Arama

Wittgenstein'ın birinci döneminin özellikleri ve 20. yüzyıla etkisi nedir?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 26 Ekim 2016 Gösterim: 3.121 Cevap: 1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
22 Kasım 2008       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
WİTTEGEİNSTEİN' ın birinci döneminin özellikleri ve 20.yy etkisi nedir?
EN İYİ CEVABI Keten Prenses verdi

WİTTGENSTEİN BİRİNCİ DÖNEMİ



Sponsorlu Bağlantılar
Wittgenstein 20. yüzyılda felsefeyi kendisinden bir sonraki adıma taşıyan filozoftur. Çalkantılı bir yaşamı olan ve babasından edinmiş olduğu bütün varlığını geride bırakıp mütevazı bir yaşam süren filozof, mühendislik eğitimi alırken Russell ve analitik geometriden etkilenmiş ve bunun sonucunda felsefi bir sistem oluşturmaya başlamıştır. Felsefeyi farklı bir boyuta taşıyan filozof özellikle Russell’dan etkilenmesinin sonucu olarak analitik felsefe ve matematiğin dilini okumaya ve anlamlandırmaya çalışmıştır. Filozofun çalışmaları gerçekten bir çığır olma özelliği taşımış ve sonraki döneme ışık tutmuştur. Wittgenstein’in çifte devrim olarak nitelenen felsefesini birbirinden keskince ayırabileceğimiz iki dönem olarak ele almak mümkün gözüküyor: ilk dönemde yapmış olduğu mantıksal çözümlemeler ve bununla ilintili olarak ortaya koymuş olduğu eseri tractatus logico –philosophicus (mantısal felsefi risale) dönemi, ikinci olarak dil çözümsel felsefesini ortaya koyduğu ve philosophische untersuchungen(felsefi araştırmalar) dönemi.

Filozofun yapıtlarını iki dönem olarak ayırma konusu bazı filozoflarca tartışma konusu olabilmiştir. Mesela Stegmügler birinci dönemi “dilin mozaik kuramı” ikinci dönemi ise “dilin satranç dönemi” olarak ayırıyorken Russell Wittgenstein’in ikinci dönemini pek dikkate alınmaya değer bulmaz. Ayrıca bu iki dönemi Wittgenstein’in dil felsefesinde ilgilendiği konu bakımından da ikiye ayırmak mümkün olacaktır. Birinci dönemde karşımıza ideal dil ve bu dilin dünya ile olan ilişkisi olarak çıkarken ikinci dönem öğretmenlik yıllarında dikkatini çeken ve üzerinde durulması gerektiğine kanaat getirdiği günlük dil irdelenen mesele olacaktır. Ona göre dil cümlelerden oluşmakta ve dünya şey durumlarından oluşan bir yapı olma özelliğini taşımaktadır. Burada dilin temel yapıtaşlarını sorgulaması hasebiyle metafizik bir atomculuk anlayışından söz etmek mümkün olacaktır. Wittgenstein’e göre nesne dünyanın yapıtaşıdır yani dünya obje dediğimiz yapıtaşlarından ibarettir. Bu nesneye yalın olarak karşılık gelen ise isimdir. Burada dil çözümlemesi yapan filozof özellikle solipsist bir yaklaşım sergileyerek yalnız ‘benim anlayacağım bir dil’den bahsetmiş ve bu bağlamda dünyanın sınırlarını da dilimin sınırları eşittir dünyamın sınırları olarak tanımlamıştır. Buradan hareketle dünya kişinin kendi dilinin sınırları içinde kalmıştır.

Ayrıca felsefeyi tanımlarken onu her iki döneminde de şeyleri açıklayıcı ve aydınlatıcı bir disiplin olarak tanımlamıştır. Felsefeyi birinci dönemde mantıksal bir çözümlemeye tabi tutarken ikinci dönemde dilbilgisel bir açıklamaya tabi tutmuştur.

Felsefeyi açıklama çabaları içinde Wittgenstein, karşımıza metafiziği de irdeleyen bir filozof olarak çıkacaktır. Metafizik ona göre susulması gereken yerde konuşmak dünyanın sınırlarını aşmak çabası olarak ele alınır. Ona göre metafizik dilin sınırlarının üstüne üstüne giden boş bir çabadır.

Wittgenstein ayrıca Russell ile diyalogu sonucu matematik üzerine de irdelemelerde bulunmuştur. Ona göre matematik mantığın yöntemidir. Russelin’de dediği gibi Wittgenstein tüm salt matematiğin salt mantıksal öncüllerden çıkarıldığını ve kullanılan kavramların ancak mantıksal terimlerle tanımlanabilir olduğunu söyleyerek matematiği mantığa indirgemiştir.

“Dünya”, “durum”, şey durumu”, “olgu” gibi öğeler birleşiktir ve bunların en yalın öğesi “şey”dir, “obje”dir. Bu şeyler tek başına bulunamazlar, şey durumu içinde yer alırlar. Biz şey durumlarını bilebiliriz ve bilgimizde onların resimleridir. Cümlenin anlamı ise bu resimdir.

Wittgenstein, ayrıca doğru üzerine de birtakım yorumlarıyla karşımıza çıkacaktır. Doğru bilgi ona göre doğru şey durumu iken yanlış bilgi yanlış resimdir. Doğru resimlerin toplamı ise bize dünyayı verir. Ve “Bende bu dünyanın içindeyim” der filozof, “tıpkı diğer nesneler gibi bir nesneyim”, bu nesnelerden farksızım. Dünya ile yaşam birdir. Ve benim dünyam yalnızca benim anladığım dille çevrilidir. [/COLOR][COLOR=Black]

Metafizik özne yani “ben” dünyanın içinde değil dünyanın sınırıdır. Bunun için ben dile getirilebilir bir şey değildir. Bir şeyin nasıl olduğunu söylemek onu dile getirmektir. Bir şeyden söz etmek onu dile getirmek değildir. Bir şeyin ne olduğunu söylemekte onu dile getirmektir. Resmi yapılmayan hiçbir şey dünyanın içinde değildir. Bunun için etik ve estetik bilgi değildir. Dünyanın anlamı derken de biz dünyanın bir resmini çiziyor değiliz, fakat ona bir anlam, bir değer yüklüyoruz. Dünyanın anlamı dünyanın dışında olmalıdır. Dünya resmi çizilebilen bir şey ise ve onun bir anlamı varsa bu resim ve bu anlam tanrı için olan Tanrı’nın dışından yaptığı bir resim olurdu.

Dünya şey-durumlarından oluştuğuna, önermelerde şey durumlarının resmi olduğuna göre, bilimlerin bütünü dünyanın bütün olarak bir resmini vermeyecek mi? Wittgenstein bu soruya “evet” cevabını verir. Doğru cümlelerin toplamı tüm doğa bilimidir. Doğru düşüncelerin toplamı, dünyanın bir resmidir. O halde neden dünyanın anlamını dünyanın bir resmi olarak göremiyoruz? “hayır” görüyoruz ama bizim için değil tanrı için bir resim. Bilim her şeyi bilse tanrıya inanmamıza gerek kalmazdı. “ Bir Tanrı’ya inanmak dünya olguları hakkında henüz son sözün söylenmediğini görmektir. Son söz, dünyanın resmidir. Dünyanın anlamı da Tanrıdır. Dünyanın içinde hiçbir değer olmadığı için Tanrı da dünyanın dışına çıkarılır. Önermeler aşkın olan hiçbir şeyi dile getiremez.

Mantık dünyanın dışındaki bir ayna gibidir. Ve dünyaya aşkındır. Mantık dünyayı kapsar. Dünya sabit, donmuş, durağan ve tıkızdır. Şey durumlarından, olgulardan oluşan bu dünyada elbette olgular arasında bir ilişki vardır. Olgular dünyanın asıl yapıcı öğeleridir. Olguları oluşturan yalın öğeler olan objeler, tek başlarına bulunmazlar. Objeler, şey-durumlarının var oluşları ile birlikte kabul edilmelidir. Objeler dünyanın tözüdür ve bütün şey durumlarının olanağını içerirler.

Dünya bütün olguların toplamı demektir. Fakat tek tek olguları toplayarak dünyayı elde ediyor değiliz. Biz dünyanın yapısından bütünden hareket etmeliyiz. Bir olgunun var olmayışından bahsetmek mümkündür. Olumsuz olgu olgunun var olmayışıdır.

Wittgenstein tözle ilgili bir takım açıklamaları da ele almış ve “Kaç töz vardır” sorusunun “Kaç tane 3 vardır” sorusu gibi saçma bir soru olduğunu söylemiştir. Bunun için “Olguları yalnızca anlamlandırabilirim, ama ne olduklarını söyleyemem” demiştir.

Wittgenstein matematikle ilgili açıklamalarını yaparken matematiğin mantıksal bir dil olduğunu söylemiştir.
Wittgenstein her iki dönemde de, felsefeyle ilgili açıklamalarında felsefeyi dilsel bir etkinlik olarak görmüş, bu fikrini sadece birinci dönemde değil ikinci dönemde de savunmuştur. Ona göre olgular hepsi birden dünyadır, cümleler hepsi birden dildir. Yani dünya olguların bir toplamı iken, dil cümlelerin bir toplamı olma özelliğini taşımaktadır. Bu yüzden dnyayı çözümlemeye olgudan, dili çözümlemeye de cümleden başlayacağız ve böylece dil dünya bağıntısını kurmaya çalışacağız. Buradan hareketle cümle şey-durumunu betimler. Betimleme bir resimdir ve resim cümlenin anlamıdır. Cümlenin bir anlamı vardır ve bu anlam cümlenin bütünündedir. Yani parçalara bölünmeden anlaşılır. Resmi yapılan şeyde, resimde birer olgudur. Şey-durumuna resmin uygunluğu doğruluk kavramını ortaya çıkarır. Resmin doğru olup olmadığını gerçeğe bakarak anlarız. Cümlenin yanı başında olan kavram deyimdir. Deyim tek başına bir cümledir. Ve kendi içinde anlamlıdır. Yani iç içe geçmiş cümleler vardır. Ama bir olgunun varlığından başka bir olgu çıkamayacağı gibi bir cümlenin varlığından da başka bir cümle çıkmaz.

Ne deyimin ne temel cümlenin dünyada karşılığı yoktur. Deyim daha çok cümlenin bir sınıfında görülmesine rağmen temel cümle cümlenin öğesi olarak bir cümlede yer alır. Temel cümle dilin tözü durumunda olan ad ile cümle arasında adeta, yardımcı, oluşturucu, koşullayıcı bir öğedir.

Temel cümle doğru ise bir şey-durumu vardır. Temel cümle yanlış ise bir şey durumu yoktur. Cümle temel cümleler yoluyla tanıtlanır. Temel cümle bir şey durumu resmi olmadığına göre onun bir resmi olan cümlenin doğruluğunu tanıtlaması derken kastedilen doğruluk mantıksal doğruluk yani cümlenin kendi içindeki tutarlılıktır. Temel cümle adlardan oluşur, ad objeyi gösterir, obje onun gösterimidir. Cümlenin anlamını kavramak için cümlenin resmettiği şey durumuna gerek yoktur. Bunun için yalnızca cümleye bakmak yeterlidir.

Wittgenstein tractatusta felsefeyle ilgili bir takım devrimci yorumlar yapmayı da ihmal etmemiştir. Ona göre felsefe bir öğreti değil bir etkinliktir. Felsefenin amacı, düşüncelerin, bilgilerin mantısal aydınlanmasıdır. Ama bu bilginin de bir şey-durumu resmi olması gerekir. Böyle bir resim olmayan bir cümle hiçbir bilgi vermez. Bilgi debilim kitaplarında bulunur, felsefe kitaplarında değil. “Bir felsefe yapıtı esasen açıklamalardan oluşur. Felsefenin sonucu, ‘felsefi cümleler’ değil, ama cümlelerin anlaşılır hale gelmesidir. Felsefe, başka türlü sanki bulanık ve karanlık olan düşünceleri açık kılmalı kesin olarak sınırlamalıdır.” Bilgi edinme uğraşını tamamen bilime veren Wittgenstein’ın felsefeyi herhangi bir türden de olsa bilgi veren, bir şey öğreten bir çaba olarak görmesi saçma olurdu. Felsefe ne bir doğa bilimi ne psikoloji ne de herhangi bir bilimdir. Felsefenin bilimler karşısındaki yeri, onların her biri için aynıdır: açıklama etkinliği. Böylece felsefe bir anlamda varlık nedeni bilimde bulur. Çünkü felsefenin var olmasından önce onun aydınlatacağı bilimin var olması gerekir. Bir yandan da felsefe üstünde bulunduğu bu kaynağa, yani bilime yararlı olur. Çünkü o, olmasaydı, bilimin düşünceleri “bulanık ve karanlık” olacaktı.

Felsefenin işinin bilgi vermek, düşünce üretmek olmayıp, verilmiş düşünceleri çözümleyerek açıklamak olarak belirlenmesi, felsefen alanını daraltmış olmaz mı? Bu durum, felsefenin bir şeyden el çekmesi demek olduğuna göre, etkinliğinden bir şey yitirmiş olmuyor mu? Wittgenstein’le birilikte “çözümleyici felsefeden” yana olanlar, buna “hayır” diyor: tersine, böylece felsefe, bütün bilgi düşünce alanlarında iş gören bir üst etkinlik olur, alanı daralmak bir yana genişler. Bize göre, burada felsefeye tüm bilgi alanlarına uzanma olanağı sağlamakla belki bir “alan daralması” değil, ama bilgi tanımından kaynaklanan bir “alan atlaması” olduğu açıktır. Özellikle bu anlatılan, yitirilen ülke, felsefenin, philio-sophia’nın öz yurdu ise: ahlak ve estetik, pratik felsefe. Wittgenstein’den sonra onun izinden yürüyenler, bu eksikliği görmüş ve onu ahlaksal kavram ve yargılar üstüne açıklama etkinliği anlamında bir meta-ethik(üst-ahlak) ile kapatmak istemişlerdir. Ancak bu çabaların geleneksel anlamda etik’in (ve estetiğin) yerini aldığı söylenemez.

Bilgi, bizim dışımızdaki, doğadaki nesnelerin yada nesne durumlarının betimlenmesi olarak anlaşılırsa, elbette bu işi felsefe her biri kendi alanında çeşitli alt-dallara ayrılmış, kendilerine özgü yöntem, teknik ve araçlara sahip uzman bilimlerden daha iyi yapabilecek değildir. Onların yapamadığını felsefe mi yapacak ki burada felsefeye bir yer bulunsun! Unutulmamalıdır ki, analitik felsefeyi haklı gibi gösteren bu durum, onun bilgi tanımından kaynaklanmaktadır. Ve bu bilgi anlayışı, Locke’a, Hume’a kadar gider. Wittgenstein bilgiyi şey-durumlarının resmi olarak tanımlarken, Hume nesnelerin zihindeki birebir kopyaları olarak görüyordu. Ve buna göre o, örneğin doğada olmayan “zorunlu bağıntı” gibi bir şeyin zihinde de bir yansımasının bulunmadığını öne sürüyor ve bu gibi bir şeyin zihinde de bir yansısının bulunmadığını öne sürüyor ve bu gibi kavramların zihnin bir uydurması olduğunu söylüyordu. Gerçi Wittgenstein, bu tartışmaya girmez. Ama bilgi, ister onunki gibi bir resim, ister Hume’un ki gibi zihindeki bir kopya ile sınırlansın varılacak sonuç aynıdır: resim olmayanı bilginin dışına çıkmak. Ama eğer “zorunlu bağlantı” gibi kavramlar, Kant’ın dediği gibi zihnin uydurmaları değil, tersine bilgiyi, deneyi olanaklı kılan zihindeki a priori formlar ise, onların bilgisini kim verecek? Elbette tek tek uzman bilimler değil! Öte yandan eylemlerimiz ve sanatsal yaratmalarımızla ilgili kavram ve yargılarımızda kendi koyduğumuz değerler var diye onları bilmeyi neden kendimize yasaklayalım? Üstelik bu kavram ve yargılar, yalnızca değerlerden oluşmaz, onlarda nesnel ölçütler olarak normlarda vardır.

Filozof metafizikle ilgili yorumlarını yapmış ve ne üstüne konuşulmuyorsa, o konuda susmalı demiştir. Metafizik öznelerin felsefeden çıkarılması gerektiğin düşüne Wittgenstein metafizik özneyi de tanımlamaya çalışmış ve onun var olmasına rağmen dile getirilemez olduğunu ve mistik olduğunu söylemiştir.

HAFSA ÖMEROĞLU

Son düzenleyen Baturalp; 26 Ekim 2016 02:26
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
22 Kasım 2008       Mesaj #2
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.

WİTTGENSTEİN BİRİNCİ DÖNEMİ



Sponsorlu Bağlantılar
Wittgenstein 20. yüzyılda felsefeyi kendisinden bir sonraki adıma taşıyan filozoftur. Çalkantılı bir yaşamı olan ve babasından edinmiş olduğu bütün varlığını geride bırakıp mütevazı bir yaşam süren filozof, mühendislik eğitimi alırken Russell ve analitik geometriden etkilenmiş ve bunun sonucunda felsefi bir sistem oluşturmaya başlamıştır. Felsefeyi farklı bir boyuta taşıyan filozof özellikle Russell’dan etkilenmesinin sonucu olarak analitik felsefe ve matematiğin dilini okumaya ve anlamlandırmaya çalışmıştır. Filozofun çalışmaları gerçekten bir çığır olma özelliği taşımış ve sonraki döneme ışık tutmuştur. Wittgenstein’in çifte devrim olarak nitelenen felsefesini birbirinden keskince ayırabileceğimiz iki dönem olarak ele almak mümkün gözüküyor: ilk dönemde yapmış olduğu mantıksal çözümlemeler ve bununla ilintili olarak ortaya koymuş olduğu eseri tractatus logico –philosophicus (mantısal felsefi risale) dönemi, ikinci olarak dil çözümsel felsefesini ortaya koyduğu ve philosophische untersuchungen(felsefi araştırmalar) dönemi.

Filozofun yapıtlarını iki dönem olarak ayırma konusu bazı filozoflarca tartışma konusu olabilmiştir. Mesela Stegmügler birinci dönemi “dilin mozaik kuramı” ikinci dönemi ise “dilin satranç dönemi” olarak ayırıyorken Russell Wittgenstein’in ikinci dönemini pek dikkate alınmaya değer bulmaz. Ayrıca bu iki dönemi Wittgenstein’in dil felsefesinde ilgilendiği konu bakımından da ikiye ayırmak mümkün olacaktır. Birinci dönemde karşımıza ideal dil ve bu dilin dünya ile olan ilişkisi olarak çıkarken ikinci dönem öğretmenlik yıllarında dikkatini çeken ve üzerinde durulması gerektiğine kanaat getirdiği günlük dil irdelenen mesele olacaktır. Ona göre dil cümlelerden oluşmakta ve dünya şey durumlarından oluşan bir yapı olma özelliğini taşımaktadır. Burada dilin temel yapıtaşlarını sorgulaması hasebiyle metafizik bir atomculuk anlayışından söz etmek mümkün olacaktır. Wittgenstein’e göre nesne dünyanın yapıtaşıdır yani dünya obje dediğimiz yapıtaşlarından ibarettir. Bu nesneye yalın olarak karşılık gelen ise isimdir. Burada dil çözümlemesi yapan filozof özellikle solipsist bir yaklaşım sergileyerek yalnız ‘benim anlayacağım bir dil’den bahsetmiş ve bu bağlamda dünyanın sınırlarını da dilimin sınırları eşittir dünyamın sınırları olarak tanımlamıştır. Buradan hareketle dünya kişinin kendi dilinin sınırları içinde kalmıştır.

Ayrıca felsefeyi tanımlarken onu her iki döneminde de şeyleri açıklayıcı ve aydınlatıcı bir disiplin olarak tanımlamıştır. Felsefeyi birinci dönemde mantıksal bir çözümlemeye tabi tutarken ikinci dönemde dilbilgisel bir açıklamaya tabi tutmuştur.

Felsefeyi açıklama çabaları içinde Wittgenstein, karşımıza metafiziği de irdeleyen bir filozof olarak çıkacaktır. Metafizik ona göre susulması gereken yerde konuşmak dünyanın sınırlarını aşmak çabası olarak ele alınır. Ona göre metafizik dilin sınırlarının üstüne üstüne giden boş bir çabadır.

Wittgenstein ayrıca Russell ile diyalogu sonucu matematik üzerine de irdelemelerde bulunmuştur. Ona göre matematik mantığın yöntemidir. Russelin’de dediği gibi Wittgenstein tüm salt matematiğin salt mantıksal öncüllerden çıkarıldığını ve kullanılan kavramların ancak mantıksal terimlerle tanımlanabilir olduğunu söyleyerek matematiği mantığa indirgemiştir.

“Dünya”, “durum”, şey durumu”, “olgu” gibi öğeler birleşiktir ve bunların en yalın öğesi “şey”dir, “obje”dir. Bu şeyler tek başına bulunamazlar, şey durumu içinde yer alırlar. Biz şey durumlarını bilebiliriz ve bilgimizde onların resimleridir. Cümlenin anlamı ise bu resimdir.

Wittgenstein, ayrıca doğru üzerine de birtakım yorumlarıyla karşımıza çıkacaktır. Doğru bilgi ona göre doğru şey durumu iken yanlış bilgi yanlış resimdir. Doğru resimlerin toplamı ise bize dünyayı verir. Ve “Bende bu dünyanın içindeyim” der filozof, “tıpkı diğer nesneler gibi bir nesneyim”, bu nesnelerden farksızım. Dünya ile yaşam birdir. Ve benim dünyam yalnızca benim anladığım dille çevrilidir. [/COLOR][COLOR=Black]

Metafizik özne yani “ben” dünyanın içinde değil dünyanın sınırıdır. Bunun için ben dile getirilebilir bir şey değildir. Bir şeyin nasıl olduğunu söylemek onu dile getirmektir. Bir şeyden söz etmek onu dile getirmek değildir. Bir şeyin ne olduğunu söylemekte onu dile getirmektir. Resmi yapılmayan hiçbir şey dünyanın içinde değildir. Bunun için etik ve estetik bilgi değildir. Dünyanın anlamı derken de biz dünyanın bir resmini çiziyor değiliz, fakat ona bir anlam, bir değer yüklüyoruz. Dünyanın anlamı dünyanın dışında olmalıdır. Dünya resmi çizilebilen bir şey ise ve onun bir anlamı varsa bu resim ve bu anlam tanrı için olan Tanrı’nın dışından yaptığı bir resim olurdu.

Dünya şey-durumlarından oluştuğuna, önermelerde şey durumlarının resmi olduğuna göre, bilimlerin bütünü dünyanın bütün olarak bir resmini vermeyecek mi? Wittgenstein bu soruya “evet” cevabını verir. Doğru cümlelerin toplamı tüm doğa bilimidir. Doğru düşüncelerin toplamı, dünyanın bir resmidir. O halde neden dünyanın anlamını dünyanın bir resmi olarak göremiyoruz? “hayır” görüyoruz ama bizim için değil tanrı için bir resim. Bilim her şeyi bilse tanrıya inanmamıza gerek kalmazdı. “ Bir Tanrı’ya inanmak dünya olguları hakkında henüz son sözün söylenmediğini görmektir. Son söz, dünyanın resmidir. Dünyanın anlamı da Tanrıdır. Dünyanın içinde hiçbir değer olmadığı için Tanrı da dünyanın dışına çıkarılır. Önermeler aşkın olan hiçbir şeyi dile getiremez.

Mantık dünyanın dışındaki bir ayna gibidir. Ve dünyaya aşkındır. Mantık dünyayı kapsar. Dünya sabit, donmuş, durağan ve tıkızdır. Şey durumlarından, olgulardan oluşan bu dünyada elbette olgular arasında bir ilişki vardır. Olgular dünyanın asıl yapıcı öğeleridir. Olguları oluşturan yalın öğeler olan objeler, tek başlarına bulunmazlar. Objeler, şey-durumlarının var oluşları ile birlikte kabul edilmelidir. Objeler dünyanın tözüdür ve bütün şey durumlarının olanağını içerirler.

Dünya bütün olguların toplamı demektir. Fakat tek tek olguları toplayarak dünyayı elde ediyor değiliz. Biz dünyanın yapısından bütünden hareket etmeliyiz. Bir olgunun var olmayışından bahsetmek mümkündür. Olumsuz olgu olgunun var olmayışıdır.

Wittgenstein tözle ilgili bir takım açıklamaları da ele almış ve “Kaç töz vardır” sorusunun “Kaç tane 3 vardır” sorusu gibi saçma bir soru olduğunu söylemiştir. Bunun için “Olguları yalnızca anlamlandırabilirim, ama ne olduklarını söyleyemem” demiştir.

Wittgenstein matematikle ilgili açıklamalarını yaparken matematiğin mantıksal bir dil olduğunu söylemiştir.
Wittgenstein her iki dönemde de, felsefeyle ilgili açıklamalarında felsefeyi dilsel bir etkinlik olarak görmüş, bu fikrini sadece birinci dönemde değil ikinci dönemde de savunmuştur. Ona göre olgular hepsi birden dünyadır, cümleler hepsi birden dildir. Yani dünya olguların bir toplamı iken, dil cümlelerin bir toplamı olma özelliğini taşımaktadır. Bu yüzden dnyayı çözümlemeye olgudan, dili çözümlemeye de cümleden başlayacağız ve böylece dil dünya bağıntısını kurmaya çalışacağız. Buradan hareketle cümle şey-durumunu betimler. Betimleme bir resimdir ve resim cümlenin anlamıdır. Cümlenin bir anlamı vardır ve bu anlam cümlenin bütünündedir. Yani parçalara bölünmeden anlaşılır. Resmi yapılan şeyde, resimde birer olgudur. Şey-durumuna resmin uygunluğu doğruluk kavramını ortaya çıkarır. Resmin doğru olup olmadığını gerçeğe bakarak anlarız. Cümlenin yanı başında olan kavram deyimdir. Deyim tek başına bir cümledir. Ve kendi içinde anlamlıdır. Yani iç içe geçmiş cümleler vardır. Ama bir olgunun varlığından başka bir olgu çıkamayacağı gibi bir cümlenin varlığından da başka bir cümle çıkmaz.

Ne deyimin ne temel cümlenin dünyada karşılığı yoktur. Deyim daha çok cümlenin bir sınıfında görülmesine rağmen temel cümle cümlenin öğesi olarak bir cümlede yer alır. Temel cümle dilin tözü durumunda olan ad ile cümle arasında adeta, yardımcı, oluşturucu, koşullayıcı bir öğedir.

Temel cümle doğru ise bir şey-durumu vardır. Temel cümle yanlış ise bir şey durumu yoktur. Cümle temel cümleler yoluyla tanıtlanır. Temel cümle bir şey durumu resmi olmadığına göre onun bir resmi olan cümlenin doğruluğunu tanıtlaması derken kastedilen doğruluk mantıksal doğruluk yani cümlenin kendi içindeki tutarlılıktır. Temel cümle adlardan oluşur, ad objeyi gösterir, obje onun gösterimidir. Cümlenin anlamını kavramak için cümlenin resmettiği şey durumuna gerek yoktur. Bunun için yalnızca cümleye bakmak yeterlidir.

Wittgenstein tractatusta felsefeyle ilgili bir takım devrimci yorumlar yapmayı da ihmal etmemiştir. Ona göre felsefe bir öğreti değil bir etkinliktir. Felsefenin amacı, düşüncelerin, bilgilerin mantısal aydınlanmasıdır. Ama bu bilginin de bir şey-durumu resmi olması gerekir. Böyle bir resim olmayan bir cümle hiçbir bilgi vermez. Bilgi debilim kitaplarında bulunur, felsefe kitaplarında değil. “Bir felsefe yapıtı esasen açıklamalardan oluşur. Felsefenin sonucu, ‘felsefi cümleler’ değil, ama cümlelerin anlaşılır hale gelmesidir. Felsefe, başka türlü sanki bulanık ve karanlık olan düşünceleri açık kılmalı kesin olarak sınırlamalıdır.” Bilgi edinme uğraşını tamamen bilime veren Wittgenstein’ın felsefeyi herhangi bir türden de olsa bilgi veren, bir şey öğreten bir çaba olarak görmesi saçma olurdu. Felsefe ne bir doğa bilimi ne psikoloji ne de herhangi bir bilimdir. Felsefenin bilimler karşısındaki yeri, onların her biri için aynıdır: açıklama etkinliği. Böylece felsefe bir anlamda varlık nedeni bilimde bulur. Çünkü felsefenin var olmasından önce onun aydınlatacağı bilimin var olması gerekir. Bir yandan da felsefe üstünde bulunduğu bu kaynağa, yani bilime yararlı olur. Çünkü o, olmasaydı, bilimin düşünceleri “bulanık ve karanlık” olacaktı.

Felsefenin işinin bilgi vermek, düşünce üretmek olmayıp, verilmiş düşünceleri çözümleyerek açıklamak olarak belirlenmesi, felsefen alanını daraltmış olmaz mı? Bu durum, felsefenin bir şeyden el çekmesi demek olduğuna göre, etkinliğinden bir şey yitirmiş olmuyor mu? Wittgenstein’le birilikte “çözümleyici felsefeden” yana olanlar, buna “hayır” diyor: tersine, böylece felsefe, bütün bilgi düşünce alanlarında iş gören bir üst etkinlik olur, alanı daralmak bir yana genişler. Bize göre, burada felsefeye tüm bilgi alanlarına uzanma olanağı sağlamakla belki bir “alan daralması” değil, ama bilgi tanımından kaynaklanan bir “alan atlaması” olduğu açıktır. Özellikle bu anlatılan, yitirilen ülke, felsefenin, philio-sophia’nın öz yurdu ise: ahlak ve estetik, pratik felsefe. Wittgenstein’den sonra onun izinden yürüyenler, bu eksikliği görmüş ve onu ahlaksal kavram ve yargılar üstüne açıklama etkinliği anlamında bir meta-ethik(üst-ahlak) ile kapatmak istemişlerdir. Ancak bu çabaların geleneksel anlamda etik’in (ve estetiğin) yerini aldığı söylenemez.

Bilgi, bizim dışımızdaki, doğadaki nesnelerin yada nesne durumlarının betimlenmesi olarak anlaşılırsa, elbette bu işi felsefe her biri kendi alanında çeşitli alt-dallara ayrılmış, kendilerine özgü yöntem, teknik ve araçlara sahip uzman bilimlerden daha iyi yapabilecek değildir. Onların yapamadığını felsefe mi yapacak ki burada felsefeye bir yer bulunsun! Unutulmamalıdır ki, analitik felsefeyi haklı gibi gösteren bu durum, onun bilgi tanımından kaynaklanmaktadır. Ve bu bilgi anlayışı, Locke’a, Hume’a kadar gider. Wittgenstein bilgiyi şey-durumlarının resmi olarak tanımlarken, Hume nesnelerin zihindeki birebir kopyaları olarak görüyordu. Ve buna göre o, örneğin doğada olmayan “zorunlu bağıntı” gibi bir şeyin zihinde de bir yansımasının bulunmadığını öne sürüyor ve bu gibi bir şeyin zihinde de bir yansısının bulunmadığını öne sürüyor ve bu gibi kavramların zihnin bir uydurması olduğunu söylüyordu. Gerçi Wittgenstein, bu tartışmaya girmez. Ama bilgi, ister onunki gibi bir resim, ister Hume’un ki gibi zihindeki bir kopya ile sınırlansın varılacak sonuç aynıdır: resim olmayanı bilginin dışına çıkmak. Ama eğer “zorunlu bağlantı” gibi kavramlar, Kant’ın dediği gibi zihnin uydurmaları değil, tersine bilgiyi, deneyi olanaklı kılan zihindeki a priori formlar ise, onların bilgisini kim verecek? Elbette tek tek uzman bilimler değil! Öte yandan eylemlerimiz ve sanatsal yaratmalarımızla ilgili kavram ve yargılarımızda kendi koyduğumuz değerler var diye onları bilmeyi neden kendimize yasaklayalım? Üstelik bu kavram ve yargılar, yalnızca değerlerden oluşmaz, onlarda nesnel ölçütler olarak normlarda vardır.

Filozof metafizikle ilgili yorumlarını yapmış ve ne üstüne konuşulmuyorsa, o konuda susmalı demiştir. Metafizik öznelerin felsefeden çıkarılması gerektiğin düşüne Wittgenstein metafizik özneyi de tanımlamaya çalışmış ve onun var olmasına rağmen dile getirilemez olduğunu ve mistik olduğunu söylemiştir.

HAFSA ÖMEROĞLU

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Baturalp; 26 Ekim 2016 02:25 Sebep: başlik ve sayfa düzeni
Quo vadis?

Benzer Konular

4 Şubat 2017 / Misafir Cevaplanmış
23 Aralık 2011 / kamyon Felsefe ww
13 Temmuz 2012 / _Yağmur_ Osmanlı İmparatorluğu
12 Şubat 2012 / Misafir Soru-Cevap
25 Şubat 2011 / maymune Taslak Konular