına olursa olsun inanç birliğini sağlamak istedi. Yahudiler'e vaftizi zorunlu kılan ve düşman hıristiyan mezheplerine yeni mo- notelizm öğretisini kabul ettiren buyrukları, şiddetli tepkilere yol açtı. Yunanlılar'a ve imparatorluk iktidarına duyulan kin, Araplar Mısır'ı istila ettiğinde, doruk noktasına ulaşmıştı.

Mehmet Ali Paşa'ya kadar müslüman Mısır (642-1805)


Arap fethi ve işgali


Bizans’ın 30 000 kişilik Mısır ordusunun hemen tümü, askerliği pek iyi bilmeyen yerlilerden kurulmuştu. Monofizitleri uzlaştırmakla görevli melki patrik Kyros'a (630 ya da 631-643 ya da 644), praefectus yetkileri de verilmişti. Ama din sapkınlarına karşı sert davranması, halk tarafından sevilmemesine yol açtı. Böylece Mısır, AraplarVçağırmadı, ama onlara karşı da durmadı.

640’ta, halife Ömer zamanında, arap komutanı Amrübnülas ülkeyi istila etti; 642'de İskenderiye teslim oldu. Araplar, Fustat kalesini (Eski-Kahire) kurdular, Nil’in Kızıldeniz kanalını düzenlediler ve aynî vergi, Medine’ye akmaya başladı.
Az sayıda olan Araplar, devletin mülkiyetinde kalmakta devam eden toprakların ürünleriyle geçinen garnizonlarda toplanmışlardı. Bu paralı asker yaşamının çekiciliği ve valilerin (amil) kolonileştirme konusundaki çağrıları, Araplar’ın sayısını artırdı. Hıristiyanların kiliselerine ve yerel örgütlerine dokunulmamıştı, ama özel vergiler vermeleri gerekiyordu: müslüman fatihlerin, asıl mülk sahibi olduklarını belirten haraç ve cizye (adam başına vergi) gibi. Melki patrikler geleneği, 651 ile 742 arasında durakladı, çünkü onlara inananların sayısı pek azdı. Monofizitler de gittikçe azaldı: 750’ye doğru, nüfusun ancak dörte biriydiler, islamiyeti bu kadar çabuk kabul etme, acaba nasıl açıklanabilir?

Önce baskı ve zulümlerden sonra çabucak kurulan yakubi piskoposluğu, sıradan bir örgüttü. Sonra, hıristiyanların çoğu, özel vergilerden kurtulmak için din değiştirdi. Keşişler cizye vermediği için, yığınlarla insan manastırlara doldu. Ama vali sert önlemler alınca, bu sahte keşişler dinlerinden döndüler. Araplar, bizans kurumlarına ve oralarda çalışan Kıptiler'e dokunmamak gibi bir bilgelik gösterdiler. BizanslIlar, dış ticarete elkoymuşlardı; müslümanların bunu da kaldırdığı söylenebilir. Böylece Hindistan yönünde ticaret canlandı, ama Basra körfezi, Kızıldeniz’den yine de daha önemliydi.
Mısır, iki yüzyıl boyunca, arap dünyasının alınyazısını izledi: 661'de Emeviler'in yönetimindeydi ve İslam, din sapkınlıklarının hemen hiç etkisinde kalmadı. Nil vadisini, yalnızca Irak kentleri için kullanan Abbasiler'in vergi siyaseti, Araplar'ın ve Kıptiler'in zaman zaman başkaldırmasına yol açtı.

Tolunoğulları (868-905)


Tolunoğlu Ahmet adında bir türk, 868’de, birliklerin komutanlığına getirildi ve köle pazarından satın alınan paralı askerlerden (Memluklar'dan) bir birlik kurdu. Mısır'ın hükümdarı olduğunu ileri sürdü ve Suriye’yi ele geçirdi. Oğlu, halife tarafından, Mısır ve komşu bölgelerin valisi olarak tanındı. 905’te bir abbasi ordusu ülkeyi yeniden işgal etti.

Ihşidiler" (935-969)


İran krallarının lakabı olan ihşid’le anılan Muhammet adında bir türk, şiilerle mücadele etmek için Bağdat'tan tam yetki aldı.

Fatımiler (969-1171)


909'dan beri Mağrib’de egemen olan şii Fatımiler, uzun süredir Mısır’ı ele geçirmek istiyorlardı, ihşid sülalesinin büyük dayanağı olan vezir Ebülmisk Kâfur’un ölümünden yararlanarak ordularıyla Mısır ve Suriye’yi işgal ettiler (969); Fustat’ın yanında, el-Kahire'yi (Muzaffer) [Yeni Kahire] kurdular. 973'te, halife el-Muizz, yerleşmek için Mısır'a geldi. Çeşitli askerlerin (memluk, berberi, türk...) geçimsizliği yüzünden, çok geçmeden karışıklıklar çıktı. Mağribi 1045’te kaybeden, Suriye'de Selçukluların saldırısıyla (1075) karşılaşan ve Filistin'de, Kudüs'ü Haçlılar’a bırakmak (1099) zorunda kalan sülale, vezirlerin becerisiyle kurtuldu. Bu vezirler de, halifelerini kendileri seçtiler. Böylece Mısır, büyük bir refaha kavuştu. Ülke, uzaktaki başkentler için sömürülmüyordu artık. Kızıldeniz ve İskenderiye, Akdeniz ile Uzakdoğu'nun aracılığını yapan en önemli yerler olmuştu.

Mağrib ile deniz bağlantısı kuran Venedik ve Amalfi tacirleri, İskenderiye'ye üşüştüler. Kervanlar da, Mısır’ı, Kuzey Afrika'ya, Sudan'a ve Etyopya'ya bağlıyordu. Kıptiler’in elinde olan zanaatkârlık, değerli eşyalar üretmeye devam ediyordu (fildişi, bakır ve bronz, züccaciye, emaye, fayans). Kahire'de dikkate değer anıtlar yapılmıştı: halifenin sarayı (Kasr ül-Kebir), el-Ezher camisi.
1164’te, Kudüs krallığı birliklerinden önce davranan şam atabeyi Nurettin Zengi'nin komutanları Şirkuh ve yeğeni Selahattin Eyyubi, Mısır’ı işgal ettiler. Selahattin, 1169'da vezir oldu ve fatımi Sultanı El-Adid (1160-1171) ölünce, Bağdat halifesi adına hutbe okuttu.

Eyyubiler" (1171-1250)


Selahattin Eyyubi Mısır’da bir hanedan kurdu; Suriye ve Yemen'i topraklarına kattı ve Bağdat tarafından tanınmasını sağladı. 1187'de Kudüs krallığı'na kesin bir darbe indirdi. Kurduğu devlet, ölümünden sonra bölündü. Haçlılar, Delta’ya çıkma girişimlerine devam ettiler. 1249'da, Saint Louis, Dimyat'a çıktı; yenilgiye uğradı ve Mansure'de kuşatılarak (şubat 1250), Mısır'dan çıkmak zorunda kaldı. Son eyyubi sultanı, 1250'de öldürüldü ve iktidar memluk şeflerine geçti.

Memluklar (1250-1517)


Bu disiplinsiz oligarşi, örnek sayılacak bir yönetimin ve Moğollar’ın yakıp yıkmasından kurtulmuş biricik arap ülkesindeki refahın denetimini ele geçirmişti. İskenderiye, hıristiyan Avrupa’ya gönderilen baharatın tekelini elinde tutuyordu ve bu pazara sahip olmak için çatışan Venedikliler ve Cenovalılar, Kilisenin yasaklarına rağmen, Mısırlılar'a, kereste, demir, silah ve köle vermeye devam ediyorlardı. İskenderiye'den çıkış sırasında alınan vergi, Kahire sarayı’ndaki lüksü ve başkentin göz kamaştırıcı yapılarını açıklar: Kalavun camisi (XIII. yy.), sultan Haşan camisi ve medresesi (XIV. yy.) Kayıtbay camisi (XV. yy.), gibi.

iktidar, 1250'den 1382'ye kadar, bahriye’ Memluklarının, yani Türkler'in elindeydi. Kutuz, Filistin'de, Ayn Calut’ta Moğollar'ı yenerek Mısır'ı kurtardı (1260). Kutuz’u öldüren Baybars (1260-1277), bir Abbasi’yi halife ilan etti ve onun tarafından sultan olarak kabul edildi. Baybars, ticari bakımdan İskenderiye ile rekabet eden Kudüs kentlerinden çoğunu aldı. Kalavun (1279-1290), Akkâ’yı alarak (1291), haçlı devletini tamamen yıktı. Kilikia da 1375'te Memluklar'ın eline geçti. 1382’de iktidar, burciye’ Memluklarının, yani Çerkezler'in eline geçti. Yeni sülale, birçok hükümet darbesiyle karşılaştı. Ekonomik durum kötüleşti: altın para Batı'ya akıyordu ve Mısır'ın yalnızca bakır parası vardı. Memluklar, Mısır'ı Timur'un istilasından kurtarmışlardı (1400), ama savaş çok pahalıya patlamıştı. Sultan Baybars (1422 -1483), dış ticaret üzerinde bir tekel kurmaya çalıştı, ama başarılı olamadı. 1503' te Portekizliler, Hindistan'da duruma hâkim oldular ve Mısır'a gönderilen baharatı kestiler. 1509’da, Francisco de Almeida, memluk donanmasını yok etti.

OsmanlIlar, Mısır'ı, çoktan beri almak is- tiyorladı. 1516'da, Yavuz Sultan Selim, Memluklar'a savaş açtı. Onları, Mercidabık’ta (1516) ve Ridaniye’de (1517) yenilgiye uğrattıktan sonra zapt ettiği Mısır'ı bir osmanlı eyaleti yaptı.

türk yönetiminde Mısır


1517den 1805'e kadar


Bölge, bir yıl için atanan bir paşanın sorumluluğundaydı. Paşa, vergileri topluyor, İstanbul'a 600 000 akçe ve asker gönderiyordu. Paşa’nın yardımcısı 24 bey vardı. Bunlar, kendi muhafız güçleri için köleler (memluklar) satın alıyorlardı. Bir beyin yeri boşsa, en güçlü bey, memluklarından birini bu göreve aday gösteriyordu. Sınırları savunmak ve Bedeviler'i uzaklaştırmak için paşanın elinde, ağaların komuta ettiği yedi alay vardı.

Ağalar, bir yıl için, askerler tarafından seçiliyordu. Görevlerinin sonunda, orduyu yöneten eski ağalar kuruluna giriyorlardı. Beylere ve ağalara, intifa hakkıyla, köyler veriliyordu. Köylerin her birinde, angaryayla işlettikleri özel toprakları vardı ve öteki topraklardan vergi alıyorlardı. Verginin bir bölümünü paşaya gönderiyorlar, gerisini kendileri alıyorlardı. Bu buyruk dinlemez milis kuvvetleri karşısında paşaların iktidarı gittikçe zayıfladı.

Özellikle Bulutkapan ya da Cin lakabıyla tanınan kölemen beylerinden şeyhülbeled (Kahire belediye başkanı) Ali Bey, Mısır'daki osmanlı valisi Gürcü Mehmet Paşa’yı kovarak (1768) Kahire'yi ele geçirdi, adına hutbe okuttu ve rus donanmasının desteğiyle Suriye üzerine yürüdü, fakat damadı Ebüzzehep Mehmet Bey’e yenilerek tutsak düştü (1773). BabIâli tarafından valiliğe getirilen Mehmet Bey'in ölümünden sonra, ondan yana olan muhammediye Kölemenleri'yle Ali Bey'den yana olan aleviye Kölemenleri arasındaki çatışmalar yoğunlaştı. Muhammediye grubu Yukarı Mısır'ı, aleviye grubu da Aşağı Mısır'ı ele geçirdi.

Bu olaylar sırasında Kölemenler’in yolları kesmeleri ve ulaştırma araçlarına elkoymaları Mısır'da açlık ve sefaletin yayılmasına neden oldu. Osmanlı valileriyse düzeni ve otoriteyi sağlamakta güçlük çekiyorlardı. 1784’te baş gösteren salgın üzerine, hükümet Cezayirli Haşan Paşa'yı kargaşayı bastırmakla görevlendirdi. Harekâta karadan katılan Rakka valisi Abdullah Paşa'nın da desteğiyle Kahire'ye kadar gelen Haşan Paşa (1787), Ruslar'la savaşın yeniden başlaması üzerine kölemen beyleriyle uzlaşıp Mısır'dan ayrılmak zorunda kaldı. Bazı bölgeleri İbrahim ve Murat beylere bıraktı, aleviye grubunun önderi İsmail Bey’e de bir miktar asker verdi. Durum biraz düzelir gibi olduysa da İsmail Bey’in ölümü (1791), İbrahim ve Murat beylerin Kahire’yi zorla ele geçirmelerine fırsat tanıdı. BabIâli bu durumu kabul etmek zorunda kaldı.

XVIII. yy.’da, Fransa ve Rusya Mısır'a göz dikmişti ve ingilizler ülkede olup bitenleri izliyorlardı. Kapitülasyonlardan yararlanan Fransızlar (Marsilyalılar), İskenderiye ile ticaret yapan biricik ulus gibiydi. 1775’te Kızıldeniz’den yararlanma hakkını elde eden ingilizler, Hindistan'a gidebilmek için Mısır toprağı ödünç aldılar.

Beyler, haksız vergiler aldıkları Fransızlar’ı kendilerine düşman etmişlerdi. Bunun üzerine Bonaparte, Directoire’da, Mısır'a sefer düzenlenmesi (MISIR SEFERİ) kararını çıkarttı. 2 temmuz 1798’de İskenderiye'yi aldı, Ehramlar savaşı’nda Memluklar'ı yenilgiye uğrattı (21 temmuz). Yanındaki bilginler, ülkenin zenginliklerini saptadılar ve Mısır'dan yararlanmayı sağlayacak yeni yöntemleri önerdiler. Bonaparte, ağustos 1799'da Fransa’ya döndü. Klöber'e (14 temmuz 1800’de öldürüldü) bıraktığı ordusu, Türkler’in ve ingilizler'in yaptığı bir çıkarma sonunda teslim oldu (30 ağustos 1801).

Kaynak: Büyük Larousse
Son düzenleyen Safi; 15 Temmuz 2017 22:36
SİLENTİUM EST AURUM