Yazı HayatıMehmet Akif, baytar mektebine devam ettiği sıralarda Tanzimat devri son bulmuştur. 0 sıralarda sair Abdülhak Hâmit yeni parlamağa başlamıştır. Yine bu devrin meşhur romancılarından Sami Paşa zade Sezai ise kendisine o zamanlar büyük bir ün kazandıran (Sergüzeşt) isimli romanını henüz yazmamıştır. Yeni yetişen nesilden, Cenap Şebabettin, Tevfik Fikret, Hüseyin Siyret, Hüseyin Suad, Ali Ekrem, Mehmet Rauf ve arkadaşları ise henüz pek silik ve pek yenidirler. Bunlar «Mektep» ismini taşıyan biri derginin etrafında toplanarak kendilerine bir muhit yapmağa çalışıyorlardı. Roman ve hikâyeleri ile edebî kapasitesini belirtmeğe başlayan Halit Ziya Uşaklıgil ise İstanbul'un edebî çevresinden uzak, İzmir'de bulunmakta ve Hizmet gazetesinde yazılarını yayımlamaktadır. İstanbul'da yeni yetişen yukarıda isimlerini saydığımız gençlerle, onların arkadaşları ise, Abdülhamid'in istibdat idaresinden göz açarak Recai zade Mahmut Ekrem'in etrafında bir türlü toplanamıyorlardı. Bu sırada (Servet-i Fünun) edebî mektebi kurulmak üzere idi. Gerek tanzimatçılardan hâlâ hayatta kalanlar ve gerekse yeni yetişen nesil Türk edebiyatında bir yenilik yapmak, doğunun tesirinden kurtularak, batının egemenliğine girmek istiyorlardı. Muallim Naci taraftarları ise bunun aksi bir fikir taşıyorlardı. Onlar batının egemenliğini kabullenmekle beraber, yıllardır devam eden Arap ve Acem edebiyatının terkedilemiyeceğini de iddia ediyorlardı. Bunlara göre yüz yıllarca bağlı kaldığımız doğu medeniyetini hiçe saymak, bu medeniyetten faydalanmamak akıl kâri değildi. İşte Mehmet Akif 14-15 yaşlarında iken İstanbul'da edebî durum bu merkezde idi. Ortada doğu ve batı diye iki taraf vardı. Tanzimatçılardan arta kalanlarla, yeni yetişen nesil; Muallim Naci taraftarlariyle fikir yönünden çarpışma halinde idiler. Muallim Naci, Mehmet Akif'in mülkiyeden hocası idi. Bu yüeden Mehmet Akif, Muallim Naci'nin tarafını tutuyordu. O yeni olduğu halde, yenilik istiyenlere katılmadı. Yaşadığı muhit ve gördüğü tahsil hayatı onu tabiî olarak Muallim Naci'ye bağlıyordu. Muallim Naci, gazel vadisinde, yeni tarzda bir takım güzel şiirler de yazıyordu. Mehmet Akif, Muallim Naci'nin yalnız gazel vadisindeki şiirlerini taklid etti ve o şekilde şiirler yazmağa başladı. Lâkin sonradan bu ilk yazılarını beğenmeyerek yayımlamaktan vaz geçti ve yırtıp attı. Buna rağmen o bir türlü hocasının tesirinden kurtulamamıştı. İstanbul darülfünununa profesör olduğu zaman bile Muallim Naci'nin (Tevhid) adlı şiirini talebesine yazdırmış ve bütün bir ders boyu bu şiiri açıklayarak Muallim Naci'ye olan bağlılığını ve hayranlığını isbat etmiştir. VeterinerliğiMehmet Akif baytar mektebini bitirince Ziraat Nezareti (şimdiki Tarım Bakanlığı) baytarlık işleri şubesinde vazife aldı. Bir müddet İstanbul'da Bakanlıkta masa başında çalıştıktan sonra baytarlıkla Rumeli, Anadolu ve Arabistan'ı dolaştı. Gezdiği yerlerde bulaşıcı hayvan hastalıkları üzerinde incelemeler yaptı. Mehmet Akif, ilk şiirini 1895 de yayımladı. Bu şiir (Servet-i Fünun) adlı dergide çıkan (Kuran'a Hitap) adını taşıyan bir şiirdir. Servet-i Fünuncuların en güzel yazılarını meydana serdikleri bu sırada Mehmet Akif, yazı ve fikir arkadaşları olan Herekli Arif Hikmet, Sami Rıfat, Mehmet Kemal, Musa Kâzım, Ahmet Mitat gibi imzalarla, Halil Edip'in çıkarmakta olduğu «Resimli Gazete» de şiirler yazmağa başladı. Mehmet Akif'in bu dergide yayımlanan şiirleri gazel biçiminde ve Muallim Naci yolunda yazdığı bir takım eski şiirlerdir ki, yukarıda da söylediğimiz gibi o bu şiirlerini kitap halinde yayınlamamış ve yırtıp atmıştır. Bir taraftan da Servet-i Fünun dergisine Acem edebiyatından tercümeler yapıyordu. 1898 yılından sonra Abdülhamit devrinin baskısı arttı. Bu yüzden Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanan genç neslin sesi çıkmaz oldu. Hele 1901 - 1908 yılları arasında bu dergide edebiyata ait yazıya hemen hemen rastlayamaz olduk. Mehmet Akif de devre uyarak bu sıralarda mecburen sustu. Öğretmenliği4 Ekim 1906 da, esas baytarlık vazifesine ek olarak Halkalı Ziraat mektebi hocalığını da üzerine aldı. 25 Ağustos 1907 de de Çiftçilik Makinist mektebi tahrir hocalığını yapmağa başladı. 11/11/1908 de İstanbul Darülfünunu umumî edebiyat profesörlüğüne tayin edildi. 14 Ağustos 1908 de çıkmağa başlıyan Sırat-ı Müstakim dergisi, Mehmet Akif için beğenilir bir yayım aracı oldu. Bundan sonra çok sevdiği bu dergiye muntazaman yazılar yazmağa başladı. Aynı yılda Şiraz'lı Sadi'nin yazılarına karşı büyük bir alâka gösterdi ve onun tesirinde kaldı. Mehmet Akif'in en çok eser verdiği yıllar 1908-1910 yıllardır. Mehmet Akif'in 1908 yılında Sırat-ı Müstakim dergisinde 29 manzumesi, 1909 da 5 manzumesi, 1910 da 7 manzumesi yayımlandı. Mehmet Akif bu dergide çıkan bütün şiirleri - dördü hariç olmak üzere - 1911 yılında çıkardığı «Safahat» adlı şiir kitabında yayımladı. Mehmet Akif manzum hikâye vadisinde çok lirik bir üslupla bize en güzel, içtimaî ve tarihî hikâyeler verdi. Onun 1908 yılından sonra nesir sahasında da büyük bir ilerleme gösterdiğine şahit oluyoruz. İslam BirliğiMehmet Akif İslâm Birliği mefkûresine bağlı idi. Bu mefkûresinin ışığını biraz da Muhammed Abdû'dan alıyordu. Bu zat İslam Birliği mefkuresinin yayıcısı idi. Ve Mısır'da yetişmişti. Muhammed Abdû'nun İslâmlık idealinin ana hatları şunlardı: a) İslâm dininde reform yapmak, b) Arap dilini yenileştirmek, c) Hükümete karşı halkın haklarını tesbit etmek, d) Batı medeniyet dünyasına kargı, İslâm ülkelerini birleştirmek. Bu esaslar, Mehmet Akif'in 1908 den sonra belirmeğe başlayan ve Balkan Harbi ile Cihan Harbi sıralarında inkişaf'eden İslamcılık mefkuresinin kaynağı idî. Bu dört esastan Mehmet Akif yalnız (b) maddesindeki «Arap dilini yenileştirmek» esasını benimsememîşti. Diğer üçü kendi gayesinin bir kopyası olarak kabullendi. Mehmet Akif geceleri Şehzade başındaki İttihat ve Terakkinin İlmiyye kulübünde arapca dersleri veriyor ve fırsat buldukça da arapçadan çevirmeler yapıyordu. Mehmet Akif İslâm Birliği idealistlerinin çizdiği yolda yürümeğe 1911 yılından sonra bağladı. Fikirlerini evvelâ Beyazıt, Süleymaniye camilerinde verdiği vaızlarla etrafa yayıyordu. |
İstifasıMehmet Akif 11 Mayıs 1913 de, 20 yıldan beri çalışmakta olduğu memuriyetinden istifa ederek ayrıldı. Bu istifaya sebep baytarlık işleri müdürü Abdullah efendinin vazifesinden haksız yere uzaklaştırılmasından doğan teessürdü. Mehmet Akif, çok sevdiği ve saydığı şefinin haksızlığa uğramasına tahammül edememiş ve istifa etmek suretiyle hükümet vazifesinden çekilmişti. Bu sırada Mısır'a seyahat yaptı. Balkan Harbi bozgunluğu ve Mısır seyyahati onu kötümser bir hale soktu. Aradığı İslâm Birliği mefkuresini yaymak için büyük bir gayret gösteriyordu. Yazılariyle şimdi memlekete bu mefkûresini aşılıyordu. Millî MücadeleMehmet Akif, 1918 yılından sonra bütün ümitlerini kaybederek kötümser olmağa başlıyor. Çünkü Arapların İstiklâl uğrunda çarpışmaları boşa çıkmış, islâm âlemi çökmeğe yüz tutmuştur. İslâm âlemini kurtaracak en aydınlık yol, müslümanların el birliği ile mücadeleleridir. Mehmet Akif'in İslâm Birliği ideali sarsılmıştır. Lâkin onu yeniden aydınlığa ve nura kavuşturacak hamle, imkânları da belirmeğe bağlamıştır. Mehmet Akif, Balkan Harbi ve Umumî Harp sıralarında kalemi ile yaptığı gibi, şimdi yine ayni şekilde mücadele hayatına atılmıştır. Mehmet Akif, aslında ruhen kötümserdir. Lâkin görünüşte vazifesinin Türk milletini yeniden ayaklandırmak ve hamleye sevketmek olduğunu idrak etmektedir. Kurtuluş Savağı onun bu ayaklanma ve hamle ümitlerini besleyen bir kaynak olmuştur. Çünkü İslâm memleketlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu içinde mücadeleden vaz geçmeyen ve direnen, kuvvetli bir yığın bulunduğu göze çarpmaktadır. İşte Mehmet Akif asil Türk milletinin kalbi olan bu kuvvete yardım edecektir. Onu gayesine ulaştıracak yolda yeni ışıklar parıldamağa başlamıştır. Eğer Türkiye kuvvetlenirse muhakkak ki diğer İslâm memleketleri de uyanacak ve Mehmet Akifin Ümit kestiği İslâm Birliği hülyası yeniden canlanacaktır. Şimdi Mehmet Akif için biricik kurtuluş yolu Türkiye'nin kendini toplaması olacaktır. Bu kararını tatbik mevkiine koyan Mehmet Akif Millî kuvvetlere katılmak arzusu ile 19 Ekim 1920 tarihinde İstanbul'dan Kastamonu'ya doğru yola çıkıyor. Onu Kastamonu halkı parlak bir şekilde karşılıyorlar. Kastamonu'da Nurullah camiinde ve civar kazalarda Kasım ve Aralık aylarında Mehmet Akif Millî Mücadeleye katılmanın lüzumunu belirten bir çok vaızlar veriyor. İstanbul'da yayımlanmakta olan Sebilürreşat şimdi Kastamonu'da çıkmağa başlamıştır. Onu bizzat dinlemek bahtiyarlığına ulaşamıyanlar, vaızlarını bu dergide okumak suretiyle millî heyecanlarını körüklüyorlar. Bu yazıları heyecanla okuyan El-Cezire kumandanı Nihat Paşa, Mehmet Akif'i tebrik ediyor. Nihat Paşa, Mehmet Akif'in bu vaızlarını Diyarbakır'daki Cami-i Kebir de cuma namazında okutmuş ve bununla da yetinmiyerek onları matbaada binlerce nüsha halinde bastırarak Diyarbakır, Bitlis, Van illeri ile civar mutasarrıflıkları halkına dağıtmıştır. Biz Nihad paşanın bu telgrafından onun hitabelerinin ne geniş yankılar uyandığını ve millî mücadeleyi ne kadar kuvvetle desteklediğini öğreniyoruz. Padişahlık hükümeti, Millî kuvvetlere aktıldı diye Mehmet Akif'in İstanbul'daki vazifesine son veriyor. 25 Ocak 1920 de Kastamonu'dan Ankara'ya hareket eden Mehmet Akif, yolda Yunan ordularının Ankara'ya yaklaşmakta olduğunu duyunca tekrar Kastamonu'ya dönüyor ve burada yeniden tesirli vaızlarına devama başlıyor. Kurtuluş Savası, Mehmet Akif'e yatan mefhumunun ifade ettiği manayı bütün heyecaniyle duyurmuştur. Şimdi onda İslâm'ı duygularla, vatan duyguları atbaşı gitmektedir. Mehmet Akif 1921 de İstiklâl Marşını yazdı. Açılan müsabakada bu marş birinciliği kazandı. İstiklâl Marşı 17 Şubat 1921 de Sebilürreşat dergisinde basıldı. 1 Mart 1921 de Büyük Millet Meclisi kürsüsünde okunarak 21 Mart 1921 de Büyük Millet Meclisi toplantısında millî marş olarak merasimle kabul edildi. Mehmet Akif Büyük Millet Meclisinin birinci devresinde Burdur'dan milletvekili seçildi. Bu sıralarda ona Kur'an'ı Kerim'in tercümesi teklif edildi. Tercümeyi Akif, tefsiri ise merhum Hamdi Aksekili yapacaktı. Mısır YıllarıBu sırada Mehmet Akif Mısır'a bir seyahat yapmağı düşünüyor.Yaptığı çevirmeleri Mısırdan kısım kısım Hamdi Akseki'ye yollamakta, Hamdi Akseki de eline geçen çevirmeleri hemen tefsir etmektedir. Lâkin Mehmet Akif bu çevirmeleri zamanında yetiştirememektedir. Bu yüzden Diyanet İşleri Başkanlığı Mehmet Akif'e çevirmeyi tamam olarak göndermesini yazıyor. Baskı altına girmeyi kabul etmiyen Mehmet Akif üzerine aldığı bu işi zamanında yetiştiremiyeceğini bahane ederek eseri Diyanet İşleri Başkanlığına, bu hususta aldığı para ile birlikte iade ediyor. Kurtuluş Savaşı sonunda kurulan Yeni Türkiye ve dayandığı lâik esaslar, onun yıllardan beri ümit bağladığı İslâm Birliği idealini sarsmıştır. Beklediği şeyi elde edemiyeceğini anlayan Mehmet Akif büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Bu yüzden Mısır seyahati onu oyalıyor. Bu gibi ruhî haller içinde bulunan Mehmet Akif Mısır'dan Ankara'ya geliyor. Bu yılın baharını İstanbul'da geçiriyor. Ve aynı yılın Ekim ayında Abbas Hilmi Paşa ile birlikte Mısır'a gidiyor. Kışı Mısır'da geçiren Mehmet Akif bahara yine İstanbul'a dönüyor. 1924 ve 1925 yıllarına ait kış mevsimlerini yine Mısırda geçiriyor. Baharları ise İstanbul'a dönüyor. 1926 yılında Mısır'a gidince o bahar İstanbul'a dönmüyor ve bundan sonra Mısır'da daimî olarak kalıyor. Ona Mısır hükümeti Camiatül Mısıriyye Darülfünunda Türk Edebiyatı veya Türk Lisanı profesörlüğünü vermiştir. Mehmet Akif 1936 yılına kadar bu vazifede bulunuyor. Bu sırada Kahire'ye oldukça uzak Hilvan adı verilen küçük ve sessiz bir köyde oturmakta ve derslerini vermek üzere haftanın iki günü Kahire'ye inmektedir. Bir gün Hilvan'da yalnız bir hayat yaşarken adı ve adresi belli olmıyan bir kimse ona Hindistan şairi Muhadded İkbal'in iki kitabını yolluyor. Bu kitapları zevkle okuyan Mehmet Akif kendisi ile İkbal arasında bir benzerlik bularak bundan sonra İkbal'i çok seviyor. Mehmet Akif (Safahat) isimli büyük şiir kitabının son cildini teşkil eden «Gölgeler» i 1933 yılında Mısır'da bastırdı. Bu, onun 1918-1933 yılları arasında yazdığı 42 parça şiirinden meydana gelen son eseri idi. Bu sırada Abbas Hilmi Paşanın ölümü Mehmet Akifi çok sarstı. Son GünleriMehmet Akif'i hastalıklar artık sık sık yokluyordu. 1935 yılı temmuz ayında, hava değiştirmek maksadiyle Aliye yakınında, Sükel-Garp köyüne çekildi. Lübnan çamlıklarında onu yakalayan sıtma hastalığı kendisini çok sarsmıştı. İdealinin yıkılmasiyle manen harap okluğu gibi, vücutça da bitkin ve haraptı. Bu sırada Antakya'dan Beyrut'a gelen arkadaşı Ali Hilmi Bey onu bu sessiz hayattan bir müddet olsun çekip kurtarmak için kendisini Antakya'ya çağırdı. Antakya halkı Mehmet Akif'i candan karşıladılar. Bereket Zade Cemil Bey Mehmet Akif'i konağında misafir etti. Mehmet Akif Antakya'dan, Mısır'a dönünce sıtmanın geçmediğini gördü. Şu hale göre kendisine sıtmadan başka bir hastalık daha var demekti. Artık hayatı evham ve kuşku içinde geçiyordu, ihtiyarlamıştı. Zayıf ve dermansız kalmıştı. Manevî hayatı gibi, maddî hayatı da sönmeğe yüz tutmuştu. Şimdi onun içini kavuran en büyük hastalık yurt ve vatan hasreti idi. İstanbul'a dönmek ve orada ölmek istiyordu. Mısır'da öleceğinden korkuyordu. 1936 yılı yaz mevsimi başlangıcında Mısır'dan İstanbul'a geldi. Vapurdan çıkar çıkmaz davet edildiği Prenses Emine Abbas Halim'in konağına gitti. Bu konakta üç dört gün misafir kaldıktan sonra tedavi edilmek üzere Nişantaşındaki Sağlık Yurduna götürüldü. İstanbul'a döner dönmez hükümet tarafından kendisine 170 lira tekaüt maaşı bağlanmıştı. Onu İstanbul parlak bir şekilde karşıladı. Bu hususta hakkında güzel yazılar yazıldı. Bir ay kadar Nişantaşı Sıhhat Yurdunda tedavi gören Mehmet Akif, hastalığın günden güne şiddetlenmesi yüzünden, Dr. Fuat Şemsi'nin tavsiyesiyle sıhhat yurdundan çıkarılarak Mısır apartmanına götürüldü. Tedavisini Profesör Burhanettin Tuğan üzerine aldı. Burada da bir müddet kaldıktan, sonra Prenses Halim'in Alem Dağındaki Baltacı Çifliğine gitti. Daha Mısır'da bulunduğu sıralarda en büyük arzusu son günlerini bu çiftlikte geçirmekti. İşte bu muradına da kavuşmuştu. İstanbul semtine kanında toplanan suyu aldırmak üzere İstanbul’a iniyordu. Günden güne artan bu acılarla kıvranan Mehmet Akif, İstanbul'a döndükten sonra çok sevdiği memleketinin havasını ancak 6 ay kadar teneffüs edeibildi. 1936 yılı Aralık ayının 27 inci Pazartesi gecesi tam saat 7,45 de gözlerini yumdu. İşte sahifelere dar gelen «İstiklâl Marşı» şairimizin, ölümsüz hayâtı... MEB |
Kronoloji
MEB |
Edebî KişiliğiMehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Bununla birlikte kitabın Tevfik Fikret'ten izler taşıdığı görülür. Fransız romantiklerinden Lamartine'i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas Fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren manzum hikâye biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmed Âkif'in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı oluşudur. Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı'nın toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür. Bu görüşe koşut olarak Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir. Kafiyenin geleneksel Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif, Fuzuli'nin Leylâ vü Mecnûn adlı eserinin plansız olduğu için yeterince başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara eğilimlidir. Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur. Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar. Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir. Gerçekle uyum içinde olmayı herşeyin üstünde tutar. Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, edebsizliğin başladığı yerde edebiyatın biteceği anlayışına bağlı kalarak sanat sanat içindir görüşüne karşı çıkmış, libas hizmetini, gıda vazifesini gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir. Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir. Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed Âkif tarafından yazılmıştır. Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır. Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur. Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı. Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır. Mehmed Âkif'in Sırât-ı Müstakîm ve onun devâmı olan Sebîl-ür-Reşâd mecmuasında çıkan yüz kadar muhtelif makalesi, elli kadar tercümesi ve şiirleri vardır. Fakat Âkif günümüzün hatta Türk târihinin en önde gelen destan şâirlerinden biridir. Şiirleri edebiyat târihimizde büyük önem taşır. Şiirlerinde bâzan düşünce, bâzan duygu ön plandadır. Aruzu en güzel şekilde kullanan şâirlerdendir. Şiirlerinde bir taraftan hürriyet, doğruluk, samimiyet, vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî kıymetleri telkin ederken, diğer taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan riyakârlık, münâfıklık, korkaklık, dalkavukluk, tembellik, zulüm gibi fenalıklara şiddetle hücûm eder. Mehmed Âkif yaşadığı devri bütün genişlik ve derinliği ile şiirlerinde yansıtmaya çalışmış bir Türk şâiridir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Türk milletinin içinde bulunduğu acıları, sevinçleri, ümidleri ve hayal kırıklıklarını manzum bir târih, bir roman, bir hikâye, bir destan havası içinde anlatmaya çalışmıştır. Eserlerindeki kişiler de aydın, cahil, yobaz, züppe, şehirli, dinli, dinsiz, sarhoş, gariban, külhanbeyi vs. gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardır. Çevre olarak da saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri, mevlit cemiyeti, savaş yeri, mahalleler, köhne evlerin odaları, oteller vs. şeklinde yaşadığı devrin bütün husûsiyetlerini aksettiren yerleri seçmiştir. Çalışma tarzı olarak, önce görüp incelemeyi, not ederek veya aklında tutarak ve sonra şiir taslakları kurup, onun üzerinde çalışmayı prensip edinmiştir. Müşâhade ve kompozisyona büyük önem vermiştir. Şiirinde kapalılık yok gibidir. Her şeyi açık açık yazmaya çalışmış, müphem duygulardan, yüce ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmuştur. Kişilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmıştır. Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist, biçim verdiği değer bakımından parnasçı ve bâzı şiirlerinde de naturalist bir hava içindedir. Şiirlerinde şahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir. Toplumun dertlerini konu edinmiş, onlar adına gülmeye ve ağlamaya çalışmıştır. Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir. Âkif, ahlâksız edebiyata düşmandır. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanları sevmemiştir. Şiirlerinde halk deyimleri, atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alır. Şiirleri manzum hikâyeler, hitâbet şiirleri, lirik şiirler ve taşlama şiirleri şeklinde sınıflandırılabilir. Bunlardan manzum hikâyeleri sosyal konulu, hitâbet şiirleri didaktik muhtevalı, lirik şiirleri vatanî, millî ve dînî coşkunluklarla dolu, taşlama şiirleri de şakadan hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur. Mehmed Âkif şiirlerini çoğunlukla kuralsız nazım şekliyle yazmıştır. Vezin olarak yalnız aruzu kullanmış, ama heceye de karşı olmamıştır. Üslûbu, şiirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar. Süse ve yapmacığa kaçmadan yaşayan halk ifâdeleriyle kurulmuş, çekici bir anlatışı vardır. Halk dili ve üslûbunu hemen her şiirinde kullanmasına rağmen, bu konuda en çok muvaffak olduğu eseri Âsım oldu. Bol fiil ve sıfat kullandığı şiirlerinde aşırı sadelikten ve yapma dilden kaçınmış, Servet-i Fününcuların ağır ve cansız lisanından da uzak durmuştur. Şiirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi bütün anlatım yollarını başarıyla kullanmıştır. Bilhassa muhâvere (karşılıklı konuşma) anlatım yolu onun şiirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmuştur. İç âhenk, daha çok lirik şiirlerinde görünür. Fazla mecaz kullanmaktan kaçınmıştır. Memleketin sosyal meseleleri, şâhit olduğu elem verici olaylar ve çilekeş Anadolu insanlarının hâlini sık sık şiirlerine konu edinerek ele almış, duygu ve düşüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmiş, çâre için çeşitli teklifler öne sürmüştür. Osmanlı Devletinin Tanzimâtın îlânıyla başlayan, meşrutiyet îlânlarıyla devam eden ve İttihat ve Terakki Partisinin iktidârı zamanında son hadde vardırılan yıkılışa götürücü hareketlerle kısa zamanda târih sahnesinden silinmesi, dünyâdaki Müslümanların ilim ve teknikte Avrupa'dan geri kalmış olması ve başsız kalarak herbirinin ayrı ayrı yollar tutup parçalanmaları karşısında, feryâd edici şiirleri vardır. Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, şâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şâiridir. İstiklâl Marşı şâiri olması bakımından da Millî Şâir ismini almıştır. |
Diğer Yönleri1. Âkif’in Uygarlık Anlayışı Mehmet Âkif, yaşamı boyunca asrî olmamakla, çağının gerçeğini kavrayamamakla itham edilmişti. Bunu büyük bir tevekkül ve sabırla karşılıyor, hakkındaki kanaati değiştirmek için düşünce ve yaşam biçiminde hiçbir değişiklik yapmayı düşünmüyordu. Öldüğünde Cenap Şahabattin Âkif için “Şu mânâda asrî değildir ki, rindce hal ve vaziyeti içinde uzak mazilerin temizliğini taşır. Hattâ bir görüşe göre Âkif’i edebiyat bakımından da asrî görmeyebiliriz. Öyle ya, her devrin bazı belâgat, bazı fesâhat hastalıkları vardır ki ona tutulanlar bir müddet bunun farkına varamazlar. Bu geçici kelime ve mânâ salgınlarının son elli senede edebiyatımız, türlü musablarını (düşkün) gösterdiği halde, Âkif’in eserleri tabiat vergisi olarak garip bir muafiyet sâyesinde onların hepsinden masûn (dokunulmamış) ve tamamiyle tendürüst kaldı” Âkif’in eleştirilen medeniyet anlayışı, gerçekte, İslâm’ın tarif ettiği dürüst ve ahlâki düzenin dışına çıkan yaşam biçimiydi. Âkif, Batı’nın sahip olduğu medeniyeti hiçbir şekilde inkâr etmemiş, aksine bu uygarlığın ulaştığı düzeye İslâm toplumlarının da ulaşması dileğini dile getirmişti. Nitekim Berlin’den bulunduğu dönemde, Almanya’yı yakından tanımak istemiş, her fırsatta Batı’nın ulaştığı bilim ve teknik düzeyinin üstünlüğüne hayranlığını belirtmiş, ancak fikir ve ahlâk yönünden Batı medeniyetinin önemli ölçüde eleştirilecek yönleri olduğunu aktarmıştı. Berlin Hatıraları isimli şiirinde yaşamı yönlendiren uygarlık anlayışının farkına işaret etmiştir. Batı’da gözlediği yaşam biçimini, ve biçimi oluşturan toplumsal değer yargılarını çok isabetli gözlem ve tahlillerle ortaya koyuyordu. Âkif’in Berlin seyahati ilginç bir öykü ile başladı. 1915 yılı ortalarına doğru, savaşta müttefikimiz olan Almanya, savaş sırasında İngiliz, Fransız ve Rus ordularından aldığı esirler arasında Müslümanlar olduğunu fark etti. Bu esirleri ayrı kamplarda topladı. Bu kamptaki Müslüman esirlere iyi muamele ediliyordu. Hattâ, Müslüman esirlerin ibâdet etmesi için çok kısa sürede bir câmi bile inşa ettiler. Almanlar, Müslümanların lideri olan Osmanlılara bu esirlere karşı takındıkları tavrı göstermek için bir heyet dâvet etti. Böylece, Osmanlı halifesi, yeryüzündeki bütün Müslümanları koruyan ve onların haklarını savunan manzara içinde takdim edilecekti. Halifenin en kötü koşullarda bile Müslümanlarla birlikte olduğunu gösteren bu manzaranın yaşatılması için Berlin’e bir heyet gönderilmekteydi. Berlin’e gidecek olan heyet, o zaman Osmanlının haber alma ve casusluk örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından seçiliyordu. Bu örgüt, Berlin’e gidecek heyete Âkif’in de katılmasını İttihat Terakki hükümetinden istedi. İttihat Terakki bu heyetin başkanlığına Âkif getirdi. Âkif’in İttihat Terakki macerası da ilginç bir gelişme gösterir. İkinci Meşrutiyetin ilânından dört gün sonra Âkif, “Cemiyet-i Mukaddese” denilen İttihat Terakkiye katıldı. Kandilli Rasathanesi Müdürü Fatin (Gökmen) Hoca, Âkif’i kutsal dernek denilen İttihat Terakkiye götürmüş ve ünlü katılma töreninden geçirerek üye yapmak istemişti. Fatin Hoca katılma törenini bizzat yönetmişti. Kurallara göre, İttihat terakki hakkında bilgi verildikten sonra sırların korunması ve emirlerin yerine getirilmesi için gerekli yeminin yapılmasına sıra gelmişti. Kurala göre cemiyete katılacak kişi silaha ve Kuran’a el basarak yemin edecekti. Âkif yemin metninde bulunan “Cemiyetin bütün emirlerine kayıtsız şartsız uyacağım” hükmüne itiraz etti. “Ben ancak, akla ve vicdana uygun olan emirlere uyarım. Mutlak söz veremem” diyerek reddetmişti. Bir rivayete göre bu itirazdan sonra İttihat Terakki Cemiyetine girecek olanlara yemin artık Âkif’in teklif ettiği şekilde yaptırılmaktaydı. Âkif, Berlin gezisi sırasında gözlediklerini “Berlin Hatıraları isimli şiirinde anlatır. Bu şiir Âkif’in en uzun şiirlerinden biridir. 796 beyittir. Bu şiirde Berlin’de ve İstanbul’da gözlediklerinin bir karşılaştırmasını yapar. Berlin’de ve İstanbul’da otelleri, trenleri, sokakları karşılıklı olarak aktarır. Aktardıkları çoğu kere basit gözlemler değil, o gözlemlerde görünen dünya görüşü ve hayat felsefesidir. Nitekim, Mart 1915 yılında yazdığı Berlin Hatıraları isimli şiirinin bir yerinde Tevfik Fikret’in 1905 yılında yazmış olduğu Tarih-i Kadim şiirine cevap vererek on yıldır sakladığı kızgınlığını açığa vurmuştu. Ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında düşman ordularının işgal ettiği Türk topraklarında halka yaptıkları zulmü görünce Batı’nın bu vahşetini en ağır dille eleştirmiş ve Batıyı medeniyetin beşiği gibi görenlere en sert lisan ile hücum etmişti. İşte Âkif’i haksız yere medeniyet düşmanı ilan eden ünlü şiirinden bazı mısraları aşağıda veriyorum. “Medeniyet” denilen vahşete lanetler eder, Nice yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler! Bakmayın hem tükürün çehre-i murdarımıza Tükürün belki biraz duygu gelir ârımıza. Tükürün cephe-i lâkaydına şarkın tükürün. Kuşkulansın görelim gayreti halkın tükürün. Tükürün milleti alçakça vuran darbelere, Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere... Tükürün Ehl-i Salib’in hayasız yüzüne! Tükürün onların asla güvenilmez sözüne! Medeniyyet denilen maskara mahluku görün: Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün! Hele ilânı zamanında şu mel’un harbin, “Bize efkar-ı umimiyesi lazım Garb’in; O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini, Halka iman gibi telkin ile, diyenin sesini Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!… 2 . Necid Çöllerinde Âkif Dönemin en ileri tekniğine sahip silah ve araçlarla Çanakkale’ye yüklenen düşman karşısında, Türk askeri “ölürsem şehidim, kalırsam gazi” iftiharı ile çarpışıyordu. Emperyalistler geldikleri gibi gittiler. Zaferden sonra Başkumandan Vekili Enver Paşa, İmparatorluğun en uzaktaki müfrezesine kadar Çanakkale Zaferini müjdelemek için Telgrafhaneye koşmuş tek tek kumandanları telgraf başına çağırmıştı. Enver Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Kuşçubaşı Eşref Beyi aradı. Eşref Bey, Anadolu Bağdat Demiryolu hattının son durağı olan El Muazzam istasyonundaydı. Telsi başında bizzat şu telgrafı yazdırdı: “Çanakkale Savaşında ordumuz muzaffer oldu. Düşman mağlup, mahcup ve mecruh (yaralı) olarak çekiliyor...” Haber bütün yurtta mutluluk yarattı. El Muazzam’daki sevinç muazzamdı. Orada bulunanlardan biri haberi duyunca Kuşçubaşı Eşref Beyin boynuna sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı. Bu hıçkıran vatanperver, yüreği yanık memleket evladının adı, Mehmet Âkif’ti... Mehmet Âkif, büyük vatan sevgisi ve meftun olduğu Türk istiklal ve hürriyet sevdasıyla yavaşça kalabalığın arasından sıyrıldı. Gerisi Kuşçubaşı Eşref Bey anlatıyor: «...Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. İçli, derin hıçkırıklar.... İşte Çanakkale'ye layık o büyük destan, bu hıçkırıklar içinde meydana geldi... » Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi En kesif orduların yükleniyor dördü - beşi... Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya Kaç donanmayla sarılmış, ufacık bir karaya. Ne hayasızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı Nerde gösterdiği vahşetle «bu bir Avrupalı» Dedirir - Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi Varsa gelmiş açılıp mahbesi, yahut kafesi. «Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasib olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: Artık ölebilirim Eşref! dedi. Gözlerim açık gitmez!.” 3 . Bir karakter Abidesi Olarak Mehmet Âkif Akif. «haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır inancındaydı. Haksızlığa tahammül ettiği ve hele yaltaklanarak menfaat peşinde koştuğu görülmemişti. Veteriner İşleri Müdür Yardımcısı görevini üstlendiği yıllarda Veteriner İşleri Müdürünün bir haksız karar ile azledilmesi üzerine görevinden istifa etti. Kendisine bu hareketinin sebebi sorulduğunda başkasına yapılan haksızlığa tahammül etmesinin mümkün olmadığını söylüyordu. “Arkadaşıma yapılan haksızlık bana yapılmış demektir” diye 20 yıllık memuriyetine tereddütsüzce veda etmişti. Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam. Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam. Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum. Kesilir belki fakat, çekmeye gelmez boynum! Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim Adam “aldırmada geç git” diyemem; aldırırım Çiğnerim çiğnerim Hakkı tutar kaldırırım. 4 . Dostluk Anlayışında Doruklaşan Âkif Hiç kimse Âkif’in verdiği sözden döndüğünü, hangi şartlarda olursa olsun sözünden bir sapma gösterdiğini görmemişlerdi. Yakın arkadaşı Şair Mithat Cemal görevinden istifa ettiği ilk günlerde ziyaret eder. Balkan harbinin yaşandığı zor günlerde Âkif, geçimini sağlayacak yeni bir iş bulmuş değildir. Yakın dostlarından Mithat Cemal Kuntay anlatıyor . «Balkan Harbi başlarken, Akif Bey, yegane geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti. Kirada oturduğu evine, bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka, dört çocuk daha vardı. - Bunlar kim? dedim. - Çocuklarım! dedi. Sonra anlattı Âkif, Baytar Mektebinde iken bir arkadaşıyla anlaşmışlar. Kim önce ölürse, çocuklarına sağ kalan baksın! » demişler. Arkadaşı vefat etmiş Mehmet Akif'te, verdiği söze bağlı kalarak anlaşma hükmünü yerine getirmiş. Mithat Cemal devam ediyor; - Halbuki o zamanlar, Akif Beyin beş parası yoktu; fakat beş çocuğu vardı! Yine çok yakın dostlarından Fatih Gökmen anlatıyor; Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı. Aramızda geçen bir olayı anlatayım :Ben Vaniköy'de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi'nde. Bir gün, öğlen yemeğini bende yemeyi, sonra da oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sele boğuldu. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve döndüğümde ne işiteyim, bu arada, Mehmet Akif Bey sırılsıklam bir vaziyette gelmiş. Beni bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş. «Selam söyleyin» demiş ve o yağmurlu havada dönmüş gitmiş! Ertesi gün, kendisinden özür dilemek istedim. - «Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir” dedi ve benimle altı ay dargın kaldı.” 5 . Mehmet Âkif’in Bilim ve Teknik Anlayışı Mehmet Âkif, çağın geliştiği bilim ve teknik seviyesinin aynen aktarılmasını ve ülkenin bu yüksek bilim ve teknik düzeyi içinde gelişmesini her vesile ile belirtiyordu. Bilim ve tekniğin kaynağının Batı olduğunu görmüştü. Özellikle Berlin Seyahati sırasındaki gözlemleri Osmanlı toplumunun bilim ve teknik yönünden ne denli geri kaldığını fark etmişti. İkinci Meşrutiyetle birlikte hürriyetin ilanını her şeyin çâresi gibi gören geniş bir kitle vardı. Bu kitlenin umursamaz tavırlar içinde Batının teknik ve bilim düzeyine bigâne kalışını da hayretle seyretmekteydi. Halkı bu konuda tembel, cahil ve ilgisiz buluyordu. Bu kitlenin mutlak surette bu konularda duyarlı davranması gerektiği fikrindeydi. Safahat’ın birinci kitabında Köse İmam isimli şiirinde bu gözlemlerini dile getiriyordu: Bu cehalet yürümez, asra bakın: asr-ı ulûm Başlasın terbiyeniz, ailelerden oğlum. Sâde hürriyet ilânı ile bir şey çıkmaz; Fikr-i hürriyeti halka hazmettiriniz biraz... Yine Fatih Kürsüsünde isimli bölümde cehaletin ülkeyi nasıl felaketlere sürüklediğini dile getirir. Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz; Bu derde çâre bulunmaz - ne olsa - mektebsiz; Ne Kürd elifbayı sökmüş, ne Türk okur, ne Arab; Ne Çerkes'in, ne Lâz'ın var, bakın, elinde kitâb! Hülâsa milletin efrâdı bilgiden mahrûm. Unutmayın şunu lâkin : Zaman : zamân-ı ulûm! Verdiği öğütler içinde zaman zaman dünyanın ahvalini, zaman zaman gelişen tekniği ve bilimi esas alır. Cehaletin en büyük felâket olduğunu belirtir. Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır. Dünya uyanıkken uyumak, maskaralıktır. Eyvah bu zilletlere sensin yine illet, Ey derd-i cehalet sana düşmekle bu millet, Bir hâle getirdin ki: Ne din kaldı, ne nâmûs, Ey sine-i İslâm’a çöken kapkara kâbûs. Ey hasm-ı hakiki seni öldürmeli evvel Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el. Ey millet uyan ! Cehline kurban gidiyorsun. “İslâm’ı da batsın” diye tutmuş yediyorsun. Allah’tan utan. Bâri bırak dini elinden. Gir leş gibi topraklara kendin gireceksen. Lâkin ne demek bizleri Allah ile iskât ? Allah’tan utanmak da olur ilm ile... Heyhat! 6 . Meclis’te Mehmet Âkif 1920 yılının başında Mehmet Âkif Ankara’ya yapacağı seyahatini sadece damadı Ömer Rıza Doğrul ile yakın arkadaşı Eşref Edip Beylere haber verir. Kendileriyle bir sır tevdi eder gibi konuşur: “Artık burada duracak zaman değildir. Gidip çalışmak gerekir. Halkın bizim tarafımızdan aydınlatılmasına ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar... Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın...” Ankara yolculuğuna oğlu Emin Beyle çıkar. Emin Beyin hatıralarında belirtildiği gibi trenden iner inmez doğru Meclis’in önüne gelirler. Bu sıra bir ziyarete gitmekte olan Mustafa Kemal Paşa ile karşılaşırlar. Mustafa Kemal Paşa Mehmet Âkif’i görünce yaklaşır; “Sizi bekliyordum efendim; tam zamanında geldiniz. Şimdi görüşmek mümkün olmayacak; ben size ziyarete gelirim. Mehmet Âkif Ankara’ya gelince Hacı Bayram Camiinde va’za başlar. Milli Mücadeleye katkısı olabilecek şekilde bazı kentleri dolaşır ve o kentlerde vaazlar verir. Kuvâ-yı Milliye'nin bir İttihatçı hareketi olmadığını anlatır. Eğer vatanı kaybedersek gidecek yerimiz kalmayacağını söyler. Bu savaşın dine ve halifeye hiyanet için yapılmadığını anlatır. Aksine milli mücadelenin bir cihad olduğunu ve bu savaşa katılmanın dinen farz kılındığını aktarır. O günlerde sözüne güvenilir en önemli İslâm büyüğü olarak Mehmet Âkif’in konuşmaları etkili olur. Burdur’dan milletvekili seçildiğini belirten mazbatasını alır. Meclis Burdur olarak mazbatayı kabul eder. Birkaç gün sonra Biga’dan mebus seçildiği haberi gelir. Meclis Biga mebusluğu mazbatasını da kabul eder. Ancak Âkif, Biga mebusluğundan istifa ederek Meclise Burdur mebusu olarak girer. |
1 ek Ersoy, Mehmed Âkif(d. 1873, İstanbul - ö. 27 Aralık 1936, İstanbul), Türk şiirinin önde gelen şairlerinden. “İstiklal Marşi’nın yazarıdır. Günlük konuşma dilini şiirle kaynaştırmış, halkçı ve didaktik yaklaşımıyla tanınmıştır. Dört yaşındayken Fatih’te Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde başladığı ilköğreniminden sonra Fatih Merkez Rüşdiyesi’ni ve Mülkiye Mektebi’nin idadi (lise) bölümünü bitirdi. Babasından Arapça öğrendi ve ortaöğrenim yıllarında Fatih Camisi’nde Esad Dede’nin derslerine devam etti. Arapçanın yanı sıra Farsça ve Fransızca da öğreniyordu. Babasının ölümü ve evlerinin yanması nedeniyle Mülkiye’nin yüksek bölümünden ayrılmak zorunda kaldı. 1893’te Halkalı Mülkiye Baytar Mektebi’ni birincilikle bitirdi. Ziraat ve Ticaret Nezareti’nde veteriner olarak çalıştı. Bu yıllarda Anadolu, Rumeli, Arnavutluk ve Arabistan’da dolaştı; geniş halk kesimleriyle ilişki kurma olanağı elde etti. Halkalı Ziraat Mektebi ile Çiftçilik Makinist Mektebi’nde ders verdi. 1908’de, Darülfünun edebiyat-ı umumiye müderrisliğine atandı. 1913’te Umur-ı Baytariye müdür muavinliğine getirildi. Kısa bir süre sonra bütün bu görevlerden ayrılıp yalnızca Halkalı Mülkiye Baytar Mektebi’nde ders vermeyi sürdürdü. Yaklaşık 1913’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi. I. Dünya Savaşı çıkınca bu cemiyete bağlı bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla Almanya’daki Müslüman tutsakların durumunu incelemek üzere Berlin’e gönderildi. Daha sonra Arabistan’a ve Lübnan’a gitti. Batı uygarlığının koşullarına, Doğu-Batı çelişkisine tanık oldu. Dönüşünde , Darü’l-Hikmeti’l-lslamiye’nin başkâtipliğine atandı. Ama İzmir’in işgalinden (1919) sonra, Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketini desteklemesi ve bu amaçla Balıkesir’de yaptığı konuşma, İstanbul Hükümeti’ni kaygılandırarak 1920’de bu görevden alınmasına yol açtı. Artık camilerde yaptığı konuşmaların metinleri çoğaltılarak bütün yurtta dağıtılıyordu. Burdur mebusu olarak Büyük Millet Meclisi’ne girdi. O sırada “İstiklal Marşı”nın sözleri için açılan yarışmaya katılan 724 yapıtın hiçbiri benimsenmemişti. Mehmed Âkif, maarif vekilinin isteği üzerine “İstiklal Marşı”nı yazdı (17 Şubat 1921). Metin 12 Mart 1921’de Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildi. Mehmed Âkif ödül olarak verilen 500 lirayı orduya armağan etti. Sakarya zaferinden sonra İstanbul’a gelen Mehmed Âkif, Milli Mücadele’nin yarattığı yeni koşullarla çelişkiye düştü ve Ekim 1923’te Mısır’a gitti. Birkaç yıl yazları İstanbul’da, kışlan Mısır’da geçirdikten sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik olması ilkesi kabul edilince, Mısır’a yerleşti. 1926- 36 arasında Mısır’da Türk dili ve edebiyatı dersleri verdi. Bir yandan da Kuran’ı Türkçeye çevirme çabası içindeydi. O sıralarda siroz hastalığına yakalandı. Hava değişimi için Lübnan’a (1935), daha sonra da Antakya’ya (1936) gitti. Aynı yıl, kendi ülkesinde ölme isteğiyle Türkiye’ye döndü. Mehmed Âkif edebiyatla ilgilenmeye Halkalı Mülkiye Baytar Mektebi’nde okurken başlamıştı. İlk şiiri olan “Kur’an’a Hitab”ı, Mektep adlı dergide yayımladı (1895). Daha sonra Resimli Gazetemde de şiirleri çıktı. O dönemde yayımladığı ahlak, din, bilgelik temalarını işleyen didaktik şiirlerini, sonradan temel yapıtı Safahat'a almadı. Öğretmeni İsmail Safa’nın etkisini taşıyan mesnevileri edebiyat çevrelerinin dikkatini çekti. II. Meşrutiyet ilan edilince (1908), Mehmed Âkif daha önce yazıp da ortaya çıkarmadığı yazılarını yayımlamaya başladı. 1908-10 arasında sürekli olarak Sırat-ı Müstakim (sonradan Sebilü’r-Reşad adını aldı) dergisinde yazdı. En ünlü şiirlerinden “Küfe” ve “Seyfi Baba” bu sırada yayımlandı. Mehmed Âkif’in Safahat'ı yedi kitaptan oluşur. Birinci kitap olan Safahat'ta. (1911) Osmanlı toplumunun Meşrutiyet yıllarındaki durumu anlatılır. Süleymaniye Kürsüsünde (1912) adlı ikinci kitapta Osmanlı aydınının halkla ilişkisi ele alınır. Hakkın Sesleri'nde (1913), eski dinsel-didaktik Türk yapıtlarında olduğu gibi, her şiirin başında bir âyet yer alır; bu âyetler günün siyasal ve toplumsal olaylarının yorumuna ışık tutar. Fatih Kürsüsünde (1914) adlı dördüncü kitap yeni kuşaklara çalışma ve mücadele ruhu kazandırmak isteyen düşünceler içerir. Hatıralar'da (1917) I. Dünya Savaşı sırasında yazılmış şiirlere yer verilmiş, hepsinin başına bir hadis konmuştur. Bu şiirlerde İslam birliği ülküsü vurgulanır. Âsim.'da (1924) I. Dünya Savaşı günlerinden yaşam tabloları çizilir. Yedinci kitap Gölgeler'de (1933) dinsel konulu şiirler ve dörtlükler yer alır. Ömer Rıza Doğrul, Mehmed Âkif’in ölümünden sonra, kitaplarına almadığı şiirleri de ekleyerek, Safahat adlı kitabı yayımlamıştır (1943). M. Ertuğrul Düzdağ da Sefahat'm daha önceki baskıları arasındaki farklılıkları gösteren yeni bir baskısını (1987) hazırlamıştır. Mehmed Âkif’in şiiri anlatıya ve öğüde dayanır. En eski Türkçe yapıtlar gibi mesel ağırlığı taşır. Ama dil yönünden ulaştığı başarı, öğüdü ve anlatıyı donukluktan kurtarır. Zaman zaman didaktizmin sakıncalarını hafifleten bir mizah öne çıkar; zaman zaman da coşku ve içtenlik gibi öğeler, şiiri bir söylev parçası olmaktan kurtarır. Mehmed Âkif “sanat sanat içindir” görüşüne her zaman karşı çıkmıştır. Ona göre şiir “libas hizmetini, gıda vazifesini” görmelidir; gerçeği her an ve bütün çıplaklığıyla yakalamalıdır. Mehmed Âkif İstanbul halkının konuşma dili kadar Osmanlıcayı da iyi bildiği için aruzu büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Mehmed Âkif Türkçülük hareketine ve Milli Edebiyat akımına karşı çıkmış, toplumun kurtuluşunu Batılılaşmada gören dönemininin ünlü şairi Tevfik Fikret’le de çatışmıştır. İslam birliğini savunmuş, ama İslam dünyasındaki durağanlığı sürekli eleştirmiştir. Yoksul insanlar gerçek yüzleriyle Türk edebiyatında ilk kez onun şiirlerinde ele alınmıştır. Bu şiirlerdeki içtenlik ve iyi niyet, Âkif’in yapıtının gerçekliğine büyük boyutlar kazandırır. Öbür önemli yapıtları arasında Milli Mücadele dönemindeki hutbelerini toplayan Kastamonu Nasrullah Kürsüsünde (1921)^ ve seçme yazılarından oluşan Kur'an’dan Âyet ve Hadisler (ös 1944) sayılabilir. Yazıları Mehmed Âkif Ersoy'un Makaleleri (1987, yay. Abdülkerim Abdülkadiroğlu ve Nuran Abdülkadiroğlu) adıyla yayımlanmıştır. kaynak: Ana Britannica |
Saat: 03:58 |
©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık