MsXLabs
Sayfa 1 / 4

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Müslümanlık/İslamiyet (https://www.msxlabs.org/forum/muslumanlik-islamiyet/)
-   -   Menkıbeler (Dini Hikaye, Öyküler) (https://www.msxlabs.org/forum/muslumanlik-islamiyet/9058-menkibeler-dini-hikaye-oykuler.html)

NihLe 5 Aralık 2005 13:18

Menkıbe Sözlük Anlamı:
Arap ordularinin orta asyaya girmeleri sonucu ortaya cikan yeni bir edebiyat turudur..
Dini sahsiyetlerin meziyetlerini ve din ugruna yaptiklari seyleri anlatan eserler dini hikayeler öykülerdir..

~~~~~~

Gencin birisi Kâbe'de hep,
"Ey dogrularin yardimcisi olan Allahım, ey haramdan sakinanlarin yardimcisi olan Allahım, sana hamdü sena ederim" diye dua eder.
Bu durum herkesin dikkatini çeker.
Birisi, (Neden hep ayni duayi yapiyorsun, baska bir sey bilmiyor musun?) der.
O da anlatir:
7-8 sene önce yine Kâbe'de iken içi altin dolu bir torba buldum. Tam 1000 altin vardi. Içimden bir ses (Bu altinlarla, sunlari sunlari yaparsin) diyordu. Hayir dedim kendi kendime, bu benim degil, baskasinin mali,kullanmam haram olur dedim.
Bu sirada birisi, "söyle bir torba bulan var mi?" diye bagiriyordu. Çagirdim onu, nasil bir torbaydi, içinde ne vardi diye sordum. Torbayi tarif etti ve içinde 1000 altin vardi dedi. Al öyleyse torbani diyerek verdim. Adam torbayi açip içinden bana 30 altin verdi. Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri överek satiyorlardi. Gencin temizligi dikkatimi çekti. Yanlarina gittim, bu köle için ne istiyorsunuz dedim. 30 altin dediler. Adamdan aldigim 30 altini verip genci satin aldim.Bir iki yil geçti. Genç çok çaliskan, çok edepli idi. Onu aldigima çok memnun olmustum. Bir gün onunla giderken karsidan iki üç kisi geliyordu.
Genç bana dedi ki,Efendim, ben Fas emirinin ogluyum. Bu gelenler babamin adamlari. Beni buldular. Senden beni satin almak isterler. Sen iyi bir insansin, onlara 30 bin altindan asagiya satma) dedi.
O kisiler yanima geldi, bu esiri bize satar misin dediler. Satarim dedim. 60 altin verelim dediler. Olmaz dedim. Iyi ama sen bunu 30 altina almadin mi? Biz sana iki mislini veriyoruz dediler. Öyleyse gidin pazardan alin dedim. Artira artira 20 bin altina kadar çiktilar. 30 binden asagi olmaz dedim.Çaresiz kabul ettiler. Altinlari erip, genci alip gittiler. Ben o 30 bin altinla isyerleri açtim, ticaret yaptim, daha çok zengin oldum.
Bir gün bana arkadaslar, "çok zengin bir ailenin iyi bir kizi var.Babasi yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim" dediler. Ben de "olur" dedim. Nikah kiyildi. Deve yükleri çeyizini getirdiler. Çeyiz rasinda bir torba dikkatimi çekti. Kiza, "bu nedir" dedim. "Içinde 970 altin var, babam Kâbe'de bunu kaybetmis, bulan gence 30 unu vermis. Kalanini da bana hediye etti, çeyizine koyarsin dedi".
Demek ki buldugum altinlar benim rizkim imis, vermese idim haram yoldan gelecekti, simdi helal yoldan yine bana geldi. Bana yardim edip haramlardan koruyan, nice nimetler ihsan eden yüce Rabbime hamdederim.

Aci da olsa, dogrulari söyleyiniz. (hadis i serif)
Takdirden ötesi yok... Nasipten ötesi yok...


NihLe 17 Aralık 2005 12:28

Allah'ın sevgili kulu
 
Allah’ın sevgili kullarından biri bir rüya görür; rüyasında kendisine şöyle denir:
“Sabah olunca, karşına ilk çıkanı ye, ikinci çıkanı sakla, üçüncü çıkanın dileğini kabul et, dördüncü geleni üzme, beşinciden de kaç!”
Sabah oldu; dışarı çıktı. Yola koyulup gitti. Karşısına bir dağ çıktı. Bu koca dağı görünce şaşırdı. Kendi kendine şöyle dedi: Rabbim bana bunu yememi emretti. Sonra şöyle dedi: Rabbim bana gücümün yetmeyeceği bir şeyi emretmez. Onu yemeye karar verdi. Dağa doğru yürüdü. Yaklaştıkça dağ küçüldü. Tam yaklaştığı zaman koca dağ bir lokmaya dönüşmüştü. Onu tutup yedi, baldan tatlı buldu. Allah’a hamdetti, yürüyüp gitti. Karşısına altından bir leğen çıktı. Şöyle dedi: Rabbim, bunu da saklamamı emretti. Bir çukur kazdı, onu gömdü. Yürüdü, az gittikten sonra dönüp baktı. Leğen toprak yüzüne çıkmıştı. Geri döndü, tekrar gömdü. Biraz gitti; baktı ki, yine çıkmış bir daha gömdü, yine toprak üstüne çıktı. Kendi kendine, “Ben emredileni yaptım.” diyerek bırakıp gitti. Karşısına bir kuş çıktı. Peşinden bir şahin onu kovalıyordu. Kuş ona şöyle dedi: “Ey Allah’ın sevgili kulu, beni sakla. Bana yardım et.” Onu aldı. Koynuna sakladı. Peşinden şahin geldi; şöyle dedi: “Ey Allah’ın sevgili kulu, ben açım. Sabahtan beri de bu kuşun peşindeyim. Onu yakalamak istiyorum. Kısmetime engel olma. Kendi kendine şöyle dedi: “Üçüncünün dileğini yapmam emri verildi, yaptım. Dördüncüyü üzmemem mredildi. Şimdi ne yapacağım? Bu işe şaştı. Sonra bıçak aldı; kendi uyluğundan bir parça et kesti, şahine attı; o da kapıp kaçtı. Daha sonra kuşu saldı. Bundan sonra, yürüyüp gitti. Kokmuş bir leş gördü. Onu da bırakıp kaçtı. Akşam olunca şu duayı yaptı:
“Ya Rabbi, emrini yerine getirdim. Bu işlerin manası ne ise bana bildir.”
Daha sonra, rüyasında şöyle anlatıldı: “Birinci görüp yediğin öfkedir. Önce koca bir dağ gibi görülür; sabırla öfke yutulursa, baldan tatlı olur. İkincisi iyi amelindir. Ne kadar saklarsan sakla; yine meydana çıkar. Üçüncüsü, sana bırakılan bir emanettir, ona hıyanet etme. Dördüncüsü şudur: Bir insanın sana bir dileği ulaşırsa, onu yerine getir; isterse sana lâzım olan bir şey olsun. Beşincisi gıybettir. İnsanların gıybetini edenlerden kaç. Şüphesiz her şeyi bilen Allah’tır.”


ahmetseydi 2 Nisan 2006 12:05

Kur'an Yaşayan Bir Mucize
 
John J. Dunne’nin hidayet öyküsü



KATOLİKBİRAİLENİNÇOCUĞU olarak dünyaya geldim. Babam da böyle bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Annem ise gençlik yıllarında kendi isteğiyle katolikliği tercih etmiş birisiydi. Bu tercihi yapmasında annesini bir trafik kazasında kaybetmesi etkili olmuş. Babamla karşılaşana dek bir manastırda yaşamış. Evlendikten sonra her ikisi de kilise korosunda görev yapmaya başlamışlar. Yani, ailem oldukça dindardı. Pazarları kiliseye giderdik. Pazartesi öğleden sonra katolik eğitimi aldığımız derslere devam ederdik. Birkaç yıl içinde de kilise ayinlerinde görev alacak hâle gelirdik

İslâmla ilgili ilk hatıram, dokuzuncu sınıfta aldığım sosyal bilimler dersine kadar uzanır. Sınıf arkadaşlarımdan birine, “Eğer bir gün katolik kilisesinden ayrılırsam, Müslüman olacağım,” dediğimi hatırlıyorum.

Sonraki yıllarda astronomiye ilgi duymaya başladım. Bilim kitaplarını okumayı hâlâ çok severim. Fakat o zamanlar, bu kitapları okurken Tanrının varlığını inkâr etme gibi bir düşünceye kapıldım. Kendimi bazen Ateist olarak tanımlamış olsam da, dinî meseleleri hep cazip ve büyüleyici bulmuşumdur. O dönemlerde özellikle Zen Budizmi ilgimi çekiyorsa da, farklı dinler hakkında bilgi edinmekten asla geri durmadım.

1982 yılında Uniteryan kilisesine mensup iki kişi ile tanıştım. Bu kilise farklı bir Hıristiyanlık anlayışına sahipti. Diğer mezheplerinin sahip olduğu ‘teslis’ inancını reddediyorlardı. Tek bir Allah inancına sahiptiler. Bundan etkilendim ve Hz. İsa’nın tanrının oğlu değil, bir peygamber olduğuna inanmaya başladım. Uniteryan kilisesi kendini Ateist olarak ilân edenleri dışlamadığı için bu kiliseye üye olmaya karar verdim.


1985’te Arizona Üniversitesi’nde eğitim görmeye başladım. Beşerî ilimlerde gerekli ders sayısını tamamlayabilmek için “İslâm Medeniyeti” dersini almanın ilginç olacağını düşündüm. Üniversiteden birkaç blok ötedeki İslâm Kültür Merkezi’nde yaptığımız bu dersin İslâm’ı tanımamda çok faydalı olduğunu itiraf etmeliyim. Fakat aynı ders, birkaç yıl sonra CIA’ye yaptığım iş başvurusu sırasında red cevabı alışımın da asıl sebebi olacaktı. Yaptığım başvuru kabul edilip mülâkata alındığımda ben işle ilgili sorular beklerken, onlar niçin İslâm medeniyetine ilişkin bir ders aldığımı kurcalamaya çalıştılar. Hiç merak etmeyin; o günden sonra CIA ile ilişkim olmadı.

Bir süre sonra N. J. Davut’un Kur’ân tercümesini aldım. Az bir kısmını okudum. Fakat benim için verimli bir okuma dönemi olmadı. Çünkü derslerim çok yoğundu.

90’lı yılların ortasında Delena isimli bir hanımla tanıştım. Kendisiyle telefonda görüşmelerimiz oluyordu. Arkadaşlığımız ilerleyince, kendisine birlikte bir akşam yemeği teklif ettim. Fakat bazı aksaklıklar oldu ve yemeğe gidemedik. Dışarıda buluşmak mümkün olmayınca, onu evinde ziyaret etmeye karar verdim. Odasının duvarında Müslümanlara ait bir takvim görünce merak edip sorular sormaya başladım. Onun birkaç yıl önce İslâm’ı kabul ettiğini öğrendim. Sonraki görüşmelerimizde hep İslâm hakkında konuşur olduk. Fakat arkadaşlığımız uzun sürmedi.

Delena ile görüşmelerimiz sırasında elimdeki Kur’ân tercümesiyle ilgili bazı sorunların olduğunu fark ettim. Bu yüzden, Muhammed Marmaduk Pickthall tarafından tercüme edilmiş yeni bir Kur’ân tercümesi satın aldım. İşte bununla Allah’ın sözleri kalbimde yankı bulmaya başladı. İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân’ı daha ciddi mütalaa etmem gerektiğini düşündüm. Fakat din değiştirmeye henüz hazır değildim. Çünkü bilimsel şüpheciliğimden kaynaklanan problemlerim vardı. Kur’ân’ın gerçekten Allah’ın vahyi olduğunu ispatlayacak bir delil bulmak istiyordum.

Birkaç ay sonra elimdeki tercüme Kur’ânlar arasında ne tür farkların olduğunu araştırmak düşüncesiyle Ahmet Ali mealini satın aldım. Okumalarım sırasında Nahl Suresi’nin on beşinci âyeti dikkatimi çekti: “Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki doğru yolu bulursunuz.”

Bu ayetin izahında, Ali şu açıklamayı yapıyordu: “Dağların yerkabuğunun içindeki uzantıları, ancak jeofizikte kaydedilen gelişmeler sonrasında keşfedilmiştir. Bunların yüksekliği 6 milden, 6000 mile kadar çıkabilir; ve yerkabuğu ile dünyanın merkezi arasında yer alırlar. Burada ‘dengeleyici’ nitelemesinin kullanılması özellikle manidardır.”


İşte bir süredir aradığım mantıklı delil karşıma çıkmıştı. Çünkü Hz. Muhammed’in (a.s.m) yaşadığı dönemin şartları itibariyle Allah’ın yeryüzüne yerleştirmiş olduğu ‘dengeleyici’ lerden bahsedebilmesi mümkün değildi. Bu büyüklükteki jeolojik yapıların bilinebilmesi, ancak sismolojik aletlerin bulunmasına paralel bir gelişmeydi. Böyle bir delil, Kur’ân’ın Hz. Muhammed’in (a.s.m) hâlâ yaşayan bir mucizesi ve Allah’ın vahyi olduğunu kanıtlıyordu.


Hayatım bu halde geçip giderken, bir gün kendimle ilgili bir şeyi fark ettim. Elimin altında üç tane Kur’ân tercümesi vardı, ama ben hiç şehadet etmemiştim. Kazara ölecek olsam, insanlar evimdeki Kur’ân tercümelerine ve diğer İslâmî kitaplara bakıp benim Müslüman olduğumu düşünebilirlerdi. Vakit kaybetmeden şehadet getirmem ve Müslüman olduğumu ilân etmem gerektiğine karar verdim.

Bu kararımı uygulamak için İslâm Kültür Merkezi’ne gittiğimde, bir süre içeri girip girmeme hususunda tereddüt yaşadım. İçimde pazarlık yapıp dururken, bir korkak gibi davrandığımı fark ettim. Çok can sıkıcı bir durumdu. Kendimi şehadet etmek istediği halde şehadet etmekten korkan biri gibi görmek beni rahatsız ediyordu. Bu rahatsızlıktan kurtulmak için tüm cesaretimi topladım ve içeri daldım. Bir süre sonra Hakim isimli biri yanıma gelerek yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. İçimde bir yerlerde hâlâ Müslüman olma fikrinin tedirginliğini yaşıyordum. Ona “Mescide katılmak için doldurmam gereken herhangi bir başvuru formu var mı?” diye sordum. Hakim’in cevabı hâlâ hafızamdadır: “Burası bir kulüp değil dostum.” Aslında bunu zaten biliyordum. Sonra bana şehadet etmek için mi orada bulunduğumu sordu. “Evet,” diye yanıtladım. Böylece Hakim ve Arap bir delikanlının şahitliğinde, pek aşina olmasam da, Arapça aslıyla şehadet getirdim ve Müslüman oldum.

Bu şehadetle ilgili sonraki yıllarda beni üzen tek bir şey var. O da şehadet gibi ulvi bir sözü o zaman yeterince hakkını vererek söyleyememiş olduğumu düşünmemdir. O yüzden şimdi yürekten inanarak ve coşkuyla tekrar söylemek istiyorum: “Eşhedü en lâ ilahe illâllah ve eşhedü enne Muhammedün abduhu ve rasulühü.”
Benim İslâm ile şereflenme yolculuğum, uzun ve meşakkatli bir yoldan oldu. Bu yolun sonunda aydınlık bir güne uyanmama katkısı olan herkesten Allah razı olsun diyorum.


lionhead 4 Haziran 2006 22:32

BİR ÖLÜM RÜYASI


Bir zamanlar bir yerde Allah'ın bir veli kulu yaşardı. Temiz kalpli, ihlaslı, safça bir mü'mindi. Her gördüğünü iyiye yorumlar, Allah'a çok tevekkül ederdi. Bir kötülük, bir çirkinlik görse iyi tarafından alır, "Bunda bir hikmet vardır" diyerek gönlünü hoş tutardı. Her şeyin iyi yönünü görür, gülleri devşirir, dikenlerle hiç ilgilenmezdi. Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görür, onlara güler yüzle nasihat ederdi.


Müslümanların kıskanmasına aldırmaz. Onlara karşı yine hüsn-ü zan ederdi. Şeytanı ve nefsini tam ve katıksız düşman bilir, Allah'a sığınırdı. Nefsinin hücumlarına karşı iman kalesine girer, elden geldiğince ona karşı silahlanırdı.
Açıktan küfrünü açıklayanlara, Tevhid'i bulmaları için dua ederdi. Hayatı nurlu, gönlü sürûrlu has bir kuldu. Kur'an-ı sıkça okur, ayetleri anlamaya çalışırdı.
O gün yine nafile oruca niyetlenmişti. Dûha namazını biraz erkence kılmış, şehrin dışına doğru yürüyüşe çıkmıştı. Çevre duvarlarının dışına ağaç gölgelerinin sarktığı eski mezarlığa doğru yürüdü.


Kabristana girdi. Fatiha ve ihlası okudu. Bunu da, ebedi ikamegâhlarında yatanların ruhlarına hediye eyledi.
Koyu gölgeli bir ağacın altına oturup alnında biriken terleri mendiliyle sildi. Derin bir tefekküre daldı. Mezardakilerin hallerini düşünüp, onlar için kaygılandı. Yüreğine ılık bir şeyler aktı, gözleri yaşardı.
Sevgili Peygamberimiz kabir konusunda ne buyurmuştu? "Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur."
Şimdi burada yatanlar acaba hangisinde?
Acaba bunlar dünya hayatında neler yaptılar? Nasıl inandılar, nasıl yaşadılar? Şimdi cennet bahçesinde zevk mi ediyorlar, yoksa cehennem çukurunda azap mı çekiyorlar? Bir meraktır kapladı içini...
Bu eski mezarlıkta kimler yatıyor? Zengiler, fakirler, iyiler, kötüler, zalimler, günahkârlar...
Sonra yaşadığı zamanı düşündü... Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışanları, mazlumlara eziyet eden zalimleri, vatan, millet, bayrak diye halkı uyutanları, bankalarındaki hesaplarını kabartabilmek için herşeyi mübah sayanları düşündü.
Bir lokma için çöplük karıştıranları, televizyonda gördüğü sanatçı(!)lara ilah muamelesi yapanları, sırf okumak için gittikleri okula; senin giyinişin, kılık-kıyafet yönetmeliğine aykırı diye umudunu o okula bağlamış kızları okula almayan zihniyeti, dininin gereği giyindiği için okuluna alınmayan kızları, alkolün ve uyuşturucunun batağına düşmüş gençleri, ekranlarından fuhuştan başka birşeyin gösterilmediği televizyonların yöneticilerini düşündü... Allah'ım aklıma mukayyet ol! Sen ki duaları kabul edersin. Bizleri Rasulullah'ın (s.a.v.) sancağı altında toplananlardan eyle!..
Senin dininin gereklerini yerine getirmeyenler, bu hayatın sonunda hesap yok zannediyorlar. Oysa Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde:
"Bu hayatın sonunda hesap yok mu zannettin sen?
Lokantanın garsonu bile; 'hesap lütfen' diyor.


Sen nasıl olur da; bizlere herşeyi bahşeden, sen...


Hesap sormazsın?..
İlahî onları affet, onlara hidayeti nasip et."
Ya Rabbi! Çok sürmeden beni de buraya getirecekler. Benim halim ne olacak? Her nefis ölümü tadacaktır. "Ölümün acısı üç yüz kılıç yarasından fazladır." buyurulmuş. Ben nasıl dayanacağım?
Şeytan son anda bana musallat olursa ben ne yaparım? O zaman halim nice olur. Kabir hayatı, sonra diriliş, hesap-kitap, mizan-terazi, sırat, cennet, cehennem...
Gelen iki meleğe nasıl hesap vereceğim? Onların sorularına cevap verebilecek miyim?..
Bu düşünceler içindeyken uyku bastırdı. Başını yaşlı ağacın gövdesine dayadı. Dualar mırıldanırken gözü dallara, yapraklara kaydı. Sanki o yapraklarda ölmüş insanların isimleri vardı. Onları okumaya çalıştı. Uyku iyice bastırdı. Gözleri kapandı. Derin bir uykuya daldı.
Rüyasında mezardakileri gördü. Güyâ kendisi de ölmüş, orada bulunan kabir arkadaşları hâl diliyle kendisine bir şeyler anlatıyorlardı. Geriye dönüşü olmayan dünya hayatlarını, çaresizliklerini, nasıl aldandıklarını, halen hayatta olanlara nasıl gıpta ettiklerini, kendilerine fırsat verilse ve dünyaya dönseler sırf Allah'ın (c.c.) rızası için nasıl yaşacaklarını, hepsini, hepsini...
Sonra kabrin içinde en çok feryatların, iniltilerin geldiği kabrin sahibine sordu:
- Arkadaş halin nedir? Neden en çok azap sana çektiriliyor?
Kabirdeki şöyle cevap verdi:
- Ah!.. Aman... Halimi hiç sorma. Ben dünya hayatında Allah'a (c.c.) şirk koştum. Her günah affolunur, benim günahım affolunmaz.
- Anladım...
Sonra ana-babasına karşı gelenlerin, katillerin, intihar edenlerin, zulüm yapanların, zina yapanların, içki içenlerin, faiz yiyenlerin, kumar oynayanların, iftira atanların, riyakârların, münafıkların, rüşvet yiyenlerin, yetim malı yiyenlerin, sihirle uğraşanların, avret yerini açanların, karşı cinse benzeyenlerin, ilmiyle âmil olmayan alimlerin, hatta sattığı süte su karıştıranların hayatını dinledi. Çektikleri azaba tanık oldu.
İçi sıkıldı iyice. Çıldıracak gibi oldu. Sonra duyduğu kuş sesleriyle, hissettiği ve tarif bile edemediği eşsiz korkularla kendine geldi..
- Ya sen ey mevta! Nedir tüm bu güzelliğin sebebi? Seni görünce içim açıldı, gönlüm rahatladı. Senin yerinde olması ne kadar isterdim. Belli ki cennete namzetsin. Seni bu makama çıkaran nedir? dedi.
- İmandır kardeş, iman.
- Nasıl yani? s
- Ben dünyadayken "La ilahe illallah Muhammedürresullah" lafzını tam manasıya anladım, layıkıyla iman ettim, ibadet ettim.
Allah'ım bu güzelliklerini hepimize nasip et, düşüncesi içinde diğer cennetlikleri; zekat verenleri, oruç tutanları, namaz kılanları. Allah'ı (c.c.) çokca zikredenleri ana-babasına hürmette kusur etmeyen evlatları, iyiliği emredip kötülükten nehyedenleri. İffet sahibi insanları, şehidleri, ehl-i takva sahiplerini dinledi. Onlara yapılan izzet-i ikramı gördü. Onlara gıpta ile baktı.
Bizim Allah dostu rüyasında kabir aleminde dolaşırken gelen gürültülerle uyandı. O kabristana yeni bir ölü getirilmişti. Kalabalık bir cemaat vardı. Ölüyü kabre koydular. Üzerini toprakla örttüler. Yasin, tekasür, ihlas, fatiha surelerini okuyup dua ettiler. Ellerini yüzlerine sürüp kabristandan ayrıldılar. Kabrin başında ölenin oğlu, kardeşi, bir de imam kaldı. İmam ayağa kalkıp:
- Ey Ahmet oğlu Hasan! diye üç kere bağırdı.
Dünya üzerinde bulunduğun inancı hatırla. O da şudur: "Allah'tan (c.c.) başka ilah olmadığına, Muhammedin (s.a.v.), Allah'ın (c.c.) Rasulü olduğuna, senin Rab olarak Allah'a (c.c.) Din olarak İslam'a, Peygamber olarak Hz. Muhammed'e (s.a.v.) razı olduğuna dair şahitliğindir." dedi...
Artık imamın ve yanındakilerin işi bitmişti. Son kez kabre bakıp çıkışa doğru yürümeye başladılar.
Kendisini halen rüyada zannediyordu ki; karşıdan gelen imam:
- Hey! Mübarek kalk ne yatıyorsun? sözleriyle irkildi ve birden ayağa fırladı.
- Sen kimsin? Ben nerdeyim? Öldüm mü? dedi..
İmam tebessüm ederek:
- Korkma, dünyadasın. Güneşin altında mezarlıkta uyumuşsun. Az önce bir kardeşimizi ahirete uğurladık. Uyuyacağına cenaze namazına iştirak etseydin, daha iyi olurdu dedi.
- Çok derin uykudaydım hocaefendi. Öyle rüyalar gördüm ki... Bende, ölmüş gibiydim...
- Hayırdır inşaallah. Nasıl olsa öleceğiz. Şimdi önce bir abdest al açılırsın. Sonra öğlen namazının vakti çıkmadan namazını kıl.
İmam ve yanındakiler kabristandan ayrıldılar. O ise halen gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Elinin tersiyle alnının terini sildi. Rüyasında bile cehenneme tahammül edememişken nasıl olur da yaşadığı hayatı cennete gidebilmek için harcamazdı...
İlahi! Bizi af ve mağfiret eyle. Rahmeti ve mağfiretini üzerimizden eksik etme.
Bizlerin canını Senin yolundayken al. Yoksa biz sorgu meleklerine nasıl hesap verir, kabir azabına ve cehenneme nasıl dayanırız?..
İlahi!.. Affet..


lionhead 9 Haziran 2006 12:56

ÇOK GÜZEL BIR YORUM INANIYOR MUSUN?

Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal tıraşı olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar. Değişik konular üzerinde konuştular.
Birden Allah ile ilgili konu açıldı...
Berber: " Bak adamım, ben senin söylediğin gibi
Allah'ın varlığına inanmıyorum."
Adam: " Peki neden böyle diyorsun?"
Berber: " Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana
söyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar çok sorunlu, sıkıntılı, hasta insan olur muydu,
terk edilmiş çocuklar olur muydu? Allah olsaydı, kimse acı çektirmez, birbirini üzmezdi. Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum..."
Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü. Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki tıraş
olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berberin dükkanına geri döndü.
Adam: " Biliyor musun ne var, bence berber diye bir şey yok"
Berber: " Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim." Adam: " Hayır, yok. çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı."
Berber: " Himmm... Berber diye bir şey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?"
Adam: " Kesinlikle doğru! Püf noktası bu! Allah var, ve insanlar ona gitmiyorsa, bu gitmeyenlerin tercihi. Işte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni..


lionhead 17 Haziran 2006 19:37

2 YAKLAŞIM FARKI

Bir adam kötü yoldan para kazanip bununla kendisine bir inek alır.
Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış
olmak için bunu Hacı Bektas Veli'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister
O zamanlar dergâhlar ayni zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı
Bektas Veli'ye anlatır ve Hacı Bektas Veli
- ' helal değildir ' diye bu kurbanı geri çevirir.
Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve ayni durumu Mevlana'ya anlatır .
Mevlana ise ; bu hediyeyi kabul eder.
Adam ayni şeyi Hacı Bektas Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul
etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar.
Mevlana söyle der:
- Biz bir karga isek Hacı Bektas Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz
O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.
Adam üşenmez kalkar Hacı Bektas dergâhı'na gider ve Hacı Bektas Veli'ye,
Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektas Veli'ye sorar.
Hacı Bektas da söyle der:
- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir.
Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez.
Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir."
Böylesi tevazu ve incelikle, birbirlerini yermek yerine yüceltebilmeyi
becerebilen bir insan ve toplum olmamız dileğiyle...


asla_asla_deme 27 Haziran 2006 02:47

Bir Batı ülkesinde, birkaç Anadolulu genç, doktora çalışması yapıyorlardı. Bir Asya ülkesinden gelmiş ve köken itibarıyla pagan bir toplumun fertleri olan üç arkadaş da aynı üniversitede doktora çalışması yapmakta idiler.


Ama bunlar felsefe okuyup ilmî ve fennî araştırmaların içine girince kendi pagan anlayışlarını tamamen bırakmışlardı. Müslüman öğrencilerle tanışınca da merakla durmadan dinî sorular soruyorlardı. Bizimkiler dinî bir okulda okumamışlardı; ama Külliyât'ı iyi mütâlaa etmişlerdi. İnkârcı felsefeden gelen bütün itirazların cevabını Kur'an-ı Kerim'in bu tefsirinde bulmuşlardı. Bu sebeple arkadaşlarının yaratılışla ilgili sorularının cevabı için 23. Lem'a olan Tabiat Risalesi'ne müracaat etmişlerdi. Orada yaratılış ile ilgili dört ihtimal ve yol gösteriliyor. Bunlardan önce sebeplerin üzerinde duruluyor. Temsillerle mesele akla yaklaştırılıyor ve bu akılsız, şuursuz sebeplerin asla yaratıcı olamayacakları gösteriliyordu. Sonra da eşyanın kendi kendine bu düzeni kuramayacağı ve canlıları asla meydana getiremeyeceği izah ediliyordu. Üçüncü ihtimal olarak tabiat konusu ele alınıyor, onun da bu hârika nizamı ve canlıları yaratamayacağı anlatılıyordu. Böylece ilim, kudret ve hikmet sahibi ezelî ve ebedi bir Zat'ın yani Allah'ın her şeyi yarattığı gerçeği kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Öldükten sonra dirilme meselesi ise Onuncu Söz olan Haşir Risalesi'nde yine aklî ve mantıkî delillerle anlatılıyordu. Meleklerin varlığı hakkında Yirmi Dokuzuncu Söz, ilmî delillerle meseleyi akla ve mantığa yaklaştıran temsillerle gerçekleri güzel bir şekilde ortaya koyuyordu.
Bunlar üzerinde sohbetler devam ederken bir tanesi Müslüman olmaya karar verdi. Memleketine gidince de annesine artık Müslüman olduğunu söyledi. Bir yanlış tepki beklerken onun yumuşak bir tavırla "Bak sana bir şey anlatayım..." dediğine şahit oldu ve kulağını ona verdi. Şöyle diyordu:
"Oğlum uzun zaman benim çocuğum olmamıştı. Pek çok doktora başvurduk bir netice alamadık. Bu sefer kendi tapınaklarımızda dualar ettim, olmadı. Ümidimi artık kesmiştim. Bizim fakir bir Müslüman komşumuz vardı. O kadına gittim. Derdimi anlattım, üzüntümü belirttim. Bana 'Sen hiç Müslümanların mescitlerine gittin mi?' diye sordu. Ben de 'Hayır' deyince, 'Sen evine git baştan aşağıya iyice bir yıkan da gel.' dedi. Ben de dediğini yaptım. Beni alıp bir mescide götürdü. 'Ben namaz kılacağım, sen de benim yaptıklarımı yap. Sonra Allah'a dua ederiz.' dedi. Namaz kıldıktan sonra beraber Allah'a dua ettik... Bir sene sonra sen doğdun. İlk konuştuğun kelime de 'Allah' sözü oldu. Ben 'Oğlum, anne, de!' diyordum. Ama sen hep 'Allah' diyordun... Tabii sonraları unuttun. Ama şimdi Müslüman olduğunu söylüyorsun. Sen zaten doğduğunda Müslüman imişsin ki, ilk sözün Allah olmuş." Bir müddet sonra ikinci arkadaşları da İslamiyet'i kabul etti. Üçüncü arkadaşları "Belki kabirde Müslüman olurum!" diyordu. Ama Müslüman arkadaşlarının cana yakın samimi davranışlarına hayran olup arkadaşlarına katıldı. Sonra da gözyaşlarıyla "Ne büyük bir nimet ve lütuf içinde bulunuyorum, yeni fark ediyorum!" dedi...


NihLe 28 Haziran 2006 14:16

Genç bir delikanlı senelerce yurt dışında okuduktan sonra vatanına ateist olarak geri döner. Üç sorusuna hiç kimse cevap veremediğinden dolayı canı gayet sıkıntılıdır. Ebeveyni oğullarına yardım etmek niyetiyle büyük ilim sahibi olan köyün hocasına götürürler. Hoca ve delikanlının arasında geçen dialog şöyle devam eder.


Delikanlı: Kimsin sen? Sorularıma cevap verebilecek misin?
Hoca: Allah'ın bir kuluyum ve Onun izniyle sorularına cevap verebileceğim.
Delikanlı: Emin misin? Proferserler bile cevap veremedi bana.
Hoca: Allah'ın izniyle cevap vermeye çalışırım

Delikanlı: 3 sorum var
1. Allah yaşıyor mu? öyle ise, şeklini bana göster
2. Takdir (kader) nedir?
3. Eğer şeytan ateşten yaratıldıysa neden cehenneme yollanıyor, cehennemde ateş dolu değil mi? Ateş ateşi nasıl yaksın. Tanrı bunu düşünemedi mi?

Bu arada, aniden bizim hocamız delikanlının başı üzerinde bir saksı kırar.

Delikanlı canı yana yana sorar; Neden sinirlendin ki?
Hoca: Sinirlenmedim. Bu benim üç soruna bir cevabım der.
Delikanlı: Hiç birşey anlamadım.
Hoca: Nasıl hissetin kendini saksıyı başında kırınca
Delikanlı: Tabii ki, fena bir acı hissettim.
Hoca: Yani, acının varlığına inanıyor musun?
Delikanlı:Evet
Hoca: Bana bu acının şeklini göster ozaman!
Delikanlı:Gösteremem.
Hoca: Bu benim ilk cevabım. Herkes Allah'ın varlığını hisseder ama Allah'ı göremez.

Hoca: Dün gece rüyanda benim başında saksı kırdığımı gördün mü?
Delikanlı:Hayır.
Hoca: Bugün böyle birşey ilekarşılaşacağını hiç düşündün mü? aklından geçti mi?
Delikanlı:Hayır
Hoca: Bu işte takdir dir (kader)

Hoca: Biz neyden yaratıldık?topraktan yaratılmış değil miyiz?
Delikanlı: Evet böyle denir.
Hoca: E o zaman ? Saksıda topraktan yapılmadı mı? Allah isterse ateşten yaratılan şeytanı ateşin içinde cezalandıramaz mı?


peymane 10 Temmuz 2006 11:16

Bir başörtüsü hikayesi
 
Burası bir kumaş pazarı... Ben de bir zamanların gözde kumaşıydım. Ama şimdi eskisi gibi bana rağbet etmiyorlar. Modam geçmiş. Renklerim canlı değilmiş. Yaşlı işiymişim. Bu yüzden diğer parlak renklerin altında kalmış, ezilme tehlikesiyle karşı karşıyaydım. O karanlık ve tozlu yerde yıllardan beri bekliyordum. Üstümdeki top kumaşların parçaları bitiyor, yenileri geliyordu. Ustam kumaşları düzlerken bazen bana gözü çarpıyor, esefle “Yer kaplıyorsun yıllardan beri burada. Seni artık buradan kaldırmak gerekiyor” diyordu kendi kendine. “Hayır” diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. “Bir gün elbet beni de alan biri bulunacak” Diğer havalı renkler alay ederek “Komik olma, artık senin yüzüne bakan bile yok” dediler. “Bir de bize bak. Ne kadar da güzeliz! Renklerimiz şeker gibi. Desenlerimiz göz alıcı. Oysa sen ne kadar da iç karartıcısın!” Kendimi savunarak “Hiç de iç karartıcı değilim! Bir zamanlar ben de yok satıyordum. Aranan bir kumaştım!”

“O bir zamanlardı şekerim, şimdi bayanlar kendilerinin farkına vardılar. Daha güzel olmak istiyorlar. Daha çekici, daha göz kamaştırıcı olmak istiyorlar. Ama sen mahkeme suratlısın!” dedi uçuk bir pembe kumaş. İşte her gün böyle sözler duyuyor, gittikçe daha derinlere doğru kayıyordum. Doğru söylüyorlardı. Benim çoktan modam geçmişti. Oysa önceden bayanlar dikkat çekmemek için beni tercih ederlerdi. Benden genellikle başörtüsü yaparlardı. Ben bunları düşünürken içeriye genç bir bayan girdi. Ağır tavırlarıyla, sade giyimiyle vakarlı birine benziyordu. Ben bütün olanları diğer kumaşların altındaki küçük bir aralıktan izliyorum. Ustam müşteriyi görünce “buyurun küçük hanım, yardımcı olabilir miyim?” dedi. Genç kız sakin bir edayla bakışlarını kumaşların üzerinde gezdirip “başörtülük bir kumaş arıyorum” diye bir kuş gibi şakıdı. Bunu duyar duymaz, kalbimden vurulmuştum. Bizim bulunduğumuz yere doğru geliyorlardı. Üstümdeki uçuk renkli kumaşlar güzellik yarışına girmiş gibiydiler. Benim duyduğumu onlar da duymuş üstümde debelenip duruyorlardı. Fısıldayarak “susun geliyorlar” dedim.

Portakal rengi bir kumaş “Eee sana ne oluyor? Biz varken senin hiç şansın yok!” dedi eğlenerek. “Şans mı, kader mi göreceğiz!” dedim. Genç kızın beni görmesini çok arzu ediyordum. Ama nasıl? O kadar derinlerde kalmıştım ki, ustam beni zahmet edip çıkarır mıydı? Ustam eline fıstık yeşili bir kumaşı alıp “Küçük hanım bu renk size çok yakışır. Şimdi genç kızlar hep bu renklerden alıyor.” dedi. Genç kız kumaşa göz ucuyla bakıp pek tenezzül etmedi. Diğer kumaşları inceliyor gittikçe gül yüzüne bir kaygı gelip oturuyordu. Ustam da genç kıza yardımcı oluyordu. “Yine siz bilirsiniz ama bence yaşınıza şu pembe, turuncu rengi çok uygun.” dedi. Renkli kumaşlar hep bir ağızdan “Eveeet!” dedi. Kendimi göstermek için büyük bir çabaya girmiştim. Ama diğerleri beni itekliyor, kendileri öne geçmek için beni eziyorlardı. İyice bunalmıştım. “Ahh boğuluyorum, çekilin üstümden be!” diye bağırmak istiyordum. Mutlaka beni arıyordu. Genç kız hayal kırıklığıyla “Aradığım burada değil galiba!” dedi.

“Buradayım küçük hanım, ne olur devam edin!” diye bağırmak istiyordum. O kadar altta kalmıştım ki, gördüğüm tek şey karanlıktı. “Allah’ım ne olur bana yardım et!” dedim debelenerek. Genç kız kumaşlara üzgün bir şekilde bakıp “Teşekkür ederim.” dedi ustama. İşte, gidiyordu. Ustam desen beni unuttu. “Usta! Duymuyor musun beni? Bak ben buradayım!” dedim çaresizlikle. Biliyordum ki beni duymayacaktı. Kaderimin gül yüzü gidiyordu işte. Ustam üstümdeki kumaşları düzlerken bir şey hatırlamış gibi birden “Küçük hanım bir dakika!” deyip üstümdekileri boşaltmaya başladı. Aman Allah’ım, giderek rahatlıyordum. Ferahlıyordum. Diğer kumaşlar mızmızlanıyordu. Kıvrak bir hareketle beni hızla çekip “Seni tamamen unutmuşum” dedi kendi kendine yine. “Alıştık usta artık buna” dedim. Genç kız beni görünce hızla yanımıza geldi. Gözleri ışıldıyordu. Bana sevgiyle dokundu, işte birbirimize ilk sevdalandığımız an. Gözlerini benden alamıyordu. Ben de onun gül yüzünden. Kader bizi bir araya getirmişti sonunda. Diğer kumaşlar bize gıptayla bakıyordu. Bilge bir kumaş “Eyvah” dedi. “Eyvah, çok gözyaşı göreceksin!” “Evet,” dedim, “mutluluk gözyaşları...”

Eve geldiğimizde genç kız dakikalarca aynanın karşısında benden gözünü alamadı. Yıllardan beri böylesine değer verilmemişti bana. Beni başına örtüp namaz kılıyor, Kur’ân okuyordu. Hiç böyle duygular yaşamamıştım. Dışarıda gül yüzlümü bir kalkan gibi koruyor, kem gözlerden saklıyordum. Onunla çok güzel günlere şahit oldum. Arkadaşları tarafından çok sevilen bir kızdı. Bazen dostluklarını kıskanıyordum. Benim onu sevdiğim gibi acaba o da beni seviyor muydu? Sürekli ders çalışıyor, kitaplar okuyor, uzun uzun düşünüyordu. Bazı geceler masanın başında uyuyakalıyordu. Kimi zaman uzaklara dalar, akşam olduğunda bir nilüfer gibi kendini iç dünyasına kapatırdı. Sonra gözleri bana kayar, gül yüzü gerçekten bir gül rengini alırdı.

Bir gün ikimiz de korkunç bir şeyle sarsıldık. Mutlu günler sona ermişti artık. Gül yüzlüm artık okuyamayacaktı. Okuluna devam edemeyecekti. Okuma hakkını elinden almışlardı. Çünkü beni tercih etmişti. Başörtüsünü... Olmadık hakaretlere uğruyor, herkes geleceğini bilir gibi karanlık masallar uyduruyorlardı. Artık bizim için yeni bir süreç başlamıştı. Gül yüzlüm baskılara direnecek, kendisiyle aynı yasaklara maruz kalanlarla yeni ve anlamlı dostluklar kuracaktı.. Zulme, sürgüne duçar edilmişti. Bu bir başörtüsü sevdası olmalı. Sabret gül yüzlüm, sabret! Şu an karanlık. Belki gecenin en koyu olduğu bir vakit. Şafak yakındır gül yüzlüm, şafak yakındır. Başak başak olacak bir gün ümitlerimiz. Allah’ın rahmet kanadının altında buluşacak bir gün ellerimiz.

Dilek DİNÇER


Misafir 14 Temmuz 2006 22:50

Şeytani İmtahana Çeken MÜmİn

İlk zamanlarda lanetlik şeytan insanlar arasında öz çehresiyle serbestçe dolaşabiliyordu.

Bir gün gerçek mü'minlerden biri yanına yaklaşarak şeytanı denemek istedi. Mü'min, "Ey Şeytan, ben seni çok seviyorum. Aynı senin gibi olmak için ne yapmak gerek? Bana söyler misin?" diye söze girişti. Lanetlik şeytan bir av yakaladığından emin söze başladı. Önce, "Hayret!" dedi. "Bugüne kadar benim gibi olmak isteyen bir kişiyle karşılaşmamıştım. Sen nasıl istiyorsun bunu? Ne mutlu sana! Seni candan tebrik ederim."

Sonra da kendisi gibi olabilmenin yolunu şöyle gösterdi:

"İlk işin namazı terk etmek olacak. Sonra da eğriye, doğruya boyuna yemin edeceksin."

Bütün bunları can kulağıyla dinlemiş görünen mü'min ortaya atılarak, "Ey Şeytan!" dedi. "Ben 'a namazımı terk etmeyeceğim, asla dilimi yemine alıştırmayacağım diye erkek sözü verdim. Sözümden beni kimse caydıramaz."

Birden oltaya düşürülerek kandırma ve avlama usulleri meydana çıkarılmak istendiğini anlayan Şeytan başına kaynamış su dökülmüş gibi şaşırıp kaldı. Bunun üzerine lanetlik şeytan:

"Şimdiye kadar senden başka kimse beni tuzağa düşürüp de insanları nasıl kandırıp avladığımın usullerini öğrenememiştir. Fakat bundan böyle öz çehremle insanlar arasında dolaşmıyacağım ve hiç kimseye de kandırma metodlarını (usulllerini) açık etmeyeceğim." diye and içti.


Misafir 15 Temmuz 2006 23:01

Bir ders ,bin Bir Ibret.

Hazreti Ömer,Medine’ye birkaç mil mesafede bir yere gidiyor. Uzaklarda,hüngür hüngür ağlayan üç çocukla çevrili bir kadın görüyor. Kadın,bir tencereyi karıştırmakta, bir şeyler pişirmektedir. İnsanlar hakkındaki “Büyük” tabirinden daha büyük Hazreti Ömer,kadına çocukların niçin ağladığını soruyor. Çünkü anaları,onlara iki günden beri yemek verememiştir; çaresi kalmayınca da tencereye su koyarak un kaynatıyormuş gibi taklit yapmaktan ve böylece çocukları oyalamaktan gayri elinden bir şey gelmez olmuştur. Hazreti Ömer,hemen Medine’ye gidiyor;taşıyabileceği kadar un,yağ,hurma alarak sırtına vuruyor ve aynı yere dönüyor. Halifeyi arkasından takip eden kölesi yalvarıyor:

-Müsaade et de ben taşıyayım.

-Hayır! Kıyamet günü benim yüküme ortak olacak değilsin!..

Hazreti Ömer,kadının yanına geliyor. Gıdaları teslim ediyor. Kadının neşe ve saadetten uçuşunu mahzun gözlerle seyrediyor. Ateşin yakılmasını bizzat üzerine alıyor. Yemek bittikten ve çocuklar,artık gözleri kuru,oynamaya başladıktan sonra,anaları ellerini açıp ta gönlün içinden şu çığlığı koparıyor:

-Allah sana mükafatını versin! Ömer’in oturduğu makama sen layıksın,o değil!

Ve Hazreti Ömer,Ömer’in kendisi olduğunu söylemeden,inci gibi gözyaşlarıyla süslü gözler ve gözlerinde gölge gölge düşüncelerle Medine’ye dönüyor.


lionhead 26 Temmuz 2006 08:59


BENİM VAZİFEM KAYAYI İTMEK...

Fakir bir genç adam geceleyin kulübesinde uyurken, uyku ile uyanıklık arasında odasının ışıkla dolduğunu görür. Gaipten gelen bir ses ona şöyle der: “Bundan böyle Allah için çalışacak ve kulübenin önündeki büyük kayayı bütün gücünle iteceksin!”
Bunun Allah’tan gelen bir emir olduğuna inanan adam, ertesi sabah kayayı itmeye başlar. Daha ertesi gün ve izleyen haftalar... güneşin doğuşundan batışına kadar taşı itip durur. Aylar süren uğraşı sırasında kaya yerinden bile kımıldamaz. Adam gece kulübesine yorgun-argın dönerken, gününün boşa geçtiğini düşünüyordur artık.
Onun şevkinin kırıldığını hisseden şeytan kalbine vesveseler vermeye başlar: “Ne kadar zamandır bu kayayı itip duruyorsun, bir milim bile kımıldamadı. Kendine bunun için niye yazık ediyorsun? Onu yerinden oynatman zaten mümkün değil, vs.”
Böylece, gence görevi yerine getirmesinin imkânsız olduğunu, dolayısıyla başarısızlığa uğradığı duygusunu aşılamaya çalışır.
Bu tür düşünceler onun şevkini daha da kırar ve ümidini gitgide yitirir. “Doğru ya, kendimi bu iş için niye paralıyorum ki?” diye kendi kendisine söylenir. “Bundan sonra azıcık bir kuvvet harcayacağım. Bu da yeter de artar bile. Koca kaya yerinden kımıldamayacağına göre.” Ve kararını duâsında Allah’a bildirir. “Allah’ım, uzun zamandır durmadan dinlenmeden Senin dediğin gibi hareket ettim. Bütün gücümle istediğin şeyi yaptım. Her gün yoruluyorum, ama kayayı bir milim bile kımıldatamıyorum. Neden böyle? Neden başaramıyorum?”
Gaipten bir ses şefkatle cevap verir: “Ey kulum, uzun zaman önce sana emrime uymanı istediğimde kabul etmiştin. Sana görevinin kayayı bütün gücünle itmek olduğunu söylemiştim ve sen de yapmıştın. Ben sana hiçbir zaman onu yerinden oynatmanı beklediğimi söylemedim ki! Senin görevin onu itmekti. Şimdi gücünün tükendiğini, başarısızlığa uğradığını söylüyorsun. Kendine bir bak bakalım. Kolların daha da güçlendi, pazuların büyüdü. Sırtın ağırlığa dayanıklı hale geldi. Bacakların kalınlaştı ve kuvvetlendi. Taşı itmeye başladığından çok daha kuvvetlisin şimdi. Evet, kayayı kımıldatamadın. Ama senden istenen emre itaat etmen ve onu sadece itmendi. Kayayı yerinden oynatacak olan Ben’dim.”
Hatasını anlayan genç, ertesi gün kendi görevinin kayayı yerinden oynatmak değil, onu var kuvvetiyle itmek olduğunu düşünerek verilen görevi yerine getirir. İkinci gün, üçüncü gün derken, kaya birden yerinden kımıldar. O zaman kayayı yerinden kımıldatanın kendisi değil Allah olduğunu anlar. Biraz daha uğraştığında, kaya biraz daha oynar ve kenara yuvarlanır. Altından da kendisine ömür boyu yetecek kadar büyük bir hazine çıkar.


angel_ksk 11 Ağustos 2006 19:31

Cennet Ve Cehennem(öykü)
 
Bir adam atı ve köpeği yolda gidiyorlarmış.Kocaman bir ağacın yanından geçerlerken üçünü de yıldırım çarpmış.Ama adam dünyayı terkettiklerini fark etmemiş.Ve yanında 2 hayvanıyla devam etmiş yoluna.Yolları oldukça uzunmuş.Yokuş yukarı gidiyorlarmış.Güneş yakıcıymış ter içinde kalmışlar,susamışlar.Bir dönemecin ardında harika bir mermer kapı görmüşler;Ortasında bir çeşme bulunan altın döşeli bir meydana açılıyormuş,çeşmeden berrak su akıyormuş.Yolcu kapıdaki bekçiye dönmüş.
-İyi günler.
-İyi günler, diye yanıt vermiş bekçi
-Burası harika bir yer,adı ne ?
-Bursı cennet.
-Ne iyi cennete geldik çünkü çok susadık.
-İçeri girip dilediğiniz kadar su içebilirsiniz.Demiş bekçi ve eliyle çeşmeyi göstermiş.
-Atımla köpeğimde susadılar.
-Kusura bakmayın burya havyanlar giremez demiş bekçi.
Yolcu çok üzülmüş,çok susamış ama suyu tek başına içmek istemiyormuş.Bekçiye teşekkür edip yoluna devam etmiş.Epeyce bir süre yamaç gittikten sonra eski görünümlü kapıya varmışlar ,kapı 2 yanı ağaçlıklı toprak bir yola açılıyormuş.Ağaçlardan birinin altında,şapkasını alnına indirmiş,uyur gibi yatan bir adam varmış.
-İyi günler demiş yolcu
Adam başını sallamış.
Atım köpeğim ve ben çok susadık.
-Şurada taşların arasında bi pınar var diyen adam eliyle orayı işaret etmiş.
-İstediğiniz kadar su içebilirsiniz.
Yolcu atı ve köpeğiyle susuzluklarını gidermişler.
Yolcu bekçiye teşekkür etmiş.
-İstediğiniz zaman yine gelebilirsiniz demiş.bekçi
-Buranın adı ne ?
-Cennet
-Cenet mi? Ama mermer kapıdaki bekçi bana orasının cennet olduğunu söyledi.
-Orası cennet değil cehennemdi.
Yolcunun aklı karışmış.Sizin adınızı kullanmalarına neden izin veriyorsunuz ?Yanlış bilgi vermeleri karışıklığa neden olur.
-Hiç de değil Aslında onlar bize büyük bir iyilikte bulunuyorlar.En iyi dostlarına sırt çevirenlerin hepsi orda kalıyor çünkü .


kamyon 12 Eylül 2006 03:38

Dini Hikayeler
 
Akşama Kadar Yaşamak


Mekke...

Yaşlı bir adam ve genç bir delikanlı bir köşede oturup konuşmaktalar. Önlerinde iyi giyimli bir adam belirir. Genç olanın önüne bir kese altın koyar.

Genç:

- Sağol, paraya ihtiyacım yok.

- Olsun, ben sana veriyorum, ister sen harca, ister fakirere ver.

Genç fazla ısrar etmez. Keseyi alır hemen hepsini ihtiyacı olduğunu bildiklerine dağıtır.

Yaşlı adam aynı akşam genci bir başkasından yardım isterken görür ve sorar:

- Niçin o bir kese altından kendine ayırmadın?

Genç:

- Akşama kadar yaşayacağımı düşünemezdim.



ALLAH'ın Beratı


Rufaî tarikatına mensup müridlerden biri bir gün kendisine çok güvenerek cezbe halindeyken şöyle dua etti:

Ya Rabbi Cehennemden azat olduğuma dair bu aciz kuluna bir belge gönder.

Aradan çok geçmedi, gök yüzünden beyaz bir kâğıt geldi. Alıp baktılar ki, kâğıtta hiçbir yazı yok. Kâğıdın geldiğini görerek sevinen o mürid, içinde bir yazı olmadığını görünce çok üzüldü, mükedder bir vaziyette durumu şeyhine anlatmak üzere kâğıdı Ahmed Rufai Hazretlerine götürdü.

Ahmet Rufaî Hazretleri kâğıdı eline alıp bakınca kendinden geçti ve şükür secdesine vararak:

Ey bari Hûda, sana hamd ü senalar olsun. Bu zayıf kulunun müridlerinden bir kimseye böyle bir berat göndermek şerefine eriştirdin, dedi.

Müridler:

Efendim dediler. Biz orada bir yazı görmüyoruz, siz ise bu şahsın cehennemden azat olduğunu nasıl anlıyorsunuz? Dediler. O:

Ey benim müridlerim ve sadık dostlarım, kudret eli siyah yazmaz, siz buradaki yazıyı göremiyorsunuz, bu kâğıdın üzerindeki yazı nurdan kalemle yazılmıştır, buyurdu.



ŞEYTANI İMTİHANA ÇEKEN MÜ'MİN


İlk zamanlarda lanetlik şeytan insanlar arasında öz çehresiyle serbestçe dolaşabiliyordu.
Bir gün gerçek mü'minlerden biri yanına yaklaşarak şeytanı denemek istedi. Mü'min, "Ey Şeytan, ben seni çok seviyorum. Aynı senin gibi olmak için ne yapmak gerek? Bana söyler misin?" diye söze girişti. Lanetlik şeytan bir av yakaladığından emin söze başladı. Önce, "Hayret!" dedi. "Bugüne kadar benim gibi olmak isteyen bir kişiyle karşılaşmamıştım. Sen nasıl istiyorsun bunu? Ne mutlu sana! Seni candan tebrik ederim."
Sonra da kendisi gibi olabilmenin yolunu şöyle gösterdi:
"İlk işin namazı terk etmek olacak. Sonra da eğriye, doğruya boyuna yemin edeceksin."
Bütün bunları can kulağıyla dinlemiş görünen mü'min ortaya atılarak, "Ey Şeytan!" dedi. "Ben Allah'a namazımı terk etmeyeceğim, asla dilimi yemine alıştırmayacağım diye erkek sözü verdim. Sözümden beni kimse caydıramaz."
Birden oltaya düşürülerek kandırma ve avlama usulleri meydana çıkarılmak istendiğini anlayan Şeytan başına kaynamış su dökülmüş gibi şaşırıp kaldı. Bunun üzerine lanetlik şeytan:
"Şimdiye kadar senden başka kimse beni tuzağa düşürüp de insanları nasıl kandırıp avladığımın usullerini öğrenememiştir. Fakat bundan böyle öz çehremle insanlar arasında dolaşmıyacağım ve hiç kimseye de kandırma metodlarını (usulllerini) açık etmeyeceğim." diye and içti. - Kenz-ül Ahbâr -



Utanmak


Ma'ruf-u Kerhi'nin dayısı şehrin valisi idi. Birgün Ma'ruf-u Kerhi'nin çekilmiş bir yerde ekmek yediğini görüp yanına yaklaştı. Baktı ki, Ma'ruf Hazretlerinin yanında bir de köpek var. Beraber yiyorlar.

Ya Ma'ruf! Böyle yemek yemeye utanmıyor musun? Dedi. Ma'ruf Hazretleri:

Haklısın dayı, utanmak lazım. Ben de utandığım için böyle yapıyorum, dedi. O anda bir kuş gelip Ma'ruf-u Kerhî Hazretlerinin önünde başını önüne eğerek durdu. Ma'ruf'un Dayısı kuşun neden böyle yaptığını sordu. Ma'ruf Hazretleri:

Dayı sen utanmıyor musun? Dedin ya... İşte ben Allah'tan utandığım için kuş da benden utanıyor ve başını gizliyor, buyurdu.

Dayısı bu sözleri Ma'ruf'tan duyunca kendisi ondan utanıp özür diledi ve çekip gitti.



Hayvana Yapılan İyiliğe Ücret


Ebu Hureyre (r.a.) Peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu anlatır.

Bir yolcu, yoluna devam ederken, çok susamıştı. Bir kuyuya rastladı. İnip ondan su içti. Çıktığında bir baktı ki, çok susamış bir köpek dilini çıkarıp susuzluğunu toprak yiyerek gidermeye çalışıyor.

Yolcu:

- Bu köpek de benim biraz önce olduğum gibi çok susamış, der.

Kuyuya inerek ayakkabısına su doldururak köpeği su içirir. Allahu Teala'nın bu çok hoşuna gider, yaptığını muteber sayarak günahlarını affeder.

Ashabı Kiram dediler ki:

- Ey Allah'ın resulü! Hayvanlara yaptığımız iyilikte bize ecir, ücrety var mıdır?

Resulullah (s.a.v.) buyurdu.

- Her canlı hayvana yapılan iyilikte, ecir, ücret vardır.



Cami Ve Kilise


Hazreti Fatih İstanbul'u fethettikten sonra, Avrupada fütuhata devam ediyordu. Bir seferinde Sırbistan hududuna gelmiş ve Sırbistan'ın fethi artık an meselesi idi. Sırp Kralı Brankoviç bir yanda Macaristan bir yanda da Türkler olduğu için arada zor durumda kalmıştı. Her iki büyük devletten birine sığınmak, ondan yardım istemek düşüncesiyle, her iki tarafa da elçiler gönderdi.

"Sırbistan elinize geçer ve burayı fethederseniz nasıl muamele edeceksiniz?" diye fikirlerini öğrenmek istedi.

Sırplılar ortodoks mezhebine mensup olduklarından, katolik Macar Kralı Hünyad tarafından şu cevabı aldı:

- Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek, bütün Sırplıları katolik edinceye kadar mücadele ederiz ve bütün kiliseleri yıkar, yerlerine katolik kilisesi inşa ederiz...

Fatih Sultan Mehmet Hazretlerine giden elçi şu cevapla dönmüştü:

- Biz Sırbistan'ı alırsak, İslâmiyetin Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Ve bu arada hiç kimseyi, kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider, isteyen Allah indinde tek din olan İslâmiyeti seçer, dünya ve ahiret selâmetine kavuşur.


TheGrudge 13 Eylül 2006 16:01

.: Niçin Gülümsediğimi Biliyormusunuz? :.

Resûlüllah (s.a.v.) ile ashabı ile beraber bulunuyordu, bir ara gülümseyerek:

- Niçin gülümsediğimi biliyor musunuz? diye sordular. Bizler, 'hayır' deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurdular ki:

- Kulun, Rabb'ine karşı kendisini müdâfaasından ve Allah ile aralarında geçen (şu) konuşmadan ötürü gülümsüyorum.

Kul der ki:

- Sen, dünyada beni zulümden korumadın mı?

Allah Teâlâ:

- Evet, buyurur. Kul:

- O halde ben de yabancı şâhidi kabul etmiyorum. Bana, benden şâhit istiyorum, deyince Allah Teâlâ:

- Peki, senin hesâbını kendi a'zâların görsün ve Kirâmen Kâtibîn de şâhit olsun, buyurur ve dili susturularak, a'zâlarına, 'Konuşun' denir. A'zâlar da teker teker yaptıklarını haber verirler. Sonra dili açılır. Adam a'zâlarına, 'Başımdan def'olun, ben sizi korumak için uğraşıyorum, siz ise yaptıklarınızı söylüyorsunuz' der.'


kamyon 16 Eylül 2006 23:27

EKMEK VEREN ELİ KIRAN BABA

Bağdat'ı kıtlık kırıp geçiriyordu. Herkesten önce de hamallar açlık çekiyordu. İçinde ekmek piştiği, sokağa kadar yayılan kokudan belli olan bir evin kapısından seslendi hamalın biri:
- Allah rızası için birazcık ekmek. Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.
Tandırın başındaki kadın taze ekmekleri kızına uzattı. "Ver şu adama" dedi. Kızcağız ekmekleri güzelce katlayıp verdi aç hamala.
Hamalın sevincine sınır yoktu. Evine doğru hızlandı. Kim bilir kaç günlük açlığını giderecekti? Tam bu sırada karşıdan gelen birinin sert ikazı durdurdu onu:
- Çabuk söyle, bu ekmeği hangi evden aldın?
Geriye bakıp eliyle işaret etti:
- İşte şu evden.
Adam kızgın şekilde salladı başını:
- Yanılmamışım, böyle zamanda başka kimin evinden alınabilir ekmek? diyerek eve doğru ilerledi.
Kapıyı açar açmaz da sordu:
- Kim verdi ekmeği hamala?
Hanım korkudan kızını gösterdi. Güya kızına acır, bir şey yapmaz diye düşünmüştü. Halbuki adamın şükürsüzlük ve cimrilik içine işlemişti. Elindeki sopayı hızla havaya kaldırdı, kızının ekmek veren eline öyle bir indirdi ki bilek zedelenip burkuldu, el çarpık kaldı. Söyleniyordu kendi kendine:
- Ben herkese ekmek versem bu evde ekmek kalır mı? diye.
Halbuki nimet şükür isterdi. Şükürsüzlük nimetin gitmesine sebepti. Nitekim bu şükürsüzlüğün akibeti de öyle olacaktı. Olmaya başladı bile. Kısa zamanda işleri bozuldu, çarşının en işlek yerindeki dükkanını satması da onun bozulan işlerini. Bir ara o hale geldi ki, evine ekmek alamaz duruma bile düştü. Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da acı sözü söylemişti;
- Artık benden ümidinizi kesin. Çünkü bu akşam ekmek alacak kadar da olsa elime para geçmedi. Çarşıya in, ekmek parası iste.
Kızcağız çarşıya inmiş, utana sıkıla sattıkları dükkanın karşısına geçerek bir tanıdık görürüm diye beklemeye başlamıştı. Kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:
- Sen masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sormuştu. O da anlatmıştı gerçek durumu:
- Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum burada.
Hemen elini cebine attı adam. Hatırı sayılır bir miktar parayı uzatarak "Al" dedi. "Bununla istediğin kadar ekmek alabilirsin. Ben de nimetin şükrünü eda etmiş olurum böylece."
Kızcağız elinin birini arkasına saklamış, ötekiyle parayı alırken adamın dikkatin çekti bu saklayış;
- Elinde bir yara bere varsa tedavi ettireyim, niçin saklıyorsun? Allah bana nimet verdi, şükrünü eda etmek için iyilik yapmam gerek, dedi.
Kızcağız önce açıklamak istememişse de adamın ısrarı üzerine anlattı elinin durumunu:
- Ben bir yoksula ekmek vermiştim. Babam yolda rastlayıp sormuş, o da evi gösterip 'İşte oradan aldım' demiş, bizi haber vermiş. Babam eve gelince elindeki sopayla ekmek veren elime öylesine bir darbe indirdi ki, elim böylece çarpık kaldı. Göstermekten utanır oldum. Bu yüzden de evde kaldım.
Bu açıklamayı dinleyen adam bağırmaya başlar:
- Komşular! Çabuk buraya gelin, ben hayalimdeki altın kalpli kızı buldum, hayat arkadaşım işte karşımda, siz de şahit olun... diyerek başlar anlatmaya:
- Ekmeği isteyen fakir bendim. Ben o gün bir hamaldım. Demek ki elinin çarpık kalmasına ben sebep olmuşum. Hem sebep olayım hem de seni bu halinle baş başa bırakayım. Buna Allah razı olmaz. Seni görünce içimden bir sevgi selinin koptuğunu anladım, bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban şükürsüzlük ettiğinden Allah onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben de aynı şükürsüzlüğe düşmek istemem. Haydi gel, nikahımızı yaptırıp birlikte babanı sıkıntıdan kurtaralım.
Yola koyulurlar, ekmek veren eli sakatlayan şükürsüz babaya doğru...
"Şükrederseniz çoğaltırım, etmezseniz elinizden alır şükredene veririm. Şükürsüze de azabım şiddetli olur..." (Kur'an-ı Kerim, 14/7)


KAYNAK: Ahmed Şahin, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001


arwen 19 Eylül 2006 03:19

Gavs Hazretleri kendi eliyle yetiştirdigi, hem zahiri (şer'i), hem de batini ilimleri Ögretip manevi makamina varis biraktigi ogluna kendisi henüz hayatta iken dergâhin bir çok işini tevdi etmiş olup çogu zaman birşey soruldugunda "Gidin Raşid'e sorun" diye buyururlardi....

Gavs Hazretleri kendi eliyle yetiştirdigi, hem zahiri (şer'i), hem de batini ilimleri Ögretip manevi makamina varis biraktigi ogluna kendisi henüz hayatta iken dergâhin bir çok işini tevdi etmiş olup çogu zaman birşey soruldugunda "Gidin Raşid'e sorun" diye buyururlardi.
Gavs hazretleri (k.s.) bir sohbetinde;

"Kendi yerine kendinden daha büyük bir şeyh birakmadan vefat eden mürşid, indallah'da mesuldür" demişlerdir.

Vefatlarindan Önce bu sözü hatirlayarak:
"Elhamdülillah, biz bunu yaptik. Raşid bizden büyüktür" diyerek Mu-hamnied Raşid (k.s.)'in manevi yönden, kendilerinden daha büyük oldugunu belirtmişlerdir.

Anlatıldığına göre Gavs hazretlerine (k.s:) bir meselenin lıasıl yapılacağı sorulunca tebessüm ederek:
"Siz onu Muhammed Raşid (k.s.)'e sorun. Bizim mühendisimizde odur. Benim kanaatimce dünyanın bütün mühendislerini getirseniz, Muhammed Raşid'in akli gibi olmaz. Ben onlarin gönüllerinin kirilmasini istemedim. Siz Muhammed Raşid'in dedigini yapin" derdi.

1974-75 yılında şikayet üzerine gelen subayla şu konuşma olmuştu. Subay Seyda Hazretlerine "Muhammed Raşid sen gençsin yakışıklısın, güzelsin ne diye sen bu gençliğini heder ediyorsun, bu işe başlıyorsun. Sonu yoktur bu işin. Bir fayda olmaz. Hiç bir şeyin de yok. Gel bu işten vazgeç. Biz de senden vazgeçelim. Bu kadar seni rahatsız etmeyelim."
Seyda Hazretleri cevaben;
"Komutan biraz sabret. Eğer bizim gayemiz Allah rızası ise bu iş devam eder ne sen, ne ben hiçbir kişi bu insanları dağıtamaz. Eğer gayemiz Allah rızası değilse birkaç gün sonra kimse benim kapımı çalmaz. Kimse de senin yanına gelmez. Hiç kimse ne beni, ne de seni rahatsız etmez. İkimiz de evimizde rahat ederiz" dedi.

Gavsın (k.s.) vefatından sonra sadıklardan biri şu rüyayı görür:
Resulullah (s.a.v.) Sahabe-i Kiram ve Sadatların hazır olduğu mecliste dediler: -Gavs (k.s.)'ın zahirinden ve batınından Seyyid Muhammed Raşid hazretleri (k.s.) hariç kimse pek bir şey anlayamadı.
Genellikle teveccüh olduğu günlerde çay verilirdi. Bir sabah halife iken Seyyid Muhammed Raşid hazretleri (k.s.) demlenmiş çay ve şeker getirip sofiye verdi. Herkese üçer bardak dağıtmasını emretti. Ben bu çay, bu kadar insana yetmez diye içmeyip sonunu bekledim. Baktım ki herkes üçer bardak çay içti. Sıra bana geldiği zaman soğumuştur diye gönülsüz olarak aldım. Baktım ki, çay ocaktan yeni inmiş gibi sıcak. Demliğe baktım daha yan bile olmamış, şekerde aynı.
Bu halleri görünce ehhıllah'ın kadir ve kıymetini bilip edepli olmaya gayret ettim.
Bir gün Gavs hazretlerini (k.s.) ziyaret için iki kişi geldi. Hz. Gavs (k.s.) bunlara memleketlerinin ismiyle hitap edip, iltifat etti. Birisi dedi:
-Efendim, bu benim kardeşimdir, delidir. Biz bunu zincirle baglariz, derdine tibben bir çare bulamadik, en son doktor "Bu bizim işimiz degil, bunu ancakhocalar iyi eder" dedi.Biz de sizin isminizi duyduk ve geldik. Ben ömrümü gafletle geçirdim, yalnız dün gece bir rüya gördüm, rüyamda tanımadığım, iri vücutlu, siyah sakallı, cübbeli, sarıklı ve nurani bir zat odama girdi ve baş, şehadet ve orta parmaklarının üçünü birden kalbime vurarak, kalbimden yumurta büyüklüğünde simsiyah bir şey çıkardı. Kalbim hala ağrıyor, ama kalbimde bir iz yok. Gavs hazretleri (k.s.) bu sözleri dinledi tebessüm etti:

"Allah (c.c.) şifalar versin, inşallah iyi olur." buyurdu.

Zincirlerden kurtulan hastayla Gavs (k.s.)’in elini öperek çiktilar.

Agabey: "Rüyamda gördügüm zat bu degildi. Burada başka şeyh var midir? diye sordu.

Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) gösterilince şaşirarak rüyada gördügü zatin o oldugunu söyledi.

-“Hemen gördüm ve kalbindeki yumurtayi siz çikardiniz" dedim.

O da eliyle işaret ederek:

-"Sus Allah (c.c.) her şeye kadirdir. O'nun fazlu ihsani çoktur." deyip beni susturdu ve hastaniza Allah hayirli şifalar versin." deyip bizi ugurladi.
Hocanın birisi rüyasında Hz. Rasûlüllah'ı görüyor, şu şekilde buyuruyor

-"Benim öyle bir oğlum varki Allah (cc) benim ümmetimin bir kısmını onun hatırına vermiştir. Şu anda divanda sobanın yanında üzerinde siyah bir örtüyle yatıyor."
Hoca hemen gidip bakıyor ve o kişinin Seyda Hz.lerinin olduğunu görüyor.
Bir gün Şeyh Muhammed Arapkendi (k.s.) yörenin taninmiş ulemasindan Molla Nuri'ye misafir olmuş. Ben de ziyarete gittim. Akşam sohbetinde dediler:

-“Bize gereken şudur. Boyunlarimizi uzatalim, Şeyh Abdülhakim'in (k.s.) manevi mirasçisi Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) üzerimize basip geçsin, çünkü Nakşi Tarikatinin şerefi bugün onlardadir.”

Itiraz edenler oldu. Cevaben:

-“O Gavs olmasaydı, Şeyh Muhammed Raşid (k.s.) böyle olmazdı, buyurdu.

Birgün Menzil'e gidiyorduk, varmamıza kırk dakika vardı, o sırada akşam oldu. O sıralarda Seyda hazretleri (k.s.) akşamla yatsı namazı arasında sohbet ediyor, bizde kitap haline getirmek için banda alıyorduk. Bir an önce sohbete yetişmek için arkadaşlardan rica ettik, Seyda hazretlerinden (k.s.) himmet isteyinde vaktinde varalım, diye. Gerçekten sohbet yeni başlarken köye vasıl olduk ve banda aldık. Ertesi gün Diyarbakır'a geri dönerken arabanın kilometre saatine gözüm takıldı. Her zaman Diyarbakır çıkışı kadranı sıfırlardım, kaç kilometre yaptığımı bilirdim. Daima 152 kilometre olarak ölçerdim, fakat bu defa 142 kilometreyi gösteriyordu. Göstergemi bozuldu diye düşündüm fakat Diyarbakır'a dönüşte yine 152 kilometre katettim. Demek kilometre kadranı bozulmamış, Seyda hazretlerinin (k.s.) himmetiyle yol 10 kilometre kısalmıştı.


kamyon 19 Eylül 2006 21:12

SÖYLE EY NEFİS!

Şam yakınlarında Mute’de, hicretin sekizinci yılında, on bin kişilik İslam ordusu ile yüzbin kişilik haçlı ordusu karşı karşıya gelirler. Savaş başlamıştı ve şiddetli bir şekilde devam ediyordu.

Abdullah bin Revaha (R.A) yaralıydı, arkadaşı Cafer’in (R.A) şehid edildiğini öğrenince bulunduğu yerden ayağa kalktı, atına bindi ve tekrar çarpışmaya başladı. Dışarıdaki düşmanların yanı sıra içinde ki düşmanla da aynı anda savaş ediyordu. İçinde ki düşman bir ara ona;

“ Dön geri... Dünyayı sen mi düzelteceksin? Bak arkadaşlarının öldüğü gibi birazdan sende öleceksin. Oysa Medine’de seni ömür boyu mutlu edecek hurma bahçelerin var. Bununla birlikte seni bekleyen bir ailen var. Sana hizmet eden kölelerin var...”

Abdullah bin Revaha (R.A), içindeki düşmanı şöyle diyerek mağlup etti.

“ Eşini mi düşünüyonsun? O zaman bil ki; ben onu boşadım. Artık onu düşünemezsin. Köleler mi? Haberin olsun ben onların hepsini azat ettim. Medine’de bulunan bağ ve hurmalıklara gelince, onların hepsini Resul-ü Ekrem’e hediye ettim. SÖYLE EY NEFİS! BAŞKA DİYECEĞİN BİR ŞEY KALDI MI?”


EVLİYA ÇOCUK
Adamın birine hanımı balık almasını söylüyor. O da pazara gidip balık alıyor. O sırada bir çocuk yaklaşıp:
- Amca ver onu ben götüreyim, diyor.
Veriyor. Beraberce adamın evine doğru yola çıkıyorlar. Yolda ikindi ezanı okunuyor. Çocuk, beraberce namazlarını mescidde kılmalarını teklif ediyor. Adamla beraber ikindi namazlarını kılıyorlar. Beraberce eve geliyorlar. Adam karısına:
- Bu çocuk, balıkları taşımak istedi, ben de "Peki" dedim. Beraberce geldik, diye durumu anlatıyor. Karısı:
- Belki çocukcağızın canı istemiştir. Pişireyim de beraberce yeyin, diyor.
Çocuk, balığı eve bıraktıktan sonra gitmek istediyse de, balığın pişmesini beklemesini ve biraz yemesini söylüyorlar. Çocuk oruçlu olduğunu söylüyor. Bunun üzerine:
- O halde bekle de iftarı bizde yapalım, diyorlar. Bekliyor, beraberce iftar yapıyorlar. Beraberce yatsı namazını kılmak için yine mescide gidiyorlar. Döndükten sonra, "Bu gece bizde kal" diye teklif edince, çocuk bunu da kabul ediyor. Bir odada onu yatırıyorlar. Diğer odada da kendileri yatıyorlar. Diğer bir odalarında da felçli olan kızları yatmaktadır. Gece yarısı yattıkları odanın kapısı vuruluyor. Adam "Kim o?" diyence, kızı "Baba benim" diye cevap veriyor. Bunun üzerine şaşıran baba:
- Kızım sen nasıl geldin? diye soruyor. Çünkü felçli kızın oraya kadar gelmesi mümkün değildir. Kız dışardan:
- Baba kapıyı aç da anlatayım, diyor. Ve şunları anlatıyor:
- Ben geceleyin, "Yâ Rabbi bu misafirimiz hürmetine bana şifa ver" diye dua ettim. Allah benim hastalığımı alıverdi ve ayağa kalktım. Yürür oldum. Bunun üzerine misafirimize teşekkür etmek için yanına varayım dedim. Fakat baktım ki, gitmiş.
Kızın babası bu acâib hadiseyi büyük evliyalardan Mâruf Kerhî Hazretleri'ne anlattıktan sonra:
- Böyle küçük çocuklardan da evliya olur mu? diye soruyor. O mübarek Allah dostu:
- Evet, evliyanın büyüğü de küçüğü de olur, cevabını veriyor.
815 yılında Bağdat'ta vefat eden Mâğruf Kerhî Hazretlerinin kabri Dicle kenarındadır. Zamanımızda da hâlâ bir ziyaret mahallidir. Allah şefaatlerinden bizleri mahrum etmesin. (Kaddesallâhü sirrahül aziz)


arwen 20 Eylül 2006 01:09

Allah adamlarından, çok büyük bir evliyâ,
Gazne'nin Çerh köyünde, teşrif etti dünyâya

İlim tahsil etmeye, Herat'a gitti ilkin,
Mısır ve Buhârâ'da bulundu tahsil için.

Çeşitli âlimlerden, okuyup en nihâyet,
Zâhirî ilimlerde, aldı mutlak icâzet.

Dönmek üzereydi ki, sonra memleketine,
Behâeddîn Buhârî'nin, tutuldu sevgisine.

Onu görmek arzusu, öyle kuvvetlendi ki,
Görünmez bir bağ ile, çekildi ona sanki.

Tehir etti dönmeyi, bir hikmet vardır diye,
Gitti büyük şevk ile, Behâeddîn Buhârî'ye.

İçeriye girince, buyurdu ki bâhusus:
"Tam dönecek zaman mı, bize geliyorsunuz?"

Dedi ki: "Ey efendim, seviyorum sizi ben,
Ve çok büyük zâtsınız, biliyorum yakînen."

Buyurdu ki: "Yanılma, olabilir teşhiste,"
Dedi ki:"Resûlullah, buyurdu ki hadîste:

"Hak teâlâ sever ve seçerse birisini,
Kulların kalbine de, düşürür sevgisini."

Behâeddîn Buhârî, tebessüm eyledi ve,
Sonra "Biz azîzânız" buyurdu kendisine.

Bu Azîzân sözünü, işitince o zâttan,
Gördüğü bir rüyâyı, hatırladı o zaman.

Şöyle ki rüyâsında, denilmişti ki ona:
"Ey Ya'kûb, sen de gidip, tâbi ol Azîzân'a."

Ona karşı sevgisi, oldu daha ziyâde,
Sonra da gitmek için, istedi müsâade.

Dedi ki: "Ey efendim, gidiyorum ve lâkin,
Çâre nedir, sizleri, çok hatırlamam için?"

Çıkarıp verdi ona mübârek takkesini,
Buyurdu: "Kullandıkça hatırlarsın hep beni."

Ellerini öperek, ayrıldı huzurundan,
Lâkin memleketine, henüz vâsıl olmadan.

O zâtın muhabbeti, set oldu gitmesine,
Yarı yoldan dönerek, huzura geldi yine.

Dedi: "Yoldan çevirdi, beni muhabbetiniz,
Lütfen kabul edin de, olayım talebeniz."

Buyurdu ki: "Bu işe, büyükler verir karar,
Bakalım ki bu gece, bize ne buyururlar?

Onlar kalb câsusudur, girerler kalbinize,
Bakıp vâkıf olurlar, sizin himmetinize.

Eğer kabul ederse, sizi büyüklerimiz,
Bu gece belli olur, biz de kabul ederiz."

Ya'kûb-i Çerhî der ki: "Çıktım başım önümde,
Böyle çetin bir gece geçirmedim ömrümde.

"Kabul edecekler mi, acep bu bîçâreyi?"
Diye düşünerekten, zor geçirdim geceyi.

O sabah namazını, kılar kılmaz beraber,
Buyurdu ki: "Ey Ya'kûb, müjde, kabul ettiler."

Böylece hizmetine girdim bu büyük zâtın,
Çıkardı zirvesine, beni her kemâlâtın


kamyon 24 Eylül 2006 01:50

GIYBET



PEYGAMBER ALEYHİSSELAM ve sahabeleri bir gaza yolundaydılar. Sahabelerden bazıları acıkmıştı. İçlerinden Selman-ı Farisî’yi, kendisinden yiyecek birşeyler istemek üzere, Allah’ın Resulû’nun huzuruna gönderdiler. O, arkadaşlarının istekleri üzere, Peygamber Aleyhisselam’ın yanına doğru yola çıktı. Geride kalanlardan bazıları, onun arkasından konuşmaya başladılar:
“Bu, ağzına kadar suyla dolu bir kuyunun başına varsa, o kuyunun suyunu kurutur da, eli boş döner!”
Arkasından söylenenlerden habersiz olan Selman, Peygamber Aleyhisselam’ın yanına vardığında, arkadaşlarının isteklerini iletti. Peygamber Aleyhisselam ise, ona hiç beklemediği bir cevap verdi:
“Git arkadaşlarına söyle, onlar yemeklerini yediler.”
Bu cevaba çok şaşıran Selman, arkadaşlarının nasıl olup da kendisinin gidişinin ardından yiyecek bulduklarının merakı içinde, onların yanına döndü ve sordu:
“Siz yiyecek bulmuş ve yemişsiniz!”
“Hayır!” dediler. “Biz ağzımıza koyacak bir lokma olsun, bulmuş değiliz!”
Arkadaşlarının bu cevabı üzerine hayreti ve şaşkınlığı daha da artan Selman, işin aslını öğrenmek üzere tekrar Peygamber Aleyhisselam’ın huzuruna döndü ve işin aslını O’ndan sordu.
Peygamber Aleyhisselam, kendisine şöyle cevap verdi:
“Onlara söyle! Sen buraya gelirken arkandan konuşup, gıybetini edip, senin etini yediler. Bu onlara yeter! Daha ne yemek istiyorlar?”


Gıybet: Orada bulunmayan biri hakkında hoşuna gitmeyecek şeyler söyleyip ileri geri konuşma. Söylenenler o kişide varsa, konuşanlar gıybet etmiş olur. Yoksa, o zaman hem gıybet, hem iftira etmiş olur ki, iki kat günahtır


asla_asla_deme 24 Eylül 2006 16:23

Tilkinin orucu
 
Tilki ormanda gezmektedir. Bir ağacın dalında asılı bir geyik budu görür. Açtır ama şüphelenir, dikizlemeye başlar ve görür ki bu bir tuzak: Geyik budu bir iple bombaya bağlıdır. Uzaklaşıp sotaya yatar. Biraz sonra kurt gelir, budu görür ve yatan tilkiyi de tabii, tilkiye sorar: "Napıyorsun dostum?"
Tilki cevap verir: "Hiiiç... Yatıyorum."
"Burada bir but var."
"Evet, var."
"Neden yemedin?"
Tilki sakince cevap verir:
"Bugün orucum."
Kurt kendinden emin:
"Ben yiyeyim o zaman."
Tilki "Buyur afiyet olsun" der.
Kurt buda uzanır uzanmaz bir patlama, ortalık toz duman. Kurt yaralı, perişan bir halde yatarken tilki sakince budu yemeye başlar. Bunu gören kurt: "Lan hani oruçtun?"
Tilki pişkin pişkin "Biraz önce top patladı duymadın mı?" der...
Bu hikâye, Deniz Gürsoy'un Oğlak Yayınları'nın yemek serisinden çıkan yeni kitabı 'Ramazan Geldi, Hoş Geldi, Baklava Tepsisi Boş Gel(me)di'den.
Ramazan'la birlikte bütün o 'duruma göre' oruçlar, magazin iftarları, sosyalleşme sahurları, şenlikler de başlıyor. Unutmuyoruz ki Demet Akalın kocayla mercimeği fırına, Bülent Ersoy refakatinde gidilecek bir iftara rezervasyon yaptırma, Ersoy'un son dakika iptaliyle de müstakbel eşin
'E siz buyrun o zaman iftara' teklifini kabul etme suretiyle vermiştir.
Bir tane daha:
"19'uncu yüzyılın başlarında Üsküdar'da muhteşem bir konakta azledilmiş Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi'nin konağına dönemin padişahı II. Mahmut habersiz olarak iftara gitmiş. İkisi baş başa oruç açmışlar. O sırada, pilavla gelen kristal hoşaf kâseleri Padişah'ın dikkatini çekmiş. Padişah'ın kâseleri çok beğendiğini fark eden Dürrizade, hoşafın lezzeti bozulmasın diye buz parçalarını hoşafın içine attırmadığını söylemiş. Padişah yine de anlamakta zorluk çekince devamını getirmiş: "Kaseleri buzdan yaptırıp hoşafı onların içine koyduruyorum."
Aşağı yukarı iki yüzyıl önceki azledilmiş Şeyhülislam'ın gustosuna bakıyor, şimdiki dini erkâna hiç bakmıyor, kısa bir süre sessizce ağlıyoruz hep birlikte.
Gürsoy'un kitabı böyle ufak öykülerle başlıyor, iftar mönüleriyle, sonra da yemek tarifleriyle ilerliyor.
Bu ara kafayı çorbayla bozduğum için hemen o reyona baktım önce. Şafak çorbası haricinde hepsi tanıdıktı, şafağın da içerik itibarıyla adının yarattığı heyecanı bastıramadığı söylenebilir.
Halbuki bu ara alakadar olduğum çorbalardan, İsmet Sıral Creative Music Studio projesiyle de aşina olabileceğiniz Dost Kip'in Çorba da Çorba dükkânındaki Safranlı Hünkâr Çorbası mesela, bir başyapıttı.
Ramazan için en yıldızlı otellerden en garibim mahalle kafesine her yer özel iftar mönüsü hazırladı (Moğol barbeküsü yapandan da geldi, suşiciden de) bir de.
Bazısının iftariyelik sayısını artırmak için ekmek çeşitlerini bile kepekliydi, cevizliydi diye ayrı ayrı sayması, vatandaşa Prens Charles sofrası vaat ediyor maşallah. Guardian'ın haberine göre, Charles'ın masasına değişik sürelerde haşlanıp, sudan çıkarılma sırasıyla numaralandırılan yumurtalar diziliyormuş. O da yumurtaları sırayla kırıp bakıyor ve istediği kıvamda olanını bulup yiyormuş!


kamyon 27 Eylül 2006 02:21

AHDE VEFA




Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, huzura üç genç
girerler. Derler ki :
-"Ey halife, bu aramızdaki arkadaş bizim babamızı öldürdü.
Ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin." Bu söz üzerine Hz. Ömer suçlanan gence
dönerek :
- Söyledikleri dogru mu diye sorar ,

Suçlanan genç der ki :

-evet dogru.

Bu söz üzerine Hz Ömer anlat bakalım nasıl oldu diye sorar:

Bunun üzerine genç anlatmaya başlar, der ki :

-"Ben bulunduğum kasabada hali vakti yerinde olan bir insanım

ailemle beraber gezmeye çıktık, kader bizi arkadaşların bulundugu yere getirdi.

Affedersiniz hayvanlarımın arasında bir güzel atım var ki dönen bir
defa
daha bakıyor, hayvana ne yaptıysam bu arkadaşların bahçesinden
meyva
koparmasına engel olamadım, arkadaşların babası içerden hışımla
çıktı atıma
bir taş attı atım oracıkta öldü.
Nefsime bu durum agır geldi, ben de bir taş attım, babası
öldü. Kaçmak istedim fakat arkadaşlar beni yakaladı, durum bundan
ibaret"
dedi.
Bu söz üzerine Hz Ömer

- "Söyleyecek bir şey yok, bu suçun cezası idam.Madem suçunu da kabul ettin"
dedi.

Bu sözden sonra delikanlı söz alarak

-"Efendim bir özrüm var" diyerek konuşmaya başladi

- "Ben memleketinde zengin bir insanım, babam rahmetli olmadan bana
epey
bir altın bıraktı.Gelirken kardeşim küçük olduğu için saklamak
zorunda kaldim.

Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi
ettiğiniz için

Allah(cc) indinde sorumlu olursunuz, bana üç gün izin
verirseniz ben
emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün içinde yerime
birini
bulurum" der.
Hz. Ömer dayanamaz der ki :

-"Bu topluluğa yabancı birisin, senin yerine kim kalir ki?!"
Sözün burasinda genç adam ortama bir göz atar, der ki:

- "Bu zat benim yerime kalir." O zat Hz. Peygamber Efendimizin
(sav) en iyi
arkadaslarindan daha yaşarken cennetle müjdelenen Amr Ibni As' dan
baskası
değildir.

Hz.Ömer Amr'a dönerek,

- "Ey Amr, delikanliyi duydun" der.

O yüce sahabi

-"Evet, ben kefilim" der ve genç adam serbest bırakılır.
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzere ama gençten bir
haber yoktur. Medine'nin ileri gelenleri Hz. Ömer'e çıkarak genc'in
gelmeyeceği, dolayısıyla Amr Ibni As'a verilecek idam yerine
maktülün
diyetini vermeyi teklif ederler, fakat gençler razı olmaz ve
babamızın kanı
yerde kalsın istemiyoruz derler.

Hz. Ömer kendinden beklenen cevabi verir der ki :
"Bu kefil babam olsa farketmez cezayi infaz ederim."
Hz Amr Ibni As ise tam bir teslimiyet içerisinde der ki :
-"Biz de sözümün arkasındayız."

Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından
genç
görünür. Hz. Ömer gence dönerek derki evladım gelmeme gibi önemli
bir
nedenin vardi neden geldin?" Genç vakurla başını
kaldırır ve (günümüz insanı için pek de önemli olmayan)
"AHDE VEFASIZLIK ETTİ" demeyesiniz diye geldim der.
Hz.Ömer başını bu defa çevirir ve Amr Ibni As'a der ki :

-"Ey Amr, sen bu delikanlıyı tanımıyorsun nasil oldu onun yerine kefil oldun".
Amr Ibni As Allah kendisinden ebediyyen razi olsun, vakurla
kanımızı
donduracak bir cevap verir,

-"Bu kadar insanın içerisinden beni seçti.
"İNSANLIK ÖLDÜ "dedirtmemek için kabul ettim" der.
Sıra gençlere gelir, derler ki :

-"Biz bu davadan vazgeçiyoruz."

Bu sözün üzerine Hz Ömer :

-"Ne oldu, biraz evvel babamızın kanı yerde kalmasın diyordunuz ne
oldu da
vazgeçiyorsunuz?"der.
Gençlerin cevabıda dehşetlidir :

-"MERHAMETLİ İNSAN KALMADI" DEMEYESİNİZ DİYE ...



kamyon 1 Ekim 2006 05:54

HOROZLA KÖPEĞİN KONUŞMASI



Kurtların, kuşların dilinden anlayan Hazreti Süleyman aleyhisselama gelen bir adam yalvarır:
- Ne olur ey Allah'ın nebisi bana da hayvanların dilini öğret de ben de konuştuklarından anlayayım.
Süleyman aleyhisselam izin vermez:
- Olmaz, der. Sen onların konuştuklarını dinlersen sabredemezsin. Arkasındaki hikmetleri düşünemezsin.
Ne var ki adam ısrar eder. Süleyman alehisselam da adama hayvanların dilini öğretir. Sevinçle evine gelen adam çöplükteki köpekle horozun konuşmalarını dinlemeye başlar. Bir ara köpekten şu sözleri duyar. Yanındaki horoza diyor ki:
- Horoz kardeş, sen arpayla buğdayla da karnını doyurabilirsin. Biraz ötedeki taneleri yesen de ekmek kırıntılarını bana bıraksan olmaz mı, benim karnım çok açtır.
Horoz şu cevabı verir:
- Sabret köpek kardeş, yarın buraya ağanın ölen eşeğini getirip bırakacaklar, bolca et yer, karnını doyurursun.
Bunu duyan ağa hemen koşar ahırdaki eşeği alıp pazarda satar. Kendi kendine söylenerek döner:
- İyi ki hayvanların dilini öğrendim, yoksa eşek elimde ölecekti.
Ertesi gün yine kulak kabartır çöplükteki seslere. Köpek sitem etmektedir horoza:
- Hani ağanın eşeği ölecekti de ben de bolca et yiyecektim ya?
Horoz cevap verir:
- Ağanın eşeği öldü ölmesine de, satın alan zavallının elinde öldü. Ağa açıkgözlülük edip eşeği sattı. Ama üzülme, bu sefer ağanın atı ölecek. Buraya getirip bırakacaklar, bolca et yer karnını doyurursun.
Ağa yine hızla kalkar, ahıra gidip atı alarak pazara götürüp satar. Dönerken de yine söylenir:
- İyi ki hayvanların dilini öğrendim, yoksa at da elimde ölecekti.
Gelip yine merakla kulak misafiri olur:
Bu sefer köpek daha yüksek sesle sitem ediyor:
- Horoz kardeş, beni yine aldattın. Hani ağanın atı ölecekti ya?
- Ağanın atı öldü ölmesine de, sattığı zavallının elinde öldü. Üzülme der; bu sefer daha büyük bir ziyafete konacağız hep birlikte.
Köpek inanmaz:
- Hadi hadi beni yine aldatıyorsun.
Horoz kesin cevap verir.
- Hayır, aldatma falan yok. Durum kesin. Çünkü der, bu sefer ağanın kendisi ölecek, malına gelecek olan bu defa kendi canına gelecek. Arkasından yemekler yapılıp etler pişirilecek, artanını da bizlere dökecekler, ye yiyebildiğin kadar.
Ağa bunu duyunca şaşırır, sağa sola koşuşturmaya başlar, yok mu beni satın alacak biri, diye söylenir. Derken gece hastalanan ağa sabaha çıkamaz ölür.
Arkasından yapılan yemek, pişirilen etlerden artanlar çöplüğe dökülür, uzun zaman hayvanlar ziyafete konmuş olurlar. Bu sırada horoz söylenir.
- İnsanlar, keşke canıma gelecek olan malıma gelsin, diyebilselerdi de hileye başvurmasalardı.
- Bunda da bir hayır vardır, diye düşünselerdi. Bunu diyemiyorlar maalesef. Sonra da mallarına gelen canlarına geliyor, ama pişmanlık fayda vermiyor.


KAYNAK: Şahin, Ahmed, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001


Mystic@L 2 Ekim 2006 17:52

ADALET

İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkümleri serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler. (1)


kamyon 8 Ekim 2006 06:52

Allahü Teâlâyı Bilir Misin?



Abdullah bin Mübarek, bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:

-Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.

Çocuk:

-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.

-Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun?

-Bu koyunlarımla.

-Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?

-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan, Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim

-Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?

-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.

-Böyle olduğunu nasıl bildin?

-Yine bu koyunlardan.

-Nasıl?

-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin Mübârek:

-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.

Çocuk:

-Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.

-Peki başka ne öğrenmişsin?

-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.

-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.

-Gönül ilmi şudur ki, bana kalp verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalp ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.

Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:

-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.

-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi.


kamyon 12 Ekim 2006 06:45

Beyazid-i Bistami Hazretleri


Beyazid-i Bistami Hazretleri kırk beş kez haccetmiş ve her gün bir hatme okumuş mübarek kişilerin safında yer alan kadri yüce bir zattır. Bir gün Arafat tepesinde oturuyordu. Nefsi ona şöyle fısıldadı : “Beyazid! Senin benzerin var mıdır? Kırk beş defa haccettin ve binlerce defa hatmetme bahtiyarlığına eriştin”. Bu ses onu üzdü, nefsin hala onu kendine doğru sürüklemek istediğini ve enaniyete doğru ittiğini anladı.

Derhal toparlandı ve orada bulunan mahşeri kalabalığa dedi ki: “Kim benim kırk beş defa yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?”
Bir adam: “ben alırım” dedi ve ekmeği uzattı.

Beyazid-i Bistami Hazretleri aldığı ekmeği orada bulunan bir köpeğin önüne attı. Ve sonra işini bitirip yol hazırlığı yaparak Rum diyarına doğru yüzünü çevirdi.
Günlerce yol aldıktan sonra bir rahip ile karşılaştı. Rahip terbiyeli bir adama benziyordu. Hazretin elini tutup evine misafir olarak götürdü. Evinde ona bir oda ayırdı.

Beyazid-i Bistami Hazretleri kendisine ayrılan bu odada ibadete başladı ve kalbini herşeyden çevirip Cenab-ı Hakk’a yöneltti. Rahip her gün onun yiyeceğini, içeceğini sabah-akşam getirir önüne kor, sonra dışarı çıkardı. Bu hal bir ay devam etti. Beyazid nefsine dönerek dedi ki:
-“Ey nefis seni kırmak istiyorum, fakat sen uğursuzluğunla kırılmıyorsun...”

Tam bu sırada rahip içeri girdi ve Beyazid’e:
-“İsmin nedir?” diye sordu.
O’da:
-“Beyazid” diye cevap verdi.

Rahip:
-“Ne güzel adamsın… Keşke Mesih’in (İsa A.S.) kulu olsaydın !” dedi.

Bu söz Beyazid’e ağır geldi ve evi terk etmek isterken rahip ona seslendi:
-“Bizim burada kırk gününü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni arzu ediyorum. Aynı zamanda değerli bir vaizimiz var, senede bir defa bize hitap eder, birde onu dinlemeni diliyorum.”

Beyazid-i Bistami Hazretleri, onun bu teklifini kabul etti ve kırk gün kalmaya razı oldu. Kırkıncı gün olunca rahip içeri girdi ve:
-“Buyrun, ayağa kalkın, bayram günümüz geldi.”

Beyazid ayağa kalktı; Fakat rahip ona dedi ki:
-“Sen bu kıyafet ve halde nasıl bin kadar rahibin arasına girebilirsin? Doğrusu biraz endişeliyim.. Bu sebeple üzerindeki elbiseyi çıkar, şu üstlüğü giy, beline şu zinnarı bağla, İncil’i de boynuna as !” dedi

Bu teklif ona çok ağır geldi. Fakat bunda bir hikmet ve esrar, İSLAM’ın da izzet ve şerefi gizlenmiştir, onun dediğini yapayım, diye düşündü. Hemen üzerindeki elbiseyi çıkardı, onun verdiği üstlüğü giydi, beline de zünnar’ı bağladı. İncil’i de boynuna astı ve rahiple birlikte bine yakın rahibin arasına katıldı. Hiç kimse onu yadırgamadı.

Biraz ilerledikten sonra birdenbire kalabalık durdu. Rahiplerin en büyüğü ve saygıdeğeri olan zat geldi, yerine geçti. Herkes onun konuşmasını bekliyor, fakat o susuyordu. Rahipler bunun manasını anlayamadılar ve sordular:
-“Ey büyüğümüz! Neden konuşmuyorsunuz? ”

-“Nasıl konuşabilirim ki, aranızda bir Muhammedi var! … ” diye cevap verdi. Halk ve rahipler galeyana geldi ve:

-“Onu bize göster, parçalayalım!” Diye bağırdılar.
Baş rahip onlara dedi ki :
-“Hayır, yemin ederim ki söylemem, ancak bir şartla onu size tanıtabilirim. Ona dokunmayacağınıza söz veriniz!”
Bunun üzerine rahipler ve halk Muhammedi olan adama dokunmayacaklarına yemin ettiler. Baş rahip başını kaldırdı ve şöyle seslendi :
-“ALLAH için ey Muhammedi ! Ayağa kalk ve kendini göster.”

Beyazid-i Bistami Hazretleri ayağa kalktı. Baş rahip :
-“İşte bu zat, ona dikkatle bakın” dedi. Sonra Beyazid’e sordu:
-“Adın ne ?”
-“Beyazid”
-“Tahsil gördün mü ?”
-“Rabbimin öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum.”
-“O halde bana şu hususları cevaplandır: ikincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, onbirincisi olmayan onu, onikincisi olmayan onbiri, onüçüncüsü olmayan onikiyi söyle, bunlar nelerdir ? ”

Beyazi (k.s.), baş rahibe :
-“Beni iyi dinle, cevap veriyorum: İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı,dengi ve benzeri bulunmayan ALLAH’tır C.C., Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür. Dördüncüsü olmayan üç, üç talaktır (kadını boşamak). Beşincisi olmayan dört, Tevrat, Zebur, İncil, Kur’ân-ı Kerimdir. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır. Yedincisi olmayan altı, göklerin ve yerlerin yaratıldığı altı gündür. Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyamet günü Arş’ı taşıyacak olan sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz aylık gebelik müddetidir. On birincisi olmayan on, Hazreti Musa’nın AS Şuayb Peygamber’e AS on yıl çobanlık etmesidir. On ikincisi olmayan on bir Hz Yusuf Peygamberin AS onbir kardeşidir. On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır.”

Rahip tebessüm etti ve :
-“Doğru söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhafaza olundu ve kim hava ile helak edildi? Bunlardan haber ver..”

-“İsa Peygamber AS havadan yaratıldı, havada muhafaza edildi. Süleyman AS Peygamberde havada muhafaza edildi. Ad kavmi de hava ile helâk edildi” diye cevap verdi. Rahip ona :

-“Doğru söyledin,” dedi ve tekrar sordu:
-“Kim ateşten yaratıldı, kim ateşte korundu ve kim ateşte helâk oldu? ”
-“İblis ateşten yaratıldı. İbrahim AS Peygamber ateşte korundu. Ebu Cehil ateş ile helâk oldu” diyerek gereken cevabı verdi.

Rahip tekrar sordu:
-“Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu?”

-“Salih AS Peygamberin devesi taştan yaratıldı. Ashâb’ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe’nin filleri taş ile helak edildi” diye cevap verince, rahip :
-“Doğru söyledin” dedi ve tekrar sordu:

-“Alimler, Cennette dört nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, birisi de şaraptandır. Ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş diyorlar, bunu açıklar mısın? Dünyada bunun örneği var mıdır? Beyazid :
-“Evet vardır. İnsanın baş kısmından dört nehir akar: Kulak yağı acıdır. Gözyaşı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tat taşır.Ağızdan gelen su tatlıdır” diye cevap verince, rahip ona :
-“Doğru söyledin” dedi ve sormaya devam etti
-“Cennet ehli yer içer, fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyada bir benzeri var mıdır?” Beyazid :
-“Evet vardır, Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur”
-“Doğru söyledin. Cennette TUBA ağacı vardır. Cennette hiçbir saray, hiçbir köşk yoktur ki bu ağacın bir dalına dokunmasın. Bunun dünyada bir örneği varmıdır?”
-“Evet, güneş sabahleyin doğunca böyle değimlidir? ”
-“Doğru söyledin. Şimdi de bana şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır, on iki dalı bulunuyor, her dalında otuz yaprak var ve her yaprakta beş çiçek yer almıştır; bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakar, bu ağaç nedir?”
-“Ağaç yılı temsil eder. On iki dalı oniki ayı, her daldaki otuz yaprak otuz günü, her yapraktaki beş çiçek beş vakit namazı temsil eder.”

-“Doğru söyledin. Bana şu kimseden haber ver ki; Hacca gitmiş, tavaf yapmış ve o makamlarda bulunmuştur; ama onun ne ruhu var, ne de hac kendisine vacibdir? ”
-“Nuh AS Peygamberin gemisidir.”

-“Doğru söyledin. Peki gece gelince gündüz, gündüz girince gece nereye gidiyor? ”
-“Bu sun’i bir zaman meselesidir. Güneşi doğup batması bunun ölçüsü oluyor. Geri kalanını ALLAH C.C. bilir.”

-“Doğru söyledin.”

Sorular bitince Beyazid-i Bistami Hazretleri dedi ki :
-“Muhterem rahip! Birçok sorular sordun, cevaplandırmaya çalıştım. Müsaade ederseniz benim de birkaç sorum var. Ama bir tanesiyle yetinerek sormak istiyorum”

-“Tabii, istediğin şeyi sorabilirsin!” Beyazid-i Bistami Hazretleri sordu:

-“Cennetin anahtarı nedir ? Sekiz Cennet kapısının üzerinde yazar?”

Rahip sustu, cevap vermekten çekindi. Diğer rahipler bozuldular ve:
-“Ey büyüğümüz, mağlup mu oluyorsun?” O da:
-“Hayır, mağlup olmak istemiyorum” deyince,
-“Öyle ise neden cevap vermiyorsun?” dediler.
-“Şayet cevap verirsem, benim cevabıma katılır mısınız?” deyince, hepsi birden:
-“İncil hakkı için, sana uyarız” diye söz verdiler. Rahip:
-“Dinleyin, şimdi cevap veriyorum: “Cennetin anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı bulunan ibare, LAİLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RASULULLAH’ dır” Bunun üzerine diğer rahipler hep bir ağızdan Kelime-i Şehadet getirip Müslüman oldular. Beyazid-i Bistami Hazretleri de onların yanında bir müddet kalıp İSLAMİYETİ öğretti ve bu sır’da böylece çözülmüş oldu.



https://www.msxlabs.org/forum/images/icons/rap.gifhttps://www.msxlabs.org/forum/images/icons/rap.gifhttps://www.msxlabs.org/forum/images/icons/rap.gif


Misafir 13 Ekim 2006 19:49

ALIN TERİ
İmam Kazım (a.s) kendi tarlasında çalışmakla meşguldü. Fazla faaliyet İmamdın bütün vücundan terler akıtmıştı bu arada Ali ibni Ebi Hamza-i Bata ini geldi imamın yanına, ve o manzarayı görünce:
- Kurban olayım, niçin bu işi başkalarına bırak mıyorsun? diye sordu.
- Niçin başkalarına bırakayım? Halbuki benden daha üstün kişiler bile, daima bu gibi işlerle meşgul olmuşlardır.
- Allah'ın elçisi, Emirülmü'minin ve bütün ecdadım. Esasen tarlada çalışmak ve ziraatla meşgul olmak Peygamberlerin, peygamber vasilerinin ve Allah'ın seçkin kullarının başta gelen, en önemli adetlerinden biridir. (1)

ALLAH'IN BERATI

Rufaî tarikatına mensup müridlerden biri bir gün kendisine çok güvenerek cezbe halindeyken şöyle dua etti:
- Ya Rabbi Cehennemden azat olduğuma dair bu aciz kuluna bir belge gönder.
Aradan çok geçmedi, gök yüzünden beyaz bir kâğıt geldi. Alıp baktılar ki, kâğıtta hiçbir yazı yok. Kâğıdın geldiğini görerek sevinen o mürid, içinde bir yazı olmadığını görünce çok üzüldü, mükedder bir vaziyette durumu şeyhine anlatmak üzere kâğıdı Ahmed Rufai Hazretlerine götürdü.
Ahmet Rufaî Hazretleri kâğıdı eline alıp bakınca kendinden geçti ve şükür secdesine vararak:
- Ey bari Hûda, sana hamd ü senalar olsun. Bu zayıf kulunun müridlerinden bir kimseye böyle bir berat göndermek şerefine eriştirdin, dedi.
Müridler:
- Efendim dediler. Biz orada bir yazı görmüyoruz, siz ise bu şahsın cehennemden azat olduğunu nasıl anlıyorsunuz? dediler.
O:
- Ey benim müridlerim ve sadık dostlarım, kudret eli siyah yazmaz, siz buradaki yazıyı göremiyorsunuz, bu kâğıdın üzerindeki yazı nurdan kalemle yazılmıştır, buyurdu. (2)



arwen 16 Ekim 2006 01:29

Bir gün Nemrut, İbrahim aleyhisselamı ateşe atmaya karar verir. O kadar büyük bir ateş yakar ki bu sefer kendisi ateşe yaklaşamaz. Bir mübarek zat, bakmış bir karınca ağzına su alıyor, uzaktan getiriyor ateşi söndürmek için. Fakat yaklaşamıyor, yakın bir yere bırakıyor. Evliya zat sormuş:
- Ne yapıyorsun sen?
Karınca, demiş ki:
- Sorma, Allah'ın Peygamberini yakacaklar. Ateşi söndürmeye çalışıyorum.
O zat sormuş:
- Senin bu küçük cüssenle taşıdığın bir damla su ile bu koca ateş söner mi?
- Vallahi Cenab-ı Allah herkese gücüne göre hesap sorar. Benim gücüm bu kadar.

Öbür taraftan bir yılan da devamlı ateşi körüklüyor. Demiş ki :
- Böyle ne yapıyorsun?
Yılan demiş ki :
- Bugün bayram! Bir Peygamber yanacak.
Bu da gücü nispetinde elinden gelen kötülüğü yapmaya çalışıyor.

Demek ki yüce Allah hayvanları nasıl iki grupta yaratmışsa, insanları da iki grupta yaratmış :
Birisi ateşi körükleyenler, diğeri ateşi söndürenler.
Cenab-ı Hak bizi ateşi söndürenlerden eylesin!


nazlisu 19 Ekim 2006 00:34

Hasan Can
Yavuz' a yoldaş ve sırdaş olan nedim...
Hafız Mehmet Akkoyunlu sarayının mescidine bakan kendi halinde bir müezzindir. Ancak onda öyle bir ses vardır ki, bülbüller bile imrenir. Kâh volkanlar gibi coşar, kâh akar sular gibi. O yanık Kahire aksanı ile okumaya başladı mı, dinleyenler bir hoş olur. Cemaatin gözleri dolar, yanaklardan sıcak damlalar kayar.
Şah İsmail'in fitne kaynattığı günlerde doğu Anadolu'da cinayetler, baskınlar birbirini izler, halk canından bezer. Geceleri kapı sürgüler, camlara kepenk çekerler. Havada tarifi zor bir ağırlık vardır. Hani sıkıntı, kasvet karışımı bir şey. Kargaşa gitgide büyür ve gün gelir Akkoyunluları da sarar. Öyle çok cami yıkılır ve öylesine mâsum katledilir ki, görenler haçlı geçti sanır.
İşte Yavuz'un 'İslam âlemine birlik' parolasıyla yola çıktığı demlerde Hafız Mehmet Tebriz'e gider. Büyük Veli Kemâleddin Erdebili'nin hizmetine girer.
Çaldıran zaferinden sonra Erdebili Hazretleri'nin ziyaretine gelen Sultan'ın gözü onca insan arasında Hafız Mehmed ile oğlu Hasan'a takılır. Bunlar isimsiz insanlardır, ancak yüzlerinde iç ferahlatan bir samimiyet vardır. Birden kanı kaynar ve niye öyle yapar bilemez, onları İstanbul'a davet eder. Hafız Mehmed'in işi bellidir: Müezzinlik! Hasan Can'ı ise yanına alır, nedim edinir. İlerliyen günlerde yanılmadığını görür. Bu genç sıradan biri değil, hem gönül ehli, hem âlimdir. Bir çok lisan bilir. İkisi arasında tarifsiz bir yakınlık başlar. Sırdaş, yoldaş olurlar. Hani o, beyninden geçenleri kafatasından saklayan Selim sadece ona açılır.
BEKLENEN RÜYA
Yavuz'un Mısır seferine niyetlendiği günlerdir. Evet Son Abbasi Halifesi Mütevekkilallah'ın gücü yoktur, ancak yine de onu incitmekten çekinir. İbn-i Kemâl Paşa ve Zembilli Ali Efendi, Sultanı iknaya çalışırlar. Evet bu seferin lüzumuna herkesten çok o inanır, ama yine de huzursuzdur. Yemekten içmekten kesilir, uykuyu dağıtır. Sabahlara kadar ibadet eder, buruşuk kağıtlara karışık şekiller çizer. 'Ah!' der, 'Ah bir işaret gelse.'
İşte uykusuz geçen bir gecenin ardından Hasan Cana sorar:
-Nerelerdeydin?
-Azıcık dalmışım efendim.
-Öyleyse rüyanı anlat.
-Dikkate değer bir rüya gördüğümü hatırlamıyorum.
-Olacak iş mi yani, bir insan uyusun da rüya görmesin. İyi düşün görmen lâzımdı!

Hasan Can çıkar. 'Tuhaf' der, 'Sultan bir işaret bekliyor ama ne?' Tam o sırada bir başka Hasan (Kapıcıbaşı Hasan Efendi) yaklaşır. 'Ben' der 'garip bir rüya gördüm, ama şimdi bunu nasıl anlatmalı sultana?'
Hasan Can onu adeta aparır, koparır, çıkarır Yavuz'a. Sultan 'buyur!' der, o başlar anlatmaya:
-Hünkârım akşam çadırınızın önünde nöbetteydim. Bir ara içim geçti. Ya da öyle olduğunu sanıyorum. Zira mekân aynıydı ve ben ayaktaydım. Baktım dört atlı çadıra yaklaşıyor. Hemen davrandım, önlerine çıktım. Güya 'Kimsiniz, necisiniz?' diye sorgulayıp çevirecektim onları. Ancak vuruldum sanki. Dondum kaldım. Atlar çok asildi ve yere basmıyorlardı. Süvariler hem çok heybetli, hem çok sevimliydiler. Bırakın hesap sormayı, eteklerine kapanmak, ellerini öpmek için yanıp tutuşmaya başladım. Esrarengiz ziyaretçiler hünkârımızı sordular. Çadırdan ışık sızıyordu. 'Meşgul olmalı' dedim. Öndeki 'İyi' dedi, 'Rahatsız etme. Sabahleyin geldiğimizi söylersin. Biz Server-i Kâinatın eshabındanız. Efendimiz Selim Han'a selâm söyledi ve buyurdular ki: Haremeynin hizmeti kendisine verildi!' Ve geldikleri gibi uzaklaştılar. Bir anda ufukta kayboldular. Sancakları ışıklı izler bıraktı. Tam 'bunlar kim ola?' diye düşünüyordum ki bir ses 'Nasıl tanımazsın' dedi. 'Öndeki Hazreti Ebubekir, yanındakiler, Ömer, Osman ve Ali! Radıyallahüanhüm ecmain.

Yavuz heyecanlıdır. Rüyayı tek kelimesini kaçırmadan dinler ve nedimine döner. 'Bilir misin Hasan, biz emir olunmadıkça kıpırdamayız. İşte şimdi tamam. Artık çıkabiliriz yola.'
SİNA DENEN BELA
Sina Çölü kelimenin tam mânâsı ile belâdır. Yer sarıdır, gök sarı. Güneş tepsi kadar iri, hava toz yüklüdür. Kum dağları biteviye yer değiştirir ve klavuzlar dönektir. Sonra çölün tek vahası yoktur. Molalar ayrı derttir. Sıcak kum vücudu kuşatır ama, kumun az altı yılan, çiyan kaynar. Kunduralardan akrepler çıkar. Kaypak zemin yorucudur. Dahası toplar, çadırlar, hasırlar Yerinden kıpırdamayan ağırlıklar.
İşte askerin tâkâtını zorladığı anlardan birinde Yavuz Selim atından atlar, yürümeye başlar. Eh sultanın yürüdüğü yerde, hayvanına binmek kimin haddine? Bu işe mana veremeyen vezirler önceleri susmayı dener, yutkunup dururlar. Yavuz'a tek kelime söyleyemezler ama, güçleri Hasan Can'a yeter. Fırsatını bulup çevirirler. 'Yetti gayri!' derler, 'Astırırsanız astırın, kestirirseniz kestirin! Ama itirazımız var!'
-Neye?
-Askeri yürütmenize!
Hasan Can mânâlı mânâlı güler. Önce boynu bükük, gözleri yarı kapalı yürüyen sultanı gösterir, sonra vezirlerin kulağına eğilir 'Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem yaya olarak yol gösteriyor' der, 'eğer yakışır diyorsanız, binelim atlarımıza'

İnanın imdad-ı İlahi ortadadır. Nitekim hiç olmadık şeyler olur. Orduya kara kara bulutlar gölge yapar, sahraya görülmedik yağmurlar yağar. Bu çölü 13 günde geçen ikinci bir ordu yoktur. Anlaşılan o ki, halifelik İslam'ın zinde gücüne bahş olmaktadır. Türk'e!
CEZA MI, CAİZE Mİ?
Bir gün Yavuz, Hasan Can'a 'Biliyor musun?' der, 'Bu gece Muhammed Bedahşi Hazretlerini gördüm. Beyaz bir elbise giymiş, yolculuğa hazırlanıyordu.' Hasan Can gayri ihtiyari 'Ahiret yolculuğu olsa gerek' der. Yavuz'un bu cevaba canı sıkılır. 'Sen bilmez misin?' der, 'Rüyalar tabire bağlıdır. Eğer Şeyh'e bir hal olursa gözüme gözükme!'
Çok geçmez. Muhammed Bedahşi hazretlerinin vefat haberi gelir. Sultan Halimi Çelebi'ye döner: 'Şimdi ben bu Hasan'ı cezalandırmaz mıyım?' der. Halimi Çelebi 'A be çocuk niye ağzını tutmazsın' gibilerden teessürle bakar. Lâkin Hasan Can hâl ehlidir, rahattır. 'Araştıralım efendim' der, 'Eğer benim tabirimden sonra vefat ettiyse, cezaya hazırım, ama önce vefat ettiyse sultanımız bu fakire bir caize (hediye) verse gerek'
Araştırırlar. Hasan Can haklı çıkar. Sultan çıkarır kaftanını, ona bağışlar. Dahası keseler dolusu altın verir. Hasan Can kaftanı sırtına alır, ama altınları fakir fukaraya dağıtır. Sevabını bağışlar Bedahşi Hazretlerinin nurlu ruhuna.
AKIBET HAYR
Biliyorsunuz hayatı muhteşem zaferlerle dolu olan Yavuz, genç yaşında küçücük bir çıbana boyun eğer. Son nefesini verirken Hasan Can yanındadır.
Yavuz sorar:
-Hasan bu ne hal?
-Şimdi Allah ile olacak zamandır sultanım.
-Ah be Hasan. Sen bunca zamandır, bizi kimle bilirdin?

Yavuz'un konuşmaya mecâli yoktur. Mushaf-ı şerifi işaret eder. Hasan Can o berrak sesiyle Yasin-i Şerif'e başlar. Yine volkanlar coşar, sular akar. Sultanın yüzünde huzurun izleri hâlelenir. Sonra latif bir tebessüm yayılır. Koca sultan ayan beyan güler, belki de ilk kez böyle güler...
'Nasıl bre?'
Mısır seferine çıkacakları gün kayıkla Üsküdar'a geçerler. Nedendir bilinmez Sultan, yoldaşına takılır. 'Hasan Can kahvaltı yaptın mı?'
Hasan Can cevap verir 'Beli (evet) sultanım!'
-Yumurta seversin değil mi?
-Beli sultanım!

Aradan yıllar geçer. Yollar, muharebeler, insanlar, şehirler... Nihayet Mısır seferi biter, İstanbul'a gelirler. Şimdi yine sandaldadırlar. Ama bu kez yönleri Sarayburnu'nadır. Sultan ansızın Hasan Can'a döner 'Nasıl bre?'
Cevap ışık hızıyla gelir: 'Rafadan sultanım!'
Birlikte düşünmek, beraber hissetmek... 'Hemhâl olmak' denilen şey bu olsa gerek.

Hasan Can Hazretleri Bursa Yeşil Türbe haziresinde medfûndur.



arwen 19 Ekim 2006 00:39

Yusuf aleyhisselam, iftira yüzünden zindanda iken Mısır hükümdarı bir rüya görmüştü. Korku ile uykusundan uyanıp; Ben rüyamda 7 semiz ineğin 7 zayıf ineği yediğini ve 7 yeşil başak, 7 de kurumuş başak gördüm. Eğer rüya tabiri biliyorsanız, bu rüyamı tabir edin dedi. Onlar, Biz böyle rüyaları tabir edemeyiz dediler. Hz. Yusuf ile zindanda kalan şerbetçi, Hz. Yusuf’un rüya tabir ettiğini hatırlayarak; Ben bu rüyayı tabir ettireceğim dedi. Hz. Yusuf’un yanına gitti. Mısır hükümdarının rüyasını anlatıp tabirini istedi.

Hz. Yusuf, “7 sene bolluk, sonra 7 sene kıtlık olacak. Bollukta saklayın, kıtlıkta bunları yersiniz. Bolluk senelerinde çok ekip, ekinleri sapları ile beraber, başakları ile ambarlara koymalısın. Bu şekilde ekinler bozulmadan kalır, hem de saplar hayvanlarınız için yem olur. Halka da, ekinlerinden ihtiyaçları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Bu yiyecekler kıtlık senelerinde sizin ve çevredeki insanların ihtiyaçlarını karşılayacaktır” dedi.

Hz. Yusuf’un tavsiyelerini beğenen hükümdar; Mısır’ın hazinelerinin idare işini Hz. Yusuf’a bıraktı. Yani onu maliye nazırı yaptı. O da gerekli tasarruf ve iktisat yolunu tuttu. 7 bolluk senesinden sonra 7 kıtlık senesi geldi. Her taraftan tahıl almak üzere insanlar gelmeye başlamıştı.

Bu olaylardan bir müddet sonra Yemen’e çok şiddetli bir sel gelir, ağaçları kökünden söker, binaların yıkılmasına sebep olur. Sular çekildikten sonra eski bir mezarın açıldığı görülür. Ortaya bir kadın cesediyle büyük bir servet çıkar. Kitabedeki yazı okunduğunda, bu cesedin Himyeri hükümdarlarından birinin kızı olan Tace adındaki bir kadına ait olduğu anlaşılır. Tace’nin cesedinin boynunda 7 inci gerdanlık, kollarında 7 kıymetli altın bilezik, ayaklarında mücevherli 7 halhal ve on parmağın 7 sinde muhteşem mücevher yüzüklerin bulunduğu görülür. Ayrıca baş tarafında çok kıymetli eşya ile doldurulmuş hazine gibi bir tabut parladığı da dikkatlerden kaçmaz. Bu tabutun ön kısmında ki levhada yazılı olanlar ilgi çekicidir.

Hitabede şunlar yazılı idi:
Ben hükümdarın kızı Tace’yim. Memleketimizde müthiş bir kıtlık çıktığı için, tahıl getirtmek üzere, birkaç adamımı, Mısır maliye nazırı olan Yusuf aleyhisselama yolladım. Epey bir zaman geçtiği halde gönderdiğim adamlar gelmeyince, adamlarımızdan bazılarına bir kantar (50 kilo kadar) gümüş verip herhangi bir yerden bununla bir kantar un alıp getirmesini istedim. Onlar da bulamadılar. Nihayet bir kantar altın verip tekrar gönderdimse de, yine bulamadıklarından, incileri öğütüp yemekten başka çare bulamadım. Fakat o da beni besleyemediği için, büyük bir servet içinde açlıktan ölümle yüz yüze kaldım. Benim bu acıklı hâlimi işitenler, gerekli dersi almalı, servetine güvenmemeli, gerekli iktisat yolunu tutmalıdır. Tarihte altının da, incinin de, geçmediği durumlar varsa da, benden başka dünyada hangi kadın bu kadar muhteşem ziynetler içinde ölmüştür?

Hazineler bu kadına fayda etmediği gibi, ahirette de para pul geçmeyecektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helalleşsin! Çünkü ahirette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları buna yüklenir.) [Buhari]


nazlisu 19 Ekim 2006 00:45

GAFLETTEN HİDAYETE
Sahabeden Amr İbnü'l Cemuh r.a. Hazretleri, İslâm'dan önce Medine'nin önde gelen şahıslarındandı. Ağaçtan yaptığı 'Menaf' adlı bir puta büyük saygı duyardı. Üç oğlu ise müslüman olmuştu.
Bir gece Amr b. Cemuh'un oğulları, bir arkadaşlarıyla birlikte Menaf'ı yerinden aldılar, götürüp bir lağım çukuruna attılar. Kimseye görünmeden de geri döndüler. Sabahleyin saygı için putuna giden Amr, onu yerinde bulamadı...
- Yazıklar olsun size! Bu gece tanrımızı kim çaldı? diye söylenmeye başladı. Bağıra çağıra, çevresine tehditler savurarak putunu aramaya koyuldu. Sonunda onu bir çukurda başaşağı devrilmiş olarak buldu. Kaldırıp temizledi, güzel kokular sürdü ve eski yerine koyarak şöyle dedi:
- Bu işi yapanı bir bilebilsem, onu perişan ederdim...
Ertesi gece gençler yine putu çalıp, bir gün önceki gibi yaptılar. Sabah olunca adam yine onu aradı ve pislikler içinde buldu. Alıp temizledi, güzelce kokulayıp yerine koydu.
Gençler ertesi gece yine aynısını yaptılar. Amr'ın sabrı taşmıştı. Yatmadan önce puta gitti, kılıcı boynuna taktı ve dedi ki:
- Ey Menaf! Bu işi sana kimin yaptığını bilemiyorum. Şayet sende bir hayır varsa, al sana kılıç! Artık sen kendini koru!
Gençler, yaşlı Amr'ın derin uykuya daldığını anlayınca, putun boynundan kılıcı attılar. Evin dışına götürdüler ve bir köpek leşine bağlayıp bir lağım kuyusuna atıverdiler.
Adam uyanıp putunu bulamayınca, yine aramaya başladı. Bu kez de bir lağım kuyusunda, üstelik bir köpek leşine bağlı ve yüzüstü devrilmiş vaziyette buldu. Fakat bu defa onu çukurda olduğu gibi bıraktı ve şöyle dedi:
- Vallahi sen tanrı olsaydın, köpek leşine bağlı olarak bu kuyuda böyle bulunmazdın!
Amr müslüman oldu. Canını, malını ve çocuklarını Allah yolunda Rasulullah s.a.v.'in hizmetine verdi


arwen 19 Ekim 2006 00:55

Allahü ehad ver-resulü Ahmedİbrahim Havvas hazretleri anlatır:
Bir sene hacca gitmeye niyet ettim. Bu niyetle yola çıktım. Maksadım Kâbe-i şerif tarafına gitmek olduğu halde, istemeyerek ters yöne gidiyordum. Allahü teâlânın iradesi beni batı tarafına çekiyordu. En sonunda İstanbul’a gitmeye karar verdim. Şehre girdim. Yüksek bir köşk gördüm. Kapı önünde bir kısım insanlar, bir araya toplanmışlardı. Yaklaştım ve (Niçin toplandınız?) diye sordum. (Rum Kayseri’nin kızı delirdi. Çare bulmak için doktorları toplandı) dediler.
Bunda bir hikmet olsa gerektir, dedim ve içeri girdim. Orada Kayser’in kızını parlak ay
gibi gördüm. Bana bakıp dedi ki:
- Hoş geldin, ey İbrahim Havvas!
- Beni nereden tanıyorsunuz?
- Canımı, Cânâna teslim etmek istedim ve Hak teâlâdan sevdiği bir kulunu yanımda bulundurmasını niyaz ettim. Rüyamda buyuruldu ki: “Yarın İbrahim Havvas sana gelecek!”
- Hastalığınız nedir?
- Bir gece dışarı çıkıp ibret nazarıyla gökyüzüne baktım. Kendimden geçtim. “Allahü ehad ver-resulü Ahmed” kelimesi dilime, manası kalbime geldi. Bu kelimeyi dilimden düşürmez oldum. Bu sebepten hâlime delilik alameti, bana da deli dediler. [Bu sözlerin manası, “Allah birdir ve Peygamberi Ahmed (yani Muhammed aleyhisselam)‘dır].
- Bizim diyara gelmek ister misin?
- Sizin diyarda ne var?
- Mekke, Medine ve Beytül-mukaddes (Mescid-i Aksa) oradadır.
- Sağ tarafına bak!
Baktım bir düzlükte Mekke, Medine ve Beytül-mukaddes karşımda duruyor gördüm. Az sonra dedi ki:
- Vakit yaklaştı. İstek ve arzu haddi aştı.
Kelime-i şehadet getirip ruhunu teslim etti.


nazlisu 19 Ekim 2006 01:07

KABİRDE KONUŞAN GENÇ

Takva sahibi olmak, hayatın her döneminde güzel. Ama fırsatlar çağı gençlikte bir başka güzel. Güce, kuvvete, güzelliğe rağmen günahlardan sakınanların mükafatı ebedi mutluluk. Hayatın baharı şeytana satılmazsa, sonsuz bahar bir adım ötede.
Hz. Ömer'in (R.A.) halifeliği döneminde ibadet ehli, son derece takva sahibi bir genç vardı. Hz. Ömer'in hayret ve takdirle izlediği bu gencin kalbi, Allah ve Rasulü'nün (A.S) sevgisiyle doluydu. Vakit namazlarında cemaati kaçırmaz, namazdan çıkar çıkmaz evine döner ve ihtiyar babasının hizmetini görürdü.
Bu gencin evine giden yolu bir kadının kapısının önünden geçiyordu. Kadın her defasında gencin yoluna çıkarak çirkin tekliflerde bulunuyor, fakat genç, Allah korkusundan ona iltifat etmiyordu.
Yine bir gün yatsı namazını kıldıktan sonra evine giderken, kadın tekrar karşısına çıktı. Bu sefer bütün maharetini kullanarak genci kandırmayı başardı. Fakat genç, kadının ardı sıra eve girerken birden bire Allahu Tealâ Hazretleri'ni hatırladı ve korkuyla dilinden şu ayet döküldü:
'Takvaya erenler (var ya); onlara şeytandan herhangi bir vesvese iliştiği zaman (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp, hemen gerçeği görürler.' (A'raf/201)
Hemen ardından da bayılarak düştü. Kadın hizmetçisini çağırdı. Genci tutarak evinin önüne getirip koydular. Sonra da kapıyı çalarak babasına haber verdiler. Babası dışarı çıkınca, oğlunu baygın bir vaziyette kapının önünde buldu. Komşulardan bir kaçı genci tutup eve taşıdılar. Uzun bir müddet baygın kalan genç kendine gelince, babası:
- Evladım neyin var ne oldu? diye sordu. Oğlu:
- Bir şeyim yok. dedi. Babası:
- Allah aşkına söyle! deyince, oğlu başından geçenleri anlattı. Babası:
- Hangi ayeti okumuştun? diye sordu. Genç, ayeti okudu ve tekrar kendinden geçti. Bir de baktılar ki genç ruhunu teslim etmiş. Bunun üzerine genci yıkadılar ve gece vakti götürüp göz yaşlarıyla defnettiler. Sabah olunca olay Hz. Ömer'e bildirildi. Hz. Ömer, gencin babasına gelerek başsağlığı diledi ve:
- Bana niye haber vermedin? diye sordu. Gencin babası:
- Ey Mü'minlerin Emiri, vakit geceydi. dedi. Hz. Ömer:
- Bizi onun kabrine götürün. dedi. Hz. Ömer ve beraberindekiler gencin kabrine geldiler. Hz. Ömer (R.A):
- Ey filan kişi! Rabbin makamında durmaktan korkanlara iki cennet var. (Rahman/46) dedi. Kabirdeki genç konuşup:
- Ya Ömer! Rabbim Cennette bana onları iki defa verdi. diye cevap verdi.


arwen 19 Ekim 2006 01:09

Hz. Ömer, halifeliği sırasında bir gece asayişi kontrol için Medine sokaklarında dolaşıyordu. Gecenin karanlığında önünden geçmekte olduğu bir evden yüksek sesler işitti. Bir anne kızına şöyle diyordu;
- Kızım, yarın satacağımız süte su karıştır!
- Anne, Halife süte su karıştırmayı yasak etmedi mi?
- Kızım, gecenin bu saatinde Halifenin nerden haberi olacak, o şimdi yatağında yatıyor.
- Anne! Anne! Halife uyuyor, haberi olmaz diyorsun! Her şeyi bilen, gören ve her şeye kâdir olan Allahü teâlâ bizi görüyor, hâlimizi biliyor! Hilemizi insanlardan gizleyebiliriz, fakat her şeyi bilen ve gören Allah’tan nasıl gizlersin?

Hz. Ömer, bu kızın güzel ahlakına çok hayran kaldı. Bu durumu hanımına da anlattı. Sonra da, o kızı oğlu Asım ile evlendirdi. Asım’ın bu kadından bir kızı oldu. Bu kızdan da âdil halifelerden Ömer bin Abdülaziz hazretleri doğdu.


nazlisu 19 Ekim 2006 01:12

Ömer'in Müslüman Oluşu
Bir perşembe gecesi, Habîb-i ekrem 's.a.v.', Ömer 'r.a.' hakkında düâ etdi. Düâsı kabûl oldu.
Buyurdular ki,
- Yâ Rabbî! Şu iki kişiden hangisi sana sevgili ise dîn-i islâmı onun ile azîz eyle. Ömer bin Hattâb veyâ Amr bin Hişâm.

Ertesi gün, Kureyşin büyükleri Haremde toplandılar.
- İşbu Ebû Tâlibin yetîmi Muhammed Mustafâ 's.a.v.' zuhûr edip, âbâ ve ecdâdımızın dînini ibtâl etdi. Putlarımız için, fâide ve zarar vermez diye kötüledi. Gayretine dokunmuyor mu ki, yâ Ömer, bu denli kudret ve heybetin, izzet ve satvetin var iken, putlara yardım etmeyi, onu öldürmeği düşünmüyor musun, diye tahrîk etdiler.

Hazret-i Ömerin câhiliyye damarı kalkdı. Sonu kötü olan bir gayretle, kılıncını takındı. Resûlullah 's.a.v.' hazretlerini öldürmeğe giderken, Benî Zühreden Nu'aym 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine rastladı.
- Yâ Ömer, nereye gidersin dedikde, cevâb verip,
- Şu Kureyşin büyüklerine ahmak diyen ve putlarımıza bâtıl diyen, Muhammedi katl etmeğe gidiyorum, dedi.
Nu'aym 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Ömer! Hayret edilecek bir işe yeltenirsin. Başa çıkamıyacağın sevdâya düşmüşsün. Eğer bu işi başarırsan, Benî Hâşim ve Benî Zühre seni sağ koyacaklarını mı sanıyorsun. Yürü var, işine git, deyince,
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Nu'aym! Yoksa sende mi, Muhammedin dînine girdin. Eğer öyle ise, evvelâ seni katl edeyim.
Nu'aym hazretleri dedi:
- Muhammedin dînine sâdece ben mi girdim, sanırsın. Kız kardeşin ve enişten de girmişlerdir.
Ömer, bu haberi işitince, gadabı dahâ fazla olup, nereden ma'lûm onların müslimân oldukları, dedi.
Nu'aym dedi:
- Eğer inanmaz isen, kız kardeşinin evine var. Bir koyunu kendi elin ile boğazla, pişirsinler. Onlar senin boğazladığın koyunu yimezler ise, o zemân bilmiş olasın ki, onlar islâm dînine girmişlerdir.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' o tehevvür ile gidip, kapılarına vardı. İçeriden kulağına bir ses geldi. Dikkat ile dinledi. Anladı ki, okudukları kelâm, hiç insan sözüne benzemez. Meğer o vakt Tâhâ sûresi nâzil olup; hazret-i Fahr-i kâinât aleyhi efdalüttehıyyât, muhâcirînden Habbâbı 'radıyallahü anh' onlara göndermişdi. Onlara, o sûrenin âyetlerini ta'lîm ediyordu. O vakt, bunlar hazret-i Ömerin korkusundan, kapıyı bağlamışlardı. Ta'lîm ile meşgûl iken, hazret-i Ömer kapı ardından dinledi. Dinledikçe, istidâdlı kalblerine, ezelî olan kelâmın rahmânî nûrları gelmeğe başlayıp, şeytânî küfr zulmeti mahv olmağa başladı. Sabr etmeğe mecâli kalmayıp, kapıya eli ile vurdu. Kapı bağlanmış idi. Dikkat kesildikleri gibi, içeride olanlar, korkularından susdular. Habbâbı 'radıyallahü anh' gizlediler. Sûre-i kerîmeyi saklayıp, kapıya bakdılar ki, gelen hazret-i Ömerdir 'r.a.'. Kılıncı yanında, heybetle ve satvetle gelmiş ki, yüzlerine bakmaz. Kız kardeşi,
- Hoş geldiniz deyip, içeri alıp, oturdular.
Gelmelerinden dolayı, yiyecek tedârik edip, koyun getirdiler. Hazret-i Ömer 'r.a.' kalkıp, kendi boğazladı. Pişirdiler. Hazret-i Ömer, ezelî kelâmın te'sîrinden mest olmuş, ne konuşmağa mecâli ve ne oturmağa sabrı ve karârı var idi. Ne hâl ise, taâmı pişirip, ortaya getirdiler. Hazret-i Ömer dedi, gelin berâber yiyelim. Her biri bir özr behâne edip, yimediler. Kendileri de birkaç lokma aldılar. Dîn-i islâma girdiklerini tahkîk edip, hayreti de çoğaldı. Taâmı [yiyeceği] kaldırdıkdan sonra, süâl buyurdular ki;
- Okuduğunuz ne idi.
Onlar okuduklarını inkâr eylediler. Korkularından konuşmağa başladılar.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki,
- Bilmiş olunuz ki, ben Kureyş arasında kılınç bağlayıp, o da'vâ ile geldim ki, varıp, Muhammedi katl edeyim. Yolda gelirken, sizin de Muhammedül-emînin dînine girdiğinizi işitdim. Geldim ki, evvelâ sizi katl edeyim. Sonra Muhammedi katl edeyim. Lâkin, kapıya geldim. Kulağıma bir ses geldi. Dinledikce o kelâmın lezzeti bir hâl verdi ki, o kötü fikr benden gidip, kalbime şevk ve muhabbet dolup, beni tedirgin eyledi. Elbette inkâra mecâl vermeyip, getirin okuduğunuzu, dinleyelim, dedi.
Kız kardeşi ve eniştesi, bu sözü işitdiklerinde, sevindiler. Kalbi islâm tarafına meyl etmişdir diyerek, dediler ki,
- Okuduğumuz, Allahü teâlânın ezelî olan kelâmıdır. Hak Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile, Resûl-i ekrem 's.a.v.' hazretlerine indirmişdir. Dinlemek istersen, evvelâ gusl eyle. Ondan sonra okuyalım, göresin.

Hazret-i Ömer 'r.a.' kalkıp, huzûr-ı kalb ile, gusl edip, gelip, kıbleye dönüp oturdu. Kız kardeşi kalkıp, ta'zîm ve tekrîm ile, sûre-i şerîfi eline alıp, (Bismillahirrahmânirrahîm). (Tâhâ ...) diye okumağa başladı. Nazm-ı şerîfin fesâhat ve belâgatinden, kalbi çok yumuşadı. (Ben o Allahım ki, benden başka ibâdete müstehak ilâh yokdur. O hâlde yalnız bana ibâdet et ve beni hâtırlaman için nemâz kıl) meâlindeki Tâhâ sûresinin 14.cü âyetine gelince, Kur'ân-ı kerîmin nûru kalbine nûrâniyyet verip, Kur'ânın eseri açığa çıkıp, küfr ve şekâvet zulmeti gitmeğe başladı. Dedi ki, beni, iki cihânın fahri, Muhammed Mustafâ 's.a.v.' hazretlerinin huzûruna ulaşdırın. O sırada Habbâb bin Erat, perde arasından dışarı çıkıp, dedi ki,
- Yâ Ömer, müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâya, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin etdiği düâsı, senin hakkında, kabûl oldu. Allahü teâlâya hamd olsun.
Sevinerek, önüne düşüp, hazret-i Sultân-ı Enbiyânın olduğu eve götürdü. Bütün Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în', hazret-i Ömerin geldiğini görünce, hazret-i Fahr-i kâinâta haber verdiler.
- Bırakın gelsin. Başında devlet var ise îmâna gelir, buyurdu. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazret-i Peygamberin 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' mubârek nûr cemâlini müşâhede ile müşerref oldu.
Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular ki,
- Yâ Ömer, dahâ küfr ve şekâvetden vazgeçmek yok mu?
Hazret-i Ömer, Peygamberin mubârek cemâline nazar edip, kelâmını duyup, nazarlarına kavuşunca, hemen karârsız kalmayıp, yüksek dergâhlarına yüz sürüp, sonra,
- Yâ Resûlallah, hiç şek ve şübhe kalmadı. Hak Peygambersin. Bana îmânı arz eyle, dedi.
(Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) deyip, şecere-i îmânı [îmân ağacını] temîz kalbine dikdi. Cümle Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' tekbîr getirip, sürûr-ı kalb ile, hazret-i Ömer ile kucaklaşıp, boynuna sarıldılar. Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ eylediler. Resûlullah 's.a.v.' buyurdu;
- Su getirdiler. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' temizlenip, gusl eyledi. Ona Kur'ân ta'lîm buyurdular. Kalbini îmân nûru ile doldurdular. Nemâzı ve diğer dîni erkânı ta'lîm eyledi. Hazret-i Ömer onları gördü ki, mağara gibi gizli bir yerde dururlar.
Dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Bu ne keyfiyetdir ki, bu mağarada ihtifâ buyurdunuz.
Se'âdet ile buyurdular ki,
- Müşriklerin mü'minlere ezâ ve cefâsından dolayı burada dururuz.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Onlar puta gündüz taparlar. Önünde âşikâre yer öperler. Niçin biz, Hâlıka gizli taparız, yâ Resûlallah. Buyurun billahi varalım, biz de Harem-i beyt-i şerîfde nemâzı âşikâre kılalım. Görelim, bize kim mâni' olur.
Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' kalkıp, Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' ile berâber, hazret-i Ömer önlerinde, elinde yalın kılınç, Beyt-i şerîfe doğru yürümeğe başladılar. Kureyş müşrikleri önlerinde, hazret-i Ömeri böyle gördüklerinde, sevinip, dediler ki,
- Meğer Ömer bunların hepsini esîr etmişdir, ki getirip karşımızda kırmak ister.
Yanlarına geldiklerinde, gördüler ki, hazret-i Ömer bunların herbirine güzel muâmele edip, bunlar ile karışmış güle-güle söyleşip gelirler. Ebû Cehl la'în bu hâli gördü. Müslimân olduğunu anladı.
- Âh! Gördünüz mü? Muhammed Ömeri de, kendi dînine döndürmüş. Ben size demedim mi ki, sihrle Muhammed onu aldatır, kendine uydurur. Siz dediniz ki, böyle olmaz. Eyvâh, gelin görelim, şimdi ne yapalım. Ve ona ne söyliyelim. Yakınına geldiler. Hazret-i Ömer 'r.a.' kılıncı kaldırıp dedi; (Nazm)
Durun ben geliyorum, bize kıyâma durun,
Genç, ihtiyâr, yaşlı hepsi, efendi köle olsun.
Dîn-i islâmı teblîg için, Allah gönderdi,
Bize Peygamber olan Muhammedi 'aleyhisselâm'.
Açığa çıkardı, güzel islâm dînini,
Putlar yıkıldı, kalmadı hükmleri.
Döndüm Hakka, bunun dînine girdim,
Ey Kureyş! Hepiniz avam ve has böyle bilin!

Kâfirler, bu hâli görüp, içlerinde telâşlanıp, it gibi çağrışdılar. Ebû Cehl la'în, yüksek sesle dedi ki,
- Görün Muhammedi ki, Kureyşin büyüklerini müslimân yapmağa başladı. Bu işler bize azdır. Dedim, gelin onlar çoğalmadan, öldürelim, aldırmadınız. Şimdi ejderhâ oldu.
Kâfirler, hazret-i Ömerden korkup, hiçbir mü'mine el uzatmağa kâdir olmadılar. Her birinin dudağı kuruyup, kaldı. Server-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ileri yürüyüp, Hacer-ül esved ile bâb-ı Kâ'be-i şerîf arasında durup, nemâzı o gün âşikâre kıldılar. Gerçi kâfirler çok idi. Mü'minler az idi. Nemâz bitdikden sonra kalkıp, Kâ'beyi ta'vâf etdiler. İbni Mes'ûd 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki, hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' müslimân olması, mü'minlere feth ve nusret ve rahmet oldu. O müslimân oluncaya kadar dîn-i islâm âşikâre olmadı. Kâ'be-i mu'azzamada, müslimânlardan hiç kimse nemâz kılmamış idi. Nakl edilmişdir ki, hazret-i Ömer 'radıyallahü anh' îmâna geldikde, Peygamberimiz 's.a.v.' hazretleri, mubârek elini Ömerin 'radıyallahü anh' göğsüne koyup, üç kerre buyurdular ki,
- Yâ Rab! Bunun sadrında olan gereksiz sıfatı [göğsünde bulunan kötü sıfatı] ve illeti [hastalığı] çıkarıp, onun yerine îmân ve hikmeti ver.


arwen 19 Ekim 2006 01:14

Âbidin biri ibadet etmek üzere dağa çıkar. Bir gece rüyasında "Falan ayakkabıcıya git! Senin için dua etsin" denir. Âbid dağdan iner, adamı bulur, ne iş yaptığını sorar. Adam, gündüzleri oruç tutup, ayakkabı işlerinde çalıştığını, kazandığı para ile ailesini geçindirdikten sonra fazlasını tasadduk ettiğini söyler.

Âbid, adamın güzel bir iş yaptığını ancak kendisinin dağda sırf ibadetle meşgul olmasını daha iyi bulur ve tekrar ibadetine döner.

Yine gece rüyasında, (Ayakkabıcıya git ve ona, "Bu yüzündeki sararmanın sebebi nedir?" diye sor) denir. Âbid gider ayakkabıcıya bunu sorar. Ayakkabıcı, "Kimi görürsem, bu kurtulacak da, ben helak olacağım der ve kendimden korkarım. Yüzümün sararması bundandır" der.

İşte o zaman âbid, ayakkabıcının bu korku ve tevazu ile üstünlük kazandığını anlar.


nazlisu 19 Ekim 2006 01:23

Emir Sultan
Buharalı Seyyid ...
Seyyid Muhammed Buhara'da doğar. Kendini bildi bileli ilim meclislerine koşar. Okur, okutur, öğrenir, öğretir, hasılı iyi yetişir. Babasının (Seyyid Emir Külâl hazretleri'nin) vefatı üzerine Medine'ye yerleşmeye niyetlenir. Artık Alemlerin Efendisine komşu olmalı ve ömrünün sonuna kadar kalmalıdır orada. Nitekim önce hacceder, sonra Münevver Belde'ye geçer. Ama bakın şu işe ki, o yıl görülmedik bir kalabalık vardır. Yine de misafirhanelerden birinde kıvrılıp uyuyacak kadar olsun bir yer bulur, döşeğini serer. Ancak binaya bakanlar alelacele gelir, başına dikilirler. 'Ama efendim' derler, 'orası Seyyidlere ayrıldı' Seyyid Muhammed güler. 'İyi ya' der, 'Ben de Seyyidim zaten.' Görevliler 'Hadi canım sen de' demezler belki, lâkin delil isterler. Seyyid Muhammed ellerini çaresizlikle açar, boynunu büker, 'Buraların yabancısıyım, söyleyin kim şahit olsun bana?' der.
-Peki ama, biz nasıl inanalım sana?
-Durun. Bir şahit buldum galiba.
-Kimi?
-Dedemi!
Seyyid Muhammed 'Buyrun!' der, önlerine düşer. Mescid-i Nebi'ye gelirler. Genç Seyyid kabre döner, 'Esselamü âleyküm ya ceddi!' der. Kabirden çok tatlı bir ses duyulur 'Ve âleyküm selâm ya veledi!'

İSTİKAMET ANADOLU
Seyyid Muhammed Medine'de yerleşmeye niyetlidir, ancak bir gece rüyasında Resulullah Efendimiz'le, Hazret-i Ali'yi görür. Ona, Anadolu'ya gitmesi emredilir. Üç nurdan kandili takip edecek, kandillerin söndüğü yerde yerleşecektir.
Seyyid Muhammed uyandığında kandilleri karşısında bulur. Hemen o gün hazırlanır, çıkar yola. Seyahat haftalar sürer ve bir gün kandiller söner. Uludağ eteklerinde yemyeşil bir beldededir şimdi... Bursa'da!
Yöre halkı onu keşfetmekte gecikmez. Etrafında halka olur sohbetine katılırlar. Hatta Sultan derler ona. Emir Sultan!
O günlerde Yıldırım Bayezid Macarlar'la savaşmaktadır. İki tarafta güçlü, haliyle kayıplar büyüktür. Yaralılar öylesine çoktur ki çadırlardan taşar. Üstelik cerrah sıkıntıları vardır. Ancak, revirde o güne kadar tanımadıkları bir genç peydahlanır. Görünüşe bakılırsa son derece mahir bir hekimdir. Hatta günün birinde sultanın kolundaki yarayı sarar. Kesik derindir, ama tutkalla yapıştırılmışçasına iyileşir. İzi bile kalmaz. Yıldırım Bâyezid sargıyı çözerken hayretten dilini yutar. Zira bu hanımının nişanlıyken kendisine verdiği mendilin yarısıdır. Sırrı bilmek ister. Ama esrarengiz genç yoktur ortalıkta.

Niğbolu müstahkem bir kaledir. Osmanlı ordusu büyük kayıplar vermesine rağmen tek taş sökemez. Görünen o ki, bu gidişle kaleye girmeleri ham hâyâldir. Ama Yıldırım kolay pes etmez. Büyük bir âzimle yürür surların üstüne. Tam ümidini yitirmek üzeredir ki, kale kapısı açılır. Osmanlı ordusunu âdeta içeri buyur eden genç kolundaki yarayı saran hekimin ta kendisidir.
FATIMA SULTAN'IN RÜYASI
Yıldırım o yıl Edirne'de konaklar. Ailesi Bursa'dadır. Bâyezid'in Hundi Fatıma adında hâya ve takva sahibi bir kerimesi vardır. Bu kızcağız bir gece rüyasında Efendimiz'i görür. Ondan Muhammed Buhari ile evlenmesi istenir. Ama kızcağız edebinden kimseye bir şey söyleyemez. Ertesi gün Server-i Kainat yine rüyasını şereflendirir ve 'Eğer' buyururlar, 'Ahirette şefaatime kavuşmak istiyorsan dinle beni!'
Hundi Fatıma Sultan'ın talibi çoktur. Adı büyük paşalarla, namlı beyler sıradadır. Görünüşte Emir Sultan gibi fakir ve garip biri onlarla aşık atamaz. Ancak Hundi Sultan kararlıdır. Bedeli ne olursa olsun Emir Sultan'la evlenecektir. Ama sırrını kimselere açamaz. Hem Emir Sultan'ın Efendimizin emrinden haberi var mıdır acaba?
Çok geçmez. Bir gün Emir Sultan dünür yollar saraya. Valide sultan dudak büker. Açıktan açığa 'olmaz!' demez; ama öyle demeye getirir. 'Söyleyin ona' der, 'kırk deve yükü altın getirsin, alsın kızımı!'
Emir Sultan sakindir, 'Öyleyse!' der, 'göndersin develeri!'
Mübarek, devecibaşını karanlıkta karşılar, onları hiç dolandırmadan Nilüfer çayına götürür. Su yatağındaki çakılları göstererek 'Doldurun!' der, 'Hatta kendi keselerinizi de.'
Devecilerden bazıları 'bunda bir hikmet olmalı' der, bazısı güler geçer. Hele içlerinden biri 'n'olacak bunlar' deyip aldığı çakılları geri döker.
Muhammed Buhari Hazretleri Valide Sultan'ın huzuruna çıkar. Heybeler ters yüz edilir. Zemini kıpkızıl altın kaplar. Valide sultan şaşırmanın ötesinde korkar. Şimdi diyecek tek sözü vardır: 'Nasıl istiyorsan öyle olsun!'

YILDIRIM'IN TEPKİSİ
Nikah haberi Edirne'ye ulaştığında Yıldırım çok bozulur. 'Benim kızım, benden habersiz nasıl evlenir?' der ve kızını cezalandırmak üzere Süleyman Paşa'yı Bursa'ya yollar. Valide Sultan kızına ve damadına siper olur. Dahası büyük âlim Molla Fenari araya girer, askeri ikna eder. Hatta sarılır kaleme, padişaha bir mektup yazar. Yıldırım Bayezid'in Molla Fenari hazretlerine olan hürmetini bilen Süleyman paşa boyun büker, döner geri.
Aradan aylar geçer. Bayezid Bursa'ya avdet eder. Halk yollara çıkar, sultanı karşılar. Yıldırım bir an kalabalığın içinde esrarengiz hekimi görür. Derhal atından iner. Ellerinden tutup sorar: 'Söyle yiğidim o maharet neydi öyle?' Emir Sultan hazretleri Feth suresinden bir ayet okur. 'Allah'ın kuvvet ve yardımı, biat edenlerin vefa ve sadakatlerinin üstündedir' Bayezid tekrar sorar: 'Ya mendilin öbür yarısı?' Emir Sultan cebinden çıkarıp uzatır. Sultan meraklıdır: -Adını bağışlar mısınız?
-Muhammed!
-Yanında Buharisi'de var mı?
-Var!
-Yoksa?
-Elinizi öpebilir miyim baba.
-Hayır. Öpülecek el seninki.
Ve kucaklaşırlar.

BURSA ULU CAMİİ
Yıldırım Bayezıd Niğbolu zaferinde kazanılan gânimetlerle muhteşem bir mescid yaptırmak ister. Mimarlar bugün Ulucami'nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir. Ancak yaşlı bir kadıncağız bir "Evim de evim" feryadı tutturur ki sormayın. Değerinin fevkinde ücretlere omuz silker, bütün tekliflere "olmaz" der. Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o direnir.
Sultan Bayezid caminin yerini sevmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar "mal onun değil mi" derler, "satarsa satar, satmazsa satmaz!" Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid'in aklına damadı gelir. Emir Sultan'ı bulur meseleyi anlatır. Mübarek sadece tebessüm eder. "Acele etme!" der, "Bir gecede neler değişmez?"
İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır. Kalabalıkta korkunç bir azab endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. İnsanlar âlemlere rahmet olarak yaratılan Efendimiz'in yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana. Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecâli yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ıstırapla yerleri tırmalar. Elinden kaçan büyük fırsat ciğerini dağlar. Feryad figan ağlamaya başlar. İşte tam o sırada Emir Sultan'ı görür, "Herkes cennete gitti" der, "Ben bir başıma kaldım burada!" Mübarek o gönül ferahlatan tatlı sesiyle sorar, "Kurtulmak istiyor musun?" Kadın nefes nefese cevap verir:
-Hiç istemez miyim?
-Öyleyse Sultanımızı üzme!
Ertesi gün kadın ayağı ile gelir, evini verir. Üstelik önüne konulan ücreti bağışlar camiye.

ANKARA SAVAŞI
Emir Sultan, Yıldırım'ın Timur Han'la savaşmasına razı değildir. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu kardeş kavgasına mani olamaz. Çekilir bir taraflara. Hatta bu kayıtsızlığa mana veremeyen Hundi hatun sorar:
-Babamı yalnız mı bırakıyorsun?
-Bak hatun! Ne bu savaşın bir manası var, ne de babanın kazanma şansı. Eğer elinden birşey geliyorsa hiç durma, geç olmadan çevir onu.
-Niye öyle söylüyorsun. Babam mağlubiyet tatmamış bir sultandır.
-Evet Timur da mağlubiyet tatmayan bir hakandır. Sen onun kaç devleti yıktığını biliyor musun? Üstelik ülkesi daha büyük, askeri daha fazla. Dahası Maveraünnehr illeri ilimde de, sanatta da çok önümüzde.
-Sen babamın manevi zırhı değil misin?
-Peki sen Timur'u koruyucusuz mu sanıyorsun. O, zamanın kutbundan dua aldı. Ancak Hace Hazretlerinin dahi böylesi bir savaşa rızası yok.
-Ne yapmalıyız peki?
-Baban aklını örten öfkenin farkına varmadıkça ne yapabiliriz ki?
-Diyelim ki öfkesi galip geldi.
-Zor günlere hazırlansanız iyi edersiniz.
Ankara savaşında yaşanılan acı mağlubiyetin ardından Timuroğulları Bursa'yı muhasara altına alırlar. Şehir halkı zor durumdadır, hatta aç kalır. Ahali gelip Emir Sultan'ı bulur ve çok yalvarırlar. Mübarek bir kağıda birşeyler karalar, ordugâha yollar. O kağıtta ne yazılıdır bilemiyoruz, ancak hemen o gün çadırlar sökülür. Asya yollarına göç düzülür.

EMİR SULTAN KİME GÖLGE?
Ne hikmetse Anadolu halkı hep Emir Sultan Hazretleri ile Yıldırım Bayezid arasındaki menkıbeleri anlatır. Hâlbuki bu büyük veli Bâyezid'den ziyade Çelebi Mehmed'in yanındadır. Ankara savaşının ardından Anadolu çok karışır. Şehzedelerden Musa Çelebi, İsa Çelebi'nin üzerine yürüyüp Bursa'yı ele geçirir. Süleyman Çelebi ise Edirne'yi elinde tutar. Ancak bunlar devleti muhteşem günlerine döndürebilecek kıratta değildirler. Şehzade Mehmed iyi bir asker ve dirayetli bir liderdir. Ancak fitne çıkarmaktan çekinir. Çekilir köşesine işaret bekler. Allah dostları ne derse onu yapacak. İcabında kardeşlerinin emrinde çeri olacaktır. Bir gece rüyasında Murad-ı Hüdavendigar'ı görür, yanında Emir Sultan Hazretleri vardır. Dedesi önce bir kılıç verir, sonra yerinde duramayan kar renkli küheylanı gösterir "Haydi!" der, "Vazife sende!" Çelebi Mehmet hâlâ mütereddittir. Emir sultan bakışları ile cesaret verir ona. "Korkma!" der, "yanında biz varız!" İşte Çelebi Mehmed bu işaret üzerine yola çıkar ve tabiri caizse Osmanlı Devletini silbaştan kurar. Tarihçilere sorarsanız Çelebi Mehmed'in başardığı iş Osman Gazi'ninkinden aşağı değildir. Emir Sultan vefatından sonra da büyük hürmet görür. Meselâ Yavuz Selim, Mısır seferine çıkarken büyük velinin nurlu türbesini ziyaret eder, imdat diler. Kabirden çok net bir ses işitilir:
-Ya Selim! Üdhulu Mısra İnşaallahü aminin. (Ey Selim. İnşallah Mısır'a emniyet içinde girersin!)
...Ve öyle de olur!


arwen 19 Ekim 2006 01:27

İbrahim aleyhisselamı ateşe attıkları zaman bütün melekler, vahşi hayvanlar ve kuşlar ağlaştılar ve etrafında toplanıp, İbrahim aleyhisselama bir yardım yapabilmenin çaresini aradılar.

Bunların arasında zayıf bir bülbül yavrusu vardı. Kendini ateşe atacağı sırada Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselama emredip buyurdu ki:
- O kuşu tut ve ne dileği olduğunu sor.

Cebrail aleyhisselam kuşu tutup istediğini sorunca, kuş dedi ki:
- Halilullahı ateşe atıyorlar. Madem ki kurtarmaya kâdir değilim, bari onunla beraber ben de yanayım.

Hak teâlâ buyurdu ki:
- O kuşun benden dileği nedir?

Bülbül şöyle arz etti.
Benim dünyada, Hak teâlânın adını anmaktan başka arzum yoktur. Bin bir ismi olduğunu işittim. Yüz birini biliyorum. Dokuz yüz ism-i şerifini de bilmek isterim.
Hak teâlâ kuşun dileğini yerine getirdi.
Şimdi sahralarda feryat eden bülbül, Hak teâlânın ismini söylemektedir.
Nemrud’un ateşi, İbrahim aleyhisselama gülistan olunca, bülbül gelip gül ağacında nağmeye başladı. O zamandan kıyamete kadar, gül ağacına muhabbet etti, aşık oldu.


nazlisu 19 Ekim 2006 01:36

FATİHİN HALKINI İMTİHANI


Hazreti Fatih Sultan Mehmet istanbul'u fethetme plânları yapıyordu. Daha henüz 21 yaşında bulunan hükümdar, İstanbul'un fethine girişmeden önce, halkını imtihan etmek istemişti. Sabahın erken saatlerinde tebdili kıyafet ederek, Osmanlı'nın başşehri olan Edirne'de çarşıya çıktı.

Çarşının bir tarafından girip, alış veriş yapmaya başladı. Birinci dükkâna varıp birşey aldı. İkinci bir şey istediğinde dükkân sahibi vermedi. Fatih'i tanımıyordu dükkân sahibi. Fatih Hazretleri mal olduğu halde neden vermediğini sordu.

Adam:

-Ben sana bir şey satmakla sabah siftahımı yapmış oldum, ikinci alacağını da karşıdaki dükkândan al. Çünkü o henüz siftah etmemiştir, dedi.

Fatih memnun olmuştu. Öbürüne vardı, bir miktar mal aldı... İkincisini istediğinde o da vermeyip komşu dükkâna gönderdi. Böylece Hazreti Fatih koca çarşıyı baştan sona kadar dolaştı... Hepsinde aynı mukabele ile karşılaşmıştı.

Aldıkları erzakı, medresede ilim tahsil eden talebelere gönderdi, kendisi de saraya gelip Allah'a şükür secdesine kapandı ve şöyle dedi:

— Ya Rabbi sana hamdolsun... Bana böyle birbirini düşünen millet ihsan ettin. Ben bu milletimle değil Bizans'ı, dünyayı bile fethederim, dedi ve istanbul'un Fetih planlarını hazırlamaya başladı.

51 gün süren muhasaradan sonra Bizans, Akşemseddin Hazretlerinin de bizzat iştirakiyle fetholunmuştu. İstanbul fetholunduktan sonra, Osmanlı imparatorluğunun merkezi Edirne'den İstanbul'a taşındı.

İSTANBUL'UN MÂNEVÎ FÂTİHİ

Ubeydullah-ı Ahrâr'ın torunu Hâce Muhammed Kâsım'dan şöyle nakledilmiştir:

"Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkant'tan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant'ın dışında bir yerde talebelerine;
"Siz burada durunuz!" buyurdu.

Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı:
"Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu."

Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında;
"Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı" buyurdu.

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî'nin şöyle anlattığını nakletmiştir:

"Bilâd-ı Rûm'a (Anadolu'ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydullah-ıAhrâr'ın şeklini ve şemâilini târif etti ve;
"O zâtın beyaz bir atı var mıydı?" diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı:

Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şunları dedi:
"İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr Semerkandî'nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâilini târif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi;

"Korkma!" buyurdu.

Ben de;

"Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok." dedim.

Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm.

"İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defâ kös vur ve orduna hücûm emri ver." buyurdu.

Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı. İstanbul'un fetih işi gerçekleşti."


arwen 19 Ekim 2006 01:40

Ebu Müslim-i Saftar, evliyanın büyüklerindendi. Bir gün gemi ile yola çıktı. Yanında çok kimseler de vardı. Aniden ters yönden bir rüzgar çıktı. Dalgalar yükseldi. Gemi batacak gibi oldu. Gemide olan yükü denize attılar. Yardım istediler.

Ebu Müslim diyor ki:
Bizimle beraber gemide kim olduğu bilinmeyen bir köylü vardı. Yanında bir mushafı vardı. Oradan kalktı ve mushafı elinin üzerine koydu ve şöyle yalvararak dua etti: (Ya Rabbi! Eğer bir kimsenin elinde dünya sultanından bir mektup bulunursa, hiç kimse ona saldıramaz, zarar veremez, belalardan emin olur.) Mushafı kaldırdı ve (Ya Rabbi! Bu senin kitabındır, bunu bize verdin. Ellerinde senin kitabın bulunan kullarını suda boğmak keremine yakışmaz. Bizi tehlikeden kurtar.)

Derhal dalgalar döndü ve deniz süt liman oldu ve sağ salim gittik


nazlisu 19 Ekim 2006 01:44

Endonezya nasıl Müslüman oldu?

Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya'ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu:
- Hangi kumaştan sattın?
-Şu kumaştan efendim.
-Metresini kaça verdin?
-On akçeye.
-Nasıl olur?" diye hayret etti,
-Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?


Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi. Dükkan sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu.
-Ne demekti hakkını helâl et?
Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral sordu:
-Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir?
-Ben, dedi tüccar, bir Müslüman'ım. İslâm dini böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.
Kral,
-İslâm nedir, Müslümanlık nedir? gibi peş peşe sorular sordu. Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm'ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.

250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya'nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. Efendimizin müjdesi herkese açık: "Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir." Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi.



arwen 19 Ekim 2006 01:57

Hayat-ül hayvan kitabında bildiriliyor ki:
Süleyman aleyhisselam bütün hayvanlarla konuşurdu. Bu onun mucizelerinden biriydi. Gökte tahtı ile gezerdi. Bir gün baykuş Süleyman aleyhisselama selam verdi. Süleyman aleyhisselam selamını alıp ona sordu ki:

- Niçin buğday yemezsin?
- Âdem aleyhisselam onun yüzünden Cennetten çıktığı için.

- Niçin su içmezsin?
- Nuh aleyhisselamın kavmi suda boğulduğu için.

- Niçin hep harabelerde bulunursun?
- Harabeler Allahü teâlânın mirasıdır.

- Niçin evlerde ötersin?
- İnsanları ikaz için. Önlerinde şiddetli tehlikeler varken nasıl gafletle uyurlar. Böylesine yazıklar olsun!

- Gündüzleri niçin çıkmazsın?
- İnsanlar bana zarar verebilirler.

- Öterken ne dersin?
- Tesbih okur bir de "Ey gafiller, çıkacağınız uzun sefer için azık hazırlayın!" derim.

Süleyman aleyhisselam baykuştan daha nasihatçı kuş olmadığını söyledi. (Berika)


nazlisu 19 Ekim 2006 02:03

Hızır ve Gelin
1930'lu yıllar. Rize. Anzer, halkın kendi tabiri ile Ancer. Dünyaca balı ile meşhur olan Ancer. Binlerce poleni ve şifayı içinde barındıran balıyla meşhur Ancer. Kış. Yaylacılık yapan Ancerlilerin bir kısmı aşağıya Rize'ye şehre inmemiş, kışlamışlar. Yazdan yığdıkları otlarıyla, mallarını kışdan çıkarıp, bahara eriştirmenin çabası içindeler. Evet hepsinin mal tabir ettiği koyunları, sığırları var, tektük birkaç tanesinin de kara kovanı var. Şifa niyetine ilaç niyetine küçük bir kavanozu dolduracak kadar balları olurdu çoğunun. O da kış bitmeden tükenir giderdi.
Meryem. Lezgilerin kızı Meryem. Yeni gelin, beyini gurbete Samsun'a göndermiş. O da o kış yaylada kışlamış. Sabaha kadar kar yağmıştır. Tam kürekle yolu açayım deyip, kapıya yönelmekte iken, kapısı çalınır. Kapıyı açari. İhtiyar bir adam selam verir ve:
- Kızım, ben Aşağı Ancerdenim, gelinim aş eriyor, canı bal çekti, Allah rızası için, bir iki kaşık bal verirmisin?
Meryem gelin düşünmez bile, Allah rızası değil mi der, dibinde üç dört kaşık bal kalmış olan kavonozu getirir , onun da yarısını ihtiyar'a verir. İhtiyar:
- Allah razı olsun kızım, artsın eksilmesin der.
Meryem, kavanozu koymak için geri döner. Kavanozun ağzını kapatayım derken birde ne görsün, kavanoz ağzına kadar bal ile dolu. Meseleyi anlar, kapıya koşar, kar ile dolu yaylanın uçsuzluklarına bakar. Ne bir insan vardır ne de kar da bir iz. Gelen Hızırdır.

Aradan üç dört ay geçer, her gün bal yediği halde kavanoz her seferinde ağzına kadar bal ile doludur. Sırrını hiç kimseye açmaz. Yaza doğru beyi gurbetten gelir. Beyine her öğün bal verir. Bal bitmez, hem ancer balı olacak, bütün kış kalacak birde her öğün kaşık kaşık yenecek, bal bitmeyecek. Beyini merak sarar, sorar, cevap alamaz. Beyi en sonunda:
- Ne olur beni seviyorsan söyle ne oluyor. bunda bir iş var.
Meryem dayanamaz ve ağzı kapalı kavonozu da alır ve olayı anlatır. Kavanozu açıp işte bak ağzına kadar dolu demek istediğinde bir de ne görsün?
Kavonozun dibinde iki kaşık bal kalmış.

Evet, gerçek yaşanmış bir olay... Belki sizin başınıza da geldi, belki gelebilir. Meryem'in kavonozundaki bal bitmeyecekti. Sizin de belki cebinizdeki araba parasını verdiğiniz bir ihtiyar ardından elinizi her cebinizdeki cüzdana attığınızda tükenmeyecek para... Ama sakın ha. Sakın ha. Hızır ile karşılaştığınızı ve sırrınızı kimseye söylemeyin....


arwen 19 Ekim 2006 02:14

Gözü ağrıyan ahmak birisi, baytara (veterinere) gidip ilaç ister. Baytar, (Bende hayvanlara kullanılan ilaç vardır) der. Ahmak adam, (Olsun ondan sür) der. Baytar, hayvanlara sürdüğü ilaçtan onun gözüne de sürer. Adam kör olur. Bunun üzerine baytarı mahkemeye verir. Olayı dinleyen yargıç, (Baytar vazifesini yapmış, tazminat ödemesi gerekmez) diye hüküm verir. Çünkü bu adam hayvan olmasaydı baytara gitmezdi.


SiMYaCı 19 Ekim 2006 07:17

Hz. Hud ve Âd Kavmi Kuran dan Hikayeler



Güney Arabistan'ın Hadramut civarında, bulundukları yere kumsal ve engebeli yüksek arazi mânâsında «Ahkâf» adı verilen Ad kavmi isminde bir millet yaşıyordu. Bu kavm maddî', bakımdan hayli ilerlemiş, zengin olmuş ve ihtişamlı binalar içerisinde hayat sürüyorlardı. Kuvvetleri de hayli çoğaldığından etraflarındaki kavimlere de galebe çıkmışlar ve zor kullanarak beldelerini genişletmişlerdi. Fakat bu maddî ilerleme ve genişlemenin yanında Allahü Teâlâ'ya ve emirlerine olan bağlılıkları kopmuş ve iyice azgınlaşarak putlara tapar hale gelmişlerdi. Hz. Nuh tufanıyla sâkinleşen halk yine yoldan çıkmış, yolunu şaşırmıştı.


Allahü Teâlâ, bu şaşırmış kavmi, hak yola davet etmek üzere içlerinden biri ve soyca kardeşleri olan Hûd aleyhisselâmı, onlara peygamber olarak gönderdi. Hz. Hûd'un nesebi hakkında iki rivayet vardır ki:

Birincisi; Hûd ibni Abdillah ibni Rebah İbni'lhulûd Ibnü'avs Ibni İrem Ibni Sam Ibni Nuh aleyhisselâmdır.

ikincisi de, Hûd Ibni Salih ibni Erfahd ibni Sam Ibni Nuh ibni Ammi Ebi Ad'dır. Yani Nuh aleyhisselâm Ad'ın babasının amcasının oğlu imiş.

Hz. Hûd kavmine, kendisinin Allah tarafından onlara gönderilen emîn bir Peygamber olduğunu bildirerek Allah'ın emirlerini tebliğ etmeye başladı:

— «Ey kavmim! Gelin Allah'dan korkun ve O'na kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız daha yok. Siz sade O'na iftira ediyorsunuz da ilâh diye başkalarına tapıyorsunuz.

— «Ey benim kavmim, buna karşılık ben sizden bir ecîr istemiyorum, hâlis muhis karşılıksız bir nasihattir bu. Benim ecrim ancak beni yaradana aiddir. Vereceğini O verecektir. Artık siz akıllanmayacak mısınız? Hâlâ siz O'nun azabından sakınmayacak mısınız? Aklınızla düşünüp böyle halisane bir şekilde söylenen ve sizin menfaatinizle alâkalı bu hak nasihati tutarak iftiradan, başkalarına tapmaktan vazgeçmez misiniz?

— «Ey benim kavmim, rabbınızdan mağfiret dileyiniz, O'na karşı günahkâr olduğunuzu itiraf edip istiğfarda bulununuz, sonra O'na tevbe ile şirk ve isyandan pişmanlık duyarak imân ve doğrulukla müracat ve kulluk ediniz ki, üzerinize bol bol Semânın feyzini göndersin; kuraklık çektirmesin, hayatînizi kuru maddelerin tazyikinden kurtarıp yükseltsin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Malûm olan cismâni kuvvetinize henüz tanımadığınız manevî-bir kuvvet katlayarak artırsın. Gelin mücrim mücrim, günahlarınıza İsrar ederek bu güzel nasihatleri dinlemezlik etmeyin, yüz çevirip gitmeyin.

— «Siz her tepeye bir alâmet, köşk bina ederek eğleniyor, oynuyorsunuz. Dünyada ebedî kalacakmışsınız gibi, bîr takım saraylar ve havuzlar da ediniyorsunuz. Hem ceza için yakaladığınız vakit, merhametsizce, zorbaca yakalıyorsunuz; dövüyor, öldürüyorsunuz. Artık Allah'dan korkun ve bana itaat edin. Size bildiğiniz şeyleri verenden sakinın; size davarlar ve oğullar verenden, bağlar ve pınarlar ihsan edenden...

— «Doğrusu Ben, size gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.»

Hûd aleyhisselâmın bu daveti karşısında, Allahü Teâlâ'nın dünya hayatında kendilerine refah verdiği halde, küfre dalıp âhiretteki hesapla karşılaşmayı yalanlayan bu Ad kavminin ileri gelen kodaman bir güruhu isyan ederek ona ve onu dinleyenlere şöyle dediler:

— «Eğer Rabbımız dileseydi, muhakkak bize Melâike gönderirdi. Siz —geçmiş Peygamberleri de kastederek— ise bizim gibi insanlarsınız. Onuıt için biz sizinle gönderilen şeylere inanmayız. Bu da başka değil, ancak sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor. Bu bir peygamber olamaz. Şayet kendiniz gibi bir insana itaat edecek olursanız, muhakkak ki o halde siz aldanmış olursunuz.

— «O, siz cidden öldüğünüz ve bir toprak, bir yığın kemik olduğunuz zaman, muhakkak çıkartılacaksınız, dirileceksiniz diye mi va'dediyor? Heyhat heyhat, ne uzak vaad!.. Hayat, ancak bizim bu Dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Kimimiz bir taraftan ölür, kimimiz de yeni doğar hayata geliriz, bu böyle gider. Biz öldükten sonra diriltilmeyeceğiz. O halde bu alçak hayata sarılalım, keyfimize bakalım.

— «Ancak o, öyle bir adam ki, Allah'a karşı bir yalan uydurdu. Biz ona inanacak değiliz.»

Görülüyor ki, zamanımız kâfirlerinin ve hususiyle münevverlik taslayan modern zındıkların, dine karşı söyledikleri sözler de en eski kâfirlerin bu sözlerine irticadan başka bir şey değildir. Eski kâfirlerin küfürleriyle beraber Ahiret hesabını yalanlayıp Dünya hayatında refah sürerek şımarıklık göstermeleri gibi vasıflar, bugünkü kâfirlerin de vasıflarını teşkil ettiği gibi, söyledikleri sözler de tamamıyla şimdiki kâfirlerin her zaman- tekrarladıkları sözlerdir. Bunlar da beşerî peygamberliği kabul etmemekle beraber Peygamberi alelade bir insan seviyesinde göstermek için insanlığı yiyip içtiği şeylerle mukayese ediyor ve insanlık cemiyetini kökünden yıkacak olan:

«Sizin gibi bir insana itaat ederseniz aldanırsınız» propagandasını ileri sürüyorlar.

Hatırlatmaya hacet yok ki, beşerin beşere itaatini kayıtsız şartsız, inkâr eden bu söz, haricîlik ve anarşistlik davasıdır. Bir reisin başkanlığı altında toplanmayan bir insan topluluğu yoktur. Cumhuriyetler bile bir reisin başkanlığı altında birleşmek ihtiyacındadır. Fakat kendi Dünya hayatlarından ilerisini hiç hesaba almak istemeyen ihtilâlci kâfirler, kendi garaz-ve menfaatlerini elde etmek için hürriyet dâvası altında itaat prensiplerini yıkarak milletlerin içtimaî nizamlarını tahrip etmekten zevk alırlar. Bunun gibi Dünya hayatı refahıyla şımarmış ve Ahiret hesabının yalan olduğu safsatasını diline dolamış olan o kâfirler de, Allahü Teâlâ'nın emriyle Peygambere \itaat hissini kırmak için beşerin beşere meşru olan itaat esasını, bir esaret ve aldanış mânâsında göstererek kökünden baltalamaya çalışıyorlardı. Milletin devamına darbe olan bu büyük cinayetin uhrevî mes'uliyeti bahis mevzuu olduğu zaman da «öldükten sonra dirilmek yok, hayat dünya hayatıdır» diyorlar ve Allah'ın gönderdiği peygamberlerini ise yalancılıkla itham edip hakikatleri örtmeye çalışıyorlardı.

Ad kavminin ileri gelen kodaman güruhu Allah'ın resulü Hûd Aleyhisselâm'ın kendilerini hakk'a davetine karşılık isyanlarına devam ederek şöyle söylediler:

— «Ey Hûd!.. Sen bize ha vaaz etmişsin, öğüd vermişsin ha öğüd verenlerden olmamışsın, bizce farkı yoktur. Bu bize getirdiğin, eskilerin yalanından başkası değildir. Biz azaba uğratılmayız. Senin sözünden dolayı ilâhlarımızı terk etmeyiz. Yalnız deriz ki, her halde ilâhlarımızın bazısı seni fenalıkla çarpmış, onlara dil uzattığından dolayı aklına fenalık getirtmiş, seni delirtmiş, her halde biz seni bir çılgınlık içinde görüyoruz ve her halde biz, seni yalancılardan bîri sanıyoruz. Sen bize bir delil de getirmedin, imâna mecbur kılacak bir mucize ile gelmedin.» .

Hûd aleyhisselâm onların bu inkâr, inat ve saçmalıklarına karşılık bizzat kendisinin ilâhî bir delil ve mucize olduğunu anlatan şu hakikatlerle cevap verdi:

— «Ey benim kavmim! Bende hiç bir çılgınlık yok. Lâkin ben âlemlerin Rabbı olan Allahü Teâlâ tarafından size gönderilen bir elçiyim. Size Rabbımin emirlerini tebliğ ediyorum. Ben sîzin için güvenilir bir nasihat ediciyim. Sizi Allah'ın azabıyla korkutmak için, içinizden bir adam vasıtasıyla, size Rabbınızdan bir ihtar geldiğine inanmıyor da hayret mi ediyorsunuz? Düşünün ki o sizi Nuh kavminden sonra hâlifeler yaptı ve yaratılış bakımından size, onlardan ziyade boy ve güç verdi. O halde Allah'ın nimetlerini unutmayın ki kurtulabilesiniz.»

Hûd aleyhisselâm'ın kavminin kâfirleri, bu sözler üzerine şöyle dediler:

— «Ya, sen bize yalnız Allah'a ibadet ve itaat etmemiz, bir de babalarımız, atalarımızın tapageldikleri putları terk etmemiz için mi geldin? Haydi getir! O bize vadedîp durduğun azabı başımıza, getir bakalım, eğer sen doğru söyleyicîlerden isen...»

Böylece yer yüzünde haksız yere kibirlenmek istediler ve «bizden daha kuvvetli kim var» dediler. Fakat kendilerini yaratmış olan Allahü Teâlâ'nın onlardan daha kuvvetli olduğunu düşünmediler de...

Onların bu inkâr ve inatlarına devam etmeleri karşısında Hz. Hûd, Allahü Teâlâ'ya niyaz ederek «Rabbim! beni yalanlamalarına mukabil bana mısret ver» dedi. Allahü Teâlâ da cevaben «Birazdan azabı gördükleri zaman pişman olacaklar.» buyurdu.

Hûd aleyhisselâm hakikatleri kabule yanaşmayan kavmine son olarak şöyle dedi:

— Azabın inmesine dair ilim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum. Ancak sizi öyle bir kavim görüyorum ki cahillik ediyorsunuz, peygamberlerin vazifesini onların gönderilmesindeki hikmeti, o elcilere uyanların her iki dünyada saadet bulacağı, asîlerin ise felâkete uğrayacağı hakikatini bilmiyorsunuz. Ben Allah'ı şahid tutarım, siz de şahid olunuz ki, O'ndan başka sizin uydurduğunuz ortakların hiç birini ben tanımıyorum. Binaenaleyh hepiniz toplanarak bana istediğiniz tuzağı kurun. Bundan daha açık ne mucize arıyorsunuz? Yalnız bana fenalık getirdiğini iddia ettiğiniz bazısı değil, bütün ortaklarınız, putlarınız, ve siz hepiniz toplanarak bana fenalık yapmak için dilediğiniz plânı kurun, istediğiniz hileyi tertipleyin. Sonra bana mühlet de vermeyin, elinizden geleni erteye koymayın, hemen yapın, hiç bir korkum yok. Ben her halde Allah'a tevekkül ettim, O'nun emir ve muhafazasına dayandım ki, O benim Rabbûn ve sizin de Rab-binizdir. Benim de sahibim, efendim O'dur, sizin de, O'nun irade ve dilemesi olmadan ne sizden, bir şey sadır olabilir, ne de musibet erişebilir. Yer yüzünde hiç bir debelenen yoktur ki, O'nun kudreti ve tasarrufu altında olmasın. Hepsini dilediği gibi tasarruf eder, hiç birini kaçırmaz, isterse hiç kımıldatmaz. Şüphesiz ki Rabbım doğru yol üzerindedir. Doğruluğun koruyucusu, doğruların yardımcısıdır. Rızası hak, adalet ve doğruluktadır.

«Artık siz yine yüz çevirir, bu açık kat'i hakikatleri dinlemez ve doğru tevhîd yolunu tutmazsanız, ben size gönderildiğim tebliğ vazifemi işte yaptım. Rabbım beni mes'ul tutmaz da sizi helak edip sizin yerinize sizden başka bir kavim getirir, halifeliği onlara verir. Ve siz O'na zerrece bir zarar edemezsiniz. O'nun emrinden yüz çevirmenizin bütün zararı kendinize aid olur. Çünkü Rabbım her şeyin üzerinde koruyucu ve gözetleyicidir. Hiç bir şeyi kaçırmaz ve yaptıklarınız ondan gizli kalmaz. Binaenaleyh ona hiç bir zarar ihtimali olmaksızın cezanızı bulursunuz.

Bütün bu nasihatlere rağmen Ad kavmi isyan ve küfürde ısrar etti. Allahü Teâlâ'nın elçisinin sözlerini dinlememekle de azaba müstahak oldular. Vaktâ ki korkutuldukları azabı gökte, vadilerine doğru gelen bir siyah bulut halinde gördüler, dediler ki:

— «Bu ufukta behren bir bulut; bize yağmur yağdıracak.» Hûd aleyhisselâm onlara şöyle söyledi:

— «Hayır, o, sizin acele istediğiniz şey: Bir rüzgâr ki, onda çok acıklı bir azap vardır, Rabbının emriyle her şeyi helak edecektir, işte üzerinize Rabbınızdan bir azap ve gazap fırtınası indi.. Sizin ve atalarınızın uydurduğu, taktığı kuru isimler hakkında, siz benimle mücadele mi ediyorsunuz? Allah, onlara hiç bir zaman öyle bir saltanat hakkı indirmedi, artık azabın gelişini bekleyin, ben de sizinle beraber ona gözetenlerdenim.»

Bir müddet sonra inkârın derinliklerine dalan Ad kavmi, bu bulutun bir yağmur değil, azap fırtınası olduğunu görmüş ancak iş işten geçmişti. Bu, bir «sarsar» rüzgârı, soğuk ve gürültülü bir fırtına idi ki, onlara uğursuz gelen bir günde başladı ve yedi gece sekiz gün devam etti. Azap fırtınası, olduğunu ise tanımaları ilk olarak şöyle olmuştu : Dışarı çıkmış olan yüklerinin ve hayvanlarının birer kuş tüyü gibi Gök ile Yer arasında uçuşmaya başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve kapılarını kapamışlar, derken fırtına gelip kapılarını" açmış yedi gece sekiz gün üzerlerine kum seli akıtmış, sonra da-"Allahü Teâlâ'nın emriyle kümü üzerlerinden açmış ve hepsini denize dökmüştü.

Yine rivayet edilir ki; içlerinde azabı ilk gören bir kadın olmuştu ve ateş alevi gibi bir rüzgâr görmüştü. Rüzgâr insanları yoluyor, çekip koparıp alıyordu, bundan kurtuluş yoktu. Ad kavmi, iri bedenli oldukları için başları kopup kopup devrildikçe sanki dibinden kopmuş içi kof hurma kütükleri gibi devriliyor, bu fırtına onları sel köpüğü ve süprüntüsü gibi denize döküyordu. Kâfirlerin burunlarından girip arkalarından çıkan, evlerini mallarını yıkıp süpürüp götüren ve her birini bir tarafa atıp parça parça eden bu azap fırtınasının Şubat ayının sonunda «berdül acuz = kocakarı soğukları» denilen günlerde vaki olduğu bildirilmiştir ki, adi geçen tâbir günümüzde de kullanılmaktadır.

Allahü Teâlâ'nın gönderdiği peygamberin bildirdiklerine' imân etmeyen ve uğradığı şeyi bırakmayıp mutlak çürütüp kül ediveren «sarsar» rüzgârının savurduğu taşlarla beyinleri parçalanarak helak olan Ad kavminin kâfirleri kökleri kuruyup cezalarını bulurken; Allah'ın elçisine imân eden mutlu zümre ise dünya ve âhiret felahına eriyorlardı.

Hûd aleyhisselâm rüzgârı hissettiği zaman kendisinin ve inananların üzerine bir hat çizmiş, bir menbâ civarına, bir mahalle doğru çekilmişti. Kâfirleri kasıp kavuran azap rüzgârı, onlara bir seher tesiri yapıyor ve ancak derileri yumuşatacak, insanlara ferahlık verecek şekilde dokunuyordu. Hz. Hûd ile birlikte gerçek kurtuluşa eren bu mü'minler topluluğunun dört bin kadar olduğu bildirilmiştir.

Eğer Ad kavminin kâfirleri de bu mü'minler gibi, Allahü Teâlâ'nın Ayet ve delillerini inkâr etmeyip, Hûd aleyhisselâm'ın tebliğ ettiği şekilde imân ve itaat etselerdi helak olmayacaklardı. Lâkin onu dinlemeyip eğlendikleri için, o istihza ettikleri «Haydi getir bize» dedikleri azap da kendilerini kuşatıverdi. Çünkü bunların isyan ettikleri peygamber Hûd aleyhisselâm ise de, bunun bildirdikleri esas itibariyle evvelki peygamberlerin de bildirdiklerine uygun olduğundan ona isyan etmekle hepsine isyan ettiler ve bütün inatçı zorbaların arkasına düştüler. Böylece kendileri de hem, bu dünyada lanetle takip olundular, hem de Kıyamet gününde. İşte öyle isyankâr bir kavme, Allahü Teâlâ böyle ceza verir. Halbuki Allahü Teâlâ, onlara mal ve kuvvetten ibaret öyle şeyler ihsan etmişti ki, başkalarına o kuvvet ve iktidarı vermemiştir. Hem bu nimeti anlasınlar diye, kendilerine, kulak, gözler ve kalbler vermişti. Fakat onların ne kulağı, ne gözleri ve ne de kalbleri kendilerine bir fayda vermedi. Çünkü Allah'ın Ayetlerini inkâr ediverdi, inkârlarının cezasını görüp Dünya hayatında zillet azabını tattılar. Elbette Ahiret azabı daha zilletlidir. Hem onlar, kurtulamayacaklardır.

Bu hâdiseye muhatap olanlar, bugün, gidip dolaşırlarsa; gözlerine çarpacak o harap eserler, kabirler, o azaba uğrayan Ad kavmine aiddir.


nazlisu 20 Ekim 2006 16:12

İDAMDAN İSLAM'A
Rasul-i Ekrem s.a.v.'in Mekke'yi fethettiği gün, İslâm düşmanı Ebu Cehl'in idam fermanı verilmiş oğlu İkrime, ölüm korkusuyla kaçıp Yemen tarafına gitmişti. Onun eşi Ümmü Hakîm ise müslüman olmuş ve İkrime'nin bağışlanmasını Rasulullah'tan istirham etmişti.
Allah Rasulü s.a.v., İkrime için güvenlik garantisi verince, hanımı Ümmü Hakim onu aramaya çıktı. Tihâme sahillerinde deniz yolculuğu sırası müslüman bir kaptanla görüşmekte olan İkrime'yi buldu. Kaptan ona diyor ki:
- Lâ ilâhe illallah Muhammeden Rasulullah de, canını kurtarıver!
İkrime şu karşılığı veriyordu:
- Ben de zaten bunu için kaçıyorum...
O sırada İkrime'nin karısı ortaya çıkarak şu haberi verdi:
- Ben insanların en iyisi ve en hayırlısının yanından geliyorum. Onunla konuştum, o sana eman verdi, seni güvenceye aldı. Gel gidelim, kendine kıyma!
Beraber yola çıktılar. Bir konaklama yerinde İkrime, eşiyle birlikte olmak istedi. Kadın onu şiddetle reddetti:
- Olmaz! Ben müslümanım sen ise kâfirsin, deyince İkrime:
- Doğrusu, seni benden uzaklaştıran şey, gerçekten önemli olmalı, dedi.
İkrime Mekke'ye yaklaşınca, Rasulullah ashabına şöyle dedi:
- Ebu Cehl'in oğlu İkrime, mümin ve muhacir olarak size geliyor. Sakın babasına sövmeyiniz. Çünkü ölüye sövmek ona ulaşmaz, diriye zarar verir.
Rasul-i Ekrem s.a.v. İkrime'yi görünce sevinçle onu karşıladı. İkrime sordu:
- Ey Muhammed! Sen beni neye davet ediyorsun?
- Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim O'nun kulu ve Rasulü olduğuma inanmaya, namaz kılmaya ve zekât vermeye... davet ediyorum.
- Vallahi sen sadece hakka davet ediyor, iyi ve güzeli emrediyorsun. Sen peygamber olmadan önce de bizim en doğrumuz ve en iyimizdin.
İkrime bu konuşmadan sonra Allah Rasulü s.a.v.'in elinden tuttu, Kelime-i Şehâdet söyleyip müslüman oldu.


arwen 21 Ekim 2006 00:02

Yer yüzünde "İlk insan" ve hem de "İlk Nebî"dir.
Ülül'azm peygamber ve Resûllerin ilkidir.

Hiç bir şey yaratmadan âlemde Hak teâlâ,
"Habîbinin nûru"nu halk eyledi evvelâ.

Ve hadîs-i kudsîde, verdi ki şöyle haber:
(Hiç bir şey yaratmazdım, sen olmasaydın eğer.)

Âdem aleyhisselâm yaratılmadan önce,
Yer yüzünde "cinnîler" yaşıyordu sâdece.

Sonra, aralarında çıkınca kin ve haset,
Kavga-cidâl yaptılar, "kan döküldü" nihâyet.

Hak teâlâ o zaman, gökteki meleklerden,
Müteşekkil bir ordu gönderdi yer'e hemen.

Onların başına da, "İblîs"i kıldı serdâr.
Zîrâ henüz Allah’a olmamıştı isyânkâr.

Adı, "Azâzil" olup, hepsinden âlim idi.
O ordunun başında, göklerden yere indi.

Cinleri, yer yüzünden adalara, dağlara,
Sürerek, kendileri yerleşti oralara.

Böylece, meleklerin bir kısmı yer yüzüne,
Yerleşip, emîrleri "Azâzil" oldu yine.

Hem göklerin, hem yerin oldu idârecisi.
Cennet hazînesinin, hem o idi bekçisi.

O, bâzan yer yüzünde, bâzı kere göklerde,
İbâdet ediyordu istediği her yerde.

"Kırk bin" sene yapmıştı, Cennetlerde bekçilik.
Yaptı "seksen bin" yıl da, meleklere emîrlik.

Onlara, "otuz bin" yıl, yaptı vâz-ü nasîhat.
Arş-ı âlâ altında, "on bin" yıl yaptı tâat.

Allah, "Âdem Nebî"yi yaratmak dileyince,
Ve bundan, melekleri haberdâr eyleyince,

Dediler ki: (Yâ Rabbî, sana hamd ediyoruz.
Ve seni tesbîh edip, her an zikrediyoruz.

Yerde fesat çıkarıp ve kan dökecek olan,
Kimseleri, ne için yaratacaksın el'an?)

Hak teâlâ buyurdu: (Ey benim meleklerim!
Sizin bilmediğiniz şeyleri ben bilirim.

Siz, yalnız bakarsınız onların işlerine.
Bense, nazar ederim kalb ve niyetlerine.

Siz, mâsum olsanız da günâhtan her ne kadar,
Onlar, günâh işleyip, sonra pişmân olurlar.

Sizin bu hâlinizi sevsem dahî bir nice,
"Affı"da çok severim, kulum tövbe edince.

Bana yaklaşanlara, daha çok yaklaşırım.
Benden uzaklaşanı, bana yaklaştırırım.

Ben, zelîl olanları, ederim tekrâr azîz.
Benim bildiklerimi, bilmezsiniz aslâ siz.)

Gerçi bunu sormakta, meleklerin niyeti,
Sâdece öğrenmekti o işteki hikmeti.

Yine de, "Bu suâli, niçin sorduk?" diyerek,
İstiğfâr eylediler, O'na boyun bükerek.

Dediler ki: (Yâ Rabbî, seni tenzîh ederiz.
Senin öğrettiğinden gayri şey bilmeyiz biz.

Ey Rabbimiz, muhakkak, sen her şeyi bilensin.
Ve her bir yaptığının, hikmeti vardır senin.)

Melekler, aczlerini böyle edip îtirâf,
Kürsî'yi, "yedi sene", ettiler her gün tav


SiMYaCı 24 Ekim 2006 04:01

Anne anne, Allah bizi görüyor


Hz. Ömer, halifeliği sırasında bir gece asayişi kontrol için Medine sokaklarında dolaşıyordu. Gecenin karanlığında önünden geçmekte olduğu bir evden yüksek sesler işitti. Bir anne kızına şöyle diyordu;
- Kızım, yarın satacağımız süte su karıştır!
- Anne, Halife süte su karıştırmayı yasak etmedi mi?
- Kızım, gecenin bu saatinde Halifenin nerden haberi olacak, o şimdi yatağında yatıyor.
- Anne! Anne! Halife uyuyor, haberi olmaz diyorsun! Her şeyi bilen, gören ve her şeye kâdir olan Allahü teâlâ bizi görüyor, hâlimizi biliyor! Hilemizi insanlardan gizleyebiliriz, fakat her şeyi bilen ve gören Allah’tan nasıl gizlersin?

Hz. Ömer, bu kızın güzel ahlakına çok hayran kaldı. Bu durumu hanımına da anlattı. Sonra da, o kızı oğlu Asım ile evlendirdi. Asım’ın bu kadından bir kızı oldu. Bu kızdan da âdil halifelerden Ömer bin Abdülaziz hazretleri doğdu.


arwen 24 Ekim 2006 04:04

Bir miktar odunu,vurup sırtına,
ihtiyar bir adam,koyulur yola.

Hava gayet sıcak,yol ise uzun,
Adamda başlamış,büyük bir hüzün.

Alnından akıyor,şıpır şıpır ter
Dizinde mecal yok,gözlerinde fer.

Düşe kalka biraz daha yol alır
velakin çok geçmez,tıkanır kalır

şöyle der:'Çekilmiyor artık bu hayat,
Görmedim ömrümde hiçbir gün rahat.

Şöyle yatsaydım ocak başında,
Odun taşımak zor yetmiş yaşında.

Sonunda odunu yerlere atıp,
Haykırır yürekten etrafa bakıp.

'Nerdesin azrail gelsene artık!
Çekilmez oldu bu ihtiyarlık.

Etrafa yayılan sesi işitip,
Gelir hemen biri oldukça muzip.

Beni çağırdın der,bir derdinmi var?
Dileğin nedirki söyle ihtiyar!

İhtiyar bakar ki iş tehlikelidir,
Beti benzi solar,lafı çevirir.

'Dileğim yükümü kaldır sırtıma
Yavaşça gideyim eski yoluma!'.


kamyon 28 Ekim 2006 00:14

ESHAB-I KEHF ---YEDİ UYURLAR



Hazreti Isa aleyhisselâmdan sonra încil ehlinin işi karmakarışık, alt üst olmuş, aralarında günahkârlar büyümüş, hükümdarlar azgınlaşmış ve putlara tapar; putlar için kurbanlar keser hale gelmişlerdi. Bu yolda en ileri gidenlerden birisi de Rum hükümdarlarından Dekyanus idi. Bu hükümdar Rum diyarını dolaşıp putperestliği kabul etmeyen Isa ümmetini katlediyordu.

Dekyanus bu gezisi sırasında nihayet Eshâb-ı Kehf'in şehri olan Dekinos'a da indi. İner inmez de îman ehlini takip ve toplanmasını emretti, iman ehli bunu duyduklarından dolayı şuraya buraya kaçıp gizlenmişlerdi. Şehrin kâfirlerinden tâyin ettiği zabıtası, îman sahiplerini takip ediyor, gizlendikleri yerlerden çıkarıp Dekyanus'a getiriyorlardı. O da putlara kurban kesilen mezbaalara sevkedip kendilerini putlara tapmak ile öldürülmek arasında muhayyer bırakıyordu. Alçak dünya hayatına rağbet gösterip de bu katliâmdan korkanlar onun dediğini yapıyorlar, ebedî hayatı tercih edenleri ise öldürüp parçalayıp şehrin sûrlarına ve kapılarına asıyorlardı.

Bu durumu gören bir kaç genç ki, onlar Rum'un asilzadelerinden bir rivayete göre de hükümdarın yakınlarından idiler. Kendileri hür kimselerdi. Bunlar bu vaziyetten çok müteessir oldular, bu fitnenin defi için Allahü Teâlâ'ya göz yaşlarıyla yalvararak namaz kılıp dua ediyorlardı. Zalim hükümdarın adamları bunları ihbar ettiler. Bunun üzerine Dekyanus, onları bir sohbet halinde iken bastırıp huzuruna getirtti ve biraz şeyler söyledikten sonra kendilerini «Ya putlara tapmak veya ölüm»den birini seçmek üzere muhayyer bıraktı. O vakit o yiğitler de Allahü Teâlâ'nın kendilerine verdiği rabıta ve metanetle kıyam edip dediler ki:

— Bizim bir ilâhımız vardır ki, O'nun azamet ve kudreti Gökleri ve Yeri kaplar. O, Göklerin ve Yerin Rabbidir. Biz O'ndan başka birine ilâh demeyiz, asla ibadet etmeyiz. Senin davetine uyma ihtimalimiz ebediyyen yoktur. Doğrusu biz öyle yaparsak o vakit akıldan uzak, haddini aşmış, yalan söylemiş oluruz. Çünkü ondan başka ilâh muhaldir, yalandır. Hükmün ne ise yap!

Böylece bu yiğitler müşriklere karşı baş kaldırıp Allah'ın birliğini, tevhidi ilân ettiler. Hâsılı bu gençler, Allah'dan başka ilâh tanımayan hakikî mü'min idiler, işleri de Allahü Teâlâ'nın hidayetiyle dinlerini korumak için zalim müşriklerin zorlama ve şiddetlerine karşı baş kaldırmak olmuştu. Şirke sapan ve dünya hayatına rağbet gösteren Hıristiyanlara benzemiyorlardı. Hükümdarın ve müşriklerin huzurunda böyle kıyam edip olanca rabıta ve kalb metanetiyle söz birliği halinde tevhidi ilân ederek kendileriyle beraber hakkı söylemeyip şirke sapan kavimlerini tahkir ve takbih ederek şöyle söylediler:

— Bak hele, şunlar, şu bizim kavim Allahü Teâlâ'dan başka ilâh kabul ettiler. Allahü Teâlâ'nın ilâh olduğuna ve Rab olmasının büyüklüğüne Gökler ve Arz gibi açık deliller var. Fakat O'ndan başkasının ilâh olduğuna dair açık bir delil getirseler ya bakalım? Ne mümkün?.. Delilsiz dâva kabul edilir mi? Veya şunun bunun keyfî tahakküm ve tasallutu delil tutulur mu?

Yiğitlerin böyle kıyam edip gereken cevabı vermeleri üzerine Dekyamıs, onların üzerlerindeki asalet elbiselerinin soyulmasını emredip yanından çıkardı ve kendisi mühim bir iş için Ninova şehrine gitti ve geri dönünceye kadar onlara düşünmek için mühlet verdi; kendisinin dediğine uyarlarsa uyarlar, yoksa diğer müslümanlara yaptığını yapacaktı.

Bunun üzerine gençler kavimlerinden de böyle yüz çevirdikten sonra çekilip kendi kendilerine dinlerini muhafaza etmek için karar verip şehrin yakınındaki Benclüs dağında sarp bir mağaraya gizlenmeyi kararlaştırdılar. Her biri babasının hanesinden bir şeyler aldı, bazısını sadaka olarak verdiler, kalanını da nafaka edinerek gidip o mağaraya sığındılar. Burada gece ve gündüz namaz kılıyorlar, Allahü Teâlâ'ya inleyerek, yalvararak niyaz ediyorlardı. Nafakalarına ait işleri Temliha'ya vermişlerdi. O, sabahleyin bir miskin kıyafetine girerek şehre giriyor, lâzım olanı alıyor, biraz da havadis öğrenerek arkadaşlarının yanına dönüyordu.

Dekyanus şehre geri dönûnceye kadar bu şekilde durdular. Zalim gelir gelmez bunları isteyip babalarını getirtti. Babaları onların kendilerine isyan ve mallarını da yağma ederek çarşılarda israf ile dağa kaçtıklarını söyleyip özür beyan ettiler. Temliha bu fena durumu görünce pek az azık alıp ağlayarak mağaraya vardı ve arkadaşlarına dehşeti haber verdi. Hepsi ağlaşarak secdelere kapanıp Allahü Teâlâ'ya yalvardılar, sonra başlarını kaldırıp oturdular, yapacakları iş hakkında konuşmaya başladılar. Derken Allahü Teâlâ bunlara bir uyku verdi, yattılar, nafakaları baş uçlarında olduğu halde uyuyup kaldılar.

Beri tarafta Dekyanus hiddetinden ne yapacağını düşünüyordu. Onları uykuya daldıran Allahü Teâlâ bunun kalbine de mağaranın kapısını kapatmayı getirdi. Bunun üzerine Dekyanus mağaranın kapısının ördürülmesini emretti:

— Açlıktan, susuzluktan ölsünler, mağaraları kabirleri olsun! dedi.

Adamları da öyle yaptılar. Ancak Dekyanus'un hanesinde îmanını gizleyen iki mü'min vardı. Birinin adı Pendros, diğerininki ise Runas idi. Bunlar Eshâbı Kehf'in isimlerini, neseblerini ve kıssalarını iki kuru levhaya yazıp bir bakır sandığa koyarak yapılan duvarın içine koymayı kararlaştırdılar ve bu şekilde yaptılar.

Bu yiğitler öyle bir vaziyette uykuya dalmışlardı ki, görülse uyanık zannedilir, fakat hakikatte ise uykuda idiler. Uykuda oldukları halde gözleri açık, sağa ve sola dönüyorlardı. Köpekleri Kıtmîr ise mağaranın girişinde kollarını serîvermiş bir vaziyette uyuyordu. Üzerlerine çıkıp varılsa muttlak dönülür kaçılır, korkudan donakalırlardı. Zira vaziyetleri öyle heybetli, öyle korkunç idi. Bu itibarla kendilerine kimsenin muttali olması mümkün değildi. Öyle bir rahatlık içinde uyuyorlardı ki Güneş doğduğu zaman mağaralarından sağ tarafına meyillenir, batarken de onları sol taraftan makaslardı. Yani üzerlerine gün bile değmez, değse de nihayet batış sırasında soldan biraz kırkar geçerdi. Çünkü mağaranın vaziyeti buydu. Her tarafı m'ahfuz, ancak kapısı biraz batıya meyilli olarak kuzeye bakıyordu. Onlar ise mağaranın bir geniş yerinde sıkıntısız bir şekilde yatıyorlardı.

Eshâbı Kehf in o suretle Allah için baş kaldırması ve kavimlerini terkedip mağarada böyle yatmaları, Allahü Teâlâ'nın kudret ve rahmetinden bir delil, bir keramettir.

İşte böylece ilâhî bir rahmet olarak bu yiğitlerin o mağarada senelerce uyuyup muhafaza edilmesinden sonra Allahü Teâlâ onları bir delil olarak ba's de etti, ölü diriltir gibi uykudan uyandırdı. Eshâbı Kehf uyandıkları vakit aralarında soruşturmaya başladılar ve içlerinden biri:

— Ne kadar durdunuz, ne kadar uyudunuz? diye sordu. Kimisi:

— Bir gün, diye cevap verdi. Kimi de:

— Bir günden âz, dediler. . Nitekim kıyamette diriltilecekler de böyle sanacaklardır. Bu konuşma esnasında kimi de daha fazla durulduğunu sezerek aralarındaki ihtilâfı kesmek için dediler ki:

— Ne kadar durduğunuzu Rabbiniz en iyi bilir. Binaenaleyh ihtilâfı bırakınız da, hemen birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderiniz, en temiz yiyecek hangisi baksın ve size ondan bir rızık getirsin, çok dikkat ve nezaketle hareket etsin, sakın sizi kimseye sezdirmesin. Zira başınıza binerlerse şüphe yok ki, ya Sizi öldürecekler veya irtidad ettirip milletlerinin dinî putperestliğe döndürecekler. O zaman da ebedî kurtuluş bulamazsınız. Öîdürülürseniz şehîd olur kurtulursunuz ama, dininizden dönüp küfre girerseniz dünyada ve âhirette ebediyyen felaha eremezsiniz.

Hülâs'a böyle konuştular ve bu sözü kabul ettiler de, içlerinden Temliha'yı şehre gönderdiler. Fakat Hüdânın takdirine bak ki, o derece sakınmalarına rağmen Allahü Teâlâ, bu suretle kendilerini tanıttırdı. Çünkü Yemliha'nın elindeki para, o zamanki insanlara göre hayli eski olduğundan dikkati çekmiş ve yakalanmasına sebep olmuştu. Bu şekilde Allahü Teâlâ va'dinin hak ve saatinin şüphesiz olduğunu insanlar muhakkak bilsinler diye, bu duruma muttali kılmıştı. Zira mağarada ne kadar durduklarını bilemeyen Eshâb-ı Kehf senelerce yattıkları yerden kabirden kalkar gibi uyanıp kalktıklarını anlamış ve vaktiyle baş kaldırdıkları müşriklere karşı muvaffak olduklarını ve taleb ve ümid ettikleri ilâhî rahmetin bir tecellîsini görmek ve daha önce îman ettikleri şekilde Alah'ın va'dinin hak olduğunu müşahede ile bilmiş oluyorlardı. Ve bu suretle gerek kendileri ve gerek diğerleri için Kıyametin şüphesiz olduğuna da bir delil ve misâl olmuş bulunuyorlardı.

Eshâb-ı Kehf in uyudukları mağaranın mevkii ile alâkalı olarak muhtelif yerler rivayet edilegelmiştir. Ancak bugün ziyaret edilmekte olan Tarsus yakınlarındaki mevkiin onlara ait yer olduğu bilinmektedir.

Bu kıssaya ait hususlardan biri de onların üç kişi olup kelbleriyle birlikte dört, veya beş kişi olup kelbleriyle beraber altı, yahut da yedi kişi olup kelbleriyle beraber sekiz olduklarına dair rivayetlerdir ki, doğruya en yakın olanı sonuncusudur. Doğrusunu Alahü Teâlâ bilir. Adetlerin bilinmesi kıssa noktası nazarından herkese lâzım değildir. Onları hakkiyle bilenler pek azdır. Çokları bu mevzuuda gaybî taşlamaktan başka bir iş yapmamaktadırlar. Şu hâlde Eshâb-ı Kehf kıssasını yalnız Kur'an'ın beyanına dikkat ederek mütalea etmeli, şundan bundan sormaya kalkışmamalıdır.

Eshâb-ı Kehf'in mağarada uyuma sürelerinin ise üç yüz dokuz sene olduğu yine Kur'an'ın beyanıdır.

yüce kitabımız kuranı kerimde haklarında geçen ayetler: (kaynak elmalılı hamdi yazır meali)

(Kehf Sûresi)

9- Yoksa sen Ashab-ı Kehf'i ve Rakim'i (isimlerinin yazılı bulunduğu taş kitabeyi) şaşılacak âyetlerimizden mi sandın?

10- O gençler mağaraya sığınınca şöyle dediler: "Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden bir kurtuluş yolu hazırla."

11- Bunun üzerine biz de kulaklarını tıkayarak mağarada onları yıllarca uyuttuk.

12- Sonra da iki gruptan hangisinin, onların mağarada kaldıkları süreyi daha iyi hesapladığını anlamak için, onları tekrar uyandırdık.

13- Biz sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatacağız. Hakikaten onlar, Rablerine iman eden birkaç genç idi. Biz de onların hidayetlerini artırdık.

14- (Oranın hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına ilâh deyip tapmayız, yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.

15- Şu bizim kavmimiz, Allah'tan başka ilâh edindiler. Onların ilâh olduğuna dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?

16- (İçlerinden biri şöyle demişti) "Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları putlardan ayrıldınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz rahmetinden size genişlik versin ve işinizi rast getirip kolaylaştırsın."

17- Ey Muhammed! Baksaydın güneşin doğduğu zaman mağaranın sağ tarafına yöneldiğini, batarken de sol taraftan onları makaslayıp geçtiğini görürdün. Onlar, mağaranın geniş bir yerinde idiler. İşte bu Allah'ın mucizelerindendir. Allah kime hidayet ederse, işte o, hakka ulaşmıştır; kimi de hidayetten mahrum ederse, artık ona doğru yolu gösterecek bir dost bulamazsın.

18- Bir de onları mağarada görseydin uyanık sanırdın. Halbuki onlar uykudadırlar. Biz onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de girişte ön ayaklarını ileri doğru uzatmıştı. Eğer onları görseydin, arkana bakmadan kaçardın ve için korku ile dolardı.

19- Onları bir mucize olarak uyuttuğumuz gibi, birbirlerine sorsunlar diye kendilerini uyandırdık da içlerinden bir sözcü şöyle dedi: "Ne kadar durup kaldınız?" (Kimi) "Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık" dediler. (Kimi de) şöyle dediler: "Ne kadar durduğunuzu, Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi, bu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size azık getirsin. Hem çok dikkatli davransın ve sizi kimseye sezdirmesin."

20- "Çünkü şehir halkı, sizi ellerine geçirirlerse muhakkak sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman siz dünyada da ahirette de asla kurtuluşa eremezsiniz."

21- Böylece insanları onlardan haberdar kıldık ki, öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu ve kıyamet gününden şüphe edilemeyeceğini bildirmek için, öylece şehir halkına buldurduk. Onları mağarada bulanlar, aralarında durumlarını tartışıyorlardı. Dediler ki: "Üstlerine bir bina (kilise) yapın. Bununla beraber Rableri, onları daha iyi bilir." Sözlerinde üstün gelen müminler: "Üzerlerine muhakkak bir mescid yapacağız." dediler.

22- Ashab-ı Kehf'in sayılarında ihtilaf edenlerden bazıları: Onlar, üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir" diyecekler. Diğer bazıları da "Onlar, beş kişidir, altıncıları köpekleridir " diyecekler. Her ikisi de bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (kimileri de) "Onlar, yedi kişidir; sekizincisi köpekleridir" derler. De ki: "Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir." Onları ancak pek azı bilir, Bu sebeple onlar hakkında bu bildirilenler dışında bir münakaşaya girişme ve bunlar hakkında hiç kimseye de bir şey sorma!

23- Hiçbir şey için, Allah'ın dilemesi dışında: "Ben yarın onu yapacağım deme"

24- Ancak Allah dilerse (yapacağım de). Ve unuttuğun vakit Allah'ı an ve "Umarım Rabbim beni, doğruya daha yakın olana eriştirir." de.

25- Onlar, mağaralarında üçyüz yıl kadar kaldılar ve dokuz yıl da buna ilave etmişlerdir.

26- De ki: "Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir." Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.




------------------------------------------------------------


HAPİSHANEDE KILINAN NAMAZ



Horasan vâlisi Abdullah bin Tâhir, çok âdil biriydi. Jandarmaları birkaç hırsız yakalamış, vâliye bildirmişlerdi. Getirilirken hırsızlardan birisi kaçtı. O sırada Hiratlı bir demirci, Nişapur'a gitmişti. Demirciyi, gece eve giderken, jandarmalar yakaladılar ve diğer zanlılarla beraber vâliye çıkardılar. Vâli dedi ki:
- Hepsini hapsedin!
Bir suçu olmayan demirci, hapishanede hemen abdest alıp, namaz kıldı. Ellerini uzatıp:
''Yâ Rabbi! Bir suçum olmadığını ancak sen biliyorsun. Beni bu zindandan ancak sen kurtarırsın!'' diye duâ etti. Vâli uyurken rüyâsında dört kuvvetli kimse gelip, tahtını ters çevirecekleri zaman uykudan uyandı. Hemen kalkıp, abdest aldı, iki rek'at namaz kıldı. Tekrar uyudu. Tekrar o dört kimsenin tahtını yıkmak üzere olduğunu gördü ve uyandı. Kendisinde bir mazlumun âhı olduğunu anladı. Vâli hemen hapishane müdürünü çağırtıp sordu:
- Acaba bu gece hapishanede mazlum birisi kalmış mı?
Müdür dedi ki:
- Bunu bilemem efendim. Yanlız biri namaz kılıyor, çok duâ ediyor göz yaşları döküyor.
- Hemen adamı buraya getiriniz. Demirciyi vâlinin yanına getirdiler. Vâli hâlini sorup, durumu anladı, ve dedi ki:
- Sizden özür.diliyorum.Hakkını helâl et ve şu bin gümüş hediyemi kabul et. Herhangi bir arzun olunca bana gel! Demirci de cevabında dedi ki:
-Ben hakkımı helâl ettim. Verdiğiniz hediyeyi kabul ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeye gelemem.
- Neden gelemezsiniz?
- Çünkü benim gibi bir fakir için, senin gibi bir sultanın tahtını birkaç defa tersine çevirten sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına söylemek kulluğa yakışır mı? Namazlardan sonra ettiğim duâlarla beni nice sıkıntılardan kurtardı. Pek çok murâdıma kavuşturdu. Nasıl olur da başkasına sığınırım? Rabbim, nihayeti olmayan rahmet hazinesinin kapısını, ihsân sofrasını herkese açmış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de vermedi? Kim geldi de, boş döndü? İstemesini bilmezsen, alamazsın. Huzûruna edeple çıkmazsan rahmetine kavuşamazsın!
Akıl isen nemâzı, çün saâdet tâcıdır.
Sen namazı şöyle bil ki, mü'minin mi'râcıdır.






Saat: 00:42
Sayfa 1 / 4

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık