Arama

Atatürk'ün diğer ülkelerle ilişkiler için yaptığı çalışmaları nelerdir?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 28 Ekim 2018 Gösterim: 4.368 Cevap: 2
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Nisan 2011       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türk cumhuriyetleri ve diğer ülkelerle olan ilişkilerimizde Atatürk'ün milli dış politikasına uygun olarak yürütülen çalışmalara neleri örnek gösterebiliriz?
EN İYİ CEVABI Misafir verdi
Atatürk’ün dış politikasının temel hedeflerinden biri olan “barış” Atatürk’ün hedef olarak gösterdiği temel politikalardandı. 1911 – 1912 döneminde cepheden cepheye koşan, durmadan savaşmak zorunda kalan Mustafa Kemal, her zaman barış özlemiyle yaşamış, Türkiye’nin millî sınırlar içinde egemenliğini güvenlik altına alan bir barışı sağladıktan sonra da onu korumak için elinden geleni yapmıştır.

Sponsorlu Bağlantılar
Bazı şeyleri sadece ele geçirmek değil aynı zamanda ele geçen şeyleri ne denli koruyabiliyoruz, onu ne denli yaşatabiliyoruz işte o önemlidir. O’nu daha 1923 Şubatı’nda; “Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Ulusun yaşamı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir” dediğini görüyoruz. Nitekim, savaşı yasaklayan 1928 Briand Kellogs Antlaşması’na ve ertesi yıl bu Antlaşmayı Doğu Avrupa’da hemen yürürlüğe koyan Moskova protokolüne Türkiye’nin katılmasını isteyen O’dur.

Numan Menemencioğlu’nun Dışişleri Bakanı bulunduğu sırada bir resmi davet sonrasında diplomatlara öğüt veren Atatürk, “Diplomatlar barışın kurmaylarıdır” demekle de hem barışı, hem de onun sağlanması için diplomasi yolunun önemini belirtmiş oluyordu.

Atatürk, barış ve devletler arasında ilgi, ilişkiler kurulması özlemiyledir ki, Lozan Barış Antlaşması’yla yetinmemiş, Türkiye’nin başta komşular olmak üzere, tüm devletlerle dostça ilişkiler sürdürmesi için bir dizi antlaşma bağlılığı istemiştir. 1925 – 1930 döneminde bunların en önemlileri Sovyetler Birliği ile 1921 Dostluk Antlaşması’ndan sonra, 1929 yılında Saldırmazlık Paktı; Bulgaristan ile 1925 yılında bir Dostluk Antlaşması, ertesi yıl Fransa ile, Türkiye – Suriye ilişkileri konusunda, bir iyi komşuluk sözleşmesi ki 1930’da bunu bir de Türkiye – Fransa Dostluk Antlaşması izleyecektir. Daha sonra İtalya ile bir Tarafsızlık Antlaşması ve 1930 yılında, Yunanistan ile Dostluk Antlaşması olmuştur. Böylece Türkiye’nin etrafında dostluk çemberi tamamlanmıştır.

Atatürk 20 Nisan 1931 günü, milletvekilleri seçimleri öncesi, Cumhuriyet Halk Partisi lideri olarak, açıkladığı bir bildiride: Yurtta Sulh, Cihanda Sulh için çalışıyoruz” demiştir. Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi barışa verdiği değerin ifadesidir. Atatürk, içeride de dışarıda da barışın korunmasını temel amaç almıştı.

Bu anlayış, “her ne pahasına olursa olsun barış” demek değildi. Kurtuluş Savaşı sırasında görüldüğü gibi Atatürk, ancak Türkiye’nin temel hedeflerine ulaşıldığında, yani haklları kabul edildiğinde barışa razı olacağını ortaya koymuştu.

Atatürk, dünyada gerçek barışın kurulmasından yanaydı. Yani, savaşların nedenleri üzerinde durarak, bunları ortadan kaldırmadan gerçek barışa ulaşamayacağının bilincindeydi.

Atatürk bu özdeyişi yalnız bir dilek sayılmazdı. “Barış için çalışıyoruz” demek, “Onun sürdürülmesi için gerekli güvenlik önlemlerini alacağız” demekti. Başka bir deyişle, O’nun barışçılığı pasif, hareketsiz, sessiz bir tutum değildi. Tehlikeler karşısında uyanık kalınmalı, tedbirli olunmalıydı. Gerçekçilik bunu gerektiriyordu Kısacası, Atatürk için barış ve güvenlik birbirinden ayrılmayan kavramlardı.

Şimdi, 1933 yılında bulutlar kararmaya başlarken, Türkiye ve içinde bulunduğu bölgenin güvenliği için, Atatürk’ün tutumuna değinebiliriz. Batının sanayi ülkeleri başta olmak üzere, dünya 1929-34 ekonomik bunalım içindedir. Milletler Cemiyeti üyesi büyük devletlerden Japonya 1931 Eylülü’nde Mançurya’da Çin’e saldırmıştır. Buna karşı bir eyleme geçmeyen Milletler Cemiyeti’nin güvenirliği sarsılmıştır. Mussolini İtalya’sı emperyalist emeller peşindedir. İlkin Habeşistan’ı ele geçirmeğe hazırlanmaktadır. Almanya’da 1933 başlarında başbakanlığa getirilen Hitler ki Ağustos 1934’de Hinderburg’un ölümü üzerine devlet başkanlığını da üstlenip Almanya’nın Führer’i olacaktır. Versailles Barış Antlaşması’nın bağlarını koparmak üzeredir. Amerika Birleşik Devletleri ise 1921’den beri, silahsızlanma konuları dışında, dünya işlerine pek karışmamaktadır. Sovyetler Birliği, Hitler’in Mein Kamp adlı kitabında Doğu Avrupa’da Almanya’nın genişleme emellerinden söz etmesi nedeniyle kaygı içindedir.

Bu durumda, Versailles Antlaşması’na ve onu bütünleyici nitelikteki 1925 Lorcarno Antlaşması’na ve 928 Briand / Kellegg Paktı’na saygıyı sağlamak, dolayısıyla Milletler Cemiyeti’nin toplu güvenlik sistemini ayakta tutmak sorumluluğu İngiltere ile Fransa’ya düşmektedir. Oysa, her iki ülkede kamuoyu yeni bir savaş hazırlığına karşıdır.

Atatürk, dünya barışı için sorumluluklar alınması ve barışı sağlayan toplu önlemlere katılınması gerektiğine inanmıştı. Örneğin, 1937’de bir gün diyor ki; “Barış yolundan nereden bir çağrı gelirse Türkiye, onu candan karşıladı ve yardımını esirgemedi.” Aynı yıl bir başka konuşmasında şunları söylüyordu: “Dünya uluslarının mutluluğuna çalışmak, başka bir yoldan kendi esenlik ve mutluluğuna çalışmak demektir. Beşeriyeti bir vücut ve bir ulusu, onun bir uzvu saymalıdır. Bir vücutta parmağın ucundaki acıdan bütün öbür uzuvlar da acı duyar. Dünyanın şu yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne, dememeliyiz. Onunla ilgilenmeliyiz.”

Nitekim, 1935 Ekimi’nde İtalya’nın Habeşistan’a saldırması üzerine Türkiye, Millet Cemiyeti çerçevesinde İtalya’ya karşı ekonomik tüm yaptırımlara katıldığı gibi, ertesi yıl İspanya iç savaşı sırasında Akdeniz’de İtalyan korsan deniz altılarına karşı Nyon Konferansı’nda alınan önlemlere de katılmaktan kaçınmamıştır.

Atatürk, Montreux sözleşmesi yapılır yapılmaz, Türkiye’nin ikinci büyük davası olarak Hatay sorununu ele almış ve bu çetin davayı da barışçı yoldan son aşamasına getirdikten sonra aramızdan ayrılmıştır.

Hatay bölgesi Misak-ı Millî sınırlan içindeydi. 1921 Türk – Fransız Ankara Antlaşması’yla Hatay’ı Türkiye’ye bağlamak olanağı bulunamamışsa da, orada çoğunlukta olan Türkler yararına özel bir yönetim rejimi kurulması, Türkler’in kültürünün geliştirilmesi ve Türkçe’nin resmi bir nitelik taşıması sağlanmıştı.

Atatürk’ün dış politikada ön yargıları yoktu. O, değişen uluslararası durum içinde, barışçı Türkiye’nin çıkarları ne ise onu yapmıştı. Nitekim, 1421-1935 döneminde Sovyetler Birliği ile dayanışma içinde kalmış, 1936’dan sonra İngiltere ile yakınlaşma sağlayıp Türk dış politikasında Sovyet etkisini dengelemiş, Dünya Savaşı yaklaşırken saldırgan niyetleri belli olan devletlere karşı batılılarla (İngiltere ve Fransa) ittifak hazırlığına girişilmesini onaylamıştı. Eğer yaşasaydı, kanımızca savaştan hemen sonra, Türkiye’yi tehdit eden Sovyetler Birliği’ne karşı Nato’ya katılmasından da, toplu güvenlik uğruna, Birleşmiş Milletler çerçevesinde, 1950’de Kore’ye asker gönderilmesine duraksama göstermeyecekti.

Atatürk zamanında Türkiye’de yabancı devletlerin temsilcilerinden kimileri de anılarını yazmışlardır. Fransızlar’ın ilk temsilcisi Alb. Jeanmovingin, ilk Büyükelçi Sarrault, daha sonra Chambrun, ilk Amerikan Büyükelçisi Grew, daha sonra Sherril bunlar arasındadır. Ancak, yapıtlarında analizler yoktur.

1981 yılında Atatürk’ün doğumunun 100. yılında, Türkiye’de olduğu gibi, dışarıda da Atatürk üzerinde yeni kitap ve makaleler çıkmıştır. Bunlar arasında, Fransa’da Türk İncelemelerini Geliştirme Birliği’nin “Turcia” adlı dergisinin Atatürk özel sayısı özellikle belirtilmeğe değer.

Şu da var ki, henüz batıda yeterli analizler yapılmış değildir. Özellikle Atatürk’ün uluslararası ilişkiler, barış ve güvenlik üzerindeki düşünceleri ve izlediği yol gereğince anlaşılamamıştır. Arşiv belgelerine dayalı incelemeler yapıldıkça, O’nun devletler arasındaki ilişkilerde egemen olmasını dilediği ilkelerin değerinin öğrenileceğine kuşku yoktur. Örneğin, ancak günümüzde 1970’lerde Birleşmiş Milletler çerçevesinde gündeme getirilebilen zengin kuzey – yoksul güney diyalogu konusunda Atatürk’ün 1935 Haziranında Amerikal’lı Baker’e şu sözleri ibret vericidir: “Eğer sürekli barış isteniyorsa, halkların durumunu iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın tümünün refahı açlık ve baskının yerine geçmelidir.”

Atatürk yabancı devlet adamlarının Türkiye’yi ziyaret etmelerine büyük özen gösterdi. 1928 Mayısında Afgan Kralı Emrullah Han, 1931 Temmuzunda Irak Kralı Faysal, 1937 Haziranında Ürdün Kralı Abdullah ve 1938 Haziranında Romanya Kralı Karol gibi devlet başkanlarının yanı sıra, Yunanistan Başbakanı Venizelos, Türkiye’ye görüşmeler yapmak ya da Atatürk’ü tanımak üzere gelmişlerdir. Bunların olumlu izlenimleri ve basında çıkan haberler Türkiye’nin her zaman olduğu gibi imajını yükseltmiştir.

1933 yılında şöyle diyecekti: “Sömürgecilik ve emperyalizm yer yüzünde yok olup yerine uluslar arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır”.

Şunu hemen belirtelim ki, O, bu düşüncelerini yaymak için hiçbir propagandaya başvurmamıştır. Etki kendiliğinden olmuştur. Bunu ortaya koyduğu örneğin, her şeyden önce batı emperyalizmi ve sömürgeciliği altında ezilmiş uluslara bağımsızlık ve özgürlük umudu vermesinde görüyoruz. Etkinin, Fas’tan, Endonezya’ya dek uzanan geniş İslam dünyasında ve birçok Afrika ülkesinde ne denli derin olduğu önceleri anlaşılamamıştır. Ama bu ülkeler bağımsızlıklarına kavuştukça içlerindeki duygulan açıklama olanağı bulmuşlar, daha önce yabancı yönetimin korkusuyla gizledikleri Atatürk hayranlığını dile getirmişlerdir.

Atatürk “Ülkeler çeşitlidir, ama uygarlık birdir” diyor ve; “Uygarlığın bir ateş olduğunu, ona yabancı kalacakları yakacağını, yok edeceğini” söylüyordu. Bundan anladığı çağdaş uygarlıktı. Bu uygarlık içinde kültürlerin korunacağına da inanıyordu.

Bugün batımızdaki ülkelerde sık sık Türkiye’nin hiçbir zaman tam batılı olamayacağı sanki temenni edilircesine söylenirken, doğumuzdaki ülkelerde de Türkiye’nin İslâm’dan uzaklaştığı yolunda iddialar vardır. Bunlar Atatürkçülüğü iyi anlamamaktan kaynaklanmaktadır.

Doğumuzdaki kardeşlerimiz merak etmesinler. Türkler İslâm dinine bağlıdır. Türklerle onlar arasında, kökü bin yıl öncelerine dayanan kültür bağlan vardır. Ama, çağdaş dünyada toplum yaşamının çağdaş koşulların gereklerine göre düzenlenmesi zorunluluğu da ortadadır. Türkiye Atatürk’ün ortaya koyduğu toplum düzenini kimseye model, örnek olarak göstermiyor propagandasını da yapmıyor ama ona inanıyor. Şuna da inanıyor ki bu düzen Haçlı Seferleri’nden beri bin yıldır süregelen İslâm – Hıristiyan savaşımına son verip doğu ile batı arasında karşılıklı anlayış ve işbirliğine erişmenin tek yoludur ve Türkiye bu yol üzerine köprü kurmuştur.

Atatürk, dış politika hedeflerine ulaşılmasında, diğer önemli hedeflere ulaşılmasında da barışı savaşa tercih eden bir kişiliğe sahipti. O, savaşın ne demek olduğunu yakından bilen, bu sebeple de bansın özenle korunmasına inançla çalışan üstün nitelikli bir askerdi. Bizde bu Ulu Önder’in göstermiş olduğu yol bulmada kullandığı pusulayı kendimize düstur edinmeliyiz. ELİF AYDIN
Son düzenleyen Safi; 28 Ekim 2018 20:50
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Nisan 2012       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Atatürk’ün dış politikasının temel hedeflerinden biri olan “barış” Atatürk’ün hedef olarak gösterdiği temel politikalardandı. 1911 – 1912 döneminde cepheden cepheye koşan, durmadan savaşmak zorunda kalan Mustafa Kemal, her zaman barış özlemiyle yaşamış, Türkiye’nin millî sınırlar içinde egemenliğini güvenlik altına alan bir barışı sağladıktan sonra da onu korumak için elinden geleni yapmıştır.

Sponsorlu Bağlantılar
Bazı şeyleri sadece ele geçirmek değil aynı zamanda ele geçen şeyleri ne denli koruyabiliyoruz, onu ne denli yaşatabiliyoruz işte o önemlidir. O’nu daha 1923 Şubatı’nda; “Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Ulusun yaşamı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir” dediğini görüyoruz. Nitekim, savaşı yasaklayan 1928 Briand Kellogs Antlaşması’na ve ertesi yıl bu Antlaşmayı Doğu Avrupa’da hemen yürürlüğe koyan Moskova protokolüne Türkiye’nin katılmasını isteyen O’dur.

Numan Menemencioğlu’nun Dışişleri Bakanı bulunduğu sırada bir resmi davet sonrasında diplomatlara öğüt veren Atatürk, “Diplomatlar barışın kurmaylarıdır” demekle de hem barışı, hem de onun sağlanması için diplomasi yolunun önemini belirtmiş oluyordu.

Atatürk, barış ve devletler arasında ilgi, ilişkiler kurulması özlemiyledir ki, Lozan Barış Antlaşması’yla yetinmemiş, Türkiye’nin başta komşular olmak üzere, tüm devletlerle dostça ilişkiler sürdürmesi için bir dizi antlaşma bağlılığı istemiştir. 1925 – 1930 döneminde bunların en önemlileri Sovyetler Birliği ile 1921 Dostluk Antlaşması’ndan sonra, 1929 yılında Saldırmazlık Paktı; Bulgaristan ile 1925 yılında bir Dostluk Antlaşması, ertesi yıl Fransa ile, Türkiye – Suriye ilişkileri konusunda, bir iyi komşuluk sözleşmesi ki 1930’da bunu bir de Türkiye – Fransa Dostluk Antlaşması izleyecektir. Daha sonra İtalya ile bir Tarafsızlık Antlaşması ve 1930 yılında, Yunanistan ile Dostluk Antlaşması olmuştur. Böylece Türkiye’nin etrafında dostluk çemberi tamamlanmıştır.

Atatürk 20 Nisan 1931 günü, milletvekilleri seçimleri öncesi, Cumhuriyet Halk Partisi lideri olarak, açıkladığı bir bildiride: Yurtta Sulh, Cihanda Sulh için çalışıyoruz” demiştir. Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi barışa verdiği değerin ifadesidir. Atatürk, içeride de dışarıda da barışın korunmasını temel amaç almıştı.

Bu anlayış, “her ne pahasına olursa olsun barış” demek değildi. Kurtuluş Savaşı sırasında görüldüğü gibi Atatürk, ancak Türkiye’nin temel hedeflerine ulaşıldığında, yani haklları kabul edildiğinde barışa razı olacağını ortaya koymuştu.

Atatürk, dünyada gerçek barışın kurulmasından yanaydı. Yani, savaşların nedenleri üzerinde durarak, bunları ortadan kaldırmadan gerçek barışa ulaşamayacağının bilincindeydi.

Atatürk bu özdeyişi yalnız bir dilek sayılmazdı. “Barış için çalışıyoruz” demek, “Onun sürdürülmesi için gerekli güvenlik önlemlerini alacağız” demekti. Başka bir deyişle, O’nun barışçılığı pasif, hareketsiz, sessiz bir tutum değildi. Tehlikeler karşısında uyanık kalınmalı, tedbirli olunmalıydı. Gerçekçilik bunu gerektiriyordu Kısacası, Atatürk için barış ve güvenlik birbirinden ayrılmayan kavramlardı.

Şimdi, 1933 yılında bulutlar kararmaya başlarken, Türkiye ve içinde bulunduğu bölgenin güvenliği için, Atatürk’ün tutumuna değinebiliriz. Batının sanayi ülkeleri başta olmak üzere, dünya 1929-34 ekonomik bunalım içindedir. Milletler Cemiyeti üyesi büyük devletlerden Japonya 1931 Eylülü’nde Mançurya’da Çin’e saldırmıştır. Buna karşı bir eyleme geçmeyen Milletler Cemiyeti’nin güvenirliği sarsılmıştır. Mussolini İtalya’sı emperyalist emeller peşindedir. İlkin Habeşistan’ı ele geçirmeğe hazırlanmaktadır. Almanya’da 1933 başlarında başbakanlığa getirilen Hitler ki Ağustos 1934’de Hinderburg’un ölümü üzerine devlet başkanlığını da üstlenip Almanya’nın Führer’i olacaktır. Versailles Barış Antlaşması’nın bağlarını koparmak üzeredir. Amerika Birleşik Devletleri ise 1921’den beri, silahsızlanma konuları dışında, dünya işlerine pek karışmamaktadır. Sovyetler Birliği, Hitler’in Mein Kamp adlı kitabında Doğu Avrupa’da Almanya’nın genişleme emellerinden söz etmesi nedeniyle kaygı içindedir.

Bu durumda, Versailles Antlaşması’na ve onu bütünleyici nitelikteki 1925 Lorcarno Antlaşması’na ve 928 Briand / Kellegg Paktı’na saygıyı sağlamak, dolayısıyla Milletler Cemiyeti’nin toplu güvenlik sistemini ayakta tutmak sorumluluğu İngiltere ile Fransa’ya düşmektedir. Oysa, her iki ülkede kamuoyu yeni bir savaş hazırlığına karşıdır.

Atatürk, dünya barışı için sorumluluklar alınması ve barışı sağlayan toplu önlemlere katılınması gerektiğine inanmıştı. Örneğin, 1937’de bir gün diyor ki; “Barış yolundan nereden bir çağrı gelirse Türkiye, onu candan karşıladı ve yardımını esirgemedi.” Aynı yıl bir başka konuşmasında şunları söylüyordu: “Dünya uluslarının mutluluğuna çalışmak, başka bir yoldan kendi esenlik ve mutluluğuna çalışmak demektir. Beşeriyeti bir vücut ve bir ulusu, onun bir uzvu saymalıdır. Bir vücutta parmağın ucundaki acıdan bütün öbür uzuvlar da acı duyar. Dünyanın şu yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne, dememeliyiz. Onunla ilgilenmeliyiz.”

Nitekim, 1935 Ekimi’nde İtalya’nın Habeşistan’a saldırması üzerine Türkiye, Millet Cemiyeti çerçevesinde İtalya’ya karşı ekonomik tüm yaptırımlara katıldığı gibi, ertesi yıl İspanya iç savaşı sırasında Akdeniz’de İtalyan korsan deniz altılarına karşı Nyon Konferansı’nda alınan önlemlere de katılmaktan kaçınmamıştır.

Atatürk, Montreux sözleşmesi yapılır yapılmaz, Türkiye’nin ikinci büyük davası olarak Hatay sorununu ele almış ve bu çetin davayı da barışçı yoldan son aşamasına getirdikten sonra aramızdan ayrılmıştır.

Hatay bölgesi Misak-ı Millî sınırlan içindeydi. 1921 Türk – Fransız Ankara Antlaşması’yla Hatay’ı Türkiye’ye bağlamak olanağı bulunamamışsa da, orada çoğunlukta olan Türkler yararına özel bir yönetim rejimi kurulması, Türkler’in kültürünün geliştirilmesi ve Türkçe’nin resmi bir nitelik taşıması sağlanmıştı.

Atatürk’ün dış politikada ön yargıları yoktu. O, değişen uluslararası durum içinde, barışçı Türkiye’nin çıkarları ne ise onu yapmıştı. Nitekim, 1421-1935 döneminde Sovyetler Birliği ile dayanışma içinde kalmış, 1936’dan sonra İngiltere ile yakınlaşma sağlayıp Türk dış politikasında Sovyet etkisini dengelemiş, Dünya Savaşı yaklaşırken saldırgan niyetleri belli olan devletlere karşı batılılarla (İngiltere ve Fransa) ittifak hazırlığına girişilmesini onaylamıştı. Eğer yaşasaydı, kanımızca savaştan hemen sonra, Türkiye’yi tehdit eden Sovyetler Birliği’ne karşı Nato’ya katılmasından da, toplu güvenlik uğruna, Birleşmiş Milletler çerçevesinde, 1950’de Kore’ye asker gönderilmesine duraksama göstermeyecekti.

Atatürk zamanında Türkiye’de yabancı devletlerin temsilcilerinden kimileri de anılarını yazmışlardır. Fransızlar’ın ilk temsilcisi Alb. Jeanmovingin, ilk Büyükelçi Sarrault, daha sonra Chambrun, ilk Amerikan Büyükelçisi Grew, daha sonra Sherril bunlar arasındadır. Ancak, yapıtlarında analizler yoktur.

1981 yılında Atatürk’ün doğumunun 100. yılında, Türkiye’de olduğu gibi, dışarıda da Atatürk üzerinde yeni kitap ve makaleler çıkmıştır. Bunlar arasında, Fransa’da Türk İncelemelerini Geliştirme Birliği’nin “Turcia” adlı dergisinin Atatürk özel sayısı özellikle belirtilmeğe değer.

Şu da var ki, henüz batıda yeterli analizler yapılmış değildir. Özellikle Atatürk’ün uluslararası ilişkiler, barış ve güvenlik üzerindeki düşünceleri ve izlediği yol gereğince anlaşılamamıştır. Arşiv belgelerine dayalı incelemeler yapıldıkça, O’nun devletler arasındaki ilişkilerde egemen olmasını dilediği ilkelerin değerinin öğrenileceğine kuşku yoktur. Örneğin, ancak günümüzde 1970’lerde Birleşmiş Milletler çerçevesinde gündeme getirilebilen zengin kuzey – yoksul güney diyalogu konusunda Atatürk’ün 1935 Haziranında Amerikal’lı Baker’e şu sözleri ibret vericidir: “Eğer sürekli barış isteniyorsa, halkların durumunu iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlığın tümünün refahı açlık ve baskının yerine geçmelidir.”

Atatürk yabancı devlet adamlarının Türkiye’yi ziyaret etmelerine büyük özen gösterdi. 1928 Mayısında Afgan Kralı Emrullah Han, 1931 Temmuzunda Irak Kralı Faysal, 1937 Haziranında Ürdün Kralı Abdullah ve 1938 Haziranında Romanya Kralı Karol gibi devlet başkanlarının yanı sıra, Yunanistan Başbakanı Venizelos, Türkiye’ye görüşmeler yapmak ya da Atatürk’ü tanımak üzere gelmişlerdir. Bunların olumlu izlenimleri ve basında çıkan haberler Türkiye’nin her zaman olduğu gibi imajını yükseltmiştir.

1933 yılında şöyle diyecekti: “Sömürgecilik ve emperyalizm yer yüzünde yok olup yerine uluslar arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır”.

Şunu hemen belirtelim ki, O, bu düşüncelerini yaymak için hiçbir propagandaya başvurmamıştır. Etki kendiliğinden olmuştur. Bunu ortaya koyduğu örneğin, her şeyden önce batı emperyalizmi ve sömürgeciliği altında ezilmiş uluslara bağımsızlık ve özgürlük umudu vermesinde görüyoruz. Etkinin, Fas’tan, Endonezya’ya dek uzanan geniş İslam dünyasında ve birçok Afrika ülkesinde ne denli derin olduğu önceleri anlaşılamamıştır. Ama bu ülkeler bağımsızlıklarına kavuştukça içlerindeki duygulan açıklama olanağı bulmuşlar, daha önce yabancı yönetimin korkusuyla gizledikleri Atatürk hayranlığını dile getirmişlerdir.

Atatürk “Ülkeler çeşitlidir, ama uygarlık birdir” diyor ve; “Uygarlığın bir ateş olduğunu, ona yabancı kalacakları yakacağını, yok edeceğini” söylüyordu. Bundan anladığı çağdaş uygarlıktı. Bu uygarlık içinde kültürlerin korunacağına da inanıyordu.

Bugün batımızdaki ülkelerde sık sık Türkiye’nin hiçbir zaman tam batılı olamayacağı sanki temenni edilircesine söylenirken, doğumuzdaki ülkelerde de Türkiye’nin İslâm’dan uzaklaştığı yolunda iddialar vardır. Bunlar Atatürkçülüğü iyi anlamamaktan kaynaklanmaktadır.

Doğumuzdaki kardeşlerimiz merak etmesinler. Türkler İslâm dinine bağlıdır. Türklerle onlar arasında, kökü bin yıl öncelerine dayanan kültür bağlan vardır. Ama, çağdaş dünyada toplum yaşamının çağdaş koşulların gereklerine göre düzenlenmesi zorunluluğu da ortadadır. Türkiye Atatürk’ün ortaya koyduğu toplum düzenini kimseye model, örnek olarak göstermiyor propagandasını da yapmıyor ama ona inanıyor. Şuna da inanıyor ki bu düzen Haçlı Seferleri’nden beri bin yıldır süregelen İslâm – Hıristiyan savaşımına son verip doğu ile batı arasında karşılıklı anlayış ve işbirliğine erişmenin tek yoludur ve Türkiye bu yol üzerine köprü kurmuştur.

Atatürk, dış politika hedeflerine ulaşılmasında, diğer önemli hedeflere ulaşılmasında da barışı savaşa tercih eden bir kişiliğe sahipti. O, savaşın ne demek olduğunu yakından bilen, bu sebeple de bansın özenle korunmasına inançla çalışan üstün nitelikli bir askerdi. Bizde bu Ulu Önder’in göstermiş olduğu yol bulmada kullandığı pusulayı kendimize düstur edinmeliyiz. ELİF AYDIN
Son düzenleyen Safi; 30 Ekim 2018 00:18
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Nisan 2013       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Atatürk Döneminde Türk Dış Politikası


“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”

Ulusal Kurtuluş Mücadelemize önderlik yapmış, daha sonra modern Türkiye'yi kuran devrim ve reformları gerçekleştirmiş olan Ulu Önder Atatürk, tarih sahnesine ilk olarak askeri dehasını kanıtlayarak çıkmış olsa da, onu Türk halkının gönlünde ölümsüz kılan ve dünyanın en önemli liderleri arasında ayrıcalıklı bir yere oturtan özelliği devlet adamlığı ve yöneticilik alanında gösterdiği üstün başarılar ile günümüzde dahi halen geçerliliğini koruyan barışçı ve demokratik vizyonudur. Bu çerçevede, Atatürk’ün dış politika alanında ortaya koyduğu vizyon, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözleriyle çizdiği hedef ve bu yönde izlediği kararlı politikalar, belki de Türk devletinin bugünkü konumuna gelmesindeki en önemli etkeni teşkil etmiştir.

Genç yaşlarından itibaren uluslararası gelişmeleri, diplomasiyi ve dış siyaseti yakından takip eden Atatürk, daha o zamanlardan kurulmasını hayal ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlıklar arasında hak ettiği yeri almasının etkin bir dış politika ve sağlam temeller üzerine kurulmuş dış ilişkiler sayesinde olabileceğini biliyordu. Bu nedenle dış politika ve Türkiye’nin uluslararası alandaki yeri Atatürk için her zaman yüksek bir öncelik teşkil etmiş, fikir ve tasavvurlarında Türkiye’nin geleceğinin bu çerçevede ortaya konacak sağlıklı bir vizyon ile bu yönde izlenecek kararlı politikalara bağlı olduğu görüşü hakim olmuştur.

Bu bağlamda, her türlü meseleye öncelikle akılcılık ve gerçekçilik merceğinden yaklaşan Atatürk’ün dış politika vizyonu da aynı esaslar üzerinde yükselmiştir. Nitekim, zorlu Kurtuluş Savaşı sırasında benimsenen dış politika çizgisi öncelikle milli sınırlar içinde bağımsız bir Türk Devleti kurulması ana hedefiyle uyumlu olmuştur. Maceracı ve yayılmacı eğilimleri reddeden, ancak bağımsızlıktan taviz vermeyen bu tutum, Sevres Anlaşması’nda ve Mondros Mütarekesi’nde öne sürülen şartların kabul edilemez ilan edilmesinden milli çıkarlardan ödün vermeyen Lozan Antlaşması’nın müzakere edilerek hayata geçirilmesine kadar, Türkiye Cumhuriyeti’nin koşulsuz bağımsızlığını sağlayan bir dizi gelişmeye damgasını vurmuştur.

Türk dış politikasında ilk hedef olan bağımsızlığın zamanın hasım devletlerine karşı hem savaş hem diplomasi alanında yürütülen mücadele sonrasında kazanılmasını takiben dış politikamızın temel ilkesi bu defa “barış” olarak serdedilmiştir. Ulu Önder’in “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözleriyle özlü anlatımını bulan bu hedef, günümüzde de dış politikamızın temel yol gösterici ilkesi olmayı sürdürmektedir.

“Türkiye'nin güvenliğini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir barış istikameti bizim daima prensibimiz olacaktır”


Bu hedef doğrultusunda Türkiye’nin her alanda sahip olduğu büyük potansiyelin hayata geçirilebilmesine imkân tanıyacak bölgesel ve uluslararası güven ve istikrar ortamının yaratılması için çaba sarf edilmiştir. Keza, çağdaş değerler üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olabilmesi yolunda aynı ilkeleri paylaşan ülkelerle dostluk ilişkileri güçlendirilmiştir. Bu yapılırken, geçmişten kalan sorunların esiri olunmamış, Türkiye’nin çıkarlarının gerektirdiği şekilde tüm ülkelere dostluk ve işbirliği eli uzatılmıştır. Türkiye’nin kısa bir süre öncesine kadar bağımsızlık mücadelesi verdiği Batılı devletlerle husumeti devam ettirmeyerek, barış döneminin sunduğu imkânlardan azami ölçüde yararlanmaya çalışması ve bu ülkelerle gelecekte çok daha kuvvetlenecek ilişkilerin sağlam temellerini atması bunun en somut örneğidir.

Bu dönemde ayrıca, uzun yıllar süren savaşlardan çıkan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin barışa verdiği değer de dış politikanın her alanına yansıtılmış, tüm sorunlar diplomasi ve müzakereler yoluyla karşılıklı çıkarlar gözetilerek çözülmeye çalışılmıştır. Türkiye’nin 1929 yılında bütün anlaşmazlıkların daima barışçıl vasıtalar kullanılarak çözüleceğini taahhüt eden Kellog-Briand Paktı’na katılımı bu anlayışın doğal bir yansımasını oluşturmuştur. Keza, Türk-Yunan sorunlarından Musul meselesine, Hatay’dan Boğazlar konusuna kadar birçok meselenin diplomasi yoluyla barışçı şekilde çözüme kavuşturulması Türk dış politikasının barışa verdiği önem kadar, dönemin şartları ışığında uygulanan gerçekçi diplomasinin de en çarpıcı örneklerini teşkil etmiştir.

Nitekim, Türkiye’nin askeri ve ekonomik açıdan belki de en zayıf olduğu bu dönemde dış politika alanında izlenen dengeli ve akılcı siyaset sayesinde, Türk Boğazları üzerindeki hakimiyetimiz pekiştirilmiş ve Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik bütünlüğü sağlanmış, Misak-ı Milli sınırları içindeki Hatay tek bir kurşun bile atılmadan Türkiye’ye katılmış, Türk-Yunan ilişkilerinde o döneme kadar görülmemiş bir ilerleme yaşanarak iki ülke arasında tüm Balkanlara yayılan bir dostluk ve işbirliği dönemi açılmıştır. Musul konusunda ise, tek taraflı tasarruflardan ziyade Milletler Cemiyeti’nin hakemliği kabul edilmiş ve neticede Musul’un Türkiye’ye katılması sağlanamamış olsa dahi, Türkiye’nin uluslararası hukuka ve barışa saygısı en açık şekilde ortaya konmuştur. Nitekim kısa süren mevcudiyetinde Milletler Cemiyeti üyeliğine kendi başvurusu olmadan davet edilen tek ülke Türkiye olmuş ve ülkemiz 1932’de anılan örgüte katılmıştır.

Türkiye’nin Atatürk döneminde uygulanan dış politikasının en önemli özellikleri barışçıl olması, gerçekçilikten sapmaması, uluslararası hukuka ve meşruiyete azami önem vermesi ve hem bölgesel hem de uluslararası planda işbirliği ve diyalogu önde tutan bir çizgi izlemesidir. Atatürk’ün bunlar kadar kaydadeğer olan bir diğer özelliği de uluslararası alandaki gelişmeleri yakından takip ederek, gelişmelerin ne yönde ilerleyebileceğini son derece doğru bir şekilde öngörebilmesi ve bu çerçevede Türkiye’nin çıkarlarının gerektirdiği adımları da zamanlı bir şekilde atabilmesi olmuştur.

“Anlaşmazlıkların ortadan kalkması uygar insanlığın başlıca dileği olmalıdır”

Bu çerçevede, dünya ve bilhassa Avrupa’daki gelişmeleri dikkatle değerlendiren Atatürk, yeni bir dünya savaşı çıkacağını yıllar öncesinden görebilmiş, 1932 yılı gibi erken bir tarihte görüşme ve demeçlerinde bu konuda ifadelerde bulunmuştur. Almanya’da Nazi partisinin iktidara geldiği, İtalya’nın Akdeniz’de ve Balkanlar’da genişleme çabasına girdiği ve Avrupa devletlerinin silahlanma yarışı içinde oldukları bir dönemde Atatürk, dünya barışını tehdit eden bu gelişmelerle birlikte II. Dünya Savaşı’na giden süreci isabetli bir şekilde tahlil ederek, bölgesel işbirliği çabalarına hız vermiştir. Bu çerçevede, 9 Şubat 1934 tarihinde Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında Balkan Antantı, 8 Temmuz 1937’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı imzalanmıştır. Böylelikle, dünyanın yeni bir topyekûn savaşa sürüklenmekte olduğu bir dönemde Türkiye gerek doğusunda gerek batısında güvenlik ve işbirliğini sağlamaya yönelik önemli adımlar atmış, II. Dünya Savaşında izlediği tarafsızlık politikasının zeminini hazırlamıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında dış politika alanında kaydedilen başarılar, Atatürk’ün dönemi iyi analiz eden, şartların olgunlaşmasını bekleyerek durumu lehine çevirebilen, çıkarlarının gerektirdiği çerçevede tüm ülkelerle işbirliği içinde hareket edebilen bir politika izlemesinin sonucudur. Türkiye Cumhuriyeti bu sayede içeride gerçekleştirilen kapsamlı reformların ve devrimlerin kök salmasına imkan tanıyacak bir dış ortamı sağlayabilmiş, enerjisini ve kaynaklarını bu yönde kullanabilmiştir. Yine bu sayededir ki bir imparatorluğun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti geçmişine saplanıp kalmaktan ziyade geleceğine odaklanabilmiş, çıkarlarını serinkanlılıkla ve sağduyulu bir şekilde belirleyebilmiş ve bunların gerektirdiği adımları cesur bir şekilde atabilmiştir. Bu özelikleri ve pratikte sağladığı başarı sayesinde Atatürk dönemi dış politikası birçok diğer ülkeye örnek olmuş ve bağımsızlığın ve refahın temel güvencesini savaşın değil barışın teşkil ettiği başarılı bir model ortaya koymuştur.

Atatürk dönemi dış politikasının bu temel ilke ve yönelimleri Türkiye’nin bugün uyguladığı dış politikaya da zemin teşkil etmekte ve ışık tutmaktadır. Türkiye bugün de çevresinden başlayarak olabilecek en geniş kapsamda barış, istikrar ve güvenliğin tesisini öngörmekte, tüm ülkelerin karşılıklı çıkarlar ve kazan-kazan anlayışı doğrultusunda ortak bir refah alanının ayrılmaz parçalarını oluşturmasını arzu etmektedir. Son yıllarda gerek uluslararası ortamdaki değişim, gerek kendi güç kaynaklarındaki olumlu gelişmeler muvacehesinde bu yönde daha aktif bir tutum sergileyen Türkiye, Atatürk’ün çizdiği hedef ve vizyon doğrultusunda emin adımlarla ilerlemektedir.

Dış politika çabalarımızın odağında; bölgemizden başlamak üzere dünyada siyasi diyalog, ekonomik işbirliği ve kültürel uyumun tesis edilmesi suretiyle tüm tarafların kazanç sağlayacağı adil ve sürdürülebilir bir siyasi, ekonomik ve sosyal düzen tesis edilmesi bulunmakta olup, bu yöndeki çalışmalarımız kararlılıkla sürdürülmektedir. Esasen, Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi günümüzde de Türk Dış Politikasının temel dayanağını oluşturmaktadır.

Uluslararası alanda dostluğu ve işbirliği her geçen gün daha fazla aranan, sorunların çözümünde aktif çabalarına daha fazla ihtiyaç duyulan, ayrıca bölgesinde ve ötesinde uyguladığı girişimci ve insani dış politikayla küresel barışa somut katkılar yapan Türkiye, dış politikada Atatürk’e ve onun vaz ettiği temel ilkelere layık adımlar atabilme gayreti içinde olabilmenin gururunu yaşamaktadır.
Son düzenleyen Safi; 30 Ekim 2018 00:20

Benzer Konular

16 Kasım 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
10 Mayıs 2014 / Misafir Soru-Cevap
8 Ekim 2013 / Misafir Soru-Cevap
21 Ekim 2018 / Misafir Cevaplanmış
10 Kasım 2013 / ögrenci_ Soru-Cevap