Arama

Hz. Muhammed'in insanlara örnek olmasıyla ilgili ayetler nelerdir?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 5 Aralık 2018 Gösterim: 21.980 Cevap: 1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
30 Aralık 2008       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Hz. Muhammed'in insanlara örnek olmasıyla ilgili ayetler nelerdir?
EN İYİ CEVABI Keten Prenses verdi

Hz. Muhammed ‘in (s.a.v.) örnek Ahlakı


Kuşkusuz hem ferdî hem de sosyal bakımdan İslâm’ın ideal ve örnek insanı Hz. Muhammed’dir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm Resûlullah’ın hayat ve şahsiyetini müslümanlar i-çin örnek olarak göstermiş (el-Ahzâb 33/21); bu sebeple ashâb-ı kirâm onun hayatını titizlikle izlemişler; bu hayatı hem bizzat kendi yaşayışlarına örnek almışlar hem de sonraki nesillere büyük bir gayret ve itina ile nak-letmişlerdir. Onun ahlâkı ve şahsiyeti hakkında en önem-li kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir. Çünkü, Hz. Âişe’nin be-lirttiği gibi (Müslim, “Müsâfirîn”, 139) “Onun ahlâkı Kur’an’dır.” Hadis külliyatıyla siyer, şemâil ve hilye kitapları Hz. Peygamber’in hayatını, bedenî özellikleri-ni ve ahlâkî kişiliğini anlatan hadis ve haberleri ihti-va eder.
Sponsorlu Bağlantılar

Bu kaynakların verdiği mâlumat, yalnızca Peygamberi-miz’in ahlâkını tanıtmak bakımından değil, aynı zamanda hem Asr-ı saâdet toplumunun genel karakteri hakkında bi-ze fikir vermesi hem de bir müslümanın ahlâkî kişiliği-nin nasıl olması gerektiğini göstermesi bakımından son derece önemlidir.
Resûlullah bir defasında kendisini şöyle tanıtmıştı: “Rabbimin katında benim on ismim var: Ben Muhammed’im; Ahmed’im; Mâhî’yim, yani Allah benim vasıtamla inkârcılığı mahvedecektir; ben Hâşir’im, yani Allah kullarını benim i-zimde toplayacaktır; ben rahmet Peygamber’iyim, tövbe Peygamber’iyim, kahramanlık Peygamber’iyim. Ben Mukaffî’yim, yani bütün insanları Allah yoluna yöneltirim. Nihayet ben (insanlığı) kemale erdirenim” (Müslim, “Fezâil”, 126).
Kusursuz bir ifade kabiliyetine sahip olan Resûlullah, hayatı boyunca sadece gerçeği söylemiş ve söylediklerini harfi harfine yaşamıştır. O, daima tatlı dilli, güler yüzlü ve toleranslı olmuş; bununla beraber sözlerini saygı ile dinletmeyi de başarmıştır.
Peygamberimiz toplulukta yemek yemeyi severdi. Yemeğe besmele ile başlar, sağ elini kullanır, tıka basa doyma-dan sofradan kalkar, yemekten önce ve sonra ellerini yı-kardı. Sağlığa zararlı ve dinen haram olan veya kokusuyla çevresindekileri rahatsız edecek şeyleri yemez; bunların dışında hiçbir yemek için “sevmiyorum” demezdi. Sofra kurallarına mutlaka uyar, bu konuda çevresindeki-leri de sabırla ve nezaketle eğitirdi.
İpek elbise giymez, altın yüzük takmazdı. Giyiminde temizliğe ve sadeliğe önem verir, pejmürdelikten hoşlanmazdı. Temizliği “imanın yarısı” sayardı. Bizzat kendisi temiz olduğu gibi bu alışkanlığı etrafındakilere de kazandırmaya çalışırdı. Lüks ve ihtişama önem vermez, geçici sıkıntıları tasa edinmezdi. Diğer müslümanlara da kanaatkâr olmayı, hayata daima iyimser bakmayı telkin ederdi.
Gönlü zengindi. Affetmeyi sever, kimseyi incitmez, düşmanlarının dahi iyiliğini isterdi. Kur’ân-ı Kerîm’de onun bu meziyetinden övgüyle bahsedilir ve şöyle buyurulur: “Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, muhakkak ki insanlar çevrenden dağılır giderlerdi…” (Âl-i İmrân 3/159). O, insanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, ten-kitlerini isim vermeden yapardı.
Bir öğünlük yemeğini olmayana verdiği için kendisinin ve ailesinin aç sabahladığı geceler çok olmuş; fakat kendisi ve ailesi, açlığın sıkıntısını iyilik yapmanın ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmanın verdiği mutlulukla altetmeyi bilmişlerdir.
Yeri gelince eşsiz bir yiğit, yeri gelince de son de-rece halim selim idi. Adaleti titizlikle korur; insanla-ra sırf mevki ve makamlarına göre muamele etmezdi. Aksi-ne fakirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin, hastaların, gariplerin, çocukların daha çok ilgi ve mutluluğa muhtaç olduklarını bilir ve bunu onlardan esirgemezdi.
Kibirlenmekten nefret eder, kibirle imanın bir kalpte birleşemeyeceğini söyler; kimseye karşı ululuk taslamaz; fakat düşmanları karşısında da ezilip küçülmezdi. Otori-tesini sürdürmek için sunî ve zorlama tedbirlere başvurmaz; meclislerde boş bulduğu yere otururdu. Dalkavukluk-tan nefret ederdi. Kendisine bir ilâh gözüyle bakılması-na asla razı olmaz; kendisinin de bir insan olduğunu, sadece Allah’ın korumasıyla hata ve günahtan kurtulabi-leceğini hiçbir kaygıya kapılmadan samimiyetle ifade ederdi. Halkın arasına katılır; insanlarla olan ilişki-lerini herhangi bir insan gibi sürdürür; hastaları, dostlarını, komşularını ziyaret eder; müslümanların acı ve tatlı günlerini paylaşmaktan geri kalmazdı.
Resûlullah’ın aile hayatı son derece muntazamdı. Eş-lerine saygı gösterir; haklarına riayet eder; hatta ge-celeyin ibadet etmek istediği zaman bile eşinden izin alma inceliğini gösterirdi. Aile bireyleriyle şakalaşma-yı sever, nâdiren vuku bulan aile içi tatsızlıkları an-layışla karşılar, ikazlarını incitmeden, medenîce yapar-dı.
Din ve dünya işleri arasında ideal bir uyum kurması, onun en önemli özelliklerinden ve başarısının sebeple-rinden biridir. Bir hıristiyan olan müsteşrik M. G. Demombynes, Muhammed (s. 599-600) isimli önemli eserinde, İslâmiyet’in Hıristiyanlığa üstünlüğünü ve Hz. Peygamber’in başarısının sebeplerini şöyle anlatıyor: “Îsâ’nın vaazında öbür dünya için hazırlık, bu dünyanın nimetle-rinden vazgeçmekle başlar. İslâm’da ise kesinlikle böyle bir şey yoktur… İslâm’a göre, iyi bir şekilde kullan-mak şartıyla hiçbir nimet kötü değildir.”
Bazı sahâbîler, ebedî kurtuluşlarını kazanabilmek i-çin geceleri hep namaz kılacaklarını, gündüzleri oruç tutacaklarını, evlenmeyeceklerini, evli olanlar eşlerine yaklaşmayacaklarını söylemişlerdi. Hz. Peygamber bu gelişmeyi duyunca onları şu sözlerle uyardı: “Sizin şöyle şöyle söylediğinizi duyuyorum. Bakın, yemin ederim ki ben, Allah’a hepinizden daha çok saygılıyım. Bununla birlikte oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de. Namaz da kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da evlenirim… Kim benim sünnetimden (yolumdan) yüz çevirirse benden yüz çe-virmiş olur” (Buhârî, “Nikâh”, 1). “Dünyada zühd içinde ol-mak, helâli haram saymak değildir” (Tirmizî, “Zühd”, 29).
Kur’an Allah elçisini “güzel örnek” olarak gösteri-yor. Muhammed Hamîdullah’ın dediği gibi, “Şayet Hz. Muhammed, insanın dünya hayatını, zevklerini tamamen red-deden, bunlardan uzak kalan bir melek hayatı sürdürmek isteseydi, onun sürdürdüğü bu hayat, insanlar için ölü doğmuş bir kural olarak kalacaktı” (İslâm Peygamberi, II, 664). Nitekim Roma’nın barbarlaştırdığı Hıristiyanlık dünyaya hâkim olsa bile, Îsâ’ya nisbet edilen Hıristi-yanlık kilise hatta mânastırların duvarlarını aşamamış-tır.
Resûlullah’ın diğer bir önemli özelliği, Kur’an’ın deyimiyle “insan-peygamber” oluşudur (el-İsrâ 17/93). O-nun ebedî mesajına göre, kendisi de dahil olmak üzere, “Bütün insanlar hata eder; hata edenlerin en hayırlısı ise tövbe edenlerdir” (Tirmizî, “Kıyâmet”, 49). En mükemmel insanın hayatında bile iyilik-kötülük mücadelesinin bit-tiği bir son nokta yoktur. O sebepledir ki, kendisine “Yaşlandınız, yâ Resûlellah!” denildiğinde o, “Beni Hûd ve Şûrâ sûreleri yaşlandırdı” (Tirmizî, “Tefsîr”, 56, 6) buyurmuşlardır. Çünkü her iki sûrede de, “Sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol!” (Hûd 11/112; eş-Şûrâ 42/15) denilmektedir. Fahreddin er-Râzî’nin de belirttiği gibi bu âyet, ahlâkî hayatın kolay olmadığını gösterir. Zira bir ömür boyu doğruluk çizgizinden sapmadan ilerlemek, Kur’an’ın deyimiyle, bu “sarp yokuşu tırmanabilmek” zor, zor olduğu kadar da kutsal bir çabadır.
İslâm dini prensip olarak Hıristiyanlık’ta olduğu gi-bi, Hz. Peygamber de dahil olmak üzere, hiçbir insanı ilâhlık mertebesinde hatasız kabul etmemiştir. Bu yüzden Peygamberimiz, sık sık tövbe ve istiğfar ettiğini söy-ler; iyilik yolunda sebat ettirmesi, ahlâkını güzelleş-tirmesi için Allah’a dua ederdi (meselâ bk. Müslim, “Müsâfirîn”, 201; Nesâî, “İftitâh”, 16, 17).
Hz. Muhammed, Allah tarafından ebedî risâletle görev-lendirilmiş olmak bakımından en büyük şeref ve imtiyaza mazhar olmuştur. Bunun yanında o hem bir insan ve kul olarak hem de kendi deyimiyle “ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderilmiş” bir rehber olarak bütün ömrü-nü erdemli yaşamaya adamış olmak bakımından da en seçkin insandır ve bu yüzden “üsve-i hasene” (güzel örnek)dir.
Onun en yüksek ve örnek faziletlerinden biri de ken-disini kanunlar üstü görmemesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de de-falarca ona, kendisine vahyedilene uyması emredilmiştir. Zümer sûresinin 12. âyetinde ona verilen bir tâlimat o-lan, “Ben müslümanların ilki olmakla emrolundum” şeklinde-ki ifade, onun ahlâk ve fazilette de öncü ve örnek olma-sını gerektirir. Bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok emir ve yasak doğrudan ona hitap eder.
Herkesin kabul ettiği üzere kötülüklerin en fenası, bir insanın inanmadığı bir görüşü savunması, yapmadığı bir işi emretmesidir. Kur’an’da da, “Yapmayacağınız bir şeyi söylemeniz Allah katında büyük bir öfkeye sebep olur” (es-Saf 61/3) buyurulmuştur. Münafıkların “cehennemin en dibinde” gösterilmesi de bundandır (en-Nisâ 4/145). Bu açıdan, Hz. Peygamber’in inanmadığı veya yaşamadığı bir görüşü, bir işi buyurduğuna, kendi kendisiyle çeliştiği-ne dair tek bir örnek yoktur. Bu yüzden düşmanları tara-fından bile “Muhammedü’l-emîn” diye anılmış; risâletine ilk inananlar, kendisini en iyi tanıyan yakınları olmuş-tur. Tarihte ilkeler koyan nice düşünürler unutulup git-miş; fakat yalnız peygamberler, çağlar boyunca hak, dü-rüstlük, iyilik ve fazilet örneği olarak saygıyla izlen-mişlerdir. Özellikle, hayatını ayrıntılarıyla tanıma bahtına erdiğimiz yegâne peygamber olan Allah Resulü’nün, getirdiği evrensel ilkeler yanında, bir çocu-ğun başını okşaması, kızması beklenen bir küstahlığı te-bessümle karşılaması, sıradan insanların meseleleriyle içtenlikle ilgilenmesi gibi basit görünen faziletli dav-ranışları bile eşsiz bir ahlâk kahramanının, fazilet â-bidesinin zengin ahlâkî kişiliğini oluşturmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’in birkaç âyetinde Hz. Peygamber, bazı küçük yanılgıları sebebiyle ikaz edilmiştir. Bu âyetler onun bir ilâh gibi kabul edilmemesi gerektiğini göster-mesi bakımından önemlidir. Fakat, bundan daha önemlisi şudur ki, Resûlullah bu âyetleri, en küçük bir komplekse kapılmadan, açık yüreklilikle halka okumuş, duyurmuş; dahası namazlarda okunmasına izin vermiştir. Tarihte kendisini eleştiren sözleri okumayı ibadet sayacak kadar ahlâkta ve fazilette yücelmiş olan bir başka şahsiyet yoktur. İşte bundan dolayı o, insanlığa örnek, âlemlere rahmettir.
Allah Resulü, davet ettiği insanlara, âhiret kurtulu-şundan başka hiçbir peşin çıkar vaad etmiyordu. Aksine, bu yolun uzun, çetin ve dikenli olduğunu, onlara, gökle-rin, yerin ve dağların bile taşıyamayacağı bir emanet getirdiğini açıklıyor; fakat samimi bir mümin, lekesiz bir insan olarak her türlü bâtıllardan, edepsiz ve aşa-ğılık davranışlardan kurtularak, doğru ve samimi imana, faziletlerle süslü insanlığa çağırıyordu. Bizzat kendi yaşayışıyla da bu imanın ve faziletin zengin örneğini sergiliyordu. Nitekim Mekke’de müşriklerin dayanılmaz boyutlara ulaşan baskısı karşısında Habeşistan’a sığınan müslümanların sözcüsü Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in, Habeş hükümdarının huzurunda yaptığı konuşmada şu çarpıcı ifade-ler yer alıyordu:
“Biz vaktiyle Câhiliye halkı olarak putlara tapar, ölü hayvan eti yerdik. Bir sürü edepsizlikler yapardık; ya-kınlarımıza ilgisiz kalır, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi. İşte Allah bize Pey-gamberimiz’i göndermezden önceki halimiz bu idi… O Peygamber bize doğruluğu öğretti; emanete sadık kalmayı, akrabamıza ilgi göstermeyi, komşularımıza iyi davranma-yı, insanların haklarına ve hayatlarına saygılı olmayı emretti. Çirkin davranışları, yalancı şahitliği, yetim malı yemeyi, namuslu kadınlara iftira atmayı yasakladı.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 202)
Resûlullah’ın düşmanları, onu, atalarının dinini terkettiği, şair, mecnun sihirbaz olduğu gibi iddialar ve saçmalıklarla halkın gözünden düşürmeye çalıştılar. Fakat, bir hıristiyan ilâhiyatçının da dediği gibi, “Hz. Muhammed’in çağdaşları onda hiçbir ahlâkî kusur göreme-diler” (M. Watt, Hz. Muhammed, s. 246); bu sebeple de ona asla gerçek bir kusur isnat edemediler. Sadece, her za-man ve her devirde bütün zalimlerin başvurduğu yolları izlediler; yani onunla ve ona inananlarla alay ettiler, hakaret ettiler, zulmettiler, abluka altına alıp açlığa mahkûm ettiler. Ancak otoritesini ve saygınlığını zorba-lıktan değil, getirdiği ilâhî prensiplerden, dayandığı doğrulardan, yaşadığı erdemlerden alan Allah elçisinin karşısında zalimlerin direnişi sadece bir çocukluk dev-resi kadar sürebildi. En sonunda Allah ona, haksızlıkla çıkarıldığı kutsal yurdu Mekke’ye muzaffer olarak dönme mutluluğunu yaşattı.
Mekke fethedilince Resûlullah, bütün suçluların ba-ğışlandığını ilân etti. O vakte kadar, Ebû Cehil’den sonra müşriklerin lideri ve İslâm’ın en yaman düşmanı olan Ebû Süfyân İslâm karargâhına geldiğinde, Hz. Peygamber onu saygıyla karşılamış; hatta evinin dokunulmazlığı, oraya sığınanların güvence içinde olduğu tâlimatını vermişti. Bu tavır bize, eşsiz bir cesarete sahip muzaffer bir kumandanın, aynı zamanda alçak gönül-lü, kinden uzak ve bağışlayıcı olması lâzım geldiğini gösterir.
Câhiliye döneminde Araplar âcizlik, pasiflik ve kor-kaklıktan nefret eder; cesaret ve yiğitlikten hoşlanır-lardı. Ancak güçlü ve yiğit olduğu halde öfkesini ve gu-rurunu yenenlere de büyük saygı duyarlardı. Eğer Hz. Peygamber’in ağır başlılığı ve yumuşaklığı âcizlikten ileri gelseydi; veya tersine, yiğitlik ve cesareti ken-disine gurur ve kibir verseydi asla sevilmez ve taraftar bulamazdı. Hz. Âişe, onun çok önemli iki özelliğini şu sözlerle anlatır: “Allah Resulü, iki durumdan birini seç-mek gerektiğinde, eğer kötü değilse, mutlaka kolay olanını seçerdi (insanların işlerini zorlaştırmazdı)… Bir de Al-lah Resulü, kendisiyle ilgili kötülüklerden dolayı asla in-tikam peşinde olmamıştır. Fakat Allah’ın bir kanunu ihlâl edilince mutlaka bunun cezasını verirdi” (Buhârî, “Edeb”, 80).
Endülüslü ünlü âlim İbn Hazm (ö. 456/1064), her cüm-lesi bir hikmet değeri taşıyan el-Ahlâk ve’s-siyer adlı ahlâk kitabında şöyle der: “Âhiret iyiliğini, dünya bil-geliğini, düzgün yaşayışı, bütün ahlâk güzelliklerini, bütün faziletleri kazanmak isteyen kişi, Hz. Muhammed’i örnek alsın” (s. 19-20). Çünkü “Resûlullah bütün hayır-larda en ileridedir. Allah onun ahlâkını övmüş, fazilet-leri en mükemmel şekliyle onda toplamış ve onu her türlü kusurlardan arındırmıştır” (s. 50).
Son düzenleyen Safi; 5 Aralık 2018 00:45
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
30 Aralık 2008       Mesaj #2
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.

Hz. Muhammed ‘in (s.a.v.) örnek Ahlakı


Kuşkusuz hem ferdî hem de sosyal bakımdan İslâm’ın ideal ve örnek insanı Hz. Muhammed’dir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm Resûlullah’ın hayat ve şahsiyetini müslümanlar i-çin örnek olarak göstermiş (el-Ahzâb 33/21); bu sebeple ashâb-ı kirâm onun hayatını titizlikle izlemişler; bu hayatı hem bizzat kendi yaşayışlarına örnek almışlar hem de sonraki nesillere büyük bir gayret ve itina ile nak-letmişlerdir. Onun ahlâkı ve şahsiyeti hakkında en önem-li kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir. Çünkü, Hz. Âişe’nin be-lirttiği gibi (Müslim, “Müsâfirîn”, 139) “Onun ahlâkı Kur’an’dır.” Hadis külliyatıyla siyer, şemâil ve hilye kitapları Hz. Peygamber’in hayatını, bedenî özellikleri-ni ve ahlâkî kişiliğini anlatan hadis ve haberleri ihti-va eder.
Sponsorlu Bağlantılar

Bu kaynakların verdiği mâlumat, yalnızca Peygamberi-miz’in ahlâkını tanıtmak bakımından değil, aynı zamanda hem Asr-ı saâdet toplumunun genel karakteri hakkında bi-ze fikir vermesi hem de bir müslümanın ahlâkî kişiliği-nin nasıl olması gerektiğini göstermesi bakımından son derece önemlidir.
Resûlullah bir defasında kendisini şöyle tanıtmıştı: “Rabbimin katında benim on ismim var: Ben Muhammed’im; Ahmed’im; Mâhî’yim, yani Allah benim vasıtamla inkârcılığı mahvedecektir; ben Hâşir’im, yani Allah kullarını benim i-zimde toplayacaktır; ben rahmet Peygamber’iyim, tövbe Peygamber’iyim, kahramanlık Peygamber’iyim. Ben Mukaffî’yim, yani bütün insanları Allah yoluna yöneltirim. Nihayet ben (insanlığı) kemale erdirenim” (Müslim, “Fezâil”, 126).
Kusursuz bir ifade kabiliyetine sahip olan Resûlullah, hayatı boyunca sadece gerçeği söylemiş ve söylediklerini harfi harfine yaşamıştır. O, daima tatlı dilli, güler yüzlü ve toleranslı olmuş; bununla beraber sözlerini saygı ile dinletmeyi de başarmıştır.
Peygamberimiz toplulukta yemek yemeyi severdi. Yemeğe besmele ile başlar, sağ elini kullanır, tıka basa doyma-dan sofradan kalkar, yemekten önce ve sonra ellerini yı-kardı. Sağlığa zararlı ve dinen haram olan veya kokusuyla çevresindekileri rahatsız edecek şeyleri yemez; bunların dışında hiçbir yemek için “sevmiyorum” demezdi. Sofra kurallarına mutlaka uyar, bu konuda çevresindeki-leri de sabırla ve nezaketle eğitirdi.
İpek elbise giymez, altın yüzük takmazdı. Giyiminde temizliğe ve sadeliğe önem verir, pejmürdelikten hoşlanmazdı. Temizliği “imanın yarısı” sayardı. Bizzat kendisi temiz olduğu gibi bu alışkanlığı etrafındakilere de kazandırmaya çalışırdı. Lüks ve ihtişama önem vermez, geçici sıkıntıları tasa edinmezdi. Diğer müslümanlara da kanaatkâr olmayı, hayata daima iyimser bakmayı telkin ederdi.
Gönlü zengindi. Affetmeyi sever, kimseyi incitmez, düşmanlarının dahi iyiliğini isterdi. Kur’ân-ı Kerîm’de onun bu meziyetinden övgüyle bahsedilir ve şöyle buyurulur: “Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, muhakkak ki insanlar çevrenden dağılır giderlerdi…” (Âl-i İmrân 3/159). O, insanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, ten-kitlerini isim vermeden yapardı.
Bir öğünlük yemeğini olmayana verdiği için kendisinin ve ailesinin aç sabahladığı geceler çok olmuş; fakat kendisi ve ailesi, açlığın sıkıntısını iyilik yapmanın ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmanın verdiği mutlulukla altetmeyi bilmişlerdir.
Yeri gelince eşsiz bir yiğit, yeri gelince de son de-rece halim selim idi. Adaleti titizlikle korur; insanla-ra sırf mevki ve makamlarına göre muamele etmezdi. Aksi-ne fakirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin, hastaların, gariplerin, çocukların daha çok ilgi ve mutluluğa muhtaç olduklarını bilir ve bunu onlardan esirgemezdi.
Kibirlenmekten nefret eder, kibirle imanın bir kalpte birleşemeyeceğini söyler; kimseye karşı ululuk taslamaz; fakat düşmanları karşısında da ezilip küçülmezdi. Otori-tesini sürdürmek için sunî ve zorlama tedbirlere başvurmaz; meclislerde boş bulduğu yere otururdu. Dalkavukluk-tan nefret ederdi. Kendisine bir ilâh gözüyle bakılması-na asla razı olmaz; kendisinin de bir insan olduğunu, sadece Allah’ın korumasıyla hata ve günahtan kurtulabi-leceğini hiçbir kaygıya kapılmadan samimiyetle ifade ederdi. Halkın arasına katılır; insanlarla olan ilişki-lerini herhangi bir insan gibi sürdürür; hastaları, dostlarını, komşularını ziyaret eder; müslümanların acı ve tatlı günlerini paylaşmaktan geri kalmazdı.
Resûlullah’ın aile hayatı son derece muntazamdı. Eş-lerine saygı gösterir; haklarına riayet eder; hatta ge-celeyin ibadet etmek istediği zaman bile eşinden izin alma inceliğini gösterirdi. Aile bireyleriyle şakalaşma-yı sever, nâdiren vuku bulan aile içi tatsızlıkları an-layışla karşılar, ikazlarını incitmeden, medenîce yapar-dı.
Din ve dünya işleri arasında ideal bir uyum kurması, onun en önemli özelliklerinden ve başarısının sebeple-rinden biridir. Bir hıristiyan olan müsteşrik M. G. Demombynes, Muhammed (s. 599-600) isimli önemli eserinde, İslâmiyet’in Hıristiyanlığa üstünlüğünü ve Hz. Peygamber’in başarısının sebeplerini şöyle anlatıyor: “Îsâ’nın vaazında öbür dünya için hazırlık, bu dünyanın nimetle-rinden vazgeçmekle başlar. İslâm’da ise kesinlikle böyle bir şey yoktur… İslâm’a göre, iyi bir şekilde kullan-mak şartıyla hiçbir nimet kötü değildir.”
Bazı sahâbîler, ebedî kurtuluşlarını kazanabilmek i-çin geceleri hep namaz kılacaklarını, gündüzleri oruç tutacaklarını, evlenmeyeceklerini, evli olanlar eşlerine yaklaşmayacaklarını söylemişlerdi. Hz. Peygamber bu gelişmeyi duyunca onları şu sözlerle uyardı: “Sizin şöyle şöyle söylediğinizi duyuyorum. Bakın, yemin ederim ki ben, Allah’a hepinizden daha çok saygılıyım. Bununla birlikte oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de. Namaz da kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da evlenirim… Kim benim sünnetimden (yolumdan) yüz çevirirse benden yüz çe-virmiş olur” (Buhârî, “Nikâh”, 1). “Dünyada zühd içinde ol-mak, helâli haram saymak değildir” (Tirmizî, “Zühd”, 29).
Kur’an Allah elçisini “güzel örnek” olarak gösteri-yor. Muhammed Hamîdullah’ın dediği gibi, “Şayet Hz. Muhammed, insanın dünya hayatını, zevklerini tamamen red-deden, bunlardan uzak kalan bir melek hayatı sürdürmek isteseydi, onun sürdürdüğü bu hayat, insanlar için ölü doğmuş bir kural olarak kalacaktı” (İslâm Peygamberi, II, 664). Nitekim Roma’nın barbarlaştırdığı Hıristiyanlık dünyaya hâkim olsa bile, Îsâ’ya nisbet edilen Hıristi-yanlık kilise hatta mânastırların duvarlarını aşamamış-tır.
Resûlullah’ın diğer bir önemli özelliği, Kur’an’ın deyimiyle “insan-peygamber” oluşudur (el-İsrâ 17/93). O-nun ebedî mesajına göre, kendisi de dahil olmak üzere, “Bütün insanlar hata eder; hata edenlerin en hayırlısı ise tövbe edenlerdir” (Tirmizî, “Kıyâmet”, 49). En mükemmel insanın hayatında bile iyilik-kötülük mücadelesinin bit-tiği bir son nokta yoktur. O sebepledir ki, kendisine “Yaşlandınız, yâ Resûlellah!” denildiğinde o, “Beni Hûd ve Şûrâ sûreleri yaşlandırdı” (Tirmizî, “Tefsîr”, 56, 6) buyurmuşlardır. Çünkü her iki sûrede de, “Sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol!” (Hûd 11/112; eş-Şûrâ 42/15) denilmektedir. Fahreddin er-Râzî’nin de belirttiği gibi bu âyet, ahlâkî hayatın kolay olmadığını gösterir. Zira bir ömür boyu doğruluk çizgizinden sapmadan ilerlemek, Kur’an’ın deyimiyle, bu “sarp yokuşu tırmanabilmek” zor, zor olduğu kadar da kutsal bir çabadır.
İslâm dini prensip olarak Hıristiyanlık’ta olduğu gi-bi, Hz. Peygamber de dahil olmak üzere, hiçbir insanı ilâhlık mertebesinde hatasız kabul etmemiştir. Bu yüzden Peygamberimiz, sık sık tövbe ve istiğfar ettiğini söy-ler; iyilik yolunda sebat ettirmesi, ahlâkını güzelleş-tirmesi için Allah’a dua ederdi (meselâ bk. Müslim, “Müsâfirîn”, 201; Nesâî, “İftitâh”, 16, 17).
Hz. Muhammed, Allah tarafından ebedî risâletle görev-lendirilmiş olmak bakımından en büyük şeref ve imtiyaza mazhar olmuştur. Bunun yanında o hem bir insan ve kul olarak hem de kendi deyimiyle “ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderilmiş” bir rehber olarak bütün ömrü-nü erdemli yaşamaya adamış olmak bakımından da en seçkin insandır ve bu yüzden “üsve-i hasene” (güzel örnek)dir.
Onun en yüksek ve örnek faziletlerinden biri de ken-disini kanunlar üstü görmemesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de de-falarca ona, kendisine vahyedilene uyması emredilmiştir. Zümer sûresinin 12. âyetinde ona verilen bir tâlimat o-lan, “Ben müslümanların ilki olmakla emrolundum” şeklinde-ki ifade, onun ahlâk ve fazilette de öncü ve örnek olma-sını gerektirir. Bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok emir ve yasak doğrudan ona hitap eder.
Herkesin kabul ettiği üzere kötülüklerin en fenası, bir insanın inanmadığı bir görüşü savunması, yapmadığı bir işi emretmesidir. Kur’an’da da, “Yapmayacağınız bir şeyi söylemeniz Allah katında büyük bir öfkeye sebep olur” (es-Saf 61/3) buyurulmuştur. Münafıkların “cehennemin en dibinde” gösterilmesi de bundandır (en-Nisâ 4/145). Bu açıdan, Hz. Peygamber’in inanmadığı veya yaşamadığı bir görüşü, bir işi buyurduğuna, kendi kendisiyle çeliştiği-ne dair tek bir örnek yoktur. Bu yüzden düşmanları tara-fından bile “Muhammedü’l-emîn” diye anılmış; risâletine ilk inananlar, kendisini en iyi tanıyan yakınları olmuş-tur. Tarihte ilkeler koyan nice düşünürler unutulup git-miş; fakat yalnız peygamberler, çağlar boyunca hak, dü-rüstlük, iyilik ve fazilet örneği olarak saygıyla izlen-mişlerdir. Özellikle, hayatını ayrıntılarıyla tanıma bahtına erdiğimiz yegâne peygamber olan Allah Resulü’nün, getirdiği evrensel ilkeler yanında, bir çocu-ğun başını okşaması, kızması beklenen bir küstahlığı te-bessümle karşılaması, sıradan insanların meseleleriyle içtenlikle ilgilenmesi gibi basit görünen faziletli dav-ranışları bile eşsiz bir ahlâk kahramanının, fazilet â-bidesinin zengin ahlâkî kişiliğini oluşturmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’in birkaç âyetinde Hz. Peygamber, bazı küçük yanılgıları sebebiyle ikaz edilmiştir. Bu âyetler onun bir ilâh gibi kabul edilmemesi gerektiğini göster-mesi bakımından önemlidir. Fakat, bundan daha önemlisi şudur ki, Resûlullah bu âyetleri, en küçük bir komplekse kapılmadan, açık yüreklilikle halka okumuş, duyurmuş; dahası namazlarda okunmasına izin vermiştir. Tarihte kendisini eleştiren sözleri okumayı ibadet sayacak kadar ahlâkta ve fazilette yücelmiş olan bir başka şahsiyet yoktur. İşte bundan dolayı o, insanlığa örnek, âlemlere rahmettir.
Allah Resulü, davet ettiği insanlara, âhiret kurtulu-şundan başka hiçbir peşin çıkar vaad etmiyordu. Aksine, bu yolun uzun, çetin ve dikenli olduğunu, onlara, gökle-rin, yerin ve dağların bile taşıyamayacağı bir emanet getirdiğini açıklıyor; fakat samimi bir mümin, lekesiz bir insan olarak her türlü bâtıllardan, edepsiz ve aşa-ğılık davranışlardan kurtularak, doğru ve samimi imana, faziletlerle süslü insanlığa çağırıyordu. Bizzat kendi yaşayışıyla da bu imanın ve faziletin zengin örneğini sergiliyordu. Nitekim Mekke’de müşriklerin dayanılmaz boyutlara ulaşan baskısı karşısında Habeşistan’a sığınan müslümanların sözcüsü Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in, Habeş hükümdarının huzurunda yaptığı konuşmada şu çarpıcı ifade-ler yer alıyordu:
“Biz vaktiyle Câhiliye halkı olarak putlara tapar, ölü hayvan eti yerdik. Bir sürü edepsizlikler yapardık; ya-kınlarımıza ilgisiz kalır, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi. İşte Allah bize Pey-gamberimiz’i göndermezden önceki halimiz bu idi… O Peygamber bize doğruluğu öğretti; emanete sadık kalmayı, akrabamıza ilgi göstermeyi, komşularımıza iyi davranma-yı, insanların haklarına ve hayatlarına saygılı olmayı emretti. Çirkin davranışları, yalancı şahitliği, yetim malı yemeyi, namuslu kadınlara iftira atmayı yasakladı.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 202)
Resûlullah’ın düşmanları, onu, atalarının dinini terkettiği, şair, mecnun sihirbaz olduğu gibi iddialar ve saçmalıklarla halkın gözünden düşürmeye çalıştılar. Fakat, bir hıristiyan ilâhiyatçının da dediği gibi, “Hz. Muhammed’in çağdaşları onda hiçbir ahlâkî kusur göreme-diler” (M. Watt, Hz. Muhammed, s. 246); bu sebeple de ona asla gerçek bir kusur isnat edemediler. Sadece, her za-man ve her devirde bütün zalimlerin başvurduğu yolları izlediler; yani onunla ve ona inananlarla alay ettiler, hakaret ettiler, zulmettiler, abluka altına alıp açlığa mahkûm ettiler. Ancak otoritesini ve saygınlığını zorba-lıktan değil, getirdiği ilâhî prensiplerden, dayandığı doğrulardan, yaşadığı erdemlerden alan Allah elçisinin karşısında zalimlerin direnişi sadece bir çocukluk dev-resi kadar sürebildi. En sonunda Allah ona, haksızlıkla çıkarıldığı kutsal yurdu Mekke’ye muzaffer olarak dönme mutluluğunu yaşattı.
Mekke fethedilince Resûlullah, bütün suçluların ba-ğışlandığını ilân etti. O vakte kadar, Ebû Cehil’den sonra müşriklerin lideri ve İslâm’ın en yaman düşmanı olan Ebû Süfyân İslâm karargâhına geldiğinde, Hz. Peygamber onu saygıyla karşılamış; hatta evinin dokunulmazlığı, oraya sığınanların güvence içinde olduğu tâlimatını vermişti. Bu tavır bize, eşsiz bir cesarete sahip muzaffer bir kumandanın, aynı zamanda alçak gönül-lü, kinden uzak ve bağışlayıcı olması lâzım geldiğini gösterir.
Câhiliye döneminde Araplar âcizlik, pasiflik ve kor-kaklıktan nefret eder; cesaret ve yiğitlikten hoşlanır-lardı. Ancak güçlü ve yiğit olduğu halde öfkesini ve gu-rurunu yenenlere de büyük saygı duyarlardı. Eğer Hz. Peygamber’in ağır başlılığı ve yumuşaklığı âcizlikten ileri gelseydi; veya tersine, yiğitlik ve cesareti ken-disine gurur ve kibir verseydi asla sevilmez ve taraftar bulamazdı. Hz. Âişe, onun çok önemli iki özelliğini şu sözlerle anlatır: “Allah Resulü, iki durumdan birini seç-mek gerektiğinde, eğer kötü değilse, mutlaka kolay olanını seçerdi (insanların işlerini zorlaştırmazdı)… Bir de Al-lah Resulü, kendisiyle ilgili kötülüklerden dolayı asla in-tikam peşinde olmamıştır. Fakat Allah’ın bir kanunu ihlâl edilince mutlaka bunun cezasını verirdi” (Buhârî, “Edeb”, 80).
Endülüslü ünlü âlim İbn Hazm (ö. 456/1064), her cüm-lesi bir hikmet değeri taşıyan el-Ahlâk ve’s-siyer adlı ahlâk kitabında şöyle der: “Âhiret iyiliğini, dünya bil-geliğini, düzgün yaşayışı, bütün ahlâk güzelliklerini, bütün faziletleri kazanmak isteyen kişi, Hz. Muhammed’i örnek alsın” (s. 19-20). Çünkü “Resûlullah bütün hayır-larda en ileridedir. Allah onun ahlâkını övmüş, fazilet-leri en mükemmel şekliyle onda toplamış ve onu her türlü kusurlardan arındırmıştır” (s. 50).
Son düzenleyen Safi; 5 Aralık 2018 00:46
Quo vadis?

Benzer Konular

2 Mart 2009 / efe_esra Cevaplanmış
28 Aralık 2008 / Ziyaretçi Cevaplanmış
17 Aralık 2013 / ZİYARETCİ Cevaplanmış
21 Şubat 2016 / Misafir Müslümanlık/İslamiyet