MsXLabs
Sayfa 4 / 7

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Soru-Cevap (https://www.msxlabs.org/forum/soru-cevap/)
-   -   Ata sporlarımız nelerdir? (https://www.msxlabs.org/forum/soru-cevap/221355-ata-sporlarimiz-nelerdir.html)

Misafir 30 Aralık 2010 16:49

Okçuluk Tarihi Tarihin Derinliklerinde Ok ve Yay
Ok ve yayı elinize aldığınız an, zaman içinde neredeyse 20 bin yıl öncesine uzanan bir yolculuğa çıkıyorsunuz demektir. Ok ve yay, ilkel insan topluluklarının hayatta kalma mücadelesinde önemli bir rol üstlenmekteydi. Bazı araştırmacılar yayın ilk kez 15.000 yıl önce Afrika'da kullanıldığını düşünmektedirler. Bu süreyi 50.000 yıla kadar çıkaran yazarlar varsa da, genel kabul gören düşünce bunun çok abartılı olduğudur.

İslam geleneğine göre ok ve yay Cebrail tarafından Hz. Adem'e, ekinlerini kargalara karşı koruyabilmesi için getirilmiştir. Ancak bilimsel veriler, "İlk İnsan"ın daha ilkel silahlar kullanmış olduğunu ispatlamaktadır.

Yayın ilk kez nerede ve ne zaman kullanıldığını belirlemek güçtür, çünkü yayın ana malzemesi ağaçtır ve zamanın aşındırıcı etkisine karşı koyamamaktadır. Mağara duvarlarındaki resimler ipucu vermekten öteye geçmemektedir. Çünkü bu resimlerde arkası tüylerle donatılmış görülen okların, atlatl adı verilen bir tür mızrak fırlatıcısına ait dartlar olması olasılığı yüksektir. Avrupa'da arkeolojik buluntu olarak kayda geçmiş en eski yaylar 1930'da Almanya'nın kuzeyinde bulunmuş olan Stellmoor kalıntıları ve Danimarka'daki Holmegaards kalıntılarıdır. Bu iki buluntu, sırasıyla 10.000 ve 8.000 yıl öncesine tarihlenmektedir. Holmegaards'da bulunan tipte yaylar başka arkeolojik buluntularda da ele geçmiş, en genç kalıntılar 4.800 yıl öncesine tarihlendirilmiştir. Her iki yay da Taş Devri'ne ait silahlardır.





Zaman içinde yay, önemli bir savaş aracı haline gelmiştir. Ateşli silahlar yayın tahtını sarsana kadar av için de etkili ve aranan silah olma özelliğini korumuştur.

Okçuluğun Spor Dalı Olarak Gelişmesi


Ateşli silahların gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla yay hem Doğuda hem Batıda savaş alanlarından silinmiş, ancak okçuluk zor ve eğlenceli bir spor dalı olarak varlığını korumuş, günümüze kadar çeşitli kollardan gelişimini sürdürmüştür.

Okçuluğun Batıda bir spor dalına dönüşmesi, başlangıcı 16. yüzyıla dayanan bir süreçtir. İngiliz kralı VIII. Henry okçuluğun bir spor dalı olarak gelişmesi için girişimde bulunmuş, ilk okçuluk derneği, 'Guild of St. George', 1537'de, kralın emriyle kurulmuştur. Okçuluk ile ilgili bilginin korunması ve Ingilizler arasında okçuluğa ilginin arttırılması amacıyla, 1545'de Roger Ascham tarafından Toxophillus adlı kitap yayınlanmıştır. 1600'ler boyunca okçuluk dernekleri kurulmuş ve düzenledikleri turnuvalar ile okçuluk bir müsabaka sporu haline getirilmiştir.

Kuzey Amerika'da ise ilk göçmenlerin gelmesi ile, Eski Dünya'nın yay yapımı ve okçuluk ile ilgili bilgileri de bu yeni kıtaya taşınmıştır. Kısa zamanda hedef okçuluğu bu kıtada da sevilen bir uygulama haline gelmeye başlamış, 1828'de 'United Bowmen of Philedelphia' adıyla ilk okçuluk derneği kurulmuştur. Amerikan İç Savaşından sonra eski Konfederasyon askerlerinin ateşli silah bulundurmaları yasaklanınca, yay bir av silahı olarak ön plana çıkmıştır. Maurice Thompson'ın 'The Witchery of Archery' (Okçuluğun Büyüsü) adlı kitabı yazmasını takiben, okçuluğa olan ilgi ülkede hızla büyümüş, 1879'da National Archery Association (Milli Okçuluk Birliği) kurulmuş ve müsabakalar düzenlemeye başlamıştır. 'Field Archery' ('saha okçuluğu') denilen ve avlanma koşullarını simule eden bir tür hedef okçuluğunun ortaya çıkması ve yay ile avlanmanın giderek yaygınlaşmasıyla, 1939'da National Field Archery Association (Milli Saha Okçuluğu Birliği) kurulmuştur



1904'ten itibaren Olimpiyat Oyunlarında bayanlar müsabakaları da eklendi. Fotoğraf, 1908'deki karşılaşmalarda çekilmiştir.

Okçuluk Olimpiyatlara resmi olarak ilk kez 1900 Paris Olimpiyat Oyunları ile girmiştir. Bunu takiben 1904 St. Louis ve 1908 İngiltere Olimpiyatlarında yer alan okçuluk, 1920'de Belçika'da düzenlenen Olimpiyatlara kadar bir daha görülmemiştir. Bundan sonraki 52 yıl boyunca, ikinci bir ortadan kayboluş yaşanmıştır.

Müsabakaya yönelik okçuluğu bir düzene oturtabilmek için, Polonyalı okçular 1930'larda uluslararası bir oluşum meydana getirmenin peşine düşmüşler, bu uğraşların sonunda Federation Internationale de Tir A L'Arc (Uluslararası Ok ve yay Federasyonu), bilinen kısaltmasıyla FITA kurulmuştur. FITA evrensel kurallar tespit etmiş ve Olimpiyat Oyunları dahil olmak üzere bir çok spor organizasyonunda yer alacak okçuluk disiplinleri geliştirmiştir. Okçuluk, 1972'de tekrar Olimpiyat Oyunlarına dahil olmuştur.

Ok ve yay tasarım ve imalatında, kullanılan materyaldeki ve onu işleyen teknolojideki gelişmeler sonucunda, yayın atış hassasiyeti hatırı sayılır derecede artmıştır. Bu da, okçuluğa duyulan ilginin artmasına sebep olmuştur. Ancak bu gelişmeler, okçuluğun modern materyal ve teknolojiye bağımlı hale gelmesine sebep olmuştur. Yine de, primitif malzemeye dayalı geleneksel okçuluk uygulamaları sınırlı bir kitle tarafından sürdürülmüştür. Japonya, Kore, Moğolistan gibi ülkeler kültürlerinin birer parçası olan geleneksel okçuluk stillerini ve ilgili malzemenin yapılmasına yönelik bilgiyi korurlarken, 'geleneksel' okçuluğun önemli bir ayağı da, ABD'nde ortaya çıkmıştır ve bütün dünyada hızla sempatizan bulmaktadır.

Türk geleneksel okçuluğu ise maalesef tarihe karışmıştır ve bu konu ile ilgili bilginin korunması için acil entellektüel yardım ve çaba gerekmektedir. Konu tamamen öksüz ve yetim bırakılmamışsa da, yapılan araştırma ve yayın çok azdır. Yeni nesillerin konuya ilgisi azdır, ilgisi olanlar da maalesef yeterli bilgiye sahip değildir. Günümüzde, yurdumuzda uygulanan okçuluk da stil, malzeme ve bilgi açısından tamamen Batılıdır.


Misafir 30 Aralık 2010 17:29

Atçılık-Binicilik
Günümüzde de olduğu gibi,ulusal ve Türk Tarihinin her döneminde “At Murattır” sözcüklerine bağlı kalınarak,her Türk ata karşı sevgi,güven,ilgi duymuş ve onu kendisinden bir parça kabul etmiş,ona kutsallık tanımış,saygınlık kazandırmış,sanatında,edebiyatında,müziğinde eşsiz bir yer vermiştir.
Nazmi Sevgen;”Türklerde at ve atçılık” adlı kitabında 1937 yılında Ankara da toplanan tarih kurultayında Avusturya lı tarih bilimcisi Hoopers atın ilk evcilleştirme hareketinin İç Asya da Türkler tarafından yapıldığını, Macar tarihçisi Allfoldin de,bu konudaki ilklerin Altay Türklerine ait olduğunu öne sürmüştür.Alman tarih bilimcisi Portriatz ise “Eski çağlarda at” adlı eserinde atın M.Ö.6000 dolaylarında Türkler tarafından evcilleştirildiğini iddia etmiş ve iddiası için bazı bulguları kesin kanıt göstermiştir.
Yaklaşık olarak M.Ö.4000 yılları dolaylarında Türkler tarafından bir çekim hayvanı olarak arabalara koşulan at,askeri amaçlarla savaş sınıfı oluşmasına sonuç olarak ta Asya’nın ve öteki kıtaların tarihi ve siyasal yaşamının oluşum ve değişiminde etkinlik kazanmıştır.Türkler onunla uzaklıkları enmişler,derisinden giysi ve ayakkabı yapmışlar,lezzetli buldukları tayının etini yemişler,kısrakların sütünden mayalanma ile sağlanan “Kımız” adı verilen ve keyiflendirici içkiyi yapmışlardır.Ayrıca yele ve kuyruklarını da değerlendirmişlerdir.kemiğinden kaymak için araç,kıllarından ağ,gözleri güneş ışığından koruyan bir tür gözlük örmüşlerdir.
Eski Türklerde at kültürü ile ilgili çeşitli bulgular bir belge olarak,bu gün çeşitli ülkelerin müzelerine değer katmaktadır.Yenisey yörelerinde eski Türkler tarafından,kayalar üzerine yapılmış at resimleri ve çok eski dönemlere ait,Türk mezarından çıkan eşyaların üzerinde süsleme sanatı olarak at figürleri kullanıldığı görülmektedir.Eski Türk destanlarında ve efsanelerinde at baş tacı dır,ayrı bir yeri vardır.Oğuz destanı atla başlar.Dede Korkut ta ,Bamsı Beyrek öyküsünde atla kardeşleşmiştir.
Eski Türklerin ilkel atları yakalayabilmek için Türlü yöntemler kullandıkları,kitabelerde yazılıdır.Karluk han buzullar içinden ünlü bir atı alıp çıkardığı için ad almıştır.Eski Türklerdeki ”Türk atsız,kuş kanatsız” sözü çok şey anlatır.
Tüm tarihi kaynaklar,atın vatanı olarak orta Asya bölgesini göstermektedir.Kırgız stepleri ile Gobi havalisinin atın vatanı olduğu konusunda görüş ve kanıt birliği vardır.Eski Türklerin “Yılkı” adını verdikleri at sürülerinin,ırk ve evcilleştirilmeleri ile ilgili bilgiler çok geniştir.
Atsız Türkler sosyal yaşamda hor görülürdü,fakirlik nedeni ile ata sahip olamayanlar çalmak zorunda idi.Eski Türkler sadece at çalmayı olağan saymışlardır.Zira bu bir beceri olarak kabul ediliyor ve atını çaldıran kişi için bu hareket onur kırıcı olarak değerlendiriliyordu bu nedenle kabileler arasında sık sık çatışma çıkıyordu.
Çalınan atları belirlemek amacıyla atları özel damgalama yöntemleri uygulanıyordu.Damga yerine bazı kabileler atın kulaklarına özel işaretler işlemeyi yeğlerlerdi.kabile sembolleri olarak benimsenen biçimler mezar taşlarında da görülür.
Eski Türklerde at yarışları ile eş seçiminde de kullanılıyordu.
Bu yarışlar iki türlü oluyordu birisinde atlı kızlar bir grup halinde yarışa başlıyorlar ve arkalarından atlarını grup halinde koşturan erkekler içlerinden birini yakalayıp atlarının terkilerine alıyorlardı.Daha sonra eş olarak seçtikleri bu kızlarla evleniyorlardı.
Diğer türlü ise eğer kızın isteyeni çok olursa yarışa kız tek başına başlıyor,daha sonra ardından atlarını koşturan erkek grubundan kim kızı yakalarsa o evlenme hakkını elde ediyordu.

Eski Türklerde görülen atla bütünleşme", Osmanlı Türklerinde de sürmüştür. At, Osmanlı,Türklerinde onur, saygı ve sevgi unsuru olarak kabul edilen bir yoldaş olmuştur. Bunlarla başarıdan başarıya koşmuşlar; üç kıta üzerinde egemenliklerini sürdürmüşlerdir.

Anadolu Selçuklularında 100 bin süvariden oluşan bir ordu bulunuyordu. Osmanlı imparatorluğunda ise, 16.yüzyılda bu sayı 250 bine yaklaştı. Edirne, Filike. Selánik. Amasya, Yozgat, Merzifon, Eskişehir (çifteler çiftiği), Malatya (Sultan suyu), Veziriye, Adana (Cukurova)'daki hayvan ocaklarında, at yetiştiricilik düzeltilmesi için sürekli çalışmalar yapılıyordu. Ancak, Osmanlı imparatorluğunun gerileme ve özellikle çöküş döneminde at yetiştiriciliği ve ırk düzenlenme çalışmaları öneminì tamamen yitirmiş, sürekli savaşlar nedeniyle ülke atçılığı adeta çökmüştür.

Yaşama sevincini, atıyla paylaşan, onunla mutlu olan ve hattâ onunla birlikte gömülen at, Türk'ün kalbinde, ağıtlarında ,edebiyatında. türkülerinde, atasözlerinde benzersiz bir yer almıştır. Osmanlıların genişleme döneminde, Giritlilerin bir sözü çok yaygındı: "Adaya önce Türk'ün atı, sonra kendisi ayak basacak." Gerçekten de öyle olmuştur. Aşık Paşa tarihinde, Osmanlı Padişahlarından Orhan Beyin, atlarını nalbanda kendisinin götürdüğü anlatılır. Bu hareket, Türklerde, en büyüğünden en küçüğüne kadar, ata gösterilen ilgi ve sevgiyi yansıtır. öyle ki, at sahiplerinden atlar için vergi alınmazdı.

Emrullah Efendi "'Memalik-i şahane"de, at vergisi asla vaz'edilmediği cihetle, bizde at vergisinden xxxxx mahal yoktur demektedir. Osmanlı Türk illerinde atlar, görevlerine göre şöyle adlandırılırdı: önemli haber götüren süvarilerin bindikleri dayanıklı "Ilgar atı", posta süvarilerinin bindiği "Menzil atı", akıncı ve süvarilerin bindikleri "Cenk atı", yarışlara katılanlara "Koşu atı", süvarilerin yedeklerinde bulundurdukları "Yedek atı", yük taşıyan "Semer atı", damızlık olarak yararlanılan "Aşı atı", törenlerde komutan ve subayların bindikleri "Alay atı", arabalar koşulanlara "Araba atı" ve avlarda kullanılanlara "Av atı." Osmanlılarda, eğer, murassa ve sorguçlu başlıklar, altın ve gümüş üzengiler, gemler, at koşum takımları, saray arabalarının koşum takımları birer sanat eseri idi.
Sultan Abdülaziz dönemi sonrasında ülkedeki at kalitesi değerini gittikçe yitirirken, tersine olarak at yarışları da daha düzenlilik kazanmıştır. Ancak, ilk düzenli at yarışları l9ncu yüzyılın son yılarında belirginleşir. Sultan Abdülaziz döneminde Kağıthane'de, "Kağıthane Yarışları" adı altında bir süre at yarışları düzenlenmiştir. Bunlar bir tür ilkel yarışçılık düzenlemeleri olmuştur. Zira pist gelişigüzel düzenlenmiş bir güzergah biçimindedir. Sonraki yıllarda ünlü mirasyedilerden Veli efendizade, bugün Veli efendi Tesislerinin bulunduğu yerde, birkaç arkadaşı ile birlikte sistemsiz olarak düz bir toprak üzerinde at yarışları yaptırdıkları görülür. Bu yarışlara ilgi duyanların sayısı 15-20 kadardı. öte yandan yine aynı yıllarda Manisa'da Bekir Ağa'nın bireysel çabalarıyla, düzensiz bazı yarışlar yapılmıştır.


Misafir 30 Aralık 2010 17:35

Ata Sporları
Geçmişten günümüze gelen birçok spor vardır. Bunların başlıcaları cirit, okçulu, binicilik, güreş, kılıç sporları ve yağlı güreşlerdir. Yıllardır günümüze kadar gelmiş sporlardır.

Binicilik
Günümüzde de olduğu gibi,ulusal ve Türk Tarihinin her döneminde “At Murattır” sözcüklerine bağlı kalınarak,her Türk ata karşı sevgi,güven,ilgi duymuş ve onu kendisinden bir parça kabul etmiş,ona kutsallık tanımış,saygınlık kazandırmış,sanatında,edebiyatında,müziğinde eşsiz bir yer vermiştir. Nazmi Sevgen;”Türklerde at ve atçılık” adlı kitabında 1937 yılında Ankara da toplanan tarih kurultayında Avusturya lı tarih bilimcisi Hoopers atın ilk evcilleştirme hareketinin İç Asya da Türkler tarafından yapıldığını, Macar tarihçisi Allfoldin de,bu konudaki ilklerin Altay Türklerine ait olduğunu öne sürmüştür.Alman tarih bilimcisi Portriatz ise “Eski çağlarda at” adlı eserinde atın M.Ö.6000 dolaylarında Türkler tarafından evcilleştirildiğini iddia etmiş ve iddiası için bazı bulguları kesin kanıt göstermiştir. Yaklaşık olarak M.Ö.4000 yılları dolaylarında Türkler tarafından bir çekim hayvanı olarak arabalara koşulan at,askeri amaçlarla savaş sınıfı oluşmasına sonuç olarak ta Asya’nın ve öteki kıtaların tarihi ve siyasal yaşamının oluşum ve değişiminde etkinlik kazanmıştır.Türkler onunla uzaklıkları enmişler,derisinden giysi ve ayakkabı yapmışlar,lezzetli buldukları tayının etini yemişler,kısrakların sütünden mayalanma ile sağlanan “Kımız” adı verilen ve keyiflendirici içkiyi yapmışlardır.Ayrıca yele ve kuyruklarını da değerlendirmişlerdir.kemiğinden kaymak için araç,kıllarından ağ,gözleri güneş ışığından koruyan bir tür gözlük örmüşlerdir. Eski Türklerde at kültürü ile ilgili çeşitli bulgular bir belge olarak,bu gün çeşitli ülkelerin müzelerine değer katmaktadır.Yenisey yörelerinde eski Türkler tarafından,kayalar üzerine yapılmış at resimleri ve çok eski dönemlere ait,Türk mezarından çıkan eşyaların üzerinde süsleme sanatı olarak at figürleri kullanıldığı görülmektedir.Eski Türk destanlarında ve efsanelerinde at baş tacı dır,ayrı bir yeri vardır.Oğuz destanı atla başlar.Dede Korkut ta ,Bamsı Beyrek öyküsünde atla kardeşleşmiştir. Eski Türklerin ilkel atları yakalayabilmek için Türlü yöntemler kullandıkları,kitabelerde yazılıdır.Karluk han buzullar içinden ünlü bir atı alıp çıkardığı için ad almıştır.Eski Türklerdeki ”Türk atsız,kuş kanatsız” sözü çok şey anlatır. Tüm tarihi kaynaklar,atın vatanı olarak orta Asya bölgesini göstermektedir.Kırgız stepleri ile Gobi havalisinin atın vatanı olduğu konusunda görüş ve kanıt birliği vardır.Eski Türklerin “Yılkı” adını verdikleri at sürülerinin,ırk ve evcilleştirilmeleri ile ilgili bilgiler çok geniştir.

Cirit
Cirit; Türklerin yüzyıllardan beri oynadıkları bir Ata sporudur. Türkler bu Atlı oyunu Orta Asya dan günümüze taşımışlardır. 16. yüzyılda bir savaş oyunu olarak kabul edilmişti. 19. yüzyılda Osmanlı ülkesi ve sarayının en büyük gösteri sporu ve oyunu oldu. Cirit aynı zamanda tehlikeli bir oyun olması sebebi ile 1826 yılında II. Mahmut tarafından yasaklanmıştır. Daha sonraları tekrar popüler bir gösteri oyunu olarak yaygınlaştı. Tarihin eski çağlarında insan topluluklarının ulaşım ve savaş vasıtalarından olan at sürüler halinde beslenmiş,günün şartlarına göre eğitilmiş savaş zamanlarında savaş vasıtası,sulh zamanlarında da spor ve eğlence vasıtası olmuştur. Savaşı spor haline getiren,sporu en güzel eğitim aracı bilen Türk kahramanlarının çağlar boyu kazandıkları zaferlerde canları kadar aziz bildikleri atlarının büyük hissesi vardır. Bunun için atlı cirit,Türklerin en eski milli sporlarından olup,canlılardan yapma ve konuşma özelliği olan insanla taşıma ve his gücü olan atın ve cansız 110 cm’ lik cirit sopasının en güzel uyum sağladığı insanla aklın bütünleştiği eski savaş kurallarının uygulandığı bir oyundur. Atlı ciritte erlik yaşar, mertlik yaşar, sportmenlik yaşar ama her şeyden önce bir tarih yaşar. Atalarımız barış zamanlarında at ve askerlerini zinde ve kuvvetli tutabilmek için atlı cirit sporunu tesis etmiş, insanları ruh ve bedenen eğiterek yarınlara hazırlamışlardır.Atlı ciritte hiçbir spor müsabakasında bulunmayan rakibi bağışlama ,affetme şeklinde bir davranış vardır. Hasmının önünü kesip,ona ciritle vurma imkanı varken vurmayıp bağışlayan sporcu puan kazanmaktadır.Vurma imkanı yüzde yüz mevcut iken,o anda zayıf düsene vurmayı zul kabul ederek bağışlama yolunun seçilmesi, Bu yönüyle spor ve erdemin birlikte anıldığı asil bir yapıya sahiptir.

Okçuluk
Türklerin ok ve yaya verdiği önem, onun inanç dünyasını da etkilemiştir. Pagan dönemlerinden beri Türkler için ok ve yay hâkimiyet sembolüydü. Hakan tahtında otururken elinde ok ve yay tutardı. Komutanlarını toplamak için onlara anlamı belli, değişik oklar yollardı. Çetirlerinde, damga ve sikkelerinde ok ve yay resmi vardı(32, s. 4). Okçuluktaki bu töre ve semboller, daha sonra Selçuklularda da devam etmişti. Büyük Selçuklular 1040'da Dandanakan zaferini kazanınca, komşu ülkelere gönderdikleri fetih-nâmelerin başında eski Türk hâkimiyet sembolü olan ok ve yay işaretleri bulunuyordu. Öte yandan, tüm dünya uluslarınca benimsenen gerçekte, ok-yay ve okçuluğun Türklerce dünyaya tanıtılmış olmasıdır. Bu gerçekle ilgili tarihi kanıtların bir bölümü Ergenekon ve Oğuz Destanlarında yer alır. Bedenlerini çeşitli uğraşlarla en iyi biçimde eğiten Türkler, ok ve yayı çok iyi değerlendirmişlerdir. Maden çağının açılması ve atın eğitilmesi sonrası Türklerin Orta Asya'dan göçleriyle ok ve yayın kullanımındaki becerilerini dört bir yana yaymışlardır. Türk, Orta Asya steplerinden uzandığı her yere elinde yayı, sırtında ok sadağı, altında atı ile gitti ve bunları gittiği her yerde tanıttı. Ünlü Türk Hakanı Oğuz Han, Gün, Ay ve Yıldız adlı üç büyük oğluna "Bozok", Gök, Dağ ve Deniz adlı üç oğluna da "üçok" demesi, Türklerin oka verdikleri önemi yansıtması bakımından büyük değer kazanır.

Güreş

Türklerde en eski spor türlerinden biride Güreştir.Güreş,zorlu bir doğa içinde insanların güçlerini ve güvenlerini kolları ile denedikleri ve aradıkları bir mücadele türü olmuştur.Dindirilmez bir yaşam isteği insanları birbirine saldırmaya ve devirmeye zorlamıştır.Türkler doğaya ve kuvvete düşkün kişilerdir.Doğudan batıya yelpaze gibi yayılan Türkler,yakın mücadeleyi her zaman ön planda tutmuşlardır.Güreşte insanların üstün olduklarını kanıtlamak güçlerini topluma kabul ettirmek için uyguladıkları bir mücadele biçimidir.Böylelikle bir kişinin kuvvetini öteki kişilerle oranlama imkanı bulunur. İlk çağlarda güreş, elbette bir tür boğuşmadır. Orta Asya devirlerinde Türkler arasında yapılan güreş müsabakalarında güreşin sporculardan birinin ölümü halinde sona erdiği bilinmektedir. Manas Destanı'nda kaydedilen güreşler bu gerçeği aydınlığa kavuşturmaktadır. Kaşgarlı XI. Asır DLT’de “Çalış” ve “Çelme” kelimesinin karşılığı olarak “Güreş” (küreş) diye tanımlanmıştır. Aynı sayfada “çalışçı” kelimesi “Güreşçi” olarak açıklanmıştır (Kaşgarlı, 1985). Bu büyük yazar eserinin bir başka yerinde “Kız ila küreşme kısrak ile yarışma” (Kaşgarlı, 1985) diye bir deyişle örnekleme yapmaktadır. Aynı dönemlere (XI. Asır) tekabül eden ve temel eserlerden biri olan KB’de Yusuf Has Hacip; “Güreş” sözcüğünün karşılığı olarak “Küreşmek = Boğuşmak” olarak vurgulamaktadır (Yusuf Has Hacip, 1979). Bu iki temel eserlerden yarım asır sonra (1127 - 1144) yazılmış olan ME.’de de El-Havarizmi güreşe “küreş” derken bu sporun bu isim altında Oğuz, Kıpçak ve diğer Karahanlı Türk’lerinin severek yaptıklarını vurgulamaktadır (El-Havarizmi, 1993). Günümüz Orta ve diğer Asya Türk toplumlarından Azeriler “gülaş”, Başkurtlar “köraş”; Kazaklar “küres”; Kırgızlar “küröş”; Özbekler “kuraş”; Tatarlar “köraş /küreş; Türkmenler “göreş”; Uygurlar’ın “küraş/küreş” (KTLS., 1992) dedikleri görülmektedir. Diğer Türk’lerden Gagouzlar “küreş”; Yakutlar, Sakalar, Tuvalar ve Hakaslar ise “küraş” demektedirler (BRSMSTS., 1988) Yukarıda da görüleceği gibi güreş sözcüğü bütün Türk toplumlarında birbirine benzer ya da aynı şekilde telaffuz ediliyor. Bilindiği gibi Anadolu’da da güreş sözcüğü halk arasında “güleş” ya da “küleş” (Afşin, 1988) diye telaffuz edilmektedir. Görülen o ki, eski ve yeni bütün Türk toplumlarında bu sözcüğün kökeninin “kür” olduğudur.

Kılıç Sporları
Süvari bir ulus olan Türklerde kılıcın her kişinin yanında taşıdığı bir araç olması çok doğaldır.Türkler at ve kılıçla tarih boyunca çağlar açmışlar,çağlar kapamışlardır.Kılıç Türklerde kutsal kabul edilmiştir.Demir ve onu eriten ateşin büyük bir ruhsal yönü olduğu kabul edilirdi.Demire büyük saygı gösteren Türkler bu nedenle kılıca da saygı göstermişler,yeminlerini kılıç üzerinde yapmışlardır. İyi kılıç yapımı demiri bulan Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir.Kamaların namlu denilen madeni bölümü daha da uzunlaştırılan Türk kılıçları dövme demirden ve ağırlıkları uç tarafa toplanacak biçimde yapılırdı.Her bozuluş yada kırılışta yeniden dövülerek kılıç biçimi veriliyordu.Türkler,kılıcın yapımında ve kullanımında de üstün yetenek göstermiş,kılıcın kullanım tekniğinde de büyük aşama yapmışlardır.Özel formüllerle yapılan kılıçlar yetenekli bileklerde büyük işler başarmışlardır.Tek vuruşta bir deve yavrusunu ikiye biçen bilek,yine tek vuruşta bir atlası ikiye bölüyor,kat kat yapılmış keçeyi doğruyordu. Kılıcı saldırı aracı olarak kullanan Türkler kılı kesecek kadar hünerli idi ve savunma aracı olarak kalkanı da ona eş değer özellikte kullanıyordu.Avrupa kılıçları düz ve iki tarafı da keskin olarak yapılıyordu.Türk kılıçlarının ise bir tarafı keskin ve kıvrıktır.Mezarlarına atları ve kılıçları ile gömülmelerini isteyen Türklerin kazılarla sağlanan bulgularında bu tarihsel yönlerini yansıtan bir çok belge ele geçmiştir. M.Ö. 23-24. Yüzyıl öncesine varan doğu Hun Türklerinin silahlarına ait Çin kaynaklarında geniş açıklamalar vardır.Bir bölümde şöyle denilmektedir:”Onların hepsi zırhlı süvarilerdi.Uzağa mahsus silahları yay ve oktu,Kısa silahları ise keskin kılıçlar ve mızraktı. Tarihçi lofyor.”Türkler(kılıç,acemilik ve dikkatsizlikte bir toprak çanak gibi kırılır)der.kılıç onu kullananın bileğin kuvvet ve yeteneği ile üstünlük kazanır.İşte bu bilek Türklerde vardır” demektedir.


Misafir 2 Ocak 2011 20:35

Kılıç Sporları
Türkler eski zamanlarda çoğu zaman yanlarında kılıçla gezerlerdi ve bu çok doğaldı. Kılıçlarını büyük bir ustalıkla kullanan Türkler kılıçları ile çok büyük işler başarmışlardır ve kılıç türklerde kutsal kabul edilmiştir. Kılıcı saldırmak için kullanan türkler onun yanında kalkanı tercih etmiş ve ayrılmaz ikili olmuşlardır. Avrupa kılıçlarının aksine türk kılıçlarının bir tarafı keskin ve kıvrıktır. Türkler kılıçlarına atları gibi bağlılık göstermiş ve onlarla birlikte gömülmüşlerdir.

Tarihçi Lofyor türklerin kılıç yetenekleri hakkında şöyle demektedir;
Türkler kılıç,acemilik ve dikkatsizlikte bir toprak çanak gibi kırılır der.ılıç onu kullananın bileğin kuvvet ve yeteneği ile üstünlük kazanır.İşte bu bilek Türklerde vardır” demektedir.

Kılıç; kabza ,korkuluk, namlu denilen üç parçadan oluşmaktadır.
a) Kabza: Ağaç,boynuz,kemik yada madeni maddelerden yapılırdı.kabzanın süslü olmasına her dönemde ayrı bir özen gösterilirdi.
b) Korkuluk: Kılıcı kullanan kişinin elini bir darbeye karşı koruyan bölümdür.
c) Namlu: Kılıcın madeni bölümüdür.
Not: Türk kılıçlarının namluları eğridirve bu sayede kılıçlar daha büyük yaralar açabilir ve daha ölümcüldür. Eğri namlunun dışında iki yanı keskin,düz,yuvarlak ya da ucu keskin namlu türleri de vardır.

Kılıç ve kın yapımı aynı zamanda bir sanat sayılır ve üstüne çeşitli simgeler ve dekorasyonlar işlenirdi.

Eski türklerde kılıç kullanmak çocukluktan tahta kılıçlarla başlardı. Kılıç oyunlarına büyük önem verilirdi ve önemli günlerdede oynanırdı. İnsanlar birbirlerini yaralamamaya çalışırdı. Fakat iki kabile arasındaki dövüşlerde öldürme zorunluluğu vardı. Eski türklerde olduğu gibi bu geleneklerin çoğu Osmanlı zamanında da devam etmiştir. Kılıç yapımında aynı zamanda su verme de büyük bir önem taşır ve her kılıç yapım ustasının kendine has bir gizli formülü vardı.


Güreş
Güreş sözcüğü kureş kelimesinden gelmektedir. Türkler güç toplamak ve gücünü insanlara kanıtlayıp kendine bir şan yaratmak için güreşe başvurmuşlardır ve bunun haricinde önemli günlerde(düğün vb.) cirit ve binicilik gibi oynanırdı. Güreşin bulunuş tarihi olmasada bazı kanıtlar güreşi Türklerin bulduğunu göstermektedir. Türkler Anadolu’ya göç ettiklerinde Anadoludaki güreş stilleri ile birleşmiş ve ortak stiller oluşmuştur. Ege ve trakya da en yaygın olan güreş stili de yağlı güreştir. Güreş Osmanlı zamanında çok popüler olmuştur ve bazen padişah huzurunda da yapılmıştır.En çok tanınan ve oynanan güreşler Karakucak güreşi ve yağlı güreştir. Güreş maçlarında kazanmaya yöneltmek, hırslandırmak için maça eşya gibi şeyler konulurdu. Sonra bunlar yerine para için güreş yapılmaya başlandı ve bu da profosyonel güreşin doğuşu olmuştur.

Türkiyedeki eski Pehlivanlardan bazıları
Koca Yusuf
Adalı Halil
Filiz Nerullah
Kurtdereli Mehmet
Kara Mehmet dünya çapında ünlenen pehlivanlardır.
Bundan sonra çok büyük galibiyetlerimiz olmuş ve ülke ve avrupa çapında madalyalar almış galip olmuşuz.

Eski Zamanlardaki Güreş Türleri:
a) Kırkpınar Güreşi
b) Yağlı Güreş
c) Aba Güreşi
d) Şalvar Güreşi


Günümüzde Güreş

a) Serbest Güreş:Neredeyse tüm tutuş biçimlerinin yapılmasına izin verildiği bir güreş türüdür. Yaşamı riske atacak(kol bacak kırmak boğmaya teşebbüs vb.) hareketler yasaktır.
b) Grekoromen Güreş: 19. yüzyılda Fransada geliştirilmiştir. Bu güreş stilinde yalnız vücudun belin üstündeki kısmı tutmaya izin verilir ayakların kullanılması veya onları tutmak gibi hareketler aynı zamanda yaşamı riske atacak hareketler yasaktır.
c) Sambo:Sambo judo ve serbest güreşle büyük benzerlikler taşır. Samboda az hareket yasaklanmış ve bunlardan biri ise boğaza saldırmaktır.

Güreşte yapılan hareketlere göre puan kazanılır arada 10 puan fark açılırsa maç biter ve en fazla puanı olan maçı kazanır. Bunun dışında bir sporcu diskalifiye edilirse, süre dolarsa ya da maç yaralanmayla sonlandırılırsa maç biter.

Cirit
Cirit oyunu türkler arasında yüzyıllardır oynanan bir spordur.Türkler orta asya’dan buraya getirmişlerdir.Ciritin 16. yüzyılda bir savaş oyunu kabul edilmiştir. Cirit osmanlı da çok önemli ve çok popüler bir oyun olmasına rağmen aynı zamanda çok tehlikeli bir spordu ve bu nedenler 1826’da 2. Mahmut tarafından yasaklanmıştır. Daha sonra ise tekrar yaygınlaştı. Cirit aynı zamanda savaş amacıyla da kullanıldı. Cirit atların üzerinde oynanıyordu ve atlara çok değer vermeleri aynı zamanda bağışlamak gibi birçok özellik bahşettiği için çok önemli bir spor olmuştur.

Cirit ucu sivrileştirilmiş 110 cm lik bir sopadan yapılmıştı o zamanlar. Oyunda birine vurabilecekken geri çekilmek puan kazandırır aynı zamanda sportmanlik ve bağışlama duygusunu pekiştirir öğretirdi. Aynı zamanda farklı şekillerde de puan toplanırdı.

Oyun o zamanlarda İstanbul daki at meydanında oynanmıştı. Burada her zaman alıştırma yapan insanlar bulunurdu fakat en büyük yarışmalar Cuma günleri Cuma namazından sonra yapılırdı ve at meydanını yüzlerce atlı doldururdu. At meydanı hariç Cündi ve Kağıthane de de yarışlar oldukça fazlaydı. Bu yarışlara bazı zamanlar padişah da katılırdı. Oyun tehlikeli olduğu için yaralanmalar hatta bazen ölümler bile olmuştur. Ölenler ise er meydanında ölmüş sayılır ve bu konuda olay çıkmaz dava açılmazdı. Hatta babaları ölen çocuklarıyla övünürlerdi.

Sonrakı zamanlarda ise öleüm olayını kaldırmak için ciritlerin uçları yuvarlak olarak kesilmeye başlanmıştır. İlk İhtsas kulübü erzurumda 1957 de Erzurum Atlı Spor Kulübü olarak kurulmuş sonra Erzurum’da 11,Erzincan’da 1,Bayburt’ta 1,Ankara ‘da 1,Uşak ‘da 4,Manisa ‘da 1,Malatya’da 1 kulüp kurulmuştur. Şimdi ise Erzurum ve birkaç ilimizde düğünlerde ya da yarışma olarak oynanmaktadır.

Cirit'de Kurallar:

Cirit Oyunu'nda iki takım bulunur. Bu takımlar 70 ilâ 120 metre genişliğindeki bir alanda karşılıklı olarak alanın en gerisinde 5'şar, 6'er veya 7'şer kişi olarak dizilirler. Ciritçiler bölgesel giyimleriyle atlarına biner. Sağ ellerine atacakları ilk ciriti, diğer ellerine de yedek ve kamçı alırlar. İki tarafın birinden bir atlı öne fırlar, karşı dizinin önüne 30-40 metre kadar yaklaşır. alay durağındaki rakip takım oyuncularından birine Sağ elindeki ciriti savurur, sonra geri döner, atını kendi dizisine doğru mahmuzlar. Karşı tarafın oyuncusu hızla onu takip eder, elindeki ciriti geri dönüp kaçan karşı taraf elemanına fırlatır. Bu kez ilk oyuncunun çıktığı sıradan diğer bir ciritçi onu karşılar. İkinci diziden çıkan, sırasındaki yerini almak için süratle yerine dönmeye çalışır. Bu defa rakibi onu kovalar ve ciritini atar.
Oyun böylece sürer. Cirit isabet ettiren ciritçi takımına sayı kazandırır.Günümüzde cirit modernize olmuş ve artık resmi bir spor dalı haline gelmiştir.Artı ve eksi puanlardan oluşan bir puanlama şekli mevcuttur.Oyunun galibini bu puanlar belirler
Ciritçi karşı taraf oyuncusundan kendisini sakınmak için çeşitli hareketler yapar, atın sağına soluna, karnının altına, boynuna yatar.
Öte yandan cirit oyununda ölüm olmaması için, daha evvelleri hurma ve meşe ağacından 70-100 santim uzunluğunda, 2-3 cm. kutrunda yapılan ciritler, daha sonraları kavak ağacından yapılmaya başlanmıştır. Sopaların uçları silindir şeklinde kesilerek yuvarlatılır. Kabukları yontulur. Bu isabet halinde bir yara açılmasını ve ölüm tehlikesini yok etmek için alınan bir tedbirdir.
Cirit sona erince, cirit oyununu düzenleyenler başarılı olanlara ödüller, ziyafetler verir.



CİRİT OYUNUNDA KULLANILAN TERİMLER
Değnek; Diğnek, Deynek: Çeşitli yörelerde cirit oyununa verilen ad.
Cirit Havası: Cirit oynanırken davul ve zurna ile özel ritmlerde çalınan ezgilerin tümü ya da bir tanesi.
At Oyunu: Ciritin Tunceli ve Muş yöresindeki adı.
At Oynatma Havası: Tunceli ve Muş yörelerinde ciritten önce at oynatma için özel ritmlerde çalınan ezgi ve ritmlere verilen ad.
Rahvan: Atın iki ayakla koşar gibi aynı yanda bulunan ayaklarını aynı anda atarak yaptığı, biniciyi sarsmayan bir yürüyüş şeklidir.
Rahvan At: Biniciyi sarsmadan yürüyen at.
Tırısa Kalkmak: Atın çaprazlama ayak atarak hızlı ve sarsıntılı yürüyüşüne denir.
Dörtnal: Atın en hızlı koşuşu.
Hücum Dörtnal: Atın en hızlı koşuşunun daha ilerisinde bir süratle hedefe at sürme.
Adeta: Atın düz yürüyüşü.
Aheste: Atın ağır ağır, arka kalçalara yüklenerek yürüyüşü.
At Başı: İki atın bir hizada oluşu.
At Cambazı: Ciritte at üzerinde beceri ve hüner gösteren binici.
At Oynatmak: Ciritte hüner göstermek.
Sipahi, Sipah, İspahi: Eskiden Yeniçeriler zamanında bir sınıf atlı askere denirdi. Fakat iyi at binen kişilere de at oyunlarında becerisi olan oyunculara da çeşitli yörelerde bu adlar kullanılmaktadır.
Seymen Olmak: Ulusal giysilerin yöreye ait olanlarının düğün nedeni ile Ankara dolaylarında giyilmesine denir.
Osmanlı: Atlı, suvari, anlamında kullanılmaktadır.
Menzil: Ciritte at üzerinde sıra biçiminde duranlara verilen ad.
Alan: Cirit meydanına verilen ad. Cirit oynanan yer.
Şehit: Ciritte isabet alıp ölenlere verilen ad.
Acemi: Savurduğu ciriti ata değen oyuncuya denir.


Atçılık-Binicilik

Alman tarih bilimcisi Portriatz ın bulgularına göre türkler tarafından M.Ö 6000 zamanlarında evcilleştirilmiştir. Türklerde at çok büyük önem taşır. Attan içecek ve yiyecek ihtiyacı dışında evlenme, eğlence, eşya taşıma hatta aksesuar için bile kullanılmışlardır ve eski türklerin hayatlarının her yerinde kullanılmışlardır. Atları o kadar önemli saymışızdır ki atı olmayan kişi hor görülür ve çalmak zorundadır ve at çalmak bir beceri olarak görülürdü. Atı çalınan kişi bunu onur kırıcı bir hareket olarak görürdü ve bu nedenle çok fazla çatışmalar çıkardı. Atlarla at yarışları düzenlenirdi. Atlar o kadar sevilirdi ki bazı insanlar mezara atları ile gömülmüşlerdi.

Osmanlıda atlar savaş amacıylada kullanılmaya başlanmıştır. Soylular ile halkın bindiği atlar çeşitlilik göstermekteydi. Atlı süvarilerden oluşan büyük ordular vardı ve atları yetiştirmek için birçok yere at çiftliği türü yerler yapılmıştır.. Osmanlı nın son zamanlarında at eski önemini kaybetmiştir.

Sultan Abdüllaziz döneminde Kağıthane de Kağıthane yarışları adında at yarışları düzenlenmiştir. Bu yarışlar çok düzenli olmayıp ilgi de pek artmamıştır. Aynı Manisa da da düzensiz yarışlar yapılmıştır ve yine pek ilgi duyulmamıştır.

Günümüzde ise atçılık popüler bir spor dalıdır. Jokey kuübleri açılmış ve sporun yanısıra atlar üzerinde bahis oynanmaktadır. Günümüzde atçılık hem engelli yarış hem de koşu yarışı olarak yapılmaktadır.


Misafir 3 Ocak 2011 13:28

okçuluk
 
Okçuluk
Okçuluk

Türklerin ok ve yaya verdiği önem, onun inanç dünyasını da etkilemiştir. Pagan dönemlerinden beri Türkler için ok ve yay hâkimiyet sembolüydü. Hakan tahtında otururken elinde ok ve yay tutardı. Komutanlarını toplamak için onlara anlamı belli, değişik oklar yollardı. Çetirlerinde, damga ve sikkelerinde ok ve yay resmi vardı(32, s. 4). Okçuluktaki bu töre ve semboller, daha sonra Selçuklularda da devam etmişti. Büyük Selçuklular 1040'da Dandanakan zaferini kazanınca, komşu ülkelere gönderdikleri fetih-nâmelerin başında eski Türk hâkimiyet sembolü olan ok ve yay işaretleri bulunuyordu.

Öte yandan, tüm dünya uluslarınca benimsenen gerçekte, ok-yay ve okçuluğun Türklerce dünyaya tanıtılmış olmasıdır. Bu gerçekle ilgili tarihi kanıtların bir bölümü Ergenekon ve Oğuz Destanlarında yer alır.

Bedenlerini çeşitli uğraşlarla en iyi biçimde eğiten Türkler, ok ve yayı çok iyi değerlendirmişlerdir.

Maden çağının açılması ve atın eğitilmesi sonrası Türklerin Orta Asya'dan göçleriyle ok ve yayın kullanımındaki becerilerini dört bir yana yaymışlardır. Türk, Orta Asya steplerinden uzandığı her yere elinde yayı, sırtında ok sadağı, altında atı ile gitti ve bunları gittiği her yerde tanıttı.

Ünlü Türk Hakanı Oğuz Han, Gün, Ay ve Yıldız adlı üç büyük oğluna "Bozok", Gök, Dağ ve Deniz adlı üç oğluna da "üçok" demesi, Türklerin oka verdikleri önemi yansıtması bakımından büyük değer kazanır.

Çin kaynakları Eski Türklerin ok ve yay yapımındaki üstün başarılarını da anlatır.

Ok sözcüğü, Eski Türklerde kabilelerin adlandırılmasında da kullanılırdı. Oğuz Destanında "üçok" diye bir ada rastlanır. Bu da "üçkabile" anlamındadır.

16 Büyük Türk imparatorluğunda at ile birlikte ok ve yayın önemi ayrıdır. Orta Asya'da Kapçal, Kazire Nehri kenarındaki Minusink bölgesinde, Altay Dağlarındaki Kuray ve çalışman Nehri yakınındaki Kutirge, Tuyak, Kutan bölgelerinde, Orhon ve Tula bölgesinde özellikle çu Vadisinde, Srotski'de, Kızat'ta Aşağı Volga'da ve Volga Boylarında, Nijni, Başkuncak ve Mainz'de, öteki yörelerde bulunan mezarlar, Hunlar, Göktürkler, Kırgız, Yenisey, Hazar Devleti, ıskit ve Alanlar dönemindeki kalıntıların incelenmesi ok ve yayın önemini yansıtır.

Türklerde okçuluk binicilikle birlikte beden kültürü anlayışının öncüsü olmuştur. Okçuluk sadece bir savaş uğraşı değil, zevkli bir idman ve yarışma biçimine getirilmiştir. Böylece düzenlenen her türlü törenlerde en büyük yarışmaların sembolü ok ve okçuluk olmuştur.

At üzerinde okçuluğun temel eğitimi için su nitelikler zorunlu idi: çok iyi ata binmek, yer egitiminde çok başarılı olmak, at hızla giderken yay kurabilmek, hareket halindeki atla ön taraftan arkaya dönerek bu dönüş açısı içersindeki özellikle hareketli hedefleri vurmak ve üzerine atılan oklardan korunabilmek i için atin değişik yerlerine bedenini gizleyebilmek. Bu nedenle at üzerinde okçuluk çok zor bir uğraştır.

Eski Türklerde oklar sırtta ya da atın eğerine takılan özel torbalarda taşınırdı. Bu torbalara "Sadak" ya da "Okluk" denirdi.

Eski Türklerde ok ve yay sosyal yaşamda değişik anlamlarda da kullanılırdı. Eski Türklerde, "Akika" adı verilen bir ok atma töreni vardı. Buna, "Sehmi itizar" da denirdi. Bir kabile halkından biri barış günlerinde karşı kabileden birini öldürürse, onunda, öldürülmesi gerekirdi. Ancak, iki kabile ileri gelenleri anlaştıkları durumlarda bir meydanda ok atışı yapılırdı. öldürenin oku, karşı kabile ileri gelenlerinin istediği yere düşerse ölüm cezası kaldırılırdı.

Kaşgarlı Mahmutun Divan-i Lûgat-it Türk adli yapitinda, okun ayni zamanda "Pay" anlamına geldiği belirtiliyor. Yüzyıllar boyu süre gelen bu gelenek Anadolu Türklerinde de benimsenmiştir. örneğin, bir tarlanın paylaşılması için bir ok eşit parçalara ayrılır ve pay alacaklara yumurta, renkli taş gibi birer nişan verilir. Bir yabancıya da nişanlanan tarla bölümlerine konulması istenir. Kimin nişani hangi parçaya rastlarsa o bölüm onun olur ve buna "Ok deydi" denirdi.

Daha sonraları Anadolu Bektaşilerinin de aynı yöntemi uyguladıkları gibi koyun, ya da öteki büyük baş hayvanlar paylaşılmasında ok atışlarından yararlanılırdı. Değişik kaynaklara göre, paylaşılacak hayvan belirli bir uzaklığa konur ve pay sahipleri bu hayvana ok atarlardı. Oklar hayvanın hangi bölümüne gelirse o bölümü alırlardı. Eski Türklerde ölüm cezalarında yayın kullanılması değişik anlam taşırdı. İp ve elle boğularak cezalandırılmak aşağılayıcı bir ölüm biçimi olarak kabul edilirdi. Buna karşın yay kirişi ile öldürülen kişi için bu ölüm biçimi ise büyük bir değer kazanırdı. çünkü, ok ve yay ile yay kirişi dini bir kutsallığı belirlerdi.

Ünlü Arap gezginlerinden. Íbni Batuta, adını verdiği yapıtında bu geleneği anlatırken Türk emirlerinden Halil'in kendisine isyan eden akrabalarından birinin yay kirişi ile boğulmasını uygun bulmasını şöyle açıklar: "Halil dahi yay kirişi ile ihnak ettirdi. Zira, şeyhzadelerin inhaktan başka suretle idam etmemek onlarca gelenekti".

Ok-yay yapımı ve okçuluk Osmanlı Türklerinde daha büyük bir gelişim göstermiş ve daha büyük anlam kazanmıştır.

Okçuluk Doğu menşeli ulusların hiçbirinde Türklerdeki kadar uzun süre benimsenmemiş ve Türkler kadar başarıyla devam ettirilmemiştir. Türklerin okçuluk alanındaki başarısı, sadece atış üstünlüğünde değil, bu üstünlüğü sağlayan araçların, ok ve yayın özelliklerine ve kalitesine de dayanıyordu.

Türkmen boylarının etnolojisi hakkında değerli bir kaynak olan Dede Korkut Kitabı'nda: Türkmen gençlerinin boş vakitlerini ok atıştırmakla geçirdikleri, kuvvetlilik iddiasındaki yiğitlerin ok yarıştırmak yolunu seçtikleri, düğün eğlenceleri sırasında damat ve arkadaşlarının ok koşusu düzenledikleri, evlenen bir yiğidin bir ok atıp, okun düştüğü yere gerdek çadırını kurduğu ve düğün eğlentileri sırasında da damat ile arkadaşlarının ok atıştıkları anılıyor. Eskiye uzanan bu âdetlerin, Osmanlıların ilk dönemlerinde de devam ettiği kanaatindeyiz. Uç beyliklerinin askerî gücünü "Alp" ya da "Gazi" denilen akıncılar teşkil ediyordu. Bunlarda aranan dokuz şarttan ikisi, iyi bir ata ve iyi bir yaya sahip olmak idi. İyi ata binmek, at üstünde isabetli ok atışları yapmak gibi, Asya'dan getirdikleri eski gelenekleri muhafaza etmekteydiler. Alplik ve kahramanlık Türk spor geleneğinin ayrılmaz bir parçası olmuştu.

Türk okçuluğu, İstanbul'un fethinden sonra, başkentte ve Osmanlı Devleti'nin belli başlı illerinde yeni bir boyut kazanmıştır. Osmanlı Devleti'nin sınırlarının genişlemesinde ve kazanılan yerlerin korunmasında, ordu bünyesindeki atlı ve yaya okçu birliklerinin önemli bir yeri vardı. Bu önem Yeni Çağ'da, ateşli silâhların orduda resmen kabûlûne, hatta daha sonrasına kadar devam eder. Fetihten sonra, yeni bir örgüt olarak çıkan "spor okçuluğu" da, başlangıçta askerlikle yakın bir ilişki içindeydi. Ünlü okçuların pek çoğu Yeniçeri Ocağı'na mensuptu ve seferlere katılırlardı. Bunlara ok ve yay yapan sivil esnaf da, "orducu esnafı" olarak, bu seferlere katılmakla ordu atölyelerinin yetersiz kalan imalâtını desteklemekle görevli idiler.
Osmanlı ordusunda ok ve yay kullanıldığı devirlerde, askerlerden çoğu; iyi yetişmiş, usta birer kemankeştiler. Nitekim, 15-16. Yüzyıllarda menzil sâhibi kemankeşlerden pek çoğunun ordu mensubu olduğu görülmektedir.

Kuruluşundan 17. Yüzyıl başına kadar Osmanlı ordularında ok ve yay, topla birlikte , en etkili uzak mesâ-fe silâhı olarak önemini korumuştur. 16. Yüzyıl ortalarından itibaren ateşli silâhların gelişmesi, ok ve yayın giderek yerini tüfeğe bırakmasına sebep olmuştur. Ne var ki bu, ok ve yayın okçuluğun Türklerin hayatından büs-bütün silindiği anlamına gelmez. Önemli bir spor dalı olarak, özellikle İstanbul'un fethinden sonra, moral değerleri ayakta tutan kurumlardan biri olarak, varlığını ve etkinliğini 19. Yüzyıl sonlarına kadar sürdürmüştür .

Okçu ve Yaycı Esnafı

Yeniçağ’da Osmanlı toplum düzeninde örgütlenmenin genişlediği ve yeni kurumların ortaya çıktığı görülür. Bir örgüte bağlı spor okçuluğu da bu yeni kurumlardan biri, kuruluş ve özelliği bakımından bizce en ilgi çekici olanıdır.

Osmanlı toplumu belirli ve birbirinden kesin olarak ayrılmış sınıflardan ve bu sınıflara bağlı kurumlardan meydana geliyordu. İlmiyye sınıfı, asker sınıfından, esnaf ve tüccar sınıfı öncekilerden farklı yetki ve sorumluluğa sahipti. Şenlik ve sefer alaylarında bu ayrıma titizlikle uyulduğu görülür. Bunlara ait kurumlardan sadece o sınıfa giren kişiler yararlanabilirdi. Yalnız bir kurum bu kuralın dışında kalmaktadır: Okçuluk. Değişik sınıftan kişiler, hiçbir ayrıcalık gözetilmeden, eşit şartlarla bu kurumda bir araya gelebiliyordu. Bilindiği üzere, feodal toplum düzenlerinde bu çok ender görülen bir şeydir.

Esnaf ve zanaatkâr zümresi, Osmanlı düzeninde, sağlam ve köklü bir teşkilâtı olan güçlü bir sınıftır. Gerek kuruluşunda, gerekse güçlü ve disiplinli bir teşkilat haline gelişinde Fütüvvet tarîkinin ve bunun Anadolu’daki devamı olan Ahiliğin önemli bir rolü vardır. Bu rolü, teşkilatın kuruluş ve yönetim biçiminde, unvânlarda olduğu kadar, inanç ve töreye bağlılık, meslekî doğruluk, çalışma disiplini, karşılıklı saygı, maddî ve manevî dayanışma gibi konularda da açıkça görülmektedir.

Okçu Esnafı

Osmanlı esnaf teşkilâtı içinde, yaycı ve okçular ayrı ayrı loncalar hâlinde ve kendilerine ait çarşılarda toplanırlardı. Okçu dükkânları, Bâyezîd Camii yanındaki Okçularbaşı Yolu üzerinde, yaycı dükkânları, Vezneciler’ de Kuyucu Murad Paşa Türbesi bitişiğinde idi. Sultan II.Mahmud’ a ait tuğralı ve 6 Zilhicce 1230(1815) tarihli bir emirnâmeden öğrenildiğine göre, Bâyezîd Camii kurbünde fatih zamanından beri yarısı yaycı, yarısı okçu esnafına ait 27 dükkân vardı. Bu gediklerden 6 tanesi Dâye Hâtun, 21 tanesi Ayasofya-i Kebîr Vakfı’na bağlıydı. Gediklerin başka esnafa devri yasaktı .

Diğer esnaf zümreleri gibi, yaycı ve okçular da kanun ve törenlere sıkıca bağlı, ayrı birer lonca , yine belirli sayıda dükkân vardır. Yaycı ve okçu dükkânları hem imalat, hem satış yeri idi. Bu dükkanların yeri ve işletme hakkı (gedik) sınırlandırılmış olduğundan, her isteyen kişi, dilediği yerde dükkân açamazdı. Her lonca, mensuplarının kendi aralarından seçtiği bir heyet tarafından yönetilirdi. Bu bağlamda her esnaf loncası, kendi işini kendisi yürüten ve denetleyen bağımsız birer kuruluştu. Yay yapıp satan esnafa da, Keman fürûşân denirdi.

Okçu ve yaycı esnafının başlıca müşterisi kemankeşler olduğundan, onlarla sıkı ilişki içinde bulunurlar, meydan günlerinde Ok Meydanı’na giderek, sattıkları yaylara ve oklara gereken düzen ve tımarı verir, küçük tamirleri yaparlardı. Ok ve yay satışı da çoğunlukla bu sırada olurdu. Bâzı okçu ve yaycı ustaları, tanınmış bir kemankeşin hizmetine girer, yalnızca onun için ok ve yay yapar, idman ve atışlarında hep yanında bulunurlardı. Rekor kırıldığında, okçu ve yaycıya da ödül verilirdi. Bir örnek:Tozkoparan İskender, Edirne’deki Deve Kemâl Menzili’nde aşırı atıp rekor kırdığı için, Sultan II. Bâyezîd 11 Cemâziyülevvel 916 (1510) tarihinde Tozkoparan’a bir câme benek ve 3000 akçe, yaycısı İçkoz Ahmed’e ve okçusu Bahtiyarzade Hacı Hasan Çelebi’ye 500’er akçe ihsan etmişti.

Okçu ve yaycı esnafı, her zaman ilişki hâlinde bulundukları kişilere satış yaptıkları ve düşük kalite hiçbir şekilde hoş karşılanmadığı için titiz çalışmak, iyi iş çıkartmak zorundaydılar. Atışlar sırasında okçu ve yaycılar da hazır bulunduğundan, kusurları hemen yüzlerine vurulurdu. Bu açıdan okçu ve yaycı esnafı mesleklerine/sanatına, işine önem verirlerdi. Okçuluk ve yaycılıkta, kişi bu sanatı bu işin ustasından/şeyhinden bey’at etmeden, icazet almadan kendi kendine işleyemezdi. Eğer işlerse, onun bu sanattan elde ettiği her şey haram olur inancı hirfetin esaslarındandı. Bu açıdan, hirfet’in(iş) fütüvvetteki yerini yaycılık ve okçuluk mesleğinde de görmek mümkündür. Konulan narh üstünde yüksek fiyatla yay ve ok sipariş eden kemankeşler de vardı. Eski okçu ustalarından kalan oklara bir altına kadar ödendiği olurdu. Büyük kemankeşlerin özel yaycı ve okçuları bulunurdu; bunlar başkası için ok ve yay yapamazlardı. Hizmetinde çalıştıkları kemankeşin vücut ölçüsünü, atış üslûbunu dikkate alarak ok ve yay yaparlar, atışlar sırasında tımarını yapıp hazır ederlerdi. Yayların baş tarafına usta adı ve yapım tarihi yazılırdı. Bu yaycının kalite üstünlüğü konusunda hem iddia hem de sorumluluk sâhibi olduğunu göstermektedir.

Okçu ve yaycı esnafının, askerî imalâthaneler ve orduyla da bazı ilişkileri vardı. Ordu ihtiyacını karşılayan silah imalathanelerine zaman, zaman, sivil esnaftan geçici veya sürekli olarak san’at birle okçu ve yaycı ustalar alınır ve üç ayda bir maaş ödenirdi

Orducu Esnafı



Orducu Esnafı




Ordu için gerekli olan ok ve yay, esas itibarıyla resmî imalathanelerde üretiliyor, yetmediği takdirde piyasadan temin ediliyordu. Ayrıca Kanun gereğince, bir kısım esnaf kuruluşları, bu arada okçu ve yaycı loncaları, sefer sırasında orducu esnafı vermek zorundaydılar. Orducular sefere katılarak, ordu ihtiyaçlarının karşılanmasında ve gerekli onarımların yapılmasında orduya yardımcı olurlardı. Esnafla ordu arasındaki ilişki, ordunun büyümesi ve ihtiyaçlarının alabildiğince artması nedeniyle 16.Yüzyıl ortalarında kurulmuştur.

Yaycı ve okçu esnafının yardımcısına ve okçuluğa yeni başlayana şakird denirdi (195). İstanbul’da 45 kadar talimhane bulunuyordu. Talimhane esnafı buralardan aldıkları ücretle geçimlerini sağlıyorlardı.

Sultan III Murad devrinde, 1582 yılında At Meydanı’nda düzenlenen ve geceli gündüzlü 57 gün süren sünnet düğününde, yaycı ve okçu esnafı da esnaf loncaları arasında şenliğe ve geçit törenlerine iştirak etmiştir.

Sultan Ahmed’in dört oğlunun sünneti dolayısıyla, 1720 yılında yapılan düğün için, Ok Meydanı tahsis olunmuştur. Düğünün 14. günü esnaf alayının geçidinde, Meydan kendilerinin olduğu için, geçide kemankeşler, okçular ve yaycılarla başlanıldı.

Sultan IV. Murad devrindeki büyük esnaf alayının geçişinde; önde şeyhleri olmak üzere, okçu ve yaycı esnafı, atlar üzerine kurdukları küçük dükkanlara ok ve yaylarını dizerek, unsurlar ve ihtiyar atlı, şakirdler yaya olarak geçmişlerdir. Tirendaz ve kemankeşler ise, şimşir kütüklere nişan atarak, havaya attıkları okları düşerken yakalayarak ve buna benzer hünerler göstererek geçmişlerdir .


Misafir 3 Ocak 2011 20:10

yağlı güreşinde oluşumunu yazarmısın


Misafir 3 Ocak 2011 21:00

açıkçası bence yağlı güreşe gerek yok ben onları 3 diğer grupla beraber yazdım yani yağlı güreş, güreş kategorisine girdiği için yazmana gerek yok


Misafir 20 Ocak 2011 17:29

deve güreşleri var


Misafir 11 Şubat 2011 20:31

cirit 600 yıldır oynanıyor


Misafir 13 Şubat 2011 19:45

doğru cevap Cirit
Okçuluk
Atçılık-Binicilik
Güreş
Kılıç sporları

Yağlı güreş
hepsiiiiiiiiiiiiiii



Saat: 14:55
Sayfa 4 / 7

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık