MsXLabs

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Tarih (https://www.msxlabs.org/forum/tarih/)
-   -   Almanya ve Almanya Tarihi (https://www.msxlabs.org/forum/tarih/12207-almanya-ve-almanya-tarihi.html)

CrasHofCinneT 27 Ekim 2006 23:45

Almanya ve Almanya Tarihi
 
1 ek

Demokratik Almanya Cumhuriyeti


(Alm. : Bundesrepublik Deutschland, Fr.: République Fédérale D' Allemagne, İng.: Federal Rebuplic of Germany)
Avrupa'da devlet. Ülkenin resmî dili Almanca'dır.
Alıntıdaki Ek 48844


Halkın çoğu Protestan ya da Katolik Hristiyan'dır. Protestan ve Katolik nüfus oranları eyaletlere göre değişir. Ancak tüm ülkedeki Katoliklerin ve Protestanların sayısı birbirine yakındır. Yüzölçümü 357.022 km2, nüfusu 82.148.000 (1998 tahmini), başkenti Berlin'dir. Kuzey-güney doğrultusunda 840 km., doğu-batı doğrultusunda 620 km. boyunca uzanır. Kuzeyde Danimarka, doğuda Çek Cumhuriyeti ve Polonya, güneyde İsviçre ve Avusturya, batıda da Fransa, Lüksemburg, Belçika ve Hollanda olmak üzere dokuz ülkeyle komşudur. Ayrıca Baltık Denizi ile Kuzey Denizi'ne kıyısı vardır.

İki dünya savaşından yenilgiyle çıkmasına karşın, 1950'lerdeki "ekonomik mucize" sayesinde dünyanın önde gelen güçleri arasına girmiştir. II.Dünya Savaşı'ndan sonra işgal kuvvetlerinin dayatmasıyla kurulan iki Alman devleti arasındaki sınır, 1990'da doğudaki Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin batıdaki Almanya Federal Cumhuriyeti'ne katılmasıyla ortadan kalkmıştır. Ama bu 40 yıllık bölünmüşlüğün tarihsel temellere de bağlı olarak beraberinde getirdiği bazı ekonomik, toplumsal ve kültürel farklılaşmalar vardır. Başlangıçta 11 olan kurucu eyalet sayısı 1952'de üç eyaletin birleştirilmesiyle 9'a indikten sonra, 1957'de Saarland'ın eyalet yapılmasıyla 10'a, 1990'da iki Almanya'nın birleşmesinden sonra da Berlin'le birlikte 16'ya çıkmıştır.

Kuzey Denizi ve Baltık'tan, güneyde Alpler'e kadar yayılan Federal Almanya toprakları, doğal peyzaj bakımından farklı bölgelere ayrılır. Kuzeyde, dördüncü zaman buzullarının izlerini taşıyan ovalar yayılır. Çoğu yerde kum ve killi katmanlarla kaplı, yer yer turbalıklar ve göllerle kesilen bu ovalar, patates ve çavdar dışındaki bitkilerin üretimine elverişli değildir. Düz ve alçak kıyılar; koylar; Weser, Elbe haliçleri gibi derin haliçler ve Kuzey Denizi'ndeki Frison, Baltık'ta Fehmarn Adaları gibi adalarla parçalanmıştır. Orta bölge genellikle engebelidir. Üstleri artık plato biçimini almış eski kitlelerle bunlar arasında kalan ve zemini alüvyonla örtülü havzalar birbirini izler. Platolar genellikle yoğun ormanlarla örtülüdür. Havzalar bölgenin başlıca tarım ve yerleşme alanlarını oluştururlar. Bu havzalar Rhein ve başlıca kolları Weser, Elbe ırmaklarının orta ve yukarı çığırlarıyla birbirlerine bağlanır. Güney Almanya, peyzaj bakımından çeşitlilik gösterir. Batıda, Vosges (Fransa) ve Karaorman Dağları arasında tabanı kalın alüvyonla örtülü Rhein Vadisi, daha doğuda, Rhein'in sağ kolları Neokar ve Main nehirleri vadilerinin yardığı Suab-Frankoni platoları yer alır. Alpler ile, bölgeyi batı-doğu yönünde kesen Tuna Irmağı arasında geniş Bavyera Platosu yayılır. Alpler'in kuzey sıraları Güney Almanya'da yer alır. Yeniden kuruluşundan bu yana geçen kısa dönemde,

Batı Almanya ekonomik güç açısından dünyanın en başta gelen birkaç ülkesinden biri durumuna geldi. Tarım kesimi, çalışan nüfusun % 15'ini kapsar. Federal Almanya ekonomisi daha çok endüstri ve ticarete dayanır. Tarım, ileri teknik yöntemler kullanılarak yapılır. Büyük tutarlarda kimyasal gübre tüketilir. Tarım işletmeleri genellikle 10 hektardan daha az büyüklükte küçük işletmelerden oluşur. Doğu kesiminde ise ortalama büyüklüğü 4.570 hektarı bulan devlet çiftlikleri ve tarım kooperatifleri, tarımın belkemiğini oluşturmuştur. Doğudaki büyük ölçekli sanayi tipi tarım ile batıdaki aile işletmelerine dayalı tarımın bağdaştırılması da birleşme sürecinin zorlu sorunlarından biridir. İşgücünün yaklaşık %3'ünü istihdam eden tarımın gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYİH) katkısı %1'in altındadır. Almanya'nın verimli topraklarında en çok buğday, arpa, mısır ve şekerpancarı ekilir. Kuzeyde taşıntı ovalarındaki ve dağlık yörelerdeki görece verimsiz topraklarda mısır, çavdar, yulaf, yem bitkileri ve patates yetiştirilir. Hayvancılık domuz, sığır ve koyun besiciliğine dayanır; tavuk, hindi ve ördek gibi kümes hayvanları beslenir. Ayrıca at yetiştirilir. Mandıracılık açısından önemli otlaklar kuzeydeki kıyı ovaları ile Bavyera'dadır. Potsdam yakınlarındaki Havel, Halle bölgesi ve Thüringen meyveleriyle, Spree Ormanının turbalık toprakları yeşil sebzeleriyle ünlüdür. Bağların çoğu batıda, Ren, Mosel, Main ve Neckar vadilerinde ya da yakınlarındadır. Dresden yakınlarında Elbe Vadisinin yamaçlarında da şaraplık üzüm yetiştirilir. Almanya'nın yaklaşık üçte birini kaplayan ormanların yarısından fazlası devletin, eyaletlerin ve belediyelerin, geri kalanı özel kişilerin mülkiyetindedir.

Almanya, doğal kaynaklar açısından zengin bir ülke değildir; gelişmiş sanayisi için gerekli hammaddelerin çoğunu ithal etmek zorundadır. Antrasit ve linyit yatakları, gereksinimini karşılayacak düzeydedir. En zengin kömür yatakları Ren-Ruhr havzalarında ve Saarland bölgesindedir. Harz dağları yakınlarında, Köln çevresinde, Polonya sınırında ve halle ile Leipzig dolaylarında linyit yatakları vardır.

Birleşmeden hemen önce dünyanın en büyük linyit üreticisi olan Doğu Almanya'da bu yakıtın çok yaygın kullanılması kirlilik sorununun önemli etkenlerinden olmuştur. Ekonomik değer taşıyan diğer minerallerden tuz ve potas, Harz dağlarının kuzey ve güney kesimlerinde çıkarılır. Almanya'nın petrol ve doğal gaz yatakları daha çok Kuzey Denizi kıyılarındadır. Ham petrol üretimi, ülke gereksiniminin çok küçük bir bölümünü karşılar. Doğal gaz rezervleri ise gereksinimin üçte birini karşılayacak düzeydedir. Elektrik enerjisi, termik, nükleer ve hidroelektrik santrallardan sağlanır.

Almanya'nın ekonomik gücü sanayiden kaynaklanır. GSMH'nın yaklaşık beşte ikisi madencilikle birlikte imalat sektöründen sağlanır; işgücünün de yaklaşık üçte biri bu sektörde çalışır. İmalat sanayii çok çeşitlidir. En önemli sanayi dalları, motorlu araç ve makine üretimi, elektrik ve elektronik, kimya sanayii ve gıda işlemeleridir. Almanya, otomobil üretiminde ABD ve Japonya'dan sonra dünyada üçüncü sırada gelir ve üretiminin %60'ını ihraç eder. Makine, elektrik ve elektronik sanayileri de ihracata dönük üretim yapar. Ülkedeki ileri toknoloji kuruluşları daha çok Baden-Württemberg ve Bavyera'dadır. Geleneksel temel sanayilerin en önemlisi, kimya sanayiidir. Madencilik ve demir-çelik sanayii, onun ardından gelir. Gemi yapımcılığı, kuzeydeki kıyı bölgesinin ekonomisinde yaşamsal bir yer tutar. Teknolojik gerilik ve çevre kirliliği nedeniyle birçok sanayi kuruluşunun kapatıldığı doğu kesiminde Halle-Leipzig-Bitterfeld bölgesindeki kimya tesislerinin yanı sıra Schwedt ve Aşağı Lausitz'te kurulmuş yeni üretim birimleri vardır. Metalurji ürünlerinin başında nitelikli çelik ve alüminyum gelir. Taşıt üretimi, elektrikli lokomotif, yük vagonu, küçük otomobil ve hafif kamyonları kapsıyordu. Makine üretimi daha çok güneyin sanayi kentleriyle Doğu Berlin çevresinde toplanmıştır. Almanya, 1986'da dünyanın ticaret hacmi en büyük ülkesi olarak ABD'nin yerini almıştır. 1952'den başlayarak ihracatı, ithalatını aşmış ve ihracat değerindeki artış, 1980'lerin ortalarına gelindiğinde %150'nin üzerine çıkmıştır. Aynı dönemde ABD ve Japonya'daki düzeyi geçen dış ticaret fazlası, 1991'den sonra sanayi ürünlerinin doğu pazarlarına yönelmesi ve doğu için ek ithalata gidilmesi nedeniyle gerilemiştir. Almanya'nın dış ticaretinde en önemli yeri AT üyesi ülkeler tutar; onları ABD izler. İsviçre, Avusturya, İsveç, Japonya ve eski Doğu Bloku ülkeleriyle ticaret de önemlidir. İthalatta en önemli yeri sermaye malları ve hammaddeler, ara mallar, tüketim malları, yiyecek, içecek, tütün ürünleri ile madencilik ve enerji ürünleri tutar. Kara, demir ve su yolları sisteminin gelişmişliği ve karmaşıklığı açısından dünyanın en önde gelen ülkelerinden olan Almanya'nın Avrupa'daki merkezî konumu, transit yük ve yolcu taşımacılığında önemli bir işlev yüklenmesine yol açmıştır.

Doğu Avrupa'da yaşanan dönüşümlerden, özellikle de iki Almanya'nın birleşmesinden sonra doğu-batı yollarında trafik canlanmıştır. Yolcu taşımacılığı sisteminin hızı, düzgünlüğü ve gelişmişliği açısından da dünyada ilk sıralarda gelen Almanya'da en küçük kasabalara bile otobüs işler. Bugünkü Almanların atası olan Cermenlerin tarihleri, sürekli kavim değişiklikleriyle doludur. Bu kavimler birdenbire tarih sahnesinden kaybolurlar. Bunların daha güçlü komşuları içinde mi eridikleri, yoksa daha geniş topluluklar meydana getirmek üzere birbirleriyle mi birleştikleri kesin olarak bilinmemektedir. İ.Ö. 4. yüzyılın sonlarına doğru yurtları, Schleswig-Holstein, Danimarka ve Kuzey Almanya'nın Weser ile Oder ırmaklarının aşağı kesimleri arasındaki bölgeyi kapsıyordu. İ.Ö. 3. yüzyılda Keltleri Galya'ya sürerek Almanya'yı ele geçirdiler. Aradan yüzyıl geçmeden Roma'ya akınlarda bulundularsa da, Roma onları İ.S. 3. yüzyıla kadar kendi imparatorluk sınırları dışında tutmasını bildi. Cermenler İ.S. 1. yüzyılda Cermanya'yı Urallar'a ve Karadeniz'e kadar genişlettiler. İ.S. 3.- 4. yüzyıllarda Hunların Avrupa'ya yayılmaları üzerine Cermen kabilelerinden büyük bir bölümü sel gibi Roma üzerine akmaya başladı. Gotlar Japonya ile İtalya'ya, Vandallar Güney Japonya ile Kuzey Afrika'ya göç ettiler. Lombardlar, Po Havzası'na çekilip Lombardiya'yı kurdular. Anglosaksonlar İngiltere'ye geçerek, orada Angleland'ı (İngiltere), Franklar ise Galler'e inerek en güçlü Cermen krallığını kurdular. Elbe Irmağı çevresinde yerleşmiş olan asıl Cermenler, kendi dillerini, geleneklerini korudular. Frank Kralı Clovis (Chlodwig) 6. yüzyılda Hristiyanlığı kabul ederek, Avrupa'ya Roma uygarlığını soktu. 768'de tahta çıkan Frank Kralı Charlemagne, 800 yılında Papa tarafından Roma imparatoru ilân edildi. O çağda Fransa ile Almanya bir tek ülke sayılıyordu. Charlemagne'ın geniş imparatorluğu, torunları zamanında paylaşıldı. Varduk Antlaşması (843) ile Ren ve Aare ırmaklarının doğusunda kalan parça, Doğu Frank Devleti adıyla en küçük kardeş, Alman Ludwig'e düştü. Böylece dağılan Charlemagne İmparatorluğu birçok dükalığa bölündü. İlk Doğu Frank krallığı 911'de kuruldu. Frankonya Dükü I. Konrad kral oldu. 936'dan sonra Sakson dükleri kral oldular. I. Otto (Büyük Otto, 936-973), Fransa hariç, bütün Almanya'yı egemenliği altına aldı. 962'de kaiser (imparator) unvanını alarak Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu'nu kurdu. Ancak Hohonskaufen Hanedanı zamanında devlet ile kilise arasında başgösteren anlaşmazlıklar ve ülkedeki kargaşalıklar II. Friedrich döneminde son haddine vardı. II. Friedrich'in ölümü (1250) üzerine Almanya büsbütün karıştı. Uzun bir süre imparator seçilemedi. En sonunda, Avusturyalı Rudolph imparator ilân edildi (1273). Böylece, Habsburg Hanedanı'nın ilk imparatoru iş başına geldi. Habsburglardan İmparator Charles Qint (V. Karl, 1519-1556) Avusturya, İspanya, Hollanda ve İtalya'nın bir kısmını egemenliği altına aldı. Buna karşın, ülkenin dört bir yanında kargaşalıklar sürüp gidiyordu. Luther, Protestanlığı yaymaya başladı. 1555'te Augsburg Antlaşması imzalandı. Herkesin kendi inancına göre ibadet etmesine izin verildi. Ancak, iki taraf arasındaki barış 63 yıl sürdü. 1618'de Bohemya'da başlayan kargaşalıklar, dinî bir savaş hâlini aldı ve bütün Almanya'ya yayıldı. Kargaşalıklar tam otuz yıl sürdü. 1648'de imzalanan Vestfalya Antlaşması ile savaş sona erdi. Alman imparatorlarının yetkileri daraltıldı. Bu savaşlar sırasında Güneybatı Almanya'da yaşayan Hohenzollern kontları, Berlin'in doğu kesiminde egemenlik kurmaya başladılar ve Doğu Prusya'yı ellerine geçirdiler. 1640'ta, Friedrich Wilhelm Brandenburg, Prusya Devleti'nin temelini attı. Bundan sonra tahta çıkan I. Friedrich, 1701'de ilk Prusya kralı oldu. Prusya'nın yükselmesi II. Friedrich (Büyük Friedrich) dönemine rastlar. Bu dönemde 1756-1763 yılları arasında Avusturya ile yapılan Yedi Yıl Savaşları'nda Avusturya kesin bir yenilgiye uğradı. Almanya'nın yönetimi II. Friedrich'in eline geçti. Fransız Devrimi'nden sonra, Avusturya ile Prusya da dahil olmak üzere birçok Alman devleti savaşlara sahne oldu (1792). Napoléon, Almanya'nın içlerine kadar girdi ve 1806'da Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu'nu tamamen yıktı. Bu durum Almanya'nın yeniden birleşmesine yol açtı. Yapılan savaşlar sonunda Napoléon, Leipzig'de ve Waterloo'da yenildi. Bunun üzerine, 1814-1815'te Viyana Konferansı toplandı, konferansta Almanya'daki üç yüzü aşkın bağımsız devletin azaltılmasına karar verildi. İmparatorluğun yerine de bir Alman Konfederasyonu kuruldu. 1871'de Prusya Kralı I. Wilhelm'in, Kont Otto von Bismarck'ı başbakanlığa getirmesiyle Almanya'nın birleştirilmesi yolunda ilk adım atıldı. Bismarck başbakan olur olmaz meclisi dağıttı, anayasayı değiştirdi. Prusya kralının başkanlığında bir federasyon kuruldu. II. Wilhelm döneminde, Bismarck başbakanlıktan uzaklaştırıldı. Büyük bir silâhlanma faaliyetine girildi.

1910'lardan 1960'a kadar süren yarım yüzyıl, Almanya yakın tarihinin kuşkusuz en önemli dönemidir. Birçok askerî ve siyasal olayla dolu olan bu dönemi Almanya sürekli bir çalkantı içinde geçirdi. Almanya'nın I. Dünya Savaşı yenilgisi üzerine bütün sömürgelerini yitirmesi, iki Dünya Savaşı arasında ülkede Nazi yönetiminin kurulması, II. Dünya Savaşı'nı kaçınılmaz kılan siyasal ve askerî girişimler ve Almanya'nın politik yapısının son savaşı izleyen yıllarda değişmesi, bu dönemin başlıca olaylarını oluşturur. I. Dünya Savaşı (1914-1918) Almanya ile bağlaşıklarının yenilmesiyle sona erdi. 28 Haziran 1919'da imzalanan Versailles (Versay) Antlaşması ile, Almanya bütün sömürgelerini kaybettiği gibi, komşu ülkelere de toprak vermek zorunda kaldı. Bu ağır yenilgi üzerine, federasyona dahil bütün Alman hükümdarları haklarından feragat ettiler; Weimar'da yapılan yeni bir anayasa ile Cumhuriyet ilân edildi (1919). Friedrich Ebert cumhurbaşkanı seçildi.

1932 yılında, ikinci kez başkanlığa seçilen Hindenburg, 1933 yılında da, Adolf Hitler'i başbakanlığa atadı. Hitler, 1934'te Hindenburg'un ölümü üzerine devlet başkanı oldu. Bu tarihten II. Dünya Savaşı'nın başlamasına kadar geçen kısa süre içinde Almanya'da ekonomi alanında büyük başarılar elde edilirken, demokratik özgürlükler büyük ölçüde yok edildi. Siyasal polis (Gestapo), SA ve SS kuruluşlarının baskısı altında çok şiddetli bir antisemitizm (Yahudi aleyhtarlığı) ve antikomünizm politikası sürdürüldü. Genç Almanlar ""führer"" çevresinde toplanırken, bir bölüm Alman ülkeden ayrılmak zorunda bırakıldı ya da toplama kamplarına gönderildi. Savaş endüstrisini kuran Almanya, Versailles Antlaşması'nın bağlayıcı hükümlerini birbiri ardına tanımamaya başladı. Faşist İtalya ile Almanya arasında Roma-Berlin Mihveri kuruldu. Avusturya'ya yapılan baskılar sonucunda bu ülke 1938'de Almanya ile birleştirildi (Anschluss). Önce Südet bölgesini, sonra da Bohemya'yı işgal eden Almanya, Çekoslovakya'yı parçaladı. 1939'da Alman-Sovyet Paktı imzalandı. Polonya'nın Eylül 1939'da işgali üzerine II. Dünya Savaşı fiilen başladı. Savaşın başında büyük başarılar elde eden Almanya sonuçta savaşı kaybederek 8 Mayıs 1945'te kayıtsız şartsız teslim oldu. 1945 yılı Şubat ve Ağustosu'nda müttefikler arasında Yalta ve Potsdam antlaşmaları imzalandı. Doğu Prusya ve Oder-Neisse sınırının doğusunda kalan bir bölüm Alman toprağı, Polonya ve Sovyetler Birliği'ne verildi; Almanya; ABD, İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği arasında dört işgal bölgesine ayrıldı. Ayrıca Berlin, Batılı bağlaşıklar ile Ruslar arasında bölündü. Almanya 1949'da ikiye ayrıldı.

Savaşta küçülen Alman toprakları üzerinde Federal Alman Cumhuriyeti ile Demokratik Alman Cumhuriyeti (ya da Batı ve Doğu Almanya) adlı iki yeni devlet kuruldu. 1989 yılında Demokratik Almanya'da 40 yıldır süregelen sosyalist rejimin sona ermesiyle iki Almanya'nın birleşmesi gündeme geldi. 9 Kasım 1989'da Demokratik Almanya, kapılarını Batı'ya açtı. Mayıs 1990'da iki Almanya'nın başbakanları birleşmenin ekonomik ve sosyal koşullarını belirleyen bir anlaşma imzaladılar. Temmuz 1990'da bu anlaşmanın hükümleri yürürlüğe girdi. Ağustos'ta da birleşmenin hukuksal çerçevesini çizen bir anlaşma imzalandı. 2 Ekim 1990'da uzun bir ayrılıktan sonra yeniden aynı devlet çatısı altında birleşen Almanya'nın başkentinin Berlin olmasına karar verildi. Birleşmenin ardından Aralık 1990'daki seçimlerde Kohl liderliğindeki koalisyon partileri kesin bir zafer elde etti. Ülkenin iki kesimi arasındaki derin uçurumu kapatma çabaları ülke ekonomisine ağır bir yük getirirken, bütçe açıklarını kapatmak için vergileri yükseltme, devlet sübvansiyonlarını azaltma ve sosyal hizmetleri kısma gibi önlemlere başvuruldu.

Bu arada hızla tırmanan yabancı düşmanlığı, göçmen işçilere karşı gittikçe artan saldırılarla ciddî boyutlara vardı. Hükûmet, ırkçı saldırılar için daha sert cezalar getirirken, mülteci alımına sınırlamalar getirme yönünde adımlar da attı. Almanya'nın Ekim 1993'te Maastricht Antlaşması'nı 12. ve son ülke olarak onaylanmasıyla, Avrupa Birliği, 1Kasım'da resmen yürürlüğe girdi. Öte yandan Almanya, BM Güvenlik Konseyi'ne daimî koltuk sahibi olmak için bir kez daha başvurdu. Bir Alman üst mahkemesinin Temmuz 1994'te Alman ordusunun NATO dışındaki BM barış gücü operasyonlarına katılmasının anayasaya uygun olduğuna karar vermesiyle bu yöndeki önemli bir engel ortadan kalkmış oldu. Ağustos 1994'te Berlin'deki son Rus birlikleri çekildi. Ekim 1994'teki seçimlerde CDU, CSU ve FDP koalisyonu meclisteki çoğunluğunu korudu. Dördüncü kez şansölye olan Kohl, %11'e çıkan işsizlik karşısında sosyal hizmetlerde büyük kısıntıları öngören bir plân uygulamaya girişti. Ayrıca tek Avrupa para birimine geçiş doğrultusunde yeni düzenlemeler başlattı. Bu önlemler, sendikaların ve SPD'nin sert muhalefetiyle karşılaştı. Eylül 1998'deki seçimlerde Oskar Lafontaine liderliğindeki SPD, 298 sandalyeyle birinci olurkan, koalisyon partileri toplam 53 sandalye kaybına uğradı. SPD'nin parti ve hükümet başkanlıklarını ayırma politikası doğrultusunda şansölyeliği üstlenen Gerhard Schroeder, Yeşiller'in katılımı ve Demokratik Sosyalizm Partisi'nin dışarıdan desteğiyle yeni bir hükümet kurdu.

Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi & MsXLabs


BARIŞ 30 Ekim 2006 20:35

1 ek

Almanya Avrupa'da devlet.


Ülkenin resmî dili Almancadır. Halkın çoğu Protestan ya da Katolik Hristiyandır. Protestan ve Katolik nüfus oranları eyaletlere göre değişir. Ancak tüm ülkedeki Katoliklerin ve Protestanların sayısı birbirine yakındır. 4.250 km. uzunluğundaki kara sınırlarının en uzun bölümünü, 1.380 km. uzunluğundaki Demokratik Almanya sınırı oluşturuyordu. Almanya'nın diğer sınır komşuları Avusturya, Çekoslovakya, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Fransa ve İsviçre'dir. Kuzey Denizi ve Baltık Denizi'nde bulunan kıyılarının uzunluğu 900 km.dir.
Alıntıdaki Ek 48845

Batı Almanya birleşmeden önce "Linder" denilen 11 federal devlete bölünmüştü. Bu devletlerin adları, şöyle sıralanabilir: Baden-Württemberg, Niedersachsen (Aşağı Saksonya), Bayern (Bavyera), West Berlin (Batı Berlin), Bremen, Hamburg, Hessen, Rheinland-Pfalz, Nordrhein-Westfalen (Kuzey Ren-Vestfalya), Saarland, Schleswig-Holstein.

Kuzey Denizi ve Baltık'tan, güneyde Alpler'e kadar yayılan Federal Almanya toprakları, doğal peyzaj bakımından farklı bölgelere ayrılır. Kuzeyde, dördüncü zaman buzullarının izlerini taşıyan ovalar yayılır. Çoğu yerde kum ve killi katmanlarla kaplı, yer yer turbalıklar ve göllerle kesilen bu ovalar, patates ve çavdar dışındaki bitkilerin üretimine elverişli değildir. Düz ve alçak kıyılar; koylar; Weser, Elbe haliçleri gibi derin haliçler ve Kuzey Denizi'ndeki Frison, Baltık'ta Fehmarn Adaları gibi adalarla parçalanmıştır. Orta bölge genellikle engebelidir. Üstleri artık plato biçimini almış eski kitlelerle bunlar arasında kalan ve zemini alüvyonla örtülü havzalar birbirini izler. Platolar genellikle yoğun ormanlarla örtülüdür. Havzalar bölgenin başlıca tarım ve yerleşme alanlarını oluştururlar. Bu havzalar Rhein ve başlıca kolları Weser, Elbe ırmaklarının orta ve yukarı çığırlarıyla birbirlerine bağlanır. Güney Almanya peyzaj bakımından çeşitlilik gösterir. Batıda, Vosges (Fransa) ve Karaorman Dağları arasında tabanı kalın alüvyonla örtülü Rhein Vadisi, daha doğuda, Rhein'in sağ kolları Neokar ve Main nehirleri vadilerinin yardığı Suab-Frankoni platoları yer alır. Alpler ile, bölgeyi batı-doğu yönünde kesen Tuna Irmağı arasında geniş Bavyera Platosu yayılır. Alpler'in kuzey sıraları Güney Almanya'da yer alır.

Yeniden kuruluşundan bu yana geçen kısa dönemde, Batı Almanya ekonomik güç açısından dünyanın en başta gelen birkaç ülkesinden biri durumuna geldi. Tarım kesimi, çalışan nüfusun % 15'ini kapsar. Federal Almanya ekonomisi daha çok endüstri ve ticarete dayanır. Tarım, ileri teknik yöntemler kullanılarak yapılır. Büyük tutarlarda kimyasal gübre tüketilir. 1973'te ülkede 1.418.000 traktör kullanılıyordu. Tarım işletmeleri genellikle 10 hektardan daha az büyüklükte küçük işletmelerden oluşur. 1983'te ekilebilir ve sürekli tarım yapılabilir alanların oranı % 49'dur. İstatistik verilere göre 1971-1974 yılları arasında ülkede yılda ortalama 3.163.000 ton yulaf, 6.500.000 ton arpa, 2.654.000 ton çavdar, 15.841.000 ton patates, 3.465.000 ton sebze ve meyve, 15.840.000 ton şekerpancarı, 30.000 ton şerbetçiotu, 240.000 ton kolza, 30.690.000 m3 ağaç, 5.805.000 ton şarap, 500.000 ton tereyağı, 21.508.000 ton süt, 92.000.000 hektolitre bira, 2.477.000 ton şeker üretilir. Aynı yıllarda ülkede 14.420.000 baş sığır ve 20.213.000 baş domuz besleniyordu.

Federal Almanya çok gelişmiş ve çeşitli bir endüstriyel yapıya sahiptir. Endüstri için gerekli hammaddelerin bir bölümü ülke içinden sağlanır. Endüstri dallarının çoğunda üretim düzeyleri dünya ülkeleri arasında birinci sırayı alır. 1974 ve 1975 yıllarında yılda ortalama 95.000.000 ton taşkömürü, 100.000.000 ton linyit, termik, elektrik ve nükleer kaynaklardan 366 milyar kw/s elektrik, 5.750.000 ton ham petrol, potas, kurşun, çinko, demir cevheri, bakır, 22.000.000 ton demir, 40.000.000 ton ham çelik, 33.000.000 ton çimento, 278.000.000 ton sentetik kauçuk, üretildi. Toplam elektrik üretimi 1980'de 368.772.000.000 kw/s'e çıktı. Kimya endüstrisi, gerçekleştirilen üretimin parasal değeri açısından dünyada ilk sırayı alır. 1975'te 2.4 milyon ton makine üreten Federal Almanya dünyada makine üretimi açısından birinci, dışsatımı açısından ikinci ileri ülkelerden biridir. Cam eşyalar üretiminde dünyada üçüncü gelir. 1974 yılında 3.186.000 otomobil ve 2.500.000 ton brüt tonilatoluk 154 gemi üreten Federal Almanya, otomobil üretiminde ABD ve Japonya'dan sonra üçüncü, gemi üretiminde Japonya'dan sonra ikinci gelir.

Federal Almanya'da 1950'lerde genişletilen ve günümüzde toplam uzunluğu 34.000 km.ye ulaşan otoyol ağı önemli merkezleri birbirine bağlar. Dört ana eksene yayılan yaklaşık 69.000 km.lik ana demiryolu ağı üzerindeki ekspres tren sistemleri ileri teknolojiye dayanır. Irmak ve kanallardan oluşan 4.350 km.yi aşkın su yolları ucuz taşımacılık açısından çok önemlidir. Federal Almanya'nın cari fiyatlarla 1979'da 22.4 milyar DM olan dış ticaret fazlası, 1984'te 53.9 milyar DM'ye yükselmiştir. Ülkede, 1981 yılı sonunda toplam 4.720.000 yabancı işçi çalışıyordu. Bu rakamın 1.546.000'ini Türk işçileri oluşturuyordu.

Bugünkü Almanların atası olan Cermenlerin tarihleri, sürekli kavim değişiklikleriyle doludur. Bu kavimler birdenbire tarih sahnesinden kaybolurlar. Bunların daha güçlü komşuları içinde mi eridikleri, yoksa daha geniş topluluklar meydana getirmek üzere birbirleriyle mi birleştikleri kesin olarak bilinmemektedir. İ.Ö. 4. yüzyılın sonlarına doğru yurtları, Schleswig-Holstein, Danimarka ve Kuzey Almanya'nın Weser ile Oder ırmaklarının aşağı kesimleri arasındaki bölgeyi kapsıyordu. İ.Ö. 3. yüzyılda Keltleri Galya'ya sürerek Almanya'yı ele geçirdiler. Aradan yüzyıl geçmeden Roma'ya akınlarda bulundularsa da, Roma onları İ.S. 3. yüzyıla kadar kendi imparatorluk sınırları dışında tutmasını bildi. Cermenler İ.S. 1. yüzyılda Cermanya'yı Urallar'a ve Karadeniz'e kadar genişlettiler. İ.S. 3.-4. yüzyıllarda Hunların Avrupa'ya yayılmaları üzerine Cermen kabilelerinden büyük bir bölümü sel gibi Roma üzerine akmaya başladı. Gotlar Japonya ile İtalya'ya, Vandallar Güney Japonya ile Kuzey Afrika'ya göç ettiler. Lombardlar, Po Havzası'na çekilip Lombardiya'yı kurdular. Anglosaksonlar İngiltere'ye geçerek, orada Angleland'ı (İngiltere), Franklar ise Galler'e inerek en güçlü Cermen krallığını kurdular. Elbe Irmağı çevresinde yerleşmiş olan asıl Cermenler, kendi dillerini, geleneklerini korudular. Frank Kralı Clovis (Chlodwig) 6. yüzyılda Hristiyanlığı kabul ederek, Avrupa'ya Roma uygarlığını soktu. 768'de tahta çıkan Frank Kralı Charlemagne, 800 yılında Papa tarafından Roma imparatoru ilân edildi. O çağda Fransa ile Almanya bir tek ülke sayılıyordu. Charlemagne'ın geniş imparatorluğu, torunları zamanında paylaşıldı. Varduk Antlaşması (843) ile Ren ve Aare ırmaklarının doğusunda kalan parça, Doğu Frank Devleti adıyla en küçük kardeş, Alman Ludwig'e düştü. Böylece dağılan Charlemagne İmparatorluğu birçok dükalığa bölündü. İlk Doğu Frank krallığı 911'de kuruldu. Frankonya Dükü I. Konrad kral oldu. 936'dan sonra Sakson dükleri kral oldular. I. Otto (Büyük Otto, 936-973), Fransa hariç, bütün Almanya'yı egemenliği altına aldı. 962'de kaiser (imparator) unvanını alarak Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu'nu kurdu. Ancak Hohonskaufen Hanedanı zamanında devlet ile kilise arasında başgösteren anlaşmazlıklar ve ülkedeki kargaşalıklar II. Friedrich döneminde son haddine vardı. II. Friedrich'in ölümü (1250) üzerine Almanya büsbütün karıştı. Uzun bir süre imparator seçilemedi. En sonunda, Avusturyalı Rudolph imparator ilân edildi (1273). Böylece, Habsburg Hanedanı'nın ilk imparatoru iş başına geldi.

Habsburglardan İmparator Charles Qint (V. Karl, 1519-1556) Avusturya, İspanya, Hollanda ve İtalya'nın bir kısmını egemenliği altına aldı. Buna karşın, ülkenin dört bir yanında kargaşalıklar sürüp gidiyordu. Luther, Protestanlığı yaymaya başladı. 1555'te Augsburg Antlaşması imzalandı. Herkesin kendi inancına göre ibadet etmesine izin verildi. Ancak, iki taraf arasındaki barış 63 yıl sürdü. 1618'de Bohemya'da başlayan kargaşalıklar, dinî bir savaş hâlini aldı ve bütün Almanya'ya yayıldı. Kargaşalıklar tam otuz yıl sürdü. 1648'de imzalanan Vestfalya Antlaşması ile savaş sona erdi. Alman imparatorlarının yetkileri daraltıldı. Bu savaşlar sırasında Güneybatı Almanya'da yaşayan Hohenzollern kontları, Berlin'in doğu kesiminde egemenlik kurmaya başladılar ve Doğu Prusya'yı ellerine geçirdiler. 1640'ta, Friedrich Wilhelm Brandenburg, Prusya Devleti'nin temelini attı. Bundan sonra tahta çıkan I. Friedrich, 1701'de ilk Prusya kralı oldu. Prusya'nın yükselmesi II. Friedrich (Büyük Friedrich) dönemine rastlar. Bu dönemde 1756-1763 yılları arasında Avusturya ile yapılan Yedi Yıl Savaşları'nda Avusturya kesin bir yenilgiye uğradı. Almanya'nın yönetimi II. Friedrich'in eline geçti. Fransız Devrimi'nden sonra, Avusturya ile Prusya da dahil olmak üzere birçok Alman devleti savaşlara sahne oldu (1792). Napoléon, Almanya'nın içlerine kadar girdi ve 1806'da Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu'nu tamamen yıktı. Bu durum Almanya'nın yeniden birleşmesine yol açtı. Yapılan savaşlar sonunda, Napoléon Leipzig'de ve Waterloo'da yenildi. Bunun üzerine, 1814-1815'te Viyana Konferansı toplandı, konferansta Almanya'daki üç yüzü aşkın bağımsız devletin azaltılmasına karar verildi. İmparatorluğun yerine de bir Alman Konfederasyonu kuruldu.

1871'de Prusya Kralı I. Wilhelm'in, Kont Otto von Bismarck'ı başbakanlığa getirmesiyle Almanya'nın birleştirilmesi yolunda ilk adım atıldı. Bismarck başbakan olur olmaz meclisi dağıttı, anayasayı değiştirdi. Prusya kralının başkanlığında bir federasyon kuruldu. II. Wilhelm döneminde, Bismarck başbakanlıktan uzaklaştırıldı. Büyük bir silâhlanma faaliyetine girildi. 1910'lardan 1960'a kadar süren yarım yüzyıl, Almanya yakın tarihinin kuşkusuz en önemli dönemidir. Birçok askerî ve siyasal olayla dolu olan bu dönemi Almanya sürekli bir çalkantı içinde geçirdi. Almanya'nın I. Dünya Savaşı yenilgisi üzerine bütün sömürgelerini yitirmesi, iki Dünya Savaşı arasında ülkede Nazi yönetiminin kurulması, II. Dünya Savaşı'nı kaçınılmaz kılan siyasal ve askerî girişimler ve Almanya'nın politik yapısının son savaşı izleyen yıllarda değişmesi bu dönemin başlıca olaylarını oluşturur. I. Dünya Savaşı (1914-1918) Almanya ile bağlaşıklarının yenilmesiyle sona erdi. 28 Haziran 1919'da imzalanan Versailles (Versay) Antlaşması ile, Almanya bütün sömürgelerini kaybettiği gibi, komşu ülkelere de toprak vermek zorunda kaldı. Bu ağır yenilgi üzerine, federasyona dahil bütün Alman hükümdarları haklarından feragat ettiler; Weimar'da yapılan yeni bir anayasa ile Cumhuriyet ilân edildi (1919). Friedrich Ebert cumhurbaşkanı seçildi.

1932 yılında, ikinci kez başkanlığa seçilen Hindenburg, 1933 yılında da, Adolf Hitler'i başbakanlığa atadı. Hitler, 1934'te Hindenburg'un ölümü üzerine devlet başkanı oldu. Bu tarihten II. Dünya Savaşı'nın başlamasına kadar geçen kısa süre içinde Almanya'da ekonomi alanında büyük başarılar elde edilirken, demokratik özgürlükler büyük ölçüde yok edildi. Siyasal polis (Gestapo), SA ve SS kuruluşlarının baskısı altında çok şiddetli bir antisemitizm (Yahudi aleyhtarlığı) ve antikomünizm politikası sürdürüldü. Genç Almanlar "führer" çevresinde toplanırken, bir bölüm Alman ülkeden ayrılmak zorunda bırakıldı ya da toplama kamplarına gönderildi. Savaş endüstrisini kuran Almanya, Versailles Antlaşması'nın bağlayıcı hükümlerini birbiri ardına tanımamaya başladı. Faşist İtalya ile Almanya arasında Roma-Berlin Mihveri kuruldu. Avusturya'ya yapılan baskılar sonucunda bu ülke 1938'de Almanya ile birleştirildi (Anschluss). Önce Südet bölgesini, sonra da Bohemya'yı işgal eden Almanya, Çekoslovakya'yı parçaladı. 1939'da Alman-Sovyet Paktı imzalandı. Polonya'nın Eylül 1939'da işgali üzerine II. Dünya Savaşı fiilen başladı. Savaşın başında büyük başarılar elde eden Almanya sonuçta savaşı kaybederek 8 Mayıs 1945'te kayıtsız şartsız teslim oldu. 1945 yılı Şubat ve Ağustosu'nda müttefikler arasında Yalta ve Potsdam antlaşmaları imzalandı. Doğu Prusya ve Oder-Neisse sınırının doğusunda kalan bir bölüm Alman toprağı Polonya ve Sovyetler Birliği'ne verildi; Almanya, ABD, İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği arasında dört işgal bölgesine ayrıldı. Ayrıca Berlin, Batılı bağlaşıklar ile Ruslar arasında bölündü.

Almanya 1949'da ikiye ayrıldı. Savaşta küçülen Alman toprakları üzerinde Federal Alman Cumhuriyeti ile Demokratik Alman Cumhuriyeti (ya da Batı ve Doğu Almanya) adlı iki yeni devlet kuruldu. 1989 yılında Demokratik Almanya'da 40 yıldır süregelen sosyalist rejimin sona ermesiyle iki Almanya'nın birleşmesi gündeme geldi. 9 Kasım 1989'da Demokratik Almanya kapılarını Batı'ya açtı. Mayıs 1990'da iki Almanya'nın başbakanları birleşmenin ekonomik ve sosyal koşullarını belirleyen bir anlaşma imzaladılar. Temmuz 1990'da bu anlaşmanın hükümleri yürürlüğe girdi. Ağustos'ta da birleşmenin hukuksal çerçevesini çizen bir anlaşma imzalandı. 2 Ekim 1990'da uzun bir ayrılıktan sonra yeniden aynı devlet çatısı altında birleşen Almanya'nın başkentinin Berlin olmasına karar verildi.

MsXLabs.org & Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi


BARIŞ 1 Kasım 2006 13:29

3 ek

Almanya


Almanya Federal Cumhuriyeti ya da kısaca Almanya (Almanca: Bundesrepublik Deutschland) batı Avrupa'da yer alan, dünyanın en sanayileşmiş ülkelerinden biridir. Kuzeyde Danimarka ile komşudur ve Kuzey Denizi ile Baltık Denizi'ne kıyısı vardır. Doğuda Polonya ve Çek Cumhuriyeti ile, güneyde Avusturya ve İsviçre ile, batıda ise Fransa, Lüksemburg, Belçika ve Hollanda ile komşudur. Almanya, Avrupa Birliği'nin kurucu üyelerindendir.
Alıntıdaki Ek 48804

Coğrafya


Almanya güneyde Alp Dağları'ndan (en yüksek noktası 2.962 m'lik Zugspitze) kuzeyde Kuzey Denizi ve Baltık Denizi'ne kadar uzanır. Ortadaki ormanlık alanlar ve batıdaki alçak alanlardan (en alçak noktası: Neuendorfer/Wilstermarsch -3,54 m) Avrupa'nın önemli akarsuları Ren, Tuna ve Elba geçer.

Almanya Federal Cumhuriyeti 16 eyaletten oluşur. Devlet sorumluluğu taşıyan bu eyaletlerin kısmen uzun bir geleneği vardır. Almanya her zaman çeşitli eyaletlerden oluşmuş, ancak haritası yüzyıllar boyunca sık sık değişikliğe uğramıştır.

Federe eyaletler, bugünkü şekilleriyle genel olarak 1945'ten sonra kurulmuşsa da, eski bölgesel ilişkiler ve tarihsel sınırlar kısmen dikkate alınmıştır.

Almanya 1990 yılında birleşinceye kadar 10, daha sonra Saar Bölgesi’nin 1 Ocak 1957’de tekrar ülkeye katılmasından sonra, batılı devletlerin (Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa) işgal bölgelerinde kurulmuş olan 11 eyaletten oluşuyordu. Sovyet işgal bölgesinde de savaş sonrasında daha sonraki Demokratik Alman Cumhuriyeti (DDR) topraklarında 5 eyalet kuruldu. Ama bunlar 1952 yılında toplam 14 il haline getirildi. 18 Mart 1999’da yapılan ilk özgür seçimden sonra 5 federe eyaletin yeniden kurulması kararlaştırldı. Bu eyaletler genellikle 1952’den önceki şekillerini aldılar. 3 Ekim 1990’da DDR, dolayısıyla da Brandenburg, Mecklenburg-Vorpommern (Önpomeranya), Saksonya, Saksonya Anhalt ve Thüringen Eyaletleri Almanya Federal Cumhuriyeti’ne katıldı. Doğu Berlin de Batı Berlin ile birleşti.
Alıntıdaki Ek 48805

Tarih


Almanya'nın ilk sakinleri Keltler ve çeşitli germen kavimleridir. Germenler, Kavimler Göçü sonucu M.S. 6. y.y.'a değin Keltlerle, Ortaçağ boyunca da Doğu Almanya'daki Slavlar ile karışarak Alman halkını oluşturmuşlardır.

Alman tarihinin başlangıcı olarak, tıpkı Fransa'daki gibi, Charlemagne'ın kurduğu Charlemagne İmparatorluğu esas alınır. Bu imparatorluk Charlemagne'nın ölümünden sonra batı, fazla uzun ömürlü olmayan orta ve doğu Frank krallıklarına bölünmüştür. Alman devletinin kurulduğu tarih olarak da, Doğu Frank Krallığı'nın, kral I. Otto'nun Roma'da Papa tarafından imparator ilan edilmesiyle Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'na dönüştüğü 2 Şubat 962 tarihi geleneksel olarak kabul görmektedir.

Batı frank krallığı zaman içerisinde ulusal bir devlet olan Fransa'ya dönüşürken, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu giderek küçük devletçiklere bölünmüş, Otuz Yıl Savaşı'ndan (1618-1648) sonra ise imparatorun erki sadece kağıt üzerinde kalmıştır.

Almanya Fransız Devrimi'nin (1789) ardından, İkinci Dünya Savaşı'nın bitimine kadar sürecek geleneksel Alman-Fransız düşmanlığının kökeni olarak görülen Napeleon Bonaparte önderliğindeki fransız ordusunun işgalini yaşamış, Bonaparte'ın Avrupa düzeninin silinip eski devletçiklerin tekrar oluşturulduğu Viyana Kongresi'nden (1814-1815) sonra Alman birliğini kendi güdümünde sağlamak isteyen iki rakip alman devleti Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Prusya'nın rekabetine sahne olmuştur. Bu rekabette kazanan taraf Prusya olmuş ve 1870-71 Alman Fransız savaşının Almanların zaferiyle sonuçlanması üzerine Prusya kralı I. Wilhelm Alman imparatoru ilam edilerek Almanların ilk imparatorluk olarak adlandırdıkları ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun dışında kaldığı devlet kurulmuştur.

I. Dünya Savaşı'nda Almanların yenilgiye uğramasıyla imparatorluğun ilga edildiği, almanların Weimar Cumhuriyeti dedikleri dönem, politik istikrarsızlık, dünya ekonomik bunalımı ve de Almanların Versailles Antlaşması'na duydukları tepki sonucu Adolf Hitler'in nasyonal sosyalist diktatörlüğüne varmıştır. Bu dönemde yaşanan Yahudi Soykırımı ile tarihinin en karanlık sayfalarından birini gören Almanya, İkinci Dünya Savaşı'ndan da yenilgiyle çıkarak 1945'de batıda Amerikan, İngiliz ve Fransız, doğuda ise Batı Berlin hariç Sovyet işgal bölgelerine bölünmüştür. Batıdaki işgal bölgelerinde 23 Mayıs 1949'da Federal Alman Cumhuriyeti, Sovyet işgalindeki bölgelerde ise 7 Ekim 1949 tarihinde Demokratik Alman Cumhuriyeti kurulmuş, Doğu Bloku'nun çözülmesi ve son anılan devletin kendini lağv edip 3 Ekim 1990'da Federal Alman Cumhuriyeti'ne katılmasıyla Alman birliği tekrar sağlanmıştır.

Yönetim


Almanya'nın devlet yapısı anayasal federal cumhuriyet'tir. Devlet; cumhuriyet, demokrasi, federalizm, hukuk devleti ve sosyal devlet beşli temel üzerine kuruludur. Başkanı federal cumhurbaşkanıdır. Görevi politik bir karar alma yetkisi olmadan devleti temsil etmektir, görev süresi beş yıldır ve ikinci kez seçilebilir. Bundestag (Federal Meclis) ülkenin ana yüksek yasama organıdır. Şu anda görevde bulunan 16. Federal Meclis'te 614 milletvekili bulunur. Bu milletvekilleri dört yılda bir seçilir ve Alman halkını temsil eder. Seçim sistemi çoğunluk ve nispi temsil sistemlerinin bir karışımıdır.

Almanya Federal Cumhuriyeti toplam 16 eyaletten oluşur. 10'u eski eyaletler diye tabir edilen birleşmeden önceki batıdaki eyaletlerdir. Bunlar Bavyera, Baden-Württemberg, Hessen, Bremen, Hamburg, Aşağı Saksonya, Kuzey Ren-Vestfalya, Rheinland-Pfalz, Saarland ve Schleswig-Holstein'dir. Birleşimden sonra 6 yeni eyaletlerin katılımı ile eyalet sayısı 16 çıkmıştır. Her eyaletin bir meclis ya da senatosu (Landeshaus / Senat) bir de bir eyalet hükümeti (Landesregierung) vardır. Her eyalet özerk yönetim kazalarına (Almanca Kreis; adlarını genelde tarihi derebeylerinden alır) ayrılırlar. Her kaza ise belediye ve muhtarlık bölgelerine (Stadt - Gemeinde) ayrılır. Burada da belediye veya şehir meclisleri bulunur ve yerel seçimlerde seçilen belediye başkanı tarafından yönetilirler. Şeçmen ve seçilme yaşı 18'dir. Yerel seçme hakkı sadece AB yurttaşlarına tanınır.

Ülke 16 eyalete, eyaletler; yönetim bölgelerine, ilçelere, beldelere veya ilçeden bağımsız hareket eden şehirlere (kreisfreie Städte: kent-ilçe) ayrılır. Hamburg, Bremen ve Berlin şehir eyaletler olmakla birlikte, kendi içinde idari açıdan bölünmezler. Eyaletlerin kendi yasama, yürütme ve yargı organları bulunur. Ayrıca yerel yönetimlerle ilgili düzenleme yapma yetkisi de eyaletlerdedir. Bu 16 eyaleti temsil eden, yasaların yapılmasına ve kısmen federal devlet yönetimine katılan anayasal organ Federal Konsey (Bundesrat)'dır.

Almanya'nın Eyaletleri (16)

Alıntıdaki Ek 48806

1 Baden-Württemberg
2 Bayern (Bavyera)
3 Berlin
4 Brandenburg
5 Bremen
6 Hamburg
7 Hessen
8 Mecklenburg-Vorpommern
9 Niedersachsen (Aşağı-Saksonya)
10 Nordrhein-Westfalen (Kuzey Ren-Vestfalya)
11 Rheinland-Pfalz
12 Saarland
13 Sachsen (Saksonya)
14 Sachsen-Anhalt
15 Schleswig-Holstein
16 Thüringen

Federal Hükümet (Bundeskanzler), Federal Meclis tarafından seçilen ve bu meclise karşı sorumlu olan başbakan yani Şansölye(Bundeskanzler) ve federal bakanlardan (Bundesminister) oluşur. Kabineyi, aynı zamanda çoğunluk partisinin lideri olan başbakan kurar, bakanlarını seçer ve göreve atanmalarını ya da görevden alınmalarını cumhurbaşkanına (Bundespräsident) önerir.

Federal Almanya Başbakanları ve Görev Süreleri:
  • Konrad Adenauer, CDU (1949-1963)
  • Ludwig Erhard, CDU (1963-1966)
  • Kurt Georg Kiesinger, CDU (1966-1969)
  • Willy Brandt, SPD (1969-1974)
  • Helmut Schmidt, SPD (1974-1982)
  • Helmut Kohl, CDU (1982-1998)
  • Gerhard Schröder, SPD (1998-2005)
  • Angela Merkel, CDU (2005-)
Bundestag’da temsil edilen partiler (alfabetik olarak):
Birlik 90/YEŞİLLER (Genelde “Yeşiller” olarak adlandırılır)
CDU – Hristiyan Demokrat Birliği
CSU – Hristiyan Sosyal Birliği (CDU’nun kardeş partisidir ve sadece Bavyera Eyaletinde temsil edilir)
FDP – Hür Demokrat Parti (“Liberaller” olarak adlandırılır)
PDS – Demokratik Sosyalist Parti
SPD – Almanya Sosyal Demokrat Partisi

Federal Almanya Cumhuriyeti’nin anayasası, bireyin garanti altına alınan temel haklarını kapsar: “İnsanın onur ve haysiyeti dokunulmazdır. Tüm devlet erki ona saygı göstermek ve onu korumakla görevlidir” (GG, Madde 1, Paragraf 1).

Coğrafya


Güneyde Alp Dağları'ndan (en yüksek noktası 2.962 m'lik Zugspitze) kuzeyde Kuzey Denizi ve Baltık Denizi'ne kadar uzanır. Ortadaki ormanlık alanlar ve batıdaki alçak alanlardan (en alçak noktası: Neuendorfer/Wilstermarsch -3,54 m) Avrupa'nın önemli akarsuları Ren, Tuna ve Elba geçer. Bu nehirler yüzyıl içinde nehirlerin ıslahı ve mükemmel kanal sistemi sonuçu ülkeyi ağ gibi saran otoyollardan (Autobahn) sonra gelen en önemli nakliyat yollarıdır.

Almanya Federal Cumhuriyeti 16 eyaletten oluşur. Devlet sorumluluğu taşıyan bu eyaletlerin kısmen uzun bir geleneği vardır. Almanya her zaman çeşitli eyaletlerden oluşmuş, ancak haritası yüzyıllar boyunca sık sık değişikliğe uğramıştır.

Federe eyaletler, bugünkü şekilleriyle genel olarak 1945'ten sonra kurulmuşsa da, eski bölgesel ilişkiler ve tarihsel sınırlar kısmen dikkate alınmıştır.

Almanya (Federal Almanya Cumhuriyeti) 1990 yılında birleşinceye kadar 10, daha sonra Saar Bölgesi’nin 1 Ocak 1957’de tekrar ülkeye katılmasından sonra, batılı devletlerin (Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa) işgal bölgelerinde kurulmuş olan 8 eyaletten oluşuyordu. Sovyet işgal bölgesinde de savaş sonrasında daha sonraki Demokratik Alman Cumhuriyeti (DDR) topraklarında 6 eyalet kuruldu. Ama bunlar 1952 yılında toplam 14 il haline getirildi. 18 Mart 1989’da yapılan ilk serbest seçimden sonra 5 federe eyaletin yeniden kurulması kararlaştırldı. Bu eyaletler genellikle 1939’dan önceki şekillerini aldılar. 3 Ekim 1990’da DDR, dolayısıyla da Brandenburg, Mecklenburg-Vorpommern (Önpomeranya), Saksonya, Saksonya- Anhalt ve Thüringen Eyaletleri Almanya Federal Cumhuriyeti’ne katıldı. Doğu Berlin de Batı Berlin ile birleşmiştir:

Spor


1972 Münih Yaz Olimpiyat'ı yanında tarihinde önemli dev spor şölenlerine ev sahipliği yapan ülkedir. En son 2006 yılında Futbol Dünya Şampiyonası (FİFA) Almanya'da düzenlemiştir.

Almanlar sporu seven bir ulus olup, özellikle futbolun önemli bir yeri vardır. Diğer spor dalları federasyonlara bağlı binlerce spor klupleri ve bunların üyeleriyle organize olmuşlardır.

Alt yapıya çok önem verilir. Her yerleşim bölgesinde açık ve kapalı spor tesisleri göze çarpar. Futbol dışında özellikle jimnastik dalları ve özellikle masa tenisi, buz hokeyi, voleybol, eltopu sevilen spor dalları olarak sıralanabilir.

Mevsim sporları içinde kayak, ski, slalom kayak, curling yanında bisiklet, yüzme, atletizm gibi sporlar büyük ilgi çekmektedir.

Bisiklet'te de ünlü Tour de France bisiklet yarışmasını kazanmış veya iyi dereceye girmiş ünlü (Jan Ullrich ve Erik Zabel) yarışcıları da vardır.

Motor sporlarında ise Formula 1 yarışlarının yapıldığı Hockenheim pisti dışında Nürburg Ring, Oschersleben ve Lausitzring önemli pistlerden sayılır. Bu ilgi sonucu Schumacher kardeşler, Nico Rosberg, Nick Heidfeld gibi yarışcıları ünlenmiştir.

DTM (Deutsche Tourenwagen Meisterschaft) ve ADAC-Touring sürat araba yarışmaları da bu önemli motor sporları arasında olur. DTM 2005 yılında İstanbul Otodrom´da yapıldı.

Ekonomi


Almanyanın tarihsel bir ekonomi gelişmesi vardır. Roma imparatorluğundan miras kalmış mükemmel bir yol düzeni. Şehirlerde alt yapı ve kanalizasyon sistemleri, nehirlerin ve havzaların ıslah olması sonucu, mükemmel ve hızlı nehir nakliyatı. Kömür havzaların bulunup açılması. Bütün bunlar buhar makinesinin icadından başlayarak bugüne Avrupa'nın en başlı ülkesi durumuna getirmişdir. Ülkenin coğrafi konumu nedeni ile ticari ilişkileri pekleştirmiş. Ülkenin hammadde fakirliği sebebi ile işleyen, üreten sanayi yönelmiş. Fevkelade disiplinli eğitim sayesinde üstün eğitimli esnaf, usta ve mühendisler yetiştirilmiş. Ülke icadları ve yaratıcıkları ile ün yapmışdır. Dünya'da ilk sanayi standartını 9. yüzyılda sucuk, ekmek ve biraya (Reinheitsgebot) getirmişler ve bugünde geçerlidir. 1. Dünya savaşı öncesi ağır sanayiye çok önem verildi. Thyssen, Krups, Mannesmann gibi ünlü şirketler dünya piyasasına hakim oldular. İstanbul-Bağdat hattı da bu şirketlerin projeleridir. Siyasiden çok ekonomik nedenler çıkan 1. dünya savaşı sonucunda Almanya büyük hezimete buna bağlı ağır yaptırımlara maruz kalan Alman imparatorluğu iflas ederek yerini Weimarar Cumhuriyetine bırakır.

Yinede bütün zorluklara karşın kıpırdayan Alman ekonomisi Nasyonal Sosyalistlerin hükümeti ele geçirmesi ile savaş sanayisinde korkunç dev adımlar atmaya başlarlar. Bu zaman içinde de ünlü Alman otoyolların (Autobahn) temelleri atıldı. Bu gelişmeler savaşın getirdiği yıkılıma kadar sürdü.

Alman Cumhuriyetinin demokratik yapıda tekrar kurulması ve Amerikan Marshall planının burda tutması sonucu ekonomi tekrar dirilir ve mucize yılları (Wirtschaftwunder) diye adlandırılan 50 yıllarında ülke eski ekonomik refahı tekrar yakalamaya başlar. Almanlar artık diğer ülkeleri yeni ekonomi anlayışı ve kaliteli sanayi ürünleri ile cezbetmeyi başarırlar. Bu arada ülkedeki işçi ihtiyacını yurtdışından getirilen önce Portekiz ve İtalyanlar ve sonrada Türk ve diğer menşeli insanlarla giderilmeye çalışıldı. Bu 1974 de patlak veren enerji krizine ve bununla gelen durulmaya kadar sürdü. 1974 senesinde dışardan işçi getirme talebi durduruldu. 60 yıllarda Roma antlaşması ile atılan Avrupa Mountain Birliğine üye olan Almanya. Bugün bu birliğin ad ve niteliğini değiştiren Avrupa Birliği (Europa Union)ne daimi üyesidir. 2002 yılında güçlü ve katı dengeli Alman Markı yerine Euro ve Cent'e geçmiştir. 1 Euro = 1,95853 DM dür. DM tedavülden kaldırılmadığı halde buğün hiç kullanılmamaktadır.

Amerika'dan sonra en çok telif hakkı ve patent bildiren ülkedir. Otomobil ve yan sanayisi ülkenin belkemiğidir. Tahminen dolaylı veya doğrudan 20 milyon kişinin çalıştığı belirtilmektedir. Ülkenin geneksel otomotiv üreticileri şunlardır : Mercedes-Benz, BMW (Bayerische Motoren Werke), Volkswagen, Audi (NSU), Opel (20.lerden beri General Motors'un), Ford (gene 20'lerden beri), Porsche dir. Bunların yanında düşük sayıda üretim yapan manifaktür türü başka marka otomobil markalarıda bulunmaktadır.

Bilişim Endüstrisinin hatırı sayılır yatırımlarıda bu ülkededir. Telefon, fiberglas kablo ve hertürlü kominikasyon alt yapı muazzam geniş alana yayılı ve kullanışlıdır. 120 milyon cep telefon ve buna bağlı bir düzine haberleşme teşebüslerinin msl. UMTS, DSL ve diğer sistemlerin aralıksız ve düzenli olarak halk arasında kullanılması için kıyasıya rekabettedir. Yüksek teknolojisi (High-Tech) çok gelişmiş ülkenin uzay istasyonu ISS e katılım payı yanında Airbus 380'nin üretiminde büyük katkıları vardır.

Almanya ekonomisi bir tür Sosyal-Pazar-Ekonomisi(Sosiale-Marktwirtschaft) diye tabir edilir. Kapitalist sistemdeki kıyasıya rekabet ve monopol kurulmasına karşın ekonomik yaptırımlarla ve yasal düzenlemelerle engel olmaya çalışılmaktadır. Bu konuda en son sözü her zaman Kartel Dairesi (Kartelamt) söyler. Devlet işci ve işveren arasındaki iş akitlerine (Arbeitsfriendsvetrag) kesinlikle karışmaz. İşci grevlerini ise sendikasal bir hak olarak görür. İşci çıkartmaları (Lokavt) ise yasal değildir. Her iki taraf senede bir branş ve bölgelere göre masaya oturup anlaşmaya çalışırlar. Ülkede çalışma süresi haftada 34 - 40 saat arasındadır. Sosyal haklar çok iyi ve geniş olmasına rağmen küresel rekabet yüzünden kırpılmaya gidilmişdir.

Bugün iki Almanya'nın getirdiği ağır sorumluluklar, küresel ekonomik kriz, enerji darboğazlığı ve değişen küresel dengelere rağmen yıllık enflasyon %1,5 civarıdır. Kişi başına milli hasılat yılda 35.650€ (2005)dir.

Yeni Bayan Şansöyle Merkel'in (Fizikci, quantum kimya üzerine Doktorası var.) hükümetin başına geçmesi ile aldığı katı önlemler, sosyal haklar ve yardımlara büyük kırpma getirdi. Buna karşın ülke tarihinde ilk defa vergi gelirinin artımı ile bütçe milyarlık fazlalık verdi. Ekonomide ve özellikle iş piyasasında hissedilir bir iyimserlik yanında istatistik gelişmeler göze çarpmaktadır. İşsizlik sayısı yıllardır %10,5 üzerinde iken bu sayı %9,5 inmişdir.
Almanya ekonomisi Avrupanın en büyük, A.B.D ve Japonya'dan sonra dünyanın en büyük 3. ekonomisidir. Rakkamlarla Almanyanın ekonomisi (tahmini 2007'de €): 726 milyar ihracat, 134 milyar ticaret fazlalığı, %16 ihracatta artış
Ülkenin başlıca üyelikleri : BM, OECD, AB, NATO, G8, FIFA, UEFA, Europol
Almanya en fazla silah üreten ve satan 3. ülkedir! Dünya ihracat (Amerikanın önünde) şampiyonudur.

Alman İstatistikler Dairesinin (Statistische Bundesamt,Wiesbaden) 2005 raporuna göre nufüs verileri şöyledir :
  • Almanya'da yaşayanların sayısı 82 500 800
  • Kilometrekareye 231,1 birey düşer
  • 1 764 041 Türk vatandaşı ikamet etmekte (2005 sene sonu verisi)
  • 0,66 milyon Türk asıllı Alman vatandaşı mevcut
  • 3 767 milyon toplam erkek yabanci (2005)
  • 3 523 milyon toplam kadın yabancı (2005)
  • Genel nüfusa göre yabanci yüzdesi %8,9
  • 2005 senesinde 707 352 kişi Almanya'yı ikamet yeri olarak seçmiş
  • 2005 senesinde 628 399 kişi Almanya'yı terk etmiş
  • 1,4 milyon yabancı Almanya'da doğmuş
  • Yabancıların ortalama yaşı 35,6 ve ortalama 17,6 yıldır ikamet etmekte
  • 2005 sene sonunda tamamen Alman vatandaşı olmayan kişi sayısı 6,76 milyon
  • Almanya'yı yeni ikametgah yeri olarak seçenlerin sayısı 401 000
  • Almanya'yı kesin terkeden yabancı sayısı 290 000
  • Çeşitli nedenlerle yabancılık statüsünü bırakanların sayısı 73 000
  • Avrupa Topluluğundan Almanya'ya yerleşmiş yabancıların sayısı 2,1 milyon (32% *)
  • Diğer Avrupa ülkelerinden gelenlerin sayısı 3,2 milyon (%48% *)
  • Türkiye vatandaşları % 26 *
  • İtalyanlar % 8 *
genel yabancı nüfusa göre
Almanlarda etnik yapılanma üstüne durulmasada, geldikleri çoğrafyaya ve şiveye göre adlandılırlar. Bunların başında Bayuvarlar, Franklar, Badenseler, Hanseatlar (Hamburg, Bremerhaven), Frizeler, Hessenliler. Ama esas iki ana unsura bölünürler. Aşağı Almanya, Bavyerada Bavyeralılarla, diğer Almanları tabir eden Prusyalılar. Bunun dışında yurtdışında yaşayan Kazakstan-Almanları, Romanyada Siebenbürgen'lerle, Çek Cumh. yaşayan Sorbenleride katabiliriz. Amerikada'da eski almanca konuşmalarına rağmen halen halen değişik hıristiyan mezheblerine ait olan gurublar vardır. Herrenhuter, Amish sayılabilir. Yahudilerde bir nevi Almanca yahudice karışımı yidiş'i konuşurlar.

Din


Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası'nın 4. maddesi şöyledir: “Din ve vicdan özgürlüğü ile din ve dünyevi inanç özgürlüğüne dokunulamaz”. Almanya’da halkın %34’ü Protestan, %34’ü Katolik, %3,7’si Müslüman, %28,3’ü ise diğerler dinlere mensuptur. Almanya’da 160 kadar değişik dini cemaat vardır. Müslümanların, Yahudilerin ve diğer dini cemaatlerin bayram günleri resmi tatil günlerinden sayılmaz. [1]

İslam Almanya'da resmi din statüsünde değildir. Bu yüzden din hürriyeti ve kanunları altında açılamayan camiiler, ancak dernek sıfatı ile açılabilmektedirler.

2001 WTC olayının hemen arkasından, islami girişimler ve teşebüsler Anayasayı Koruma Teşkilatı (Verfassungsschutz; MİT'e eş) ve özellikle Federal Kriminal Teşkilatı (Bundeskriminalamt) tarafından daha da sıkı gözetlenmektedirler.

AB dışı vatandaşların yerel belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakları yoktur. Ancak Yabancılar Kurultay'ları (Ausländerbeirat) belediye yönetimlerine danışmancı ve tavsiyeci sıfatları ile katılırlar. Bu konuda Hollanda gibi diğer ülkeler belediye yerel seçimlerine seçmne ve seçilme haklarını tanımışlardır.


Sosyal ve Demografik Gelişme


Almanya'da yaşayan Türkleri sembolize eden Türk-Alman bayrağıİlk resmi sayımlara göre, Almanya’nın Aralık 2004’teki nüfusu 82,3 milyondur. 2003 yılında doğu Almanya 13,6 milyon kişi iken, batıdaki eyaletler ve Berlin nüfusun geri kalanını oluşturmaktadır. 2003 yılının sonunda Almanya’da 7,3 milyon yabancı (nüfusun %8,9) yaşamakta olup bunlardan yaklaşık 2,5 milyonu Türk vatandaşıdır. Federal İstatistik Ofisinin tahminlerine göre 2013 yılından itibaren nüfus azalmaya başlayacak olup, 2050 yılında 75 milyon rakamına düşecektir.

Bu tahminler göçmenlerin ülkelerine dönüş hızı ile artabilir ya da azalabilir. Avrupa'nın en fazla göçmen alan ülkesi durumunda iken, 1990 yılların başında alınan tedbirler ve başarısız entegrasyon politikası sonucu bu ülkede ciddi sosyal sorunlar ortaya çıktı. 2000 yılında değiştirilen vatandaşlık yasası bunu dahada pekiştirmişdir. Bundan dolayı nufüsta alman vatandaşı olmayanların sayısı yüksek doğurganlığa rağmen geriye gitmektedir. Wiesbaden'de bulunan Fedeal İstatislikler Dairesi hersene bu konuda bulgularını bültenle bildirmektedir.

Yaşlı nüfusun (60 yaş ve üstü) 2001 ve 2011 yılları arasında çalışan nüfusa (20-59 yaş) oranı yavaş yavaş yükselmesi beklenmektedir. Bu oranın 2050 yılında %78’e kadar çıkacağı tahmin edilmektedir. “Yaşlı” tanımı 65 yaş ve üstü olarak alınsa bile 2050 yılında bu oranın %55 olması, sosyal güvenlik sistemini ciddi olarak zorlayacağı anlamına gelmektedir.[2] 2005 yılı net göç oranı tahmini 2,18 göçmen / 1.000 kişi’dir. Her 1.000 yaşayan bebeğe karşılık, 4,16 bebek ölümü gerçekleşmektedir. 2005 yılı tahminlerine göre doğurganlık oranı 1,39 bebek / kadın’dır. 2001 yılında 43.000 kişi HIV/AIDS ile yaşamakta olduğu tahmin edilmektedir. AIDS’den ölümlerin 2003 yılında 1.000’in altında olduğu tahmin edilmektedir. [1]

İki Almanya'nın birleşiminden sonra doğu eyaletlerden batıya göç beklenmiş, ama bu göç beklenenin çok altında kalmışdır. Eski Doğu Almanya, bugün ise yeni eyaleletler diye adlandırılan bölgelerin sosyo-ekonomisi zayıf, çökmüş veya atıl durumda olduğu için yüzmilyarlarca Euro ya varan bir kalkındırma programı uygulanmaktadır. Bunun kaynağı içinse batıda çalışanlardan dayanışma vergisi kesilmektedir. Bu da halen kafalarda varsayılan duvarı pekiştimekte, doğulu (Ossi) ve batılı (Wessi) şeklinde tabirlenmektedir. İki Almanya'nın barışcı bir ayaklanma sonucunda 1990'da birleşmesinin mimarları o zamanın Şansölyesi Dr. Helmut Kohl, Dışişleri Bakani D. Genscher ve eski Sovyetler genel sekreteri Gorbaçov'dur.

1989'a kadar ekonomik durumdan son derece mutsuz olan Demokratik Alman C. vatandaşları Dresden ve diğer şehirlerinde her gece kilisenin önderliğinde "duvarlar insin (Mauer muss weg), halk biziz" (Wir sind das Volk) sloganları ile sakince protesto ederek yürüdüler. Diğer demir perde ülkelerindeki (Macaristan, Çek vs.) Batı Almanya temsilciliklerine toplu kaçış ve iltica girişimleri zamanın hükümetin değişmesine sebep oldu. Sosyalist Partinin (SED) rejim değişikliğini kabul etmek zorunda kalması sonucu sınırlar açıldı ve tam 40 yıllık hasret 1989'da bir gecede sona erdi. Batı Almanya, Doğu Almanya'da bulunan Varşova Paktının özellikle Rus ordusunun tekrar Rusya'ya geriye çekilmesini kolaylaştırmak ve bir tür geriye bırakılan taşınmaz mallar için 10 milyar Alman Markı'ndan fazla ödeme yaptı. Bugün taşınmaz mallara dahil arazi vb. lerin arındırılması ve çevre sağlığı için temizlenmesine devlet şimdiye kadar 60 milyar DM üzerinde harcamada bulundu.


Misafir 9 Aralık 2006 11:26

1 ek

ALMANYA

  • DEVLETİN ADI: Almanya
    Alıntıdaki Ek 48847
  • BAŞŞEHRİ:Berlin
  • YÜZÖLÇÜMÜ:356.945 km2
  • NÜFUSU:79.096.000
  • RESMİ DİLİ:Almanca
  • DİNİ:Hıristiyanlık
  • PARA BİRİMİ:Euro (EUR)
Orta Avrupa'da Kuzey Denizi ile Alpler arasında uzanan bir devlet. Doğusunda Çekoslovakya ve Polonya; güneyinde Avusturya, İsviçre; batısında Fransa, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg; kuzeyinde Danimarka ve Kuzey Denizi yer alır. Almanya, birisi Baltık Denizinde, diğeri Kuzey Denizinde iki adaya sahiptir. Baltık Denizindeki Fehmarn Adası 185 km2, kuzeyinde bulunan Sylt Adası ise 99 kilometrekaredir.

Tarihi


Bugünkü Almanların dedeleri olan Germenler, bundan 2000 yıl önce Ren Nehrinin batısında yaşıyordu. Germenler, savaşçı ve barbar bir kavimdi. Genellikle avcılık ve basit ziraatla geçinirlerdi. O çağda Romalılar Orta Avrupa'ya düzenli ordular göndererek buraları istila etmek istiyorlardı. Germenler Romalıların bu istila hareketlerini durdurabilmek için onlarla bir çok savaşlar yaptılar ve Romalıları yenerek Orta Avrupa'yı almalarını önlediler. Daha sonra Romalılar zayıflamaya yüz tutunca, Germen kabileleri sel gibi Roma'ya akmaya başladılar. Bunun bir sebebi de Hunların Avrupa'ya yayılmaya başlamalarıdır. Roma İmparatorluğu topraklarını işgal eden Germen kabileleleri Romalıların geleneklerini, kültürlerini ve hatta dinlerini benimsediler. Yalnız Ren ile Elbe nehirleri arasına yerleşmiş olan asıl Germenler kendi dillerini geleneklerini koruyabildiler. Büyük Karl (Şarlman) zamanında Saksonlar, Büyük Karl'ın 800 yılında papa tarafından Roma İmparatoru ilan edilmesiyle zorla Hıristiyan yapıldılar.

Büyük Karl (Şarlman)'ın ölümünden sonra torunları zamanında Roma İmparatorluğu parçalandı ve dükalıklara bölündü. Frankonya ve Saksonya bu bölünmeden meydana çıkmıştır. Bu dükalıklarda mukaddes Roma İmparatoru seçilebilmek ve İtalya'yı ele geçirmek için asıl Alman halkını unutmuşlar, halkın bilhassa köylülerin toprak sahibi derebeylerin kölesi olmasına, kötü idare edilmelerine göz yummuşlardı. Bu arada papazlar da din adına halkı soymaya başlamışlardı. İşte tam bu sırada Luther ortaya çıktı. Luther, Roma Katolik kilisesinin eğitim ve ibadet şeklini şiddetle yererek Protestanlığı yaymaya başladı. Bundan sonra mezhep savaşları başladı. Bu savaşlar neticesinde kralların ve devletin gücü azaldı. Bu kargaşa ortamında Hohenzollerin hanedanından birinci ve ikinci Friedrich'ler başa geçerek Prusya Krallığını kurarak yönetimi ele aldılar. Daha sonra Almanlar, Avusturya ve Fransa ile birçok savaşlar yaptılar ve neticede 1861 yılında Prusya Krallığına Birinci Wilhelm, Kont Otto von Bismarck Schönhausen'de başkanlığa getirildi. Bismarck zamanında Almanya'nın kuvvetli temelleri atıldı ve birleşme sağlandı. Birinci Wilhelm'den sonra İkinci Wilhelm Prusya kralı oldu ve bunun zamanında Bismarck'a işten el çektirildi ve Alman halkı büyük silahlanma faaliyetine girişti. Silahlanma sonucu Almanya yanında Avusturya, Macaristan,Türkiye ve Bulgaristan'la ittifak kurarak Birinci Dünya Savaşına girdi. Bu savaşta Almanlar ve müttefik devletler, Fransa İngiltere ve Ruslarla savaştılar. Savaşın ilk yılları Alman ve müttefik devletler lehine başarılı geçti. Hatta Rusya teslim bayrağını çekmek üzereyken, ABD'nin karşı taraf lehine savaşa katılmasıyla Almanya ve müttefik devletler 1917 yılında yenik düştüler. Almanya bu savaşta sömürgelerini kaybettiği gibi, toprak kaybına da uğradı. Ayrıca 33 milyar dolar tutarında tazminat ödemek zorunda kaldı. Bu yenilgiden sonra, bütün Alman hükümdarları haklarından feragat ederek, Weimar'da yapılan yeni bir anayasa ile 1919 yılında Almanya'da Cumhuriyet ilan edildi.

İlk Alman cumhurbaşkanı olarak Friedrich Ebert seçildi. 1925 yılında, Mareşal Paoul von Hinderburg Almanya'nın ikinci cumhurbaşkanı oldu ve yedi yıl sonra da Hinderburg ikinci defa cumhurbaşkanı seçilince, Adolf Hitler'i başbakan yaptı. Hitler başbakan olunca, bütün yahudileri Alman vatandaşlığından çıkardı, askeri eğitime ve silahlanmaya önem vererek Almanya'yı silahlı bir güç haline getirdi. Kısa zamanda bu gücünü daha da çoğaltarak 1936 yılında İtalya ile Roma-Berlin mihverini kurdu. Bundan sonra Hitler, zor kullanarak Çekoslovakya ve Polonya'yı işgal etti. 1939 yılında Polonya'nın işgalinden sonra, Fransa ile İngiltere, Almanya'ya karşı savaş ilan ettiler. Buna karşılık olmak üzere Alman birlikleri Danimarka, Norveç, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg'u işgal etti. Bu arada Fransa korkudan teslim oldu. İtalya, Almanya'nın yanında savaşa katıldı. 1941 yılında Hitler, Balkan Yarımadasını da işgal etti ve sonra da Rusya'ya saldırdı. 1941 yılında ABD bütün askeri gücüyle batı devletlerinin yanında savaşa katılması üzerine Almanya ve müttefik devletler yenik düştüler. Bunun üzerine Almanya dört devlet arasında paylaşıldı. Fransa, İngiltere ve ABD'nin aldıkları bölümde Federal Batı Almanya Cumhuriyeti yer aldı. Ruslara kalan bölümde de Doğu Almanya kuruldu.

1989'da Rusya'da görülen liberalleşme hareketleri iki Almanya'nın birleşmesini gündeme getirmiştir. 1990'ın başlarında yapılan anlaşma neticesinde utanç duvarı yıkıldı ve iki Almanya birleşme kararı aldı. 4 Ekim 1990'da iki Almanya resmen birleşti.

Fiziki Yapı


Almanya'nın yeryüzü şekilleri çeşitli ve dikkat çekici bir görünüme sahiptir. Üç değişik fiziki bölgeye ayrılır. Bunlar; Kuzey Almanya ovaları, Ortadağ sıraları ve Alp Dağları ve etekleridir.
Dağlar: Almanya toprakları içinde kalan Alpler: Bayern Alpleri (en yüksek tepesi Zugspitze (2962 m), Allauer Alpleri (en yüksek tepesi Madelegabel 2645 m), Salzburg Alpleri (en yüksek tepesi Watzmann 2713 m)dir.

Ortadağ sıraları bölgesi:Yüksek düzlükler, dağlar, volkanik çukurlar ve çukur düzlüklerden meydana gelir. Bu bölgedeki dağlar birbirine zincir halkası gibi bağlıdırlar. Bu dağlar Harz, Wesserbengland, Rhön, Taunus, Schwlang ve Bömerwold dağlarıdır.Kara ve Mavyera ormanları ve geniş Ren Vadisi bu bölgede bulunur.

Ülkenin doğusunda ise, nehirlerle kesilmiş derin vadiler ve sert yamaçlar güneydoğudan kuzeybatıya kadar paralel sıralar halinde uzanır.

Ovalar:Kuzey Almanya ovaları Kuzey ve Baltık denizi kıyılarından Ortadağ sıralarına kadar uzanan bölgeyi içine alır. Çayırlar ve tarım yapılan arazinin büyük bir kısmı bu bölgede bulunur. Yüksek arazi yok denecek kadar azdır. En yüksek yeri Lüneburger fundalıkları olup, 169 metreye ulaşmaktadır.

Akarsular:Almanya'daki bütün nehirler, Tuna hariç kuzey denizine dökülür. En uzun nehri Ren olup, 865 kilometredir. Diğer büyük nehirleri ise Elbe, Tuna, Wesser, Ems'dir. Tuna Nehri ise Karadeniz'e dökülür ve Ren Nehri kanallarla Tuna Nehrine bağlanır. Bu bağlantıdan dolayı Karadeniz'le, Kuzey Denizi arasında bir gemicilik yolu meydana getirilmiştir.

Göller:Almanya'nın güneyindeki Avusturya ve İsviçre sınırında bulunan Bodensee en önemli gölüdür. Bu gölün tamamı Almanya'nın olmayıp, kuzey ve batı kıyıları Almanya sınırları içinde kalır. Bu kısım, gölün 305 kilometrekarelik bölümüdür. Bundan başka manzaraları çok güzel küçük gölleri vardır. Ayrıca kuzeyde derelerle birbirine bağlı, Baltık kıyısının hemen güneyinde Meckleuburg ve Domeranian göl bölgeleri vardır.

İklim


Almanya'nın karakteristik iklim yapısı bölgelere göre değişmektedir. Kuzeyinde yazları sıcaktır. Kışın ise okyanus etkisinde kalan bir iklim görülür. Doğu ve güneyinde yazları, mutedil derecede sıcak, kışları ise ekseriya yumuşak bir iklim görülür.

Almanya'da sıcaklık ortalaması en soğuk ay olan ocakta ovalarda 1,5°C, dağlarda ise -6°C'ye kadar düşmektedir. En sıcak ay olan haziranda ise ovalardaki sıcaklık 17° ile 20°C arasında değişmektedir. Yıllık sıcaklık ortalaması 9°C'dir.

Yazları ılık geçmesine rağmen kuraktır.Kışları ise, 500 metreden yüksek yerlerde keskin soğuklar hüküm sürer. Kar kalınlığı Zugspitze Tepesinde 4-5 metreyi bulur.

Bitki örtüsü ve hayvanlar:Ülkenin %30'u ormanlarla kaplıdır. Fundalıklar az olarak bazı bölgelerde görülür. Ormanların çoğunda kozalaklı ağaç türleri bulunur. Yüksek bölgelerdeki ormanlarda yeni dikilmiş ağaçlar çoğunluktadır.

Ormanlarında ve dağlık bölgelerinde geyik ve dağ keçisi gibi yabani hayvanlara rastlanır. Bunun yanında çeşitli evcil hayvanlar yetiştirilir.

Nüfus ve Sosyal Hayat


Almanya'nın nüfusu 79 milyon civarındadır. Bu nüfusun 4,5 milyonunu ülkede çalışan yabancı işçiler, yabancı işçilerin çoğunluğunu da Türkler teşkil eder. Almanya'da nüfus artış oranı çok azdır. Buna rağmen nüfusun yoğunluğu bakımından Avrupa'da km2 başına 222 kişi ile birinci sırayı alır. Nüfusun büyük bir kısmı endüstri merkezi olan Ruhr Havzasında yaşar. Almanya tamamen denecek kadar şehirleşmiştir. Nüfusu 2000'den az köylerde yaşayan insan sayısı beş milyonu geçmez. Genel nüfusunun üçte biri, nüfusu 100 binden fazla olan şehirlerde oturmaktadır. Almanya'da mülteciler ve yabancı işçiler dışında bütün halk Almanca konuşur. Azınlık yok denecek kadar azdır.

Din: Hıristiyan olan Alman halkının yaklaşık yarısı Protestan, %44'ü ise Katoliktir. Gün geçtikçe artan Müslümanların çoğunluğunu Türkler teşkil etmektedir.

Eğitim: Almanlar bilime, eğitime büyük önem veren bir millettir. Bugün Almanya'nın her tarafında eğitim ve öğretim parasız olarak gerçekleştirilmektedir. Eğitim ve öğretim, çağdaş tekniğe dayalı araç ve gereçlerle donatılmış, uygulamalı metodlarla yapılır. Ülkede 6-18 yaş arasında öğrenim mecburidir. Bütün öğrenciler önce 4 senelik temel okullara giderler. Bundan sonra ya temel okulun devamı kabul edilen 5 yıllık esas okula, ya 6 yıllık ortaokula veya 9 yıllık lise arasında seçim yaparlar. Esas okulu bitirenler umumiyetle 3 yıllık mesleki okullara da giderek meslek sahibi olurlar.

Almanya yüksek öğrenim kurumları ile doludur. Ülkede yüzden fazlası üniversite olmak üzere bilim ve teknik öğrenimi yapılan 196 yüksek öğrenim kurumu vardır. Ülkenin en eski ve ünlü üniversiteleri, 1386 yılında kurulan Heidelberg Üniversitesi ile 1476'da kurulan Tübingen Üniversitesidir.

On dokuzuncu yüzyıl sonunda kurulan Berlin Üniversitesi ile de Almanya'da çağdaş eğitimin temelleri atılmıştır. Hali hazırda Hannover Teknik Üniversitesi dünyaca ünlüdür. Bugün ülkede yaklaşık 1 milyon 100 bin öğrenci yüksek öğrenim görmektedir. Bunun 58.000 kadarını yabancı işçi çocukları teşkil etmektedir. Bu kadar gelişmiş eğitim ve öğretim sistemlerine rağmen, bugün hala yaklaşık üç milyon kişi okuma-yazma bilmemektedir.

Okuma-yazma bilmeyenlerin sayısını azaltmak için büyük çalışmalar yapılmaktadır. Almanya'da basın ve yayın çok gelişmiştir. Ülkede yayınlanan 373 gazetenin toplam tirajı 19 milyon 298 bindir. Almanya edebiyat tarihinde dünyaca ünlü edebiyatçı ve sanatçılar yetiştirmiştir. Birçok edebiyat akımı burada doğmuş ve yayılmıştır.

Spor, Almanya'da gelişmiş olup, halkın büyük bir kısmı spor kulüplerine üyedir ve sporla uğraşmaktadır. Futbolda dünyaca ileri bir seviyeye ulaşmış olup, üç defa dünya kupasını kazanmıştır. Birleşik Almanya'da spor okulları, spor salonları ve futbol sahaları ülkenin her tarafına modern bir şekilde yayılmıştır. Sporla uğraşmak isteyenler her türlü imkanı bulabilmektedirler. Bu sebeple de dünya çapında sporda başarılar kazanmaktadırlar.

Siyasi Hayat


Birleşik Almanya, 11 eyaletten meydana gelmiştir. Bu eyaletler eğitim, din, bayındırlık ve iç işlerinde bağımsızdır. Her eyaletin meclisi ve hükumeti vardır. Dış politika, ekonomi, ordu ve polis teşkilatı Federal hükumet tarafından, yasama gücü 4 yıl için seçilen iki meclis tarafından yürütülür. Bu iki meclisten Cumhuriyetinin tamamını temsil eden Federal Meclis (Bundestag)tir. Devletin temsilcisi Federal Kurul (Bundesrat)dur.Cumhurbaşkanı her beş yıl için Federal Meclis tarafından seçilir. Bundestrat'ın 45 üyesi eyalet hükümetlerince atanır.

Birleşik Almanya 16 eyaletten meydana gelmiş bir devlettir. En büyük eyaleti Bayern eyaletidir.
  • Baden-Württemberg: 35.751 km2 yüzölçümüne ve 9.679.000 nüfusa sahiptir. Başşehri Stuttgart olup, kilometrekareye 269 kişi düşer.
  • Bayern: 70.554 km2 yüzölçümüne ve 11.221.000 nüfusa sahiptir. Başşehri München olup, eyalette kilometrekareye 159 kişi düşer.
  • Berlin: 883 km2 yüzölçümüne ve 3.470.000 nüfusa sahiptir. Başşehri Berlin olup, kilometrekareye 3862 kişi düşer.
  • Brandenburg: 29.059 km2 yüzölçümüne ve 2.641.000 nüfusa sahiptir. Eyalette kilometrekareye 91 kişi düşer.
  • Bremen: 404 km2 yüzölçümüne ve 674.000 nüfusa sahiptir. Başşehri Bremen olup, eyalette kilometrekareye 1.668 kişi düşer.
  • Hamburg: 755 km2 yüzölçümüne, 1.626.000 nüfusa sahiptir. Eyalette kilometrekareye 2154 kişi düşer.
  • Hessen: 21.114 km2 yüzölçümüne ve 5.661.000 nüfusa sahiptir. Başşehri Weisbaden olup eyalette kilometrekareye 268 kişi düşer.
  • Macklenburg-Vorpommern: 23.838 km2 yüzölçümüne ve 1.954.000 nüfusa sahiptir. Eyalette kilometrekareye 82 kişi düşer.
  • Nedersachsen: 47.314 km2 yüzölçümüne ve 7.238.000 nüfusa sahiptir. Başşehri Hannover olup, eyalette kilometrekareye 153 kişi düşer.
  • Nordrhein-Westfelen: 37.070 km2 yüzölçümüne ve 17.104.000 nüfusa sahiptir. Başşehri Düseldorf olup, eyalette kilometrekareye 502 kişi düşer.
  • Rheinland-Pfatz: 19.849 km2 yüzölçümüne ve 3.702.000 nüfusa sahiptir. Başşehri Maiz olup, eyalette kilometrekareye 186 kişi düşer.
  • Saarland: 2.570 km2 yüzölçümüne ve 1.065.000 nüfusa sahiptir. Başşehri Saarbrücken olup, eyalette kilometrekareye 414 kişi düşer.
  • Sachsen: 18.307 km2 yüzölçümüne ve 4.901.000 nüfusa sahiptir. Eyalette kilometrekareye 267 kişi düşer.
  • Sachsen-Anhalt: 20.405 km2 yüzölçümüne ve 2.965.000 nüfusa sahiptir. Eyalette kilometrekareye 145 kişi düşer.
  • Sachleswig-Holstein: 15.729 km2 yüzölçümüne ve 2.595.000 nüfusa sahiptir. Eyalette kilometrekareye 165 kişi düşer.
  • Thüringen: 16.251 km2 yüzölçümüne ve 2.684.000 nüfusa sahiptir. Eyalette kilometrekareye 165 kişi düşer.

Ekonomi


İkinci Dünya Harbinden yenik çıktıktan sonra Almanya çok kısa zamanda ekonomik gelişmeyi gerçekleştirmiş ve dünyada dördüncü sırayı almıştır. Halihazırda çalışan nüfusun % 47'si sanayi kesiminde çalışmakta olup, milli gelirin % 55'i bu kesimden sağlanmaktadır.

  • Endüstri: Endüstrisi çok gelişmiş olan Almanya'nın endüstri merkezleri Nordrehein-Westfalen, Bayern, Baden-Württemberg, Hessen, Niedersachen ve Saarland eyaletleridir.
Araba üretimi bakımından ABD ve Japonya'dan sonra dünyada üçüncü sırayı alır. Araba üretimi 4 milyona ulaşmaktadır. İkinci Dünya Savaşından önce Almanya'nın belkemiğini teşkil eden sanayi kuruluşlarından olan Thyssen ve Krupp gibi dev firmalar, bugün de sanayi kolları üzerindeki tesirini sürdürmektedir.
Kimya sanayiinde de çok gelişmiştir. Büyük kimyasal madde fabrikalarından olan Leverkusen, Hoecht ve Ludvigshafen fabrikaları Ren Nehri ve Ruhr çevresinde kurulmuştur.
Son yıllarda petrol aramasına önem verilip, Kuzey Denizi limanlarında büyük petrol rafinerileri kurulmuştur.
Almanya'da elektrik sanayii, Avrupa'ya önderlik edecek derecede çok gelişmiştir. Berlin, ülkenin en büyük elektronik merkezidir. Burada elektrik endüstrisinin her alanında imalat yapılır. Optik ve bilim aletleri, yazı ve hesap makineleri, hesap kaydedici kasaların üretim merkezi Berlin, Düseldorf, Göttingen ve Kempten'de olmasına rağmen bütün ülkeye yayılmış durumdadır.
Alman ekonomisi (Gross National Produkt) milli hasıla üretim sistemine dayanır. Milli üretim büyük bir artış göstermiş olup, bugün ithalat ve ihracat gelişmesiyle dünya ticaretinde ABD'nin ardından ikinci duruma gelmiştir.Toplam işçi nüfusunun % 25'i ithalat ve ihracat işlerinde çalışmaktadır. Bununla beraber üçüncü dünya ülkelerinin bazılarına imalat patenti vermek suretiyle, oradaki düşük ücretten istifade ederek ucuza mal üretmektedir.
  • Tarım: Bugün Almanya'da tarım, modern usullere göre yapılmaktadır. 1949 yılından sonra büyük bir hızla gelişen tarım, bugün büyük devletlerle boy ölçüşecek duruma gelmiştir. Ülke topraklarının % 35'i ekime müsaittir. Elde ettiği ürünler; buğday, çavdar, arpa, yulaf, patates, şekerpancarıdır. Şekerpancarı, Alman ekonomisinde büyük bir yer tutar.
  • Balıkçılık: Balıkçılık Almanya'da çok gelişmiş olup, dünyada balıkçılık yönünden üçüncü sırayı almaktadır. Kıyı limanları balıkçılık merkezleridir.
  • Hayvancılık: Büyükbaş hayvancılığı Alman ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. Sığır yetiştirilmesi çok miktarda yapılmaktadır. Küçükbaş hayvan yetiştiriciliği çok az miktarda yapılmaktadır. Büyükbaş hayvancılığın yanında tavukçuluk çok gelişmiştir.
  • Ormancılık: Ormanlar Almanya'nın yaklaşık 1/3'ünü kaplar. Ormanların dört milyon hektarının işletmesi devlete, üç milyon hektarının işletmesi özel şahıslara aittir. Ormanlardan senede yaklaşık olarak 30 milyon m3 kereste elde edilir.
  • Enerji Kaynakları: Almanya enerji üretiminin % 52,2'sini madenlerden, %17,7'sini nükleer enerjiden elde etmektedir.
  • Ticaret: Almanya son yıllarda dünya ekonomisine büyük bir canlılık kazandırmış olup, dış ödemeler dengesini dış ticaretiyle kapatmaya çalışmaktadır. İhracatın endüstriye katkısı % 74,7 iken, ithalatın katkısı % 48,2'dir. Ticaretinin % 20,4'ünü gelişmiş ülkelerle, % 48'ini de Doğu bloku ülkeleriyle yapar. En çok ticarette bulunduğu batı ülkeleri şunlardır: Fransa, ABD, Belçika, Hollanda, İngiltere, Avusturya, Japonya, İsviçre ve İtalya.

Almanya'nın en çok ithal ettiği mal, tabii gaz olup, ikinci sırayı petrol alır. İhracatında ise, fabrika parçaları, makina parçaları, ağır iş makinaları ve ilaç sanayi mamülleri önemli bir yer tutar.
Ulaşım: Almanya, Avrupa'nın ulaşım yönünden kalbi durumundadır. İç ve dış ulaşımı, deniz, kara, demir ve hava yollarıyla kolayca sağlanır. Almanya'daki karayollarının uzunluğu 491.240 kilometredir. Bunun, 5748 kilometresi otobandır. Demiryollarının toplamı 67.536 km olup, 9523 kilometresinde elektrikli trenler çalışmaktadır. Hava limanları çok modern olup, aynı anda beşden fazla uçağın inip kalkmasına müsaittir. 1992 senesinde ulaşıma açılan ve Ren, Main ve Tuna nehirlerini bağlayan kanalın açılmasıyla Karadeniz ile Kuzey Buz Denizi birleştirildi. Kuzey Buz Denizindeki bir limandan kalkan gemi, Ren-Main-Tuna kanalıyla Karandeniz'e ulaşmaktadır.


_KleopatrA_ 9 Nisan 2010 15:38

1 ek
Almanya ve Almanya Tarihi
Alıntıdaki Ek 48848

Coğrafi Verileri
  • Konum: Orta Avrupa, Baltik Denizi ve Kuzey Denizi kıyısında, Hollanda ile Polonya arasında, Danimarka'nın güneyinde yer almaktadır.
  • Coğrafi konumu: 51 00 Kuzey enlemi, 9 00 Doğu boylamı
  • Haritadaki konumu: Avrupa
  • Yüzölçümü: 357,022 km²
  • Sınırları: toplam: 3,621 km
  • Sınır komşuları: Avusturya 784 km, Belçika 167 km, Çek Cumhuriyeti 646 km, Danimarka 68 km, Fransa 451 km, Lüksemburg 138 km, Hollanda 577 km, Polonya 456 km, İsviçre 334 km
  • Sahil şeridi: 2,389 km
  • İklimi: Ilıman ve deniz iklimi; soğuk, bulutlu, rutubetli kışlar ve yazlar; zaman zaman ılık dağ rüzgarları eser.
  • Arazi yapısı: Kuzeyde alçak ovalar, orta kesimde yüksek araziler, güneyde Bavyera Alpleri yer alır.
  • Deniz seviyesinden yüksekliği: Neuendorf b. Wilster: 3,54 m; en yüksek noktası: Zugspitze 2,963 m
  • Doğal kaynakları: Demir, kömür, potas, kereste, linyit, uranyum, bakır, doğal gaz, tuz, nikel, tarıma elverişli topraklar, inşaat malzemeleri, kereste
  • Arazi kullanımı: tarıma uygun topraklar: % 33.13
    • daimi ekinler: %0,6
    • diğer: %66.2 (2005 verileri)
  • Sulanan arazi: 4,850 km² (2003 verileri)
  • Doğal afetler: Su baskınları
Nüfus Bilgileri
  • Nüfus: 82,329,758 (Temmuz 2009 verileri)
  • Nüfus artış oranı: %-0.053 (2009 verileri)
  • Mülteci oranı: 2.19 mülteci/1,000 nüfus (2009 tahmini)
  • Bebek ölüm oranı: 3.99 ölüm/1,000 doğan bebek (2009 tahmini)
  • Ortalama hayat süresi: Toplam nüfus: 79.26 yıl
    • erkeklerde: 76.26 yıl
    • kadınlarda: 82.42 yıl (2009 verileri)
  • Ortalama çocuk sayısı: 1.41 çocuk/1 kadın (2009 tahmini)
  • HIV/AIDS - hastalıklarına yakalanan yetişkin sayısı: %0.1 (2007 verileri)
  • HIV/AIDS - hastalığı olan insan sayısı: 53,000 (2007 verileri)
  • HIV/AIDS - hastalıklarından ölenlerin sayısı: 500 den az (2007 tahmini)
  • Ulus: Alman
  • Nüfusun etnik dağılımı: Alman %91.5, Türk %2.4, diğer %6.1 (Yunan, İtalyan, Polonyalı, Rus, Hırvat-Sırp, İspanyol)
  • Din: Protestan %34, Roma Katolikleri %34, Müslümanlar %3.7, diğer %28.3
  • Diller: Almanca
  • Okur yazar oranı: 15 yaş ve üzeri için veriler
    • toplam nüfusta: %99 (2003 verileri)

Yönetimi
  • Ülke adı: Resmi tam adı: Almanya Federal Cumhuriyeti
    • kısa şekli : Almanya
    • Yerel tam adı: Bundesrepublik Deutschland
    • yerel kısa şekli: Deutschland
    • eski adı: Alman İmparatorluğu
    • ingilizce: Germany
  • Yönetim biçimi: Federal Cumhuriyet
  • Başkent: Berlin
  • İdari bölümler: 16 eyalet; Baden-Württemberg, Bayern (Bavyera), Berlin, Brandenburg, Bremen, Hamburg, Hessen, Mecklenburg-Vorpommern, Niedersachsen (Aşağı Saksonya), Nordrhein-Westfalen (Kuzey Ren-Vestfalya), Rheinland-Pfalz, Saarland, Sachsen (Saksonya), Sachsen-Anhalt, Schleswig-Holstein, Thüringen
  • Bağımsızlık günü: 18 Ocak 1871
  • Milli bayram: Birleşme Günü, 3 Ekim (1990)
  • Anayasa: 23 Mayıs 1949
  • Üye olduğu uluslararası örgüt ve kuruluşlar: AfDB (Afrika Kalkınma Bankası), AsDB (Asya Kalkınma Bankası), AG (Avustralya Grubu), BDEAC, BIS (Uluslararası İmar Bankası), CBSS (Baltik Ülkeleri Konseyi), CCC (Gümrük İşbirliği Konseyi), CDB (Karayipler Kalkınma Bankası), CE (Avrupa Konseyi), CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Teşkilatı), EAPC (Avrupa - Atlantik Ortaklık Konseyi), EBRD (Avrupa Yatırım ve Kalkınma Bankası), ECE (Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu), EIB (Avrupa Yatırım Bankası), EMU (Avrupa Ekonomi ve Para Birliği), ESA (Avrupa Uzay Ajansı), Avrupa Birliği, FAO (Tarım ve Gıda Örgütü), G- 5, G- 7, G-10, IADB (Amerika Bölgesi Kalkınma Bankası), IAEA (Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı), IBRD (Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası), ICAO (Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü), ICC (Milletlerarası Ticaret Odası), ICFTU (Uluslararası Serbest Ticaret Birlikleri Konfederastonu), ICRM (Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Hareketi), IDA (Uluslararası Kalkınma Birliği), IEA (Uluslararası Enerji Ajansı), IFAD (Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu), IFC (Uluslararası Finansman Kurumu), IFRCS (Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Toplulukları Federasyonu), IHO (Uluslararası Hidrografi Örgütü), ILO (Uluslarası Çalışma Örgütü), IMF (Uluslararası Para Fonu), IMO (Uluslararası Denizcilik Örgütü), Inmarsat (Uluslararası Denizcilik Uydu Teşkilatı), Intelsat (Uluslararası Telekomünikasyon ve Uydu Örgütü), Interpol (Uluslararası Polis Teşkilatı), IOC (Uluslararası Olimpiyat Komitesi), IOM (Uluslararası Göçmen Teşkilatı), ISO (Uluslararası Standartlar Örgütü), ITU (Uluslararası Haberleşme Birliği), MONUC (BM Kongo Operasyonu), NAM, NATO (Kuzey Atlantik Asemblesi), NEA (Nükleer Enerji Kurulu), NSG, OAS (Amerika Devletleri Teşkilatı), OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü),OPCW, OSCE (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü), PCA (Daimi Hakemlik Mahkemesi), UN (Birleşmiş Milletler), UNCTAD (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı), UNESCO (Eğitim-Bilim ve Kültür Örgütü), UNHCR (BM Mülteciler Yüksek Komiserliği), UNIDO (Endüstriyel Kalkınma Örgütü), UNIKOM (BM Irak-Kuveyt Gözlem Misyonu), UNMIBH (BM Bosna Hersek Misyonu), UNMIK (BM Kosova Geçici Yönetimi), UNOMIG (BM Gürcistan Gözlem Misyonu), UPU (Dünya Posta Birliği), WADB (Batı Afrika Kalkınma Bankası), WEU (Batı Avrupa Konseyi), WHO (Dünya Sağlık Örgütü), WIPO (Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı), WMO (Dünya Meteoroloji Örgütü), WToO (Dünya Turizm Örgütü), WTrO (Dünya Ticaret Örgütü), ZC

Ekonomik Göstergeler
  • Ekonomiye genel bakış: Almanya Federal Cumhuriyeti, Avrupa`nın önemli sanayi güçlerinden biridir. Sanayi kolları arasında, on kadar büyük kuruluşun elinde toplanmış olan demir-çelik üretiminin beslediği, gerek çalışan personel sayısı, gerek üretimin değeri bakımından son derece önemli olan makine yapımı başlıca yeri tutar: Dünya çapında ünlü Volswagen, Opel , Porsche, Mercedes, Audi, BMW vb. otomobilleri üreten otomobil yapımı; optik sanayisi ve duyarlı makineler sanayisi; gene dünyaca ünlü Siemens, AEG gibi şirketlerin ürettiği elektrikli ve elektronik araç gereçler yapımı. İkinci sırada Bayer, Hoechest ve Bosh şirketlerinin denetimi altında toplanmış olan kimya sanayisi yer alır. Sanayinin öbür dalları arasında besin sanayisi (özellikle bira ve şarap yapımı; şeker fabrikaları,vb), dokuma sanayisi sayılabilir. Ülkede üçüncü kesim, ticaret, bankacılık, sigorta şirketleri,vb., de çok büyük ölçüde gelişmiştir ve Almanya dış ticarette Avrupa`da birinci, dünyada ikinci sırada yer almaktadır. Ayrıca, çeşitli kentlerdeki uzmanlık fuarlarının desteklediği turizm, gün geçtikçe gelişmektedir. Uzun süreçte, Almanya, büyüyen nüfusuyla, düşük vergi gelirleri ve yüksek maaş giderleri yüzünden bütçe problemleriyle karşılaşmaktadır.
  • GSYİH: Satınalma Gücü paritesi - 2.925 trilyon $(2008 verileri)
  • GSYİH - reel büyüme: %1.3 (2008 verileri)
  • GSYİH - sektörel bileşimi: tarım:% 0.9
    • sanayi:% 30.1
    • hizmetler:% 69.1 (2008 tahmini)
  • Enflasyon oranı (tüketici fiyatlarında): % 2.7 (2008 tahmini)
  • İş gücü: 43.6 milyon (2008 verileri)
  • Sektörlere göre işgücü dağılımı: tarım: % 2.4
    • sanayi:% 29.7
    • hizmetler:% 67.8 (2005)
  • İşsizlik oranı: % 7.8 (2008 verileri)
  • Sanayi: Demir - çelik, kömür, çimento, kimyasallar, makine, araç, makine parçaları, elektronik, gıda ve meşrubat, gemi yapımı, tekstil
  • Sanayi üretimi büyüme oranı: %0.1 (2008)
  • Elektrik üretimi: 593.4 milyar kWh (2007)
  • Elektrik tüketimi: 547.3 milyar kWh (2007)
  • Elektrik ihracatı: 61.7 milyar kWh (2008)
  • Elektrik ithalatı: 41.67 milyar kWh (2008)
  • Tarım ürünleri: Patates, buğday, arpa, şeker pancarı, meyve, lahana, sığır, domuz, kümes hayvanları
  • İhracat: 1.498 trilyon $ (2008 verileri)
  • İhracat ürünleri: Makine, araçlar, kimyasallar, metaller, sanayi malları, gıda maddeleri, tekstil
  • İhracat ortakları: Fransa % 9.7, ABD % 7.1, İngiltere % 6.7, Hollanda % 6.6, İtalya % 6.4, Avusturya % 5.4, Belçika % 5.2, İspanya % 4.4, Polonya % 4 (2008)
  • Dış borç tutarı: 5.158 trilyon $ (2008 verileri)
  • İthalat: 1.232 trilyon $ (2008 verileri)
  • İthalat ürünleri: Makine, araçlar, kimyasallar, gıda maddeleri, tekstil, metaller
  • İthalat ortakları: Hollanda % 12.5, Fransa % 8.3, Belçika % 7.5, Çin % 6.2, İtalya % 5.7, İngiltere % 5.4, Avusturya % 4.3, Rusya % 4.2, ABD % 4.2 (2008)
  • Para birimi: Euro (EUR)
  • Para birimi kodu: EUR
  • Mali yıl: Takvim yılı
İletişim Bilgileri
  • Kullanılan telefon hatları: 51.5 milyon (2008)
  • Telefon kodu: 49
  • Radyo yayın istasyonları: AM 51, FM 787, kısa dalga 4 (1998)
  • Radyolar: 77.8 milyon (1997)
  • Televizyon yayını yapan istasyonlar: 373 (1995)
  • Televizyonlar: 51.4 milyon (1998)
  • Internet kısaltması: .de
  • Internet servis sağlayıcıları: 23.796 milyon (2009)
  • Internet kullanıcıları: 61.973 milyon (2008)
Ulaşım ve Taşımacılık
  • Demiryolları: toplam: 47,201 km (2005)
  • Karayolları: toplam: 231,581 km (2005 verileri)
  • Su yolları: 7,467 km (2005)
  • Boru hatları: nemli gaz 37 km; doğalgaz 25,035 km; ham petrol 3,546 km; rafine ürünler 3,827 km (2006)
  • Limanları: Berlin, Bonn, Brake, Bremen, Bremerhaven, Cologne, Dresden, Duisburg, Emden, Hamburg, Karlsruhe, Kiel, Luebeck, Magdeburg, Mannheim, Rostock, Stuttgart
  • Hava alanları: 554 (2006 verileri)
  • Helikopter alanları: 32 (2006 verileri)



Safi 13 Mayıs 2016 23:14

4 ek

Almanya

,
resmi adı ALMANYA FEDERAL CUMHURİYETİ.
Almanca BUNDESREPUBLİK DEUTSCHLAND, Orta Avrupa'nın kuzeyinde gelişmiş sanayi ülkesi. Yüzölçümü 357.042 km2, 1991 tahmini nüfusu 79.096.000, başkenti Berlin’dir. Kuzeyde Danimarka, doğuda Çek Cumhuriyeti ve Polonya, güneyde İsviçre ve Avusturya, batıda da Fransa, Lüksemburg, Belçika ve Hollanda olmak üzere dokuz ülkeyle komşudur. Ayrıca Baltık Deniziyle Kuzey Denizine kıyısı vardır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan iki Alman devleti arasındaki sınır, 1990’da doğudaki Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin batıdaki Almanya Federal Cumhuriyeti’ne katılmasıyla siyasal niteliğini yitirmiştir. Ama bu 40 yıllık iç sınırın tarihsel bir önemi vardır.
Federal Almanya 1955’te NATO’ya üye olmuştur. Ayrıca Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kurucu üyelerindendir. 1950’lerdeki “ekonomik mucize” sayesinde dünyanın önde gelen ekonomik güçleri arasına katılmıştır. Doğu Almanya’yla birleşmesinin başlangıçta çok büyük bir mali yük getirmesine karşın sonuçta Almanya’nın konumunu daha da güçlendireceği düşünülmektedir.
Alıntıdaki Ek 48808

DOĞAL YAPI


YÜZEY ŞEKİLLERİ. Almanya topraklan tıpkı doğu ve batı komşulannın toprakları ^ibi kuzeyden güneye gidildikçe yükselir. Ülke yüzey şekilleri açısından hemen hemen eşit büyüklükte üç bölgeye ayrılmıştır: Kuzey Almanya Ovası, Orta Almanya Yükseltileri ve Güney Almanya. Bunlardan Kuzey Almanya Ovası Fransa’nın güneybatı ucundan başlayan, Benelüks ülkelerini ve Baltık yörelerini içine alarak doğuya uzanan cok büyük bir kıyı düzlüğünün parçasıdır. Orta Almanya Yükseltileri ormanlarla kaplı alçak dağ sıralarından, akarsu havzalarından ve platolardan oluşan karmaşık bir sistemdir; Fransa’nın ortagüneyinde Massif Central’dan Slovakya üzerinden Karpatlar’a uzanan benzer topografik yapıda geniş bir yayın üzerinde yer alır. Güney Almanya dağlık yöresi ve plato bölgesi gerçekte Jura dağ sisteminin kuzeydoğu uzantısıdır. Almanya’ya ülkenin güneybatı ucundan giren Jura Dağları ülke içinde iki kola ayrılır. Jura Dağlarının ve Tuna Irmağının güneyinde kalan dalgalı yüksek plato Almanya’nın güneyini dolanır; Konstanz Gölü (Bodensee) kıyılarında, dağlık Allgâu’da ve Münih’in güneyinde birden yükselen Bavyera Alpleri’nde son bulur.

Kuzey Almanya Ovası.

Buzul hareketleri sonucunda oluşan Kuzey Almanya Ovası Schleswig-Holstein, Bremen, Hamburg ve Mecklenburg-Vorpommern eyaletlerinin tümünü, Berlin’i, ayrıca Aşağı Saksonya, Saksonya-Anhalt ve Brandenburg eyaletlerinin büyük bölümüyle Kuzey Ren- Vestfalya eyaletlerinin kuzeybatısını kaplar. Ovanın Hollanda sınırı ile Weser Irmağı arasındaki bölümü genellikle düzdür. Jutland Yarımadasının güneyinden başlayan buzultaş oluşumlu kesimindeyse yumuşak eğimlere, alçak tepelere, geniş vadilere, göllere, ormanlara, bataklık ve fundalıklara rastlanır. Ovanın en üstteki kayaç katmanını 1,6 milyar yaşından genç Pleyistosen tortullar oluşturur. Daha alttaki Tersiyer Dönem oluşumlarından linyit kömürü doğudaki yataklardan çıkarılmaktadır. Mezozoyik tortul kayaçlar ise genellikle kolay ulaşılamayacak kadar derindedir.
Alıntıdaki Ek 48811

Ovanın kuzeyinde Baltık Denizinden güneye uzanan buzultaş kuşağında ortalamayı 100 m kadar aşan yükseltilere rastlanır. Schlesvvig-Holstein ve Aşağı Saksonya’nın Kuzey Denizi kıyılarının temel özellikleri kum tepeleri, bataklıklar ve gelgit girintileridir. Daha içlerdeki verimli otlaklar Geest denen kumlu tepelerle bölünmüştür. Polonya sınırındaki Guben’den Berlin’in batısındaki Brandenburg’a uzanan çizginin kuzeyi Weichsel Buzul Katı buzullarının güneye ilerlemesiyle oluşmuştur. Bu çizginin güneyi ise yalnızca daha önceki Saale ve Elsteriyen buzul katlarından etkilenmiştir. Kuzeydoğu bölgesinde buzultaşlar, bunların güneyinde taşıntı kum düzlükleri, ikisinin arasında da sayısız gölleriyle buzul sürüntüsü katları yer alır. Ovanın güney ucunda Harz Dağlarından Yukarı Lausitz’e uzanan dalgalı arazi kuşağı büyük ölçüde lös oluşumludur. Ülkenin en verimli topraklarından bir bölümü buradadır.

Schleswig’in batı kıyıları açıklarındaki Kuzey Friz Adalarının en önemlisi Sylt Adasıdır. Doğu Friz Adaları Aşağı Saksonya kıyılan açıklarında yer alır. Bunların uzantısı olan Batı Friz Adaları ise Hollanda’nındır. Kayalık Helgoland Adası Cuxhaven’in 65 km kuzeybatısındadır. Holstein’ın ve Kuzey-Ren Vestfalya’nın doğusundan Hollanda sınırına uzanan topraklar hem çok verimli, hem de mineral kaynakları açısından çok zengindir.
Ovanın ekonomik önemini artıran bir etken de büyük ölçüde buzul kökenli ırmak ve kanallardır. Almanya’nın çok gelişmiş suyolu ulaşım sisteminde bunlardan yararlanılır. Weser ve Elbe ırmakları Almanya’nın iki büyük iç deniz limanı olan Bremen ve Hamburg’dan geçer. Hollanda sınırına koşut olarak akan Ems Irmağı da bu iki ırmak gibi Kuzey Denizine dökülür. Aynı denize dökülen Ren Irmağı Avrupa’nın en büyük iç suyoludur; Ren Irmağı kıtanın sanayi ve madencilik etkinliklerinin en yoğun olduğu.
Ruhr Havzasının hemen batısında Köln ve Düsseldorf’tan geçtikten sonra Hollanda’ dan denize ulaşır. Ruhr Havzası adını bu bölgenin bir bölümünü sulayan Ruhr Irmağıdan alır; havza Batı Almanya’nın en büyük ağır sanayi merkezidir.

Orta Almanya Yükseltileri.
Orta Avrupa Yükseltilerinin Almanya topraklarında kalan bu bölümü akarsu vadileriyle büyük parçalara bölünmüş bir dağlar dizisinden oluşur. Jeolojik açıdan çok karmaşık olan iç içe geçmiş bu dağlar genellikle yuvarlanmış ve alçaktır. Çoğunun yüksekliği 1.100 m’yi geçmez. Yüksek yerleri sık ormanlarla kaplı olduğundan birçoğu da “dağ” yerine “orman” (Almanca Wald) adıyla anılır. Özellikle yakın jeolojik dönemlerde yanardağ etkinlikleri sonucunda oluşan bölümleri önemli mineral kaynakları içerir; buralarda yerel sanayi gelişmiştir. Vadilerde tarım yapılır; iklimin elverdiği yerlerde şaraplık üzüm yetiştirilir. Hidroelektrik enerji kaynaklarının yanı sıra kara, demir ve su yoluyla ulaşım olanakları da birçok yerde madencilik, imalat ve işleme sanayilerinin gelişmesine yol açmıştır.

Bütün bölgenin çekirdeğini oluşturan sert, kristalin kayaçlar yaklaşık 300 milyon yıl önceki Hersiniyen dağoluşumu dönemine aittir. Paleozoyik Zamanın sonlarına rastlayan günümüzden yaklaşık 245 milyon yıl önce bu aşınmış dağ sırasının çöküntü yapıları bugün artık işlenmeyen sert kömür kıvrımları gibi birikintilerle dolmuştur. İzleyen Mezozoyik Zamanda kireçtaşı, kum ve kil katmanları eski kayaçları örtmüş, Tersiyer Dönemdeki parçalanmayla da bazı bölümler yükselerek dağları oluşturmuştur. Mezozoyik katman çoğu yerde aşınmayla yok olmuştur.

Orta Almanya Yükseltileri Hessen, Rheinland-Pfalz, Saarland, Thüringen ve Saksonya eyaletlerinin tümünü ya da büyük bölümünü, Kuzey-Ren Vestfalya, Aşağı Saksonya, Saksonya-Anhalt ve Brandenburg’un da güney bölümlerini içine alır. Bölgenin tek ortak özelliği dağlık, engebeli görünümüdür; bunun dışında büyük çeşitlilik gösterir. Güney Hessen’deki Ren-Main çevresi gibi bazı yerleri Almanya’nın en merkezî ve zengin sanayi bölgelerindendir. Bazı yerleri de ülkenin en seyrek nüfuslu, ücra yörelerindendir.

Orta Almanya Yükseltilerinin en yüksek bölümü Ren Irmağının doğusundan Ruhr ve Lippe ırmaklarının güneyi ve Lahn Irmağının kuzeyi boyunca doğuya uzanarak Weser Irmağının yukarılarına ulaşır. Bu kuşakta ya da hemen bitişiğinde kuzeyde Teutoburg Ormanı, batıda Siebengebirge (Yedi Dağ lar) ve Sauerland ile güneyde Westerwald yer alır. Weser Irmağıyla kolu Werra’nın ötesinde yükselti Harz Dağlarıyla sürer. Harz Dağları gözde bir tatil merkezidir; en yüksek tepesi olan Brocken Doruğu (1.142 m) eski iç sınırın hemen doğusundadır. Erzgebirge, Yukarı Lausitz’teki dağlar, Thüringen Ormanı, Thüringen ve Erzgebirge havzaları ile Dresden yakınlarındaki Elbe Vadisi de doğuda, eski Demokratik Almanya topraklarında kalır.

Ren’in doğusunda ve Lahn ile Main ırmakları arasındaki Taunus da tatil merkezi olarak ünlüdür Main ile Kinzing ırmakları arasında kalan Spessart, Almanya’nm en yaşlı meşe ağaçlarının bulunduğu geniş bir ormandır. Onun güneybatısındaki Öden Ormanı efsane kahramanı Siegfried’in öldürüldüğü yer olarak kabul edilir.
Ren’in batısında ve Mosel Irmağının kuzeyinde uzanan Eifel Platosu Belçika’ya girdikten sonra Ardennes adını alır. Bu sırada ve Mosel’ın güneyinde buna koşut uzanan Hunsrück sırtlarında yakın tarihli bir yanardağ etkinliğinin izleri görülür. Buralarda önemli bazalt yatakları vardır; yakınlardaki Idar-Oberstein’da da yarı değerli taşlar çıkarılır. Hunsrück’ün güneyinde Haardt Dağları (Pfalz Ormanı) yer alır. Haardt Dağlarının Fransa’daki Lorraine’e komşu güneybatı ucundaki Saar Havzası da tıpkı Ruhr gibi kömür ve demir açısından zengindir.
Ren Boğazı batıda Eifel ve Hunsrück platolarından doğuda Siebengebirge ve Ta- unus’a uzanan alçak yükselti kuşağını parçalar. Ren Irmağının bu en güzel ve ünlü bölümünde kuzeyde Andernach’tan güneyde Bingen’e kadar tepelerde pek çok şato, yamaçlarda bağlar ve kıyılarda bir dizi çekici kent sıralanmıştır. Irmak kıvrılarak aktığı Sankt Goarshausen’de neredeyse sürekli olarak dik kayalıklardan geçer; bunların en ünlüsü uğursuz Lorelei kayasıdır.

Güney Almanya Dağları ya da Platosu Mainz yakınlarında Ren Irmağına katılan Main Irmağı Çek Cumhuriyeti sınırından batıya doğru menderesler çizerek Orta Almanya Yükseltilerini dağlık Güney Almanya’dan ayırır. İki bölge arasında topografik açıdan fazla fark yoktur. Bununla birlikte Güney Almanya’daki dağlar başka sistemlerin parçasıdır ve ortalama yükseklik platolarda bile Orta Almanya’dakinin cok üstündedir.
Alıntıdaki Ek 48809
Almanya’nın Başlıca Fiziksel Coğrafya Bölgeleri ve Alt Bölümleri
Baden-Württemberg’in doğusu ve Bavyera’nın kuzeydoğusunda Main ve Neckar ırmaklarının havzalarıyla çevrelenen alan alçak tepeler, platolar ve vadilerle doğuya doğru uzanır. Zengin bir tarım alanı olan bu bölge ana ulaşım yollarına uzaktır. Büyük ölçüde bu nedenle yörede modern gelişmelerden görece az etkilenmiş ve dış görünüşleriyle pek değişmemiş birçok eski kent vardır. Donauwörth’ten Würzburg’a uzanan ünlü “Romantik Yol” da bu bölgede kalır. Yolun üzerindeki Rothenburg ob der Tauber titizlikle korunan ve 17. yüzyıldan bu yana hemen hiç değişmeyen surlarla çevrili bir kenttir.

Almanya’ya İsviçre sınırından giren Jura Dağlarının kuzey uzantısı burada iki kola ayrılır. Kara Orman Dağlan adıyla anılan batı kolu Ren Irmağına koşut olarak kuzeye doğru uzanır ve Karlsruhe’nm hemen güneyinde son bulur. Kara Ormanlar’da pek çok sıcak su kaynağı, kaplıca ve sanatoryum vardır. Jura Dağlannm doğu kolu Stuttgart ve Nürnberg’in güneyinden geçip Donauwörth’e kadar Tuna’nın kuzey havzasını izledikten sonra kuzeye dönerek Bayreuth’ ta son bulur. Doğu kolunun güney bölümüne Schwaben Jurası, kuzey bölümüne de Franken Jurası denir. Doğusunda Çek Cumhuriyeti sınırına doğru Bohemya Ormanı başlar; güneyinde Regensburg yakınlarında ise Tuna Vadisinin kuzey sırtlarında Bavyera Ormanı uzanır. Güzellikleriyle ünlü Bavyera Alpleri Avusturya Alpleri’nin Arlberg ve Tirol adlı iki küçük uzantısının kuzey ucunu oluşturur. Almanya’ nın en yüksek doruğu Bavyera Alpleri’ndeki Zugspitze’dir (2.962 m).

AKARSULAR VE TOPRAK YAPISI.


Almanya topraklan kuzeydeki kıyılardan Bavyera Alpleri’ne gidildikçe sürekli yükseldiğinden akarsular büyük çoğunlukla kuzeye doğru akar; bunlar Ren, Ems, Weser ve Elbe ırmaklarına katılarak Kuzey Denizine dökülür. Gene kuzeye doğru akan Öder en doğudaki toprakların sulannı topladıktan sonra Polonya’dan geçerek Baltık Denizine ulaşır. Bu akarsuların birçoğu doğuya ya da batıya doğru menderesler çizer, ama içlerinden yalnızca Lahn Irmağı güneye doğru akar. Almanya’nın hepsi Bavyera’da kalan öbür akarsuları Tuna’ya katılır.
Kuzey Almanya Ovasında akarsuların çığırları bir ızgarayı andırır. Buzulların etkisiyle oluşan bu yapı aradan kanallar açılarak Ren Irmağının Berlin’e ve Elbe ile Öder ırmaklarına bağlanmasını kolaylaştırmıştır. Ülkede doğrudan Baltık Denizine dökülen, Weser’e ya da Ren’in kollarına katılan çaylar da vardır.
Almanya’da görece az göl vardır. Çoğu Buzul Çağı sonrasında kuzeydoğudaki düzlüklerde oluşmuş sığ göllerdir. Bu bölgedeki en büyük doğal göl Müritz Gölüdür (113 km2). Aşağı Saksonya’daki Dümmer ve Steinhude göllerinden başka $chleswig- Holstein’da da buzul kökenli birkaç küçük göl vardır. Almanya’nın geri kalan gölleri Yukarı Bavyera’nın güneydoğu köşesinde toplanmıştır. En büyük göl İsviçre ve Avusturya’ya uzanan Konstanz Gölüdür.

Almanya’nın ekilebilir bütün toprakları tarıma açılmıştır, ama bunların görece küçük bölümünü çok verimli topraklar oluşturur. Büyük ölçekli tahıl tarımına elverişli olmayan alanlar otlak olarak kullanılır. Kuzey Almanya Ovasında toprak çok büyük ölçüde kumlu ve killidir. Borde olarak bilinen verimli alanlar löslü toprakla kaplıdır. Bu verimli kuşak Ren’in batısında Ruhr Havzası yakınlarından başlar ve doğuya doğru Magdeburg yakınlarında Elbe’nin ötesine kadar uzanır. Verimli topraklara dağınık olarak başka yerlerde de rastlanır. Bunların başlıcalan Ren’in batısıyla Hollanda sının arasında ve Frankfurt am Main metropoliten bölgesi çevresindedir. Württemberg’in kuzeyinde, Bavyera’nın kuzeyindeki bazı küçük alanlarda ve Ulm ile Münih’in kuzeydoğusunda da verimli, löslü topraklar bulunur. Hem Kuzey Almanya Ovasının, hem de güneydeki yüksek plato bölgesinin bazı yerleri bataklıktır.

İKLİM.


Almanya’nın iklimi genel olarak ılımandır. Aşırı sıcak yazlar ve uzun süreli, şiddetli don olayının görüldüğü kışlar enderdir. Ayrıca ülke toprakları düzenli ve bol yağış alır. Bununla birlikte iklimi hızlı değişikliklere açıktır. Bunda Gulf Stream’den kaynaklanan ılıman deniz ikliminin Avrupa’ nın kuzeydoğusundan gelen sert iklim koşullarıyla çarpışması rol oynar. Mevsimlerde yıldan yıla büyük değişiklikler görülür. Soğuk mevsimlerde hava sürekli bulutludur.

Orta ve Güney Almanya’nın karmaşık topografisi sıcaklık, nem, yağış ve güneşli günlerin sayısında sonsuz yerel farklılıklara yol açar. Bu yüzden Almanya türüne ve yılına göre birbirinden farklı şarap üreten ülkelerin başında gelir; piyasa için tescil edilmiş 10 binden fazla değişik şarabı vardır.
Alıntıdaki Ek 48810
Moselle ve Ren ırmaklarının birleşme noktası, Koblenz Almanya Büyükelçiliği

Ülkenin kuzeybatı ve ovalık kesimleri Kuzey Denizinden gelen egemen batı rüzgârlarının etkisiyle nemli ve ılımandır. Ama bu iklimin yüksek nem oranı, uzun süreli yağışlar ve soğuk mevsimlerde sis gibi olumsuz yanları da vardır. Ovanın Avrasya içlerine açılan doğusuna doğru yağışlar azalır; yaz ve kış aylan arasındaki sıcaklık farkları artar. Orta ve güneybatıdaki tepelik bölgelerde, özellikle de güneydoğudaki dağ ve platolarda kara ikliminin etkisi çok daha belirginleşir. Dağlarda daha soğuk ve yağışlı bir iklim görülür; batıya bakan yamaçlar denizden gelen hava akımlarının etkisiyle en çok yağış olan yerlerdir. Brocken’deki ölçme istasyonunda yıllık yağış miktarı 1.142 m’de 1.580 mm’ye ulaşır. Buna karşılık Harz Dağları yakınlanndaki Alsleben’de yıllık yağış 430 mm’dir. Yukarı Bavyera’da Alpler’de esen ılık fön rüzgârlan alışılmışın dışında bir iklim özelliğidir. Bir optik olay yaratarak Alpler’in normal olarak görülmediği noktalardan görülmesini sağlayan bu rüzgârların bölge halkının ruhsal durumunu olumsuz etkilediği söylenir.
Almanya’da yıllık ortalama yağış bölgelere göre değişir. Kuzey Almanya Ovasında 510-710 mm, Orta Almanya Yükseltilerinde 710-1.480 mm arasındadır; Güney Almanya dağlık yöresinde ise 1.950 mm’yi bulur, hatta yer yer aşar. Ocak ayı sıcaklık ortalaması kuzeydeki ovalarda -3°C ile 1°C arasında değişirken, dağlık bölgede yüksekliğe bağlı olarak -6°C’ye kadar düşer. 16°C ile 19°C arasında değişen temmuz ayı sıcaklık ortalaması korunaklı akarsu vadilerinde biraz daha yüksektir.

BİTKİ ÖRTÜSÜ VE HAYVAN VARLIĞI.


Almanya’nın bitki örtüsü ve hayvan varlığı komşularından çok farklı değildir. Eski çağlarda neredeyse tümüyle ormanlarla kaplı olan bu topraklarda yürütülen sistemli ağaçlandırma çalışmaları ormanların büyük ölçüde yenilenmesini sağlamıştır. Buzullardan etkilenen ovaların ilksel ormanlarında meşe, ıhlamur, kayın ve huşağacı gibi yaprakdöken ağaçlar egemendi. En zengin yabanıl yaşam lös kuşaklarındaki meşe-gürgen or- manlanndaydı. Bu ormanların yaprak örtüsü sayısız böcek türünün, kuşların ve sincap gibi hayvanların yaşamasına olanak veriyordu. Zengin çalılıklar memelilerden geyik, yaban domuzu gibi büyük hayvanlar, ayrıca porsuk, tilki ve keseğen ile birçok başka emirici için uygun bir ortamdı.

Bugün Kuzey Almanya Ovasında, Schleswig-Holstein’da ve Thüringen Havzasının dış çevresinde bulunan parçalı ormanlarda yalnızca kayın ve huşağacı çok denebilecek sayıda kalabilmiştir; meşeye ise daha az rastlanır. Yeni dikilen ağaçlar görece çabuk büyüyen iğneyapraklı türleri olduğundan bugün göknar, ladin ve çam ülkedeki yaprakdöken ağaç sayısının iki katını aşmıştır. İskandinavya dışında Batı Avrupa’da orman alanlarının en yoğun olduğu ülke Almanya’ dır. Gene de sık ormanlarla kaplı bölgelere neredeyse yalnızca ülkenin orta ve güneyindeki yüksek topraklarda rastlanır. Sanayi kirlenmesi, özellikle de birleşme öncesinde Demokratik Almanya sınırları içinde kalan topraklarda yapılan düzensiz üretim Almanya’nın ormanlarına büyük zarar vermiştir.

Meyve ağaçları ülkenin hemen her yanma dağılmıştır. Gene de elma, armut, şeftali, kiraz, erik, kayısı ve ayva gibi meyve ağaçlarıyla ceviz, kestane ve fındık ağaçları da tıpkı bağlar gibi en iyi batı ve güneybatı bölgelerinde yetişir. Çilek, yabanmersini, böğürtlen ve frenküzümü bütün orman ve çayırlarda boldur.
Almanya’nın geniş ormanlık ve dağlık alanları bu kadar yoğun nüfuslu ve çok gelişmiş bir ülkede şaşırtıcı ölçüde zengin bir doğal yaşama olanak verir. Çoğu bölgede av hayvanlan boldur ve sıkı avlanma yasalanyla korunmaktadır. Bunlar arasında çeşitli geyikler, bıldırcın, sülün ve Alpler yöresinde elik ile dağ keçisi sayılabilir. II. Dünya Savaşı sonrasında avlanma sınırla- malan yüzünden çok artan yaban domuzu sayısı azalmış, insanları ve ürünü tehdit eder durumdan çıkmıştır. Tavşan çoktur. Doğada ayı ve kurtlann soyu tükenmiştir, ama yaban kedisi sayısı savaştan sonra artmıştır. Vaşak Çekoslovakya sınırında yeniden ortaya çıkmıştır. Kokarca, sansar, gelincik, kunduz ve porsuk ülkenin orta ve güneyindeki yüksek yerlerde bulunur. Sürüngenlerden en çok çörel, keler ve yılanlara rastlanır.

Kuşlardan beyaz leylek, karabatak, puhu ve balık kartalın soyu neredeyse tükenmiş, ama kaya kartalı Alpler’de çoğalmaya başlamıştır. Balıkçıl bazı yerlerde varlığını sürdürmekte, Elbe boyunca toy kuşuna rastlanmadadır.
Almanya’da çok sayıda ulusal park vardır. Binlerce yöre doğayı koruma alanı olarak ayrılmıştır. Binlercesi de tarihsel önemi ya da doğal güzelliği nedeniyle korumaya alınmıştır.

kaynak: Ana Britannica


Safi 14 Mayıs 2016 01:25

2 ek

YERLEŞME DOKUSU.


Bugünkü Alman eyaletlerinin sınırları görece yakın dönemlerde belirlenmiştir. Kutsal Roma-Germen İmpa- ratorluğu’na bağlı büyüklü küçüklü 2.000’den fazla siyasal birim savaşlar, antlaşmalar, hanedan evlilikleri, Napoleon yönetimi altındaki büyük çaplı birleşmeler, Alman birliğinin sağlanmasıyla 1871’de kurulan İkinci İmparatorluk (Reich) ve II. Dünya Savaşı’nı izleyen halkoylaması sonucunda yavaş yavaş bütünleşmiştir. Ama Almanya’nın bugünkü siyasal sınırlan aşan geleneksel bölgeleri hâlâ etnik özellikleriyle birbirinden ayrılır. Kökleri Tarihöncesi’ne dayanan bu bölgeler arasında kabile bağlarına benzetilebilecek türden ayrımlara, lehçe, geleneksel siyasal ittifak ve inanç farklılıklarına dayalı bölünmelere rastlanır. Bölgesel bağlılık çok güçlüdür. Almanca Heimat (anayurt) sözcüğü insanın atalarının yaşadığı ve kök saldığı vadi, orman, köy ya da kasabayı anlatır. Ama II. Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Almanya ve Polonya’da kalan eyaletlerden pek çok Almanın gelmesiyle bu duygular zayıflamıştır.
Birçok bölge adı artık resmen siyasal bir anlam taşımaz, ama hâlâ günlük dilde kullanılır. Pek çok yerde, özellikle de güneyde yapılan düzenlemeler yalnızca tarihsel bölge sınırlarını aşmakla kalmamış, uyumsuz, hatta bazen düşman bölgeleri de aynı yönetim altında birleştirmiştir.

Güney bölgeleri.
Güneydeki başlıca yerleşmeler büyük ölçüde Baden-Württemberg, Bavyera, Saarland ve Rheinland-Pfalz eyaletlerinde kalır. Baden-Württemberg’in yerlileri Germen halklarından Alamanlarm soyundan gelir; İsviçre’nin Almanca konuşulan kuzeybatı bölgesi ve Fransa’daki Alsace ile sıkı bağları vardır. Rheinland-Pfalz eyaleti geleneksel adıyla Pfalz bölgesidir. Saarland ayrı bir bölge oluşturmakla birlikte hem çevresindeki Rheinland-Pfalz, hem de bugün Fransa’da kalan eski Alman eyaleti Lorraine’e (Lothringen) benzer özellikleri vardır.
Schvvaben bugünkü eyalet sınırlarını aşan tarihsel bölgelere örnektir. Geçmişte eski Württemberg ve Hohenzollern eyaletlerinin büyük bölümünü içine alırken 1806’da iller ve Leck ırmakları, kabaca Ulm ve Augsburg kentleri arasındaki doğu parçası Bavyera’ya bırakılmıştır. Bugünkü Schwaben ili (Regieurungsbezirk) Bavyera’nın güneybatı köşesinde tarihsel Schwaben bölgesinin bir bölümünü kaplar. Alaman kökenli halkının Avusturya’nın gene Alamanların yerleştiği Vorarlberg eyaletiyle tarihsel bağlan vardır.
Genellikle Bavyera diye anılan bölgenin doğru adı Yukarı Bavyera’dır (Oberbayern). Almanya’nın en büyük eyaleti olan Bavyera’nın güneydoğudaki dörtte biri tarihsel Yukan Bavyera bölgesidir; kuzeydeki büyük bölümü ise tarihsel Franken bölgesine girer.

Kuzey bölgeleri.
Main Irmağının kuzeyinde kalan bölgeler, birkaç aykırı örnek dışında, daha büyük ve türdeştir. Yalnızca Ren Bölgesi (Rheinland) bu bölgelerden belirgin bir farklılık gösterir. Ren’in karşı kıyısındaki Hessen ise etnik köken, eyalet ve bölge sınırlannın neredeyse tümüyle örtüşmesi açısından az bulunur bir örnektir.

Ren Bölgesi bugün Sauerland ve Vestfalya gibi çok farklı bölgelerle birlikte Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinin parçasıdır; ayrıca Hollanda’nın doğusunu andıran özellikler taşır. Bölgedeki Ruhr Havzası ülkenin doğusundan ve Polonya’dan aldığı işçi göçü nedeniyle “kömür çanağı” (Kohlenpott) adıyla anılır. 
Aşağı Saksonya eyaleti içinde tarihsel Hannover ve Oldenburg bölgeleriyle kıyıdaki Doğu Frizya yer alır. Bremen, Hamburg ve Lübeck gibi Hansa Birliği’ne bağlı eski kentler ayrı birer bölge olarak görülebilir. Eskiden Danimarka tahtına bağlı birer düklük olan Schlesvvig ve Holstein’m birleştirilmesiyle oluşan Schleswig-Holstein eyaletinin Danimarka’yla kültürel bağlan vardır. Almanlar 12. ve 13. yüzyıllarda nüfus baskısının etkisiyle Elbe ve Saale ırmaklarının doğusundaki Slav topraklanna yerleşmişlerdir. Bölgenin kuzeyindeki ova köyleri savaşların ve kıtlıklann sonucunda büyük nüfus kaybına uğramış, Junker olarak bilinen büyük toprak sahiplerine bağımlı hale gelerek topraklarını onlara kaptırmışlardır. Bölgenin düzenli yerleşme dokusu II. Dünya Savaşı’na değin korunmuş, savaşın ve izleyen Demokratik Alman yönetiminin etkisiyle hem kentsel, hem kırsal kesim yeni bir görünüm kazanmıştır.

Kırsal Almanya.

Almanya’da tarım topraklarının bölünüşü ve kırsal yerleşme dokusu bölgesel ve tarihsel koşullara bağlı olarak yüzyıllarca sürekli değişmiştir. 19. yüzyılda başlayan sanayileşme büyük bir toprak reformuna yol açmış, kırsal kesimdeki en köklü ve hızh düzenlemeler ise II. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılmıştır. Almanya’da ortaçağ boyunca ve yakın çağın başlarına değin en basit kırsal birim, herhangi bir köy ya da toplulukla bağlantısız bireysel çiftlik olmuştur. Ama Einödflur ya da Einzelhof adıyla anılan bu ayrı birimler kuzeybatıdaki otlaklar dışında pek yaygınlaşmamıştır. Genellikle bir köyü merkez alan ve büyük bir mülkle bağlantılı olan daha karmaşık birimlerin ise birçok çeşidi vardır. Mülkiyet-kiracılık biçimleri bu çeşitliliği artırmıştır. Genellikle soylu sınıftan büyük toprak sahibi (Gutsherr), büyük çiftçi (Grossbauer), küçük çiftçi (Kleinbauer) ve kiracı (Pachter) kategorileri toprağın mülkiyet ve tasarruf hakları açısından farklılaşmasına yol açmıştır.

Ortaçağ Almanya’sında bir ya da birkaç şeritten oluşan 25-40 ha’lık toprak parçası (Hufe) geleneksel bir tarım işletmesi için yeterli sayılan alandı. Büyük köy işletmelerinde, özellikle de batıdaki bölgelerde bu toprak parçaları köyün çevresinde yer alır, her köylü ailesi kendine ayrılan şeritleri işlerdi. Tanm topraklarının düzenlenişi toprağın niteliğine, engebesine ve bölgelere göre büyük değişiklikler gösterirdi. Bir köylü ailesinin işlediği şeritler çoğu kez aynı toprak parçası üzerinde yer almazdı. Bölünmeler düzensiz ve çok küçük olabilirdi. Bu nedenle II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Almanya’da büyük bir tanm reformuna girişildi. Birleştirme ve yeniden dağıtma yoluyla tanm topraklarında verimi artırmaya yönelik düzenlemeler yapıldı. Toprak satışlan ve takaslarıyla tarımsal mülkler el değiştirirken küçük çiftçiler ve kendine yeterli çiftlikler de yavaş yavaş ortadan kalktı. Bunların yerini tek ya da belli birkaç ürüne ağırlık veren daha büyük ölçekli işletmeler aldı. Bugün eyalet ya da federal yönetim düzeyindeki planlama ve Avrupa Topluluklan’nın koyduğu ürün kotaları bu işletmelerin hangi ürüne yöneleceğini belirlemektedir. Öbür sanayi ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da da kırsal kesimden göç sürmektedir.
Almanya’da kırsal yerleşmelerin birkaç tipi vardır. Ayrı, bireysel çiftliklerin sayısı görece azdır. Özellikle batı bölgelerinde en yaygın tip ise düzensiz yapıdaki toplu köydür (Haufendorf). Tipik bir toplu köyde bir anayol, merkez işlevi gören bir meydan çevresinde kilise, dükkân, yönetsel büro ve han gibi yapılar ve merkezden dışarı doğru uzanan asimetrik sokaklar bulunur. Bundan başka ışınsal köyler (Rundling) ve doğrusal köyler (Reihendorf) vardır. Bu son türün en basit biçiminde bütün yapılar karayolunun üzerinde sıralanmıştır. Görece geç yerleşilen eski Demokratik Almanya topraklarında doğrusal köylere daha çok rastlanır. Eskiden bir köyün kasaba ya da kent konumuna geçebilmesinin koşulu pazar kurma ayrıcalığını elde etmesiyken bugün eteklerinde bir fabrikanın ya da toplu konut bölgesinin kurulması kırsal niteliğini yitirmesine yetmektedir. Turizmin ağırlık kazanması da benzer bir değişikliğe yol açmaktadır.
1949’da Alman Demokratik Cumhuriyetinde başlatılan devlet çiftlikleri ve kolektif çiftlikler uygulaması kırsal yerleşim dokusunu kökünden değiştirmiştir. Makineli tarım ve büyük ölçekli hayvancılıkla birlikte yeni yapılar ortaya çıkmış, kırsal kesimdeki yeni yaşam anlayışı çok katlı apartmanlara ve halk merkezlerine yansımıştır.

Kentsel Almanya.
Hollanda, Belçika ve Birleşik Krallık’tan sonra Avrupa’nın nüfus yoğunluğu en yüksek ülkesi Almanya’dır. Halkın üçte biri 100 binden fazla nüfuslu kentlerde yaşar, ama nüfusu 1 milyonu aşan yalnızca üç kent vardır (Berlin, Hamburg ve Münih). Kentlerin çoğu küçük ya da orta büyüklüktedir. Bununla birlikte nüfus dağılımı bir ölçüde eşitsizdir. Birleşme öncesindeki farklı hükümet politikaları nedeniyle de kentleşme doğuda ve batıda ayrı gelişme çizgileri izlemiştir.
Ülkenin eskiden Batı Almanya’yı oluşturan bölümünde nüfusun yarısı 10 büyük metropoliten alanda toplanmıştır. Bunların en kalabalığı “Ruhr Kenti” adı takılan Düsseldorf, Essen, Dortmund, Duisburg ve Köln birleşik kent kümesidir. Aynı zamanda birer eyalet olan Berlin, Hamburg ve Bremen dışındaki büyük merkezler Hannover, Frankfurt am Main, Mannheim- Heidelberg, Stuttgart, Nürnberg ve Münih’tir.
1949’da Alman Demokratik Cumhuriyeti kurulduğunda ülkenin kentsel merkezleri aşın ölçüde eşitsiz dağılmıştı. Halle, Leipzig, Chemnitz (Karl-Marx-Stadt), Zwickau ve Dresden gibi sanayi kentleri güneyde toplanmış, kuzeyde ise küçük ya da orta büyüklükte pazar ve yönetim merkezleri geniş alanlarla birbirinden aynlmıştı. Tek aykın örnek, 1943’te kentsel nüfusu en yüksek düzeyine (4,5 milyon) ulaşmış bulunan Berlin’di. 1950’lerde kuzeyde yeni sanayi merkezleri kurarak bu dengesizliği gidermeye yönelik bir politika benimsendi. Ama Baltık kıyılannda, özellikle de Rostock’ta önemli bir kentsel gelişme sağlanmakla birlikte bu politika sürekli olmadı. Bunun yerine kuzeydeki il merkezlerinin çok büyüdüğü görüldü. 1970’lerde ve 1980’lerde büyük kentlerin çevrelerinde 50-150 bin kişilik çok katlı konut projeleri gerçekleştirildi; Berlin’e Marzahn, Halle’ye Neustadt, Leipzig’e de Gronau eklendi. Başkent Doğu Berlin özellikle gençlerin kente akın etmesiyle sürekli büyüdü. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla 1990’da Almanya’nın yeniden birleşmesinin bütün Almanya’da kentsel göçü nasıl etkilediğini belirlemek bugün için olanaksızdır.

NÜFUS

Alıntıdaki Ek 48812

Almanca konuşan halklar etnik kökenleri, lehçeleri, siyasal ve kültürel mirasları ile büyük farklılık gösterir. Bu farklılaşmada Protestan-Katolik bölünmesinin de önemli payı olmuştur. Orta Avrupa’da Romalıların Germania (Germen Ülkesi) adını verdiği topraklar, 1871’e değin yalnızca kesinlikten uzak coğrafi bir anlamda, Almanya (Deutschland) olarak bilinirdi. Pek çok lehçesi bulunan bir dilin, bazı belirli kültür öğelerinin, bütünselleşmemiş siyasal bağlantıların oluşturduğu çok gevşek ilişkiler ve bunlardan da zayıf kan bağları vardı. Almanya, örneğin İngiltere ve Fransa gibi bir ulus devlet değildi. Bugünkü Almanya Alman ülkesinin çekirdeğini oluşturmuş toprakların büyük bölümünü içine almakla birlikte etnik ve dilsel alt grupları siyasal sınırlarının ötesine yayılmıştır.
Alman halkları içinde Germen ya da Toton kökenliler yalnızca bir öğeyi oluşturur. Batının Germen öncesi Kelt nüfusuyla doğunun sayısız Slav kolu birer alt katman olarak önemlidir. Batıda sayıları milyonları bulan yabancı işçilerin (Gastarbeiter) hiç değilse bir bölümü kalıcı olabilir. Kalıcı yabancı işçi nüfusunun resmen yasaklanmış olduğu Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde de Vietnam, Angola, Küba ve Mozambik’ten gelmiş 90 bin işçi vardır.

ETNİK YAPI.


Kökenleri tam olarak bilinmemekle birlikte Baltık kıyılarından Orta Avrupa’ya geldikleri kabul edilen Germenler buradaki Kekleri batıya sürdüler ya da bir bölümünü kendi içlerinde erittiler. Roma döneminde bu topraklara yerleşmiş bulunan Germenlerden başlıca altı etnik grup tarihsel bölgelerinde günümüze değin varlığını korudu. Bunlardan Alaman kabileleri bugünkü Almanya’nın güneybatısına, Bavye- ralılar güneydoğuda Tuna’nın güneyiyle Lech Irmağının doğusuna ve Yukarı Franklar bugünkü orta illere yerleştiler. Aşağı Frankların soyundan gelenler Kuzey-Ren Vestfalya eyaletiyle Flandre ve Hollanda’da varlıklarını korudular. Doğuya ilerleyen Thüringliler bugünkü Thüringen, Saksonya ve Saksonya-Anhalt eyaletlerinde koloniler kurdular. Bu son iki eyaletle Aşağı Saksonya eyaletine adlarını veren “ilk” Saksonlar ise Kuzey Almanya Ovasının büyük bölümüne yerleşmişti. Ama bunlar, tıpkı Angıllar gibi 5. yüzyılda İngiltere’yi işgal eden batı Germen kabilelerinden biri oldu ve soyları Saksonya ve Saksonya-Anhalt eyaletlerinde değil, Anglosakson dünyasında sürdü. Sayıları azalmakla birlikte varlığını sürdüren altıncı etnik grup, Jutland ve Aşağı Saksonya açıklarındaki adalara yerleşen Frizlerdi.
Alıntıdaki Ek 48813

Doğudaki Germen grupları 9. yüzyıl sonrasında batıdan kaynaklanan kolonileşmenin ürünüydü. Bunlar Mecklenburglular, Yukarı Saksonyalılar, Brandenburglular, Silezyalılar, Pomeranyalılar, PrusyalIlar ve Baltık Germenleri adlarıyla anıldı. Kolonileşme sürecinde yerli Slav ve Baltık halkları eritilerek büyük ölçüde Germenleştirildi. Bav- yeralılar doğuya yayılarak Avusturya’da koloniler kurdular. Avusturya’nın Almancadaki adı olan Österreich “Doğu Ülkesi” anlamına gelir.
Ortaçağın başlarından beri Almanya’da yaşayan başlıca azınlık grubu, II. Dünya Savaşı sırasındaki soykırımdan önce sayıları 800 bine ulaşan Yahudilerdir. Doğuda Slav kültürünün bazı öğelerine yer yer hâlâ rastlanır. 17. yüzyılda Katoliklerin baskısından kaçan çok sayıda Fransız Protestanı Alman topraklarına sığınmıştır. 19. yüzyılın sonlarında PolonyalI işçiler Ruhr Havzasına göç etmiş, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yerinden edilmiş sayısız Doğu Avrupa ve Balkan ülkesi yurttaşı Almanya’da kalmıştır. Son yılların artık ikinci kuşağı erişkin çağa gelmiş yabancı işçi aileleri ise çoğunlukla Türkiye’den ve Güney Avrupa ülkelerinden gelmedir.


LEHÇELER.


Kitle eğitiminin ve iletişiminin standart Almancayı yaygınlaştırmasına, eğitimli, genç ve görece hareketli nüfusun düzgün, standart Almanca konuşma eğilimine karşın ülkede lehçe ve ağız farklılıkları sürmektedir. Bu fark en çok kırsal ve bulundukları yerlere çok eskiden yerleşmiş kentsel nüfus arasında belirgindir.
Almanya tıpkı topografik açıdan olduğu gibi ana lehçeler açısından da üç bölgeye ayrılmıştır ve bu ikisinin sınırları neredeyse tam örtüşür. Almancanın güneydeki dağlık yörelerinde ve Tuna Havzasında konuşulan lehçesine Yukan Almanca, Orta Almanya Yükseltilerinde konuşulan lehçesine Orta Almanca, kuzeydeki ovalarda konuşulan lehçesine de Aşağı Almanca denir.
Yukarı Almancanın güneybatıdaki Alaman kolu Schwaben, Aşağı Alaman ve Yukan Alaman alt lehçelerine ayrılmıştır; Bavyera lehçesinin de pek çok yerel çeşidi vardır. Orta Almanca ya da Frank lehçeleriyle Thüringen lehçesi bugünkü standart Almancanın temelini oluşturan öğelerdendir. Aşağı Almancanın tarihsel sınırlan Sak- sonların yerleştiği bütün bölgeleri içine alır ve Kuzey Almanya Ovasının tümüne yayılır. Bütün bu lehçeler içinde Schwaben hâlâ yükselen bir dil olma özelliğini korumaktadır. Yukarı Alamanca İsviçre’nin Almanca konuşulan kesiminin de lehçesidir. Avusturya’nın, dili Schwaben lehçesinden türemiş Vorarlberg eyaleti dışında tümünde Bavyera lehçesi konuşulur. Aşağı Almanca özellikle Kuzey Denizi ve Baltık kıyılarının yaşlı ve kırsal nüfusu arasında yaygındır.

DİNSEL YAPI.


Almanya Protestan Reform hareketinden ve bunu izleyen Otuz Yıl Savaşlarından sonra Protestan ve Katolik mezhepleri arasında belirgin bir bölünmeye uğramıştır. 1555 Augsburg Barışı uyarınca her bölgenin halkı siyasal iktidarın seçimi doğrultusunda ya Katolik kalmış, ya da Protestanlığı benimsemiştir. Bu tarihten sonra tek tek insanların ve bölgelerin mezhebi yalnızca kültürel ve bireysel yaklaşımlara yansımakla kalmamış, Almanya’nın bütün toplumsal ve siyasal görünümünü de derinden etkilemiştir. Ülkenin üye sayısı bakımından en büyük partisi olan Hıristiyan Demokratik Birlik (CDU) daha eski bir orta sınıf Katolik partisiyle onun gene orta sınıfa dayalı Protestan karşılıklarının oluşturduğu bir federasyondur; adı da bu birliği yansıtır. Ovsa Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) kökeni Marksizme olduğu kadar mezhep yandaşlığına karşı çıkan tarihsel bir çizgiye de dayanır.
Ülkede Protestanlann geleneksel olarak ezici çoğunlukta bulunduğu yöreler doğuda kalır. Birleşme öncesinde Batı Almanya’nın kapladığı topraklarda iki mezhep üyelerinin sayıları hemen hemen eşittir, ama Katolikler artmaktadır. Çok küçük bir azınlık Evanjelik, Metodist, Kalvenci, Eski Katolik, Yehova Şahitleri ve Doğu Ortodoks gibi “özgür” kiliselere bağlıdır. Herhangi bir dine bağlı olmayanların sayısı ise hızla artmaktadır. Bunda yalnızca Doğu Almanya’da sosyalist uygulamaların ve genel olarak dinsel duyguların zayıflamasının değil, Bismarck döneminden kalma bir yasanın da etkisi vardır. Bu yasaya göre her yurttaş bağlı olduğu kiliseye geliri oranında “kilise vergisi” ödemekle yükümlüdür.
Katolikler Ren Bölgesi ve Bavyera’da çoğunluğu oluşturur. Kuzeybatı büyük çoğunlukla Protestandır. Berlin’de ve beş doğu eyaletinde her Katoliğe yedi Protestan düşer. Doğuda sosyalist yönetim inanç özgürlüğüne anayasal güvence getirmiş, ama özellikle gençler arasında dinsel bağlılık azalmıştır. Doğu Almanya’da Protestan (Lutherci) kiliseler zamanla gösterilere yönelen muhalefet grupları için çıkış noktaları oluşturmuştur. Almanya’da yaşayan Yahudile- rin çoğu cemaat bağlarını resmen korumaktadır. Yabancı işçiler arasındaki Müslümanların çoğunluğunu Türkler oluşturur.

DEMOGRAFİ.


Dünyada doğum oranının en düşük olduğu ülkelerden biri Almanya’dır. Ortalama ömür uzamakta, ama her yıl ölümler doğumları geride bırakmaktadır.
Kırk yıllık bölünmüşlük döneminde Almanya’nın iki yansında nüfusun gelişimi belirgin farklılıklar gösterdi. II. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Batı Almanya ülkenin doğusundan sürülen ya da kaçan, Alman kökenli olup farklı Doğu Avrupa ülkelerinde yaşayan ve Alman kökenli olmayıp yerinden edilmiş bulunan yaklaşık 15 milyon insanı kabul etti. Ayrıca ülkede oturan yabancıların sayısı nüfusun yüzde 8’ine yaklaştı ve 1950’lerle 1980’ler arasındaki nüfus artışının yüzde 65’i yabancılardan kaynaklandı.
Doğu Almanya’nın nüfusu ise savaştan hemen sonraki 17 milyon kişi düzeyine bir daha hiç ulaşamadı. Savaşın etkisiyle yaşlıların ve kadınların nüfus içindeki oranı yüksek kaldı; 1980’lerin başında hâlâ 112 kadına 100 erkek vardı. 1961’de Berlin Duvan’nın inşasından önce pek çok gencin Batı’ya geçmesi de nüfusun dağılımındaki dengesizliği artırdı. Demografik harekette göreli bir yatışma döneminin ardından 1989 yazının sonlarında Macaristan ve Çekoslovakya üzerinden Batı’ya kaçma yolu açıldı. Çok geçmeden Berlin Duvarı yıkıldı. 1989’da Batı’ya gidenlerin sayısı 330 bin olarak tahmin edilmektedir. 1990’ın başlarında nüfus akışı günde 2.000 - 3.000 kişi düzeyinde sürmüştür. Batı Almanya’da konut ve toplum hizmetleri açısından yarattığı sorunlar nedeniyle tepki uyandıran bu nüfusun ayrılması Doğu Alman ekonomisine öldürücü bir darbe indirmiştir. Birleşme bu sorunları çözmemekle birlikte çözüme yönelik siyasal ve mali bir çerçeve ortaya koymuştur.
Yabancı askeri personel ve aileleri dışında ülkenin eskiden Batı Almanya’yı oluşturan kesimindeki yabancıların dörtte üçü Akdeniz ülkelerinden göç etmiş işçilerdir. 1950’lerde işgücü darlığını gidermek için başlatılan yabancı işçi aliminin “geçici” ya da “konuk” bir yabancı nüfusa yol açacağı düşünülmüş, ama pek çok ailenin yerleşerek iş kurmasıyla bir göçmen azınlık ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte Alman yasaları oturma süresinin uzunluğunu ya da Alman topraklarında doğmuş olmayı dikkate alarak Alman kökenli olmayanlara yurttaşlık hakkı tanımamaktadır.

Yabancı nüfus içindeki bir başka öğeyi Avrupa Toplulukları (AT) üyesi ülkelerden gelme iyi eğitimli, meslek sahibi kişiler oluşturur. Topluluk üyelerinin birbirine tanıdığı serbest dolaşma hakkından yararlanarak daha yüksek ücret ya da daha iyi iş buldukları Almanya’ya gelen bu gruptakilerin çoğu kalıcı değildir. 1989 olaylarından sonra Doğu Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen göçmenler de önemli bir grup oluşturmaktadır. Aussiedler (dışarıda yerleşmiş) denen bu grup Almanya’yla kan ya da akrabalık bağları bulunan kişilerden oluşur ve yasal olarak Almanya’ya göç edebilir. Yerli Alman halkı arasında iki demografik eğilim belirgindir. Birincisi, genç nüfus önceki kuşaklara göre daha hareketli, işleri gereği ülke içinde yer değiştirmeye daha yatkındır. İkincisi, nüfus hem iş, hem de tatil olanaklarının etkisiyle güneye kaymaktadır.

NÜFUSUN DAĞILIMI.


Çeşitli tarihsel etkenler iki Almanya’nın nüfus dağılımında farklılıklara yol açmıştır. İki yönetimin tarım ve sanayi politikalarının farklılığı da bu etkenlerden biridir. Batı’da nüfusun yaklaşık yansının yoğun nüfuslu merkezlerde ya da yakınlarında yaşamasına ve nüfusun yaşanabilir topraklara eşitsiz dağılmış olmasına karşın herhangi bir bölge ya da kentin üstünlüğünden söz edilemez. Nüfusu çeken tek bir metropol yoktur. Ekonomik olanaklar büyük merkezlerle sınırlı değildir. Hafif sanayiyi az nüfuslu ve azgelişmiş yörelere yayma ve ulaşım olanaklannı sürekli geliştirme politikalarının yoğun nüfusun dengeli dağılmasına yardımcı olması beklenmektedir.
Doğu’da en yüksek nüfus yoğunluklarına Berlin’de ve Chemnitz (Karl-Marx-Stadt), Halle, Leipzig ve Dresden gibi güneyin sanayi merkezlerinde rastlanır. Kuzeydeki ovalar en seyrek nüfuslu yerlerdir. Devlet çiftlikleri ve kooperatifleşme uygulaması ile 1961 öncesindeki Batı’ya kaçış, kırsal kesimden kitlesel göçlere yol açmış, doğal artış oranının göreli yüksekliğine karşın kırsal kesimde göçe bağlı nüfus azalması sürmüştür. Planlı sanayileşmenin etkisiyle gelişen

Eisenhüttenstadt, Rostock, Schwedt ve Hoyerswerda ilk göç alan yerlerdir. Güneyde savaşın hemen sonrasındaki canlanmanın ardından bazı kentler sanayinin gerilemesi, üretimin rasyonelleşmesi ve çevre koşullarının kötülüğü gibi nedenlere bağlı olarak nüfus yitirmiştir. 1989 öncesindeki en büyük çekim merkezi Doğu Berlin ve uydu kentleri olmuştur.

EKONOMİ


Almanya dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden biridir. 1980’lerin sonunda tek başına Batı Almanya gayri safi milli hasıla (GSMH) açısından dünyada dördüncü sırayı almış ve bunun üçte birini ihraç etmiştir. 1990’da Batı Almanya’da kişi başına GSMH 24.170 ABD Doları olmuştur. 1990’da Doğu Almanya’nın katılması kısa dönemde ekonomiye büyük bir yük getirmiş, ama eşi görülmedik bir büyümenin de yolunu açmıştır. Ekonominin gücü temelde imalat sektöründen kaynaklanır. Ülkede “sosyal” olarak nitelenen bir serbest piyasa ekonomisi ge- çerlidir. Devletin, işverenlerin, işçi sendikalarının ve mali sektörün piyasadaki rolleri konusunda açık bir görüş birliği vardır.

Serbest girişim ve özel mülkiyetin anayasanın güvencesi altında olduğu Almanya’da hükümet daha çok düzenleyici bir rol oynar. Fiyatlara ve ücretlere müdahale etmekten olabildiğince kaçınır; buna karşılık piyasada haksız rekabet ve tekelcilik gibi uygulamalara izin vermeyecek önlemleri alır. Yalnızca toplum ve ekonomi açısından vazgeçilmez olan, ama kâr getirmeyen mal ve hizmetlerin üretimini doğrudan üstlenir; ulaşım, posta hizmetleri, telekomünikasyon, taşkömürü madenciliği ve tarım bunun örnekleridir.
İşçi-işveren ilişkilerinde serbest toplu sözleşme düzeni belirleyicidir. Toplu sözleşmeler ilgili sendikalarla işveren birlikleri arasında imzalanır. Sendikalar belli bir sanayi kolunun tümünü kapsayacak biçimde örgütlenmiştir. Şirket yönetim kurullarında işçi temsilcileri bulunur ve işçiler gittikçe artan ölçüde çalıştıkları şirketlerin hisse senetlerini edinebilir duruma gelmiştir. Sağlık, işsizlik, sakatlık, analık, emeklilik sigortaları ve daha başka birçok sosyal yardım fonları çalışanların, işverenlerin ve devletin katkılarıyla oluşturulur.

Ekonomide istikrarlı fiyat, tam istihdam, yeterÜ büyüme ve dengeli bir dış ticaret amaçları güdülür. Bunda bütün sorumluluk devlete yüklenmemiştir. Bağımsız bir kuruluş olan Alman Federal Bankası (Deutsche Bundesbank), işveren birlikleri ve işçi sendikaları da karar alma sürecine katılır. Ekonomik Politika Konseyi federal ekonomi ve maliye bakanlarıyla eyalet ve yerel yönetim temsilcilerinden oluşur ve Alman Federal Bankası’nın katılımıyla tek bir para politikasının benimsenmesini sağlar. Benzer yapıdaki Mali Planlama Konseyi federal, eyalet ve yerel yönetim düzeyinde mali politikaların eşgüdümünü sağlar. 1963’te kurulan Genel Ekonomik Yönelimleri Değerlendirme Uzmanlar Kurulu hazırladığı yıllık değerlendirmelerle ekonomik planlamaya yardımcı olur. Hükümet federal meclislere sunduğu yıllık raporunda “Beş Bilgeler” diye anılan Uzmanlar Kurulu’nun değerlendirmesini de yanıtlar ve ekonomik politikalarının ana çizgilerini belirtir. Her düzeydeki yönetim için bütçe gelirlerinin en büyük kaynağını vergiler oluşturur. Toplam vergi gelirlerinin yarıdan biraz azını federal hükümet alır; kalanı eyalet yönetimleri ve yerel yönetimler arasında paylaşılır. Görece küçük ve ekonomik açıdan zayıf eyaletlerin öbür eyaletlerin vergi gelirlerinden pay almasına olanak veren bir sistem vardır.
Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Almanya azgelişmiş ülkelere yardımda bulunur. Çok karmaşık bir yapısı olan dış yardım programı eyaletler düzeyinde özellikle Birleşmiş Milletler’e bağlı örgütler kanalıyla ikili ya da çokyanlı işbirliği anlaşmalarıyla ve borç silme uygulamalarıyla gerçekleştirir. Tarım, sağlık, eğitim, devlet yönetimi gibi çeşitli alanlarda doğrudan işbirliği ve yardım sağlayan çok sayıda kamu hizmetleri örgütü, vakıf ve sendika gibi kuruluşlar da vardır.

kaynak: Ana Britannica


Safi 14 Mayıs 2016 01:44

3 ek

ESKİ DOĞU ALMAN SİSTEMİ.


1989’da çöken Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin sosyalist ekonomisi bütün öbür sosyalist ülkelerinkinden güçlüydü. Cumhuriyet kurulduğunda gelişmiş bir sanayiden kalan altyapıyı devralmıştı. Nüfusun mesleki birikimi, yüksek düzeyde bilimsel ve teknik eğitimi vardı. Batı Avrupa ülkelerinin çok gerisinde olmakla birlikte, Doğu Almanya sosyalist komşularının ötesinde bir ekonomik gelişme ve yaşam standartlarında belirgin bir fark sağladı.
Alıntıdaki Ek 48814
Leipzig ABC Ajansı

Merkezi planlama.
Ekonominin ana yönlerini belirleyen bütün kararlar Sosyalist Birlik Partisi Merkez Komitesi Sekreterliği (Politbüro) tarafından alınırdı. Politikalar genellikle beş yıllık dönemler için saptanır ve planlama dönemleri birer yıllık dilimlere ayrılmakla birlikte uygulamada esnekliğe olanak vermezdi.
Doğu Almanya’nın hammadde ithalatını ihracat gelirleriyle karşılayabilmesi imalat sanayisinin dünya pazarlarında rekabet edebilmesine bağlıydı. Batı’daki teknolojik gelişmelerin gittikçe Doğu Alman ürünlerinin satış şansını yok ettiğini gören yönetim imalat sanayisinde bir reforma girişti. Yeni üretim yöntemlerine geçilmesini ve elektronik gibi bazı alanlarda daha gelişkin ürünlere yönelinmesini öngören bu dönüşümü gerçekleştirmek için 1979-80 yıllarında bir toplulaştırma politikası uygulamaya kondu. Bu politika çerçevesinde belli bir sanayi kolundaki işletme grupları o daldaki önde gelen kuruluşun çevresinde toplanarak büyük ulusal işletmeler oluşturuldu ve 25 bin kadar işçi bir yöneticiye bağlandı.

Kamu mülkiyetine dayanan Doğu Alman ekonomisinde ücretler fazla farklılaşmamıştı. Sendikaların ücretleri artırmak için mücadele etmesi değil, partinin ekonomik hedefleri doğrultusunda işbirliği yapması beklenirdi. Güvenlik önlemlerinin alınması, yardım ve dinlence programlarının yürütülmesi ve üyelerinin sosyal güvenlik sisteminden yararlandırılması konularında ise önemli işlevleri vardı. Birleşme öncesindeki geçiş döneminde sendikalar Batı Alman modeli temelinde yeniden örgütlendi; sosyal güvenlik sistemi de uyarlanarak Batı’ya bağlandı.
Doğu Almanya var olduğu sürece ciddi boyutlarda işgücü sıkıntısı çekti. Sorunu hafifletmek için işgücü kotaları oluşturarak bu kotaları ulusal gereksinimler doğrultusunda dağıtmak ve bütün kadınların tam- gün çalışması gerektiğini kabul etmek gibi yollara başvuruldu. 1989’da Batı sınırının açılmasından sonra sanayide ve kamu hizmetlerinde çalışacak insan bulmak büsbütün zorlaştı.

Sosyalist yönetimin çökmesiyle sanayinin gizli kalmış büyük sorunları da ortaya çıktı. Piyasa ekonomisine geçişle birlikte toplulaş- tırılmış ulusal işletmeler bakanlık denetiminden alındı ve çok ortaklı şirketlere dönüştürüldü; ama yönetim bunların kazançlarına el koymuş olduğundan hepsi borç içindeydi. İşletmelerin pek azı teknoloji ve verimlilik açısından Batı’daki şirketlerin düzeyindeydi. Pek çok sanayi kuruluşuna ancak hurda değeri biçiliyordu. Ama bütün bunlara karşın temelde eğitimli ve düşük ücretli bir işgücü vardı. Bu da başta otomotiv sanayisi, örneğin Volkswagen, olmak üzere Batı Alman şirketlerini Doğu’da şirket alımlanna ve ortak girişimlere yöneltti. Birleşme sonrasında federal yönetimin çözüm bulması beklenen bir sorun da Doğu Almanya’nın üretim kaygısıyla yıllarca ihmal ettiği çevre ve hava kirlenmesiydi.

Dağıtım ve hizmetler.

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde devlet mülkiyetindeki mağazalar perakende satışların hemen hemen tümünü gerçekleştiriyordu. Temel gıda maddeleri ve tüketim malları genelde boldu; sübvansiyon nedeniyle fiyatlar da çok düşüktü. Bununla birlikte çeşit azdı ve dönemsel sıkıntılar yaşanıyordu. Lüks sayılan mallar ise çok pahalıydı ve zor bulunuyordu; örneğin otomobil için sekiz yıl beklenebiliyordu. Ulusal ve yerel yönetimlerin sunduğu hizmetler genellikle aksıyordu. Satış mağazaları ve mal çeşitleri gibi sağlık ve kültür kuruluşlarının da ülke içindeki dağılımı eşitsizdi. Konut sorunu büyük apartman bloklarının yapımıyla çözülmüştü. Hatta kentlerin eteklerinde tek evler ve bazı yerlerde ikinci konutlar yapılmıştı. Ama ister onarım, ister yeni yapım için olsun bireylerin yapı malzemesi alabilmesi zordu.
Dış turizm merkezî devletin denetimindeydi. Yabancı turistler için Doğu Berlin ve Dresden gibi kentlerde turlar düzenleniyordu. 1989’dan önce Doğu Alman yurttaşlarımı; yurtdışına çıkma hakkı sınırlıydı.

Maliye.
Devlet bütçesi merkezî ve yerel yönetim harcamalarının yanı sıra banka ve sigortacılık kuruluşlarının fonlarının yönlendirilmesine de aracılık ediyordu. Daha da önemlisi ekonominin sermaye gereksinimlerinin ve işletme giderlerinin çoğunu devlet karşılıyordu. Kişisel gelir vergisi önemli bir kalem oluşturmuyor, buna karşılık televizyon alıcısı gibi lüks tüketim mallarından yüksek satış vergisi alınıyordu. Devlet gelirlerinin asıl büyük bölümü kamu mülkiyetindeki işletmelerden kâr, sermaye kullanım ücreti ve bordro vergisi biçiminde alınıyordu. 1 Temmuz 1990’da iki Almanya arasında imzalanan antlaşmayla Batı Alman Markı ortak para olarak kabul edildi. Spekülasyonu önlemeye ve Doğu Almanya’nın piyasa ekonomisine geçişini kolaylaştırmaya yönelik hükümler de içeren antlaşma imzalandığında Batı Alman bankaları Doğu’ya girmeye başlamıştı.

Dış ticaret.

Çok çeşitli türden ve artan ölçüde elektronik donanımlı makine Doğu Almanya’nın en önemli ihracat kalemini oluşturuyordu. Başlıca ithal malları taşkömürü, petrol ve doğal gaz gibi hammaddelerle haddelenmiş çelik gibi yarımamul mallardı. Ülkede üretilmeyen makine ve araçlar da ithal edilirdi. Dış ticaretin yaklaşık üçte ikisi başta Sovyetler Birliği olmak üzere Karşılıkİı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi (COMECON) üyesi Doğu Bloku ülkeleriyle yapılırdı. Dış ticaretten dörtte birden fazla pay alan Batılı ülkelerin başında Batı Almanya geliyordu. Doğu Almanya’nın sosyalist blok ülkeleriyle imzalamış olduğu pek çok ticaret anlaşması birleşme görüşmeleri sırasında tarafları zorladı. Buna karşılık Doğu Almanya’nın Batı’yla birleşmesi, öbür Doğu Bloku ülkelerinin tersine, otomatik olarak AT’ye katılmasına yol açtı.

Mülkiyet.
Birleşme tasarısıyla birlikte gündeme gelen ekonomik sorunların en karmaşıklarından biri mülkiyete ilişkindi. Eski sosyalist yönetim sanayi ve ticaretin büyük bölümünü, konutların çoğunu ve tarım topraklarının neredeyse tümünü kamu mülkiyetine almıştı. Federal Alman yasaları uyarınca eski mülk sahipleri ya da onların vârisleri mülkiyet haklarına yeniden kavuşmayı bekleyebilirdi. Oysa aradan 40 yıl geçmiş, devlet sanayi kuruluşlarına önemli yatırımlar yapmış, küçük tarım topraklarında eski düzeni yeniden yaratmak olanaksızlaşmış, bireylere, hatta yabancılara ait olduğu öne sürülebilecek topraklarda mahalleler, fabrikalar kurulmuş, kamu yapıları dikilmişti. İki Almanya’nın temsilcileri arasında 31 Ağustos 1990’da imzalanan birleşme antlaşmasıyla var olan mülkiyet haklarının korunması ve herhangi bir toprak anlaşmazlığı durumunda hükümetin tazminat ödemesi kabul edildi.

DOĞAL KAYNAKLAR.


Almanya doğal kaynaklar açısından zengin bir ülke değildir; gelişmiş sanayisi için gerekli hammaddelerin çoğunu ithal etmek zorundadır. Antrasit ve linyit yatakları gereksinimini karşılayacak düzeydedir. Kömür en çok Ren-Ruhr bölgesiyle Saarland’da bulunur. Linyit yatakları Harz Dağları yakınlarında, Köln çevresinde, Polonya sınırında ve Halle ile Leipzig dolaylarındadır. Birleşmeden hemen önce dünyanın en büyük linyit üreticisi olan Doğu Almanya’da bu yakıtın çok yaygın kullanılması kirlilik sorununun önemli etkenlerinden olmuştur. Batı’da ise kömürün yerini büyük ölçüde petrol, doğal gaz ve nükleer enerji almıştır. Ekonomik değer taşıyan öbür minerallerden tuz ve potas Harz Dağlarının kuzeyinden ve güneyinden çıkarılır. Erzgebirge’deki uranyum cevherinden II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği yararlanmıştır. Kentleşmiş, sanayileşmiş ve çevre kirliliği ciddi boyutlara ulaşmış Doğu’da su sorunu vardır.
Almanya’nın petrol ve doğal gaz yatakları daha çok Kuzey Denizi kıyılarındadır. Ham petrol üretimi ülke gereksiniminin çok küçük bir yüzdesini karşılar. Doğal gaz rezervleri ise gereksinimin üçte birini karşılayacak düzeydedir. Elektrik enerjisi termik, nükleer ve hidroelektrik santrallardan sağlanır.

TARIM

.
İki Almanya’nın ulusal politikaları başka sektörlerde olduğu gibi tarımda da farklı gelişmelere yol açmıştır. Batı kesiminde aile çiftlikleri hâlâ ağırlığını korumaktadır. Nüfusun çok küçük bir yüzdesi tarımla uğraşır, ama çifliklerin yüzde 95’i 50 ha’dan küçüktür. Doğu Almanya’da ise 1980’lerin ortalarında devlet çiftliklerinin ve tanm kooperatiflerinin ortalama büyüklüğü 4.570 ha olmuştur. Doğu Almanya’nın büyük ölçekli sanayi tipi tarımıyla Batı Almanya’daki aile işletmelerine dayalı tarımın uzlaştırılması da birleşme sürecinin yıldırıcı sorunlarından biridir. 1990 verilerine göre Almanya’da işgücünün yüzde 3,2’si tarımda çalışır ve gayrı safi yurt içi hasılanın (GSYİH) yaklaşık yüzde 2’sini üretir.
Alıntıdaki Ek 48815
Moselle Vadisinde bağlı

Almanya’nın verimli topraklarında en çok buğday, arpa, mısır ve şeker pancarı ekilir.
Kuzeyde taşmtı ovalarındaki ve dağlık yörelerdeki görece verimsiz topraklarda mısır, çavdar, yulaf, yem bitkileri ve patates yetiştirilir. Hayvancılık domuz, sığır ve koyun besiciliğine dayanır; tavuk, hindi ve ördek gibi kümes hayvanları beslenir. Avnca at yetiştirilir. Mandıracılık açısından önemli otlaklar kuzeydeki kıyı ovalarıyla Bavyera’dadır. Potsdam yakınlarındaki Havel, Halle bölgesi ve Thüringen meyveleriyle, Spree Ormanının turbalık topraklan yeşil sebzeleriyle ünlüdür. Bağların çoğu batıda, Ren, Moselle, Main ve Neckar vadilerinde ya da yakınlanndadır. Ama Dresden yakınlarında Elbe Vadisinin yamaçlarında da şaraplık üzüm yetişir.

Almanya’nın yaklaşık üçte birini kaplayan ormanların yarısından fazlası devletin, eyaletlerin ve belediyelerin, geri kalanı özel kişilerin mülkiyetindedir. Ormanlardan elde edilen kereste ve kâğıt ürünleri iç tüketimin çoğunu karşılar; çam reçinesinden kimya sanayisinde yararlanılır. 1970’lerde ve 1980’lerde Alman balıkçılık filosu çok ciddi sınırlamalarla karşılaşmıştır. Geleneksel sularda balıkçılığın ölmesi ve kıyı ülkelerinin kıyı sularını 200 mile çıkarmasıyla avlanma alanlarının daralması yüzünden avlanan morina, sorrtbalığı, iskorpit ve ringa miktarı çok düşmüştür. Birleşmeden önce Baitık filosu Rügen Adasındaki Sassintz’te kurulu fabrika temel alınarak yeniden örgütlenmiştir. Ama Rostock limanındaki fabrikayı merkez alan derin deniz balıkçılık filosu daha önemlidir.

SANAYİ.


Almanya’nın ekonomik gücü sanayiden kaynaklanır. GSMH’nin yaklaşık yüzde 40’ını madencilikle birlikte imalat sanayisi karşılar; işgücünün de yaklaşık üçte biri bu sektörde çalışır. İmalat sanayisi çok çeşitlenmiştir. En önemli sanayi dalları motorlu araç ve makine üretimi, elektrik ve elektronik, kimya ve gıda işlemedir. Sanayi kuruluşlarının yaklaşık yansında çalışan sayısı 50 kişinin altındadır. Batı Almanya’daki sanayi şirketlerinin çok küçük bir yüzdesi 500 ya da daha fazla kişi çalıştırır; bunlar madencilik, çelik, petrol işleme ve moturlu araç üretiminde toplanmıştır.
Federal Almanya otomobil üretiminde ABD ve Japonya’dan sonra dünyada üçüncü sırada gelir ve üretiminin yüzde 60’ını ihraç eder. Makine, elektrik ve elektronik sanayileri de ihracata dönük üretim yapar. Ülkedeki ileri teknoloji kuruluşları daha çok Baden-Württemberg ve Bavyera’dadır; bunlar yeni iş olanaktan yaratarak nüfusun güneye kaymasında etkili olmaktadır. Geleneksel temel sanayilerin en önemlisi kimya sanayisidir. Madencilik ve demir-çelik sanayileri onun ardından gelir. Gemi yapımcılığı Japonya ve Güney Kore’nin şiddetli rekabetiyle karşı karşıyadır, ama kuzeydeki kıyı bölgesinin ekonomisinde yaşamsal bir yer tutar. Görece küçük sanayiler arasında havacılık, optik, hassas aletler yapımı ve saatçilik önemlidir. İnşaat sektörünün GSMH ve işgücü içindeki payı yüzde 6’dır. İmalat dışı alanlardan turizm sektörü dikkate değer; Almanya dünyanın en çok turist çeken ülkelerinden biridir.
Kırk yıllık tarihi boyunca Doğu Almanya’da sanayi kirliliği tehlikeli boyutlara varmış, buna karşılık fabrika ve donanımları ciddi biçimde eskiyip neredeyse kullanılamaz hale gelmiştir. Dolayısıyla bir zamanlar Doğu Bloku’nun övünç kaynağı olan bu sanayinin birleşme sonrasında bütünüyle elden geçirilip yeniden örgütlenmesi, bazı büyük kuruluşların kapatılması gerekmektedir.

Doğu Almanya’daki enerji kaynaklarının başında linyit gelir; linyit yataklarından uzak kalan kuzeyde santrallar kurularak atom enerjisinden yararlanılmıştı. Petrol ve doğal gaz ise boru hatlanyla Sovyetler Birliği’nden getirilmişti. En önemli petrol arıtma merkezi Schwedt’ti. Birleşme öncesinde kimya sanayisi hem hammadde, hem de enerji kaynağı olarak linyitten petrol ve doğal gaza dönmüştü. Halle-Leipzig- Bitterfeld bölgesindeki kimya sanayisi kuruluşları Schvvedt ve Aşağı Lausitz’te yeni üretim birimleriyle desteklenmişti. Kimya sanayisinin ürünleri daha sonra pek çok yerde işleniyordu. Doğu Almanya dünyanın üçüncü büyük potas tuzları üreticisiydi. Metalürji ürünlerinin başında nitelikli çelik ve alüminyum geliyordu. Taşıt üretimi elektrikli lokomotif, yük vagonu, küçük otomobil ve hafif kamyonları kapsıyordu. İmalat sanayisinde makine sektörü, ilk sırayı tutan kimya sanayisine yakın bir önem taşıyordu; makine üretimi daha çok güneyin sanayi kentleriyle Doğu Berlin çevresinde toplanmıştı. Baitık Denizi limanlarında gemi yapımcılığı büyük ölçüde gelişmişti. Elektrikli alet yapımı Doğu Almanya’nın geleneksel uzmanlık alanlarından biriydi. 1960-89 arasında elektrik ve elektronik, sanayinin en hızlı büyüyen dalları oldu. Optik ve hassas alet sanayisinde de (Zeiss Jena) büyük bir büyüme ve çeşitlenme görüldü.

BANKACILIK.


Federal Almanya’da bankacılık sistemi merkez bankası işlevi gören Alman Federal Bankası ile özel bankacılık sektöründen oluşur. Alman Federal Bankası’nın her eyalette bir ana bürosu (Eyalet Merkez Bankası) vardır.
Merkezi Frankfurt am Main'da bulunan Alman Federal Bankası para basar, dolaşımdaki kâğıt ve metal para miktarı ile kredi arzını denetim altında tutar. Federal hükümetten bağımsız olmakla birlikte, hükümetin genel ekonomik politikasına destek olması beklenir. Para arzı politikası da Alman Federal Bankası’nın denetimindedir. Hükümet üyeleri bankanın toplantılarına katılabilir, ama oy kullanamazlar.
1 Temmuz 1990’da Alman Federal Bankası Doğu Alman parasını federal sisteme bağlayan dönüştürme işlemini gerçekleştirmiştir. Siyasal birleşmeyle birlikte bütün Almanya’yı kapsayan yönetim doğu kesiminin borçlarını devralmış, ama bunu doğuda kurulan beş yeni eyaletin borcun yarısını geri ödemesi koşuluna bağlamıştır. Aynca batıdaki eyaletler satış vergilerinden gereksinimleri oranında pay alırken, gelirlerde dengesiz bir erimeyi önlemek amacıyla yeni eyaletlerin farklı olarak ele alınması kabul edilmiştir.

Ülkedeki yüzlerce özel ticari bankanın en büyükleri Deutsche Bank AG, Dresdner Bank AG ve Commerzbank AG’dir. Bu “Üç Büyükler”in bütün ülkeye yayılmış binlerce şubesi vardır. Ticari bankalar her türlü bankacılık işlemleri yapar; sanayiye, hükümete ve yerel yönetimlere uzun vadeli finansman sağlar; hisse senedi satar. Özel bankalar aynca sanayide doğrudan etkinlik gösterebilir. Almanya'nın en büyük şirketi olan Daimler-Benz AG’nin en büyük ortağı Deutsche Bank AG’dir.
Tasarruf bankalarıyla bunlar için merkez bankası ve kliring kurumu işlevi gören eyalet bankaları kamu hukukuna bağlı kredi kurumlarını oluşturur. Bunların etkinlikleri kredi, yatırım ve para transferleriyle sınırlıdır; krediler daha çok konut ve ev eşyası içindir. Bir kamu kuruluşu olan Kreditan- stalt für Wiederaufbau (Yeniden İnşa Kredi Kurumu) gelişmekte olan ülkelere yönelik kamu yardımlarına aracılık eder. Ülkede binlerce sanayi ve tarım kredi kooperatifi vardır. Alman Sendikalar Federasyonu’nun kredi kooperatifi olan Bank für Gemein- vvirtschaft ülkenin dördüncü büyük bankasıdır.
Bremen’de, Düsseldorf’ta, Almanya’nın finans merkezi Frankfurt am Main’da, Hamburg’da, Hannover’de, Stuttgart’ta, Münih’te ve Berlin’de hisse senedi borsaları vardır. Alman dış yatırımlarının yüzde 80’i sanayileşmiş Batı ülkelerindedir. Geri kalanın büyük bölümü federal hükümetin gelişmekte olan ülkelere yardım politikaları çerçevesinde yönlendirilmiştir.

TİCARET.


1986’da Batı Almanya dünyanın ticaret hacmi en büyük ülkesi olarak ABD’ nin yerini almıştır. 1952’den başlayarak ihracatı ithalatını aşmış ve ihracat değerindeki artış 1980’lerin ortalarına gelindiğinde yüzde 150’nin üzerine çıkmıştır.
Almanya’nın dış ticaretinde en önemli yeri AT üyesi ülkeler tutar; onları ABD izler. İsviçre, Avusturya, İsveç, Japonya ve eski Doğu Bloku ülkeleriyle ticaret de önemlidir. Başlıca ihraç mallan motorlu taşıtlar, her türlü makine, elektrikli ve elektronik aletler, kimyasal maddeler ve gıda ürünleridir. İthalatta en önemli yeri sermaye malları ve hammaddeler, ara mallar, tüketim malları, yiyecek, içecek, tütün ürünleri ile madencilik ve enerji ürünleri tutar.
Almanya’nın ödemeler dengesi fazlası yurttaşlarının dış ülkelerdeki harcamalarını, yabancı işçilerin ülkelerine havale ettikleri miktarları ve Avrupa Topluluklan’nın çeşitli organlarına yapılan ödemeleri karşılayacak düzeydedir.

ULAŞTIRMA.


Almanya’nın Avrupa’daki merkezî konumu transit yük ve yolcu taşımacılığında önemli bir işlev yüklenmesine yol açmıştır. Kara, demir ve su yollan sisteminin gelişmişliği ve karmaşıklığı açısından dünyanın en önde gelen ülkelerindendir; aynı düzeyde olmamakla birlikte havayolu ulaşımı da çok gelişmiştir. Komşu ve AT üyesi ülkelerle yürütülen ortak çalışmalar, uzun vadeli programlarla bu sistemi daha da iyileştirmeyi amaçlamaktadır.
Trafik akışı. Almanya’nın coğrafi koşulları, geleneksel ulaşım kanalları ve geçmişteki siyasal sınırlan doğu-batıdan çok, kuzey- güney ve kuzeybatı-güneydoğu doğrultusundaki yolların önem kazanmasına yol açmıştır. Doğu Avrupa’da yaşanan dönüşümlerden, özellikle de iki Almanya’nın birleşmesinden sonra doğu-batı yollarında trafiğin canlanması beklenmektedir. Birleşme öncesinde genel kalıba uymayan en önemli örneği Batı Berlin’e yük ve yolcu ulaştıran belirli kara ve demir yollan oluşturmuştur. Örneğin Berlin-Hamburg otoyolu 1982’de tamamlanmıştır. 1945’e değin Alman demiryolları sisteminin odağı durumundaki Berlin'in artık ülkenin doğu kesiminde bile böyle bir işlevi yoktur.

Ülkedeki ulaşıma elverişli ırmaklar kanallarla birbirine bağlanmış ve kusursuz kara ulaşımı sistemini tamamlayan bir ağ ortaya çıkmıştır. Doğuya doğru akan Tuna ve kolları dışında bu ırmaklar Kuzey Denizine ve Elbe bağlantısıyla Baitık Denizine ulaşır. Ama denizaşırı yük taşımacılığının büyük bir bölümü Hollanda’nın limanı Rotterdam üzerinden yapılır, çünkü Rotterdam’dan geçen Ren yolu Kuzey Denizine ulaşan öbür ırmak yollarından çok daha kısadır.
Yolcu taşımacılığı sisteminin hızı, düzgünlüğü ve gelişmişliği açısından da dünyada ilk sıralarda gelen Almanya’da en küçük kasabalarda bile otobüs işler; her yerleşme biriminin bölgesel hatlara bağlantısı vardır. Kentlerde ise belediye otobüslerine ağırlık verilmek yerine raylı sistemler korunmuş ve geliştirilmiştir. Berlin ve Hamburg’da uzun süre hem yeraltı, hem yerüstü raylı sistemler kullanılmıştır, ama büyük kentlerin çoğunda metro hatları görece yenidir ve özünde yerüstü ray sisteminin kent merkezinde yerin altına alınması olarak görülebilir. Buna karşılık 40 km uzaklıktaki bütün yerleşmeleri de kent merkezine bağlayan Münih metrosu bağımsız bir sistem ve dolayısıyla aykırı bir örnektir.
Alıntıdaki Ek 48816
Hamburg yöresinde bir otoyol


Otoyollar.
1930’larda Nazi iktidarı sırasında yapılmaya başlayan otoyollar (Autobahri) büyük sanayi ve yerleşim merkezlerini birbirine bağlamıştı. Ama savaşın sonunda hâlâ bazı önemli bölümleri tamamlanmamıştı; savaş yüzünden bozulmuş, görece dar ve yetersiz yerleri vardı. 1950’lerde başlatılan onarım, genişletme ve yeni yapım çalışmaları sonucunda 1990’da otoyolların uzunluğu 8 bin km’yi aştı. Berlin’i çevreleyen otoyol 1979’da tamamlandı. Bununla birlikte karayollarındaki trafik hacmi en az sekiz kat daha hızlı arttığından trafik kazaları çok yüksek oranlara ulaştı. Otoyollarda hız sınırlamasına yönelik girişimler ise sürücülerin sürekli engellemeleriyle karşılaştı.

Demiryolları.
Almanya’nın Nürnberg ile Fürth arasındaki 8 km’lik ilk demiryolu hattı 1835’te işletmeye açılmış, 19. yüzyılın sonuna değin özel şirketlerin elinde bulunan demiryolları daha sonra kamuya devredilmişti. 1920’ye gelindiğinde bazı önemsiz yollar dışında bütün demiryolu ağının mülkiyeti ve işletme hakkı Alman Ulusal Demiryolları’nmdı (Deutsche Reichsbahn). II. Dünya Savaşı’ndan önce 54 bin km’yi bulan demiryollarının 28 bin km kadarı savaştan sonra Batı Almanya’da kaldı. Savaştan büyük zarar görmüş bu demiryollarının işletilmesi 195l’e gelindiğinde işgal kuvvetlerinden Alman Federal Demiryolları’na (Deutsche Bundesbahn) geçmişti. 1977’ye değin bütün hatlardan kaldırılan buharlı lokomotiflerin yerini dizel ve elektrik lokomotifleri aldı.
Doğu Almanya’da kalan demiryolu ağında geniş çaplı bir yeniden yapım ve modernleşmeye gidildi. Bu arada komşu COMECON ülkeleriyle ve Rostock limanıyla bağlantılara ağırlık verilirken Batı Almanya’ya bağlanan hatlar kapatıldı ya da tek hata indirildi. İç hatlar bir ring hattında toplanarak Batı Berlin’den geçilmemesi sağlandı. 1989’un sonunda hem Berlin içinde, hem de ülke çapında yeniden tek bir sisteme geçme çalışmaları başlatıldı.

Almanya’da tren seferleri sıktır. Ülkede ekspres trenlerin (D-Züge) yanı sıra büyük kentler arasında işleyen biraz daha hızlı trenler de vardır. Öteki Avrupa ülkelerine ise Trans-Avrupa Ekspresi (TEE) denen hızlı trenler işler. Hızlı tren, demiryollarının 440 km’lik bölümünde saatte 200 km’ye kadar hız yapabilir. Hannover-Würzburg ve Mannheim-Stuttgart arasında yapılmakta olan tümüyle yeni iki hatta hız saatte 250 km’ye çıkabilecektir. Mannheim’dan Paris’e ve Paris’ten Brüksel yoluyla Köln’e ulaşacak Fransız hızlı tren sistemi TGV (Trains de Grande Vitesse) ile bağlantılı bir hat planlanmaktadır. Berlin’de de tek raylı hızlı tren çalışmaları sürdürülmektedir.

Suyolları.
Irmak ve kanallardan oluşan 6.700 km’lik iç suyolları büyük yüklerin, hammaddelerin ve yakıtların çok ucuz taşınmasına olanak verir. Bunların en önemlisi olan Ren Irmağında beş ülkeye ait gemi, mavna, şilep ve çeşitli başka teknelerin trafik yoğunluğu işlek bir otoyolunkine eşittir. Ren gibi Elbe, Havel ve Öder ırmakları da güney-kuzey doğrultusunda ulaşıma olanak sağlar ve doğu-batı doğrultulu kanallarla birbirine bağlanmıştır. Bu sistemin Hamburg ve Polonya’daki Szczecin’den (Stettin) denize çıkışları Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin sınırları dışında kaldığından sosyalist yönetim Rostock’un güneyindeki Warnow halici üzerinde bir derin deniz limanı kurmuştur. Birleşme sonrasında Hamburg’un Elbe Havzasının başlıca limanı olarak yeniden eski önemine kavuşması beklenebilir. Baltık kıyısındaki Rostock - Warnemünde limanında demiryolu hattı feribotla Danimarka’nın Gedser limanına bağlanır. Rügen Adasındaki Sassnitz limanının İsveç’te Trelleborg’da, Mukran’ın ise Litvanya’da Klaipeda’yla (eskiden Memel) bağlantısı vardır.

Berlin’i Elbe Irmağına bağlayarak 320 km boyunca batıya uzanan Mittelland Kanalı Minden’de Weser Irmağına ulaşır ve daha batıda Dortmund-Ems Kanalıyla Kuzey Denizi kıyısındaki Emden’e bağlanır. Uzunluğu 100 km’ye yaklaşan Kiel Kanalı 1895’ten beıi Baltık Deniziyle Kuzey Denizini birbirine bağlamaktadır. Kanallar ve akarsular sürekli derinleştirilmekte, ayrıca kanallar ve havuzları genişletilmektedir. Kuzey Denizini Alman suyolları ve Tuna Irmağı aracılığıyla Karadeniz’e bağlayacak 171 km’lik kanal projesinin 1992’de tamamlanması beklenmektedir.Charlemagne’ın 9. yüzyılda tasarladığı bu bağlantı bütün Avrupa açısından büyük önem taşımaktadır.
II. Dünya Savaşı başladığında dünyanın beşinci büyük ticaret filosuna sahip olan Almanya’nın başlıca deniz limanları Bremen, Bremerhaven, Hamburg, Lübeck ve Rostock’tur. Bunlar konteyner işlemlerinde ve hızlı yük transferlerinde kusursuz hizmet sağlayarak daha elverişli konumdaki Rotterdam ve Anvers limanlarıyla rekabet eder.

Havayolları.
Havacılık teknolojisine birçok katkıları bulunan Almanya iki dünya savaşı arasındaki dönemde ticari havacılığın da öncülerinden olmuştur. 1926’da kurulan ve bugünkü devlet havayolu şirketi Lufthansa’ya adını veren Deutsche Lufthansa AG Avrupa ölçeğinde düzenli yolcu seferlerine öncülük etmiş, 1936’da da Kuzey Atlantik uçuşlarını başlatmıştır. 1938’de Berlin-New York arasında aktarmasız yolcu seferleri düzenleyen Lufthansa bugün uluslararası havayolu taşımacılığının önde gelen kuruluşlarından biridir. Gerçekte havayolu ulaşımında dış hatlar iç hatlardan çok daha önemlidir. Hızlı ve görece ucuz demiryolu ulaşımı ve kentlerin birbirine yakınlığı yüzünden iç hatlarda yolcu azdır. Ama sınırın açılmasından önce Batı Berlin’e havayoluyla ulaşım sınırdaki işlemlerden kaçınmaya olanak vermiştir.
Ülkenin en büyük havaalanı olan Frankfurt Havaalanı yolcu sayısı ve yük hacmi açısından Avrupa’da ilk sıralarda yer alır. Berlin, Bonn, Köln, Münih, Düsseldorf, Hamburg ve Leipzig havaalanları da önemlidir. Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde havayolu ulaşımının merkezi Berlin’in güneydoğusundaki Berlin-Schönefelde Havaalanı, uluslararası havayolu kuruluşu ise Interflug’du.

kaynak: Ana Britannica


Safi 14 Mayıs 2016 01:55

YÖNETSEL VE TOPLUMSAL KOŞULLAR


Almanya Federal Cumhuriyeti 16 eyaletten oluşur. Devletin yapısı ve yetkileri 23 Mayıs 1949’da kabul edilen Temel Yasa’ya (Grundgesetz) dayanır. Kurucu eyalet savısı o tarihte ll’ken, 1952’de üç eyaletin birleştirilmesiyle 9’a inmiş, 1957’de Saarland’ın eyalet yapılmasıyla 10, 1990’da iki Almanya’nın birleşmesinden sonra da Berlin’le birlikte 16 olmuştur. Federal cumhuriyetin kuruluşu Batılı işgal kuvvetlerinin izniyle ve eyalet parlamentolarının federasyonu onaylamasıyla gerçekleşmiştir. 5 Mayıs 1955’te ise Almanya Federal Cumhuriyeti tam egemenliğine kavuşmuştur. Temel Yasa’nın 23. maddesi ileride Doğu kesiminin de federasyona katılmasını öngördüğünden 3 Ekim 1990’da gerçekleşen birleşme bu maddeye dayandırılmıştır. Birleşmeyle birlikte Temel Yasa’da yapılan değişiklikle Almanya artık sınırlan dışında kalan eski Alman toprakları üzerinde her türlü hak iddiasından vazgeçmiştir.

İmparatorluk döneminde Avrupa’nın en karmaşık hiyerarşilerinden birinin görüldüğü Alman toplumu iki dünya savaşma ve büyük ekonomik değişikliğe karşın bugün de temel sınıf yapısını korumaktadır. Güçlü bir sınıf bilincinden söz edilemezse de insanlarda toplumsal konum duygusu vardır. Eğitim pek çok ülkede olduğundan daha büyük önem taşır; bir profesörün saygınlığı yabancıların kolay kolay kavrayamayacağı düzeydedir; “doktor” unvanı ise iş dünyasında bile yükselmenin neredeyse vazgeçilmez koşuludur. Saygınlığını en çok yitiren kesim ordudur. Özellikle eski Doğu Alman ordusunun subayları konumlarından çok şey yitirmiş, birleşme sonrasında Batı’daki meslektaşlarının emrine girmişlerdir. Eski otoriter eğilimler çok zayıflamış, ama ortadan kalkmamıştır. Öbür gelişmiş ülkelerde olduğu gibi gerçek güç, liyakat sistemi temelinde genç teknik ve yönetsel kadrolara kaymıştır.

YÖNETİM BİÇİMİ.


Temel Yasa’nm İngiliz- Amerikan demokrasi anlayışını yansıtan ve Almanya’nın bir önceki Weimar Anayasasından gelen pek çok öğesi vardır. Parlamenter yönetimde Ingiliz sisteminin birçok özelliği benimsenmiştir, ama cumhuriyetin federal olması nedeniyle ABD ve başka federal sistemleri örnek alan siyasal yapılara da yer verilmiştir. Üniter Nazi devletine tepki olarak Temel Yasa’da eyaletlere önemli ölçüde özerklik tanınmıştır. Ama anayasa değişiklikleri, parasal gelişmeler ve bütün ülkede yaşam koşullarını eşitleme yönündeki siyasal baskılar bu özerkliğin aşınmasına yol açmıştır. Temel Yasa’yla yargının bağımsızlığı sağlanmış, Federal Anayasa Mahkemesi’ne (Bundesverfassungs- gericht) yasaları anayasaya uygunluk açısından değerlendirme ve iptal etme yetkisi tanınmıştır.
Yürütme ve yasama. Devlet başkanı özel olarak toplanan bir meclisin beş yıllık görev süresi için seçtiği cumhurbaşkanıdır. Cumhurbaşkanı devleti temsil eder; federal yasaları ve uluslararası antlaşmaları imzalar. Federal başbakan (şansölye) adayını belirler; başbakanın atadığı kabineyi görevlendirir ve onun önerisi üzerine görevden alabilir. Ama başbakanı görevden alamaz ve Federal Meclis’i (Bundestag) feshedemez. Öbür önemli yetkileri arasında federal yargıçlarla bazı başka görevlileri atama ve af çıkarma yer alır.

Hükümetin başı, cumhurbaşkanının aday göstermesi üzerine Federal Meclis’in çoğunluk oyuyla seçilen başbakandır. Uygulamada başbakan hep iktidar partisinin başkanı olur. Başbakanın geniş yetkileri vardır; hükümet politikalarının oluşturulmasında belirleyici rol oynar. Federal Meclis’in mutlak çoğunluğu tarafından görevden alınabilir, ama bunun koşulu yerini alacak kişinin çoğunluk oyuyla seçilebilecek olmasıdır. “Yapıcı güvensizlik oyu” denen bu koşul başbakanın ve hükümetin düşme olasılığını çok azaltır. Kabine ne Federal Meclis’in güvensizlik oyuyla, ne de cumhurbaşkanının hükümeti azletmesiyle görevden alınabilir. Cumhurbaşkanının seçeceği bir siyasal lider de bunalım koşullarında bile yeni bir hükümet kurmakla görevlendirilemez. Bu anayasa hükmünün temelinde Hitler’in başbakanlığa yükselmesinden çıkarılan ders yatar.
iki meclisli parlamento Federal Konsey {Bundesrat) ve Federal Meclis’ten oluşur. Parlamentonun alt kanadı niteliğindeki Federal Meclis çok daha geniş yetkilerle donatılmıştır. Bütün ulusal yasalar bu mecliste biçimlenir. Sistemin temelini oluşturan Federal Meclis’in üye sayısı 1990’da artırılarak 600’ü bulmuş, bu sayının da biraz değişebileceği kabul edilmiştir. Üyelerinin 144’ü eski Doğu Almanya topraklarından seçilir. Genel seçimler dört yılda bir yapılır; üyelerin bir bölümü de ara seçimlerle belirlenir. Mecliste her seçim bölgesinin temsilcilerinden başka, aynı anda seçilen eyalet genel temsilcileri de yer alır. Bu uygulamanın amacı istikrarı ve büyük partilerin meclisteki sürekliliğini sağlamak, dar bölgeci eğilimleri dengelemektir.

Parlamentonun üst meclisi niteliğindeki Federal Konsey’de eyaletler kendi hak ve yetkilerini korur. Her eyalet büyüklüğüne ve nüfusuna göre konseye en az üç, en çok beş temsilci gönderir. Temsilciler eyalet yönetimleri tarafından atanır ve onların talimatlarına bağlı kalır. Federal Konsey’in onayı yalnızca eyaletlerin çıkarlarını doğrudan ilgilendiren konularda ve Temel Yasa’yı etkileyen yasalarda zorunludur. Cumhurbaşkanının uzun süreli dış gezileri sırasında ya da görevden çekilmesi durumunda konsey başkanı ona vekâlet edebilir.
Federal Meclis’le eyalet meclislerinin yetkileri arasında titiz bir denge gözetilir. Dış politika, savunma, para basma, posta ve telekomünikasyon hizmetleri, gümrük, dış ticaret ve yurttaşlık konularında yetki Federal Meclis’indir. Bu konularda eyaletler ya koşut yasalar çıkarır ya da Federal Meclis’in çıkardığı çerçeve yasalara dayanarak kendi gereksinimlerine uygun yasal düzenlemeleri yapar. İlke olarak Federal Meclis birörnekliğin vazgeçilmez olduğu konulardaki yasaları çıkarır ve onaylar. Bunun dışında eyaletler Temel Yasa’da belirtilmiş kısıtlamalara uyma koşuluyla istedikleri karan alabilir. Eyaletlerin yetkileri özellikle eğitim ve suçluların cezalandırılması konu- lannda geniştir. Ama ortak danışma kurul- lan aracılığıyla bu konularda bile eyaletler arasında çok fark olmamasına çalışılmaktadır.
Eyalet yönetimlerinin yapısı, zorunlu olmamakla birlikte genellikle federal yönetimin yapısına benzer. Çoğunda hükümet başkanı kendi kabinesi ve bakanlarıyla çalışır. Hamburg, Bremen ve Berlin’de ise belediye başkanı aynı zamanda eyaletin hükümet başkanı, senato da eyalet meclisi işlevi görür. Bu üç kent-eyaletle Schlesvvig- Holstein ve Saarland dışında eyaletler illere {Regierungsbezirk), iller ilçelere (Kreis), bunlar da bucaklara (Gemeinde) bölünmüştür. Kuzeyde ilden küçük bazı yönetsel birimler Grafschaft adını taşır.

Eski Doğu Alman sistemi.

Sosyalizmin benimsendiği açıklandıktan sonra Doğu Alman liderleri bütün yurttaşlarda ülkenin birliği ve ilerlemesi konusunda ortak bir sorumluluk duygusu uyandırmaya çalıştı. Bu duyguyu aşılamanın başlıca aracı Alman Demokratik Cumhuriyeti Ulusal Cephesi adlı siyasal birlikti. Başta denetimini elde tutan Almanya Sosyalist Birlik Partisi (SED) olmak üzere örgüt izin verilen burjuva partilerin kalıntılarının ve resmî kitle örgütlerinin temsilcilerini kapsıyordu; Özgür Alman Sendikalar Birliği, Özgür Alman Gençliği, Almanya Demokratik Kadın Birliği ve Doğu Alman Kültürel Birliği temsil edilen kitle örgütlerindendi. Ulusal Cephe, SED’in yönlendirmesiyle Ulusal Halk Meclisi (Volkskammer) ve çeşitli yerel meclislere seçilecek adayların listesini hazırlar, 18 yaşını doldurmuş her yurttaş oy verirdi.
En yüksek seçilmiş organ olan Ulusal Halk Meclisi 500 üyeliydi. Sosyalizmin ilanından sonra üyeler beş yıllık süreler için seçilirdi; toplantılar resmî ve çok seyrekti. Ulusal Halk Meclisi’nin seçtiği Devlet Konseyi (Staatsrat) ise SED’in belirlediği kişinin başkanlığında toplanırdı; konsey başkanı resmen devlet başkanıydı. Bakanların ve bakanlıkların bağımsız karar yetkisi sınırlıydı; temelde SED lider kadrosunun kararlarını uygulamaya koyarlardı.
Yerel yönetim il (Bezirk), kırsal ya da kentsel ilçe {Kreis) ve bucak (Gemeinde) düzeyinde örgütlenmişti. Her düzeydeki halk meclisi dikkatle belirlenmiş adaylar arasından seçilirdi. Halk Polisi (VP) gibi kuruluşların uzantısı olan gönüllü birlikler yerel hizmetler için örgütlenmişti.

YARGI.


ABD gibi bazı başka federal devletlerden farklı olarak Almanya’da bütün bidayet, istinaf ve ilk temyiz mahkemeleri eyalet düzeyinde, son temyiz mercii ise federal düzeydedir. Federal mahkemeler eyalet mahkemelerinin ulusal yasaları aynı biçimde uygulamasını sağlar. En yükseği Federal Temyiz Mahkemesi olan genel hukuk ve ceza mahkemelerinden başka idare, iş, sosyal güvenlik ve vergi konularıyla ilgili dört mahkeme sistemi daha vardır.
Bütün mahkemeler hükümet uygulamalarını ve yasaları anayasaya uygunluk açısından gözden geçirme yetki ve yükümlülüğünü taşır, ama yalnızca Karlsruhe’deki Federal Anayasa Mahkemesi anayasaya aykırılık karan verebilir. Bu iddiayla başvuruda bulunan öbür mahkemeler, Federal Anayasa Mahkemesi’nin kararına değin davayı ertelemek zorundadır. Önemli ceza davalarında önceden belirlenmiş listelerden kurayla seçilen ve jüri üyelerine benzeyen bir yargı kurulu da görev alır. Bu kurul suç ve ceza konusundaki kararları yargıçla birlikte verir. Davanın bütün aşamalarında yargıçlar etkin ve önemli rol oynar. Bu nedenle mahkemelerde savcıların ve savunma avukatlarının ağırlığı Anglosakson sistemindekinden daha azdır.
Yargının birincil dayanağı yasalar ve tüzüklerdir, ama hukuk kurallarının yorumlanmasında teamül de önemli rol oynar. Örneğin idare hukukunda davaya bakan mahkemenin dayanabileceği sistemli bir ilkeler bütünü yoktur; bu ilkelerin çoğu yargı kararıyla yasalaşmıştır.

Eski Doğu Alman sistemi.
En alt düzeyler dışta tutulursa, Demokratik Almanya’nın yargı sistemi daha çok sosyalist devleti savunmaya yönelikti. Birleşmeden sonra sistemde yeni bir yapılanma gereği doğdu. Özel askeri mahkemeler kapatıldı. İki Almanya’nın gittikçe farklılaşmış yasa sistemlerinin ve hukuk kurallarının uyumlu duruma getirilmesi ise zor bir sorun oluşturuyordu.

SİYASAL KURUMLAR.


1970’e değin 21 olan seçmen yaşı bugün 18’dir. Oy verme zorunluluğu olmamasına karşın her düzeyde seçimlere katılma oranı çok yüksektir. Basın, radyo ve televizyon siyasal konulara geniş yer verir. Dolayısıyla kamuoyu bilgili ve siyasal tartışmalara yatkındır.
Sayılarının çokluğuyla 1933’te Weimar Cumhuriyeti’nin çöküşünde rol oynayan siyasal partiler federal cumhuriyetin kurulmasından sonra birleşme eğilimi göstermiştir. Küçük partiler ya büyüklere katılmış, ya da çok daha küçülüp siyaset sahnesinden silinmiştir. Bugün yeniden birleşmiş Almanya’ da iki büyük parti vardır ve ikisinin de mecliste çoğunluk sağlaması zordur. 1966’dan bu yana Federal Almanya’yı koalisyon hükümetleri yönetmiştir. Yüzde 5’ten düşük oranda oy alan partilerin meclislerde temsil edilmesini engelleyen kural her türlü radikal partiyi dışta tutma ve parti bölünmelerini önlemeye yarar.
Merkez sağı temsil eden Hıristiyan Demokratik Birlik (CDU) 1949-66 arasında Bonn hükümetlerini kurmuş, 1982’de de yeniden iktidara gelmiştir. Bavyera dışındaki bütün eyaletlerde, bu arada yeni oluşturulan doğu eyaletlerinde örgütlenmiştir. Bavyera’da ise CDU’nun yerine daha tutucu olan Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) seçimlere katılır. CDU politikalarında Almanya’nın Batı dünyası ve NATO içindeki yerine ağırlık verir; serbest piyasa ekonomisini savunur.
19. yüzyıl Marksist partilerinin devamı sayılan Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) II. Dünya Savaşı’ndan sonra klasik Marksist öğretiye bağlı kaldı. Komünist harekete, Batı Almanya’nın silahlanmasına ve Batfnın askeri savunma sistemine katılmasına karşı çıktı. 1959'da ise büyük sanayilerin kamulaştırılması talebinden ve sınıf mücadelesi çağrısından vazgeçti.

1969'da iktidar olmayı başaran SPD bugün yeniden birleşme programının eksiksiz uygulanmasını, Doğu Avrupa’daki yeni demokratik yönetimlerle işbirliğini, toplumda ve sanayide reformu ve AT aracılığıyla Avrupa birliğinin kurulmasını savunmakta, NATO’yu desteklemektedir. Serbest piyasa sistemine de artık karşı değildir.
Koalisyon ortağı olabilecek kadar oy toplayan Hür Demokratik Parti (FDP) liberal partilerin devamı niteliğindedir. Çoğunlukla genç çevre korumacı ve barış yanlılarından oluşan Yeşiller savaş sonrasında kurulmuş, tümüyle yeni tek başarılı partidir. Yeşiller 1983’te yüzde 5 barajını aşarak Federal Meclis’e girmeyi başarmış, 1987’de bu meclise 40’tan fazla genç temsilcisini sokmuştur.
1956’da Federal Anayasa Mahkemesi’nin kapattığı Almanya Komünist Partisi’nin (KPD) yerine kurulan Alman Komünist Partisi (DKP) önemsizdir. Aşırı sağı temsil eden birkaç küçük parti vardır. Bunlardan Cumhuriyetçiler 1989’da bazı yerel seçimlerde yüzde beş barajını aşmış, ama Federal Meclis’e girememişlerdir.
Demokratik Almanya’nın Sosyalist Birlik Partisi (SED) 1946’da Almanya Sosyal Demokrat Partisi’yle (SPD) Almanya Komünist Partisi’nin (KPD) birleşmeye zorlanması sonucunda ortaya çıkmıştı. Ülkede gerçek iktidar SED Merkez Komitesi Sekreterliği ile Politbüro’nun elindeydi; Merkez Komitesi birinci sekreteri ve SED lideri her iki organın da başkanıydı. 1971-89 arasında Erich Honecker bu konumdaydı. SED her düzeyde yönetime, ekonomiye, üniversitelere, sendikalara ve öbür kurumlara nüfuz edecek biçimde örgütlenmişti.
SED’i yerinden eden 1989 olayları Nazi döneminden beri Almanya’nın doğusunda ilk serbest seçimlerin yolunu açtı. Çok sayıda parti kuruldu. Mart l990’da yapılan seçimler Hıristiyan Demokratik Birlik’in önderliğinde çokpartili bir koalisyon hükümetiyle sonuçlandı. Adı Demokratik Sosyalizm Partisi olarak değiştirilen SED ise koalisyona giremedi. Birleşme sonrasındaki yerel yönetim ve eyalet seçimlerinde Başbakan Helmut Kohl’un Hıristiyan Demokratik Birlik’i kesin üstünlük sağladı.

SİLAHLI KUVVETLER.


Almanya Federal Cumhuriyeti Mayıs 1955’ten beri NATO üyesidir. Bütün Bonn hükümetleri NATO’ ya bağlı kalmayı ve destek vermeyi sürdürmüş, Federal Almanya’nın NATO üyeliğinin sürmesi 1990’da birleşme anlaşmasının temel ilkelerinden biri olmuştur.
Topraklarındaki NATO birliklerine de katkıda bulunan Almanya’nın federal ordusu (Bundeswehr) Avrupa’daki en büyük NATO kuvvetini oluşturur. Kara, deniz ve hava kuvvetlerini içeren ordu Federal Meclis aracılığıyla sivil yönetimin denetiminde tutulur. Erkekler için zorunlu askerlik hizmeti 18 aydır; askeri yükümlülük dönemi 18-35 yaş arasıdır. Temel Yasa’nın 4. maddesine dayanarak inançları nedeniyle askere alınmayı reddedenler askerlik yerine 20 ay toplum hizmetlerinde çalışırlar.

Eski Doğu Alman sistemi.
Tıpkı batı kesimindeki gibi askerlik hizmetinin erkekler için zorunlu olduğu Doğu Almanya’da ordu Sovyet silahlarıyla donatılmış ve Sovyet örneğinde eğitilmişti. 1990’da ülkedeki Sovyet askerlerin sayısı hâlâ 380 bin düzeyindeydi. 1989 sonlarının olayları askeri örgütlenme ve morali çok sarstı. Berlin Duvarı’nı ve Batı Alman sınırını koruyan özel birlikler işlevini yitirirken fabrika milisleri de silahsızlandırılarak dağıtıldı.
Temmuz 1990’da Federal Almanya ile SSCB arasında Sovyet birliklerinin çekilmesine ilişkin bir antlaşma imzalandı. Antlaşmaya göre birlikler 3-4 yıl içinde çekilecek ve Almanya geçiş dönemi için mali yardımda bulunacaktı. Buna karşılık bölgeye yabancı NATO birlikleri yerleştirilmeyecek, yalnızca ara dönemde Berlin’de bulunan Batılı Müttefik kuvvetleri bunun dışında tutulacaktı.
Birleşik Almanya’nın potansiyel askeri gücü konusundaki kaygılara hükümet, dört yıl içinde toplam silahlı kuvvetlerin 370 bin kişiyle sınırlanacağını bildirerek karşılık verdi.

GÜVENLİK KUVVETLERİ.


Almanya’da polis ülke çapında değil, eyaletler düzeyinde örgütlenmiştir. Acil durumlarda federal hükümet çeşitli eyaletlerin polis birliklerinden yararlanabilir. Devletin güvenliğini ilgilendiren eylemler ya da eyalet sınırlarını aşan suçlar ise federal düzeyde ele alınır. Demokratik Almanya’nın muhalefeti bastırmakla görevli Devlet Güvenlik Polisi (Stasi) Honecker yönetiminin çökmesiyle birlikte ortadan kalktı. Birleşme öncesinde serbest seçimle yönetime gelen hükümet döneminde Alman Halk Polisi düzenli polis kuvveti olarak yasalara uygun etkinliğini sürdürdü.

kaynak: Ana Britannica


Safi 14 Mayıs 2016 02:11

4 ek

EĞİTİM.


Bütün Almanlar için 6-18 yaşlan arasında eğitim zorunlu ve parasızdır. Gençlerin çoğu 15-16 yaşlarından başlayarak okul programının yanı sıra mesleki eğitim programı izler. Eğitim eyalet yönetimlerinin denetiminde olmakla birlikte, ders programlarında belli bir uyum ve standart bir düzey tutturulmasına çalışan sürekli bir komisyon vardır.
Okulöncesi eğitim (Kindergarten) üç yaşında başlayabilir. Altı yaşında bütün çocuklar dört yıllık ilkokula (Grundschule) başlar. Yaklaşık yarısı 15-16 yaşma değin eğitimini Hauptschule denen ortaöğretim kumullarında sürdürür; bu yaşta bir meslek okuluna (Berufsschule) ayrılarak okuldaki derslerinin yanı sıra mesleki eğitim de görmeye başlar. Çocukların yaklaşık üçte biri ilkokuldan sonra uygulamaya dönük eğitim veren ortaöğretim kurumlarına (Realschule) gider ve aldıkları sertifikayla Fachschule’yt (teknik ya da özel alanlarda eğitim veren yüksekokul) devam eder; iş dünyasında ve devlet hizmetinde orta kademelere yükselebilmek için bu tür bir eğitim zorunludur. İlkokuldan sonra çocukların dörtte biri Gymnasium denen dokuz yıllık ortaöğretim kurumlarına gider ve olgunluk sınavını geçtikten sonra üniversiteye girmeye hak kazanır.

Üç düzeye ayrılmış bu eğitim sistemi katılığı ve çocuğun geleceğinin çok küçük yaşta belirlenmesinin sakıncaları yüzünden sık sık eleştirilmiştir. Bugün ülkede bulunan az sayıdaki Gesamtschule, genel eğitim veren ve üçlü sistem dışında bir seçenek olarak düşünülen ortaöğretim kurumlandır. Almanya’nın dünyaca ünlü saygın üniversiteleri, hızla artan öğrenci sayısı ve değişen toplumsal koşulların etkisiyle çok ciddi sorunlarla karşılaşmıştır. Üniversitelerin kapasitelerini çok aşan bir yük taşımak zorunda kalması öğrencilerin istedikleri gibi bir üniversiteden öbürüne geçerek öğrenim sürelerini istedikleri kadar uzatma özgürlüğünün de sınırlanmasına yol açmıştır. Hükümet yeni üniversiteler kurarak, eski kurumlann düzeyini yükselterek ve teknik yüksekokullar açarak artan talebi karşılamaya çalışmaktadır. En eski üniversite 1386’da kurulan Heidelberg’dir. 1960’tan sonra açılan 20’den fazla üniversiteyle ülkedeki üniversite ve yükseköğretim kurumlarmm sayısı 90’ı aşmıştır. Doğu Almanya’da eskiden araştırma enstitüleri genellikle üniversitelerden ayrı tutulurken, birleşmeden sonra araştırma ve öğretimi birlikte yürüten Batı Alman sistemi bütün ülkeye yayılmıştır.
Ülkede yetişkinlere öğrenimlerini sürdürme olanağı sağlayan 1.500’den çok halk üniversitesi (Volkshochschule) vardır. Bu kurumlara yaklaşık 2 milyon yetişkin kayıtlıdır.

Eski Doğu Alman sistemi.

Bütün kadınların çalışması beklendiğinden Demokratik Almanya’da yaygın bir kreş, anaokulu ve 6-10 yaş grubu için okul saatleri sonrası kurumlar sistemi vardı. İlke olarak herkese eşit olanaklar sağlayan tek bir eğitim sistemi geçerliydi. Sistemin çekirdeğini 6-16 yaşlarındaki bütün çocuklara genel eğitim veren 10 yıllık politeknik okulları (Oberschule) oluşturuyordu. Üniversiteye gidecek öğrenciler 10’uncu sınıfta ayrılır, iki yıl sonra diploma alarak yükseköğrenime başlardı. Üniversite mezunlarının sayısı ülkenin gereksinimlerine göre belirlendiğinden bu aşamada rekabet yoğundu. Çoğunluk politeknikten sonra iki yıllık mesleki eğitimle öğrenimini sürdürür, bir yıllık çalışma deneyiminden sonra bunların bir bölümü teknik eleman ve mühendis yetiştiren yüksekokullara (Fachschule) geçerdi.

SAĞLIK VE SOSYAL GÜVENLİK.


Almanya’daki sağlık ve sosyal yardım hizmetleri dünyanın en gelişmiş ve kapsamlı sistemlerinden biridir. Sağlık, kaza, emeklilik sigortaları gibi çeşitli sosyal güvenlik programlan ilk kez 1880’lerde yasal düzenleme konusu olmuş ve Alman sistemi başka ülkeler tarafından örnek alınmıştır.
Sağlık ve emeklilik sigortası belli bir gelir düzeyinin altındaki bütün işçi ve memurlar için zorunludur, tş yasası işçi ile memur arasında kesin bir ayrım yapar. Yüksek maaşh memurların ve kendi hesabına çalışanların neredeyse hepsi, hükümet programları kadar geniş kapsamlı özel sigortadan yararlanır. Federal Almanya sağlık hizmetlerine en yüksek oranda kaynak ayıran ülkelerden biridir; bütün sağlık harcamalarının yüzde 90’ını sigorta karşılar. Ücret ve maaşlardan yapılan kesinti yüzde 8-13 arasındadır. Sağlık hizmetlerinin düzeyi yüksektir. Kırsal alanlara yaygın hizmet götürülür. Halk sağlığı çalışmalarına verilen ağırlık eskiden yaygın olan vereme artık çok seyrek rastlanmasına yol açmıştır.
Kaza ve emeklilik sigortalan sağlık ve tıbbi bakım programlarına bağlanmıştır. Başlıca üç emeklilik programı yürürlüktedir. Bunlardan biri işçileri, biri memurları ve biri de maden işçilerini kapsar; içlerinde en eskisi, Bismarck döneminde çıkarılan yasalara dayanan maden işçileri sigortasıdır. Emeklilik yaşı erkekler için 65, kadınlar için 60’tır, ama özel durumlarda daha erken ya da daha geç emekli olunabilir. Öbür sosyal yardımlar arasında savaş dul ve yetimleriyle çiftçilere yönelik programlar, işsizlik sigortası, çocuklu ailelere, ayrıca savaşta sakatlanmış asker ve sivillere yapılan ödemeler yer alır.

Eski Doğu Alman sistemi.
Devletin yaygın bir sağlık hizmetleri sistemi geliştirdiği Demokratik Almanya’da bütün yurttaşlara ücretsiz bakım, ilaç ve tıbbi yardım sağlanmıştı. Yaşlılar için emeklilik sigortası da vardı. 1989’un sonlarında hekim ve hemşirelerin Batı’ya göç etmesi sağlık hizmetlerinin çökmesine yol açtı. Eskiden sendikaların yönetimindeki sosyal güvenlik sistemi birleşmeden sonra Federal Almanya’nın iş, sağlık ve emeklilik gibi ilgili programlarına bağlandı.
Savaş tazminatları. II. Dünya Savaşı’ndan sonra 12 Avrupa ülkesiyle imzaladığı anlaşmalar uyarınca Federal Almanya bu ülkelerde Nazi baskısından zarar görenlere ve onların ailelerine tazminat ödedi. Nazi döneminde el konan mülkler üzerindeki hak iddialarını tanıdı; Nazi döneminde göç etmiş
ya da sürülmüş bulunan ve çoğu Almanya’ya dönmeyen Yahudilere gelir bağladı ve tazminat ödemeleri yaptı. İsrail Devleti’ne çok büyük tazminatlar ödedi. 1990’da ilk kez Demokratik Almanya da benzer ödemeler yapmaya yöneldi.

KONUT.


Ülkedeki konut arzı tam olarak talebi karşılamamaktadır. Orta boy ve fiyattaki konut sayısı yetersiz, yüksek fiyatlı lüks konutlar ise çoktur. Konut yapımını büyük ölçüde özel sektör üstlenmiştir. Hükümet de konut kredisi sağlar. Devlet sübvansiyonuyla yapılan sosyal konutlar düşük fiyatla çok çocuklu ailelere, yaşlı, özürlü ve dar gelirlilere kiralanır.
Doğu Almanya’da sosyalist yönetim sanayi yatırımlarına öncelik verdiğinden büyük çaplı konut blokları yapımına ancak 1970’lerde girişmişti. Kira, elektrik ve ısınma ödemeleri son derece düşük tutulmuştu. 1989’da işçi ve memur maaşlarıyla birlikte kiraların da gerçek piyasa değerine yükseltilmesi öngörülüyordu.

YAŞAM DÜZEYİ.


Servet dağılımının öbür sanayileşmiş ülkelerden daha eşitlikli olduğu Federal Almanya yaşam düzeyi açısından dünyada ilk sıralarda gelir. Devlet etkili politikalarla tasarrufu özendirir. İşçi ve memur maaşları yeterli düzeydedir. Fabrika işçileriyle büro çalışanlarının gelirleri arasında aşın fark yoktur. Üst düzey yönetici gelirleri ise çok daha yüksek olmakla birlikte bu fark ABD ve İngiltere’deki kadar büyük değildir. Vergi gelirlerinin önemli bir bölümünü dolaylı vergiler ve katma değer vergisi oluşturduğundan vergi yükünün büyük bölümünü düşük ve orta gelir grubu taşır.
Demokratik Almanya’da yaşam düzen, disiplin, otoriteye saygı ve çalışma gibi geleneksel Alman değerlerini yansıtıyor, ama Sovyet etkisinin de izlerini taşıyordu. Üretim yaşamın merkezinde yer alıyor, bütün öbür etkinlikler onun çevresinde biçimleniyordu. Bu yaklaşım kadınların konumunda somut biçimde dile gelmişti. Kadınlar hemen her işe girebilmekle birlikte daha çok büro işlerinde, perakende satışta, eğitim ve tıpta toplanmıştı, ama bu alanlarda bile en üst konumlardakiler genellikle erkekti. Çocuklara ve gençlere ortak sorumluluk bilinci aşılanıyor, devlet gençlik ve spor kulüplerine büyük destek sağlıyordu. Genel olarak yurttaşlar iş güvencesine ve devletin temel gereksinimlerini karşılamasına alışmıştı. Birleşmeden sonra toplumun ortak sorumluluk gibi olumlu özelliklerinin Batı kapitalizminin etkisiyle yok olmasından korkanlar vardı.

KÜLTÜREL YAŞAM


Almanya ikiye bölündüğünde ülkenin daha eski tarihsel bölgeleri üzerinde kurulan Federal Almanya zengin kültürel mirastan daha büyük bir pay almıştı. Roma, ortaçağ romanesk ve Alman barok mimarlığının anıtsal ürünleri gibi birçok büyük kütüphane, arşiv, tiyatro ve gösteri salonu da sınırlan içinde kalmıştı. Buna karşılık Luther’in Wartburg’u, Goethe’nin Weimar’ı, Bach’ın Leipzig’i Doğu Almanya’daydı; sanat hâzinelerinin büyük bölümü de Doğu Berlin’deki Pergamon Müzesi ve Dresden’ deki Zwinger ve Semper Galerisi gibi müzelerdeydi. Bölünmeden sonra Doğu’daki kültür varlıklannın pek çoğu Batı’ya aktarıldı. Sanatçılar, yazarlar Batı’ya yerleşti; yayınevleri gibi kurumlar Batı’da yeniden örgütlendi.
Demokratik Almanya’da kültürel yaşam zengin Alman geleneğinin özelliklerini taşıyordu, ama sosyalist ideoloji doğrultusunda biçimlenmişti. Sanatın gerçekçi olması ve halka seslenmesi gerekiyordu.
Alıntıdaki Ek 48817
Köln Katedrali

Kırk yıllık siyasal ayrılığa karşın Alman kültürü ye sanatı bir bütün oluşturur. Avusturya, İsviçre ve Liechtenstein da aynı geleneği paylaşır. Sanat ve edebiyatta “Alman” nitelemesi siyasal sınırlan aşar. Avusturyalı besteci Gustav Mahler ve İsviçreli oyun yazarı Friedrich Dürrenmat Alman kültür geleneği içinde yer alır.
Alman sanatı dört yüzyıldır devlet ve çeşitli düzeyde yönetimler tarafından desteklenmekte, korunmaktadır. Bugün Almanya’da federal hükümetin sübvansiyon sağladığı yüzlerce tiyatro vardır. İzleyici kitlesi aydınlarla ya da seçkinlerle sınırlı değildir. Almanya’da tiyatroya ya da operaya gitmek başka ülkelerde sinemaya gitmek gibidir. Bütün büyük kentlerde en az bir senfoni orkestrası bulunur; her hafta pek çok konser ve resital verilir. Küçük kent ve kasabalarda bunların sayısı daha azdır.

GELENEKSEL SANAT VE ZANAATLAR.


Yeni yaşam biçimleri Almanya’nın bölgesel ve kırsal sanat geleneğini, eğlence biçimlerini ve göreneklerini olduğu gibi sürdürmesine izin vermemiştir. Ama ülkenin güneyinde yavaş yavaş çağdaş yaşam biçimine geçilirken gelenekler yok olmamış, eski ve yeni aykırı bir uyum içinde yan yana gelmiştir. Gençler hem köy meydanında, hem de disko müziği eşliğinde dans eder. Yukarı Bavyera’da tahta oymacılığı, keman ve silah yapımcılığı bütün ekonomik güçlüklere karşın sürmektedir, çünkü ustalar uğraşlarının önemine inanmaktadırlar. Halk şenlikleri yaygındır. Güneyde yüzlerce kasaba ve köy Otuz Yıl Savaşları’nm anısına 17. yüzyıl giysileriyle geçitler düzenler.

EDEBİYAT VE TİYATRO.


Alman edebiyatı dünya edebiyatı içinde hak ettiği yere kavuşamamıştır. Bunun bir nedeni şiirindeki lirizmin ve düzyazı sanatındaki inceliklerin en başarılı çevirilere bile tam yansıtılamamasıdır. Goethe ve Schiller gibi edebiyat devleri bile Alman bölgeleri dışında çoğunlukla yalnızca haklarında söylenenlerden bilinir. 20. yüzyılın ilk yarısında Almanca yazıp dünya edebiyatında kalıcı yer edinen dört yazar ve şairden söz edilebilir: Franz Kafka, Thomas Mann, Rainer Maria Rilke ve Bertolt Brecht. Romanları başka dillere çevrilerek çeşitli ülkelerde yayımlanan Heinrich Böll ve Günter Grass’tan başka Siegfried Lenz, Peter Weiss, Uwe Johnson, Hans Magnus Enzensberger, Walter Kempowski, Peter Handke ve Gabriele Wohmann da yaygın üne kavuşmuştur. Batı’ya geçmek yerine Doğu Almanya’da kalan önemli yazarlar içinde Anna Seghers ve Christa Wolff sayılabilir.
Alman tiyatrosu uzun süredir bir ikilemle karşı karşıyadır. Bir seçenek 18. ve 19. yüzyılın klasik Alman repertuvarına dayanarak buna sınırlı sayıda 20. yüzyıl Alman oyunuyla çağdaş İngiliz, Amerikan ve Fransız oyunlarının çevirilerini eklemektir. Öbür seçenek ise cüretli ve yenilikçi oyunları sahnelemektir. Küçük deneysel tiyatrolar büyük kentlerde canlı bir varlık gösterir; genellikle uzun süreli olamayan bu tiyatrolar Almanya’nın eski ve hâlâ canlı siyasal kabare geleneğiyle de benzerlikler taşır. Bütün tiyatroların devlete ait olduğu Demokratik Almanya’da Eylül 1945’te Berlin’ de yeniden açılan Alman Tiyatrosu (Deutsehes Theater), Nazi iktidarının çökmesinden sonra perdelerini açan ilk Alman tiyatrosudur. 1945’ten sonra yeniden yapılan ilk tiyatro da Weimar’daki eski Alman Ulusal Tiyatrosu’dur. Berlin’in tiyatronun gelişimine önderlik etmesinde çalışmalarını bu kentte sürdüren Bertolt Brecht’in (1884 -1977) ve oyunlarını Theater am Schiffbauerdam’da sahneleyen Berliner Ensemble’m büyük rolü vardır.

MÜZİK VE DANS.


Almanya’da konser salonları da tıpkı tiyatrolar gibi 18., 19. ve erken 20. yüzyıl bestecilerini yeğleyen halkın beğenisini gözetmekle çağdaş yapıtlara daha çok yer vermek arasında bir seçim yapmak zorundadır. Hanz Werner Henze, Gottfried von Einem ve Karlheinz Stockhausen en çok tanınan çağdaş Alman bestecilerdir. Berlin Filarmoni, Münih Filarmoni, Bamberg Senfoni ve Stuttgart Oda orkestraları dünyanın önde gelen orkestralarındandır. Alman operasından sayısız büyük ses yetişmiş, devletin desteklediği sistem pek çok genç İngiliz ve Kuzey Amerikalının da Almanya’da şan eğitimi görmesine olanak vermiştir. Hamburg, Berlin, Köln, Frankfurt ve Münih operaları dünyanın en büyük opera binalarındandır.
Müzikte dünya çapında üne kavuşan Demokratik Almanya’da Kurt Masur’un yönettiği Leipzig Gewandhaus Orkestrası, Leipzig St. Thomas Kilisesi Korosu gibi çok başarılı topluluklar ve tenor Peter Schreier gibi üstün yetenekli sanatçılar vardı. Devlet Berlin Operası gibi binaları onarmış, adı Schiller’le birlikte anılan Berlin Schauspielhaus’u konser salonuna dönüştürmüş, yeni opera ve konser salonları yapmıştı. Stuttgart Balesi Güney Afrika doğumlu John Cranko’nun yönetiminde dünyaca ünlenmiş bir topluluktur. 1973’te Cranko’nun ölümünden sonra topluluk Marcia Haydee’ nin yönetiminde başarısını sürdürmüştür. Wuppertal’de koreograf Pina Bausch’un Tanztheater (dans tiyatrosu) gibi öncü dans çalışmaları yapılmıştır.

GÖRSEL SANATLAR VE MİMARLIK.


20. yüzyılın başlarında Alman sanatını etkileyen dışavurumcu akım ile savaşı izleyen onyıllar arasında bir boşluk oluşmuş, zamanla bu boşluğu yeni dönem gerçeküstücüler doldurmuştur. Bu sanatçılar arasında Edgar Ende, Mac Zimmermarın ve Richard Oelze sayılabilir. Grafik sanatlarda Horst Janssen, Anselm Kiefer ve Hans Bellmer öne çıkmıştır. Dışavurumcu geleneği sürdüren Neue Wilde (Yeni Vahşiler) gibi gruplar oluşmuş, 
Alıntıdaki Ek 48818
Opera binası, Dresden

Elvira Bach ve Jorg Immendorf gibi ünü ülke dışına taşan sanatçılar yetişmiştir. Immendorf ayrıca heykelci olarak ünlenmiş, Kari Hartung, Rolf Szymanski, Erich Hauser, Otto Herbert Hajek, Ulrich Rückriem, Norbert Kricke ve Joseph Beuys da önemli heykelciler arasında yer almıştır. Sanatta öğreticiliğe ve propagandaya ağırlık verilen Demokratik Almanya’da bazı dev boyutlu heykeller yapılmıştır, ama daha insani ölçekli olanlar da çoktur.
Çağdaş Alman mimarlığı, hatta çağdaş dünya mimarlığı büyük ölçüde Bauhaus okulundan kaynaklanmış bir olgudur. 1920’lerde Weimar ve Dessau’da gelişen bu okulun büyük mimarları arasında Walter Gropius ve Ludvvig Mies van de Rohe yer alır. Bu okulun ilkeleri uzun yıllar sayısız kente, sayısız yapıya yansımış, ama 1970’lerde ve 1980’lerde yerini post-modernizmin göreli özgürlüğüne bırakmıştır. Uluslararası üslubun ödünsüz dik açılarından kurtulmayı amaçlayan bu yeni okulun önde gelen adları Josef Paul Kleihues ve Oswald Mathias Ungers ile AvusturyalI Robert ve Leon Krier kardeşlerdir.
Savaştan hemen sonraki yıllarda Demokratik Almanya’da mimarlık da öbür sanatlar gibi Sovyetler’i örnek alan sosyalist ideolojinin etkisinde kalmıştır. Daha sonra kentsel yapılanmada çağdaş Batı mimarlığına yaklaşan ilkeler benimsenmiş, ama oldukça monoton bir görünüm yaratılmıştır. İdeolojik etkenlere bağlanabilecek Berlin Sarayı’nın yıkılması gibi aykırı örnekler dışında Demokratik Almanya eski yapılan korumada hayranlık uyandırıcı bir özen göstermiştir.

SİNEMA.


I. Dünya Savaşı’nın ardından pek çok yeni sanat biçimine, özellikle de sinemaya yön veren Almanya’nın ikiye bölündükten sonra sinemada kendi yolunu çizmesi zaman almıştır. 1920’lerde ve 1930’larda sinema sanatını belirleyen Fritz Lang, Ernst Lubitsch, F. W. Mumau ve G. W. Pabst gibi bir kuşak hemen ortaya çıkmamış, Doğu ya da Batı kesiminde Alman sinemasının Nazi döneminin niteliksizleştirici etkisinden çok çabuk kurtaramamıştır. 1960’larda ise Batı Almanya genç bir yapımcı ve yönetici kuşağın çalışmalarıyla yeniden bu sanatta önemli bir yer edinmeye başlamıştır. Alexander Kluge, Volcker Schlöndorf, Werner Herzog, Wim Wenders, Hans-Jürgen Syberberg ve Wolfgang Peterson hem yabancı eleştirmenlerin övgüsünü toplamış, hem de ticari başarı kazanmış sinemacılardır. Reiner Werner Fassbinder’in 1982’deki zamansız ölümüyle sinema büyük bir dehadan yoksun kalmıştır. Çağdaş Alman sinemasında Margarethe von Trotta, Mariarıne Rosenbaum ve Helma Sanders-Brahms gibi kadın yönetmenler de özellikle başarılı olmuştur.

FESTİVALLER.


Sanatı geliştirme ve anısını koruma açısından Almanya’yla yarışabilecek bir başka ülke düşünmek zordur. Yalnızca büyük kentlerde değil, pek çok küçük kasabada ve köylerde de müziğin her türünü, sinema ve görsel sanatları kapsayan festivaller düzenlenir. Bunların en ünlüsü, hâlâ Richard Wagner’in ailesinin yönetiminde sürdürülen Bayreuth Festivali’dir. En eskisi ise 1634’ten beri her 10 yılda bir Oberammergau’nun vebadan kurtuluşu anısına Güney Bavyera’da düzenlenen pasyon oyunudur.
Yalnızca Berlin her yıl beş büyük festivale sahne olur. Münih’teki opera festivalinde Richard Strauss’un yapıtlarına ağırlık verilir. Würzburg ve Augsburg festivalleri Mozart’a, Ansbach’mki Bach’a, Borın’unki Beethoven’a ayrılmıştır. Wiesbaden’de Uluslararası Mayıs Festivali, Donaueschingen’de Çağdaş Müzik Festivali düzenlenir. Alman müziğinin en büyük olayı ise Avusturya’da düzenlenen Salzburg Festivali’dir.

YAYIMCILIK.


Almanya yayımcılık ürünleri açısından dünyanın önde gelen iki üç ülkesinden biridir, tik sırada ABD yer alır; eskiden onu izleyen SSCB ise 1991’de dağılmıştır. Almanya’da geleneksel olarak küçük ve orta boy yayınevleri yaygındır, ama Bertelsmarın grubu Avrupa’nın en büyük yayımcılık kuruluşudur. Doğu Almanya’da Leipzig yayımcılığın merkezi olmuş, Batı’da ise bu etkinlik Berlin, Hamburg, Köln, Frankfurt, Stuttgart ve Münih’e oldukça eşit biçimde dağılmıştır. Gotha harita ve atlaslarıyla ünlüdür.

BASIN.


Gazete ve dergi okuma alışkanlığının yerleşmiş olduğu Almanya’da basın özgürlüğü yasaların güvencesi altındadır. Yüzlerce gazete ve yüzlerce dergi kıskançlık uyandıracak kadar sağlıklı mali koşullarda yayımlanmaktadır. Hemen her kentte en az bir günlük gazete çıkar. Basında hükümet denetimi yoktur. Hiçbir gazete de bir siyasal partiye ait değildir. 1968’de çıkarılan bir yasayla herhangi bir şirketin ya da grubun ulaşabileceği gazete ve dergi tirajı sınırlanmıştır. Ama basında tekeli önlemeye yönelik bu girişime karşın ülkede satılan gazete toplamının beşte biri Axel Springer AG grubunun denetimindedir. 1956’da kurulan Alman Basın Konseyi temel ilkeleri belirler ve basma yöneltilen suçlamaları değerlendirir. Ulusal düzeyde en önemli günlük gazeteler Die Welt, Frankfurter Allgemeine Zeitung ile Stuttgarter Zeitung ve Süddeutsche Zeitung, ayrıca Frankfurter Rundschau dm. Tabloid boyutlu Bild-Zeitung da bütün ülkede dağıtılır. Die Zeit haftalık gazetelerin en saygını ve etkilisidir. Haftalık haber dergisi Der Spiegel kuruluşundan bu yana kamuoyunu biçimlendiren başlı başına bir güçtür. Stern, Quick ve Bunte parlak renkli, popüler dergilerdir.
1989 olaylarından sonra Doğu Almanya’da bağımsız gazeteler ortaya çıkmış, iktidar partisinin gazetesi Neues Deutschland'm bile içeriği değişmeye başlamıştır.

RADYO VE TELEVİZYON.


Günümüzde radyo ve televizyon yayımcılığı devlet denetiminde değildir, ama 1980’lerin ortalarına değin Almanya’da yalnızca kamu kuruluşlarının yayın yapmasına izin verilmiştir. Kamu yayınlarını ticari kanalların tamamladığı bugünkü ikili sistem Federal Anayasa Mahkemesi’nin 1986 tarihli kararına dayanır.
Alıntıdaki Ek 48819
Kari Marx Anıtı

Kamu kuruluşlarının kendi yayın politikalarını belirlemede çok geniş bir özgürlüğü vardır ve çoğu kez hükümete karşı eleştirel bir tutum alırlar. Hükümetler ise bu kuruluşların yayın politikalarına müdahale girişimlerinde sürekli başarısız kalmıştır. Bölünmüşlük yıllarında Batı Alman ve Batı Berlin televizyonlarının izlenebildiği Doğu Almanya, radyo televizyon yayımcılığının devlet denetiminde tutulduğu Sovyet örneğini benimsemiş öbür ülkelerden farklı olmuştur. 
Radyo ve televizyonda kamu yayımcılığı bölgesel ağlar aracılığıyla yapılır. Dokuz kuruluş bölgesel düzeyde 2-4 radyo programı sunar ve akşam saatlerinde tek bir televizyon programı oluşturur; bu ortak program 1. Kanal ya da ARD yayınlandır. ZDF olarak da bilinen 2. Kanal yayınlarının merkezi Mainz’dır. Ayrıca ARD’nin bölgesel ve yerel olaylarla eğitime ağırlık verdiği üçüncü bir program vardır. Radyo ve televizyonda haber yayımcılığı çok nitelikli ve kapsamlıdır.

KÜLTÜREL KURUMLAR.


Federal Almanya kültürel, eğitsel ve bilimsel birikime kamu fonlanyla destek sağlayan kurumlara büyük önem vermiştir. Dünya kamuoyuna Alman kültürünü, yaşam biçimini ve dilini tanıtmaya, Alman halkını da başka kültürler konusunda bilgilendirmeye yönelik geniş bir kurumsal ağ vardır. Gelişmekte olan ülkelerle eğitim ve kültür bağlarının kurulmasına özellikle ağırlık verilir. Sanayileşmemiş ülkelere teknoloji ve sermaye yardımında bulunan Almanya, bu ülkelerin öğrenci gönderdiği başlıca eğitim merkezlerinden biri haline gelmiştir. Kültür kurumlan arasında Münih’teki Goethe Enstitüsü ayrı bir yer tutar. 1951’de kurulan enstitünün bütün dünyaya yayılmış 150 kadar şubesi, Almanca dil okullan ve kütüphaneleri vardır; enstitü ayrıca sergi, film, müzik ve tiyatro etkinlikleri düzenler.
Alıntıdaki Ek 48820
Baden-Württemberg Eyaleti’nde karnaval

Almanya’da küçüklü büyüklü binlerce müze vardır. Bazısında eşsiz koleksiyonlar ya da bilimsel sergiler yer alır; bazısında ise çok özel, küçük nesneler sergilenir. Stuttgart’taki iskambil kâğıdı müzesi ikinci gruba örnektir. Büyük müze ve galerilerin en önemlileri Münih’teki Eski Pinakotek, Yeni Pinakotek ve Alman Müzesi, Berlin’deki Pergamon Müzesi ve Prusya Kültür Varlıkları Vakfı’na bağlı müzeler, Nürnberg’deki Germen Ulusal Müzesi, Mainz’daki RomaGermen Merkez Müzesi, Frankfurt am Main’daki Senckenberg Doğa Bilimleri Müzesi ve Stuttgart’taki Devlet Galerisi’dir.
Ülkenin en büyük kütüphanesi Münih’teki Bavyera Devlet Kütüphanesi’dir. Berlin’de Prusya Kültür Varlıkları Vakfı’nm kütüphanesi (eskiden Prusya Devlet Kütüphanesi) yer alır. Frankfurt’taki Alman Kütüphanesi ülkeninin bibliyografya merkezidir. Harınover’deki Teknik Kütüphane yabancı dillerdeki bilim ve mühendislik yapıtlarının çevirilerini de içeren ülkenin en önemli bilim ve teknoloji kütüphanesidir. Heidelberg, Köln, Göttingen, Tübingen ve Münih’in
büyük üniversite kütüphanelerinden başka eski yazma, belge ve ilk baskıların toplandığı pek çok koleksiyon vardır. Büyük araştırma kütüphanelerini ödünç kitap veren eyalet, belediye ve kilise kütüphaneleri tamamlar. Birleşmeden önce Doğu Almanya’da yaygın hizmet veren kütüphanelerin başında Berlin’deki Alman Devlet Kütüphanesi ile Leipzig’deki Alman Kütüphanesi gelir.

kaynak: Ana Britannica


Safi 14 Mayıs 2016 02:31

2 ek

TARİH


Germen halkları Hint-Avrupa ailesinden Germen dillerini konuşan halklar olarak tanımlanır. Tarihleri de birinci ünsüz değişmesi (ya da Grimm Yasası) denen gelişmeyle dillerinin ayrı bir öbek durumuna geldiği dönemden başlatılır. Ama bu değişmenin kesin tarihini saptamak olanaksızdır; Kuzey Almanya ve İskandinavya’da İÖ 1700 ile İO 450 arasındaki Kuzey Tunç Çağma rastlamış olabileceği gibi, aynı yörede yaşanan erken Demir Çağı kültürlerinden birinde (örn. İÖ 800-600 arasındaki Wessentadt ya da İÖ 600-300 arasındaki Jastorf) ortaya çıkmış da olabilir. Güvenilir tarihsel bilgiler İÖ y. 50’de başlar.

İLKÇAĞ.


Julius Caesar Galya seferleri sırasında yalnız Keltlerle değil, Germenlerle de karşılaştı. İÖ 55 ve İÖ 53’te Ren Irmağını geçti, ama oluşturduğu Galya eyaleti ırmağı sınır alıyor ve Germenlerin çoğu ırmağın ötesinde yaşıyordu. Romalıların Germen kabilelerine doğrudan saldırılan Nero Claudius Drusus Germanicus döneminde başladı. Ren ve Orta Tuna bölgesindeki şiddetli çarpışmalardan ve IS 9’da Teutoburger Ormanındaki ünlü Germen zaferinden sonra
Roma sının Ren ve Tuna’nın ötesine geçmedi. Bununla birlikte Roma denetimi zaman zaman kuzeyde Frizya ve doğuda Ren’le Tuna’nm birleştiği noktanın ötesine^ kadar uzandı; örneğin İmparator Domitianus’un İS 83 ve 88’deki seferleri böyle bir sonuç doğurdu.
Bu dönemde Germen kültürleri İskandinavya’dan güneyde Karpatlar’a kadar yayılmıştı. Yerleşik tarım topluluklan oluşturan Germenler karma tarım yapıyor, ahşap evlerde oturuyor, çömlekçi çarkını ve yazıyı bilmiyor, para kullanmıyorlardı. Toplum farklılaşmış, varlıklı bir savaşçı-şef sınıfı belirmeye başlamıştı. Bir savaş tanrısına (Tiu ya da Wodan) tapan bu savaşçı sınıf siyasal örgütlenmenin temelini oluşturuyordu. Germenler pek çok kabileye bölünmüş, kabileler ortak tanrılar çevresinde birleşmişlerdi. Bu tür birlikler içinde yer alan kabileler yıllık şenlikler için bir araya gelir, silahların bırakıldığı bu dönemde yalnızca dinsel değil, ekonomik ve toplumsal etkinlik de artar, anlaşmazlıklar çözülürdü.
İS 350’ye değin Roma’yla ilişkiler. Roma’ nın sınırlarını belirlemesinden sonra ticaret ve kültür ilişkileri de en az çatışmalar kadar önem kazandı. Güçlü kalelerle korunmasına karşın sınır hiçbir zaman ticareti ve insanları engellemedi. İS y. 50’de Ren kıyılarındaki kabileler Roma parasını kullanmayı öğrendi. Seramik, cam ve metal işi gibi lüks Roma mallan Germen zenginlerine, kehribar, deri gibi hammaddelerle pek çok köle de Roma’ya ulaşmaya başladı. Roma ordularında Germen askerler yer aldı.
Sınır çatışmalanysa zaman zaman büyük hareketlere dönüştü. 150’de Germen kabilelerinden Markomanlar güneye, Orta Tuna boylarına ilerlediler; hatta 167’de İtalya’ya akın ettiler. Bu hareket tekil bir olay değildi. 150-200 yılları arasında Germen kabileleri akm akın Orta ve Doğu Avrupa’ya ilerlediler ve 3. yüzyılda sınır boyunda yıkıma yol açtılar. Galya büyük zarar gördü. Gotlar Tuna bölgesini yağmaladılar, hatta 251’de İmparator Decius’u öldürdüler. Yaklaşık 280’de Ren ve Tuna havzalarında yeniden istikrar sağlandı. Roma ordusu ve başını Frankların, Atamanların ve Gotlarm çektiği bir Germen ittifakı yaklaşık 370’e değin sının korudu.
Bu arada Germen dünyası dönüşüme uğruyordu. Avrupa’daki güç dengeleri açısından bu gelişmelerin en önemli yanı, daha büyük ve tutarh Germen siyasal birimlerinin ortaya çıkmasıydı. Roma’yla savaşlar Germenlere büyük toplulukların yaşama şansının daha fazla olduğunu öğretmişti. 4. yüzyılda iki güçlü Germen konfederasyonu vardı:
Alıntıdaki Ek 48823

10. ve 11. Yüzyılda Almanya


Ren boylarında Alamanlar ve Tuna boylarında Gotlar. Bunları ayakta tutan savaşçı sınıfın kabile halkı üzerindeki denetimi gittikçe artıyordu. 3. yüzyılda Germenler Romalılardan yeni tarım teknikleri ve çömlekçi çarkını öğrendiler. Germen edebiyat dillerinin en eskisi olan Got dili, yaklaşık 350’de Ulfilas’ın çalışmalarıyla ortaya çıktı. Roma’nın desteklediği bir misyoner olan Ulfilas Kitabı Mukaddes’in Got diline çevirisini yaptı.
Kavimler Göçü (Völkerwarıderung). Hunların batıya doğru hareketinin yol açtığı Kavimler Göçü Germen kabilelerini dalgalar halinde Roma İmparatorluğu’nun içlerine itti. İlk kez 376’da İmparator Valens, isteksizce de olsa Vizigotlara sığınma hakkı tanıdı, ama çok geçmeden aralarında çatışma çıktı. 378’de Vizigotlar Adrianopolis’te (Edime) kesin bir zafer kazanarak Valens’i öldürdülerse de izleyen dört yıl içinde Roma’ya boyun eğmek zorunda kaldılar. Hunlar batıya ilerledikçe Roma sınırlan Germenlerin ve başka halkların artan baskısı altında kaldı; 386, 395, 405 ve 406 yıllarında büyük akınlar yaşandı. Germen halklarından Vandallar ve Suevler İspanya ve Kuzey Afrika’da güçlendiler. Karışıklıktan yararlanan Vizigotlar ayaklandılar; İtalya’ya yürüyerek daha iyi koşullarda anlaşma istediler ve istekleri yerine getirilmeyince 24 Ağustos 410’da Roma’yı yağmaladılar.
Roma İmparatorluğu’nun hâlâ Avrupa’da önemli bir güç olması Hunlardan kaçan Germenleri barış istemeye yöneltti; 418’de Vizigotlar bile Galya’ya yerleştirilmeyi kabul etti. Bu dönemde Germen kabilelerinde bir “ulus” bilinci yoktu; dolayısıyla da birbirlerine karşı kullanılabiliyorlardı. Yaklaşık 450’ye değin Hun korkusu Roma’nm hiç değilse Vizigotları, Frankları ve 439’da Galya’ya yerleştirilen Burgonlan kendi savunması için seferber etmesine olanak yerdi. 453’te Attila’nın ölmesinden ve Hun İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra ise Roma bu diplomatik silahını yitirdi. Aynca toprak kayıplarıyla gelirleri azaldı. Koşulların yardım ettiği Germenler zamanla Roma’ dan bağımsızlaştı. 470’lerde Galya’nm güneybatısında Vizigot, güneydoğusunda Burgonya krallıkları kuruldu. Kuzeyde Clovis Frank Krallığı’m kurdu. Kuzey Afrika Vandalların, İspanya’nın bir bölümü Suevlerin denetimindeydi. 489-493 arasında Ostrogotlar İtalya’yı fethetti. Tuna boylarına Gepid ve Lombard krallıkları egemen oldu. Böylece Batı Roma İmparatorluğu ortadan kalktı.

Roma ve Hun tehlikesi karşısında Germen siyasal birimleri daha da büyümüştü. Aynca Roma İmparatorluğu güçsüzleştikçe eyalet halklan çoğu kez oralara yeni yerleşen Germenlerin korumasına sığınmış, bu arada Germenler de egemen oldukları Romalı nüfusun etkisinde kalmaya başlamıştı. Romahların eğitim düzeyi Germen krallarının düzenli vergi toplamasına ve yasal iktidarlanm genişletmesine olanak verdi. Böylece Batı Roma İmparatorluğu’nun yerini alan Germen kralhklan, Germen askeri gücüyle Roma eyaletlerindeki soylu sınıfın yönetim bilgilerinin birleştiği siyasal birimler oldu. Germen askeri sınıfıyla Romalı eyalet seç
kinleri arasındaki evlilikler de dönüşüm sürecini tamamlayarak ortaçağ Avrupa’sını biçimlendirecek yeni bir aristokrasinin doğmasını sağladı.

MEROVENJLER VE KAROLENJLER.


476’da Batı Roma İmparatorluğu yıkıldığında Ren’in batısındaki Germen toplulukları arasında siyasal bir birlik yoktu. Ama bu Germen kabileleri ortak bir dilin lehçelerini konuşuyor, aynı siyasal ve toplumsal geleneği paylaşıyorlardı. Yüzyıllarca Roma dünyasıyla ilişki içinde yaşamaları geleneklerini etkilemişti. İmparatorluğa bağlı kabilelerde güçlü askeri yapılı, başında kral ya da dük denen bir komutanın yer aldığı bir toplumsal örgütlenme ortaya çıkmış, bu yapı imparatorluk sınırlarının dışındaki Germen kabileleri arasında da yaygınlaşmıştı. Benzer biçimde İtalya’daki Ostrogot kralları da Alpler’in kuzeyinde kalan Germen topraklarının büyük bölümünü etkileri altına almıştı.

Merovenj Almanyası.
Romalılaşmış Galya ve Batı Almanya’da yerleşmiş bulunan Franklar Ostrogotların liderliğini tanımayarak krallıklarını doğuya doğru genişletmeye başladılar. Clovis’in Ortodoks Hıristiyanlığı benimsemesi hem doğudaki Ostrogot egemenliğine, hem de güneydeki Vizigotlara açıkça meydan okuyan bir tutumu yansıtıyordu. Clovis ve ardılları, özellikle de I. Theodebert (hd 534-548) daha sonra Almanya’yı oluşturacak toprakların büyük bölümü üzerinde Frank denetimini kurmayı başardı; Orta Almanya’daki Thüringlilerle güneydeki Alaman ve Bavyerahlar gibi çeşitli topluluklara üstünlük sağladı. Bu toplulukları yöneten yerel dükler Frank kralını temsil ediyor, ama merkezî iktidarın iç savaş ve çekişmelerle zayıfladığı dönemlerde büyük ölçüde özerk davranabiliyorlardı. Örneğin İtalya’daki Lombard kraliyet ailesiyle yakın akraba olan Bavyeralı yöneticiler 8. yüzyıla gelindiğinde krallar kadar başına buyruktu. Kuzeyde Frizler ve Saksonlar 8. yüzyılın başlarına değin Frank denetiminin dışında kaldılar; siyasal ve toplumsal yapılarını korudukları gibi, genellikle Hıristiyanlığı da benimsemediler. Frank bölgesinde ise Hıristiyanlık İrlandalI misyonerlerin, Alpler’de yerli Raetialıların ve manastır kuruluşlarını destekleyen Frank soylularının etkisiyle yaygınlaştı.

Karolenjlerin yükselişi ve Bonifatius.
7. yüzyılın sonuna gelindiğinde Frank dünyasında Merovenjlerin iktidarı sona ermişti. Çeşitli aristokratik aileler Merovenjlerin yerini almak için mücadele ediyordu. Sonunda ülkeye egemen olan Karolenjler 730’larda iktidarı, 751’de de tahtı ele geçirdiler. Roma kilise hiyerarşisinin desteklediği Karolenj hanedanı gücünü Meuse ve Ren ırmakları arasında uzanan geniş mülklerden ve buraların sadık soylu sınıfından alıyordu. Ren’in doğusundaki düklüklerin denetim altına alınmasında ise Karolenjler siyasal merkezîleşme yanlısı Roma kilisesinin misyonerlik çalışmalarından yararlanarak İrlandalI misyonerlerin ve yerel kilise örgütlerinin gücünü kırdı. Frankların yayılma düzeni hep aynıydı: Ormandan ya da bataklıktan kazanılarak yerleşime uygun duruma getirilen topraklar, Karolenj yönetimince korunan topluluklara veriliyor, buralarda küçük yerleşimler ya da kilise cemaatleri kuruluyordu. Böylece kuzeyde Frizya’dan güneye Bavyera’ya kadar siyasal, dinsel ve ekonomik yayılma bir arada sürdürüldü. Frank dünyasını bir yandan kendi kiliselerinin yüksek kültürüne, bir yandan da Roma’ya bağlamada önemli bir rol üstlenen Anglosakson misyonerler arasında, Alman kilise örgütlenmesinin kurucusu Bonifatius da vardı. Charles Martel’in desteklediği Bonifatius Franken (Franklar ülkesi), Thüringen (Thüringliler ülkesi) ve Bavyera’da Roma’yı örnek alan ilk piskoposlukları kurdu ya da yeniden örgütledi. Ama bütün bunlar yalnızca bir başlangıçtı. Putperestlik hâlâ büyük ölçüde egemendi ve Sakson kabilelerinin yaşadığı kuzey, düşmanca tavrını koruyordu. Bonifatius, sonunda manastırım terk edip Kuzey Frizler arasında Hıristiyanlığı yaymaya girişti ve orada öldürüldü. Ama öldüğünde Saksonlar dışındaki bütün gruplar Roma-Frank kilise örgütlenmesi içinde bütünleşme yolundaydı.

Charlemagne.
Charles Martel ve Bonifatius’un attığı temeller üzerine Charlemagne bir imparatorluk kurdu. Doğu Frizler ve Saksonlar arasında misyonerlik çalışmalarına girişti. Misyonerlerin hemen ardından Frank kontları ve öteki görevliler Kuzeydoğu Frizya’ya giderek, kraliyet için asker toplama ve yönetim işlerini yürütmeye başladılar. Ren Bölgesinde ise durum farklıydı; bölge zenginleştikçe, hinterlandı olan Franken ve Thüringen’i Sakson akmlarına karşı savunmak gereği artıyordu. Saksonların ardında tutulabileceği doğal engeller bulunmadığı için de savunma zordu. Charlemagne’ m, fırsat buldukça ayaklanan Saksonlan cezalandırmayı amaçlayan seferleri zoraki din değiştirmelerle, tehcirlerle ve toplu kıyımlarla geçti. Charlemagne’ın Saksonlara karşı tutumu salt siyasal kaygılardan kaynaklanmıyordu; Hıristiyanlığın önderlerinden biri olarak belirli bir misyonu olduğuna da içtenlikle inanıyordu. Saksonlar direnişleri boyunca, hiçbir zaman yitirmeyecekleri bir ırk birliği bilinci kazandılar, ama henüz ne kendi aralarında, ne de öteki Germenlerle siyasal birlik kurabilmişlerdi. Orman aralarındaki topraklan üstünde, soylu (edhelingi), özgür (frilingi), yarı özgür (lazzi) ve özgür olmayan gruplardan oluşan, toprağa bağlı, ortak davranışa pek yönelmeyen hiyerarşik bir toplum olarak yaşıyorlardı. Franklara karşı Sakson askeri şeflerin çoğunu birleştirmeyi başaran önderleri Widukind de sonunda teslim oldu ve Hıristiyanlığı kabul etti. D anların desteğini almış olan en kuzey kesimler Frank denetiminin dışında kalmakla birlikte, Saksonya’nın büyük bölümü yavaş yavaş birleşen Frank dünyasına katıldı.
Charlemagne Bavyera’da da Saksonlar kadar bağımsız, ama daha uygar bir halk buldu. Lombardlarla kurdukları ticaret ve hanedan ilişkileri ile güneye dönük yaşayan bu topluluklar doğudaki Avarlarla da barış içindeydi. Charlemagne’m 774’te Lombardlara boyun eğdirmesi Bavyera’yı yalnızlığa itti. 788’de Karolenj yönetimi Bavyeralı Agilolfing hanedanına son verdi. Artık Franklar için Kuzey Frizya Danlara, Saksonya Slavlara ve Lombardiya’yla birlikte Bavyera da A var lar a karşı bir sınır olmuştu.
Almanya'nın doğuşu. Charlemagne geniş imparatorluk topraklarını tek elden yönetmek yerine her Germen bölgesinin yönetimine kont ve piskoposlarını getirmekle yetindi. Oğlu I. Ludwig (Dindar) 825’te Bavyera’nın yönetimini kendi oğlu Ludwig’e (Alman) bıraktı. Egemenlik alanını zamanla bütün Karolenj Almanyası’na yayan Ludwig, Germen halklarının otoritesi Germen topraklarıyla sınırlı ilk hükümdarı oldu. Bütün Karolenj ülkesini ele geçirme isteğini korumakla birlikte Alman dilini ve edebiyatını ilk kez kültürel ve siyasal kimliğin aracı olarak geliştirdi. Kitabı Mukaddes’i Alman lehçelerine çevirtti; şiiri özendirdi. Doğu Frank kralı olarak nitelenen Ludwig’in hükümdarlığı daha çok Slavlara karşı yapılan seferlerle geçti. 870’e gelindiğinde yönetimindeki topraklar hemen hemen Almanya’nın ortaçağdaki sınırlarına eşitti. Doğuda Elbe Irmağı ve Bohemya Ormanıyla sınırlanıyor, batıda ise Ren’in ötesinde sonradan Alsace ve Lorraine olarak anılan bölgeleri içine alıyordu. Charlemagne’m torunları arasındaki kan bağı ve rekabet ilişkileri hâlâ Frank ülkesinin doğusuyla batısını birbirine bağlamakla birlikte doğuda Alman kimliği yerleşmeye, batıda ise geleceğin Fransa’sı belirmeye başlamıştı.
Ludwig’in uzun hükümdarlık dönemi ülkede belli bir birlik duygusu yarattı. 9. ve 10. yüzyıllarda Danların, Müslümanların ve Macarların bitmek bilmeyen saldırılan Karolenj ülkesinde bütünleşmeyi engelleyici bir rol oynadı. Yalnızca Karolenjler değil, onları izleyen hanedanlar da düşmanla uzlaşmaya ve birbirinin topraklarından koparabildiklerini almaya bakıyorlardı.
Alman düklüklerinin doğuşu. Karolenjlerin krallığı merkezden savunacak durumda olmaması saldırıya uğrayan bölge ve toprakların savunmasını yerel önderlerin üstlenmesini zorunlu kıldı. Askeri yönetim tek merkezden çok merkeze yayılırken, kaçınılmaz olarak, krallık yetkilerinin bir bölümü de yerel düklere geçti. Yeni dükler ne bir zamanlar sanıldığı gibi yöre halkınca seçilmekte, ne de göç sonrası dönemin kabile şeflerinin soyundan gelmekteydi. Stamm (kabile) düklükleri denen toprakları yeni siyasal ve dolayısıyla toplumsal birimlerdi. Bunlar savunmayı yerel ölçekte örgütlemek üzere öne çıkmış Karolenj kontları, yani imparatorluk aristokrasinin bir parçasıydı. Halkın Charlemagne hanedanına bağlılığını sarsmak gibi bir amaçları yoktu. Gene de daha başlangıçta kazandıkları başarılar, halkın bu yeni koruyuculara bağlanmasını sağladı. İmparatorluk aristokrasisi zamanla yerel seçkinlere dönüştü ve vasallık ilişkileriyle bağlı bir toplum yapısı ortaya çıktı. Ama bu süreç Fransa’daki kadar ilerlemedi; Alman toplumsal örgütlenmesinde bölgesel farklar ve Karolenj etkileri sürdü.

911-1250 DÖNEMİNDE ALMANYA.


I. Konrad (911-918). Doğu Frank Karolenj lerinin son kralı IV. Ludwig (Çocuk) 911’de erkek vâris bırakmadan ölünce, krallığının parçalanması kaçınılmaz gözüküyordu. Dört Stamm düklüğüne ayrılmış toprakların en az üçünde (Bavyera, Saksonya ve Franken) düklük aileleri halk üzerinde egemenlik kurmuştu. Schwaben’de (Alemarınia) iki aile arasında çatışma sürüyordu. Monarşinin geleceğinden tek kaygılanan, elindeki varlığı yitirmekten korkan kiliseydi. Düklerin giderek artan güçlerine ve kabileler arasındaki lehçe, görenek ve toplumsal yapı farklılıklarına yalnızca Karolenj krallık geleneği karşı duruyordu. Batı Frank tahtında III. Charles (Saf) bulunduğu için, bu gelenek de artık güçlü değildi. Yalnızca Lorraine (Lothringen) düklüğü, batıya ve batının kralı olan Charles’a bağlılık duyuyordu. Doğu Frank krallığının öteki bölümleri ise bu yolu izlemedi.
Alıntıdaki Ek 48822
Doğuya Doğru Alman Yayılması, 800-1400

10. yüzyıl başlarında Ren’in doğusu ile Elle, Saale ve Bohemya Ormanının batısında yaşayan Germen kavimleri başta Macarlar olmak üzere topraklarını doğudan zorlayan daha ilkel ve putperest gruplara karşı koymak zorunda kaldılar. Sınırlan en çok zorlananlar Saksonlardı. 10 Kasım 911’de Sakson ve Frank kabile önderleri, Frankların dükü Konrad’ı kendilerine kral seçtiler. Saksonlar için gücünü daha da batıdaki kaynaklardan alan bir kral, Franklar için ise öncü konumlarını ve krallar yetiştirme geleneğini korumak önemliydi.
Kısa sürede Bavyera dükü Arnulf ve Schwaben kabileleri de Konrad’ın krallığını tanıdı. Ama soyluluk, unvan ya da zenginlik açısından Konrad’ın, krallığını tanıyan düklerden farkı yoktu. Bu dönemde siyasal kararlar Alman kralları ile çok az sayıda varlıklı ailenin tekeline girdi. Bu iktidar yoğunlaşmasının ardında Alman krallık geleneğinin her zaman soy, zenginlik ve askeri başarıya dayanmış olması yatıyordü. Varlıklı ailelerin toprakları yarı-özgür köylülerce işleniyordu. Hizmet ve bağlılıkla yükümlü oldukları efendileri, köylülerin topraklarını da denetliyordu. Frizya ve Saksonya’nın bazı bölgeleri dışında soylular, kral ya da dükle sıradan insanlar arasında bir konum elde ettiler. Yönetimde görev almak ya da kilise görevlerinde yükselmek, salt onların hakkıydı. Yönetim, yargı ve savaşta komutanlık yetkisi düklerden hemen sonra kontların ve markgraf denen sınır kontlarının elindeydi; yetkiler giderek babadan oğula geçen haklara dönüştü. Halk kamu yaşamındaki önemli işlevini yitirdi; yerel meclislere yalnızca ödemelerini yapmak, emir almak, adalet istemek ya da cezalandırılmak için katılır oldu. Güçlü beylerin koruması altında birçok insan toplanıyor, böylece bu beyler, düşmanları ve öteki özgür insanlar için daha da korkutucu bir konum kazanıyorlardı. Yönetmek de yönetilmek de babadan oğula geçer oldu. Bağımlı sınıfların daralan ufuklarında artık tek güç simgesi feodal bey ve onun yetkili kıldığı yöneticilerdi. Bağımlı nüfusun çoğunun silahlan da ellerinden alındı.

Saksonların yükselişi.
I. Konrad Almanya’da duruma egemen olabilecek bir kral değildi. 918’de ölürken, 911’de Frankların olan krallık tacının Saksonya’nın önderi Heinrich’e verilmesini vasiyet etti. Yeni kral 919’da Saksonlar ve Franklar tarafından seçildi ve Saksonlar, ülkeye kral veren halk olmanın yükünü de nimetlerini de devraldılar.
Krallığın Franklardan Saksonlara geçişi, bir süre için güneydeki Germen kabilelerinin kendine yeterliliğini artırdı. Schwaben’li ler seçimlere katılmadı. Karolenj mirası üzerinde Saksonlardan daha çok haklan olduğuna inanan Bavyeralılar ise, kendi dükleri Arnulf’u kral ilan ettiler. I. Heinrich’in krallığı tümüyle askeri nitelikteydi. Saygınlığını başanlı seferlerle kazanmak istiyordu. Genç Sakson hanedanı bu yolla batıda ve güneybatıda, en azından 11. yüzyılın ortalarına değin süren bir egemenlik kazandı. Burgonya kralları Lorraine’i ele geçiren Saksonların vasalı durumuna düştü. Bir zamanlar Karolenj lerin anayurdu olan eski yerleşimlerle dolu bu bölge, Ren’in doğusuna oranla hem daha yoğun nüfusa sahipti, hem de daha zengindi. Lorraine’li tüccarlar, Saksonya sınırlarından Cördoba’ ya kadar köle ticaretini ellerinde tuttular.
Sakson hükümdarları, Macar akmlarının hızını kesince daha da çok saygınlık kazandılar ve imparatorluk üzerinde daha çok hak talep eder oldular. 955’te I. Otto’nun (hd 936-973) Augsburg yakınlarında büyük bir Macar ordusunu yok ettiği savaşa hemen hemen bütün kabilelerin süvarileri katıldı.
Tahta bir Sakson geçince Saksonyalı soylular da güç ve mevki elde ettiler; doğuda ırmakların çizdiği sınırlar boyunca fetihlere girişme olanağı kazandılar. I. Otto’nun Doğu politikası köle, ganimet ve haraçtan fazlasını amaçlıyordu. Otto 955-972 arasında Magdeburg’da bir başpiskoposluk kurdu ve ona geniş olanaklar tanıdı. Amacı, Elbe’ nin ötesindeki putperest Slavları denetimine almak ve orada geniş bir eyalet kurmaktı. Ama Saksonyalı beylerin acımasız yöntemleriyle kilisenin daha barışçı yaklaşımlarla nüfuz kazanma çabaları çelişiyordu.
10. yüzyılda Elbe’nin ötesinde Germenlerin hemen hiçbir tarımsal yerleşmesi yoktu. Dahası, Brandenburg ve Lausitz’teki Slav halklarının yanı sıra yeni Slav güçleri ortaya çıkıyordu. I. Mieszko’nun yönetimindeki Lehler ve güneyde Premysl’lerin yönetimindeki Çekler bunlar arasındaydı. Bu güçler Passau ve Magdeburg misyonerlerini kabul ettiler, ama kalıcı olarak Bavyeralıların ve Saksonların siyasal ve dinsel egemenliğine girmediler. 10. yüzyılda doğuya doğru genişleme çabaları tam bir fiyaskoyla sonuçlandı ve Elbe’nin ötesindeki kabileler, çevredeki kiliseler için Hıristiyanlaştırılmamış ve yenilememiş düşmanlar olarak kaldı. 1140’tan sonra yerli Slavların yerine Germen göçmenlerin yerleştirilmesi kilise ve prenslerin ortak amacı haline geldi.

Dükler, kontlar ve vekiller.


I. Konrad ve I. Heinrich’in krallıkları kabilelerin, daha doğrusu kabile önderleri ile üst düzey aristokratlarının iradelerine dayanıyordu. Franklar ve Saksonlar arasındaki bu anlaşmayı Bavyera ve Schwaben dükleri tanımıştı, ama hangi hanedandan gelirse gelsin Alman krallarının Frank yasalarına uyması zorunluydu. Krallar düklükleri ellerinde tutarak ve yeni oluşturdukları düklüklerin başına akrabalarını getirerek kontlan doğrudan tahta bağlamaya çalıştılar. II. Konrad (hd 1024-39) ve III. Heinrich de (tek başına hd 1039-56) düklerle mücadele ettiler, ama ne bunları yok edebildiler, ne de sistemi değiştirebildiler. Eskiden olduğu gibi 11. yüzyılda da dükler, zümre meclisleri toplamayı, savaşta kabilelerinin başına geçmeyi ve barış sağlama işlevlerini sürdürdüler.

Ağır suç davalarında yargı yetkileri olan kontlar, düklerin buyruklarına uymakla birlikte, “kana kan” yargısını gerektiren davalara bakma yetkisini kraldan alıyorlardı. Bunların fief leri ve geleneksel yetkileri babadan oğula geçen bir nitelik kazanmakla kalmadı; zamanla kral ve dük de dahil, kimsenin el uzatamayacağı bir hak olarak görülmeye başladı. Gene de birçok ailenin soyu kurudu ve toprakları yeniden kralın eline geçti. III. Otto döneminden (9831002) başlayarak da krallar bunları yeniden başka ailelere vermektense kiliseye vermeyi yeğlediler. Ama piskoposlar, kontların tüm işlevlerini yerine getiremiyor, örneğin dinsel buyruklar ve inançları nedeniyle ölüm cezası veremiyorlardı. Böylece üst yargı işlevi görmek için “vekil” (Vogt) denen görevlilere gereksinim doğdu. Sıradan özgür kişiler yargılamada ağır cezalar veremeyeceğine ya da kilisenin ayrıcalıklarını silahlı saldırılara karşı koruyamayacağına göre, bu vekillerin soylular arasından seçilmesi zorunluydu.
Böylece Almanya’nın her tarafında, düklük makamı ister dolu ister boş olsun, kilisenin (ve kralın) kesesinden zengin olan ve birbirleriyle yanşan güçlü sınır kontları, kontlar ve vekiller ortaya çıktı. Bu ailelerin daha yetenekli, daha şanslı ve daha uzun ömürlü olanlar 12. ve 13. yüzyılda yönetimin pek çok yetkisini devralarak bölgesel prensliklere dönüştü.

Kral kişisel olarak bütün beylerin üstündeydi. Kralın sarayı yönetimin merkeziydi ve kral nereye giderse merkez de orada kurulurdu. Alman krallan güçlerini kabul ettirmek için öbür ortaçağ hükümdarlarından çok daha fazla gezer, düklükten düklüğe, sınırdan sınıra dolaşırlardı. Konakladıkları yerde yetkileri, orada geçerli olan dük, kont ve vekil yetkisinin yerini alırdı.
Alman kilisesinin gelişimi. Kraliyet gelirleri, kralın mülk topraklarından ve PolonyalIların, Çeklerin, putperest Slavların ve D anların ödediği vergilerden oluşurdu. Kralın mülkleri, işletme sermayesiydi. Ülke içindeki gezileri sırasında kendisi ve ailesi bu mülkün geliriyle geçinir, bu gelir ayrıca kiliseler kurmasına, özellikle savaşta kendisine sadakatle hizmet edenleri ödüllendirmesine olanak verirdi.
Karolenj lerden Alman krallarına miras kalan tek merkezî yönetim kurumu, kraliyet şapeli ve ondan çok da ayrı bir kurum olmayan mahkemeydi. Burada ayin yönetmek, soylu kökenli papazlar için piskoposluk yolunun açılması demekti. 11. yüzyılda yüksek kilise görevlileri savaşta bile, yönetimde sıradan beylerden daha çok rol oynuyordu. Ülkenin diplomatları ve elçileri de onlardı. I. Otto ve ardılları, piskoposların düklere karşı hiçbir sorumluluk taşımamasını sağladılar; piskoposlar kral tarafından atanıyor ve yalnızca, gene Tanrı’nın seçtiği krala itaat etmekle yükümlü sayılıyorlardı.

Böylece Alman krallığının dağınık yapısının ve gevşek birliğinin yanında çok daha derli toplu ve imparatorlukta çok daha büyük çıkarları olan ikinci bir kurum oluştu: Alman kilisesi. Büyük kiliseler hükümdarlara atlı asker, barınak ve para sağlayarak hizmet vermek zorundaydı. Piskoposluk ya da manastır kurup geliştirmek için yapılan kraliyet bağışları, elden bir şey çıkartmak anlamına gelmiyordu; piskopos ve başkeşişleri atama yetkisi kralda olduğu sürece bu bağışlar kiliseyi denetleme olanağı veren bir dinsel yatırım demekti. Kiliseye yalnız yerleşmek ve işletmek için toprak bağışlanmakla kalmıyor, bu yörelerde yaşayanlar üzerinde yönetim ve yargı erki de veriliyordu.

Evrensel bir kurum olan kiliseyi, belirgin sınırlan olan bir devlete bağlama siyasetini I. Otto’nun başlattığı kabul edilir. Onun ardılları zamanında hızlanan süreç II. Heinrich döneminde doruk noktasına ulaştı. Böylece egemenlik alanlarını belirlemede piskoposlar ve manastır başkeşişleri prenslerin rakibi haline geldi; bu rekabet de yüzyıllar boyunca Almanya’nın bütün bölgelerinde sürüp giden çatışmaların, iç savaşların başta gelen nedeni oldu.

Otto’nun İtalya’yı fethi ve imparator olması. I. Otto’nun Burgonya prensesi Adelaide (Adelheid) ile evlenmesi, ayrıca ilk karısından olan oğlu Schwaben dükü Liudolf ile kardeşi Bavyera dükü I. Heinrich’in İtalya konusundaki rekabetleri güneye yönelmesine yol açtı. 951’den sonra İtalya seferleri artık yalnızca Güney Germen kabilelerinin yayılma girişimleri olmaktan çıkmış, hükümdarının önderliğinde bütün Almanya’ mn ilgilendiği bir. konu olmuştu. Sakson asker zümresi için İtalya, Elbe ötesindeki el değmemiş ormanlardan ve bataklıklardan daha çekiciydi. Alman kralları üstün güçleriyle İtalya’daki Lombard Krallığı’m ele geçirdiler.

955’te Macarlara karşı kazandığı zaferden sonra I. Otto batıda mutlak bir egemenlik kurdu. Sakson vakayiname yazan Widukind’e göre, başka halkları kendine bağladığı ve birden fazla krallıkta egemenlik kurduğu için, artık zaten imparatordu. Ama imparatorluk tacını giydirmek ve bir kralı imparatorluk mevkiine getirmek yetkisi, Charlemagne ve ardıllarının çoğunu kutsamış olan papalıktaydı. 10. yüzyılda, batıdaki Karolenj düzeni, bir çeşit siyasal ülküydü. Charlemagne’a benzemek ve yeni konumuna gelenekleşmiş biçimde yerleşebilmek için Otto imparatorluk tacını papanın elinden giydi (962). İmparatorluk yetkisinin özü, askeri güçten ve savaşta haşandan geliyordu; ama Hıristiyanlık ülküleri de tahtın dokusuna işlemişti. Öğreti ve ayin konularına kanşmamakla birlikte imparator olarak Alman krallan, yüz yıla yakın bir süre, Roma Kilisesi’nin siyasal efendileri oldular.

Saller, papalık ve prensler, 1024-1125.

Sal hanedanı olarak bilinen Batı Frank hanedanının ilk imparatoru II. Konrad (1024-39) döneminde Burgonya Krallığı da Alman tahtının denetimine girdi. Konrad İtalya’daki Germen egemenliğini yeniden kurdu. II. Konrad’m oğlu III. Heinrich (hd 1039-56), imparatorluğu, papalıkta reform yapması ve vasallara barış içinde yaşamayı öğretmesi için kendisine verilmiş bir görev olarak algıladı ve elinde yeni bir ikticfar kaynağı da olmadan, yetkilerine abartılma bir dinsellik kattı. Batı Avrupa’da egemenliğini koruyabilen bu son Alman imparatoru, papaları neredeyse imparatorluk piskoposları düzeyine indirdi. Dört Almanı papalığa getirdi. Ama hükümdarlığının son yıllarında, toplumun kilise dışı kesimlerinin hoşnutsuzluğu ve imparatorun kiliseye ilişkin tutumuna yönelik eleştiriler arttı.
Erken ortaçağ Avrupa’sında, papalıkta reform yapılmasına yönelik öneriler yüzünden en çok bölünmeye uğrayan feodal toplum Almanya idi. Heinrich’in papalığa getirdiği IX. Leo’dan başlayarak kilise reformunun en ateşli sözcüleri papalığın hizmetine girdiler. Ruhban olmayan yöneticilerin, mülkiyet hakkına dayanarak kilise üzerinde egemenlik kurmasına karşı çıkmaya başladılar; bu kışkırtmalar imparatorluğun her yanma yayıldı. Yenilikçilerin programı, Alman kilisesinin artık alışmış olduğu, kralların da bel bağladığı bir düzeni temelden sarsıyordu. Dolayısıyla, hareketin önderleri, iktidar mücadelesine doğrudan katılmak zorunda kaldılar. Yeni düşünceler baskın çıkarsa, IV. Heinrich’in öncellerinin kiliseye yağdırdığı büyük servet kralın denetiminden çıkacak, onun atamadığı din adamlarının eline geçecekti. Roma’nm niyeti, tahtın korumasının getirdiği külfetlerden kurtulmak, ama yararlarını yitirmemekti. Yenilikçilerin önderi, daha sonra VII. Gregorius adıyla papa olan (1073-85) Hildebrand, imparatorlukla çatışmayı göze aldı. Gregorius’un talepleri, bir Sakson ayaklanmasının yanı sıra Güney Alman prenslerinin kıpırdanmaya başladığı, tahtta ise altı yaşında bir çocuğun bulunduğu bir zamana rastladı. Böylece ortaçağ Alman tarihinin en bunalımlı dönemine girildi.

IV. Heinrich’in küçük yaşta oluşu, kilise dışındaki feodal beylere de hırslarını ortaya dökme fırsatını verdi. III. Heinrich’in sarayında yüksek din adamlarının etkili olması ve kiliseye yeniden bağış akıtılması, prensleri imparatorluktan soğutmuştu; prensler tarımsal gelir kaynaklarını geliştirmekte piskoposların gerisinde kalmışlardı. Çıkarları dolayısıyla barıştan yana olan yüksek kilise görevlileri tahtın koruması altında ormanları tarım alanına dönüştürerek ve bağlanacak bir toprak beyi arayan özgür köylülere daha iyi koşullar sunarak varlıklarını ve mülklerini genişlettiler. Pazaryeri ve geçiş hakkı ayrıcalıkları da prenslerin çoğunda olmayan gelir kaynaklarıydı. Prenslerin başlıca üstünlüğü olan askeri güçlerine o güne değin kimse karşı çıkmamıştı; bu durumda ilk kez, kendi eylem alanları içinde rakiplerle karşılaşıyorlardı. 11. yüzyılın başlarından beri kraliyet ve kilise mülklerinde çeşitli görevler verilen özgürlüğünden yoksun şövalyeler (ministeriales) bu dönemde savaş alanında önem kazandı.

Bir grup Sakson soylusu, bazı din adamları ve krallık kalelerini inşa etmek için konan angarya uygulamasından şikâyetçi Ostfalyah özgür köylüler Heinrich’in Frank ve Schwaben’li yöneticilerine karşı 1073’te ayaklandılar. Bu beklenmedik dayanışmaya karşı koyabilmek ve kalelerini koruyabilmek için krahn güneydeki prenslerin yardımına gereksinimi vardı. Prensler Heinrich’in Saksonlan yenmesini sağladılar (Haziran 1075), ama altı ay sonra Roma ile belirleyici bir savaşa girildiğinde imparatora sırt çevirerek Saksonlar ve birkaç piskoposla birlikte VII. Gregorius’un saflarında yer aldılar.

Papa 22 Şubat 1076’da Heinrich’i aforoz etti. Bunun üzerine Heinrich’e karşı başlayan iç savaş 20 yıldan fazla sürdü. Kralın en önemli düşmanlarından Rudolf von Rheinfelden savaşta öldü (1080). Gene krahn düşmanlarından Hermarın von Salm’ın eceliyle ölmesinden sonra savaş, piskoposlukların ve manastırların ele geçirilmesi için çıkan yerel çatışmalara dönüştü. Bu yıllar boyunca saray, kilise ve soylular atlı savaşçılarını artırmak için özgür olmayan şövalyelere gittikçe daha çok dayanmak zorunda kaldılar. Bu yolla savaşçı toplanması ve savaşın yol açtığı yıkım pek çok soylunun servetini tüketti, ama soylular topraklarını piskoposluk ve manastır mülkleri aleyhine genişlettikleri için bundan gene kilise zararlı çıktı. Dolayısıyla iç savaşın yükünü çeken bölünmüş Alman kilisesi barışı en çok isteyen taraf oldu.

IV. Heinrich’in oğlunun, babasına karşı son bir ayaklanmanın önderliğini bizzat üstlenmesi (1105), Sal hanedanının ve uğrunda savaştığı ayrıcalıkların kurtarıcısı oldu. V. Heinrich (hd 1106-25) tahtm imparatorluk sınırlan içindeki kiliseler üzerindeki ayncalıkları için verdiği mücadeleyi bu manevra ile sürdürebildi. Bu dönemde çatışma, piskoposlara ve manastır yöneticilerine paye ve kilise dışı mülk verilmesiyle ilgili hukuksal bir tartışmaya dönüşmüştü. Sonunda prensler arabulucu oldu; 1122’de Worms Konkordatosu ile Vatikan’dan bazı ödünler koparmayı başardılar.

V. Heinrich 1125’te ardında çocuk bırakmadan öldüğünde Almanya artık Avrupa’ daki en önemli siyasal güç olmaktan çıkmıştı. İngiltere ile Sicilya’da fetihler peşinde koşan Norman devletleri ve Fransa krallarının sabırlı, adım adım gelişen çabaları, yaşlı imparatorlukta bulunmayan ekonomik ve askeri güç yoğunlaşmalarına, yeni yönetim biçimlerinin doğmasına yol açıyordu. Papalık imparatorluğun saygınlığını gölgede bırakmış, Roma evrensel çıkarların gerçek merkezi haline gelmişti.
Hanedanlar arasında mücadele, 1125-52. V. Heinrich’in en yakın akrabaları Hohenstaufen soyundan yeğenleri Friedrich ve Konrad’dı. Krahn tahta geçebilmesi için her zaman bir tür seçim yapılırdı. Ama iç savaş öncesinde birinci dereceden vâris olmadığı durumlarda kan bağı yakınlığına bakılırdı. 1125’te ise Heinrich’in can düşmanı Mainz başpiskoposu Adalbert’m önderliğindeki prensler, kan bağından gelen haklara karşı çıktılar ve Friedrich yerine Saksonya dükü Lothar’ı tahta geçirdiler. Arkasında Northeim ve Bruno soylarının çok büyük mirasları bulunan, kızını verdiği güçlü Welflerin de yakın desteğine sahip olan III. Lothar ölünce (1137), İdlisenin ve bazı prenslerin Welflere karşı duydukları kuşku nedeniyle imparatorluk o şırada Saksonya ve Bavyera ile Matilda’nm İtalya’daki topraklarını elinde tutan damadı Heinrich’e değil, Hohenstaufen hanedanından rakibi Konrad’a kaldı.

III. Konrad’m ölümü üzerine (1152) yapılan seçim, ondan sonraki 30 yıl için Almanya’daki yönetimi ve siyasal ortamı belirledi. Tahta Konrad’m ağabeyinin oğlu I. Friedrich (Barbarossa) getirildi ve iktidarı Welf soyundan kuzeni III. Heinrich (Aslan) ile paylaşmayı kabul etti. Bu seçim Almanya’ da ikili bir yönetimin ortaya çıkmasına yol açtı.
Doğunun kolonileştirilmesi. Almanya 12. ve 13. yüzyıllarda sürekli genişledi. Holstein’dan Silezya’ya kadar bir fetih ve kolonileştirme hareketi yaşandı; bütün ırmak sınırlan aşılıp ormanhk ve bataklık alanlara ulaşıldı. Elbe ve Öder arasındaki Slav kabilelerine boyun eğdirildi. Alman toplumunun bütün kesimleri, prensler, piskoposlar, tarikat üyeleri, şövalyeler, kasabalılar ve göçmen köylüler bu harekete katıldı. Nüfus arttıkça batıda tarıma açılabilecek alanlar da azalmıştı. Tanm topraklarınm fazla bölünmesi ise kimsenin işine gelmiyordu. Toprak bulmakta sıkıntı çeken kırsal nüfus, emeğinin karşılığını kolonilerde çok daha iyi alabiliyordu. Koloniciler elde edilen yeni topraklara disiplinli bir hayvancılık düzeni, verimli bir tanm tekniği ve yerleşme yerlerinin seçilerek köylerin planlanmasında uygulanacak kurallar getirdiler. Kısa süre sonra Bohemya ve Silezya’nın Slav yöneticileri, göçmenleri kendi topraklarına çekebilmek için birbirleriyle yarışır oldular. Öte yandan, ülkenin eski kesimlerinde yalnızca köylü fazlası değil, şövalye fazlası da vardı. Bu askerlerin rütbelerini koruyabilmesi topraklarının olmasına bağlıydı; bu da Elbe’nin öbür yakasında, başarıh prenslerin yönetimi altında elde edilebilirdi. Böylece 13. yüzyılda Germenleştirilen doğu oldukça büyük ölçekli prenslikler ülkesi haline geldi.

İmparatorluğun kendisi de doğuda mülkler edindi ve Hohenstaufen hanedanından krallar kolonileştirme hareketine katıldılar. Ama bu konuda da yaptıkları, prenslerle yarışmaktı; doğu hareketini bir bütün olarak denetim altına alamadılar.
İtalya'da Hohenstaufen siyaseti. 12. yüzyılda ikinci büyük Germen yayılma alanı Lombardiya ve Orta İtalya oldu. Gelişen Lombard kentleri üzerindeki hükümdarlık haklarını geri almak ve kullanmak için sürdürülen savaşlarda Almanya’nın kırsal nüfusunun doğrudan hiçbir çıkan yoktu. Alman tahtı ve imparatorlukla İtalya egemenliği arasında bağ kurulması ve Hohenstaufen hanedanının güneyle gittikçe daha çok ilgilenmesi Almanya tarihinin en trajik dönemine yol açtı. İtalya’daki Germen varlığı, yoksul ve ilkel kabilelere yarar sağlamadı. Saldırdıkları ekonomik bakımdan ileri ve daha gelişmiş topluluklardan istedikleri vergiler ve ayrıcalıklar karşılığında da sunabilecekleri bir şeyleri yoktu. Lombardiya’ daki başlıca üstünlükleri askeri güçleriydi; onu da acımasızca kullandılar.

1177’de Lombard Birliği karşısında geri çekilmek zorunda kalan I. Friedrich (Barbarossa) suçu kuzeni III. Heinrich’te (Aslan) bulunca araları açıldı. Almanya’da ikili iktidar dönemi artık sonuna gelmişti. Savaş alanında yenik düşen, 1180’de yargılanıp unvanları elinden alınan ve vasallan tarafından terk edilen Heinrich, teslim olup sürgüne gitti (1182); düklükleri ve toprakları imparatorluğa kaldı.

Heinrich’in düşüşüyle bir grup prens, saygınlığı olan ve tahta çıktığından beri kaynaklan çok artmış bulunan bir imparatorla karşı karşıya geldiler. Gene de 1180 olaylarından en kazançlı çıkan prensler oldu. 1216’da imparatorun prenslikleri kaldıramayacağı ve rasgele yenilerini kuramayacağı karan alındı.
Bütün imparatorlukta düklüklerin paylaşılması, para basma, panayır gelirleri, geçiş haklan ve kendi kendini yönetme gibi ayncalıklar prenslerin gücünün temelini oluşturuyordu. Güçlü piskoposlar ve feodal beyler de bu ayrıcalıklara sahip olmaya çalışıyordu.
Hohenstaufen-papalık çatışması, 11591215. İtalya’da doğrudan bir imparatorluk yönetimi kurma girişimi, bir kez daha papalığın tepkisini çekti ve Lombard kentlerinin yandaşı olan Roma ile imparatorluk arasında yeni bir çatışmaya yol açtı. Dinsel çıkarlardan çok siyaset ve toprak çıkarlan tehlikedeydi. Ama papalar ancak başı olduklan evrensel kilisenin özgürlüğünü korumak için savaşabilirlerdi; bu yoldaki tipik silahlan da aforoz, propaganda ve entrikaydı. Bununla birlikte Alman piskoposlar Papa III. Alexander’a karşı imparatoru desteklediler. I. Friedrich’in oğlu ve seçilmiş ardılı VI. Heinrich, Sicilya Krallığı’nm tek yasal vârisi Konstanz ile evlenince papalar daha da güç durumda kaldılar ve Hohenstaufenlerin karşıtlarından olabildiğince yararlanmaya baktılar. Zamansız ölen VI. Heinrich’ten sonra çıkan taht kavgasında, papalık geri aldığı İtalya’daki topraklan elinde tutabilmek için seçim çekişmesinde taraf olmak zorunda kaldı. Adaylar taht çekişmesinde kendilerine destek sağlamak için imparatorluğun mülklerinden ve kiliseye karşı elde ettiği yetkilerden ödün verdiler.
II. Friedrich ve prensler. 1215’te taç giyen VI. Heinrich’in oğlu II. Friedrich, mirasını bölüştürmeye söz verdiği halde sözünü yerine getirmedi ve Sicilya Krallığı ile imparatorluğu bir arada tutarak papalıkla kaçınılmaz bir ölüm kalım mücadelesine girdi. 1235’teki büyük banş yasasından anlaşıldığına göre toprak kazanma yarışında imparator yalnızca yarışçılardan biri olmakla kalmamış, prenslerle piskoposları da topraklarının geleceği için birbirleriyle savaşmakta serbest bırakmıştı. Çıkardığı yasalarla kraliyet mülk görevlilerine karşı dinsel prenslere ve giderek de bütün toprak sahiplerine güvence vermiş ve imparatorluk kentlerinin (Reichsstadte) büyümesini kısıtlamıştı. Gene de 1250’ye değin imparatorluğun Güney Almanya’daki gücü çok büyüktü.

Hohenstaufen hanedanının çöküşünden sonra imparatorluk. II. Friedrich papayla olan çatışması sonuçlanmadan ölünce (1250) oğlu IV. Konrad ertesi yıl babasının İtalya’daki topraklan için dövüşmek amacıyla yola çıktı. Papanın girişimiyle kral seçilerek 1247-56 arasında karşı-kral olan HollandalI Wilhelm, hükümdarlarına karşı ilgisini yitirmiş olan Almanya’da böylece rakipsiz kaldı. Çoğu krallık mülkleri üstünde kurulu olan piskoposluk kentlerine ve kasabalarına dokunmak olanaksızdı. Bunların ekonomik gücü, Alman toplumunun eskilere dayanan aristokrat düzenini zorluyordu. Kralın korumasından yoksun kalınca bu kentler özerkliklerini koruyabilmek İçin bir araya toplanmaya başladılar. Soylular arasındaki her katman bir üstündekinin kişisel haklarının bir bölümünü ele geçirmeye yöneldi. Özgür olmayan şövalyeler de artık eskisi gibi imparatorluğun güvenilir emir kullan değildi. Özgür soyluların birçoğu gönüllü olarak onların arasına katılınca, bu şövalyeler özgür aristokratların haklarını da ele geçirdiler ve sınır eyaletlerinin yöneticisi durumuna geldiler.

1250’ye gelindiğinde Almanya’da merkezî otorite kalmamıştı. 13. yüzyılda süregiden iç çatışmalar, kargaşa ve güvensizlik, gene de Almanların tükenmez enerjisini etkilemedi; prenslerin ve Toton Şövalyeleri’nin önderliğinde doğuya doğru yayılmayı sürdürdüler. Onlar Prusya içlerine doğru ilerlerken Lübeckli tüccarlar da B altık kıyılarını ticarete açıyordu. Üç yüzyıl boyunca dış saldırılara uğramadan yaşamak Alman aristokrasisinin siyasal disiplin ve boyun eğmeyi öğrenmesine gerek bırakmamıştı. Ama Hohenstaufen Almanyası’nm tek özelliği siyasal ve yönetsel birliği sağlayamamış olması değildi.

kaynak: Ana Britannica


Safi 14 Mayıs 2016 02:40

1 ek

1250-1493 DÖNEMİNDE ALMANYA:


Hohenstaufen hanedanının sonu. 1250’de II. Friedrich’in, 1254’te de oğlu IV. Konrad’ın ölümü, Hohenstaufenlerin gücünün Almanya ile Napoli ve Sicilya birleşik krallıklarında kaçınılmaz biçimde azalmasına yol açtı. Konrad’ın Napoli ve Sicilya’nın vârisi olan oğlu Konradin, yaşı küçük olduğu için Almanya’da arınesinin yanında kaldı. Her iki krallığın yönetimini de ele alan amcası Manfred (Manfredi) 1258’de taç giyerek resmen Konradin’in yerine geçti. Manfred’ in Fransızlara yenilip öldürülmesinden sonra Almanya’daki yandaşlarını toplayan Konradin, İtalya krallıklarına egemen olmak istediyse de bunda başarı sağlayamadı. Roma’ya doğru kaçarken tutsak edildi, ihanetle suçlanarak Napoli’de idam edildi.
Yönetim boşluğu (Interregnum) dönemi. Almanya’da II. Friedrich’in ölümüyle Büyük Interregnum diye anılan yönetim boşluğu dönemi başladı (1250-73). Bu, bir iç kargaşalıklar ve siyasal sorunlar dönemiydi. Thüringenli Heinrich Raspe (hd 1246-47) ve HollandalI Wilhelm (hd 1247-56) papanın onayı ile kral seçilmişlerdi. Krallığı önce yalnız Aşağı Ren Bölgesinde tanınan Wilhelm 1252’de Braunschweig’lı Elisabeth’le evlendikten sonra Kuzey Almanya’da akraba olduğu prenslerce de tanındı. IV. Konrad ölünce Almanya’da rakibi de kalmadı. Gücünün giderek artması, kiliseye bağlı elektör prenslerin vesayetinden kurtulup kendini bütünüyle hükümdarlık politikalarına verebilmesini sağladı.

Papa IV. Alexander, Hohenstaufen hanedanından birinin seçilmesini yasaklamanın ötesinde tahta kimin geçeceğine karışmadı. Bu konuda ağırlık, kendi çıkarlarını ön planda tutan bir grup etkin Alman prensinin elindeydi. Bunların hiçbiri, kendi bağımsızlıklarını kısıtlayacak güçte bir kraldan yana değildi. Sonunda İngiltere kralı III. Henry’ nin kardeşi Richard kral olarak taç giydi. Richard Köln ve Mainz başpiskopostan ile Pfalz elektörü ve Bohemyalı II. Otokar’ın desteği ile seçilmişti. Ama üç ay sonra, İtalya’daki varlığını sağlamlaştırmak için imparator olmak isteyen Kastilyalı X. Alfonso, Trier başpiskoposunun, Saksonya dükünün, Brandenburg kontunun ve saf değiştiren II. Otokar’ın desteğiyle kral seçildi.
Bu arada her iki kral da dikkatlerini kendi ülkelerindeki aristokratlar arasındaki çalkantılara yöneltmişlerdi. Richard Almanya’ya dört kısa ziyaret yaptı. Alfonso ise Almanya’ya hiç gitmedi. Ama ikisi de kral seçilmelerinin onaylanması için papaya başvurdular. Papa, birinci seçimi yasal sayarak Richard’ın krallığını onayladı.
Habsburg ve Lüksemburg hanedanlarının yükselmesi. 1272’de Richard ölünce papa elektör prensleri harekete geçirerek Kutsal Topraklar’ın geri alınması için yapılacak yeni bir Haçlı seferini destekleyecek bir Alman hükümdarının seçilmesini sağlamaya çalıştı. Kralın çok da güçlü olmasını istemeyen prensler, Habsburg hanedanından Rudolfu seçtiler (1273). Rudolf, Bavyera’nm Wittelsbach ailesini yanma alarak Avusturya ve Steiermark düklüklerini sahipsiz ilan etti ve ikisini birlikte oğullan Albrecht’le Rudolf a verdi (1282). Elde edilen bu kazançlar Habsburglan, mülk sahibi prenslerin en önemlileri arasına sokarken, siyasal ağırlık merkezinin Ren Bölgesinden Doğu Almanya’ya kaymasına da yol açtı. Ama Habsburgların gücünün gittikçe artmasına kızan elektör prensler, krahn 1287’de büyük oğlu Albrecht’in, 1290’da da küçük oğlu Rudolf’un seçilmesini güvenceye alma girişimlerine karşı çıktılar.

Rudolf 1291’de ölünce, miras yolu ile geçen bir Habsburg monarşisi tehlikesini önlemek isteyen elektörler, onun yerine Nassau kontu Adolfu seçtiler. Tek varlığı Lahn Irmağının güneyindeki küçük bir prenslik olan Adolf, Ingiliz-Fransız Savaşı’nda her iki tarafa da askeri destek vaat ederek aldığı paralarla mali gücünü artırdı. Meissen’i ele geçirdiken sonra 1295’te Thüringen’i satın alarak kendini seçenlere karşı daha bağımsız davranabilecek duruma gelebildi. 23 Haziran 1298’de elektör prenslerden beşi, ülkeyi yönetmekten aciz ilan ettikleri Adolfu azlederek ertesi gün yerine AvusturyalI Albrecht’i geçirdiler.

Tahta Habsburg hanedanından bir kral seçmekle elektörler kendilerini tehlikeye atmıştı. Yeni kral, ardındaki Avusturya topraklarının sağladığı zengin kaynaklar nedeniyle kendinden önce gelenlerin hepsinden hem daha güçlü, hem de daha acımasız olmuştu. Elektör prenslerin bazı komplolarını bozduktan başka, 1303’te papalığa o zamana değin görülmemiş biçimde feodal bağlılık yemini ederek karşılığında seçimini onaylattı; böylece prenslere karşı üstünlüğünü daha da pekiştirdi. Bir süre için elektör prensleri denetimi altına aldı, papalığı yumuşattı ve İtalya’ya müdahaleden vazgeçti. Elektör prensler Alman krallığı üzerindeki etkili konumlarım ancak Aİ brecht’in öldürülmesinden sonra yeniden elde ettiler.
Alıntıdaki Ek 48824
Heidelberg Şatosu, 14. yy

Albrecht’in sert tutumundan kurtulan prensler, kendilerine bir efendi gibi davranmak yerine hizmet edecek bir kral aramaya giriştiler. Sonuçta Trier başpiskoposunun aday gösterdiği kardeşi, 1308’de VII. Heinrich adıyla tahta çıkarıldı. Lüksemburglu olan bu hanedan büyük toprak sahibi değildi. Heinrich elde ettiği konumu kullanarak hemen mülklerini artırmaya başladı. 1310’da da onun emri ve yerel toprak sahiplerinin de onayıyla Bohemya krallığı oğlu Joharın’a verildi. Böylelikle Habsburglarla birlikte Lüksemburg çıkarlarının merkezi de doğuya doğru kaymaya başladı. Ama Heinrich, Habsburg soyundan öncellerinden farklı olarak, imparatorluğun İtalya’ daki eski egemenliğini canlandırma düşleri de kuruyordu. 1310-13 arasındaki İtalya seferi çok parlak başladı ve Heinrich 1312’de Roma’da Kutsal Roma-Germen imparatoru olarak taç giydi. Ama Alman egemenliğinden duyulan geleneksel korku, İtalyan devletlerinin direnişine yol açtı. Heinrich’in papalık fiefi olan Napoli Kralhğı’m zapt etme hazırlıklarından ürken papa, onu aforozla tehdit etti. 1313’te Heinrich ölürken, yeni bir papalık-imparatorluk çatışması kaçınılmaz gibi görünüyordu.

Prensler ve bölgeciliğin gelişmesi. Almanya’da Hohenstaufen etkisinin zayıflaması ve hanedanların sık sık değişmesi ruhban sınıfından olan ve olmayan bütün bölgesel prenslerin güçlerinin artmasına elverişli bir ortam yaratmıştı. Krallık yetkilerinin prenslerin egemenlik alanlarında doğrudan uygulanabilmesi gittikçe olanaksız hale geldi. Prensler kaleleri ve_geçit hakkı alman duraklan artırmakta, madenleri işletmekte, para basmakta ve imparatorluk mahkemesinde temyiz edilen davalar dışındaki uzlaşmazlıkları çözmekte özgür oldular. Prensliğin din adamları, soylular ve kentlilerden oluşan üç zümresi de bu ortamı fırsat bilerek hoşnutsuzluklarını belli etmeye ve prenslere akıl öğretmeye başladılar. Böylelikle ortaya çıkan sınırları az çok belirli bölgesel devletçik prensle zümrelerin ikili yönetimi altına girdi. Güç dengesinin bu iki odak arasında gidip gelmesi, bölgesel devletçiğin gelişme çizgisini önemli ölçüde etkiledi.

14. yüzyılın anayasal çatışmaları. VII. Heinrich’in ölümü, sonucuna karşı çıkılan yeni bir seçime ve bir iç savaşa yol açtı. Elektör prenslerin yeniden zayıf bir kontu kral yapma isteğini, seçimin kendi adayları arasından yapılmasında direten Habsburg ve Lüksemburg hanedanları engellediler. Habsburg yanlısı çoğunluk Avusturya dükü III. Friedrich’i (Güzel) seçti. Azınlık ise VII. Heinrich’in oğlu Joharın’ı seçtirmekten vazgeçerek, çok daha güçlü bir aday olan Wittelsbach hanedanından Bavyera dükü Ludwig’e destek oldu. Seçim geleneğinde henüz çoğunluk ilkesi yoktu. İtirazlı durumları sonuçlandırma yetkisi o sırada boş olan papalık makamına aitti. Sonunda iki taraf sorunlarını zor kullanarak çözdüler. Mücadeleyi 1322’de Ludwig kazandı, ama bu papalıkla uzun süren bir anlaşmazlığın başlangıcı oldu.

Papalık, seçimleri onaysız olduğu sürece geçersiz sayıyor, Ludwig ise çoğunluğun desteğinin unvanını yasal kıldığını, papalık onayına gerek olmadığını savunuyordu. 1338’de altı elektör Rhens Bildirgesi’yle Ludwig’in yanında yer aldı; Frankfurt’ta toplanan bir sonraki meclis de çoğunluk ilkesini imparatorluk yasası olarak benimsedi. Buna karşılık Papa VI. Clemens 1343’te Bohemya tahtının vârisi Lüksemburglu Karl’la ilişki kurarak, onu Ludwig’in yerine Alman tahtına geçirme hazırlıklarına girişti. Elektör prensler de birer birer Ludvvig’i tutmaktan vazgeçmeye başladılar. Papa yeni bir seçimin yapılmasında diretirken 1346’da Ludwig’in yanında yalnızca iki elektör kalmıştı. Öbür beş elektör 11 Temmuz’ da Rhens’de toplanarak Karl’ı kral seçtiler.
IV. Kari iç savaşa dönüşen seçim anlaşmazlıklarının Alman siyasal yaşamının 1198’den beri süregelen bir hastalığı olduğunu, Alman monarşisinin sağlamlığının büyük ölçüde bölgesel prenslere, özellikle de elektör prenslerin işbirliğine bağh olduğunu görmekte gecikmedi. 1355’te Kutsal Roma-Germen imparatoru olarak taç giyip ülkesine dönünce, Alman zümreler meclisinin de (Diet) onayı ile temel bir anayasal belge çıkarttı. Üstündeki altın mühürden dolayı bu belge Altın Ferman adıyla anıldı. Karl’ın iki temel amacı, gelecek seçimlerde anlaşmazlık alanını daraltmak ve elektörlerle olan bağlarını güçlendirmekti. Her zaman oybirliğini sağlamak çok güç olduğundan Rhens Bildirgesi’nde benimsendiği gibi çoğunluk oyu geçerli kabul edildi. Kilise dışı elektör prenslerin topraklarının bölünemeyeceği ve yalnızca en büyük erkek çocuğa kalabileceği kabul edilerek, elektörlük hakkının kime geçeceğine ilişkin sorunlar çözüldü. Elektör sayısı yedi olarak korundu; Mainz, Köln ve Trier başpiskoposları ile Ren-Pfalz kontu, Bohemya kralı, Brandenburg sınır kontu ve Saksonya dükü yedi elektörü oluşturdu.
Altın Ferman elektörlerin kendi sınırlan içindeki güçlerini çok artırdı ve imparatorluk içinde onlara geniş ayrıcalıklar tanıdı. Elektörlere öykünen öbür bölgesel prensler de aynı ölçüde bağımsızlık kazanma mücadelesine giriştiler.

IV. Karl’m gücü temelde, Lüksemburg hanedanının elinde bulunan ve Brandenburg’un da satın alınmasıyla (1373) büyük ölçüde genişleyen topraklardan geliyordu. Alman tahtı bir saygınlık ve etki kaynağıydı; ama gelir ve toprak açısından Karl’ın doğu ve kuzeydoğudaki mülkleriyle karşılaştırılamazdı. Elektörlere tanınan ayrıcalıklarla dolu olan Altın Ferman, azalan taht topraklan, yetersiz gelir, bir ordunun ve uzman memurların olmaması gibi monarşinin temel sorunlarından hiçbirini ele almamıştı.
Mali sorunlar çok ciddiydi ve öteden beri süregeliyordu. 1198-1257 arasında yaşanan sorunlu seçimlerde destek kazanmak amacıyla krallık toprakları ve hâzinesi cömertçe dağıtılmıştı. Rudolf zamanında imparatorluk kentlerine ağır vergiler konmuş, Avusturya almana değin gelirlerin önemli bölümünü bu kentler sağlamıştı. Ama Rudolf’ tan sonraki hükümdarlar zaman zaman bunları yerel prenslere ipotek ettiği için, vergileme hakkı da kalmamıştı.
Alman krallarının topluma barış getirme vaadi bir türlü gerçekleşmiyordu. Zaten ellerinde barışı sağlayacak kurum ve olanaklar da yoktu. Bu işlev giderek bölgesel kent birliklerince ve yerel prenslerce yerine getirilmeye başladı. Kısacası Alman kralları aynı zamanda hem feodal süzeren, hem kilisenin koruyucusu, hem de barışın bekçisi olma gibi üçlü rollerini giderek yitiriyorlardı.

Prenslerin sürekli yükselişi. 1378’de IV. Kari öldüğü zaman Almanya’nın prensliklere ayrılması oldukça ileri bir aşamaya ulaşmıştı.
Güney Almanya’da, Schwaben’deki Hohenstaufen düklüğünün dağılması, asıl topraklan Alsace, Breisgau, Vorarlberg ve Tirol’de bulunan Habsburglara büyük üstünlük sağladı. Rudolf’un 1282’de Avusturya ve Steiermark’ı almasıyla Habsburg topraklan iki katınmın üzerine çıkmıştı. Habsburglarm kuzey komşulan ve rakipleri olan Württemberg kontları, 1495’te düklük statüsüne yükseldiler. Baden sınır kontlan ise daha çok topraklarını güneye doğru genişletmeye çalışıyorlardı. Bu üç büyük birimin içinde her an evlenme, satın alma ya da çatışma yoluyla varlıklarını kaybetme kaygısında olan daha küçük beyler yer alıyordu.
Orta Almanya’da Wettin hanedanından Meissen kontları güney bölgelerini sürekli zorlayarak 1423’te Saksonya elektörlüğünü ele geçirdiler. Batıda ise 1263’te aldıkları Thüringen’i tahta bırakmamayı başardılar. Hessen kontlan, güçlü komşularla çevrili
olmakla birlikte, Wettin hanedanından toprak almayı başardılar. Hessen’in doğu ve güneyindeki Ren Bölgesi Mainz, Trier ve Köln başpiskoposları gibi büyük dinsel prenslerin ülkesiydi. Ayrıca dört tane elektörlüğü içeren bu bölge siyasal bakımdan çok önemliydi.
Doğuda Mecklenburg Düklüğü iyice İskandinav sorunlarının içine çekilmişti. 1363’te de Albrecht ile İsveç’te yeni bir kraliyet hanedanı başladı. Brandenburg elektörlüğü 1415’te Nürnberg kontu Friedrich’e verildi. Bohemya Krallığı’nm, Lüksemburg egemenlik alanının merkezi olma konumu sürüyor, gümüş madenleri de krallık gelirlerinin artışına önemli katkıda bulunuyordu. Bu bölgede Slavların Alman azınlığın ekonomik ve kültürel etkilerine duyduğu tepki gittikçe arttı ve monarşi için huzur bozucu bir düşmanlık haline geldi.

Çeşitli prenslik topraklan içinde prenslerin otoritesi tam olarak kurulmamıştı. Çoğu kez prenslikler birbirinden kopuk toprak parçalarına yayılmıştı ya da dağınık bütünler oluşturuyorlardı. Her yerde daha alt kademelerdeki soylular, prensin gücüne karşı çıkıyor, haklarını ve /teflerini korumak için birlikler oluşturuyorlardı. Özyönetimli kentler de prenslerin karşısına çıkıyordu. Bu durumda prenslerin yetkilerini kullanma çabaları, muhalefetin birleşmesine, düşmanlıkların doğmasına yol açıyordu.
Bu arada ruhban olmayan büyük prensler, topraklarını yalnızca en büyük oğullarına bırakmak yerine eski Germen geleneğine göre bütün oğulları arasında bölüştürmekte direndiler ve kendi güçlerini sarstılar. Katedral kurullarınca seçilen ruhban prensler arasında sorun ise dinsel nedenlerle evlenememeleri sonucunda vârislerinin olmamasıydı.

Kentler ve prensler arasında sürtüşme. IV. Karl’ın hükümdarlığı döneminde elektör prensler, Lüksemburg hanedanının bir monarşiye dönüşmesini önleme kaygısıyla, çok da istekli olmadıkları halde oylarını Wenzel’e (Wenceslas) verdiler. Öbür prenslerin çoğu da bu kaygıyı paylaşıyordu.
Wenzel (hd 1378-1400) babasının güçlü yönetiminin ardından ortaya çıkan pek çok sorunu devralmıştı. Kaba bir insandı; genellikle içkili dolaşıyordu. Zamanının çoğunu Bohemya’da geçirmesi, Almanya’nın sorunlarıyla yeterince ilgilenmediği görüşünün yayılmasına yol açmıştı. Bunun sonucunda prensler, kentler ve soylular arasındaki sürtüşmeler açık bir savaşa dönüştü.
Bu çatışmaların arkasında uzun zamandır var olan sorunlar yatmaktaydı: Kırsal nüfusun toprağa bağımlı yaşamaktansa kentlerin özgür havasına kaçması, işgücünü azaltıp gelir akışını aksatıyordu. Kırsal kesimde kalanlar da komşu kentlerin koruma ve yönetimini benimseyerek kendilerini ve topraklarını beylerin denetimi dışında bırakıyorlardı. Kentler ise bir ölçüde kırsal üretimin kentlerdeki loncalarla rekabet etmesini önlemek amacıyla, etki alanlarını yerel beylerin zararına genişletmeye çalışıyorlardı.

İkinci temel sorun, feodal beylerin kendi topraklarından geçen kent mallarından geçiş ücreti almakta direnmeleriydi. Aslında yol ve ırmaklardan geçiş için alman ücretler, tüccarlarla mallarının güvenliğinin sağlanmasının karşılığı idi. Ama yol boyunca durak sayısının, dolayısıyla geçiş parasının artırılması ticareti engelliyor, birçok anlaşmazlığın doğmasına ve beylerin mallara el koymasına yol açıyordu.
Bunalımın üçüncü ve en önemli nedeni Wenzel’in izlediği mali politikada yatıyordu. Bohemya’dan elde edilen gelirler çok olmakla birlikte bunlar büyük oranda Wenzel’in seçilmesini sağlayanlara aktarılmış, yeni kaynak sağlamak için de imparatorluk kentlerine ağır vergiler konmuştu.
4 Temmuz 1376’da Schwaben’deki 14 imparatorluk kenti, Ulm ve Konstanz kentlerinin öncülüğünde toplanıp adil olmayan vergilere karşı durmak amacıyla bir birlik oluşturdular. 1385’e gelindiğinde Schvvaben Birliği’nde 40 üye toplanmıştı ve bunlar Alsace, Ren Bölgesi ve Saksonya’daki benzer ittifaklarla bağlantı içindeydi. Katılanların sayısı arttıkça Wenzel’in başlangıçta birliğe duyduğu düşmanlık da azaldı, birliği resmen değilse de sözlü olarak onayladı. Resmî onayın prensleri kızdıracağından korkuyordu; ayrıca Altın Ferman’da, bütün kent birliklerinin yasadışı olduğuna ilişkin bir madde vardı. Ağustos 1388’de Schwaben ve Franken prensleri, Schwaben Birliği’nin çoğu paralı asker olan güçlerini Stuttgart yakınlarında kuşattılar. Bunu izleyen kuşatmalara kentler başarıyla direndi; ama bu olaylar onların ekonomik durumunu sarsmıştı. Uzayan mücadele, prenslerin kaynaklarını da zorluyordu. 1389’da Wenzel işe karıştığında her iki taraf da barış yapmaya hazır duruma gelmişti. Sonunda kent birlikleri dağıtıldı.

Wenzel’in başlangıçta kentleri desteklemesi, elektörlerin gözünden düşmesine neden oldu. Tahttan uzaklaştırılması için çeşitli yollar önerilmeye, hatta denenmeye başladı. 1399’da elektörler Wenzel’i azletmek niyetinde olduklarını açıkça ilan ettiler. Bu kez de onun yerini kimin alacağı konusunda önemli görüş ayrılıkları çıktı. Sonuçta, çoğunluğu ancak kendi oyuyla sağlayabilen III. Ruprecht seçildi.
1400-10 arasında tahtta kalan Ruprecht, Alman monarşisinin gücünü canlandıracak beceriden ve kaynaklardan yoksundu. Prenslerin ve kentlerin onu tanıması zaman aldı. Bir kralı ancak papanın azledebileceğini iddia eden papa da Ruprecht’i onaylamayı geciktirdi. Wenzel’e karşı düzenlediği sefer Prag surlan önünde yenilgiyle sonuçlanan, tacı papanın elinden giyme hayali ile gittiği İtalya seferinden eli boş dönen kral için en büyük tehlike ise Ren elektörleriyle ilişkisinin bozulmasından kaynaklandı. 18 Mayıs 1410’da Ruprecht ölünce, çok yaklaşan iç savaş da önlenmiş oldu.

Yeni kral seçimi gündeme gelince, güçlü Lüksemburg hanedanının kendilerinden olmayan bir adaya karşı çıkacağı anlaşıldı. Dört elektörün, adaylarının değişmesi koşuluyla Lüksemburglu bir kralın seçilmesini onaylamaları üzerine 20 Eylül 1410’da Wenzel’in kardeşi Sigismund seçildi. Bundan 11 gün sonra ise başka bir grup da Wenzel’in kuzeni Moravyalı Jost’u kral seçti. Jost ertesi yıl ölünce Sigismund tartışmalı unvanına yeniden kavuştu.
Sigismund enerjik, çok yönlü ve akıllıydı. Ama uzun yılların deneyimleri bile yeni tasarılara yönelmekteki aceleci tutumunu törpüleyemedi; mali konulardaki yeteneksizliği çevresini her zaman şaşırttı. Kişisel gücünü artırma ve hanedanına servet kazandırma hırsıyla dolu Sigismund’un kafasında öncelikle kendi krallığı Macaristan ve daha sonra ele geçirdiği Bohemya yer alıyordu; bunlar sürekli olarak Almanya’ya ilişkin konuların önüne geçiyordu.
Hus anlaşmazlığı. Sigismund’un Almanya’dan uzun süreler uzak kalmasının bir nedeni de Bohemya’daki Hus sorunuydu. Bohemya’daki Çek Kilisesi kendine özgü bir kimlik kazanmış ve uygulamalarında büyük ölçüde özerk davranmaya alışmıştı. Dinsel konulardaki bu bağımsızlık ruhu 14. yüzyılda Çekler arasında yavaş yavaş kendini gösteren bir milliyetçilik duygusuyla birleşmeye başladı. Bu duygu Alman azınlıktan nefret etmek gibi olumsuz bir biçime yöneldi. Bohemyalı din adamlarının lüks düşkünlükleri ve ahlaka aykırı davranışları ise, öğretileri giderek güçlü bir püriten nitelik kazanan dinsel reformculara hoş gözükmüyordu. Bu üç hareket Jan Hus’un kişiliğinde birleşti.

Prag Üniversitesi’nin İlahiyat Bölümü’nden mezun olan Hus, Prag’daki Betlehem Kilisesi’ne atandı ve verdiği vaazlarla kısa sürede büyük ilgi topladı. 1410’da Prag başpiskoposu Zbynek’in aforoz ettiği Hus papalık mahkemesine çıkmayı reddetti ve vaaz vermeyi sürdürdü. Bir süre sonra Wenzel’in isteği üzerine başkentten ayrıldı, ama ülkenin her yerinde vaazlar vererek cemaatini genişletti. Halk kitleleri, Hus’un öğretilerini gündelik dille açıklayan Çek rahiplerinden Alman azınlığın istilacı ve gerek Bohemya’nın, gerekse gerçek dinin düşmanı olduğunu öğreniyordu. Topraklarını satış ya da ipotek yoluyla kentlerdeki zengin Alınanlara kaptırmış olan güçsüz soylular hızla bu görüşlere yöneldi. Kilisenin zengin mülklerini ele geçirmeyi uman bazı yüksek soylular da Hus’un, Çek Kilisesi’ni havarilerin yoksulluğu düzeyine indirme önerisini benimsiyordu.

Bohemya’daki huzursuzluğu gören veliaht Sigismund Hus’u düşüncelerini Konstanz Konsili önünde açıklayıp kanıtlamaya davet etti. Bunu kabul eden, ama sorgulamada görüşlerini değiştirmeyen Hus, 28 Kasım 1414’te tutuklandı ve 6 Temmuz 1415’te yakılarak öldürüldü. Sigismund’un, Hus’u meclise çağırdığı sırada yaptığı protokole uyulmadığı yönündeki protestoları ise, hüküm giymiş zındıklarla yapılan anlaşmaların bağlayıcı olamayacağı ileri sürülerek önemsenmedi.
Hus’un ölümü onu, Çekler arasındaki izleyicilerinin gözünde bir şehit ve milli kahraman konumuna getirdi. Bunlar Sigismund’a lanetler yağdırıp papazlara ve kiliselere saldırarak öfkelerini gösterdiler. Katolikler de aynı biçimde karşılık verdiler. Bütün bunlar Sigismund’un tahta çıktığı sırada Bohemya’da adeta bir iç savaş havasının egemen olmasına yol açtı. Yeni kralın yatıştırıcı ve uzlaştırıcı tutumu da bu karmaşık dinsel ortamda yararlı olamadı. Papa, kralı Husçuların üzerine gitmeye yönelterek, karşılığında ona imparatorluk tacını vaat etti. Sigismund’un, Almanya içinden kaynak sağlayamadığı için, daha çok paralı askerlerle yaptığı saldırılar bir sonuç vermedi; bu seferlere mali güç oluşturmak için konan yeni vergiler de hoşnutsuzluk yarattı. 142930’da Husçular Saksonya, Thüringen ve Franken’e saldırdılar. Deneyimli Husçuların kaba kuvvetle yenilemeyeceği anlaşılınca Sigismund kiliseyle onları uzlaştırmayı Basel Konsili’ne bıraktı. Uzun süren zorlu görüşmeler sonucunda belirli bir anlaşma sağlandı ve ayaklanmacılar kraldan, kiliseden aldıklarından da çok şey kopardılar.
Habsburglar ve imparatorluk. Sigismund, erkek vârisi bulunmadığı için yerine damadını, Habsburglardan Avusturya dükü II. Albrecht’i aday gösterdi. İki hanedanın topraklarının birleşmesiyle gücü artan Albrecht yetenekli ve etkili biriydi. Alman siyasal yaşamında öne çıkarak tahta oybirliğiyle getirildi. Elektörlerin reform adı altında önerdikleri, prenslerin yetkilerini artırıcı tasarıları ise benimsemedi. Albrecht, OsmanlIlara karşı savunmak için gittiği Macaristan’da öldü (27 Ekim 1439).

II. Albrecht’in oğlu yaşça küçük olduğu için, kuzeni Steiermark dükü Friedrich Habsburg hanedanının başma geçti. III. Friedrich kayınbiraderi Saksonyalı Friedrich’in desteği sonucu gene oybirliği ile Almanya krallığına seçildi. Bu seçim Habsburglarla Alman Krallığı arasındaki ilişkiyi daha da pekiştirmişti, ama tahta da Almanya ile pek ilgilenmeyen, daha çok hanedan ve astrolojiyle uğraşan bir kralın geçmesine yol açmıştı. Bu dönemde prensler arasındaki düşmanlıklar, yıkım ve yağmalarla sonuçlanan kanlı savaşlara dönüştü. Herkes barışın gerekliliğinden söz ediyordu, ama barışı kimin sağlayacağı belli değildi. Sürekli bir barışın yapılması, bunu sağlayabilen için önemli bir güç kaynağı olacaktı; bu nedenle de III. Friedrich’le prensler arasındaki mücadele uzun, şiddetli, ama sonuçsuz oldu.

OsmanlIların Varna ve Kosova zaferlerinden sonra hızla batıya doğru ilerlemeleri bir bunalım dafıa yarattı. Habsburgların Macaristan krallığı ve III. Friedrich’in kendi düklüğü Steiermark Osmanlı ordusunun yolu üzerindeydi. 1453’te Konstantinopolis’in (İstanbul) düşmesi Doğu Roma İmparatorluğumu yok etmişti ve Almanya’da Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun da aynı sona uğramasından korkuluyordu. Kral bu fırsatı değerlendirerek meclisten OsmanlIlara karşı durmak için mali yardım istedi. Başta prensler olmak üzere mechs de krala, içteki karmaşa nedeniyle Almanya’nın savunma gücünün zayıfladığını hatırlattı.
III. Friedrich düşürülmeden önemli reformların sağlanamayacağına inanan prenslerin sayısı giderek artıyordu. Yerini yitirmekten korkan Friedrich küçük reformlar yapmaya başladı. Kralın sonunu getiren, kardeşi Albrecht’in ölümüyle 1463’te Avusturya’yı da elde etmesi oldu. Dikbaşlı Avusturya soyluları kısa zamanda Friedrich’i değerlendirdiler ve otoritesini görmezden geldiler. Bu arada Avusturya’yı doğuda ve güneyde Macaristan’ın toprağa doymaz hükümdarı I. Mâtyâs tehdit ediyor, güney sınırlarından da OsmanlIlar saldırıyordu. Friedrich’in sürüp giden kararsızlığını gören ve zaten Bohemya’nın bir bölümünü zapt etmiş olan I. Mâtyâs Avusturya’ya karşı bir saldırıya geçti ve 1485’te Viyana’yı ele geçirdi. Friedrich Almanya’ya kaçarak prenslerden yardım almaya çalıştı. Böylece reform yanlılarına uzun süredir bekledikleri fırsatı verdi; tahtı oğluna bırakmaya zorlanan Friedrich krallığın Habsburglarda kalmasıyla avunarak, pek de istekli olmadan bu öneriye uydu ve 1486’da Maximilian kral seçildi. Friedrich 1452’de Roma’daki taç giyme töreninden beri sahip olduğu imparator unvanını korudu, ama Almanya yönetiminde hiçbir rol oynamadı.

1500 öncesinde bölgesel devletçiklerdeki gelişmeler. 1500’e gelindiğinde birçok prenslikte, prenslerle yerel zümre meclisleri (Landstande) arasındaki mücadelenin sonucu açıklık kazanmamıştı. Çatışma biraz da tarafların hükümet anlayışındaki farklılıktan kaynaklanıyordu. Ruhban olmayan prensler topraklarını, oğullan arasında anlaşmayla paylaştırabilecekleri özel mülkleri olarak görüyor, özel ve resmî gelirleri arasında aynm yapmıyorlardı. Üç zümre (ruhban, soylular ve kentliler) ise toplumu yerel meclislerin temsil ettiğini ileri sürüyorlardı. Bu nedenle de prenslerin davranışlanyla zümre çıkar va ayrıcalıklarına zarar vermemeleri için meclislerin onayını almaları gerektiğinde diretiyorlardı. Benzer biçimde, toprakların aile anlaşması ile prensin oğulian arasında bölünmesine karşıydılar. Sonunda prensliklerin küçük beyliklere bölünmesinin doğru olmadığı daha sağduyulu prenslerce de benimsendi. Mali alanda ise olağanüstü vergilerin konması, prenslerle zümreler arasında en önemli konu olarak kaldı. Bu yerel meclislerin amacı, üç zümrenin de ayrıcalıklarını korumak, prensin yetkilerini sınırlı tutmak ve vergilendirmeyi kısıtlamaktı. Ama aynı zamanda, iyi yönetimden yanaydılar ve aydın prensler genellikle karar almadan önce onlara danışırdı. Prensler bu güçlü ve çoğu kez kavgacı kurumlara karşı dikkatli davranıyor ve sürekli olarak meclislerin ancak prens çağırdığı zaman toplanabileceğini ileri sürüyorlardı.

Meclisin duvarları dışında ise prenslerin güçlü uyruklarını dizginleme çabalan şiddetli direnişlere yol açıyordu. Gururlu ve dikbaşlı soylu vasallar, özgürlükleri ile oynamaya kalkan herhangi bir prense karşı kolayca birleşebiliyorlardı. Prenslik topraklarındaki kentler de bağımsızlıklarını korumada aynı ölçüde kararlıydılar. En yoğun mücadele Brandenburglu Hohenzollern hanedanının yerel özgürlüklerin taşdüşmanı olarak ortaya çıktığı doğu bölgesinde, bir de kuzeyde geçiyordu. Güneyde ise prenslerin, İtalya ticareti ile zenginleşen kentlerle başa çıkmasına zaten olanak yoktu.
1300-1500 dönemi bölgesel devletçiklerde merkezî hükümet organlarının yavaş yavaş çeşitlenip uzmanlaştığı yıllar oldu. Ana kurum, üst tabaka soylularla din adamlarından oluşan ve prensin istedikçe başvurduğu danışma meclisiydi (Hofrat). Meclisin işleri belirlenmiş değildi ve üyeleri arasında herhangi bir işbölümü yoktu. Üyeleri de kesin değildi ve bazıları toplantıya ancak özel davetle katılırdı. Böyle uzmanlaşmamış ve oturmamış bir organ, merkezî hükümetin gittikçe karmaşıklaşan sorunlarının üstesinden gelemiyordu. Bu nedenle 14. ve 15. yüzyıllarda “günlük” ya da sürekli meclis üyeliği biçiminde bir profesyonel öğe devreye sokuldu. Bu üyeler genellikle İtalya’da ya da Prag (1364), Viyana (1365), Heidelberg (1386), Rostock (1419) ve Tübingen (1477) gibi yeni açılmış üniversitelerde eğitilmiş ve Roma hukukunu çok iyi bilen hukukçulardı. Roma hukukunun merkezileştirici, otoriter hükümleri geleneklerin çok köklü olduğu Saksonya ve SchlesvvigHolstein dışındaki her yerde prenslerin gücünün artmasına elverişli bir ortam oluşturdu. Özel beceriler gerektiren mali yönetim, hükümetin ayrı bir bölümüne (Hofkammer) verilmişti. Prense devlet işlerinde yardımcı olması için de gözde danışmanlardan oluşan özel bir kurul (Geheimrat) vardı. Yeni yönetsel yapının en zayıf yanı maliye konusuydu. Hohenzollernleri örnek alarak yıllık bütçeyi hazırlamak ve düzenli olarak hükümete hesap sunacak maliye görevlileri kullanmak gibi düzenlemelere pek az prens girişmişti.

14. ve 15. yüzyülarda Alman toplumu, ekonomisi ve kültürü. Ticaret ve el sanatlarında görülen büyük ilerlemelere karşın ortaçağ sonlarında Alman toplumu hâlâ tarıma dayanıyordu. 1500’de 12 milyon olduğu tahmin edilen nüfusun yalnızca 1,5 milyonu kent ve kasabalarda yaşıyordu. Tarımın örgütlenmesi bölgeden bölgeye farklılıklar gösteriyordu. Kuzey ve kuzeydoğunun yeni yerleşilmiş topraklarına özgü büyük çiftliklerle geniş malikânelerde üretilen tahılın fazlası Baltık limanlarından ihraç ediliyordu. Daha yoğun nüfuslu güney ve güneybatı bölgeleri ise birçok küçük köyün ve küçük soyluların “cüce” malikânelerinin bulunduğu bir kesimdi. Kuzeydoğuda Toton Şövalyeleri’nin başını çektiği büyük toprak sahipleri başlangıçta özgür olan çiftçiler üzerindeki denetimlerini sıkılaştırdılar; dolaşım özgürlüklerini kısıtlamakla başlayıp giderek onları toprağa bağlı serilere dönüştürdüler. Güneyde, kentlerden gelen yoğun tahıl talebi, toprak sahibi büyük köylülere yaradı; bunlar üretim fazlalarını en yakın kentte satarak kazançlarını toprak alımına yatırdılar. Küçük çiftçi ve köylüler ise ancak kendilerine yetecek kadar üretim yapabiliyor, üretim fazlaları olmadığı için de büyüyen kentsel talepten yararlanamıyorlardı. Babadan kalan toprakların vârisler arasında bölünerek çok küçülmesi kentlere akm edilmesine yol açıyordu.

Güney Almanya’da kırsal toplumdan kentsel topluma geçişin sancılan, ruhban ve kilise dışı toprak sahiplerinin izlediği politikalarla daha da arttı. İşgücü kıt, maliyetler yüksekti. Kendi çıkarlarını önde tutan beyler, topraklarında yaşayanlardan isteklerini artırmaya başladılar. Ama bu uygulamalarla birlikte hoşnutsuzluklar da belirdi. Gözü en zor doyanlar ruhban toprak sahipleri olduğu için hoşnutsuzluklar giderek kiliseye yöneldi ve Gotha (1391), Bregenz (1407), Rottweil (1420) ve Worms’de (1421) yerel ölçekte karışıklıklar çıktı. 15. yüzyılda Yukarı Ren Bölgesinde, Alsace’da ve Kara Ormanlar’da da kargaşalıklar gittikçe artıyordu. Köylülerin haklı, ama çoğu kez karşılanamayacak ölçüdeki isteklerine toprak sahiplerinin sert biçimde karşı çıkışı ise yangını körükleyerek 1524-25’teki büyük ayaklanmalara yol açtı.
Soyluların alt tabakası iki belirgin gruptan oluşuyordu: Topraklarını doğrudan tahttan alan imparatorluk şövalyeleri (Reichsritter) ve tahtla doğrudan bağlantılarını yitirerek yerel prenslerin vasalı durumuna girmiş taşra soyluları (Landesadel). İmparatorluk şövalyeleri Hohenstaufen hanedanından imparatorlar tarafından askeri ve yönetsel görevlere getirilmişlerdi; daha çok Schwaben, Franken, Alsace ve Ren Bölgesindeki Hohenstaufen topraklarında yaygındılar. Hohenstaufen hanedanı yok olunca bunlar işlevlerini ve kazançlarını yitirdiler. Artan fiyatlar karşısında küçük topraklarının gelirinin alım gücü kalmadı. Sınıfsal önyargılan nedeniyle bir ticaret ya da üretim etkinliğine de girişmediler. Talihlerinin tersine dönmesinin yarattığı öfkeyle ellerinde kalan vergi bağışıklığı ve savaşma hakkı gibi ayrıcalıklara daha çok sarıldılar. Prenslerin onları sıradan uyruk konumuna indirmek için yaptığı baskılara karşı koydular ve taşra soylularıyla güçlü birlikler oluşturarak yerel çatışmalara karıştılar. Bunun sonucunda şövalyelerin bir bölümü basit havdutlar haline geldi, bir bölümü de İtalya ya da Almanya’da paralı asker (Saldritter) oldu. Doğu Almanya’daki şövalyeler aynı ölçüde dikbaşlı, ama çok daha varlıklıydılar; malikâneleri (Rittergut) daha büyüktü, ellerinde kazanç sağlayacak kadar üretim fazlası kalıyordu. Yerel zümre meclislerine katılıyorlardı. Bu nedenle prenslerin gücü karşısında daha sağlam bir durumdaydılar.

15. yüzyılda Almanya’da kentsel nüfus yaklaşık 3 bin kentle kasabada toplanmıştı. Bunların 2.800 kadarında nüfus 100 ile 1. 000 kişi arasındaydı. Nüfusu 10 bini aşan kent sayısı 15’i geçmiyordu. Bu küçük grup içinde Köln, Augsburg ve Nümberg öne çıkmıştı. Köln’ün en kalabalık nüfusu 13. yüzyılda 60 bindi. Ama iç çatışmalar, kovulmalar ve dış göçlerle bu sayı 1500’de 40 bine düştü. 1500’de en kalabalık Alman kenti, 50 bin kişiyle Augsburg’du. Üçüncü sırada 30 bin kişiyle hızla büyüyen Nümberg vardı. Kentsel nüfus arasında toplumsal birlik duygusu en çok 13. yüzyılda ortaya çıktı: Loncalar nüfuzlu kentli ailelerle birleşerek beylerinden bağımsız bir kent meclisi (Stadrat) kurma yetkisi aldılar. 14. yüzyılda kentli oligarşi sistemli olarak lonca ustalarını bu meclisin dışında tutmaya başlayınca birçok yerde ayaklanma çıktı. Çatışmanın temelinde üretici lonca üyelerinin kentsel üretimi tüccarların sıkı denetiminden kurtarma isteği yatıyordu.
Bu arada ustalar rekabeti azaltmak için yeni üyelerin katılmasını engelledikçe, loncalar da giderek daha oligarşik ve kapalı bir yapıya büründü. Çırak ve kalfalıktan ustalığa geçebilmek için büyük paralar ödenmesi gerekiyordu ve birçok loncaya hemen hemen yalnızca ustaların oğullan üye kabul ediliyordu. Kalfalar zamanla daha fazla ücret ve daha kısa iş saati isteklerini kabul ettirebilmek için kendi birliklerini oluşturmaya başladılar. Ustalar ise bu birlikleri yasadışı ilan edip elebaşlarım kara listeye aldılar ve düşük ücret uygulamasını sürdürmek için birleştiler. Lonca dışında günlük ya da geçici çalışan işçilerin hiçbir güvencesi yoktu. Alman kentlerinin bugüne kalan vergi kayıtlarına göre kentlerde hem aşın zenginlik, hem de aşırı yoksulluk vardı.

Almanya’da laik toplumun güçlenmesi ve kendini kabul ettirmesi kilisenin zararına gerçekleşiyordu. Üst düzey din adamlarının arasında siyasal önderliği de yürüten 100’den fazla başpiskopos, piskopos ve başkeşiş vardı. Piskoposlar genellikle aristokrat ailelerden geliyorlardı ve kilise görevine seçilmiş olmaları, bunların savaşa ve toprak edinmeye yönelik tutkularını engellemiyordu. Kilisede alt kademeler de dünyevi çıkarlara yöneliyordu. 1348-49’daki veba salgınında, kaçmak yerine hastalara bakmayı seçen birçok değerli papaz ölmüştü. Boşalan yerlere gelenler ise ruhsal bakımdan yetersiz, kendi çıkarlarını kollayan kişilerdi. Bunların sayısı çoğaldıkça görevlendirilmeleri ve ödenek bulmaları da zorlaştı.
1200-1500 döneminde Alman ekonomisinin en önemli başarısı ticaret ve tanm dışı üretimde oldu. Kuzeye yönelik Akdeniz ticaretinin, Yüz Yıl Savaşları nedeniyle geleneksel geçiş yolu olan Rhöne Vadisinden doğuya, Alp geçitlerine kayması, iç çatışmalar sonucu İtalyan kent devletlerinin uzak ülkeler ticaretindeki üstünlüklerinin zayıflaması ve Baltık’la Tuna arasındaki Doğu Avrupa kolonilerinde ekonominin hızla gelişmesi Alman ticaretine büyük kazançlar sağladı. Almanya’da ticaret kuzeyde genel olarak tahıl, balık, tuz, maden gibi temel maddelerle sınırlıyken, güneyli Alman tüccarlar İtalya ile Avrupa’nın başka yerleri arasındaki ticarete aracılık ederek 15. yüzyılın sonunda üstünlüğü ele geçirmişlerdi. Schwaben keteni üretip ihraç eden Büyük Ravensburg Ticaret Kumpanyasının (13801530) etkinlikleri ticaretle üretimi birleştirdi. Böylece Höchstetter, Herwart, Adler, Tucher ve Imhof gibi ailelerin servetlerinin temeli atıldı. Bağımsız girişimcilerin en önemlisi Augsburglu dokumacı Hans Fugger’in aile kuruluşuydu. Fugger ailesinin birikimi tefecilik ve bankacılık için sermaye oluşturdu.

Odak noktası işlevi yüklenecek güçlü bir merkezî monarşi olmadığı için, Alman kültürü bölgesel niteliğini ve çeşitliliğini sürdürdü. Meister Eckhart, Joharın Tauler ve Heinrich Suso’nun tüm insanları Tarın’mn krallığını kendi içlerinde aramaya çağıran mistisizmi, özellikle kiliseden yeterli ilgiyi göremeyen insanların kendi iç değerlerine yöneldiği Ren Bölgesindeki kentlerde gelişti. Aynı bölgede toplumsal ve ahlaksal yergi edebiyatı da canlı bir gerçekçiliğe ulaştı. Strassburg (Strasbourg) doğumlu Sebastian Brant (1458-1521) insanın akıl yoksunluğunu işlediği Narrenschiffit (1494; Deliler Gemisi) hiçbir sınıfı eleştiriden uzak tutmadı. İtalyan hümanizminin etkisinin henüz pek ulaşmadığı zengin Güney Almanya kentlerinde geç gotik kültürü mimarlık ve heykel sanatlarında olağanüstü güzellikler yarattı.

kaynak: Ana Britannica


Safi 14 Mayıs 2016 16:44

5 ek

İTİKATÇI DÖNEM, 1555-1648.


Devletin yapılanması ve Reform hareketi sıradan insanların yaşam koşullarında gerçek bir iyileşme sağlamadı. Bu arada hızlı nüfus artışının ve Yenidünya’dan gelen değerli metallerin etkisiyle fiyatlar çok yükseldi. Kentlerin pazarı daralıp gelirleri düştükçe siyasal etkileri de azaldı. Kapitalizmin ilk uygulamalarıyla üretim, eve iş verme biçiminde kentlerden kırsal kesime kaymaya başladı. Zenginler daha da zenginleşirken yoksullar iyice yoksullaştı. Siyasal ve ekonomik güç küçük bir azınlıkta toplandı. Toplumsal kutuplaşma açıkça görülür duruma geldi.
1555-1618 arasında din ve siyaset. Augsburg Barışı sonrasında imparatorlukta üstünlük sağlamak için çekişen dört güç vardı: Almanya’nın Katolik kalmış bölgelerine yayılmak isteyen Lutherci yönetimler, tanınmak için mücadele eden Kalvenciler, güçlü yönetimlerle işbirliğine girerek Protestanları durdurmaya çalışan Katolikler ve Katolik davasına hizmet etmeyi amaçlayan Habsburg imparatorları. 16. yüzyılın ikinci yarısında iki önemli etken bu durumda değişikliğe yol açtı. Bunlar Katolik Kilisesi’nde reforma aracılık eden Trento Konsili (154563) ve Cizvitlerdi. Katolik Reform hareketi Trent Konsili’nin kararlarına dayanıyordu. Bu kararların başlıca uygulayıcısı olan Cizvitler de daha çok Karşı Reform olarak bilinen bu hareketin eylemci aşamasında öne çıkan tarikattı. Almanya’da iyi örgütlenen Cizvitler, çoğu kendilerine itikat bildirisinde bulunmuş Katolik hükümdarlarla işbirliği yaptılar.

Protestanların eylemci kanadını ise Kalvenciler oluşturdu. Alman toplumunu derinden etkilemesi yüzünden bazı tarihçilerin “İkinci Reform” hareketi adıyla andığı Kalvencilik öbür Protestanların inançta reform yaptığını reddediyor, dolayısıyla kendini tek gerçek “Reform Kilisesi” olarak görüyordu. Pfalz elektörünün inançlarını benimsemesiyle Kalvenciler bu elektörlüğü ele geçirdiler. Almanya’da başka elektörlük, bölge ve kentlere de girmeyi başardılar. Cenevre Kalvenciliğinden farklı olarak otokratik devlet kilisesine kolayca uyum sağlayan Alman Kalvenciliği prensler tarafından saldırgan bir ilahiyat ve etkili bir siyasal silah olarak görüldü.
Mezhep çatışmalarının alevlendiği, itikat ve siyasetin iç içe geçtiği bu dönemde herhangi bir olay savaşa yol açabilirdi. 1582’de Köln elektör başpiskoposu Kalvenciliği benimsedi ve 1555 barışının koşullarına meydan okuyarak unvanını bırakmayı reddetti. Bu tutumu elektörler arasında Protestanların çoğunluk olarak imparator seçimini belirlemesi anlamına geliyordu. 1583’teki Köln Savaşı’nda İspanyol birliklerine yenilen Köln başpiskoposu çekilmek zorunda kaldı. Bu arada Habsburglar da Katolik davasına hizmet çabalarında engellerle karşılaştılar. Sorunlu bir kişiliği olan II. Rudolf yönetimi (ve 1612’de de tahtı) kardeşi Matthias’a bıraktı. Habsburgların Avusturya’da giriştikleri kapsamlı Karşı Reform köylü ayaklanmalarına yol açtı; Macar ve Bohemyalı soyluların direnişiyle karşılaştı. İmparatorun Donauwörth kentindeki Katolik azınlığı korumakla görevlendirdiği Bavyera dükü Maximilian’m birlikleri bu kenti işgal etti. Donauwörth olayını bahane eden Lutherci ve Kalvenci prensler 1608’de Protestan Birliği’ni kurdular. Buna karşılık olarak 1609’da Bavyera dükünün önderliğinde Katolik Birliği oluşturuldu. Her iki taraf da silahlandı ve dış güçlerle ittifaka girdi. II. Rudolf ve Matthias vâris bırakmadan ölünce Habsburg hanedanının toprakları acımasız bir Karşı Reformcu olan Arşidük Ferdinand’a (sonradan İmparator II. Ferdinand) kaldı. Ferdinand önceki imparatorun 1609’da Bohemya’ya tanımış olduğu din özgürlüğünü sınırladı. Bohemyalılar buna şiddetle karşı çıktılar ve miÜtan temsilcileri 1618’de iki imparatorluk danışmanını Prag’ da bir şato penceresinden aşağı atarak geleneksel protesto gösterisinde bulundular. Ferdinand savaşa hazırlanırken Bohemyalı soylular da bir Kalvenci olan Pfalz elektörü V. Friedrich’i kral seçtiler. Böylece Otuz Yıl Savaşları başladı.
Alıntıdaki Ek 48826

Otuz Yıl Savaşları Sonunda Almanya’da Mezhepler, 1650


Otuz Yıl Savaşları ve Vestfalya Barışı. İmparatorun ve Katolik Birliği’nin orduları Bohemya ayaklanmasını hızla bastırdı. Bohemya kralı Friedrich yenildi. Bohemya’da katı Katolik inanca ve otoriter yönetime dayalı “itikatçı mutlakıyet” kuruldu. İspanyol ve Bavyera birlikleri Pfalz’ı ele geçirdi; 1623’te Bavyera dükü Maximilian Pfalz elektörü oldu. Savaş yayılıp Katolikler zafere yakın görününce Habsburg egemenliğinden korkan Avrupalı güçler bir ittifak kurarak II. FerdinandTa savaşa girdiler. Bütün Avrupa’yı kaplayan savaşın ilk 10 yılında imparator gittikçe güçlendi ve 1629’da bir ferman çıkararak Protestan yönetimlerin 1552’den sonra el koyduğu bütün kilise mülklerinin geri verilmesini istedi. Savaşın ikinci aşamasında ise iç ve dış düşmanları bir kez daha imparatora karşı birleşti; özgürlüklerini yitirmekten korkan Katolik Alman yönetimler de Protestanlara katıldı. Bu aşamada savaşın vahşeti görülmedik boyutlara ulaştı. Örneğin imparatorluk birlikleri uzun süre direnen Magdeburg kentinde halkın üçte ikisini katletti. 1635’te dış müdahaleye son vermeyi amaçlayan Saksonya ve Brandenburg gibi Protestan yönetimler imparatorla Prag Barışı’nı imzaladılar ve 1629 fermanının kaldırılmasını sağladılar. Ama Ispanya’nın güçlenmemesi için savaşın sürmesini isteyen Fransa İsveç’e ve Alman prenslerine büyük .para yardımlarında bulundu; 1638’de de İsveç’le birlikte saldırıya geçti. Almanya’da savaş 10 yıl kadar daha sürdü, ama artık tarafların çoğu gücünü tüketmiş, pazarlık şansını artırma umuduyla askeri harekâtları sürdürür olmuştu. 1648’de Vestfalya’da biri imparatorun, Alman yönetici zümrelerinin, İsveç’in ve Fransa’nın temsilcileri, öbürü İspanya ile Felemenk arasında iki barış antlaşması imzalandı; Fransa’yla İspanya ise 1659’a değin barış yapmadı.
Vestfalya Banşı’yla Fransa ve İsveç toprak kazandı; Bavyera bir elektörlük elde etti; Protestan yönetimler 1624’teki durum temelinde el koymuş bulundukları kilise mülklerini korudular; Kalvenciler tanındı; Felemenk İspanya’dan, İsviçre de imparatorluktan bağımsızlaştı. Ama en önemlisi Alman prensleri neredeyse sınırsız bir egemenliğe kavuştu ve imparatorluğu merkezî yönetimli “modern” bir devlete dönüştürme çabası boşa çıktı. 1648’de yüzlerce özerk siyasal
birime bölünen Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu 19. yüzyılda Alman birliği kumlana değin bu yapısını korudu. Barış ayrıca Avrupa’da dinsel sorunların öne çıktığı son büyük itikat savaşını da geride bıraktı. Prensin itikat değiştirmesiyle ülkesinin de yeni inancı benimsemesi kuralını kaldırdı; isteksizce de olsa dinde çoğulculuğun ve hoşgörünün yolunu açtı.

MUTLAK KRALLIKLAR DÖNEMİNDE BÖLGESEL DEVLETLER, 1648-1760.


Vestfalya Banşı’ndan sonraki imparatorluğu anlatmak için bazı tarihçiler “ucube” nitelemesini kullanmıştır. Çağdaş araştırmacılar ise bunu gevşek bağlarına karşın işlerliği olan, federasyona benzer bir yapı biçiminde değerlendirme eğilimindedir. Küçüklü büyüklü 300 prenslik, 51 imparatorluk kenti ve yaklaşık 2 bin imparatorluk kontuyla şövalyesi bu yapı içinde var olabilmiş, hepsine de kendi topraklarında bir elektör ya da dük kadar egemenlik hakkı tanınmıştı. İmparator hâlâ bütün ülkenin süzereniydi, ama gerçek bir gücü kalmamıştı. İmparatorluğu oluşturan bütün birimlerde yönetici zümreler yerleşik hiyerarşi ve geleneklerin koruyucusuydu.
Alıntıdaki Ek 48827

Almanya, 1648


Ülke düzeyinde imparatorluğun işlevi de buydu. Sistemin doğasında tutuculuk vardı.
Brandenburg-Prusya ve Avusturya. Statükoyu korumaya yönelik genel eğilime karşın imparatorluğu oluşturan büyük birimler sürekli bir genişleme politikası izledi. 1618 sonrasının devletleşmeye elverişli ortamı da bu politikaya uygun düştü. Ekonominin derin sorunları merkezî yönetim ve müdahalenin tek çıkış yolu olarak görülmesine yol açmış, savaş vergileri hükümdarların mali gücünü artırmış, vergilere karşı çıkan yerel meclisler gittikçe karar alma sürecinin dışına itilmiş, soyluların prense bağımlılığı artmış, toplumun esenlik umutları hükümdarlara bağlanmıştı. Bütün bu gelişmeler en çok imparatorluğun iki büyük birimi olan Brandenburg-Prusya ile Avusturya’nın işine yaradı.
Brandenburg-Prusya’nın tarihi olumsuz koşulların siyasal beceri ve cesaretle aşılmasının örneği oldu. Seyrek nüfuslu ve kıt kaynaklı Brandenburg’un topraklan 1648’ de çok dağınıktı. 1619’da miras yoluyla edinilen Prusya düklüğü coğrafi olarak elektörlükten kopuk ve Polonya’nın vasalı durumundaydı. Ren ve Vestfalya bölgelerindeki Kleve (Cleves), Mark ve Ravensberg kontlukları da uzakta ve ortak sınırdan yoksundu. Brandenburg elektörlüğü bunlar ve 1648 barışıyla ele geçirdiği Doğu Pomeranya ile bazı küçük piskoposluklar ve arazilerden oluşuyordu. Ama hükümdarı Friedrich Wilhelm (hd 1640-88) çeşitli siyasal manevralarla ülkesini bütünleştirmeyi başardı; Prusya’nın dükü ve doğrudan yöneticisi oldu; Magdeburg piskoposluk bölgesini ele geçirdi. Bütün bu başarılarından dolayı da “Büyük Elektör” adıyla anıldı.
Friedrich Wilhelm’in başarısı 30 bin kişilik düzenli profesyonel ordusuna dayanıyor, yönetiminin bütün yönlerini de bu ordu belirliyordu. Vergi gelirlerini yüksek tutmak için ekonomi canlandırıldı. Friedrich

Wilhelm’in son yıllarında XIV. Louis’nin Nantes Fermam’m yürürlükten kaldırması (1685) 20 bin Fransız Protestanın ülkeye göç etmesine yol açtı; bunlar ve Felemenkli göçmenler ekonominin büyümesini hızlandırdı. Friedrich Wilhelm ayrıca profesyonel bir bürokrasi kurarak zümreler meclisini büyük ölçüde yönetimin dışında bıraktı. Köylüyü istedikleri gibi sömürme özgürlüğü karşılığında toprak sahibi soyluların desteğini sağladı. Böylece sağlam bir ekonomi, sıkı bir yönetim, etkili bir mali örgütlenme ve güçlü bir orduya dayanan otokratik devletin temellerini attı.
Friedrich Wilhelm’in ardılı III. Friedrich (hd 1688-1713) İspanya Veraset Savaşı’nda Brandenburg ordusuna gereksinim duyan imparatordan “Prusya kralı” unvanını taşıma iznini aldı. 1713’te savaş sona erdiğinde uluslararası düzeyde tanınan bu unvan Brandenburg’un kuzeyde Saksonya’yla rekabeti açısından önemliydi ve Saksonya hükümdarı 1697’de Polonya kralı olmuştu. Prusya’nın devlet yapısı ile üretkenliğini ve ahlakını kusursuz bir biçimde bütünleştiren ise III. Friedrich’in oğlu oldu. Kral unvanı taşıma hakkı elde edildikten sonra sıralamanın yeniden başlatılması yüzünden I. Friedrich Wilhelm (hd 1713-40) adıyla tahta çıkan yeni kral, düzenli ordusunu 80 bin kişiye çıkardı. Böylece Avrupa’nın Fransa, Rusya ve Avusturya’dan sonra dördüncü büyük ordusu nüfıfs açısından 13. sırada gelen ülkede oluştu. I. Friedrich Wilhelm yüksek vergi gelirlerini korumak için hırslı bir ekonomi politikası izledi. Tarımı ve imalatı özendirdi; sarayda bile gereksiz harcamaları kıstı; hammaddelere ihracat yasağı getirdi; hiçbir lükse izin vermedi. Kent yönetimlerinin yetkilerini devralan kraliyet görevlileri kentsel üretimi denetlemeye başladı. Kalvenci kralın çalışma ahlakı Pietist din adamları aracılığıyla Lutherci uyruklara aşılandı; çok çalışan, sade yaşayan ve devlete boyun eğmeyi görev bilen bir toplum oluştu. I. Friedrich Wilhelm dedesinin başlattığı merkezî örgütlenmeyi büyük bir başarıyla tamamladı. 1740’ta Prusya artık Avrupa’nın büyük güçlerinden biriydi.

Avusturya’da devletin işleyişiyle ilgili bütün sorunlarda iktidardaki Habsburg hanedanının Fransa ve Osmanlı Devleti’yle süregelen çekişmesi belirleyici oldu. İmparator olarak güçlerini büyük ölçüde yitiren I. Leopold (hd 1658-1705), oğlu I. Joseph ve onun kardeşi VI. Kari (hd 1711-40) öncelikle Orta ve Doğu Avrupa’daki hanedan ve taht topraklarında otoritelerini pekiştirmekle uğraştılar. Prusya gibi bir yapı oluşturamamakla birlikte Avusturya önemli bir Avrupa devleti olmayı başardı. Habsburg topraklan Avusturya düklüklerini (Avusturya, Steiermark, Kârnten, Krain [Kramjska] ve Tirol kontluğu), Bohemya eyaletlerini (Bohemya Krallığı, Moravya ve Silezya), Macaristan Krallığı’m ve İspanya Veraset Savaşı’nın ardından 1714’ten sonra Felemenk’in güneyi (Brabant, Lüksemburg, Flandre) ile Milano düklüğünü kapsıyordu. Bu kopuk toprak parçalarını yalnızca Habsburg monarşisi bir arada tutuyordu; Habsburgların imparatorluk ve hanedan kaygıları bütünleşmeyi önlüyordu. Maria Theresia döneminin (1740-80) reformlarına değin Avusturya’da etkili bir yönetim kurulamadı ve maliye düzene kavuşmadı. Avusturya ordusu büyüktü (100 bin kişi), ama savunulacak toprakları da büyük ve dağınıktı. Erkek vârisi olmayan VI. Kari Avusturya’nın parçalanmasını önlemek için Pragmatische Sanktion denen özel bir veraset yasasını ülkedeki bütün zümre meclislerine onaylattı. Avrupa’daki güç dengesinin bozulmasını ve Fransa’nın bundan yararlanmasını istemeyen öbür AvrupalI hükümdarlar da buna razı oldu. 1713’te yürürlüğe giren bu yasaya göre Habsburg toprakları parçalanamayacak ve VI. Karl’ın büyük kızı Maria Theresia’ya kalacaktı. Bu arada Avusturya doğuda OsmanlIlardan, batıda da Fransa’dan gelen bir dizi saldırıya başarıyla karşı koymuştu.

XVI. Louis dönemi.


Vestfalya Barışı’nı izleyen yarım yüzyıl boyunca Fransa kralı XIV. Louis’nin güçlü kişiliği imparatorluk üzerinde biçimlendirici bir etki yarattı. Tahta çıktığı 1661’den 1715’te ölümüne değin Fransa’yı Avrupa’nın en güçlü devleti yapmaya çalışan XIV. Louis doğuda OsmanlIlarla ittifak içindeydi. 1683’te OsmanlIların üç ay süren Viyana kuşatmasına son verdikten sonra Avusturya’nın imparatorluk orduları saldırıya geçti. 1699 Karlofça Antlaşmasıyla da OsmanlIlardan Macaristan’ın büyük bölümünü, Transilvanya (Erdel), Slovenya ve Hırvatistan’ı aldı. Batıda ise durum çok farklıydı. Habsburgların İspanya kolunun II. Carlos’la son bulması bekleniyor, İmparator I. Leopold, bir İspanyol prensesin kocası ve Fransa kralı XIV. Louis Ispanya tahtı üzerinde hak iddia ediyordu. Louis İspanya tahtının boşalmasını beklerken kuvvetlerini Almanya’ya doğru sürdü. Doğu sınırını Ren Irmağına dayamak amacıyla Flandre ve Lorraine’i işgal etti; Kleve’ye (Cleves) saldırdı; Felemenk’e girdi; 1679’da Alsace’a nüfuz etmeye başladı; 1681’de imparatorluk kenti Strassburg’u (Strasbourg) işgal etti. Askeri gücü bütün imparatorluğu dize getirmeye yetmediğinden Alman devletlerinin yardımını ya da tarafsızlığını parayla satın aldı. XIV. Louis’ ye karşı muhalefetin önderliğini Felemenk üstlendi ve daha sonra İngiltere kralı (III. William) olan Oranje prensi Willem İngiltere’nin Fransa yanlısı politikasını değiştirdi. II. Carlos’un ölümünden (1700) sonra Fransa’ya karşı resmen kurulan Büyük İttifak (1701) 1648 ve 1659 barışlarının Avrupa’ya getirdiği dengeyi yeniden sağlamayı amaçlıyordu.
Çatışmanın Almanya’da Pfalz Savaşı adıyla bilinen ilk aşaması Pfalz ve Schwaben’de büyük yıkıma yol açmış, ama kesin sonuç vermemişti. 1701’de çoktandır beklenen İspanya Veraset Savaşı başladı. Aynı yıllarda İsveç’in Danimarka, Rusya ve Saksonya’ya karşı başlattığı Kuzey Savaşı’na Brandenburg-Prusya’yı da katmak isteyen XIV. Louis bu çabasında başarısız kaldı. Avusturya İngiliz kuvvetleriyle birlikte İtalya’da, Fransızlarla Bavyeralılar Güney Almanya’da savaştı. İki taraf da kesin üstünlük sağlayamadı, ama müttefiklerin gücü yavaş yavaş arttı. Bu noktada I. Joseph’in ölmesi ve VI. Karl’m imparator olması ittifakın parçalanmasına yol açtı; VI. Kari bir süre önce İspanya kralı ilan edilmişti ve Kutsal RomaGermen ile İspanyol imparatorluklarının yeniden birleşmesi Avrupalı güçler açısından en az Fransız üstünlüğü kadar tehlikeliydi. 1712’de başlayan barış görüşmeleri 1713-14 yıllarında Utrecht ve Rastatt’ta imzalanan bir dizi antlaşmayla sonuçlandı. İspanya parçalandı. Avusturya toprak kazandı. İspanya tahtına XIV. Louis’nin torunu V. Felipe çıkarıldı. Fransa amaçladığı egemenliği kuramadıysa da Polonya Veraset Savaşı’nın (1733-35) ardından Lorraine’ in denetimini ele geçirdi.

Prusya ve Avusturya arasında çekişme. İmparator VI. Karl’m ölmesi Almanya’da XIV. Louis savaşlarından sonraki en şiddetli çatışmanın başlangıcı oldu. VI. Karl’m 1713 Veraset Yasası’yla tahtı bıraktığı kızı Maria Theresia’nın hükümdarlığını tanımayan rakiplerini Fransa da destekledi. Ama bu kez çatışmayı başlatan yeni Prusya kralı II. Friedrich (hd 1740-86) oldu. Friedrich yönetimi devraldıktan kısa bir süre sonra babasının temkinli politikasını bir yana bırakarak Brandenburg-Prusya’nın askeri olanaklarını genişletmek yerine kullanmaya yöneldi. Zengin mineral kaynakları, yoğun nüfusu ve gelişmiş ekonomisi yüzünden Prusya’nın çoktandır ele geçirmek istediği Silezya’ya saldırdı. Avusturya’nın Silezya’yı Prusya’ya bırakması karşılığında da Maria Theresia’ nın kocası Franz Stephan’ı imparator adayı olarak desteklemeyi önerdi. Ama Avusturya Habsburglarmm başına geçen Maria Theresia kararlı bir kadındı ve ülkesinin parçalanmasına izin vermeye yanaşmadı. 1740’ta başlayan Avusturya Veraset Savaşı’nda Avusturya Macar ordusundan askeri yardım gördü; ayrıca İngiltere’den mali destek aldı. Prusya’ya ise imparatorluk içinden Bavyera ve Saksonya ile Fransa ve İspanya katıldı. Rus ve İsveç askerlerini de içeren Avusturya ordusunun çok daha büyük olmasına karşın çok iyi eğitilmiş ve donatılmış Prusya ordusu yetenekli komutanların önderliğinde üstünlüğünü ortaya koydu. 1763’te imzalanan Hubertusburg Antlaşmasıyla Prusya Silezya’yı aldı. Ama II. Friedrich 1756’da istila ettiği Saksonya’yı elinde tutamadı.
Avusturya Veraset Savaşı (1740-48) bir anlamda imparatorluk içindeki dengelerin nasıl kurulacağı konusunda Alman devletleri arasındaki pek çok çekişmeden biriydi. Ama bununla kalmayıp uluslararası bir mücadelenin de parçası olmuştu. Fransa ile İngiltere’nin Batı ve Güney Avrupa’nın yanı sıra sömürgelerdeki çıkarlarının da çatışması yeni ittifaklara girmelerine yol açmış, Avusturya Veraset Savaşı biterken Yedi Yıl Şavaşı’nın (1756-63) hazırlıkları başlamıştı. İngiltere’nin Prusya, Fransa’nın da geleneksel düşmanı Avusturya ile aynı tarafta yer aldığı Yedi Yıl Savaşı dünya ölçeğinde çıkarlarla ilgiliydi. En önemli sonucu da 1763 Paris Barışı’yla Fransa ve İngiltere arasındaki sömürge ve deniz çarpışmalarının bir süre için durdurulması oldu.
Avusturya savaşı fazla zarar görmeden atlatmış, Prusya da savaştan hem toprak, hem büyük saygınlık kazanarak çıkmıştı. İkisi de çok güçlüydü ve birbirleri üzerindeki tek yıldırıcı etken durumuna gelmişti. Alman dünyasına artık gerilim içindeki bu iki güç egemendi. Genellikle “Alman İkiliği” olarak nitelenen bu koşullarda her iki ülkenin hükümdarı da önemli reformlara girişti. İçişleri bakanı Kont Friedrich Wilhelm Haugwitz’in yol gösterdiği Maria Theresia yönetsel yapıda Prusya’yı örnek alan düzenlemeler yaptı. Zümre meclislerinin kalan yetkilerini de kıstı; merkezileşmeyi mutlak biçimde kurumlaştırdı; ama Prusya sistemindeki bütünselliği tam sağlayamadı. Bu modernleşme programını oğlu II. Joseph (hd 1765-90) tamamladı. Prusya’da ise II. Friedrich kamu yaşamını bütün yönleriyle sıkı denetim altına aldı. Bununla birlikte usçu hoşgörüye kişisel bağlılığı ve sorgulayıcı düşünsel yaklaşımı gereği geniş çaplı hukuk reformuna da yöneldi; yargıdan işkenceyi kaldırdı; en yoksul halkın vergi yükünü hafifletti; dinsel hoşgörüyü devlet politikası haline getirdi; Prusya Akademisinde bilimsel çalışma ve araştırmayı özendirdi. Babası gibi ekonomik kalkınma ve kolonileşmeye büyük önem verdi. Fransız Aydınlanma düşüncesine yakınlığı, müzik ve edebiyattaki yaratıcılığıyla acımasız güçlü iktidarına bir filozof-kralın etkisini kattı. Savaş ve barıştaki başarıları yüzünden Büyük Friedrich adıyla anılan bir ulusal kahraman oldu.

1760-1815 ARASINDA ALMANYA.


18. yüzyılın ortasında Almanya, yüzyılı aşkın bir süredir Avrupa siyasetinin gelgitlerine kapılmış bir ülkeydi. Ekonomik kaynakları ve ticaret ilişkileri askeri güçlerine sağlam bir temel oluşturan Fransa, Ingiltere ve İspanya gibi büyük güçler, kıtanın yazgısında belirleyici rol oynuyordu. Bu arada Orta Avrupa devletleri ise bölgeci saplantılar içindeydi. Ren Irmağının batısında güçlü monarşilerin ortaya çıkmasında rol oynayan etmenlerin hiçbirine ırmağın doğusunda rastlanmıyordu. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nda merkezî hükümet güçlenmek yerine gücünü yitirmekte, prensler tahtın aleyhine yetkilerini genişletmekte, siyasal birlikten yoksunluk ve belli başlı ticaret yollarından uzaklık da ekonomik girişimleri engellemekteydi.
Alıntıdaki Ek 48828
Yeni Saray (1746-1807), Stuttgart

Otuz Yıl Savaşları ile Fransız Devrimi arasındaki dönemde Almanya’nın tarihini her biri fiilen tam egemenlik haklarına sahip düzinelerle küçük siyasal birimin tarihinin toplamı oluşturmuştu. Her küçük prens Fransa ya da Avusturya hanedanlarına öykünerek Versailles ya da Schönbrurın örneği pahalı saraylar yaptırmış, yoksul köylüler bu yükün altında ezilmişlerdi. Batı Avrupa’ da ulusal birliğin aracı olan hükümdarlık kurumu Orta Avrupa’da ulusal bölünmenin kaynağıydı. Almanya’nın küçük prensleri istedikleri yasaları çıkardılar, vergi koydular, birlikler oluşturdular ve gerek birbirlerine, gerekse imparatora savaş ilan ettiler. Münih’te, Dresden’de, Stuttgart’ta ya da Darmstadt’ta izlenen politikalar Paris,' Viyana, Londra ya da Madrid kökenli politikaları yansıtıyordu, ama tek tek kendi çıkarlarını korumanın ötesinde hiçbir amaç gütmüyordu.

Kuramsal olarak halkın iradesini yansıtmayı amaçlayan siyasal kurumlar yalnızca biçimsel olarak işlevlerini sürdürdüler. Kutsal Roma-Germen imparatoru gene gelenekselleşmiş yöntemlerle Caesar ve Augustus’un ardılı olarak seçiliyor, ama Frankfurt am Main’daki parlak taç giyme töreni, bu mevkiye gelmenin artık yalnızca bir saygınlıık konusu olmaktan öteye geçmediği gerçeğini gizlemeye yetmiyordu. VII. Kari dışındaki bütün imparatorlar ya doğrudan ya da evlilik dolayısıyla Habsburglardan geldikleri için, saygı görüyorlardı. Ama bu saygının temelinde imparatorluk yetkesi değil, batıda Anvers’ten doğuda Debrecen’e kadar uzanan toprakların mülkiyeti yatıyordu. Kutsal Roma-Germen imparatorları Alman dünyasında Almanya dışı kaynakları dolayısıyla önemli bir rol oynayabiliyorlardı. Almanya güçlerinin temel kaynağı olmadığı için, ilgi alanlarının odağını da oluşturmuyordu. Regensburg’da toplanan İmparatorluk Meclisi bütün ciddi havasına karşın, ne yetkesi, ne de etkisi kalmış bir tartışma kulübüne dönüşmüştü. Burada ulusal refah gözetileceğine ayrımcı çıkarlar pekiştiriliyordu. Prensler artık toplantılara katılmıyor, sorunların tartışılması, çözüm getirecek yetkiden yoksun diplomatik temsilcilerin eline kalıyordu. Yaklaşık 1760’ta Almanya anayasal ve siyasal açıdan Polonya’yı andırıyordu; iç çatışmalar, bir zamanların gururlu ve güçlü devletini artık daha güçlü komşularının müdahalesini isteyecek kadar zayıf düşürmüştü.

Almanya’yı Polonya’nın durumuna düşmekten koruyan, imparatorluktaki devletlerden birinin onu saldırılara karşı savunabilmesi oldu. İki yüz yıl boyunca Avusturya, Fransız yayılmacılığına karşı Orta Avrupa’nın kalkanı rolünü üstlendi. Habsburgların sürekli olarak imparator seçilmelerinde, Almanya’nın savunulmasında oynadıkları yaşamsal rolün de payı vardı. Ayrıca batıdaki ülkeler kadar büyük kaynakları bulunan Avusturya siyasal modernleşme politikalarında prensliklerden daha büyük başarı sağlayabiliyordu. Habsburglar ekonomiyi güçlendirdiler, yönetim yapısını düzelttiler ve hükümeti merkezileştirdiler. 18. yüzyılın ortalarına değin Avusturya, Ren Irmağının doğusundaki tek büyük güç olarak kaldı.
Prusya'nın yükselişi ve Hohenzollernler. Hohenzollern hanedanının Habsburgların rakibi olarak ortaya çıkması ve AvusturyaPrusya' çekişmesinin başlamasıyla ortaçağ sonlarından beri Orta Avrupa’da yaşanan ademimerkeziyetçi sürecin tersine çevrilme olasılığı belirdi. Kutsal Roma-Germen Imparatorluğu’nun yerel prensleri çıkarları gereği ayrımcı bir siyaset izliyordu; Felemenk’te, İtalya’da, Slav ve Macar topraklarında çeşitli halkları yönetimi altında tutan Avusturya da Alman birliğine aracılık edemezdi. Oysa askeri açıdan yeterince güçlü ve etnik yönden yeterince türdeş olan Prusya, ulusal bütünleşmeyi temel devlet politikası yapabilecek konumdaydı. Gerçekten de Almanya’nın birleştirilmesi görevi Prusya’ya düştü, ama Prusya başlangıçta bu görevi isteyerek ve hatta bilerek üstlenmedi. II. Friedrich gibi II. Friedrich Wilhelm ve III. Friedrich Wilhelm de ulusal değil, hanedan çıkarlarını gözetmeyi amaçlıyorlardı. Öbür Orta Avrupa prensleri gibi, onların da bütün istediği imparatorun üstünlük iddiası karşısında kendi yetkilerini korumak ve genişletmekti. Almanya’nın parçalanmışlığını ortadan kaldırmayı değil, bu durumu uzatarak ondan yararlanmayı düşünüyorlardı. Amaçları ya da çıkarlarıyla başka prenslerden farklı değil, ama onlardan çok daha yetenekli ve güçlüydüler.

II. Friedrich Almanya’nın değil, kendi devletinin çıkarlarını gözettiğini Yedi Yıl Savaşı’ndan sonra Habsburglara karşı benimsediği stratejiyle ortaya koydu. Hükümdarlığının ilk yarısında imparatorluk yetkesini sınırlamak ve gölgelemek için askeri gücüne dayanırken, ikinci yarısında aynı amaç için diplomatik silahları kullanmayı seçti. 1777’de Maximilian Joseph’in ölümüyle Bavyera’nın hükümdarlık hanedanı sona erdi ve Pfalz elektörü Kari Theodor, Wittelsbach hanedanının her iki kolunun topraklarının da yönetimini üstlendi. Ne meşru bir vârisi olan, ne de eline yeni geçen doğudaki topraklara fazla bir ilgi duyan Kari Theodor, İmparator II. Joseph’in, Bavyera’nın bir bölümünü Avusturya’ya bağlayan planını kabul etti. Habsburgların hiçbir biçimde güçlenmesini istemeyen II. Friedrich, prenslerin çoğunun sessiz onayı ve Orta Avrupa’nın başka devletlerinin de kendine katılacağı umuduyla 1778’de Avusturya’ya savaş ilan etti. Bu umudu gerçekleşmedi, ama savaş II. Joseph için de beklenenden sorunlu oldu; kolay bir başarı umulurken, 1778 yazından 1779 ilkbaharına değin sürdü. Aç kalan askerlerin yiyecek yağmasına girişmesi yüzünden “Patates Savaşı” adını alan Bavyera Veraset Savaşı, Teschen Antlaşması ile sona erdi (Mayıs 1779). Bu antlaşmaya göre Avusturya, Irın Irmağı kıyısındaki dar bir şerit dışında, Bavyera toprakları üzerindeki bütün isteklerinden vazgeçti. Friedrich önemli bir askeri zafer kazanmamış, ama Avusturya’nın emellerini boşa çıkarmıştı.

1785’te II. Joseph bu kez Wittelsbach topraklarının ele geçirilmesine ilişkin daha da iddialı bir planla ortaya çıktı. Kari Theodor’a Avusturya Felemenki’ni vererek karşılığında Bavyera’nın tümünü almaya önerdi. İmparator Kuzey Denizi kıyısındaki savunulması zor topraklan, hemen yambaşında bulunan ve halkını kendi halkı içinde eritebileceği topraklar karşılığında elden çıkarmaya razıydı. Ama II. Friedrich bu öneriyi Orta Avrupa’daki güç dengesini bozmaya yeltenmek olarak yorumladı ve kesinlikle karşı çıktı. Bu konuda Fransa ve Rusya’dan diplomatik yardım umuyordu ve bunu sağladıktan başka Almanya’daki belli başlı prenslerden 17’sinin katıldığı Prensler Birliği’ni (Fürstenbund) kurmayı başardı. Bu muhalefet karşısında Bavyera’yı almanın yarardan çok zarar vereceğini gören Joseph planından vazgeçti. Friedrich bir kez daha siyasette ustalığını kanıtlarken tek amacı imparatorluk yetkesine karşı prenslik yetkilerinin savunulması olan birlik de var oluş nedenini yitirdi ve dağıldı. Sonradan bu birliği Alman İmparatorluğumun öncüsü olarak yorumlayan bazı milliyetçiler çıktı. Ama birlik, Orta Avrupa’da ademimerkeziyetçi yönetim biçiminin sürdürülmesi için verilen mücadelenin silahlarından biri olmaktan öte bir işlevi hiçbir zaman yüklenmemişti.
Hohenzollernler Polonya’nın parçalanması sırasındaki tutumlarıyla da hanedan çıkarlarını ön planda tuttuklarını gösterdiler. 1772’deki ilk paylaşmanın düzenleyicisi II. Friedrich’ti. Bu paylaşma ile Polonya topraklarının dörtte biri, nüfusunun da yaklaşık beşte biri Prusya, Rusya ve Avusturya’ya geçti. II. Friedrich Wilhelm 1793’te Prusya ve Rusya, 1795’te de Prusya, Rusya ve Avusturya arasındaki paylaşmaları gerçekleştirerek Polonya’nın yıkılışını tamamladı. Prusya aldığı bu toprakları ve nüfusu koruyabilseydi zamanla Avrupa’da daha önemli, buna karşılık Almanya için daha önemsiz bir rol oynayacaktı. Ama Polonya’dan aldığının çoğunu ileriki yıllarda bırakmak zorunda kaldı ve Alman siyasetinde çok önemli bir rol oynamaya devam etti.

Kültür ortamı.
İngiltere’de Kraliçe I. Elizabeth dönemindeki görkemli edebiyat geleneği, ticaretin yaygınlaşıp donanmanın gelişmesiyle aynı zamana denk gelmişti. Fransa’da da klasikçiliğin altın çağı XIV. Louis’ nin askeri zaferlerine renk katmıştı. Almanya’da ise sanat ve edebiyat, Ren’in batısındaki güçlü monarşilere ancak gıpta edebilen küçük prensliklerde ve durgun kentlerde gelişti. Ayrıca, kamuoyunun hükümet üzerinde güçlü etkisinin bulunduğu İngiltere ve Fransa’da siyasal ve toplumsal sorunlar canlı tartışmalara konu olurken, Almanya’da her türlü tartışmanın yazgısı bütünüyle kuramsal kalmaktı. Böyle bir ortamdan Voltaire, Rousseau ya da Burke gibi düşünürlerin çıkması’zordu. Almanya’da kültür, mutlakıyetçiliğin dar dünyasından bir kaçış yoluna dönüştü. Toplumda reform yapamayan düşünsel enerji, kendini arındırma ve yetkinleştirme yoluyla bireyi özgürleştirmeye yöneldi.
Ahlak ve estetiği deneysel bilginin zincirlerinden kurtarmayı amaçlayan Alman idealizmi bu ortamda doğdu. Orta Avrupa felsefesi giderek, onu batıdaki felsefenin güçlü pragmatizminden ayıran metafizik bir renk kazandı. 18. yüzyılın ortasında Almanlar ülkelerini “düşünürlerin ve şairlerin vatanı” olarak görmeye başladılar.

Edebiyattaki canlanmada da felsefe alanındaki iç gözlemci idealizm vardı. Alman edebiyatının büyük dehası Joharın Wolfgang von Goethe, var olan toplumsal ve siyasal değerleri gönülden kabullendi, ülkesinin parçalı yapısını onun tarihsel kişiliğinin bir yansıması gibi gördü ve küçük prenslerin yetkilerini, iyi yönetimin bir aracı olarak savundu. Ülkesinin insanlarını yüceliği toplu harekette değil, bireysel kusursuzlukta aramaya yöneltti. Daha fırtınalı bir kişiliği olan Friedrich Schiller ise siyasal haksızlıklara ve zayıflıklara karşı belirli bir hınç duydu. Oyun ve şiirlerinde yer yer öfke patlamaları ve reform istekleri görülüyor, ama tarihin Alman halkının sırtına yıktığı toplumsal etkisizlik yükünün karamsar havasi ve teslimiyetçiliği de seziliyordu. Sonunda Schiller de dünyadan kaçmanın yolunu, şairin kişisel dünyasına dönmekte buldu. 18. yüzyılın sonlarında yerleşik edebiyat kalıplarını kırmak isteyen bir grup genç yazar “coşkunluk akımı” (Sturm und Drang) adıyla bilinen yenilikçi hareketi başlattı, ama bu hareket de daha çok şiirin kuralları ve beğeni sorunlarıyla sınırlı kaldı; siyasal ya da toplumsal sorunlarla uğraşmadı (bak. Alman edebiyatı).
Kültürel başarılar ulusal parçalanmışlığın ve otokratik yönetimin gerçeklerini değiştiremedi, ama Aydınlanma’nın bütün kıtaya yaydığı usçu reform ve toplumcu ilerleme ülkülerini destekledi. 18. yüzyıl başka ülkelerde olduğu gibi, Almanya’da da mutlak krallıklar çağıydı ve mutlak iktidarın yüce bir gerekçesi vardı. Buna göre prenslik yetkisi, kişisel çıkarlar için değil, devleti yüceltmek ve halka refah sağlamak yolunda kullanılırdı ve cömertliğin sınırsız olabilmesi için de bu güç kısıtlanmam alıydı. Çevrelerindeki bilimsel buluşları ve maddi ilerlemeleri gördükçe insanlar, toplumu saran önyargı ve haksızlıkların zaman içinde akim gücü ile yok olacağına inanmaya başladılar.
Alıntıdaki Ek 48830
İmparatorluk nişanlarının Nürnberg’den Frankfurt’a taşınması, 1790

Aydınlanma reformu ve aydın despotizmi. Aydınlanma reformunun temel kaynağı taht oldu. Ama maddi olanakları bulunan ve eğitim görmüş birçok iyi niyetli insan da başka insanlarla olan ilişkilerinde yeni davranış ölçütleri benimsemeye başladılar. Din konusundaki düşmanlıklar azaldı. Orta Avrupa’nın varlıklı sınıflarında Protestanlarla Katolikler arasındaki ilişkiler başka hiçbir dönemde, Fransız Devrimi arifesindeki kadar kinden uzak olmamıştı. Bu dönem aynı zamanda Yahudilerin de derinlere işlemiş bir hoşgörüsüzlükle itildikleri kapalı ortamlardan çıkma dönemi oldu. Yahudiler, içinde yaşadıkları Hıristiyan toplumun tutumu, düşüncesi ve konuşma tarzıyla özdeşleşmeleri halinde, gettolarından kurtulma olanağına kavuşacaklardı. Bundan sonraki 150 yıl boyunca bu olanak, Almanya’daki Yahudi azınlığa gittikçe daha çekici geldi. Aydınlanma düşüncesinin tek boyutu dinsel hoşgörü değildi. Daha mutlu bir geleceğe, eğitimde reform yapılacağına, yoksulluğun ortadan kaldırılacağına, hastalıkların önleneceğine ve haksızlığın yok edilebileceğine de inanılıyordu. İyi niyetli kişiler okullar, yetimhaneler, hastaneler yaptırdılar; tarım ve üretim tekniklerini yenileştirdiler; kitlelerin yaşam düzeyini yükseltmeye çalıştılar. 18. yüzyılın aydın reformcularının beklentileri başarılarının çok ötesindeydi. Ama üstesinden geldikleri işler de küçümsenecek gibi değildi.

Bununla birlikte aydın despotizmi anlayışına göre, toplumun iyileştirilmesinin temel aracı kişilerin yardımsever girişimleri değil, devlet müdahalesiydi. Başka yerlerde olduğu gibi Orta Avrupa’da da devlet politikalarının usçu kurama ne ölçüde uygun düşeceği yöneticilerin kişilik ve yeteneğine bağlıydı. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun iki lideri de aydın despotizmi öğretisini izlediler, ama elde ettikleri sonuçlarda büyük fark vardı. İyi niyetli, ama katı bir yenilikçi olan İmparator II. Joseph, geleneğe sıkı sıkıya sarılmış güçlü muhalefete karşın tepeden inme değişiklikler yapmayı denedi. On yıl içinde hükümeti merkezileştirmeye, kilisenin etkisini azaltmaya, dinsel hoşgörüyü yerleştirmeye ve serflerin yükünü hafifletmeye çalıştı. Ama II. Joseph’in uzlaşmasız reform programı, hükümetin çalışabilmesi için desteğine gerek duyduğu toprak sahibi aristokratları ondan uzaklaştırdı. İmparator 1790’da ölünceye değin gittikçe büyüyen huzursuzluklarla karşı karşıya kaldı ve yürürlüğe koyduğu reformların çoğu ölümünden sonra terk edildi.

II. Friedrich daha dikkatli davrandığı için aydın bir despot olarak daha başarılıydı. Yönetimi yeniden örgütlerken aşırıya gitmedi; dinsel hoşgörüde ölçülü davrandı; soyluların köylülerin topraklarını almasını yasaklamakla yetindi. Tarıma açılan toprakları işlemek üzere göçmen kabul etti ve Prusya’nın üretim kapasitesini artıracak girişimcileri destekledi. En büyük başarısı, mutlak yönetim ve korporatif toplumun ilkelerini tanımlayan ve ölümünden sonra tamamlanan Prusya Medeni Hukuku oldu. Friedrich Prusya’nın toprak sahibi aristokratları Junkef leri devletin belkemiği olarak gördüğünden krallığının temel taşı olan taht-aristokrasi ittifakını da korudu.

Aydın despotizmi Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun küçük birimlerinde birbirinden çok farklı gelişmelere yol açtı. Ama Aydınlanma düşüncesi en iyi uygulandığı durumlarda bile, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun siyasal yaşamının temelini değiştirebilmekten uzak kaldı. Bir ölçüye kadar yumuşama sağlayan ve yenilik getiren bu görüşler, hiyerarşik toplum yapısına dayalı çok odaklı egemenlik ve mutlakıyetçi yetke sistemini değiştiremedi. Ne ulusal bütünleşmenin, ne de temsili yönetimin aracı olabildi.
Fransız Devrimi ve Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun sonu. Bourbon monarşisini anayasal bir devlete dönüştüren Fransız Devrimi, Ren Irmağının doğusunda güçlü bir etki yarattı. Alman aydınlarının çoğu, Batı Avrupa’da uğradığı yenilgiden sonra mutlakıyetçi krallığın Orta Avrupa’da da yenileceği beklentisiyle, Fransa’daki yeni düzene yakınlık duydular. Prensler ise devrime, Almanya’da da benzer istekler yaratabileceği korkusuyla, ciddi bir tehlike olarak bakıyorlardı. Paris’teki yönetimle Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun prensleri arasında giderek büyüyen düşmanlık, 1792 ilkbaharında I. Koalisyon Savaşı’nın (1792-97) başlamasına neden oldu. Çatışmanın görünüşteki nedeni, Alman prenslerinin Fransa’da bulunan mülkleri üzerindeki haklarına ilişkin anlaşmazlıklarla Almanya’daki Fransız göçmenlerin propaganda etkinlikleriydi. Temeldeki neden ise, siyasal ve toplumsal adalet konusunda çok farklı iki yönetim anlayışının çatışmasıydı. 1793’ten sonra Ren’in batı yakası Fransız denetimine geçti ve burada yaşayan halk 20 yıl süreyle Paris’ten yönetildi. Batıdaki yenilgilerden bezmiş ve gözlerini doğuda Polonya’da alacakları ganimetlere çevirmiş olan PrusyalIlar 1795’te Basel’de ayrı bir barış imzalayarak Ren Bölgesini Fransa’nın almasını fiilen tanıdılar. AvusturyalIlar iki yıl daha direndilerse de sonunda Campo Formio Antlaşmasıyla (17 Ekim 1797) genç Napoleon’un zaferini ve Ren’in batı yakasının ellerinden gittiğini kabul ettiler.

Barış kısa sürdü; 1798 sonunda Fransa’ya karşı yeni bir birlik oluşturularak II. Koalisyon Savaşı (1798-1802) başlatıldı. Prusya bu kez tarafsız kaldı. Avusturya ise II. Koalisyon Savaşı’nda da aynı öncü rolü oynayıp aynı acı sonucu aldı ve İmparator II. Franz, Ren Bölgesinin Fransa’ya bağlanmasını pekiştiren Luneville Antlaşması’m (9 Şubat 1801) imzalamak zorunda kaldı. Antlaşmada ayrıca buradaki topraklarını kaybeden prenslere imparatorluk içinde başka yerler verilmesi öngörüldü. İmparatorluk Meclisi bu toprakların yeniden dağıtılması görevini prenslerin oluşturduğu bir komiteye (Reichsdeputation) verdi. Ama görüşmeleri asıl etkileyen Fransa oldu. Bu fırsattan yararlanarak Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun yapısını temelinden değiştirmeye kararlı olan Napoleon amacına ulaştı ve Şubat 1803’te Almanya’nın eski düzeni son buldu, yeni bir Orta Avrupa dokusu ortaya çıktı.

Fransa’nın baskıları sonucu Orta Avrupa’ mn küçük ve etkisiz siyasal birimleri ortadan kalkarken, hiç amaçlanmadığı halde Almanya’nın bütünleşmesine yönelik ilk adımlar atılmış oldu. Görüşmelerden en kârlı çıkan Bavyera, Württemberg, Baden, HessenDarmstadt ve Nassau Napoleon’un değerli vasalları olabilecek kadar güçlü, ama onu tehdit edemeyecek kadar güçsüzdü. Eski düzenin yıkılışı sırasında hiçbir prens Almanya’nın genel refahı adına bu dağılışa karşı çıkmadı.
İmparatorluk meclis komitesinin Şubat 1803’te bir daha toplanmamak üzere dağılması (Hauptschluss) Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun tarihinde sondan bir önceki sahne oldu. İmparatorluğun sonu da 3 yıl sonra geldi. 1805’te Avusturya Fransa’ mn üstünlüğünün kısıtlanması amacıyla AvrupalI güçlerin oluşturduğu ittifaka katıldı. Bunu izleyen III. Koalisyon Savaşı (180507) Avusturya için ilk ikisinden çok daha kötü bir sonuç getirdi. Napoleon, Habsburg ordusunu Almanya’da teslime zorladı (17 Ekim 1805) ve Viyana üzerine yürüyerek başkenti işgal etti. Birleştirilmiş Rus ve Avusturya ordularını Austerlitz’te yenerek 2 Aralık 1805’te kesin bir zafer kazandı. II. Franz aralık sonunda, hanedanın Orta Avrupa’daki egemenliğinin sona erdiğini gösteren Pressburg Antlaşması’m imzalamak, Batı Almanya’daki topraklarını Württemberg’le Baden’e, Tirol’ü de Bavyera’ya bırakmak zorunda kaldı. Napoleon’un uyguladığı prenslerin hırslarıyla imparatorluğun hırslarını karşı karşıya getirme stratejisi parlak bir sonuç vermişti. Avusturya’ya karşı savaşta Napoleon’u destekleyen prensler barışta da ödüllerini fazlasıyla kazandılar. Bavyera ve Württemberg dükleri sonunda tam bağımsız olduklarını ilan ederek kral unvanını aldılar. Baden ve HessenDarmstadt ise grandüklük oldu. İmparatorluk düzeninin son kalıntıları böylelikle silinirken, Orta Avrupa silah zoruyla yaratılmış güç dengelerini yansıtan yeni bir siyasal örgütlenmeye hazır hale geldi.
Alıntıdaki Ek 48832
Napoleon Döneminde Almanya, 1807


1806 yazında ikincil Alman devletlerinin 16’sı Fransa’nın da desteği ve kışkırtmasıyla Ren Konfederasyonu adı altında yeni bir birlik oluşturdular. Birliğin ortak yönetim gibi bazı girişimleri olmakla birlikte, bunlar artık Orta Avrupa’da var olan yabancı egemenliğini gizlemeye yetmiyordu. Napoleon, Renrina da yol açtı. Napoleon’un uyduları olan sözde bağımsız devletler ya ona yaranmak için, ya da onu örnek alarak değişmeye başladılar. 18. yüzyılın kozmopolit bireyciliği, yerini giderek gelişen bir ulusal kimlik bilincine bırakıyordu. Ama anayasal özgürlük ve ulusal birlik kavramlarının doğal olarak değil, yabancı egemenliğine tepki biçiminde ortaya çıkması bunların Orta Avrupa’daki biçimlenişini önemli ölçüde etkiledi.
Devrim sonrası Fransız egemenliğinin getirdiği yeni yönetim ve ekonomi anlayışının etkisi bütün Alman devletlerinde duyuldu. Bu etkinin en güçlü ve yaratıcı olduğu yer ise Prusya’ydı. 1806-13 arasında Berlin’deki devlet adamları katı bir despotizmi, özgür yurttaşların bağlılığı ile desteklenmiş popüler bir monarşiye dönüştürecek reformları başlattılar; ülkenin yeniden canlandırılması için adımlar atıldı; yeni önderler ortaya çıktı. Başarıların en önemlilerinden biri serfliğin kaldırılmasıydı. Ama köylülere kişisel özgürlüklerini kazandıran devlet, onların ekonomik bağımsızlığını sağlayamadı. Toprakların çoğunu hâlâ elinde tutan soylular, kırsal kesimde toplumsal ve siyasal egemenliklerini sürdürdüler. Yerel yönetimlerin oluşmasını öngören yasal düzenlemeler daha başarılı oldu. Kentlerin yönetimi, merkezî bürokrasinin atadığı kişilerden kentli mülk sahiplerinin temsilcilerine geçti. Kentler özerkliklerini kazandıkça, siyasal bilince sahip etkin bir orta sınıfın yetişeceği düşünülmüştü. En etkili reform ise silahlı kuvvetlerde yapıldı. Askeri sistem tümüyle yeniden düzenlendi.
Koşulları giderek ağırlaşan Fransız egemenliğinin yarattığı tepkiler çeşitliydi. İkincil devletlerin yöneticileriyle bunların ordu ve bürokrasi içindeki uzantıları kazandıkları yeni önemin Napoleon sayesinde etkili olarak Konfederasyonu’nun “koruyucusu” ilan edildi; üye ülkeler Fransız İmparatorluğumla kalıcı ittifakları çerçevesinde önemli bir ordu beslemekle yükümlü tutuldu.

1 Ağustos 1806’da konfederasyon devletleri imparatorluktan ayrıldıklarını, 6 Ağustos’ta da II. Franz imparatorluk tacını bıraktığını ilan etti. Bin yıllık tarihiyle Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu resmen sona ermişti.
Almanya da Fransız egemenliği. İmparatorla uzun süren çatışmanın galibi prensler çok geçmeden bağımsızlık kazanmadıklarını, yalnızca bağlandıkları kişiyi değiştirmiş olduklarını anladılar. Napoleon zaman içinde Avusturya ve Prusya dışında, toplam 36 prensliği bazen zor kullanarak birliğe kattı ve Ren’le Elbe arasındaki bölgede hüküm sürer duruma geldi. Öbür Avrupa devletleriyle İngiltere arasındaki ticarete ambargo koyabilmek için Kuzey Denizi kıyısını tümüyle kendine bağladı; bununla yetinmeyerek Baltık kıyısındaki Lübeck’i de Fransız İmparatorluğu’na kattı.
Ren Konfederasyonu’nun kuruluşundan sonra Fransız denetimine girmeye zorlanmayan tek Orta Avrupa devleti olarak Prusya kalmıştı. Uzun süre kararsız kalarak III. Koalisyon Savaşı’nın sağladığı çıkarlardan pay aîma şansını da yitiren Prusya, o sırada Avusturya’yla Rusya’nın yanında yer alsaydı, Napoleon’un Almanya’ya egemen olması engellenebilir, Napoleon’un yanında yer alsaydı Main Irmağının kuzeyindeki bölgede etkili bir duruma gelebilirdi. Arada kalan Prusya Avusturya teslim olduktan, Rusya çekilmeye başladıktan ve küçük prensler Napoleon’a bağlandıktan sonra Fransa’ya savaş ilan etti (Ekim 1806). Ama Hohenzollern orduları büyük bir yenilgiye uğradı ve Berlin 27 Ekim’de işgal edildi. III. Friedrich Wilhelm’in imzalamak zorunda kaldığı antlaşmayla Prusya, topraklarının ve nüfusunun yaklaşık yarısını yitirdi. Büyük Friedrich’in kendine güvenen krallığı böylece Almanya’nın ikincil devletleri arasına katıldı.
Orta Avrupa 10 yıldan fazla Fransa’nın etkisi altında yaşadı. Önceleri sınırlı ve dolaylı olan bu etki, gittikçe yaygın ve yıldırıcı olmaya başladı. Ama yabancı baskısı aynı zamanda Almanya’da liberalizm ve milliyetçilik duygularının ilk kıpırdanmalacağı görüşündeydi. Güneydeki reformcuların birçoğuna göre Almanya’da yönetim ancak Fransız etkisiyle çağdaşlaşabilmişti. Bazı kişiler siyasal bölünmüşlüğün ülkenin tarihsel deneyiminin bir sonucu ve temel kişiliğinin bir yansıması olduğunu savunuyor, bazılarıysa eski düzenin olduğu gibi geri getirilmesini istiyordu. Yabancı egemenliğine karşı çıkanlar kabullenenlerden kalabalık bir gruptu, ama bu grup içinde de ülkenin gelecekteki siyasal yapısı konusunda görüş birliği yoktu. Orta Avrupa’nın sömürülen, okuryazar olmayan, bilgiden yoksun geniş halk kitlelerinin tek kaygısı ise daha iyi yaşamak ve kendi yaşam tarzlarını korumaktı.

Yabancı boyunduruğundan kurtulmayı amaçlayan ilk ciddi girişimde birlik ve özgürlük ülkülerinin pek hızlı gelişmediği anlaşıldı. Avusturya hükümeti Napoleon’un 1809’da İspanya’da karşılaştığı zorlukların Avrupa’da Fransız egemenliğine karşı genel bir ayaklanmanın habercisi olduğu düşüncesiyle bir kurtuluş savaşı girişiminde bulundu, ama Habsburg birlikleri dördüncü kez Napoleon’un karşısında yenildi. Viyana’dan Alman halkına yapılan çağrıya Tirol ve kuzeydeki birkaç milliyetçi merkezden başka karşılık veren olmadı. Prensler kesin zaferden emin olmadıkça Fransa’nın öfkesini üstlerine çekmeye çekindiler; halk ise prenslerin onayı olmadan Fransa’ya karşı ayaklanmaya yanaşmadı. Bu durumda Orta Avrupa’daki savaş Ispanya’daki gibi gerilla kuvvetleriyle değil, düzenli orduyla yapıldı. 14 Ekim’de imzalanan Schönbrurın Antlaşmasıyla Salzburg Bavyera’ya, Batı Galiçya Varşova grandüküne, Adriyatik kıyıları da Fransa’ya verildi. Bu yenilgi üzerine direnmenin gelecekte de boşuna olacağına inanan Avusturya imparatoru I. Franz (daha önce Kutsal Roma-Germen imparatoru II. Franz) Fransa’yla işbirliği politikasını benimsedi ve kızını Napoleon’la evlendirdi.

Kurtuluş savaşları.


Napoleon’un ordusu üç yıl sonra Rusya’da yenik düşünce Almanya’ da bağımsızlık için yeni çabalar belirmeye başladı. Aralık 1812’de Çarlık orduları batı sınırlarını geçtiğinde Rusya henüz Orta Avrupa hükümdarlarının ve halkının nasıl davranacağını bilmiyordu. Prusya, Fransa ile bağlarını ilk koparan devlet oldu. Ruslarla işbirliği yapmayı kararlaştıran ise kral değil, Ludwig Yorck von Wartenburg’du. 1813’te Fransa’ya savaş açıldığında Kral III. Friedrich Wilhelm kararsız ve çekingen, halk ise coşkuluydu. İlk başlarda, Orta Avrupa’nın öbür yöneticileri Prusya’nın yolunu izlemeyi reddetiler. Ren Konfederasyonu üyelerine göre Napoleon hâlâ yenilmezdi. Avusturya ise iki tarafın birbirini yıpratmasını bekliyor, arabuluculuk rolünü üstlenmeye hazırlanıyordu. Avusturya dışişleri bakanı Klemens Lothar von Metternich’in kaygısı ise Orta Avrupa’daki Fransız egemenliğinin yerini Rus egemenliğinin almasıydı. Bu nedenle Rus çan I. Aleksandr ile Napoleon arasında denge sağlayacak bir orta yolu her iki tarafa benimsetmeyi umuyordu. Napoleon’un dış politikada ödün vermesi durumunda Fransa’nın içişlerini daha zor denetleyeceği düşüncesiyle Rusya’yla Prusya’nın yanında savaşa katıldı (Ağustos 1813). Böylelikle askeri güç dengesi, Fransa’nın aleyhine bozuldu. Küçük devletlerin Napoleon’a inancı da sarsılmaya başlamıştı. Ren Konfederasyonumdan önce Bavyera ayrıldı. Tek bir zafer, Almanya’nın tümünü Fransa’ya karşı mücadelenin içine sokabilirdi.

Bu zafer 16-19 Ekim 1813’te Leipzig’de kazanıldı. Yıl sonu gelmeden Napoleon Ren Irmağının ötesine çekildi ve Almanya’daki topraklarından yalnızca Ren’in batı yakası Fransa’nın denetimi altında kaldı. Ren Konfederasyonu tümüyle çöktü ve üyeleri hemen kazanan tarafa katıldı. 1814’te müttefiklerin Fransa’ya saldırısı ile Ren Bölgesi de geri alındı. 1814 ilkbaharında Paris düştü. Bourbonlar yeniden tahta çıkarıldı ve ilk Paris Antlaşmasıyla (Mayıs 1814) kurtuluş savaşının sonu belirlendi; kesin sonuç Napoleon’un aradaki 100 günlük iktidar döneminin de Waterloo yenilgisiyle kapanması oldu. Orta Avrupa’yı yönetenler bir ölçüde yenilikçiliğe, bir ölçüde de geleneğe dayanarak kendilerini yabancı egemenliğinden kurtarmayı başarmışlardı. Şimdi sorun, bu özgürlüğün nasıl kullanılacağıydı. Birçok reformcunun önerdiği gibi birlik ve özgürlük üzerine kurulmuş yeni bir siyasal yapı mı yaratılacaktı, yoksa tutucu kesimlerin özlemi olan eski, mutlakıyetçi ve ayrılıkçı yapı yeniden mi kurulacaktı? Yirmi yıldır süren savaşların acısını çeken Avrupa’ya barışı getirebilmek için 1814’te Viyana’da toplanan devlet adamları Almanya’da kalıcı bir yönetim biçimi oluşturma sorunuyla karşı karşıyaydı.
Viyana Kongresi nin sonuçları. Eylül 1814’ten Haziran 1815’e değin Avrupa’nın yeni haritasını belirlemeye çalışanların tümü, 18. yüzyılın düşünsel mirasını taşıyan, eski gelenekten diplomatlardı. Fransız Devrimi’nin ilkelerinden korkan, demokratik yönetim kuramlarını küçük gören ve ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkına karşı çıkan bu grup, aynı zamanda 1789’un sınırlarına ve yönetimlerine geri dönülemeyeceğinin de farkındaydı. Viyana görüşmeleri sırasında alınan Almanya’ya ilişkin kararlarda yenilikçilikle tutuculuk, aşırı bölünmeyle katı merkeziyetçilik arasında bir orta yol izlendi. Ren Konfederasyonu korunmadı, ama Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu da yeniden kurulmadı. Ne eskiye özenenler, ne de yeniyi özleyenler tam istediklerine kavuştu, ama barış görüşmelerini yürütenler Orta Avrupa’da yarım yüzyıl sürecek yeni bir siyasal düzen kurmayı başardılar.

1815 Viyana Kongresi’nde ortaya çıkan Almanya büyüklü küçüklü 39 siyasal birimden oluşuyordu. İçlerindeki iki büyük devlet Avusturya ve Prusya’ydı. Bavyera, Württemberg, Saksonya ve Harınover’in küçük krallıkları, Baden, Nassau, O ldenburg ve Hessen-Darmstadt gibi daha küçük düklükler, Schaumburg-Lippe, Schwarzburg-Sondershausen ve Reuss-Schleiz-Gera gibi çok küçük prenslikler ve Hamburg, Bremen, Lübeck, Frankfurt am Main gibi özgür kentler bunların ardından geliyordu. Yeni sınırlar imparatorluk döneminin karmaşık mozayiğinden çok farklı bir düzen getirmekle birlikte, ateşli milliyetçileri doyurmayacak ölçüde çok parçalı bir Orta Avrupa yaratmıştı. Gene de belirgin bir gelişme söz konusuydu. Barış görüşmecileri daha bütünleşmiş ve işlerliği olan siyasal birimler oluşturmakla kalmadılar, bu birimlerin ulusa ilişkin konularda oynayacağı rolleri de değiştirdiler. Prusya, Almanya içinde belirleyici bir konuma geldi. Savaşın galipleri Fransız saldırılarının yinelenmesinden korkarak, Berlin’in Orta Avrupa’nın batı sınırının koruyuculuğunu üstlenmesine karar verdiler. İleride Avrupa’nın en büyük sanayi merkezi durumuna gelecek iki bölge Ren ve Vestfalya, Hohenzollern eyaletleri oldu. Bunun da ötesinde, Çar I. Aleksandr’ın Saksonya’nın bir bölümüne karşılık Polonya topraklarının Rusya’ya verilmesi önerisini Prusya kralı kabul etti. Böylelikle 18. yüzyıl sonunda iki uluslu bir devlet olma sürecine giren Prusya, yeniden Almanya’ya yöneldi ve ülkenin her iki cephesinde de stratejik konumlar elde etti. Avusturya’nın çekim merkezi ise doğuya doğru kaydı. I. Franz, coğrafi açıdan bütünlük, askeri açıdan da savunulabilirlik uğruna, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun Bourbonlara karşı tarihsel koruyucusu rolünden vazgeçti. Adriyatik’teki Venedik topraklarına karşılık Avusturya Felemenki ile birlikte Güney ve Batı Almanya’daki toprakları geri verdi. Böylelikle ilgi alanı İtalya ve Balkanlar’a kayan Habsburg İmparatorluğu’nun Germen niteliği azaldı. Viyana Kongresi’nin yol açtığı yeni toprak dağılımı ileride çok önemli sonuçlar doğuracaktı.

kaynak: Ana Britannica


Safi 14 Mayıs 2016 16:58

1 ek

METTERNICH DÖNEMİ VE BİRLEŞME ÇAĞI, 1815-71.


Reform ve gericilik.
Viyana Kongresi sonucunda Orta Avrupa’da Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun yerini yeni kurulan Alman Konfederasyonu aldı. Bu, egemenlik haklarının çoğunun üye hükümetlere bırakıldığı gevşek bir siyasal birlikti. Yürütme ve yargıya ilişkin merkezî kurumlar yoktu, yalnızca Frankfurt am Main’da ortak yasaların görüşüldüğü bir Federal Meclis vardı. Konfederasyonun, kuramsal olarak, ülkenin ekonomik ve siyasal ilişkilerini güçlendirecek önlemleri yürürlüğe koyma yetkisi vardı. Uygulamada ise merkezî iktidarın oluşturulabilmesi için yerel özerkliklerden vazgeçilmesini savunmadı; bölgeciliği destekledi. Kuruluşunun temel amacı, kazandıkları bağımsızlığı ve önemi yitirmek istemeyen ikincil devletlerle Almanya dışı çıkarlarının devamını ancak ademimerkeziyetçi bir siyasal birlikte gören Habsburglarm bu konumlarını korumaktı. Dolayısıyla kuruluşundan başlayarak gelenekselliğin ve yerelliğin destekçisi oldu. Kurtuluş savaşı sırasında umutları artan milliyetçiler ise konfederasyonu körü körüne bir gericiliğin aracı olarak görüyorlardı. Gerçekte 1815’te oluşturulan yapı Orta Avrupa’da toplum bilincinin ve ekonomik bütünleşmenin gelişmesindeki yavaşlığı tam olarak yansıtıyordu. Yönetimin merkezileşmesini savunan militan reformcular sesini duyurabilen, ama küçük bir azınlıktı. Toplumun alt sınıfları Viyana Kongresi sonuçlarını sessizce kabullenmişti. Barış antlaşmasının zayıf noktası, var olan gerçeklikleri kapsayamaması değil, gelecekteki değişikliklere uyarlanabilecek nitelikte olmamasıydı. Temelde kırsal ve tarımsal olan bir toplumun siyasal gereksinimleri için yeterli gibi görünen bu düzenleme, 50 yıl sonra, fabrikalar ve demiryolları çağında eskinin işlevsiz bir kalıntısına dönüştü.

Fransız egemenliğinin etkisi altında başlayan reform hareketi Napoleon’un düşmesiyle son bulmadı. Baskıcı ve bölgeci güçler tarafından ezilene değin, birkaç yıl daha devlet yönetimini etkiledi. Bu etki en çok batı örneğinin derin izler bıraktığı Güney Almanya’da görüldü. Güneyde kamu ve saray görevlilerinin, subayların, hatta toprak sahibi soyluların çoğu devletin geleceğinin liberal kuramlar çerçevesinde yapılacak toplumsal reformlarda yattığına inanmaya başladılar. Waterloo Savaşı’ndan sonra güneydeki devletler birbiri ardından, mülk sahibi yurttaşların seçtiği yasama meclislerini öngören anayasalar yürürlüğe koydu. Amaçları eğitim görmüş sınıfların tahtı desteklemesini sağlamak olduğu kadar, hâlâ farklı gelenekleri ve çıkar bağları olan kitlelerde birlik bilinci yaratmaktı. Reform hareketinin yansımaları kuzeyde de sürekli olarak duyuluyordu.
Prusya’da Fransız egemenliği döneminin reformcularından Kari vom Stein’ı destekleyenler hâlâ etkiliydi ve başlangıçta Kral III. Friedrich Wilhelm, 1815’te anayasal bir hükümet kurmak için verdiği sözü tutmayı tasarlıyordu. Siyasal yeniden örgütlenmenin en ateşli propagandasını yapanlar ise Burschenschaft denen yurtsever gruplarda toplanan üniversite öğrencileriydi. Bu gruplar konfederasyonun kaldırılmasını, daha güçlü bir birliğin oluşturulmasını ve ulusal bir iktidarın kurulmasını istiyordu. 1817’de Wartburg Şatosu’nda toplanarak var olan düzeni reddetme anlamına gelen görüşmeler yaptılar; geleneksel otoritenin simgelerini yaktılar. Yasal hükümete karşı alman bu açık tutum, Alman hükümdarlarını huzursuz etmeye başlamıştı.

Reforma karşı olan güçlerin strateji öncüsü Metternich’ti. İlke olarak liberalizme ve milliyetçiliğe karşı olan Metternich, Habsburgların önde gelen bir devlet adamı olarak da Almanya’da merkezî bir otoritenin, Avusturya hükümetinin Macaristan, İtalya ve Balkanlar’da yürüttüğü politikaları engelleyeceğini biliyordu. 23 Mart 1819’da tutucu bir yazar olan August von Kotzebue akıl hastası bir öğrenci tarafından öldürülünce, Viyana hükümeti Alman Konfederasyonu prenslerini, Orta Avrupa’da var olan düzeni hedef alan tehlikeli bir girişimle karşı karşıya bulunduklarına inandırdı. 20 Eylül 1819’da Federal Meclis’in kabul ettiği bir dizi baskı önlemi getirildi. Karlsbad Kararları denen bu hükümler uyarınca genel sansür kondu ve Burschenschafflar yasadışı ilan edildi. Tutuculuğun bu zaferi hükümetlerde reform yanlılarıyla karşıtları arasındaki mücadeleyi önemli ölçüde etkiledi. Prusya’da hükümetin liberal üyeleri istifa etmek zorunda kaldılar. Krallık için bir anayasa oluşturma planı reddedildi. Berlin’ deki bu sağa kayış, kuzeyin ikincil devletlerindeki baskıcı eğilimleri de körükledi ve kısa sürede bunlar da anayasa yapma girişimlerinden vazgeçtiler. 1820’nin sonuna gelindiğinde yaklaşık 15 yıl önce başlatılan reform hareketi bütünüyle durmuştu. Hareket toplumun siyasal ve ekonomik yapısını değiştirmeyi başarmış, ama Orta Avrupa’da liberal yönetim ve ulusal bağlılık geleneğini oluşturamamıştı. İngiliz ve Fransız kurulularının dayanağı olan burjuva toplum bilinci, Ren Irmağının doğusunda hâlâ görülmüyordu. Almanya özgür yönetim düşüncesine ne bir sanayi devriminin, ne de bir siyasal devrimin sonucunda varmıştı; temelinde yabancı bir örneğin taklidi ve yabancı egemenliğine tepki vardı.
Haziran 1830’da Fransa’da Bourbonlarm düşürülmesi bütün Avrupa’yı etkiledi. Orta Avrupa’da ve bazı kuzey devletlerinde destekleyici ayaklanmalar görüldü. Braunschweig, Saksonya, Harınover ve HessenKassel’in yöneticileri daha ağır isteklerle karşılaşma korkusu içinde liberal anayasaları yürürlüğe koymayı kabul ettiler. Güneyde radikaller 1832’de Pfalz’daki Hambach Şatosu’nda bir kitle toplantısı düzenleyerek ulusal bütünlüğü, cumhuriyet yönetimini ve halk egemenliğini desteklediklerini ilan ettiler. Bir grup militan öğrenci Frankfurt am Main kentini ele geçirip, Federal Meclis’i dağıtarak, bir Alman cumhuriyeti ilan etmeye bile kalkıştı. Bu tür girişimlerin sonucu belliydi. Konfederasyonun prensleri, devrimci hareketin doğurduğu ilk korkuyu üstlerinden atınca, var olan yönetim biçimini değiştirmeye yönelik planlara artan bir şiddetle karşı çıkmaya başladılar. Liberalizm ve milliyetçiliği ezme girişimlerinin başını gene Metternich çekti. Onun yönlendirmesiyle Federal Meclis tahtın devlet politikası içindeki yerini sağlamlaştıran, yasama organının gücünü kısıtlayan, toplantı özgürlüğüne sınırlama getiren, polisin yetkilerini genişleten ve sansürü artıran ek baskı önlemlerini benimsedi. Birkaç yıl içinde muhalefet sindirilmişti. Viyana Kongresi’nin kurduğu sistemi sarsan çok daha şiddetli siyasal patlamalar yüzyılın ortalarına değin görülmedi.

Partilerin ve ideolojilerin oluşumu.


Var olan düzeni eleştirenler yenik düştülerse de susturulamadılar. İkincil devletlerin yasama organlarındaki reform yanlıları toplanmaya, planlar yapmaya, örgütlenmeye ve propagandaya başlayınca düzen yanlıları da stratejilerini oluşturmak ve programlarını tanıtmak zorunda kaldılar. Henüz ne anayasaları, ne de parlamentoları bulunan Avusturya ve Prusya’da bile kulüpler, toplantılar, gazeteler, broşürler ve dilekçeler aracılığıyla dolaylı yollardan siyasal eleştiri görülüyordu. Bu gelişmelerin sonucunda devletin ve toplumun niteliği konusundaki görüşleri temelinde birleşen, tam biçimlenmemiş bir dizi toplumsal birlik ortaya çıktı. Bu ilkel gruplaşmalar yüz yıl boyunca yavaş yavaş biçimlenen disiplinli siyasal partilerin çekirdeğini oluşturdu ve yeni toplumsal tutumların, aydın despotizmi dönemindekilerden farklı olduğunu gösterdi. Şimdi Orta Avrupa’da özgürlüğü yalnızca kendi ruhlarının derinliğinde arayıp prenslik otoritesine kayıtsız şartsız boyun eğmeyi reddeden insanlar da vardı. Sanayileşmenin başlamasıyla ekonomik ve toplumsal yapının değişmesi, siyasal sistem ve örgütlenmede değişmelere yol açtı.

Hanedan çıkarlarını güdenlerin ve bölgeci eğilimlerin başlıca karşıtları liberaller ve ılımlılardı. Başlıca desteği sanayicilerden, tüccarlardan, bankerlerden, maden sahiplerinden, kamu görevlilerinden ve üniversite profesörlerinden alan bu grup, yetenek yerine soyluluğun üstün tutulduğu bir yönetim biçimine karşı varlıklı burjuvaziyi temsil ediyordu. Monarşiden yanaydılar, ama kralın iktidarı mülk sahipleri tarafından seçilen bir parlamento ile paylaşmasını istiyorlardı. Liberaller yalnız soyluların ayrıcalıklarından rahatsız değildi; oluşan işçi sınıfından da korkuyorlardı. Siyasette servet ve eğitim edinebilmiş “yetenekli” kişilerin söz sahibi olmasını, ekonomide de servetin iş becerisinin ödülü olacağı sınırsız bir rekabeti savunuyorlardı. Bu grubun daha solunda küçük tüccarlar, küçük dükkân sahipleri, vasıflı işçiler, bağımsız çiftçiler, siyaset yazarları, gazeteciler, avukatlar ve hekimlerin oluşturduğu demokratlar ya da radikaller vardı. Bunlar halkın egemenliğine dayanan eşitlikçi bir yönetim istiyordu. Esin kaynakları Ingiltere ya da Amerika değil, Fransız Devrimi’ydi. Küçük burjuva düşünce yapıları içinde ideal demokrasinin en iyi örneği olarak 1793’ün Jakoben cumhuriyetini görüyorlardı. Halkın enerjisini ve beklentilerini siyasal ve toplumsal reforma dönük düzenli bir güce ancak böyle bir yönetim dönüştürebilirdi. Hapse girmeyi göze almadan monarşik kurumların kaldırılmasını açıkça isteyemediklerinden tahtın varlığını kabul ediyor, ama kralın gücünün bütün erkeklerin eşit oyuyla seçilecek bir parlamentoya aktarılmasına çalışıyorlardı. Böylelikle kitleler siyasette son sözün sahibi olacaktı. Özel mülkiyeti liberaller kadar kutsal sayan demokratlar, alt sınıfların ekonomik koşullarının düzelebilmesi için hükümetin ekonomiye müdahalesini de kabul ediyorlardı. Ama ulusal birliği savunurken kraliyet hak ve yetkilerinin korunmasında liberaller kadar istekli değildiler. Radikaller sayıca liberaller ve ılımlılardan küçük, ama önemli bir muhalefet grubu oluşturuyordu.

Restorasyon döneminin siyasal sistemine yönelik eleştiriler arttıkça, sistemin savunucuları da ideolojik konumlarını daha belirgin olarak tanımlamak zorunda kaldılar. Tanrı’dan gelen yönetme hakkı ve aydın despotizmi artık liberal ve demokratik talepler karşısında yetersiz kalmıştı. Çoğunlukla toprak sahibi soylular, saray aristokrasisi, subaylar, yüksek bürokratlar ve kiliseden gelen düzen savunucuları bireylere ve topluma ilişkin tutucu önyargılara dayalı yeni görüşler geliştirmeye başladılar. Onlara göre kişilerle hükümetler arasındaki ilişkiler katı bir bireyciliğe dayalı anayasalarla sağlanamazdı. Hayalci reformcuların işlevsellikten uzak kuramları geçmişin ve bugünün yarını biçimlendirdiği organik gelişmenin tarihsel güçlerini hesaba katmıyordu. Bütün insanlar eşittir demek, aile, sınıf, içinde yetişilen ortam, eğitim ve gelenek farklılıklarını görmezden gelmekti. Kalıcı bir yönetim biçimi ancak insanların zaman içinde benimsemeyi öğrendikleri taht, kilise, soyluluk ve ordu gibi toplumun geleneksel kurumlan üzerine kurulabilirdi. İnançlılar tanrıtanımazlara, işçiler sömürüye, yurttaşlar devrime karşı ancak yasaların ve tarihin meşru kıldığı bir iktidarla korunabilirdi. Böyle olunca da Alman Konfederasyonumun siyasal kurumlan geçerliydi.
Gümrük Birliği (Zollverein). Restorasyon döneminin parti ve ideoloji mücadelesi gerçekte ekonomideki ve toplumdaki çok önemli değişimleri yansıtıyordu. Bunların en önemlisi, Orta Avrupa’da büyük ölçekli sanayinin gelişmeye başlamasıydı. Dokuma tezgâhlarına ve kömür madenlerine giren makineleşme imalatın öbür dallarına da yayıldı ve ekonomik yaşamın tümü üzerinde bir baskı oluşturdu. Demiryollarının, buharlı gemilerin, yeni karayollarının ve daha iyi kanalların yapılmasıyla ulaşım ağı gelişti. Bankerler ve özel yatırımcılar hükümet bonoları ve ticaret yerine imalat girişimlerine yöneldiler. Serveti sanayi etkinliklerinden gelen yeni bir orta sınıf oluşmaya başladı. Bu sınıfın giderek artan ekonomik önemi, daha etkili bir siyasal konum isteklerine yol açtı. Kentlerdeki çalışan nüfusun çoğunluğunu oluşturan vasıflı zanaatçılar, fabrikalarla rekabet edemediler. Viyana Kongresi’ni izleyen dönemdeki demografik değişiklikler, sanayi ile sanayi öncesi üretim.

Alman Gümrük Birliği’nin Gelişimi biçimleri arasındaki çelişkiyi artırdı. Alman Konfederasyonu nüfusunun büyük bölümü kırsal alanlarda yaşamayı sürdürdüyse de, kırdan kente önemli göçler olmaya başladı.
Sanayi gibi tarımda da yeniden örgütlenme ve modernleşmenin sıkıntıları yaşandı. Elbe’nin doğusunda serfliğe son verilmesi, soylulara ait, ama tarım işçileri tarafından işlenen büyük mülkler doğurmuştu. Prusya’da serflerin azat edilmesi, küçük çiftçilerin topraklarını da alan Junkef lerin topraklarını genişletmişti. Bunun sonucunda Hohenzollern ülkesinin doğusundaki köyler soyluların ekonomik, toplumsal ve siyasal egemenliği altına girdi. Pomeranya, Brandenburg, Silezya ve Doğu Prusya’nın toprak sahipleri tarımı denetliyor, orduyu ve bürokrasiyi yönetip sarayı etkiliyordu.
Elbe’nin batısında ise temel sorun topraksızlık değil, nüfus fazlalığıydı. Ren ve Tuna boyunca soylular çok yüksek paralar karşılığında toprağın tasarrufunu köylülere veriyorlardı. Bu da çiftçileri ağır bir mali yük altına sokuyordu. Pek çokları yoksulluktan kaçışın yolunu Yenidünya’ya göç etmekte buldu. Kalanlar ise hızlı nüfus artışı karşısında toprakların kâr getirmeyecek ölçüde bölünmesinin zorluklarını yaşadı. Sanayide iş bulamayan yoksullaşmış köylüler arasında huzursuzluk arttı.

Alman Konfederasyonu’nun siyasal yapısını zanaatçıların makineleşmiş sanayiye karşı mücadelesi, toprağa aç köylülerin hoşnutsuzluğu ve hepsinin de ötesinde çeşitli parasal sistemleri, ticaret yasaları ve iç vergileriyle çok sayıda devletçiğin varlığının sıkıntısını çeken işadamlarının yakınmaları sarsmaya başladı. Bu koşullar altında Orta Avrupa burjuvazisinin gittikçe liberalizm ve milliyetçiliğe yönelmesi doğaldı. Ama hükümetler de işadamlarının isteklerini karşılamak için önemli bir girişimde bulundu. Küçük devletlerin en önemlilerinden bazılarının Prusya ile yaptığı anlaşmalar sonucunda, Orta Avrupa’nın merkezinde oldukça büyük bir serbest ticaret bölgesi oluşturuldu.
1834’te Alman Konfederasyonu devletlerinin çoğunu kapsayan Gümrük Birliği (Zollverein) kuruldu. Yalnızca Avusturya ve kuzeybatı kıyısı devletleri buna ilgisiz kaldı. Ürünlerinin dış rekabetten korunmasını isteyen AvusturyalI sanayicilere göre yeni birliğin gümrük tarifeleri çok düşük, kıyı bölgesinin ithalata bağımlı tüccar ve bankacılarına göre ise çok yüksekti. Oysa yaklaşık 25 milyon Alman için Gümrük Birliği, siyasal birleşmenin yardımı olmadan sağlanan bir ticaret birliğiydi. Ayrıca Prusya hükümeti Orta Avrupa’da üstünlük sağlama mücadelesinde Avusturya’ya karşı yeni ve güçlü bir silah da kazanmış oluyordu. Gümrük Birliği orta sınıfın ekonomik bütünleşmeye ilişkin en acil isteklerine karşılık vermekle birlikte, gevşek bir konfederasyonun yol açtığı maddi sakıncaların tümünü gideremedi. Varlıklı ve eğitilmiş kesimin yakınmaları sürerken, toplumsal konumları değişen kitleler gitgide huzursuzlaşıyordu.

1848-49 Devrimleri.


Alman Konfederasyonumdaki yaygın hoşnutsuzluk, 1840’ların sonunda Avrupa’yı saran hareketin etkisiyle büyük bir patlamaya dönüştü. Büyük ekonomik bunalım sanayideki gelişmeyi durdurmuş, kentlerde işsizliği artırmıştı. Kötü hasat mevsimlerinin birbirini izlemesi de İrlanda Denizinden Rus Polonyası’na kadar geniş bir alanda büyük bir kıtlığa yol açmıştı. Orta Avrupa’da 1840’larda görülen açlık, sanayi ve tarımdaki modernleşmenin doğurduğu işsizliğe eklenince, yoksul sınıfları açık başkaldırıya itti. Birçok ülkede açlık yüzünden önce tekil ayaklanmalar görüldü; ama 1848 başında Paris’teki ayaklanmayla Kral Louis-Philippe’in devrilmesi (Şubat 22-24) bir dizi ayaklanmanın ilk işareti oldu. Alman Konfederasyonu’na bağlı hükümetlere karşı da genellikle ılımlı, ama Berlin’de olduğu gibi bazen kanlı ayaklanmalar patlak verdi. Kurulu düzenin gururlu simgesi Metternich 13 Mart’ta istifa etmek zorunda kalınca, Fransa’dakilere benzer gelişmelerin önünü alma telaşına düşen prensler hemen muhalefetle barış yoluna gittiler. Bakanlıklara ünlü liberaller getirildi, yurttaş hakları ile yasama organının yetkilerini koruyan siyasal reformlar yapıldı. Daha da önemlisi, Almanya’nın tümünü temsil eden bir ulusal meclis oluşturularak siyasal bütünlüğü sağlama çabalarına girişildi. İlkbahar ayaklanmaları yatışır yatışmaz seçimler yapıldı ve Frankfurt Ulusal Meclisi 18 Mayıs’ta toplanarak özgür ve birleşik bir Almanya kurmak amacıyla hazırlıklarına başladı. Almanya’nın bölünmüşlüğüne karşı uzun süredir mücadele edenler, birkaç hafta içinde kendilerini iktidarda buldular.

Düzeni yıkmayı başaran güçler bu başarıdan nasıl yararlanılacağı konusunda görüş birliği içinde olmadıklarını kısa sürede fark ettiler. Yasama organlarında çoğunluğu kazanmış olan liberallerle daha radikal yöntemleri savunarak mücadeleyi sürdüren demokratlar arasında önemli ayrılıklar vardı. Birliğin nasıl sağlanacağı, hükümdarları 400 yıl boyunca Kutsal Roma-Germen İmparatorluğumun tacını giymiş Avusturya’nın mı, yoksa siyasal gücü ve merkezî konumuyla Prusya’nın mı önderliği yürüteceği temel anlaşmazlıklardan biriydi. Bir grup Avusturya’nın önderliğincle Büyük Alman (ıGrossdeutsch) birliğini) bir grup ise Habsburg topraklarındaki öbür etnik topluluklara dikkati çekerek Prusya önderliğinde Küçük Alman (Kleindeutsch) hareketini destekliyordu. Öte yandan kırsal yoksullaşmaya ve makineli üretime karşı korunma isteyen işçi sınıfıyla kazandığı siyasal gücü, girişim özgürlüğüne dayalı bir sanayi kapitalizmini yerleştirme yönünde kullanmak isteyen burjuvazi arasında da temel bir çatışma vardı. Frankfurt Meclisi anayasa tartışmalarını sürdürürken desteği giderek azaldı ve otoritesi zayıfladı. Devrimin yarattığı sarsıntıdan kurtulan sağ güçler ise bir karşıdevrim hazırlığı içindeydi. Her Alman devleti değişik ölçüde sağa kaydı. 1849 ilkbaharında Frankfurt Meclisi görüşmelerini tamamladığında devrimin hızı kesilmişti. Meclis, halk tarafından seçilecek bir meclisle yetkileri sınırlanmış bir imparatorun başında bulunduğu federal bir birlik öneren anayasa taslağını ortaya koydu. İmparatorluk tacı Prusya kralına önerildi. Yetkilerini çok kısıtlı bulduğu bu unvanı IV. Friedrich Wilhelm’in reddetmesiyle liberal anayasa altında birleşme olasılığı ve devrimci akımın da son şansı ortadan kalktı. Ilımlılar yenilgiyi kabul edip sahneden çekilirken, radikaller halk kitlelerinden çok aydınlar, öğrenciler, radikal siyaset adamları ve profesyonel devrimcilerin desteklediği bir dizi yeni ayaklanmaya önderlik ettiler. 1849 yazma gelindiğinde devrim tümüyle bastırılmıştı.

1850’ler:


Siyasal gericilik ve ekonomik büyüme yılları. Ulusal birliği liberal reformlarla sağlama girişimini aynı hedefe tutucu devlet politikalarıyla ulaşma çabaları izledi. Parlamenter yönetimin yetkisiz imparatoru olmayı reddeden IV. Friedrich Wilhelm kraliyet yetkilerinin zedelenmeden korunacağı bir ulusal federasyonun başına geçmeye hazırdı. Avusturya orduları Macaristan’da devrimle uğraşırken Berlin, Prusya Birliği olarak adlandırılan yeni bir federasyon oluşturulması yönünde küçük devletlere diplomatik baskı uygulamaya başladı. Ama Friedrich Wilhelm bu konuda yeterince kararlı davranamadı; 1849’da Macaristan zaferini kazanan Avusturya imparatoru I. Franz Joseph, eski Federal Meclis’in yeniden oluşturulması önerisiyle ortaya çıktı ve birçok devletin desteğini kazandı. Böylece ülke bir yanda Prusya Birliği, öbür yanda da Alman Konfederasyonu arasında ikiye bölündü. Bir iç savaş tehlikesi son anda önlendi ve PrusyalIlar Kasım 1850’de Alman Konfederasyonumun yeniden kurulmasını kabul ettiler. Eski düzen bütün yetersizliği ile yeniden kuruldu. Tam bir gericilik dönemine girildi. Alman Konfederasyonu bu son yıllarında devrimin açıkça ortaya koyduğu reform gereksinmesine gözlerini kapadı.

1850’ler siyasal açıdan ne kadar kısırsa, ekonomik bakımdan da o kadar önemli yıllar oldu; Orta Avrupa’da sanayi kapitalizminin büyük yükselişi bu dönemde ğerçekleşti. Siyasal ve toplumsal reformlarda başarısız kalan ulusal birikim, bütün gücünü maddi ilerlemeye yöneltti. Zollverein içindeki sanayi üretimi ve dış ticaret hacmi 10 yıl içinde iki katını aştı. Ama Amerika’dan ve Avustralya’dan altın akışıyla da körüklenen enflasyonist ve spekülatif eğilimler 1857’de bütün kıtayı etkileyen bir mali çöküşle noktalandı. Gene de Almanya sanayi öncesi ekonomik yapıyı artık geride bırakmıştı. Gerçi kırsal nüfus hâlâ çoğunluktaydı, ama sanayileşme ve kentleşme süreci dönüşü olmayan bir yola girmişti. Bunun siyaset üzerinde de belirgin bir etkisi oldu. Ekonomik güç tarımdan imalata, kırdan kente ve aristokrasiden burjuvaziye kaydıkça iktidarın da yeniden paylaşılması yönündeki baskılar arttı. Dönemin sonunda liberalizmle tutuculuk arasında yeni bir mücadele gündeme gelmişti.

1860’lar ve Bismarck'ın zaferi.


Liberal reform ve ulusal birlik hareketinin 1850’ lerin sonunda yeniden doğuşu Alman tarihinin “yeni dönem”ini başlattı. Gericilik artık son günlerini yaşıyordu. Avusturya 1859’da Fransa ve Piemonte’yle girdiği savaştan yenik çıktı. Viyana’daki otoriter rejimin varlığı askeri saygınlığına bağlı olduğu için bu olay Orta Avrupa’da büyük etki yarattı. 1860’ta Avusturya imparatoru parlamenter bir sisteme geçmeye karar verdi ve bir anayasa ilan etti; iki meclisli bir parlamento ve burjuvaziye ağırlık veren bir seçim sistemini benimsedi. Avusturya’daki bu değişiklik v^ İtalyan birliğinin sağlanması Almanya’da da ulusal bilincin yeniden uyanmasına yol açtı. Ama bu kez liberallerin 10 yıl öncesindekinden tutumu çok farklıydı. Birlik ve özgürlük, kuramlarla ve söylevlerle değil, görüşme ve uzlaşmalarla kazanılabilirdi. Kurulu düzenin güçleri ürkütülerek körü körüne direnmeye itilmemeliydi. Bu yeni siyasetin adı Realpolitik’ti.
Prusya’da tahtla parlamento arasındaki çatışma, ödün vermez bir tutucu olarak tanınan Otto von Bismarck’ın başbakanlığa getirilmesiyle tutucuların iktidarı sonuna kadar savunacağı anlaşılan bir mücadeleye dönüştü. Bismarck’ın amacı otoriter hükümet biçimini, bu biçimi gizleyecek parlamenter kurumların ardında sürdürmekti. Ulusal birlik isteği özgürlüklerin kısıtlanması için, milliyetçilik de liberallerin yola getirilmesi için kullanılabilirdi. Bismarck’a göre uzun dönemde Almanya’da ulusal birliğin doğması kaçınılmazdı. Bunu kurulu düzen sağlayamazsa, o zaman reformculara, demokratlara ve devrimcilere fırsat verilmiş olacaktı.
Uluslararası koşullar Alman Konfederasyonumda bir “ulusal birlik” programının uygulanmasına elverişliydi. Kınm Savaşı (1853-56) yenilgisinden beri Rusya’nın Avrupa’da belirleyici etkisi kalmamıştı. İngiltere iç reformlarla uğraşıyordu. III. Napoleon’un ise Fransa’nın sınırlarını genişletmesine olanak vereceği için Ren’in doğusunda çıkabilecek bir iç savaşa itirazı yoktu. Bu durumda Bismarck dış müdahaleden korkmadan Avusturya ile savaşa girişebilirdi.

1866 ilkbaharı boyunca iki taraf da savaş hazırlıklarını hızlandırdı. Bismarck İtalya’yla anlaştı ve Habsburg’lara karşı yanında yer alırsa, savaş sonrasında İtalya’ya Venedik’i vermeyi önerdi. Alman Konfederasyonu içinde kamuoyu oluşturmak amacıyla da Federal Meclis’e, bütün erkek yurttaşların oy kullanabileceği genel seçimlerle oluşacak bir parlamento kurulması yönünde önerge verdi. AvusturyalIlar ise Fransa’nın tarafsız kalmasını sağlayarak Alman devletlerinin desteğini kazanmaya çalışıyorlardı. Son barış çabaları da yarar getirmeyince savaş kaçınılmaz oldu.
Prusya ile Avusturya arasındaki Yedi Hafta Savaşı (Haziran-Ağustos 1866) 50 yıl önce Viyana Kongresi’yle Avrupa’da oluşturulan güç dengesini bozdu ve yabancı diplomatlar henüz ne olduğunu anlayamadan sona erdi. PrusyalIların safında Helmuth von Moltke gibi üstün bir stratejist ve kuyruktan dolma top gibi güçlü bir silah vardı. Avusturya komuta kademesi ise daha çarpışmalar başlamadan kararsızlık ve moral bozukluğu içindeydi. Savaşı kazanan Bismarck onurlu bir barışa yönelik görüşmelerin hızla tamamlanmasını istedi. 23 Ağustos’ta imzalanan Prag Antlaşmasıyla Franz Joseph’in Venedik dışındaki tüm topraklarını elinde tutmasına izin verildi. Buna karşılık imparator Harınover, Nassau, Hessen-Kassel, Schleswig-Holstein ve Frankfurt am Main’ın Prusya’ya bağlanmasıyla Alman Konfederasyonu’nun dağılmasını ve Main Irmağının kuzeyinde, Hohenzollern önderliğinde yeni bir federal birliğin oluşturulmasını kabul ediyordu. Yüzyılı aşkın süredir Orta Avrupa tarihini belirleyen BerlinViyana yarışması bitmişti.

Bismarck’m askeri zaferi ülkesindeki anayasal çatışmayı da kazanmasını sağladı. Savaş sırasında yapılan seçimler sağa önemli kazançlar getirmişti. Ama barıştan sonra Bismarck aşırı tutucuların umduğu gibi anayasayı askıya almak ve otoriter bir rejim kurmak yerine uzun vadeli olabilecek çözümleri yeğledi. Liberalizmi bastırmaya çalışmadı. Yasama meclisindeki muhalefeti bölerek amacına ulaştı. Reformcu güçleri bölmeyi ve amaçlarından uzaklaştırmayı başaran Bismarck, ülke içi sorunlar karşısında savaş alanındakinden farksız bir zafer kazandı.
Ulusal birliğin sağlanmasıyla özgürlük istemlerinin yatışacağına uzun süredir inanan başbakan, Prusya ordusunun başarısı üzerine bu varsayımını sınama olanağını buldu. Avusturya sindirildikten sonra Main’ın kuzeyindeki devletlerin de Kuzey Alman Konfederasyonumda Berlin’e katılmaları sağlandı. Prusya Krallığı, konfederasyon topraklarının ve nüfusun yaklaşık beşte üçünü kapsadığından bu çok dengesiz bir birleşmeydi. Yürütme yetkisi veraset gereği PrusyalI hükümdarlara, yasama yetkisi ise üyeleri devletlerin yönetimince atanan Federal Konsey (Bundesrat) ile eşit erkek oylarıyla seçilen İmparatorluk Meclisi’ne (Reichstag) verilmişti. Bismarck böl ve yönet stratejisiyle programını yürütebilmeyi sağlayacak bir çoğunluk elde etmekte güçlük çekmedi. Federal anayasa haklar bildirisine ve bakanların sorumluluğuna yer vermiyor, ordu üzerinde sivil bir denetim kurmuyordu. Ama para, ölçü, ticari uygulama, sanayi yasaları ve mali kurallarda birlik sağlayarak orta sınıfın çoktandır istediği ekonomik düzeni gerçekleştirdi; siyasal özgürlük isteklerinde uğradıkları yenilgiyi bir ölçüde unutturdu.

Fransız-Almarı Savaşı ve yeni Alman Reich’ı.


Yedi Hafta Savaşı Avrupa’daki her ülkeyi Kuzey Alman Konfederasyonu’nun varlığını göz önünde tutarak diplomatik ve askeri konumunu yeniden değerlendirmek zorunda bıraktı. Ama hiçbir ülke Hohenzollern ordularının zaferinden Fransa kadar doğrudan etkilenmedi. Fransa imparatoru III. Napoleon, Avusturya-Prusya çatışmasının her iki tarafı da zayıf düşürerek Fransa’ nın doğuya doğru yayılmasını kolaylaştıracağını düşünmüştü. Oysa şimdi Fransa’nın karşısında, çıkarları için ciddi bir tehlike oluşturan güçlü bir birleşmiş Almanya vardı. Er ya da geç iki ülkenin çatışması kaçınılmaz görülüyor, birliğe güney devletlerini de katmayı amaçlayan Bismarck’a bu olasılık çekici geliyordu. Güç denemesi için beklenen fırsat, I. Wilhelm’in akrabası Prens Leopold’un İspanya tahtına aday gösterilmesiyle çıktı ve 19 Temmuz 1870’te Fransa Prusya’ya savaş ilan etti.

Bismarck’m III. Napoleon’un yayılmacı girişimleri karşısında güneydeki Alman devletlerinin birliğe katılacağı yolundaki hesabı doğru çıktı ve güney devletleri de FransızAlman Savaşı’nda kuzeyin yanında yer aldılar. Napoleon’un komuta ettiği Fransız ordusu Sedan’da teslim oldu. Bunun üzerine Fransa’da kurulan cumhuriyet hükümeti 1793’ün devrimci ülküleri uğruna mücadeleyi sürdürdü. Ama General Moltke karşısında yeni rejim de direnemedi ve 28 Ocak 1871’de Paris düştü. Savaş 10 Mayıs’ta imzalanan ve Almanya’ya Alsace-Lorraine’i kazandıran Frankfurt Antlaşmasıyla sona erdi. Daha çatışmalar bitmeden Almanya’ da ulusal birliğin kuruluşu başarıyla tamamlanmıştı. Main’ın güneyindeki hükümetler, Hohenzollernlerin yönetiminde güçlü bir imparatoluk (Reich) oluşturmak üzere Kuzey Almanya Konfederasyonuma katılmış, 18 Ocak’ta Prusya toplan Paris’i ateşe tutarken I. Wilhelm imparator ilan edilmişti. Böylece Kutsal Roma-Germen İmparatorluğumdan, Alman İmparatorluğu’na geçiş tamamlandı.

ALMAN İMPARATORLUĞU, 1871-1918.


18 Ocak 1871’de kurulan Alman İmparatorluğu kitlelerden gelen milliyetçi duyguların değil, askeri zaferleri izleyen geleneksel diplomatik girişimlerin ürünüydü. Kuzey Alman Konfederasyonuma üye devletlerin liderleriyle Bavyera, Baden, Hessen ve Württemberg’in hükümdarları arasında bir anlaşmaya vanlmıştı. O tarihte Alman topraklarının ve nüfusunun yaklaşık beşte üçünü kapsayan Prusya, imparatorluğun I. Dünya Savaşı’nm ardından çöküşüne değin birliğin egemen gücü olarak kaldı.
İmparatorluk oluştuğunda 540.857 km2’lik bir alanı kaplayan Almanya’nın nüfusu 1871-1914 arasında 41 milyondan 67 milyona çıktı. Nüfusun yüzde 63’ü Protestan, yüzde 36’sı Katolik, yüzde l’i Yahudiydi. PolonyalI, DanimarkalI ve Fransızlardan oluşan, küçük azınlık gruplarının dışında nüfus tümüyle Germen kökenliydi. Kırsal nüfus yüzde 67 kadardı; gerisi kasaba ve kentlerde yaşıyordu. 1820’lerde ve 1830’ larda çıkarılan zorunlu eğitim yasaları nedeniyle nüfusun neredeyse tümü okuryazardı.

İç sorunlar.
Alman İmparatorluğu’nun anayasası Kuzey Alman Konfederasyonumdan devralınmıştı. Bismarck’m 1867’de hazırladığı bu anayasa Almanya’nın kırsal ağırlıklı yapısını ve Junker kökenli Bismarck’ m otoriter eğilimlerini yansıtıyordu. Biri halkı, öbürü 25 eyaleti temsil eden iki meclis vardı. Erkek yurttaşların gizli oyuyla seçilen İmparatorluk Meclisi (.Reichstag) 397 üyeliydi. Parlamentonun eyalet temsilcilerinden oluşan üst kanadı ise Bundesrat adını taşıyordu. 1867 ve 1871’de belirlenen seçim bölgeleri hiçbir zaman nüfustaki değişiklikleri yansıtacak biçimde değiştirilmedi. Dolayısıyla da kentleşme ilerledikçe kırsal kesimin meclisteki ağırlığı ülkedeki oranının çok üstüne çıktı. Kuramsal olarak alt meclis her yasayı geri çevirebilirdi, ama gerçekte yetkileri sınırlanmıştı. Ayrıca bakanlar da meclis değil, imparator tarafından seçiliyor ve ona karşı sorumlu tutuluyorlardı, imparatorluk bütün varlık süresince imparatorluğun siyasal sistemi ile Prusya’nın siyasal sistemi arasındaki uyuşmazlığın etkisinde kaldı. Prusya’da alt meclis üç sınıflı bir seçim sistemiyle belirleniyor, erkek nüfusun yüzde 15’ini oluşturan mülk sahipleri temsilcilerin yaklaşık yüzde 85’ini seçiyordu. Dolayısıyla tutucular Prusya’da her zaman çoğunluğu sağlayabiliyor, oysa imparatorluk sistemi merkez ve sol partilere büyüyen bir çoğunluk olanağı veriyordu. İmparator aynı zamanda Prusya kralıydı. İki kısa dönem dışında Prusya başbakanı da hep imparatorluk şansölyesi oldu. Bu durumda yürütme, iki ayrı mecliste çoğunluk sağlama gibi bir sorunla karşı karşıyaydı. Genellikle bürokrasi ya da asker kökenli olan bakanların da çoğu kez parlamento ve dış politika deneyimleri yoktu.
Alıntıdaki Ek 48834

Bismarck kırsal nüfusun liberal eğilimli ilerici partiye değil, Muhafazakâr ve Bağımsız Muhafazakâr partilere oy vereceğini düşünerek erkekler için genel oy hakkını kabul etmiş, kurulacak yeni partileri hesaba katmamıştı. Ama 1870’lerin başında Prusya’ da seçimlere katılmaya başlayan, Katolik inanç temelinde örgütlenmiş Merkez Partisi ve Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) önemli oranda oy aldı.. 1871’de Bismarck Liberaller’le birleşerek Merkez Partisi’ni yok etmeye yönelik Kulturkampfı (kültür savaşı) başlattı. Katolik Kilisesi’ni hedef alan bir dizi yasa çıkarıldı; medeni nikâh kabul edildi; papazların yer değiştirmesi yasaklandı; tarikatlar dağıtıldı. Ama Kültürkampf amacına ulaşamadı. Tersine Katolik azınlığın bir siyasal partiye gereksinimleri olduğunu anlamalarına yaradı. 1870’lerin sonunda Kulturkampf tan vazgeçen Bismarck bu kez muhafazakâr partiler ve Ulusal Liberaller’in birçok üyesiyle birleşerek SPD’ye karşı bir kampanya başlattı. Hızla sanayileşen Almanya’da tehlikeli olabilecek bu partinin anayasa gereği seçimlere katılmasını önleyemediyse de, 1878-90 arasında yasadışı ilan edilmesine yol açan meclis çoğunluğunu sağladı. Pek çok sosyalist İsviçre’ye kaçtı. 1880’lerde Bismarck işçileri sosyalizmden caydırmak için bazı sosyal güvenlik uygulamaları başlattı; ülke çapında sağlık hizmetleri sistemi kurdu. Ama Katolikler karşısında olduğu gibi, sosyalistler karşısında da başarısızlığa uğradı. 1890 seçimlerinde Bismarck’m deyimiyle “imparatorluk düşmanı” bu iki parti çok büyük kazançlar sağladı. Yeni imparator II. Wilhelm (1859-1941) 74 yaşındaki başbakanın istifasını istedi.

1870-90 arasında ekonomi.
İmparatorluk 20 yıllık hızlı ekonomik büyüme döneminin sonuna doğru kurulmuş, Alman devletleri çelik üretiminde ve demiryolu yapımında Fransa’yı geride bırakmıştı. 1867’de Kuzey Alman Konfederasyonu’nun kurulması ekonomik büyümenin önündeki engelleri yok etti. Tefecilik yasaları ve iç göç sınırlamaları kaldırıldı. Bismarck ve müttefiki Ulusal Liberaller’in girişimiyle altına dayalı tek bir para kabul edildi. İmparatorluk bankası kuruldu. Çok ortaklı şirketlerin oluşmasını önleyen katı kurallar bir yana bırakıldı. Sonuçta 1870-73 arasında toplam 1,4 milyar taler sermayeyle 857 yeni şirket kuruldu; bu sayılar önceki 20 yılın toplamının üzerindeydi. 1865-75 arasında demiryolu ağı iki katma çıktı. On binlerce Alman ilk kez hisse senedi almaya başladı.
Bu çılgınca büyüme 1873’te bütün dünyayı saran ekonomik bunalımla sona erdi. Tarım ve sanayi ürünlerinin fiyatları düştü; net milli hasılanın düşüşü altı yıl durdurulamadı. Yeni kurulan çok ortaklı şirketlerin yaklaşık yüzde 20’si iflas etti. Borç içindeki Junker’lev Alman pazarına dolan Amerikan ve Rus tahıl fazlasının rekabetiyle karşılaştı. Kırsal Prusya nüfus kaybetti; 1870’lerde 600 bini bulan Kuzey ve Güney Amerika’ya göç edenlerin sayısı 1880’lerde bunun iki katını aştı. Gene de 1870-90 arası sürekli bir bunalım dönemi olmadı. 1880’lerde tarımda değilse bile, sanavide önemli canlanmalar görüldü ve İngiltere bu yeni rakibinin gücünü tanımaya başladı.

Bunalım koşullan Alman liderleri 20 yıllık serbest ticaret uygulamasından denetimli ekonomiye dönmeye yöneltti. Yeni döneme damgasını vuran yoğunlaşma oldu. Almanya büyük sanayi, büyük tarım, büyük bankacılık ve büyük yönetim ülkesi haline geldi. Devlet korumasındaki kartel anlaşmalanyla pazar bölüşüldü; mamul mallarda standartlaşmaya gidildi; sabit fiyat uygulamasına geçildi. Kartelleşme çelik, kömür, cam, çimento, potas ve kimya sanayilerinde hızla yayıldı. 1882-95 arasında toplam işyeri sayısı yüzde 4,6, ama 50’den fazla işçi çalıştıran işyeri sayısı yüzde 90 arttı. 187879’da muhafazakâr partilerle birleşip Ulusal Liberaller’e sırt çeviren Bismarck ayrıca sanayi ve tarımın gümrük duvarlarıyla korunmasını öngören bir ekonomi politikasını benimsedi. Tarım ürünlerinde gümrük iki kez yükseltildi ve toprak sahibi Junkef lere sübvansiyon sağlandı. Böylece toprak sahipleri, büyük sanayi, ordu ve sivil bürokrasinin üst kademeleri arasında sosyal demokrasiyi ve siyasal özgürleşmeyi önlemeye, ayrıca piyasadaki dalgalanmalardan korunmaya yönelik bir ittifak oluştu.

1870-90 arasında dış politika.


1890’daki istifasına değin Bismarck dış politikaya neredeyse istediği gibi yön verdi. Üç askeri zaferden sonra görevi barışı yerleştirerek zaman kazanmak, böylece Orta Avrupa’da güçlü bir Alman İmparatorluğumun doğal kabul edilmesini sağlamaktı. En büyük sorunları ise Balkanlar’da ve Fransa’da görüyordu. Osmanlı Devleti’nin çöküşü Balkanlar’da Avusturya ile Rusya arasında çatışmaya yol açabilir, gerek bu olay, gerekse Fransa’nın Almanya’dan öç almak istemesi Avrupa’yı yeniden savaşa sürükleyebilirdi.
Bismarck her ne kadar Realpolitik uygulamasının büyük ustası kabul edilirse de temelde monarşilerle ilişki kurmayı seçen, buna karşılık parlamenter hükümetleri küçük gören bir politikacıydı. 1873’te Rusya ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarıyla anlaşarak Üç İmparator Birliği’ni kurdu: Ama 1870’lerin ortalarında OsmanlIların Slav eyaletleri ayaklanınca birlik dağıldı. 1877’de Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açınca İngiltere ve Avusturya-Macaristan Rus yayılmacılığından kaygılanmaya başladı. Bismarck ise Rusya’nın Ayastefanos Antlaşmasıyla OsmanlIlara kabul ettirdiği ağır koşulların 1878 Berlin Kongresi’nde yeniden görüşülmesini sağladı. 1879’da da Habsburglarla İkili İttifak’ı oluşturdu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılması durumunda Rusya’nın Polonya, Çekoslovakya ve öbür Slav topraklarına egemen olmasından korkuyordu; ayrıca bu durumda Almanya’ya göç edebilecek ve Merkez Partisi’ni güçlendirecek 7 milyon Germen kökenli AvusturyalI Katoliği de istemiyordu.

Bismarck sağlam bir müttefik bulduktan sonra 1881’de Üç İmparator Biliği’ni canlandırarak usta politikacılığını ortaya koydu. Artık Balkanlar’da bir çatışmayı önlemek için Viyana kadar Petersburg’da da etkili durumdaydı. 1882’de Fransa’dan korkan İtalya’nın da katılmasıyla İkili İttifak Üçlü İttifak’a dönüştü. Görünüşte Bismarck kazanmıştı. Fransa’nın müttefiki yoktu. Balkanlar’daki iki büyük karşıt güç de etkisi altındaydı. Ama çok geçmeden Bulgaristan nedeniyle Avusturya ve Rusya’nın arası açıldı ve birlik yeniden dağıldı. Bismarck’m müdahalesiyle savaş önlenmekle birlikte Habsburglarla Romanovların ilişkileri artık düzelemeyecek kadar bozulmuştu. Bismarck 1887’de Rusya’yla ayrı bir antlaşma imzaladı, ama o daha başbakanlıktan ayrılmadan Fransa’yla Rusya yakınlaşmaya başladı.
Bismarck barışçı politikalarıyla Avrupalı liderlerin saygısını kazandı. Sorun Junker’ lerin ve sanayi burjuvazisinin yönlendirdiği bu gelişen sanayileşmiş gücün öbür Batılı güçlerin kurduğu sömürge imparatorlukları karşısında aynı politikayı sürdürüp sürdüremeyeceğiydi.

1890-1914 arasında siyaset.


Bismarck’ın kurduğu siyasal yapı pek az değişiklikle 1918’e değin korundu. Ama ardılı Leo von Caprivi iç politikada farklı bir yol tuttu. İlk kez siyaset sahnesine çıkan Caprivi askerdi. Şaşırtıcı bir kararla merkez ve sol partilerle çalışmayı seçti; onların desteğiyle tahıldan alman gümrük vergilerini indirdi; Rusya, Avusturya-Macaristan ve Romanya’yla uzun vadeli ticaret anlaşmaları yaptı. Bunların sonucunda gıda maddeleri fiyatları düştü ve sanayi gelişti. Ulusal zenginlikle birlikte sanayi işçilerinin yaşam düzeyi de yükseldi. Caprivi, çıkarları zedelenen Junker aristokrasisi tarafından istifaya zorlandı ve onun düşüşü, izleyen başbakanlara toprak sahiplerine muhalefetin tehlikelerini öğretti. 190009 arasında başbakan olan Bernhard von Bülow, Caprivi’nin ticaret politikasını terk etti ve büyük sanayiyle büyük tarım arasındaki ittifakı yeniden kurdu.

20. yüzyıla girerken imparatorluk büyük bir bunalımın eşiğinde görünüyordu. Avrupa’nın en canlı ekonomisine sahip ülkenin otoriter siyasal sistemi felce uğramıştı. Kentsel seçmen kitlesinin büyümesiyle her seçimde oylarını artıran SPD 1890’da çoğunluk sağlayamamakla birlikte birinci parti durumuna geldi; 1891 Erfurt Kongresi’nde devrimci Marksist bir program benimsedi; 1912’ye gelindiğinde seçmen desteği izleyen iki büyük partinin toplam seçmen desteğini aşmıştı. SPD gibi Merkez Partisi’nin de kitle tabanı vardı. Muhafazakârlar, Ulusal Liberaller ve İlericiler ise geleneksel seçkinlerin önderlik ettiği, sürekli gerileyen partilerdi. Liberaller ve Muhafazakârlar Reichstag'daki ağırlığını yitirirken toplumda ilk kez parlamento dışı çıkar gruplan belirdi. PanGermen Birliği, Donanma Birliği, Çiftçiler Birliği ve Sömürgeler Birliği gibi bu gruplar otoriter bir siyaseti ve yayılmacı bir dış politikayı savunuyordu. Çiftçiler Birliği dışında hepsi eğitimli orta sınıfa dayanıyor, önderleri arasında profesörler bulunuyordu. Bu gruplar karar alma sürecini etkilemekte olağanüstü başarı gösterdi.
İmparatorluk döneminin son seçimlerinde (1912) SPD oyların yüzde 34,8’ini ve meclis üyeliklerinin 110’unu alarak büyük bir zafer kazandı. Güneyde Württemberg tam bir parlamenter yönetime yöneliyordu; AlsaceLorraine’e de şaşılacak kadar geniş bir özerklik tanınmıştı. Dolayısıyla imparatorlukta temsili demokrasiye doğru bir evrimin belirtileri vardı. Buna karşılık Saksonya ve Hamburg Prusya’dan da kısıtlayıcı bir seçim yasası benimsemişti. Hepsinden önemlisi Junker’lere, askeri ve sivil bürokrasiye dayanan, çoğu profesör tarafından da desteklenen Prusya daha fazla demokrasiye kesinlikle karşı çıkıyordu.

1890-1914 arasında ekonomi.


Alman sanayisi 1890 sonrasında soluk kesici bir hızla olgunluğa erişti. 1895-1907 arasında makine sanayisinde işçi sayısı iki katma çıktı. Amerika’ya göç 1880’lerde yılda 130 binden, 1890’ların ortalarında yılda 20 bine düştü.' Prusya’nın doğusundaki nüfus fazlası Ruhr Havzasındaki fabrikalara yöneldi. Alman mallan Fransa dışında kıtadaki bütün büyük pazarları ele geçirdi.

Yüzyılın sonuna gelindiğinde hem ulusal gelirin, hem de nüfusun ağırlığı kentsel sanayi sektörüne kaydı. 1910’da nüfusun yüzde 60’ı kentlerde yaşıyordu. 1913’te gayri safi milli hasılanın yüzde 60’ı sanayiden kaynaklanıyordu. 1912’de toplam sendikalı işçi sayısı 3,7 milyon, sosyalist sendika üyeleri 2,5 milyondu. 1911’de 13,2 milyon işçi sosyal güvenlik kapsamındaydı. İşverenlerin bütün otoriterliğine karşın işçiler önemli kazanımlar elde etti; 1867-1913 arasında günlük çalışma saatleri yüzde 14 kısaldı. Kişi başına ulusal gelir 1871’de 352 marktan 1914’te 728 marka çıktı. Ama siyasal hakların birçoğundan yoksun olduklarından sanayi işçileri, çoğu kez Katolik bile olsalar, devrimci sosyalist partiye oy verdiler.
Sanayileşme hızlı olmakla birlikte yalnızca belli sektörlerde gerçekleşti, ekonominin öbür alanlarını çok etkilemedi. Almanya bir sanayi devine dönüşürken iki milyon Alman geleneksel zanaat dallarında çalışmayı sürdürdü. Büyük Junker mülklerinin ve kartellerin yanında cüce çiftlikler ve küçük atölyeler de var oldu. Çiftçilerin yüzde 60’ının iki hektardan az toprağı vardı. Alman fabrikaları İngiliz ve Fransızlarınkinden daha büyük, daha moderndi, ama kapitalizm öncesi sektörler bu ülkelerdekinden geriydi. Bunalım dönemlerinde geleneksel meslek sahipleri hem yurtsever, hem antikapitalist bir ideoloji olarak çoğu kez Yahudi düşmanlığına yöneldiler.

1890-1914 arasında dış politika.


Bismarck’ m ardılları onun dış politika ilkelerinden hemen vazgeçtiler. Rusya’yla 1887’de imzalanmış olan antlaşmayı kaldırdılar. 1894’te Rusya Fransa’nın müttefiki oldu. Fransa yalnızlıktan kurtulurken, Almanya’nın Balkanlardaki etkisi azaldı; İngiltere’yle yakınlaşma çabaları ise çok önemsiz kaldı.
1897-1912 arasında II. Wilhelm, kurnaz bir politikacı olan donanma danışmanı Alfred von Tirpitz’le birlikte Weltpolitik (dünya politikası) adıyla bilinen yayılmacı politikayı uygulamaya koydu. Almanya’nın önemsiz deniz gücü 10 yıldan biraz fazla zaman içinde Ingiltere’den sonra ikinci sıraya yükselmiş, okyanuslarda öteki ülkelere meydan okuyabilecek yeni savaş gemileri yapılmıştı. Tirpitz usta bir propagandacıydı; güçlü imparatorluk düşünü tüccar ve sanayici orta sınıfa aşıladı. Donanma onların ticaret gemilerini de koruyacak, ayrıca tahta bağlılığı artırarak sol partilerin büyümesini önleyecekti. Weltpolitik büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Emperyalist dünyaya geç gelen Almanya en değerli sömürgeleri rakiplerine kaptırmıştı. Ele geçirdiği birkaç küçük yer donanmaya akıtılan paranın karşılığı olarak görülemezdi. Üstelik Tirpitz’in planı İngiltere’nin Almanya tehlikesine karşı önlem almasına yol açtı. İngiltere 1902’de Japonya’yla ve 1904’te Fransa’yla birer anlaşma imzaladı. 1907’de ise Rusya’yla anlaşmazlıklarını gidererek Fransa’nın da katılımıyla Üçlü itilafı oluşturdu. Böylece Almanya kendini üç büyük güçle çevrilmiş buldu.

Bismarck yönetiminde 20 yıl çatışmadan kaçman Almanya izleyen dönemde hemen her yere karışmaya başladı. 1890’larda Çin’e müdahalesi Japonya’nın tepkisini çekti. Rusya’yı ilgilendiren Osmanlı Devleti üzerindeki etkisi, Fransa’nın unutamadığı ise 1870 yenilgisiydi. Almanya İngiltere’nin de düşmanlığını kazanınca Bismarck’ın kâbusu olan koalisyon gerçekleşti. Alman yönetimi 1905 ve 1911’de iki kez Fas sorunundan yararlanarak koalisyonu dağıtmayı denedi, ama bazı ödünler almakla birlikte Üçlü İtilafı bozamadı. 1912’de Başbakan Theobold Bethmarın Holhveg ve bakanları Weltpolitik’ in başarısızlığını kabul ettiler. 1894’ten beri genişletilmeyen orduya yeniden ağırlık verildi. İtalya güvenilir olmaktan çıktığı için artık tek sağlam müttefik Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ydu ve onun istikrarının bozulması Almanya’yı tam bir yalnızlığa itecekti.
Avusturya veliahtı Arşidük Franz Ferdinand Haziran 1914’te bir Sırp teröristi tarafından öldürüldü. Böyle bir olayın üstüne kararlılıkla gitmeyen bir AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun geleceği parlak olamazdı. II. Wilhelm ve başbakanı Sırbistan’a karşı sert önlemler alınmasında direttiler ve savaş çıkacak olursa Avusturya’ya koşulsuz bağlılıklarını bildirdiler.

kaynak: Ana Britannica


Safi 14 Mayıs 2016 17:15

2 ek

I. Dünya Savaşı.


I. Dünya Savaşı’nm ilk günlerinde Almanya’da bütün sınıf, din ve siyasal görüş ayrılıkları unutuldu. Bütün partiler ve hatta SPD savaş harcamalarını onayladı. Oysa Almanya tehlike içindeydi. İtilaf Devletleri denizlerde güçlüydü; nüfusları Almanya’nınkinin üç katıydı; sömürge imparatorlukları ve ABD aracılığıyla ulaşabildikleri zengin doğal kaynakları vardı. Hemen abluka altına alman Almanya ise yalnızca kendi kaynaklarından ve savaşa katılmayan Hollanda, Danimarka ve İsviçre gibi komşularının kaynaklarından yararlanabilirdi. Buna karşılık iki cepheli bir savaşta büyük önem taşıyacak iç geçitlere ve birleşik komuta yapısına sahipti. İtilaf Devletleri birleşik komutadan yoksundu.

Alman genelkurmay başkanı Alfred von Schlieffen’in planı Belçika üzerinden Fransa’ya büyük bir orduyla saldırmak ve ahise kiz hafta içinde Paris’e ulaşmaktı. Doğuda Rusya’ya karşı küçük bir ordu bırakılacak, Fransa yenildikten sonra asıl ordu doğuya dönüp Rusları Doğu Prusya’dan çıkaracaktı. Schlieffen savaş başlamadan öldü; yerini Helmuth von Moltke aldı. Batıda Alman orduları Belçika’yı geçti, ama Marne Çarpışması’nda (Eylül 1914) durduruldu. Bu arada Osmanlı Devleti Almanya’nın yanında savaşa girdi. Yeniden görev verilen 67 yaşındaki Paul von Hindenburg, Tümgeneral Erich Ludendorff’la birlikte doğuya gönderildi ve Tarınenberg’de Rus ordularını yendi (Ağustos 1914). Batı cephesi uzun ve yıpratıcı bir savaşa sahne oldu. Ver dun, Somme ve Ypres’deki büyük çarpışmalara karşın iki taraf da İsviçre sınırından Manş Denizine kadar uzanan siperlerinden 50 km’den fazla uzaklaşamadı. Doğuda ise Müttefikler Rusya’ya karşı bir dizi zafer kazandılarsa da 1917 Ekim Devrimi’ne değin Rusya’yı savaş dışı bırakamadılar.

Moltke’den sonra genelkurmay başkanlığına getirilmiş olan Erich von Falkenhayn 1916’da görevden alındı. Ludendorff la birlikte onun yerine getirilen Hindenburg da tıpkı Falkenhayn gibi savaşın sonucunu batı cephesinin belirleyeceğine inanıyordu. Ama 1915’te İtalya’nın, 1916’da da Romanya’nın İtilaf Devletleri’ne katılmasıyla Müttefiklerin yıpratma savaşında hiçbir şansı kalmamıştı. Hindenburg ve Ludendorff fiilen Almanya’nın hükümdarları durumuna geldiler ve bütün toplumu seferber ettiler. Nüfusun yüzde 18’i askere alındı; bu 11 milyon askerin yaklaşık 2 milyonu öldü. Ülkede açlık baş gösterdi. 1916’da bağımsız bir Polonya devletinin oluşturulması o sıralarda beliren Rusya’yla ayrı bir antlaşma yapma olanağını yok etti. 1917’de ABD’yi savaşa katacağını bile bile “sınırsız” denizaltı savaşı başlatıldı. Nisan 1918’de Ludendorff ABD başkanı Woodrow Wilson’m önerdiği On Dört Madde’yi reddederek büyük bir saldırıya geçti. Askeri ve sivil liderler Reichstag’ ın 1917’de kabul ettiği toprak ilhakına yer vermeyen barış kararını hiçe sayarak 191718’de Rusya ve Romanya’ya ağır barış koşullarını kabul ettirdiler.

Alıntıdaki Ek 48838
(Soldan sağa) General Hindenburg, İmparator II. Wilhelm ve General Ludendorff Dünya Savaşı sırasında

Nisan 1918’deki Ludendorff saldırısı batıda büyük engeller aştı. Ama ilk başarıların sürdürülmesini sağlayacak yedek güçler yoktu. Yaklaşık bir milyon ABD askeriyle birlikte karşı saldırıya geçen İtilaf Devletleri kısa sürede inisiyatifi ele aldılar. Alman kuvvetleri yavaş yavaş çekilmeye başladı ve 8 Ağustos’ta Kuzey Fransa’da ağır bir yenilgiye uğradı. II. Wilhelm Prens Maximilian von Baden’in başkanlığında daha liberal bir hükümeti işbaşına getirdi. Yeni hükümet ateşkes istedi. Ama görüşmeler sonuçlanmadan donanmada devrimci ayaklanma başladı; devrim orduda ve kentsel işçi sınıfı arasında da yayılınca II. Wilhelm krallık ve imparatorluk tacını bırakmak zorunda kaldı. Yenilmiş Almanya’da iktidarı Sosyal Demokratlar üstlenirken, savaşın askeri ve sivil liderleri sorumluluktan kaçtı. Almanya adına Merkez Partisi’nden bir sivilin, Matthias Erzberger’in imzaladığı ateşkes 11 Kasım 1918’de yürürlüğe girdi.

ALMAN CUMHURİYETİ, 1918-33.


9 Kasım 1918’de Almanya’da “kaza sonucu” bir cumhuriyet ilan edildi. Prens Maximilian başbakanlığı “Çoğunluktaki Sosyalistler” olarak adlandırılan kesimin önderi Friedrich Ebert’e devretti. Başlıca görevi devrimi önlemek olan Ebert bunun ancak Almanya’ yı bir anayasal monarşiye dönüştürmekle sağlanabileceğine inanıyordu. Dolayısıyla yeni anayasayı yapacak kurucu meclisin oluşturulması için seçime gitmek gerekiyordu.
Devrimin yenilgisi, 1918-19. Ama Ebert’i zor günler bekliyordu. Savaş yorgunu Almanya’da imparatorluk düzeninin ve imparatorun saygınlığı kalmamıştı. Ülkenin her yanında yakıt ve yiyecek sıkıntısı çekiliyordu. Bütün Avrupa’yı saran grip salgını Almanya’da daha da etkili oluyordu. Yalnızca 18 Ekim’de Berlin’de 1.700 ölüm bildirilmişti. Münih’teki Bağımsız Sosyalistler 8 Kasım’da Bavyera kralı III. Ludwig’i tahtı bırakmaya zorlamışlar ve Bavyera’da bir sosyalist cumhuriyetin kuruluşunu ilan etmişlerdi. Kasımın başlarında, Kiel’deki donanma ayaklanmasından önce Kuzey Denizi ve Baltık Denizi kıyılarındaki liman kentleri denizci, işçi ve asker konseylerinin (Rate) eline geçmişti. Berlinli radikal önderler Kari Liebknecht ve Rosa Luxemburg Rusya örneğini izleyerek Almanya’da bir
işçi ve asker konseyleri cumhuriyeti (Râterepublic) kurmak istiyorlardı. Ebert 9 Kasım’ da Reichstag'da hükümetin sorumluluğunu üstlenirken, Liebknecht 1,5 km ötedeki terk edilmiş imparatorluk sarayının önünde taraftarlarını ayaklanmaya çağırıyordu.

Liebknecht’in konuşması sürerken Reichstag önünde kızgın bir kalabalık toplanmaya başladı. Ebert binadan ayrılmış olduğu için arkadaşı Philipp Scheidemarın bir konuşma yapmak zorunda kaldı ve kalabalığın değişim isteklerine yanıt vermek için konuşmasının bir yerinde, “Yaşasın Alman Cumhuriyeti!” demiş bulundu. Ebert arkadaşının “kazayla” ilan ettiği cumhuriyeti duyunca çılgına döndü, ama artık geri dönüş yoktu. Kuracağı geçici hükümete destek sağlamak için Bağımsız Sosyalistler’e üç üyelik verdi; geçici hükümeti Halk Komiserleri Konseyi olarak adlandırmayı ve Almanya’yı anlamı pek belirgin olmayan bir sosyal cumhuriyete dönüştürmeyi kabul etti. Bir yandan da kurucu meclis seçiminin ülkede ılımlı demokratik bir cumhuriyetin yolunu açacağını umuyordu.
Çöküşün eşiğine gelmiş Almanya’da Çoğunluktaki ve Bağımsız Sosyalistler geçici bir yönetim için birleştiler. 11 Kasım’daki ateşkes savaşa son vermiş, ama İtilaf Devletlerinin ablukası kalkmamıştı. 1918-19 kışı bütün sıkıntılarıyla sürüyordu; cepheden dönen yüz binlerce asker kırgın, aç ve işsiz kalabalıklar oluşturuyordu.
Liebknecht’in ve onun kadar istekli olmayan Luxemburg’un önderlik ettiği devrim 6 Ocak 1919’da başladı. Artık resmen Almanya Komünist Partisi adını almış olan Spartakistler Berlin’de kitle gösterilerini başlattılar ve kısa zamanda yönetim ve iletişim merkezlerini ele geçirdiler.
Ama “Spartakist Hafta”nm olayları Almanya’nın henüz devrime hazır olmadığını ortaya koydu. Luxemburg’un korkusu gerçekleşti ve Alman işçilerinin komünizmi kitlesel olarak desteklemediği, çoğunun Bağımsız Sosyalistler’den yana olduğu ya da Ebert’in daha ılımlı demokratik sosyalist görüşlerini benimsediği anlaşıldı. Ayrıca, Alman ordusu toparlanmaya başlamış ve sola kayış önlenmişti. Aralıkta Freikorps (Özgür Birlikler) olarak bilinen ve gönüllülerden oluşan sağcı birlikler gizlice eğitilmeye başlamıştı. Bu birlikler sonraki yıllarda ülkedeki karşıdevrimin vurucu gücünü oluşturdu. Spartakistlerin Berlin’le sınırlı kalan ayaklanması 3 bin kadar Freikorps üyesi tarafından bir haftada bastırıldı. Liebknecht ve Luxemburg 15 Ocak’ta yakalanarak kurşuna dizildiler. Sonraki aylarda Almanya’ nın çeşitli yerlerinde ayaklanmalar görülmekle birlikte Berlin’deki yenilgi devrimin yazgısını belirlemişti. 4 Nisan 1919’da Bavyera’da ilan edilen Râterepublic radikal umutları kısa bir süre için canlandırdıysa da, Freikorps Bavyera Cumhuriyeti’ni ay sonunda yok etti.

Spartakistlerin başarısızlığı Ebert’in şansını artırdı. 19 Ocak 1919’da yapılan ve ilk kez kadınların da oy kullandığı seçimde Ebert’in demokrasi anlayışı büyük bir zafer kazandı. Seçmenlerin yüzde 75’i Almanya’da demokratik bir sistemin kurulmasından yana olan partilere oy verdiler. Meclis 6 Şubat 1919’da Berlin’in radikal siyasal ortamından uzakta, daha güvenli bulduğu Weimar’da toplandı. Ebert cumhurbaşkanlığına, Scheidemarın başbakanlığa seçildi.
18 Ocak 1919’da I. Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ülkelerin temsilcileri barış görüşmeleri için Paris’te toplandı. Almanya’nın yeni yönetimi bu görüşmelere büyük umut bağlamıştı. Woodrow Wilson’m On Dört Madde’sinin kendi kaderini belirleme ve demokrasiye geçme gibi iki temel konuda Almanya’nın yararına hükümler getirdiğini düşünüyorlardı. Ama beklenen olmadı. Alman heyeti ancak nisan başında Paris’e çağrıldı ve Almanya’nın kardeş bir demokrasi olarak değil, hâlâ Avrupa’nın “kötü huylu çocuğu” gibi görüldüğü ortaya çıktı. Barış görüşmesi olmayacaktı; Almanya eline tutuşturulan antlaşma metnini imzalamak zorundaydı.

Versailles Antlaşması.


Antlaşma metnindeki birçok hüküm Almanların beklediği gibiydi. Alsace-Lorraine’in Fransa’ya geri verilmesi ve Belçika sınırında yapılan birkaç küçük değişiklik sürpriz sayılmazdı. Kuzey Schleswig’deki DanimarkalI nüfusun Danimarka’ya katılması ya da Almanya’da kalması için plebisit yapılması da ulusların kendi kaderini belirleme ilkesiyle uyum içindeydi. Ama aynı ilkenin Avusturya’daki Almanlar için de uygulanmasıbeklenirdi. Almanya için daha ciddi sonuçlar doğuran hüküm, zengin kömür madenlerinin bulunduğu Saarland’ın Milletler Cemiyeti’nin denetimine geçmesi ve buradan çıkarılan kömürün savaş sonrası inşa giderlerine katkıda bulunmak için Fransa’ya verilmesiydi.
Almanya doğuda Batı Prusya eyaletini yeni kurulan Polonya’ya vermek zorunda kaldı. Danzig (Gdansk) Milletler Cemiyeti’nin sürekli denetimi altında özgür kent ilan edildi. Posen eyaletinin büyük bölümü gene Polonya’ya verildi. Almanya daha sonra yapılan bir plebisit sonucunda zengin kömür madenlerinin bulunduğu Yukarı Silezya’nın önemli bir bölümünü yitirdi.

Almanya ayrıca denizaşırı sömürgelerinden vazgeçmek zorunda bırakıldı. Yabancı ülkelerdeki mali kuruluşlarının çoğu elinden alındı; ticaret filosu da savaş öncesindeki hacminin onda birine indirildi.
Almanya’nın silahtan arındırılmasına ilişkin antlaşma hükümleri ise, İtilaf Devletleri önderlerine göre, dünya ölçeğindeki bir silahsızlanma sürecinin ilk adımını oluşturuyordu. Alman ordusu 100 bin kişiye indirildi; tank, zehirli gaz ve savaş uçağı üretimi yasaklandı. Alman-Fransız sınırında sürekli olarak askerden arındırılmış bir bölge bulunacak, Alman silahlı kuvvetleri Ren’in 50 km doğusundaki bir hattın gerisinde kalacaktı. Donanmadaki asker sayısı 15 bine indirildi; 6 savaş gemisine ve 30 daha küçük gemiye izin verildi. Ayrıca Alman genelkurmayı dağıtıldı.
Gene de Almanlar için en yaralayıcı hükümler onur maddeleri olarak bilinen 227230. maddelerdi. Buna göre İtilaf güçleri imparator dahil tek tek Almanları savaş suçlusu olarak yargılayabileceği. Almanya aynca 132 milyar altın mark savaş tazminatı ödeyecekti.

Antlaşma hükümleri Weimar’daki geçici hükümeti ayağa kaldırdı. Scheidemarın ve ordunun yeniden savaşacak gücü olmadığını açıklayan ordu komutanı Paul von Hindenburg istifa ettiler. Ama İtilaf Devletleri’nin verdiği bir ültimatomdan sonra Almanya 28 Haziran 1919’da antlaşmayı imzalamak zorunda kaldı.
Weimar Anayasası. Versailles Antlaşmasının imzalanmasından bir ay sonra Weimar kurucu meclisi yeni anayasa taslağını hazırladı. Ortaya çıkan metin o dönemin en demokratik anayasası olarak geniş ilgi gördü. Anayasaya göre dış politika ve silahlı kuvvetler üzerinde dikkate değer bir yetkisi olan cumhurbaşkanını halk seçiyordu. Başbakan cumhurbaşkanınca atanıyordu ve hükümet nispi temsille seçilen millet meclisinden (Reichstag) güvenoyu almak zorundaydı. Üst meclis (Reichsrat) federal eyalet hükümetlerinin belirlediği delegelerden oluşuyordu.
Weimar Anayasası’nm en yenilikçi özelliklerinden biri halk inisiyatifi ve referanduma ilişkin hükümleriydi. Buna göre seçmenler Reichstag'a yasa önerisinde bulunabilecek ve meclisi öneriyi oylama konusunda zorlayabilecekti. Öneri mecliste kabul edilmezse referanduma gidilerek, Reichstag'm iradesine karşın yasalaşması sağlanabilecekti.
Weimar Anayasası 11 Ağustos 1919’da resmen yürürlüğe girdi. Eylülde hükümet Berlin’e taşındı. Ama cumhurbaşkanı ve Reichstag seçimleri için ortamın henüz yeterli ölçüde güvenli olmadığı düşünülüyordu. Ebert’in geçici cumhurbaşkanlığı dönemi üç yıl uzatıldı; Reichstag seçimi Haziran 1920’ye ertelendi.
Bunalım yılları, 1920-23. Yeni Alman demokrasisi ilk yıllarım büyük çalkantılarla geçirdi. Savaşın getirdiği düş kırıklığı Versailles Antlaşmasıyla daha da pekişti. Antlaşmanın uyandırdığı nefret cumhuriyetin sosyalist ve demokrat kurucularına yöneltildi; bunların savaşın son aşamalarında Almanya’yı arkadan vurdukları iddia edildi. Saldırgan Freikorps birlikleri Alman siyasal yaşamına vahşeti getirdi. Mart 1920’de bu birliklerden biri Berlin hükümetini kısa bir süre için ele geçirdi. Darbeyi tutucu siyaset adamı Wolfgang Kapp planlamıştı, ama Kapp darbesi Berlinli sosyalist ve komünist işçilerin genel grevi sonucu başarısızlığa
uğradı. Benzer bir sağcı darbe ise.Bavyera’ da başarıya ulaştı. 1922 sonuna gelindiğinde ülkede 400 siyasal cinayet işlenmişti.

Bunalımın etkileri Haziran 1920 seçiminde açıkça görüldü. Daha önce oyların yüzde 75’ini almış olan ve sosyalist SPD, Katolik Merkez Partisi ile Demokratlardan oluşan Weimar koalisyon partileri ancak yüzde 43,5 oranında oy toplayabildiler. Hızla yükselen enflasyon da bunalımı derinleştiren nedenlerden biriydi. Enflasyonun temelinde Almanya’nın savaş giderlerini karşılamak için girdiği ağır borç yükü yatıyordu, ama 1923’teki hiperenflasyon Fransız-Belçika birliklerinin şubatta sanayi merkezi Ruhr Havzasını işgal etmesiyle başladı. Hükümet işgale boyun eğmedi ve bölgedeki fabrikaların kapatılmasını istedi. Boşta kalan işçilerin ücretleri sonraki aylarda değeri her an düşen paralarla ödendi. 1923’ün ortasına gelindiğinde Alman Markı her dakika değer kaybetmeye başladı. Sabah 20 bin mark olan ekmeğin fiyatı akşamüstü 5 milyon marka çıkıyordu. Her şeyin çöktüğü 15 Kasım’da 1 Amerikan Doları’nın değeri 4,2 trilyon Alman Markı idi.
Hiperenflasyon sağ ve sol radikalizmi ateşledi. Komünistler devrim için uygun bir ortamın doğduğunu düşünüyorlardı. Münih’te Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi adlı küçük bir örgütün önderi Adolf Hitler öteki sağcı grupları birleştirmeye çalışıyordu. Hitler Kasım 1923’te başarısız bir darbe girişiminde bulundu; amacı Bavyera’dan Berlin’e milliyetçi bir yürüyüşü örgütlemekti. Ama sağ ve sol radikalizm umduğunu bulamadı. Hükümet bir para reformu yaptı; Ruhr’daki işgali sona erdirmek için savaş borçlarını yeni bir takvime bağladı ve Ruhr’da pasif direniş politikasına son verdi.

Weimar Rönesansı.


1920’lerin başlarındaki siyasal ve ekonomik kargaşaya karşın Almanya’nın kültürel ve düşünsel yaşamında önemli gelişmeler oldu. 19. yüzyıl sonundan başlayarak Avrupa’daki estetik duyarlığı dönüştürmeye başlayan modernist devrim Weimar Rönesansı olarak adlandırılan bu dönemde Almanya’da yankı buldu. Modernizmin geleneği reddeden yaklaşımıyla Almanların savaşta yok olanların yerine yeni anlam ve değerler bulma gereksinimi tam olarak uyuşuyordu. 1918’in sonlarında cepheden dönen genç mimar Walter Gropius, “Bir dünya yıkıldı; şimdi radikal bir çözüm bulmalıyız,” diyordu. Gropius 1919’da Weimar’daki Bauhaus tasarım okulunun kurucusu ve ilk yöneticisi oldu. Bu okul Almanya’da modernizmin estetik ve kültürel görüşünü dile getiren en önemli kurumdu. Bauhaus sanatçıları bir önceki yüzyılın sanatsal üsluplarını bütünüyle reddediyorlardı.
Alıntıdaki Ek 48840

Bauhaus’un dışında George Grosz, Max Beckmarın ve Otto Dix gibi ressamlar dışavurumculuğu benimsediler; gerçeğin kendisi yerine gerçek karşısındaki duygusal yanıtlarını tuvale dökmek istiyorlardı. Arnold Schoenberg, Anton von Webern ve Alban Berg gibi besteciler yüzyıllardır süregelen geleneği kırarak tonal müziği reddettiler. Popüler ve ciddi müziğin buluşma noktasında besteci Kurt Weill şair Bertolt Brecht’le işbirliği yaparak Die Dreikroschenoper’in (1928; Üç Kuruşluk Opera) yaratılmasına katkıda bulundu. D as Kabinet des Dr. Caligari (1919; Dr. Caligarfnin Muayenehanesi) gibi filmlerde yaşamın yüzeysel görünümlerinin arkasındaki rahatsız edici gerçekleri araştırmak için çarpıtılmış dekorlar ve alışılmamış kamera açıları kullanılmıştı.
Ama geleneğe yönelen modernist saldırıdan herkes hoşnut değildi. Operalar ve tiyatro oyunları çoğu zaman öfkeli seyircilerce yanda kesiliyordu. Richard Wagner’in oğlu Siegfried Wagner, babasının Der fliegende Hollânder (1843; Uçan HollandalI) yapıtının modernist uyarlamasını kınayarak bu uygulamayı “kültürel Bolşevizm” olarak niteledi. Bu hareketli ortamın dışında kalmayı yeğleyen sanatçılar da vardı. Örneğin romancı Thomas Marın dünyayı Alman kültürünün yüce doruklarından gözlemeyi seçmişti. Bu çabası ona 1929 Nobel Edebiyat Ödülü’nü getirecekti.

Ekonomik ve siyasal istikrar yılları.


1923’ün sonlarında Alman parasının istikrar kazanmasının ardından 1924’te Ruhr bölgesinin işgaline son verildi ve daha gerçekçi bir ödeme planı yapıldı. Dawes Planı çerçevesinde gerçekleştirilen bu uygulamalara ek olarak Almanya’ya 800 milyon altın mark borç verildi. Bu önlemlerin etkisi kısa sürede görüldü ve 1927’de Alman sanayi üretimi 1913 yılı düzeyinde gerçekleşti. Gene 1927’de Reichstag’m zorunlu işsizlik sigortası uygulamasını kabul etmesiyle toplumsal uzlaşma yolunda önemli bir adım atıldı. Siyasal uzlaşmanın bir göstergesi ise ölen Friedrich Ebert’in yerine 1925’te 77 yaşındaki Hindenburg’un seçilmesiydi. Bir demokrat olmamakla birlikte, yaşlı feltmareşal anayasayı ve cumhuriyeti koruma görevini ciddiyetle yerine getirdi.
1924’ten 1929’a değin Alman dış politikasına Dışişleri Bakanı Gustav Stresemarın yön verdi. Stresemarın Versailles’m etkisini, antlaşmanın hükümlerine inatla karşı çıkarak değil, koşullarını yerine getirerek hafifletmek gerektiğine inanıyordu. Bu anlayışın ilk örneği Aralık 1925’te imzalanan Locarno
Paktı antlaşmalarında görüldü: Almanya savaş sonrası belirlenen Fransa ve Belçika sınırlarını kabul ediyor, doğuda Polonya ve Çekoslovakya ile çıkacak sınır anlaşmazlıklarında uluslararası hakemliği tanıyacağını belirtiyordu. Eylül 1926’da Almanya Milletler Cemiyeti’ne kabul edildi. 1928’de saldırgan savaşa başvurmayı yasadışı ilan eden Kellogg-Briand Paktı’nı imzaladı.

Ülkedeki ekonomik ve siyasal istikrarın etkisi Mayıs 1928’de yapılan Reichstag seçimlerinde görüldü. Sistem karşıtı partiler toplam oyların yüzde 13’ünü alabildi (Naziler yüzde 2,6; komünistler yüzde 10,6). 1929’daki Young Plam’yla Almanya’nın savaş tazminatı 37 milyar altın marka indirildi ve ödeme süresi 1988’e değin uzatıldı. Bu miktar 1921’deki toplam borcun üçte birinden azdı. Young Planı ayrıca İtilaf Devletleri Tazminat Komisyonu’nun dağıtılmasını öngörüyordu.
Alman hükümeti Ağustos 1929’da Young Planı’m resmen onayladı. Ama bu planı Almanya’nın aşağılanmasının başka bir biçimi olarak gören sağ kanat partileri, Alman Ulusal Halk Partisi (DNVP) ve bu partinin başkanı Alfred Hugenberg önderliğinde anayasanın halk inisiyatifi ve referandum hükümlerini işletmek üzere harekete geçtiler. Basın ve sinema sanayisi kralı Hugenberg milliyetçi kampanyayı yürütmek üzere Adolf Hitler’i görevlendirdi. Ama halkoylamasında sağ kanat ancak yüzde 13,8’lik bir destek bulabildi.

Cumhuriyetin sonu.


Young Plam’na karşı yürütülen kampanyanın öngörülmeyen bir sonucu, o zamana değin adı pek duyulmamış olan Hitler’in, Hugenberg’in denetimindeki gazeteleri ve sinema haberlerini kullanarak yaygın bir propaganda etkinliği yürütmesiydi. Hitler’in işine yarayan ikinci gelişme ise 29 Ekim 1929’da Wall Street’te borsanın çökmesiydi. Büyük Bunalım’la birlikte ABD’li yatırımcılar Almanya’ya verdikleri toplam 15 milyar mark tutarındaki borcu geri çekmeye başladılar. 1929’un son ayında hisse senedi fiyatları hızla düştü; iflaslar birbirini izledi, işsiz sayısı 1930’da 3 milyona, 1932 kışında 6 milyona çıktı. Alman sanayisi yüzde elli kapasiteyle çalışıyordu ve dış ticaret hacmi 1929’dan 1932’ye değin üçte iki oranında azaldı.
Ekonomik bunalımın ilk ciddi etkisi Mart 1930’da görüldü. 1927’de uygulamaya konan işsizlik sigortası programının artan yükü koalisyonun dağılmasına yol açtı. Yeni bir koalisyon kurulamayınca Almanya’da parlamenter demokrasi son buldu. Cumhurbaşkanı Hindenburg anayasanın 48. maddesinin kendisine tanıdığı acil durum yetkilerini kullanarak Katolik Merkez Partisi başkanı Heinrich Brüning’i başbakanlığa getirdi. Brüning 30 Mayıs 1932’ye değin arkasında parlamento çoğunluğu olmadan hükümeti yürüttü. İyi niyetli deflasyonist politikaları bir sonuç vermedi. Eylül 1930’da seçime gitmesi ise Nazilerin (yüzde 18) ve komünistlerin (yüzde 13) oylarını artırmalarını sağladı.

Naziler ve komünistler birbirlerinin can düşmanıydı, ama her iki grup da sonraki iki yıl boyunca Büyük Bunalım’m getirdiği siyasal ve ekonomik hoşnutsuzluktan yararlandı. Hitler’in aşırı milliyetçi ve ırkçı görüşleri, partisinin genç kadroları ve bir günah keçisi arayan halka her şeyin sorumlusu olarak Yahudileri göstermesi birçok taraftar bulmasını sağladı. Partisinin üye sayısı 1929’da 170 binden 1932’de 1 milyon 378 bine çıktı; yarı askeri S A (Sturmabteilung) örgütü de hızla büyüdü. Komünistler ise Hitler’in tersine etki alanlarını işçi sınıfının dışına yayamadılar. Stalin’in parti üzerindeki denetiminin artmasıyla siyasal esneklikleri sınırlandı. Hitler’i ve Nasyonal Sosyalizmi ise kapitalizmin son aşamasının bir ürünü olarak görüyorlardı.
1931-32 kışında bunalım bütün şiddetiyle sürdü. 1932 eyalet seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimi kampanyalarıyla geçti. Yeniden adaylığını koyması için zorla ikna edilen 84 yaşındaki Hindenburg seçimi kazandı. Rakibi Hitler ise oyların yüzde 37’sini aldı. Hindenburg Mayıs 1932’de Franz von Papen’i başbakanlığa getirdi. Papen parlamentoda destek bulmak için temmuzda seçime gitti, ama ağır bir yenilgiyle karşılaştı; oyların yüzde 37’sini Nazi partisi, yüzde 15’ini de komünistler aldı. Kasımda Papen ikinci bir seçime gitti. Ama gene başarılı olamadı. Nazi oyları yüzde 33’e düşmüş, komünistlerinki ise yüzde 17’ye yaklaşmıştı. Hindenburg aralıkta Papen’in yerine ordudan arkadaşı General Kurt von Schleicher’i atadı. Hitler gene başbakanlığı elde edememişti.
1932’nin sonunda Nazi kampında büyük bir düş kırıklığı yaşanıyordu. Parti borç içindeydi ve seçim yoluyla iktidar olabileceklerine inanmayan darbeci unsurlar gittikçe daha huzursuz oluyorlardı. 7 Aralık’ta Hitler’den sonraki ikinci adam Gregor Strasser partiden ayrıldı ve politikadan çekildi.

ÜÇÜNCÜ REICH, 1933-45.


Nazi devrimi. Hitler 30 Ocak 1933’te halkın desteğiyle değil, Schleicher, Papen ve cumhurbaşkanının oğlu Oskar von Hindenburg’un yürüttükleri siyasal entrikayla başbakan oldu. Bu kişiler Hugenberg’in DNVP’si ve bir olasılıkla Merkez Partisi’nin de katılımıyla parlamentoda çoğunluğu sağlayacak bir koalisyonu ancak Hitler’in kurabileceğine inanıyorlardı. Cumhurbaşkanını Hitler’in aşırı eğilimlerinin denetim altına alınacağına ikna ettiler. Papen başbakan yardımcısı olacak, savaş, dışişleri ve ekonomi bakanlıklarına muhafzakârlar getirilecekti. Naziler ise başbakanlığı ve etkisiz içişleri bakanlığını alacaktı. Herhangi bir bakanlığın başına getirilmeyen Hermarın Göring’e bakan statüsü ve Prusya eyaletinin içişleri bakanlığı verildi. Ama böylelikle Göring Almanya’nın en geniş polis örgütünün denetimini eline geçirmiş oldu.
Naziler küçük adamı yücelten ve onu Yahudilerin denetlediği bir dünyada kurban olarak gösteren bir ideoloji getirdiler. Bu ideolojinin özü Yahudi düşmanlığına ve Alman ırkının üstünlüğüne dayanıyordu. Ayrıca Kasım 1918’den sonra gittikçe biriken kırgınlıklar peşpeşe sıralanıyordu. Versailles’m getirdiği aşağılanmanın hemen ardından büyük işletmelerden, büyük bankalardan, büyük mağazalardan, büyük sendikalardan, siyasal partilerin neden olduğu bölünmüşlükten kaynaklanan hoşnutsuzluklar geliyordu.

Ne 25 maddelik parti programı (1920) ne de Hitler’in otobiyografik Mein Kampf (1925-27; Kavgam, 1940) kitabı Almanya’ nın Nazi yönetimi altında nasıl bir biçim alacağına ilişkin bir açıklık getiriyordu. Ama Hitler ve propagandacıları köklü değişiklikler olacağını açıkça belirtmişlerdi. Üstün ırktan Almanlar Volksgemeinschaft (ırk topluluğu) içinde birbirlerine sıkı sıkıya bağlanacaklardı. Bu toplumda parti ve sınıf ayrımları ırksal bir uyum içinde aşılacaktı. Bu uyum içinde aşağı ırktan insanlar bulunamazdı. Bu yapılanmanın mantığı “Yahudi sorunu”nun çözülmesini gerekli kılıyordu. Uluslararası planda ise Hitler uzun süredir doğuda bir yaşam alanı (Lebensraum) gereksiniminden söz ediyordu. Ama ilk önce Versailles’m zincirlerinin kırılması gerekiyordu.
Merkez Partisi Ocak 1933’te kurulan NaziDNVP koalisyonuna katılmayı reddedince Hitler 5 Mart’ta seçime gitti. Naziler çok şiddetli bir kampanya yürüttüler. 27 Şubat’ tâki Reichstag yangınını fırsat bilen Hitler özgürlükleri askıya aldı, komünistlerle birlikte öteki muhalefet önderlerini tutuklattı. Seçimde oyların yüzde 43,9’unu alan Naziler, yüzde 8 oy alan DNVP ile bilikte mecliste çoğunluğu sağladılar. Bu meclis 23 Mart’taki ilk oturumunda SA’nın ve Heinrich Himmler’in komutasındaki SS’in (ıSchutzstaffel) büyük baskısı altında Hitler’e anayasayı askıya alma ve kanun gücünde kararname çıkarma yetkisini verdi.
Birkaç ay içinde Naziler bütün ülkeye egemen oldular. Federal eyaletler kaldırıldı; demokratlar, sosyalistler ve Yahudiler devlet dairelerinden ve üniversitelerden temizlendi; sendikalar kapatılarak yerine İşçi Cephesi oluşturuldu; Göring Prusya siyasal polisini gizli bir polis örgütüne dönüştürerek Gestapo’yu (Geheime Staatpolizei) kurdu; aynı işi Himmler Bavyera’da yaptı. Hitler iktidarını pekiştirmek için 30 Haziran 1934’te başta Ernst Rohm olmak üzere bütün SA yöneticilerini Himmler’e öldürttü. Cumhurbaşkanı Hindenburg ölünce Hitler 2 Ağustos 1934’te bütün cumhurbaşkanlığı yetkilerini devraldı; son adım olarak da Şubat 1938’de bütün Alman ordusunun komutasını üstlendi.

Totaliter devlet.


Amaçlanan ırk birliğine dayalı topluma ulaşmak Alman ırkının arındırılmasını ve nüfusunun artırılmasını gerektiriyordu. Naziler bu çabalarında öjenik denen ve insan soyunun genetik yardımıyla geliştirilmesini amaçlayan yeni bilim dalına da yaslanabildiler. 14 Temmuz 1933’te çıkarılan Kalıtsal Sağlığı Koruma Yasası “değersiz” görülen yaklaşık 2 milyon kişinin kısırlaştırılmasına olanak verdi. Aynı ay yeni evlilere borç verilmesini ve her doğan çocukla borcun yavaş yavaş silinmesini öngören bir yasa çıkarıldı. Analık yüceltildi. 1935’te çıkarılan Nürnberg Yasaları’yla Yahudiler ikinci sınıf yurttaş ilan edildi ve Almanlarla evlenmeleri ya da cinsel ilişkide bulunmaları yasaklandı.
Naziler Yahudilere karşı gittikçe ağırlaşan bir baskı uyguladılar. SA’larm şiddet eylemleri, Yahudileri üniversitelerden ve devlet memurluğundan çıkaran yasalar, Yahudi dükkân ve meslek sahiplerinin boykot edilmesi ve sonunda Yahudi mallarına el konması 1933-38 arasında 250 bin kadar Yahudinin göç etmesine yol açtı. Kristallnacht (9-10 Kasım 1938) olarak bilinen Yahudilere ve Yahudi mallarına yönelik büyük şiddet gösterisinden sonra Hitler, Herman Göring’i Yahudi politikasının başına getirdi. Böylece Göring Yahudilere zulmetme yoluyla üstünlük ve çıkar sağlama yarışma giren pek çok parti ve hükümet kuruluşu arasında eşgüdümün sağlanmasını üstlendi.

Yahudileri ırk topluluğunun dışında tutmak ne kadar önemliyse Alman işçi sınıfını da bunun içine çekmek o kadar önemliydi. Böylece sosyalizme yatkın işçiler milliyetçi görüşe katılacaktı. Başarının anahtarı ise milyonlarca işçiye iş bulunmasıydı. Hükümetin silahlanma ve otoyol (Autobahn) yapımı gibi bayındırlık işlerine fon ayırması yeni iş alanları açtı. Hatta 1937’ye gelindiğinde Almanya’da işgücü sıkıntısı çekilmeye başladı. Naziler işçilerde ırk bilinci ve milliyetçilik duyguları yaratmak için kamu fonlarıyla desteklenen geniş bir eğlence-tatil programını da yürürlüğe koydular. O zamana değin otomobil üst sınıfların ayrıcalığı ve bir statü simgesiyken işçilere otomobil (Volkswagen) sahibi olma fırsatını verdiler.
Amaç toplumsal sınıf ayrımlarının öne çıkmasını engellemekti.

Dış politika.


Hitler dış politikayı kendisi belirledi. İlk amacı Almanya’yı dünya olaylarında yeniden söz sahibi yapmak, Versailles Antlaşmasının utancından kurtarmaktı. Daha uzun vadeli amacı ise Almanya için bir yaşam alanı (Lebensraum) ele geçirmekti. Bu alan doğuda Sovyetler’den kazanılacak, Ukrayna Almanya’nın tahıl ambarı olacaktı. Hitler’e göre Alman ırkı Slav halklarından üstün, Bolşevikler de dünya çapındaki Yahudi komplosunun öncüsüydü. Almanya bu topraklan ele geçirerek Avrupa’da ekonomik ve askeri egemenlik kuracak, hatta sonunda dünyaya egemen olabilecekti.
Hitler bunun savaş anlamına geldiğini biliyordu. 1933’te gizlice başlattığı silahlanmayı Mart 1935’ten sonra açıkça sürdürdü. Ertesi yıl Alman kuvvetlerini askerden arındırılmış Ren Bölgesine yerleştirdi. Versailles Antlaşması ölmüştü. İngiltere ve Fransa da antlaşmayı savunmak yerine hükümlerine açıkça ters düşen anlaşmalar imzaladılar. 5 Kasım 1937’de Hitler kurmaylarını toplayarak en geç beş yıl içinde doğuda başlayacak savaşa hazırlanmalarını istedi. Bütün bunlara karşılık iktidarının ilk yıllarında sık sık barıştan söz etti. Ocak 1934’te Polonya’yla 10 yıllık bir saldırmazlık paktı imzaladı. Propaganda bakanı Goebbels’in yardımıyla Fransa, İngiltere ve ABD’yi Almanya’nın Bolşevik yayılmasına karşı Batı’nm son kalesi olduğuna inandırdı. 1936’da Japonya’yla Anti-Komintern Pakt’ı imzaladı. Almanya’yla birlikte İspanya İç Şavaşı’nda Franco’nun yardımına koşan İtalya da 1937’de pakta katıldı.
Hitler 1938’de dış politikada iki önemli adım atarak niyetinin pek barışçıl olmadığını ortaya koydu. Martta Avusturya’yı ilhak etti ve bunu Alman halkının kendi kaderini belirleme hakkına dayandırdı. Fransa ve İngiltere ses çıkarmadı. Ardından Südetler’de Alman azınlığa kötü davranıldığı gerekçesiyle Çekoslovakya ile Almanya arasında bir diplomatik bunalım yarattı. İngiltere başbakanı Neville Chamberlain’m girişimiyle savaş önlendi. Ama Chamberlain’m müdahalesi Eylül 1938’de Südetler bölgesini Almanya’ya bırakan Münih Anlaşması’yla sonuçlandı.
İngiltere ve Fransa’nın kendisini durdurmaya çalışmayacağından emin olan Hitler Mart 1939’da geri kalan Çekoslovak topraklarını aldı. Litvanya’nın Memel kentini ilhak etti. Polonya sorununun çözümünde müttefik bulmak için Mayıs 1939’da Mussolini’yle Çelik Pakt’ı imzaladı. Hemen ardından büyük bir diplomatik manevraya girişerek Polonya’yla birlikte Doğu Avrupa’nın Alman ve Sovyet nüfuz alanlarına bölünmesi konusunda Stalin’in nabzını yokladı. 24 Ağustos’ta Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın imzalanmasından sonra 1 Eylül’de Polonya işgalini başlattı. İki gün sonra da İngiltere ve Fransa Almanya’ya savaş ilan etti.

kaynak: Ana Britannica


Safi 14 Mayıs 2016 17:31

3 ek

II. Dünya Savaşı.


Hitler savaşın ilk yıllarında çarpıcı zaferler kazandı. Bir ay içinde Polonya’yı teslim aldıktan sonra batıya yöneldi. Nisan 1940’ta birkaç günde Danimarka ve Norveç’i alarak mayısta Fransa, Lüksemburg, Belçika ve Hollanda’ya saldırdı. Haziranda batıdaki mutlak zaferinin önünde duran tek engel İngiltere’ydi. İngiltere’yi de hava saldırılarıyla savaş dışı bırakabileceğini düşünen Hitler kurmaylarından Sovyetler Birliği’ni işgal için hazırlanmalarını istedi; işgal tarihini de 15 Mayıs 1941 olarak belirledi.
SSCB’nin işgali Yunanistan ve Kuzey Afrika’da askeri sorunlarla karşılaşan Mussolini’ye destek sağlanması yüzünden gecikti.
Hitler Şubat 1941’de Kuzey Afrika’ya Rommel’in komutasında bir zırhlı tümen gönderdi. Balkan ülkelerini Alman birliklerine geçiş izni vermeye zorlayarak Yunanistan’a girdi. 22 Haziran 1941’de SSCB’yi işgal etmeye başladığında batıda ve güneyde savaş sürüyordu. Alman orduları SSCB’de hızla ilerledi, ama Moskova’ya yürümekte gecikince bastıran kışın etkisiyle Moskova önlerinde durmak zorunda kaldı. 6 Aralık 1941’de SSCB karşı saldırıya geçti. Ertesi gün Japonya ABD’nin Pearl Harbor’daki deniz üssüne saldırdı. Olayı sevinçle karşılayan Hitler, 11 Aralık’ta ABD’ye savaş ilan etti. SSCB zaferi umduğu kadar çabuk kazanılmamıştı, ama 1941 sonunda SSCB’nin Avrupa toprakları hemen hemen tümüyle Alman ordularının denetimindeydi. 1942’nin büyük bölümünde de sonul Alman zaferi olası görünüyordu.

Nazi ordularının başarıları Almanya’da sivil halkı I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı yoksulluk ve özveriden korudu. İşgal edilen yerlerden ülkeye yiyecek ve hammaddeler akıtıldı. Savaşın son yıllarına değin Almanya’da yiyecek sıkıntısı yaşanmadı. Kadınların evlerinde oturması sağlandı; işçiler sınırlarını zorlayacak ölçüde çalıştırılmadı. Yedi milyon savaş tutsağının emeği onların yükünü hafifletti. Hitler iç cephede 1918’de yaşanan çöküşün yinelenmesine izin vermek niyetinde değildi.
1943 başlarında ise artık savaşın yazgısının değiştiği görülüyordu. Hitler ilk büyük yenilgisini Aralık 1942’de Stalingrad Çarpışmasında aldı. Mayıs 1943’te Kuzey Afrika’daki Alman ve İtalyan askerleri teslim olmak zorunda kaldı. Müttefikler Atlas Okyanusundaki denizaltı savaşında Alman gücünü kırdılar; 10 Temmuz’da Sicilya’ya çıktılar. İki hafta sonra Mussolini devrildi ve İtalya savaştan çekildi.
İtalya’da yeni bir cephenin açılması Alman ordularının bütün cephelerde gerileme olasılığını artırmıştı. Ordu SSCB’de 4.000 km boyunca uzanan bir cepheye yayılmış, hava üstünlüğü Müttefiklere geçmiş, Alman kentleri bombardımanın yanı sıra yokluklarla karşılaşmaya başlamıştı. Alman kuvvetleri 1944 boyunca geriledi. Batıda Haziran 1944’te Normandiya Çıkarması’m gerçekleştiren Müttefikler Fransa’ya girdi. Doğu cephesinin tümünde ilerleyen Sovyet orduları yıl sonunda Almanya’nın savaştan önceki doğu sınırına ulaştı. 20 Temmuz’daki suikast girişimini atlatmış bulunan Hitler Ocak 1945’te Berlin’deki yeraltı sığınağına çekildi. 30 Nisan 1945’te intihar ettiğinde Sovyet askerleri dalga dalga Berlin’e giriyordu. Batılı Müttefikler de hemen saldırabilecek kadar yakındı.
Hitler’in ardılı Kari Dönitz teslim koşullarını Batılılar ve Sovyetler’le ayrı ayrı görüşmeyi denedi, ama bunu başaramadı. Alman delegasyonu 7 Mayıs 1945’te Rheims’de bütün Müttefiklerin temsilcileriyle birlikte teslim belgelerini imzaladı. SSCB’nin de bu törende temsil edilmesine karşın Stalin’in ısrarı üzerine aynı gün öğleden sonra Sovyet işgali altındaki Berlin’de imza töreni tekrarlandı. Ayrıca bak. II. Dünya Savaşı.

İKİ ALMANYA DÖNEMİ.


Almanya II. Dünya Savaşı’nın ardından dört işgal bölgesine ayrıldı. Ülkenin güneybatısı Fransa’nın, kuzeybatısı İngiltere’nin, güneyi ABD’nin, doğusu da SSCB’nin denetimine verildi. Tümüyle Sovyet bölgesinde kalan Berlin kentinin de dört işgal bölgesine ayrılması kararlaştırıldı. 1949’da İngiltere, Fransa ve ABD işgal bölgelerinin birleştirilmesiyle Almanya Federal Cumhuriyeti (AFC) oluşturuldu. Genellikle Batı Almanya olarak bilinen bu yeni devletin başkentinin Borın olması kararlaştırıldı. Aynı yıl Sovyet işgal bölgesinde Alman Demokratik Cumhuriyeti adıyla yeni bir Alman devleti kuruldu. Sovyetler Birliği’nin Berlin’deki işgal bölgesini oluşturan Doğu Berlin bu yeni Alman devletinin başkenti ilan edildi. Müttefik ülkeleri bu iki devletin kurulmasından sonra da bölgede belirli hakları ellerinde tuttular.
Batı Almanya kısa zamanda savaşın yol açtığı zararların üstesinden gelmeyi başararak 1950’lerde “ekonomik mucize” olarak adlandırılan bir canlanma dönemi yaşadı. Bunun sonucunda ABD, Sovyetler Birliği ve Japonya’dan sonra dünyanın ekonomik bakımdan dördüncü güçlü ülkesi durumuna geldi. Sosyalist yönetimli Doğu Almanya ise en yüksek yaşam düzeyini gerçekleştiren Doğu Bloku ülkesi olmasına karşın, hiçbir zaman Batı Almanya’nın ekonomik düzeyine ulaşamadı.
Doğu ve Batı Almanya’yı ayıran sınır Doğu Avrupa’da demokrasi yanlısı gösterilerin yaygınlaştığı 1989’a değin kapalı kaldı. Doğu Alman hükümeti artan baskılar karşısında 9 Kasım 1989’da Batı Almanya’yla olan sınırını açma kararı aldı. Ertesi yıl 3 Ekim’de de iki ülkenin birleştiği ilan edildi.
Alıntıdaki Ek 48841
Borın hükümet merkezi


Almanya Federal Cumhuriyeti.


5 Haziran 1945’te yayımlanan bir bildirgeyle Almanya’nın yönetimi ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin oluşturacağı askeri yönetimlere bırakıldı. Bu ülkelerden her biri kendi işgal bölgesini özgürce yönetecek, Almanya’nın bütününü ilgilendiren konularla ise Müttefikler Kontrol Konseyi ilgilenecekti. Temmuz-Ağustos 1945’te toplanan Potsdam Konferansı’nda da Almanya’nın üç işgal bölgesine ayrılması konusunda görüş birliğine varıldı. Sonradan Fransa’nın da bir işgalci güç olarak kabul edilmesiyle işgal bölgelerinin sayısı dörde çıkarıldı. Bir süre sonra işgal bölgelerinde eski siyasal partiler yeniden kurulmaya ve eyalet yönetimleri oluşturulmaya başladı.
Müttefiklerin ilkesel olarak Almanya’nın bütünlüğünü korumaya kararlı olmalarına karşın bir süre sonra Batılı işgal güçleriyle Sovyetler Birliği arasında görüş ayrılıkları çıktı. Anlaşmazlık yaratan konuların başında Almanya’nın savaş tazminatlarını nasıl ödeyeceği ve yeni ekonomik yapılanmasını nasıl gerçekleştireceği geliyordu. İngiltere, ABD ve Fransa 1948’de kendi işgal bölgelerini tek bir ekonomik birim halinde birleştirdiler. Aynı yıl Berlin’deki işgal bölgelerini de birleştirerek, Batı Berlin adıyla anılan Berlin eyaletini (Land) oluşturdular. Bütün bu gelişmelere büyük tepki gösteren Sovyetler Birliği, 20 Haziran 1948’de batı bölgelerinde bir para reformunun uygulamaya konması üzerine Batı Berlin’i abluka altına aldı. Batılılar da Sovyet bölgesine karşı ambargo uyguladılar ve Batı Berlin’e gerekli malzemeyi sağlayacak bir hava koridoru oluşturdular. Sovyetler Birliği bu gelişmeler karşısında Mayıs 1949’da ambargo uygulamasına son vermek zorunda kaldı.
Alıntıdaki Ek 48842

Almanya Federal Cumhuriyeti’nin Temel Yasası (Grundgesetz) 8 Mayıs 1949’da Parlamento Konseyi’nde kabul edildi. Dört gün sonra da 12. eyalet olarak önerilen Berlin’in dışarıda bırakılması koşuluyla Batılı işgal devletlerinin askeri valileri tarafından onaylandı. O tarihteki 11 eyalet Schleswig- Holstein, Hamburg, Bremen, Aşağı Saksonya, Kuzey Ren-Vestfalya, RheinlandPfalz, Hessen, Bavyera, Baden, Württemberg-Baden ve Württemberg- Hohenzollern’di. Bu eyaletlerden son üçü 1952’de birleşerek Baden-Württemberg adını aldı. 1957’de de Saarland 10. eyalet oldu.
Eylül 1949’da İşgal Tüzüğü’nün yürürlüğe girmesiyle, Müttefiklerin askeri hükümetlerinin yerini, gene bu üç ülkenin oluşturduğu Müttefikler Yüksek Komisyonu aldı. Kasımda imzalanan Petersburg Antlaşmasıyla sanayi tesislerinin sökülmesi konusundaki hükümler yumuşatıldı ve AFC’nin bir ticaret filosu oluşturmasına izin verildi. Ruhr İdaresi’nin ve Avrupa Konseyi’nin doğrudan üyesi olan AFC yabancı ülkelerle ticari ve diplomatik ilişkiler kurabilecekti.
İlk genel seçimler 14 Ağustos 1949’da yapıldı. Seçimlerde en çok oyu Konrad Adenauer’m başkanlığındaki Hıristiyan Demokratik Birlik (CDU) ile Hıristiyan Sosyal Birlik’in (CSU) oluşturduğu CDU-CSU koalisyonu aldı. Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ise seçimlerden ikinci parti olarak çıktı. Federal Meclis’te temsil edilen öteki sekiz partinin en önemlileri Hür Demokratik Parti (FDP), Alman Partisi ve Komünist Parti’ydi. CDU-CSU koalisyonunun FDP ve Alman Partisi’yle yaptığı ittifak sonucu Adenauer başbakan oldu. Eylülde de FDP’nin adayı Theodor Heuss ülkenin ilk cumhurbaşkanı seçildi.

1951’de başbakanlığın yanı sıra dışişleri bakanlığını da üstlenen Adenauer, bu göreve başkalarının getirilmesinden sonra da dış politikada belirleyici olmayı sürdürdü. Adenauer iki Almanya’nın birleştirilmesini amaçlıyor, ama bunun Müttefiklere bırakılması gerektiğine inanıyordu. Ayrıca ABD’ nin önderliğinde bir Avrupa ittifakı oluşturulmasını ve Batı Avrupa’da federasyona benzer bir örgütlenmeye gidilmesini savunuyordu. SPD ise hem Adenauer’m bu görüşlerine, hem de ABD’nin dayattığı, AFC’nin yeniden silahlanması görüşüne karşı çıkıyordu. Adenauer 1953 seçimlerinde üçte iki çoğunluğu sağladıktan sonra, ülkenin yeniden silahlanması için gerekli olan anayasa değişikliğini yapabildi. AFC Mayıs 1955’te egemen bir devlet oldu ve aynı yıl kendi ordusunu kurarak NATO’ya girdi. Avrupa’nın bütünleşmesi için sürdürülen bütün çalışmalara katılan Adenauer, 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) kurulmasıyla sonuçlanan Roma Antlaşmasının imzalanmasında önemli rol oynadı.
Bu dönemde Afrika ve Asya’nın bağımsızlığını yeni kazanan ülkelerine ekonomik yardımda bulunan AFC, Yahudilerin Nazi yönetimi sırasında karşı karşıya kaldığı baskılar nedeniyle İsrail’e de 3 milyar Alman Markı’nı aşan tazminat ödedi. 1950’lerde AFC ve ABD arasındaki ilişkiler gitgide yakınlaştı. 1955’te Moskova’ya giden Adenauer, SSCB’de bulunan 10 bin Alman tutsağın serbest bırakılması karşılığında bu ülkeyle diplomatik ilişki kurmayı kabul etti. Ama ADC’nin varlığı iki ülke arasındaki en önemli sorun olmayı sürdürdü. SSCB iki Alman devleti olduğu görüşünü savunurken, AFC yönetimi ADC’nin yasal varlığını kabule yanaşmıyordu. SSCB 1958’de Batılı askeri güçlerin Berlin’den çekilmesini isteyince çıkan bunalım, 1961’de Berlin Duvan’nın kurulmasıyla sonuçlandı.

Adenauer’m iç politikada karşılaştığı ilk önemli sorun Polonya’dan, Balkanlar’dan ve Doğu Almanya’dan gelen milyonlarca mültecinin yerleştirilmesi oldu. CDU-CSU koalisyonunun Federal Meclis’teki sandalyelerin yaklaşık yansını kazandığı Eylül 1953’teki seçimlerin ardından Adenauer Hür Demokratlar, Alman Partisi ve Alman Bloku ile yeni bir koalisyon hükümeti kurdu. Temmuz 1954’te de Heuss yeniden cumhurbaşkanı seçildi. 1956’da Zorunlu Askerlik Yasası çıkarıldı. Ertesi yıl da ilk askeri birlikler oluşturulmaya başladı. Bu dönemde koalisyonda yer alan küçük partiler Adenauer’dan desteklerini çektiler. Bu olayın yarattığı bunalım gitgide derinleştiyse de, dış olaylar hükümetin düşmesini engelledi. 1956’da Sovyetler Birliği’nin Macaristan’a müdahalesi hükümetin durumunu yeniden güçlendirmesini sağladı. CDU-CSU koalisyonunun Federal Meclis’teki sandalye sayısını artırarak çıktığı 1957 seçimlerinin ardından Adenauer, Alman Partisi ile üçüncü koalisyon hükümetini kurdu. 1959’da cumhurbaşkanlık dönemi sona eren Heuss’un yerine Hıristiyan Demokratların adayı Heinrich Lübke seçildi.

Kasım 1959’da Bad Godesberg programının kabul edilmesiyle SPD’nin politikasında önemli değişiklikler oldu. Marksizmden tümüyle uzaklaşan parti başbakan adayı olarak Batı Berlin belediye başkanı Willy Brandt’ı benimsedi. 1961 seçimlerinde Federal Meclis’e yalnızca CDU-CSU koalisyonu, SPD ve FDP girebildi/Seçimlerin ardından Hür Demokratlarla CDU-CSU koalisyonunun katıldığı yeni bir koalisyon hükümeti kuruldu. Hür Demokratların lideri Erich Mende başbakanın değişmesi konusunda ısrar edince, Adenauer’m yasama dönemi sona ermeden başbakanlıktan çekilmesi karara bağlandı.
Ekim 1963’te istifa eden Adenauer’m yerine Alman ekonomik mucizesinin miman olarak tanınan Ludwig Erhard geçti. Erhard, Adenauer’ınkine benzer bir koalisyon hükümeti kurarak başbakan yardımcılığına Mende’yi getirdi. Temmuz 1964’te de Lübke yeniden cumhurbaşkanı seçildi. Erhard’ın başbakanlık dönemi NATO ve AET içindeki anlaşmazlıkları çözme çabalan ile geçti. Koalisyon partilerinin 1965 seçimlerindeki başansı Erhard’ın kişisel zaferi olarak nitelendirildi. Ama Erhard hükümeti çok geçmeden önemli ekonomik sorunlarla karşı karşıya kaldı. Ekonomik bunalımın iki önemli sonucu oldu: Koalisyon ortağı FDP Ekim 1966’da hükümetten çekildi ve Yeni Nazilerin kurduğu Almanya Ulusal Demokratik Partisi (NDP) güçlenmeye başladı.

Hür Demokratların hükümetten çekilmesiyle ortaya çıkan bunalım Aralık 1966’da CDU-CSU-SPD koalisyonunun kurulmasıyla sonuçlandı. “Büyük Koalisyon” denen bu yeni koalisyon hükümetinin başkanlığına Kurt Georg Kiesinger getirildi; Brandt ise başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı oldu. Kiesinger başbakanlığı sırasında ülkesinin Doğu ile olan ilişkilerini yumuşatmaya ve Fransa ile yeniden yakın ilişkiler kurmaya çalıştı. 1967’de SSCB ve AFC karşılıklı olarak büyükelçi atadılar. Ama SSCB’nin 1968’de Çekoslovakya’yı işgali iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden gerginleşmesine yol açtı. 1967’de Lübke cumhurbaşkanlığından istifa edince yerine SPD’li Gustav Heinemarın geçti, 1969’daki Federal Meclis seçimlerinde sol eğilimli partiler oylarını büyük ölçüde artırdılar.

21 Ekim 1969’da ülkesinin ilk Sosyal Demokrat başbakanı olarak göreve başlayan Willy Brandt Hür Demokratların desteğiyle bir koalisyon hükümeti kurdu. Brandt’ın en önemli başarısı Ostpolitik (Doğu Politikası) olarak bilinen politikayı yürürlüğe koymak oldu. AFC’nin SSCB, ADC ve Doğu Avrupa ülkeleriyle olan ilişkilerini geliştirmeyi amaçlayan bu politika uyarınca 1970’te SSCB ile bir antlaşma imzalandı. AFC’nin Avrupa’daki bütün ülkelerin sınırlarım resmen tanıdığı bu antlaşmayla, iki ülke birbirlerine karşı kuvvete başvurmayacakları konusunda güvence veriyorlardı. Ayrıca 1970’te Polonya, 1973’te de Çekoslovakya ile imzalanan antlaşmalarla AFC’nin bu ülkelerle olan sınırlan onaylandı. Brandt 1970’te iki kez ADC başbakanı Willi Stoph ile buluştu. 1972’de iki ülke arasında imzalanan antlaşmayla bölünmüş ailelerin birbirlerini ziyaretine izin verildi ve karşılıklı olarak tutuklular serbest bırakıldı. Brandt 1972 seçimlerinin ardından da başbakanlık görevini sürdürdü. Ama yardımcılarından birinin casuslukla suçlanması üzerine Mayıs 1974’te başbakanlıktan istifa etti.

Brandt’ın yerine geçen Helmut Schmidt, 16 Mayıs 1974’te, petrol fiyatlarındaki yükselmenin dünya çapında bir ekonomik durgunluğa yol açtığı bir dönemde göreve başladı. Aynı yıl görev süresi sona eren Cumhurbaşkanı Heinemarın’ın yerine Walter Scheel geçti. 1976 ve 1980 seçimlerinden sonra da işbaşında kalan Schmidt, ekonomik durgunluğun üstesinden gelebilmek için cesurca önlemler aldı. Dış politikada ise NATO’ya tam destek sağladı ve Doğu’yla olan ilişkilerin yumuşatılmasını öngören politikayı sürdürdü. Bu arada ortaya çıkan ve Yeşiller adıyla bilinen çevreci parti AFC’deki siyasal atmosferi büyük ölçüde değiştirmiş, 1979’da görev süresi biten Scheel’in yerine Kari Cartens geçmiş ve Schmidt’in Avrupa’ya nükleer füzelerin yerleştirilmesini onaylaması SPD içinde tepkilere yol açmıştı. Ekonomik durgunluğun bir sonucu olarak 1981’de işsizliğin yüksek boyutlara ulaşması Schmidt hükümetindeki bunalımı daha da derinleştirdi. FDP’nin koalisyondan ayrılmasından sonra yapılan ve bazı hukukçular tarafından anayasaya aykırı bulunan güvenoylamasında hükümet güvensizlik oyu alınca Schmidt başbakanlıktan istifa etti. Yerine CDU’dan Helmut Kohl geçti. Kohl’un başbakanlığındaki CDU-CSUFDP koalisyonu 1983 seçimlerini kolaylıkla kazandı. Aynı yıl Hıristiyan Demokrat Richard Weizsacker cumhurbaşkanı seçildi. Kohl başbakanlığı sırasında ülkesinin Batı ile olan ilişkilerini güçlendirmeye ve piyasa ekonomisini yerleştirmeye çalıştı. 1987’deki seçimlerde koalisyon partileri oy yitirdiyse de Kohl hükümeti işbaşında kaldı. Doğu ve Batı Almanya arasındaki ilişkileri yumuşatmayı amaçlayan Ostpolitik bu dönemde de sürdürüldü. ADC Devlet Konseyi başkanı Erich Honecker Eylül 1987’de AFC’yi ziyaret etti. Ama bu ziyaret sırasında yapılan görüşmelerden önemli bir sonuç ahnamadı.

Alman Demokratik Cumhuriyeti.


Haziran 1945’te Almanya işgal bölgelerine ayrıldığında, ülkenin doğu kesiminin yönetimi Sovyet Askeri Yönetimi’ne bırakıldı. Yeni yönetim önce özel bankaları ve şirketleri tazminat ödemeksizin devletleştirdi. Herkesin elindeki paralan, külçe altınlan, senetleri ve değerli eşyalan teslim etmesi istendi. Sökülen fabrikalar, vagonlar, lokomotifler ve hatta raylar savaş tazminatı olarak SSCB’ye götürüldü. Aynca 100 ha’nın üzerindeki bütün topraklara karşılıksız olarak el kondu. Böylece eskiden yaklaşık 3 bin büyük toprak sahibinin elinde bulunan topraklar tanm işçilerinin, küçük işletmecilerin ve mültecilerin eline geçti.
1945 yazında bütün antifaşist partiler serbest bırakıldı. Nisan 1946’da Komünist ve Sosyal Demokrat partilerin birleşmesiyle Almanya Sosyalist Birlik Partisi (SED) kuruldu. O yılın sonunda yapılan yerel seçimlerde SED oyların büyük çoğunluğunu aldı. Batılı ülkelerin denetimindeki işgal bölgelerinde Batı Almanya’nın kurulmasıyla sonuçlanan adımlar sıklaştıkça, Sovyet bölgesinde de benzer düzenlemelere gidildi. SED’in 1948’de toplanan kongresinde yeni anayasayı hazırlamakla görevli bir Halk Konseyi (Volksrat) oluşturuldu. Yeni anayasa Ekim 1949’da, AFC’nin kurulmasından sonra yürürlüğe girdi. Halk Konseyi Halk Meclisi (Volkskammer) adını aldı ve aynca bir Eyaletler Meclisi (Landerkammer) oluşturuldu. 11 Ekim 1949’da Wilhelm Pieck devlet başkanlığına getirildi. Ertesi gün Otto Grotewohl başbakanlığa seçildi. Bununla birlikte gerçek güç başbakan yardımcısı ve SED birinci sekreteri Walter Ulbricht’in elinde kaldı. Temmuz 1952’de ülkedeki beş eyalet (Land) 15 ile (Bezirk) aynldı ve Eyaletler Meclisi kaldınldı.
Bu dönemde ağır sanayiye öncelik tanıyan planlı bir ekonomi yürürlüğe kondu. Sanayi üretimi hızla artarken, yaşam düzeyi Batı Almanya’dakinin çok gerisinde kaldı. Doğu Almanya. 1952’de AFC ile olan smırlarını kapattı. İşçilerin ulaşması gereken üretim hedeflerinin yükseltilmesi üzerine 17 Haziran 1953’te başlayan grev dalgası kısa zamanda bütün ülkeyi saran bir ayaklanmaya dönüştü. Sovyet birliklerinin yardımıyla bastırılan bu ayaklanma sırasında en az 21 kişi öldü, yüzlerce kişi de yaralandı.

1954’te ADC’nin egemen bir ülke olduğu ilan edildi. ADC ertesi yıl kurucu üye olarak Varşova Paktı’na katıldı. 1960’ta Pieck ölünce devlet başkanlığı kaldınldı ve yerine Devlet Konseyi oluşturuldu. Devlet Konseyi başkanlığına da Ulbricht getirildi. Bu arada yönetimin yarattığı hoşnutsuzluk çok sayıda kişinin Batı’ya göç etmesine yol açmış ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaklaşık 3 milyon kişi Batı’ya kaçmıştı. Sonunda bu kaçışları önlemek için 13 Ağustos 1961 gecesi Doğu Berlin’i Batı’dan ayıran Berlin Duvan inşa edildi. Doğu Almanya hükümeti, üzeri dikenli tellerle çevrili bu beton duvarın nitelikli işgücünün Batı’ya kaçmasını engelleyeceğini umuyordu. Aynı dönemde yürürlüğe konan ekonomik reformlar üretimin artmasına ve tüketim mallarının bollaşmasına yol açtı. ADC bunun sonucunda yaşam düzeyi en yüksek Doğu Avrupa ülkesi durumuna geldi. AFC’ye karşı uzlaşmaz bir tutum takman Ulbricht 1971’de SED birinci sekreterliğinden çekilmek zorunda kaldı ve yerine Erich Honecker geçti.

AFC’nin 1972’de Ostpolitik'i benimsemesinden sonra iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurulması karara bağlandı. Ardından öteki Batılı ülkeler de ADC ile diplomatik ilişkiler kurdular. ADC 1973’te BM’ ye kabul edildi. îki Almanya arasındaki ilişkiler gitgide yumuşarken ADC’deki seyahat kısıtlamaları da büyük ölçüde kaldırıldı. Böylece duvarın iki yanındaki parçalanmış aileler birbirlerini ziyaret etmeye başladılar. 1981’de AFC başbakanı Helmut Schmidt Doğu Almanya’ya resmî bir ziyarette bulundu. 1987’de de Honecker Batı Almanya’da Helmut Kohl ile görüştü. ADC hükümeti 1980’lerin sonlarında SSCB’de başlayıp sonradan öteki Doğu Avrupa ülkelerini de saran reform hareketine başlangıçta şiddetle karşı çıktı. Hatta 1988’in sonunda ülkede Sovyet dergilerinin satılması ya-
saklandı. Oysa bu gelişmeler Doğu Almanya’nın sonunun hazırlayıcısı olacaktı.


ALMANYA’NIN YENİDEN BİRLEŞMESİ.


Doğu Avrupa’da 1989 yılının gelişmeleri iki Almanya arasındaki ilişkilere yeni bir yön verdi. Yıl ortasında Doğu Almanya Batı’ya göç kısıtlamalarını yumuşattıysa da bu düzenleme ülkeyi terk etmek isteyenlerin çokluğu karşısında yetersiz kaldı. Ardından öbür Doğu Avrupa ülkeleri üzerinden Batı yolu açıldı ve Doğu Alman yönetimi Batı’ya akını dizginlemek için hem diplomatik yollara, hem de güvenlik önlemlerine başvurdu. Doğu Almanya’nın Ekim 1989’daki 40. kuruluş yıldönümü kutlamaları bu gergin ortamda yapıldı ve ülkeyi ziyaret eden SSCB lideri Mihail Gorbaçov acil reform çağrısında bulundu.
Alıntıdaki Ek 48843
Berlin Duvarı’nın açılması, 9 Kasım 1989

Yeni Forum adıyla bilinen bir grup aydının başım çektiği örgütlü siyasal muhalefet Leipzig, Berlin ve başka kentlerde barışçıl kitle gösterileri düzenledi. Ekimde devrilen Erich Honecker’in yerini alan Egon Krenz de iki ay sonra istifa etti. Manfred Gerlach ve Sabine Bergman-Pohl’un kısa süreli görev dönemlerinin ardından kasımda başbakanlığa getirilen Hans Modrow reformcu bir politikayı benimsedi. Yıl sonuna gelindiğinde özgürleşme yönündeki hemen bütün talepler karşılanmıştı. Yönetimde komünistlerin tekeline son verilmesi, parti ve yönetimdeki yolsuzlukların soruşturulması, güvenlik polisinin dağıtılması karan, seyahat sınırlamalarının kaldmlması ve simgesel önemi büyük Berlin Duvan’mn 9 Kasım’da açılması bu gelişmeler arasındaydı. Ama bütün bunlara karşın Batı’ya göçün hızı kesilmedi ve hem Batı Alman ekonomisini, hem de iki Almanya’nın düzelen ilişkilerini zorlayan bir etken oldu.

Doğu Alman tarihindeki ilk serbest seçimlere katılan çok sayıdaki yeni siyasal parti, artık hem iki Almanya’da, hem de dış dünyada kaçınılmaz gözüyle bakılan yeniden birleşme sorununa, özellikle de bunun takvimine ağırlık verdi. Hemen birleşmeyi savunan ve Federal Almanya başbakanı Helmut Kohl’un partisi CDU tarafından desteklenen partilerin oluşturduğu birlik 18 Mart 1990’da yapılan seçimlerde kesin bir üstünlük sağladı. Gene martta iki Almanya ile II. Dünya Savaşı’nm Müttefikleri ABD, SSCB, İngiltere ve Fransa’nın temsilcileri Borın’da toplanarak birleşme sürecini görüşmeye başladılar. Nisanda Başbakan Lothar de Maiziere başkanlığında kurulan büyük koalisyon hükümeti Doğu’da iktidarı devraldı; hükümet Halk Meclisi’nde dörtte üçü aşan bir çoğunluğa dayandığından anayasayı değiştirebilecek durumdaydı.

Mayısta imzalanan bir antlaşmayla iki Almanya arasında para birliği sağlandı ve haziranda meclislerce onaylanarak 1 Temmuz’da yürürlüğe girdi. Buna göre Doğu Alman Markı’nm yerini Batı Alman Markı aldı. Ekonomide olduğu gibi vergi, sosyal güvenlik, çalışma yaşamı ve bankacılık yasaları alanlarında da Batı Alman sistemi bütün ülkeyi kapsar duruma geldi; bütün sınır kısıtlamaları kalktı.
Ekonomik birlik tam birleşme yolunda atılmış dönüşü olmayan bir adımdı, ama hâlâ iki büyük engel vardı: Askeri ittifak ve Almanya-Polonya sınırı. Her iki sorunda da sorumluluğun bir bölümü Almanya’nın bölünmesine yol açan Müttefikler’e aitti. Federal Almanya ve Batılı müttefikleri birleşik Almanya’nın NATO üyesi olmasından yanaydı. Başlangıçta tarafsızlık ve askerden arındırma önerilerinde bulunan SSCB ise daha sonra Almanya’nın hem NATO, hem Varşova Paktı üyesi olmasını savundu. Başbakan Kohl ile SSCB başkanı Gorbaçov 16 Temmuz’da Almanya’nın NATO üyeliği konusunda anlaştılar; anlaşma Doğu Almanya’daki Sovyet birliklerinin çekilmesine ve Alman ordusunun küçülmesine ilişkin hükümler de içeriyordu. Ertesi gün iki Almanya’nın, dört Müttefik gücün ve Polonya’nın temsilcileri var olan Polonya sınırlarının korunması konusunda anlaşmaya vardılar. Bu son engeller de aşılınca Doğu Alman Halk Meclisi Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin ortadan kalkacağı günü tartışmaya açtı.

İki Alman devleti arasında birleşmenin siyasal ve toplumsal koşullarını belirleyen antlaşma 31 Ağustos’ta imzalandı. Antlaşmayla Berlin yeniden başkent olarak belirlendi ve birleşmenin resmileşeceği 3 Ekim ulusal bayram ilan edildi. 12 Eylül’de Müttefikler iki Alman devletinin temsilcileriyle bir antlaşma imzalayarak bütün işgal haklarını ve sorumluluklarını bıraktılar; böylece birleşik Almanya’nın tam egemenliğini tanıdılar. 3 Ekim 1990’da, Berlin Duvarı’nm açılmasının henüz birinci yılı dolmadan Almanya resmen birleşti.

kaynak: Ana Britannica



Saat: 03:00

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık