MsXLabs
Sayfa 1 / 5

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Genel Mesajlar (https://www.msxlabs.org/forum/genel-mesajlar/)
-   -   Köşe Yazısı ve Makaleler (https://www.msxlabs.org/forum/genel-mesajlar/5235-kose-yazisi-ve-makaleler.html)

ahmetseydi 30 Nisan 2006 13:18

Toprağın Sırları

“BİR GRAM toprak içerisinde milyonlarca mikrobik canlı yaşamaktadır. Bu canlılar olmasa idi, organik maddeler ayrışamayacaklarından, dünyanın yüzeyi ölü artıklar ile dolacak ve yaşanamaz bir hâl alacaktı.”


Toprağı, sadece ufalanmış, öğütülmüş küçücük taş parçacıkları olarak düşünemeyiz. Başka bir ifadeyle iki üç taş parçasını alıp havanda dövsek de un hâline getirsek ‘toprak’ elde edemeyiz. Toprak bambaşka bir şey... Baksanıza, bir gram toprakta milyonlarca canlı kaynıyor. Çakıl taşını istediğiniz kadar ufalayın; hiç bir zaman canlı, bereketli, üretken toprağı elde edemezsiniz.

O halde toprak, üniversitelerde okutulan tarifi ile bir ‘varlık’tır. Her çeşit bitki ve hayvanları besleyebilen ve içinde su ve hava da dahil organik, inorganik binlerce çeşit kimyevî madde barındıran bir örtüdür. Örnek olarak bakterileri ele alalım.

Bakteriler tek hücreli canlılar olup, hayatın en küçük ve en basit üyeleridir. Bir grup topraktaki bakteri sayısı yüz milyona erişmekte olup, bir dekar arazi içinde 50 kg’a kadar ağırlığa sahip olabilirler. Milyonlarca canlı bakterinin toprak içinde elbette ki sayısız vazifeleri vardır. Toprağı beslemek, toprak maddesini bir kimya fabrikasındaki gibi işleyerek bitkilerin kökleri için ‘yem’ hazırlamak, nihayet her çeşit ölü artıkları ayrıştırarak yine toprağa kazandırmak, toprağın ‘canlılık’ vasıflarını korumak, tek hücrelilerin işidir. Toprakta protein ve azotlu bileşikleri ayrıştırarak amonyak yaparlar. Kükürt oksitleyiciler, demir oksitleyiciler, hidrojen bileşiklerine tesir ederler, küf mantarları, şapkalı mantarlar, bu tür bakteriler arasında sayılabilir. Latince isimlerini de sayarsak aktinomesitler ve algler gibi bitki menşeli bakteriler de toprak ana maddesini teşkil ederler.

Ya küçücük hayvanî canlılar? Nematodlar, protozonlar, rotiferler... Bütün bu mikroskobik canlıların da ayrı ayrı vazifeleri ve hizmetleri var. Bunlardan rotiferlerin 50 kadar cinsi tespit edilmiştir.

Toprakta başka canlılar yok mu? Hepsini mutlaka mikroskopta mı göreceğiz? Elbette ki hayır. İşte gözle görülenleri: Böcekler, böcek yiyenler, bin ayaklılar, tesbih böcekleri, toprakpireleri, yumuşakçalar, kırkayalar, örümcekler, solucanlar...
Hepsini bir an için unutup yalnız solucanları ele alalım. Solucanların ölü organik artıklarla beslendiğini biliyoruz. Organik maddelerle birlikte mineral toprak tanelerini de yiyen solucanların sindirim sistemlerinden tekrar toprağa geçen dışkı maddesi son derecede faydalı bir gübre teşkil ediyor. Solucanlar üzerinde yapılan bir araştırmanın neticeleri:

Solucanların dışkı maddesindeki faydalı maddeler, toprak yüzeyindeki faydalı maddelere nispetle çok zengindir. Meselâ solucanlar faydalı fosfor maddesini toprak üstündeki fosfora nispetle %40 oranında daha fazla üretebiliyorlar. Bu oran nitrojen için %38, karbon için %50’dir. Bu hayvanlar hiç doymak bilmeden devamlı olarak toprak yerler, vücutlarında bu toprağı ayrıştırırlar ve dışkı maddesi olarak yine toprağı beslerler. İdeal bir gübre cinsi üreten solucanlar üzerinde Trakya’da kahverengi orman topraklarında yapılan bir araştırmada (Prof.Dr.İlhan Akalan) bir dekar arazide tam 26.000 solucan tespit edilmiş ve ilkbahar mevsiminde bu solucanların 176 kg’lık dışkı bıraktıkları görülmüştür.

Solucanlar yalnız gübre üretmekle kalmıyor, toprakta açtıkları deliklerle toprak drenajına ve havalanmasına da yardımcı oluyorlar.


Toprağın ‘cansız’ maddesi üzerinde de biraz duralım:

Toprakta her çeşit madde vardır. Demirden kurşuna, bakırdan alüminyuma kadar elementler, kömür, petrol gibi madenler, çeşitli mineraller, özetle yeryüzünde hangi madde varsa hepsi topraktan çıkmıştır demek yanlış olmayacaktır.
Bunlardan sadece mineralleri ele alsak, uzun bir tablo elde ederiz. Mineral gruplarının temel türlerini şöyle sıralayalım:

Amfiboller, piroksenler, mikolar, feldspatlar, silisyum dioksitler, demir oksitler, alüminyum oksitler, manganez oksitler, titan oksitler, karbonatlar, fosfatlar...
Yalnız bir konuya dikkat çekmek gerekirse bütün canlıların kimyevî maddesinin aynen toprakta mevcut olduğunu belirtmeliyiz. Hatta isterseniz insan vücudunu ele alalım.

İnsan vücudu et, kemik, sinir vs.den meydana gelir. Ve bütün bunların en küçük parçası da, bilindiği gibi, hücredir. Hücre, canlı organizmanın en küçük parçasıdır. Ancak hücre de kimyevî olarak atomlardan meydana gelmektedir. O halde hücre içindeki bir demir atomu ile, topraktaki demir atomu arasında hiçbir fark yoktur. İnsan vücudunun dörtte üçü sudur. Suyun kimyevî özelliği hücre içinde ne ise, yağmur suyundaki de odur. Topraktaki su da aynı sudur. Madde belki şekil değiştirir; katı olur, sıvı olur, buhar olur, ama atom dediğimiz ana ve asıl olan unsur aynıdır, değişmez. Toprakta ne varsa, bütün canlılarda aynı şeyler vardır. O halde canlı madde ile cansız maddenin özü aynıdır. Kemiklerimizdeki karbon, kanımızdaki su, beynimizdeki fosfor maddesi aynen toprakta da mevcuttur. Hani ne demişler:


“Topraktan geldik, toprağa gideceğiz.”

Ne kadar manâlı bir söz...

Bedenimizin topraktan geldiğine şüphe yoktur ve bir gün toprağa gideceğinden de...
Yaşayan bütün bitki ve hayvan türleri, öldüklerinde toprağa karışırlar ve onun bir parçası olarak dengede rol alırlar.


Zafer


ahmetseydi 30 Nisan 2006 15:29

Hayata Düşülmüş Notlar
 
Hayata Düşülmüş Notlar


“Ayakkabını Çıkar”

Bir başka insana, bir başka kültüre, bir başka topluma, bir başka cinse yaklaşırken ilk yapmamız gereken ayakkabılarımızı çıkarmaktır. Çünkü yaklaştığımız yer kutsal bir mekandır. Tıpkı Musa aleyhisselâmın Tuva Vadisinde yürürken yaptığı gibi, kendi ayakkabılarımızı çıkarıp, yalın ayak olmaya, kendi elimizi göğsümüze götürüp karşıdakini anlamaya hazırlanmalıyız. Orada bir süreliğine de olsa başkası gibi yürümeye, başkası gibi davranmaya hazır olmalıyız. Onlara katılmak için değil bu; onları anlamak için. Çünkü başkalarının dünyası, tıpkı Tuva Vadisi gibi mukaddes olmalıdır. Çünkü biz o dünyaya yaklaşmadan çok daha önce, Rabbimiz orada oldu. Biz başkalarını anlamaya çalışmadan önce, Rabbimiz onları yoktan yarattı, varlığa getirdi, rızık verdi, ihtiyaçlarını gördü, dualarını işitti. Hiç olmazsa, bizden önce onları anlayanı anlamak için ayakkabımızı çıkarmalı, elimizi böğrümüze götürmeliyiz.



“Annestezi”

Anneler yavrularının sancılarını dindirmek için ellerinde pek az şey olduğunu düşünürler. Aslında, ana yüreğinin aciz kaldığı böylesi anlar, ana yüreğinin eşsiz şefkatiyle her şeyi değiştirebileceği zamanlardır.

Araştırmalar müşfik bir ana öpücüğünün çocukta ağrı algısını azalttığına, annenin yavrusuna çektiği acıyı anladığını ve paylaştığını anlatan bu öpücüğün bir tür “anestezi” gibi etki ettiğine işaret ediyor.

Annelerin yavruları için yapabileceği bir tatlı öpücük gibi o kadar küçük ama o kadar etkili ve önemli şeyler var ki... Biz buna annenin yaptığı anestezi anlamında “annestezi” diyoruz. Siz dilediğiniz ismi verebilirsiniz.

Küçük ayrıntıların yavrunuzun hayatını bir ömür boyu etkileyeceğini hep hatırlayın lütfen.



“Şimdilik!”

Ünlü romancı DH Lawrence, “hiçbir şey için ‘bu benimdir’ deme!” diye uyarmıştı yıllar öncesinden. Sadece, “bu benim yanımdadır” dememize izin vermişti. Gerçekten de, varlığımızı zenginleştiren, yaşayışımızı derinleştiren ne varsa, hepsi hepsi zamanın akıcılığı içinde çürümeye, eskimeye, yitmeye mahkûmdur. Şu andaki hâli ne olursa olsun, üzerinde her zaman bir fanilik, geçicilik damgası taşır eşya ve insan. Buna göre, aslında hiçkimsenin “ben gencim” deme hakkı da yok gibidir; doğrusu, bulunduğu gün içinde “ihtiyar” diye tarif ettiklerinden biraz geç doğmuş olmasına borçludur gençliğini. Ne kadar genç olursa olsun, bir başka zamanın ihtiyarıdır her genç. Öyleyse ne gençliğinizle övünün, ne de yaşlıyım diye üzülün.. Sadece zamanın size ayrılan köşesinde şimdiki ünvanınız bu! Şimdilik! Sadece şimdilik! Gençlikse zaten geçecek, yaşlılık ise o da geçecek!



Sen ‘Sen’ Ol

Herkes biliyor ki:

Herkes için her şey olamazsın
Herşeyi bir anda yapamazsın.
Herşeyi mükemmel yapamazsın.
Herşeyi herkesten iyi yapamazsın.
Sen`de herkes gibi bir insansın.

O zaman:
Kim olduğunu bil ve öyle ol.
Senin için öncelikli olanı bil ve onu yap.
Güçlü yanlarını keşfet ve onları kullan.
Başkalarıyla rekabet etmemeyi öğren.
Çünkü hiç kimse “senin gibi” olmaya çalışmayacaktır.




Anne Heykeli
Amerika’nın ünlü doğa parkı Yellowstone National Park’da çıkan bir yangın sonrası görevliler hasar tesbit çalışmaları için ormanda geziyorlardı. Görevlilerden biri bir ağacın dibinde küller içinde neredeyse kömürden bir heykele dönüşmüş bir kuş gördü. Görevli elindeki çubukla hafifçe dokundu kömürleşmiş kuşa. Dokunur dokunmaz kuşun kanatları altından üç küçük kuş yavrusunun cıvıldayarak çıktığını gördü. Anne kuş gelen tehlikeyi farkederek, yavrularını bir ağacın arkasına getirmiş, kendisinin yanacağını bile bile onları kanatlarının altında saklamıştı. Yangın yayılmadan, çok rahatlıkla uçup oradan uzaklaşması mümkün iken, yavrularının yanında kalmayı tercih etmişti. Alevler bulunduğu yere varıp küçücük bedenini kavurmaya başladığında, hiç kıpırdamadan kalmıştı. Bedeni yanıp kavrulmuştu ama geriye hiç ölmeyecek bir “anne” heykeli bırakmıştı.


Misafir 30 Nisan 2006 18:07

Öyle milliyetçilik olmaz
 
Hasmane tavır başka, eleştirel yaklaşım başkadır.Milliyetçilik adına söylenen şeyler, Amerika’ya ve AB’ye karşı hasmane bir üslup taşıyor. Hatta demokrasiye de şehlâ bakıyor!

İki kutuplu dünya dengesinden, tek merkezli dengeye geçildiğini kabulleniyoruz. Nedir o merkez? Tabii ki ABD. Avrupa Birliği de onun uydusu gibi bir konumda, her ne kadar öyle değilmiş gösterileri yapma ihtiyacından vazgeçmiyorsa da.
Ve biz yeni dünya dengesinin merkezine şiddetle muhalifiz! Peki hangi denge hesabı ve stratejisi adına? Varmak istediğimiz hedef noktalar ve onları belirleyen istikamet çizgisi nedir?
Uzaktan bakınca şöyle bir izlenim edinirsiniz:
“Bizim zengin kaynaklarımız var, onları değerlendirecek bilgili kadrolara da sahibiz; fakat ABD ve Avrupa Birliği buna izin vermiyor ve bir müstemleke gibi bizi sömürüyor. Onlarla olan bağlarımızı koparıp ilişkilerimizi kesersek her şey kendiliğinden çözülür ve yoluna girer.”
Böyle midir durum? Böyledir de onun için mi sabahtan akşama “bunlar şöyle batırırlar, şöyle parçalarlar, şöyle sömürürler”le yetinen ve ha bire aynı şeyleri tekrarlayan yazılar yazılıp nutuklar çekiliyor?
İyi ve sağlıklı ilişkiler kurmanın yollarını aramıyoruz. Öyle olsaydı, üslup böyle olmazdı. Peki, dünyanın en büyük “siyasî-ekonomik” gücüne karşı reddiyeler düzüp adeta “felsefe”ler üretir isek; (Kur’un şişkinliği nazara alındığında) 3-4 bin dolarlık millî gelirle, bu tarımla, bu dış ticaret açığıyla, bu işsizlikle, bu bölücülük mazarratıyla, bu aydın yoksulluğuyla, bu demokrasiyle biz hangi alternatif projenin takipçisi olacağız?
... Bulgaristan yeni bir anlaşma yaptı; uzun yılların Demir Perde ülkesi, Varşova Paktı üyesi, Amerika’yla iyi olmak için her fırsattan yararlanıyor. Yarın, öbür gün; Trakya’yı sular altında bırakan baraj açma uygulamalarına ayrı bir küstahlık eklerse hiç şaşırmam.
... “Bireysellik” övülür. Bizde bireyselliğin en aşırı sivrilikleri mizacımıza işlemiş haliyle var. “Düşünce” diye ifade edilenlerin çok büyük bir kısmı bizde, bireysel ve tepkisel tatmin ihtiyaçlarıyla ilgilidir. “Böyle olursa bu toplum ne kazanır, şöyle olursa ne kaybeder?”in muhasebesi yapılıyor falan değil. Bozulmuş adamın kafası! “Çekilip gitsinler, sinirime dokunuyor. İstemem onlardan gelecek hayrı!” psikolojisi, ciddi bilinen veya hiç değilse öyle olması umulan kişilere bile hakim.
... Batı, Filistin’e yardımı kesti ve Filistin halkı çok dramatik haller yaşamaya doğru hızla sürükleniyor. Filistin’in eylemler yaparak yaşayabilmesi bile Batı’nın yardımına bağlı! Filistin’in eylemlerini hamasetle destekleyenlerin cebinde akrep var! Onlardan para çıkmaz; sadece bireysel eşantiyonlarla caka satarlar ve önemli yardımlarda bulunuyormuş havasını verirler.
... Kim kime, niçin, nasıl güveniyor, anlamak mümkün değil.
Şimdi Amerika’nın Ortadoğu masasında; Peşmerge var, Yahudi var, Bulgaristan var. Onlara dayanarak strateji geliştirmeye çalışıyor. Biz de diyoruz ki: “Ya onay ver, Irak’ın Kuzey’ine girelim; yahut da sen temizle şu PKK’yı.” Amerika istese, Irak’taki kampları vurup dağıtır, elebaşlarını da birkaç kamyona bindirip bize teslim eder. Apo’yu teslim ettiği gibi... Ve bir diplomatik manevrayla biz bunu sağlayabiliriz. Ama şartlar hiç öyle değil ve karşılıklı görüşmelerimiz, “hiçbir şey söylemeden, söyleyemeden, müphemiyetle örülüp dokunan sıkıntılı ve boş mükaleme”lerden ibaret. Temennileşiyoruz ve ilişkilerimizin iyileşmesine dair umut belirten nezaket cümleleri teati ediyoruz! Bir siyasetçi de diyor ki: “Böyle olmaz. Çözüm, bizsiz yapamayacaklarını hatırlatıp vurgulayan dinamiklerimizi harekete geçirmemizle bulunur.” Soğukluk yetmiyor; biraz da endişe uyandırmamız lazımmış. Amerika’ya demeliymişiz ki: “Bak İran’da Türkler var, Orta Asya zaten bizden, benim canımı daha fazla sıkarsan, oralardaki dengelerini bozarım senin.”
Hasmane davranma yolu iyice açılırsa, senin borsanı bir günde altüst eder adam. Bunu düşünemiyor musun? ... Böyle milliyetçilik olmaz. Milliyetçilik; bu milletin, bu toplumun, bu ülke insanlarının bugününü, yarınını, işini-aşını-ışığını-huzurunu, mutluluğunu, sağlığını, eğitimini, birliğini, dirliğini düşünmek demektir. Mutedil, müspet, hayırlı milliyetçilik; sağlam bilgiyle, ufuklu akılla, sorumluluk şuuruyla, medenî ve fikrî cesaretle, ihata ve terkip özgünlüğüyle, gerçekçilik vukufuyla olur.


ahmetseydi 30 Nisan 2006 19:10

Elektrik Üreten Bakteriler
 
Elektrik Üreten Bakteriler


Dünyamızda yaşayan canlılardan boyut olarak en küçük ama sayıca en çok olan bakteriler, yapılarındaki basitliğe rağmen yaptıkları işler açısından mükemmellik ve ilginçlikleri ile dikkatimizi çekiyorlar. Diğer hücrelerden farklı olarak, organeli olmayan, sadece dış zar ve zar içerisinde yüzen bir dizi molekülden ibaret bu minik yaratıklar en umulmadık yerlerde, en umulmadık besinleri kullanarak “hayat”ın dünya üzerinde ne kadar yaygın ve muhteşem olduğunu bizlere gösteriyorlar.

İlginç bakterilere bir örnek de Geobacter ailesine ait bakterilerdir. Bu bakterilerin özelliği ‘demir oksit’ solumaları. Yani biz karbonhidratları karbondioksit ve suya parçalarken, oksijenden yararlanıyoruz, Geobacter’ler ise bu işlem için oksijen yerine demir oksit kullanıyorlar. Elektron transfer kabiliyetleri ile ilgi çeken Geobakter’ler, ilk olarak 1987’de Washington yakınlarındaki bir nehirden alınan örneklerin incelenmesi sonucu bulunmuştur. Geobakter’lerin önemli bir özelliği ise petrolü besin olarak kullanıp, zararsız karbondioksite dönüştürebilmeleri. Bu ilginç bakteriler sadece petrol kirliliğini yok etmekte değil yeraltı sularındaki radyoaktif metallerin temizlenmesinde de kullanılabiliyorlar.


Massachusetts Üniversitesi’nden Derek Lovey ve öğrencileri yeraltı sularındaki uranyum kalıntılarının temizlenmesinde kullanılabilecek bakterileri ararken, kaza eseri başka bir amaçla kullanılabilecek bir bakteri keşfettiler. Lovey ve öğrencilerinin yaptıkları çalışmada bakteri örnekleri demir içeren ortamda bırakılarak, hangilerinin yaşayıp çoğalabildikleri tesbit edilmeye çalışılmıştır. Bu deneyler sırasında Kevin Finneran Rhodoferax ferrireducens adı verilen bir bakterinin, diğerlerinden farklı olduğunu gözlemlemiş ve bakteriyi yakından tanımak amacıyla Dr. Chaudhuri deneyler yapmıştır. Bu deneyler sounucunda R. ferrireducens bakterisinin Geobacter’ler gibi elektron transferi yapabildikleri bulunmuştur. Bu bakteriler bulundukları ortama iletken bir elektrod konulduğunda, bu elektrod üzerine tutunarak çoğalmaktadırlar. Sonra bakteriler sıvı içindeki glikozu (veya diğer karbonhidratları, şekerleri) karbondioksite parçalarken açığa çıkan elektronları, üzerinde bulundukları elektroda verirler ve böylece elektrik akımını başlatmış olurlar. Diğer bir deyimle bu bakteriler ile biyo-piller yapılabilmektedir. Bu çalışmayı benzer biyo-pillerden ayıran en önemli özelliklerden biri verimin %80’in üzerinde olmasıdır. Daha önce ancak %10 verimle çalışan bakteriler bulunabilmiştir. R. ferrireducens biyo-pilleri ile bir kâse şeker kullanılarak, 60 wattlık bir ampül 17 saat boyunca yakılabilmektedir.

R. ferrireducens biyo-pillerinin başka bir avantajı da, diğer biyo-pillerin aksine, zehirli kimyasallara gereksinim duyulmayışı ve bakterinin glikoz haricinde diğer şekerleri de tüketebilmesidir. Bakterilerin glikoz haricindeki diğer organik maddeleri tüketebilmesi, besin olarak atık su veya şeker üretiminde ortaya çıkan yan ürünlerin kullanılabilme ihtimalini gündeme getirmektedir. Bu şekilde üretilen pillerin çevre dostu olup, çevre temizliğine katkıda bulunması ümit edilmektedir.

R. ferrireducens bakterileri ile denizler de dev pillere dönüşebilir. Amerika Deniz Araştırmaları Ofisi’nden elektrokimyacı Leonard Tender bütün bir okyanusu kocaman bir pil olarak düşündüğünü söylüyor. Okyanus tabanına yerleştirilecek olan elektrodların üzerinde kümelenen R. ferrireducens bakterileri okyanus tabanına düşen organik maddeleri besin olarak kullanıp elektrik üretebilir. Özellikle okyanus dibindeki deprem alıcıları veya deniz canlılarını araştırmak için yerleştirilen alıcılarda R. ferrireducens biyo-pillerinin kullanılabilmesi üzerine çaışılıyor.


R. ferrireducens biyo-pilleri ile ilgili çalışmalar henüz çok yeni. Bu pillerde verim diğer biyo-pillere oranla çok yüksek olsa da şu anda çok yavaş çalışmaktadırlar. Elektrod olarak kullanabilecek daha iyi iletken malzemeler bulunması, yüzey alanını genişletip bakteri sayısını artırmak ya da genetik mühendisliği metodları ile bakterileri değiştirerek pillerin daha kullanılabilir hale gelmesi üzerine çalışmalar devam etmektedir. Yakın gelecekte elektrikle çalışan aletlerimizin bir kısmı mikrop gücüyle çalışır hale gelebilir. Yani bir zamanların beygir gücünden sonra gelecek yüzyıl da mikrop gücünden yararlanacak gibi.

Milyonlarca bakteri içinden isteneni bulmak hakikaten zor bir iş. Yine pek çok defa olduğu gibi görünüşte tesadüf, ama gerçekte tevafuk eseri bir tanesi daha biz insanların dikkatine sunuldu. Endüstriyel atıkların temizlenmesi, ilaçtan deterjanlara, plastik üretimine kadar sayamadığımız çok farklı yerlerde yararlandığımız bakteriler umuyoruz ki yakında ucuz ve temiz enerji üretiminde de bizlere yardımcı olacaklardır. Özellikle fosil yakıtların azaldığı, alternatif enerji arayışlarına yöneldiğimiz bu yüzyılda böyle bir buluşun yapılması çok önemli. Her zaman olduğu gibi yine en verimli, en ucuz ve çevre dostu çözümleri yine tabiatın içinden buluyor, gözümüzle göremediğimiz minik kimyacılardan ders almaya ve onların daha keşfedilmememiş nice sırlarını aramaya devam ediyoruz.


Mystic@L 30 Nisan 2006 20:26

Sanatçının “Annesinin Kızı Olarak” Portresi

Yapı Kredi Feminizm Üstüne Konuşmalar Dizisi:

Kadınlar, Kimlikler, Hafızalar,

Psikanaliz ve Feminizm Paneli, 25 Mart 2005.
Nilüfer Güngörmüş Erdem

Ben kadın ve psikanaliz konusunu, edebiyat dünyasından bir örnek üzerinden ele almak istiyorum. Sevim Burak’ın edebiyatina psikanalitik açıdan bakmaya ve onun bir portresini çizmeye çalışacağım. Buna sanatçının “annesinin kızı olarak” portresi dedim.
Sevim Burak için kısa bir hatırlatma yapayım: 1983 sonunda , 52 yaşında öldü. Ağırlıklı olarak hikâye ve oyun yazdı. Türkiye’nin avangard yazarları kimlerdir denirse herhalde birinci sırada onun ismini anmak gerekir. Sonra da zaten pek fazla isim söyleyemeyiz. Adının şairlerle birlikte anılması daha yerinde olur aslında. Şair olmayıp da dille böylesine uğraşmış ve bu kadar büyük yenilikler getirmiş başka bir yazar yok edebiyatımızda.
**
Psikanalizin edebiyatla ilgilenmesi Freud’un zamanına kadar uzanıyor. Biliyorsunuz Freud’un Shakespeare, Dostoyevski gibi yazarlar ve başka sanatçılar üzerine pek çok metni var. Freud edebiyatın, bilinçdışıyla yakın ilişkisinden dolayı psikanalizden önce psikanalizin bulgularına ulaştığını düşünüyordu. Ve kuramını oluştururken edebiyat metinlerden zaman zaman esinlendi, zaman zaman kendine kanıtlar çıkardı. Psikanalistlerin edebiyata ilgisi sonra da devam etti. Tam anlamıyla bir psikanalitik eleştiriden söz etmek doğru olmasa da edebiyat metinlerinin psikanalitik yaklaşımla okunduğu pek çok örnek var. Bu alanda özellikle J. Kristeva’nın adını anmak gerekir.
Psikanalistler edebiyat metinleriyle ilgilendiklerinde bu metinlerle kendi psikanaliz deneyimleri ve kuramsal yaklaşımları doğrultusunda bir ilişki kuruyorlar. Doğal olarak okuma biçimleri, analistlerin sayısı kadar çok çeşitlilik gösteriyor. Bunlar bazı psikanalitik kavramların veya kuramsal önermelerin etrafında oluşturulan ayrıntılı okumalar.
Ben Sevim Burak’ı bu tartışma ortamına getirirken daha genel bir çerçeve içinde ele almayı düşündüm. Öncelikle, ötekine kulak veren bir insanın merkezinde olduğu psikanalitik dinleme biçimini öneren bir yaklaşımın altını çizmek istiyorum. Yani edebiyat metinleri için de sadece “ne diyor” diye veya sadece “nasıl diyor” diye yaklaşmayan, “ne diyor/nasıl diyor” sorularının ancak birbirine bağlı olarak bir anlam ifade ettiğini varsayan bir dinleme biçiminden bahsediyorum.
Bu genel çerçevenin ikinci boyutu olarak da Freud sonrası psikanalistlerin kadınla ilgili geliştirdikleri veya öne sürdükleri bazı temel noktaları hatırda tutmayı öneriyorum. Bunlardan bir tanesi kadının ve kadınlığın artık sadece erkek ve erkeksilik dolayımıyla anlaşılmayıp, küçük kızın psiko-seksüel gelişiminde erken dönem anne-kız ilişkisinin önemi üzerinde durulması. Burada küçük kızın anneden ayrılma sürecinde yaşadığı kayıp duygusu ve yas vurgulanıyor. Anneyle ilk ilişkinin izlerinin sonraki ilişkiler için de zemin teşkil ettiği üzerinde duruluyor. Aynı şekilde annenin de bebeğinden ayrılma sürecinde yaşadığı kayıp ve eksiklik hissi var. Kadınlar önce küçük kız olarak sonra kadınlığın çeşitli aşamalarında ve özellikle anne olma sürecinde bu kayıp, eksiklik ve yas çalışmasını tekrar tekrar ele almak zorunda kalıyorlar.
Vurgulanan bir başka nokta da küçük kızın annesinden ayrışıp toplumsal bir varlık haline gelirken geçirdiği süreçle ilgili. Yani anneden babaya dönmesiyle, ve dile ve sembolizme doğmasıyla ilgili. Onu dile ve sembolizme çeken baba ise de, burada annenin de ayrışma sürecini nasıl yaşadığına bağlı olarak, kızını, ruhsal alanın oluşmasına imkân veren bu sembolik, dilsel düzene itmesi üzerinde duruluyor. Bu noktada doğumdan ergenliğe kadar olan süreç içinde annenin kıza ilettiği kadınsılığın gizli dilinden bahsediliyor.
Dediğim gibi bunları bir çerçeve olarak akılda tutmayı öneriyorum.
Sevim Burak’ın annesinin kızı olarak portresini hayal ederken, ben özellikle “dil” üzerinde odaklanmak istedim. Çünkü Sevim Burak bir yazar, dille uğraşıyor. Üstelik herhangi bir yazar da değil, dille hakikaten çok uğraşmış, meselesi olan bir yazar. Ayrıca konuşma içinde bahsedeceğim gibi annesiyle dil düzeyinde çok özel bir ilişki yaşamış olan bir yazar. Dolayısıyla ben meseleyi psikanaliz kuramcılarının kadınsılığın gizli dilinden, ya da anneden kıza aktarılanlardan bahsederken ima ettiklerinin belki biraz kenarına, bildiğimiz konuşulan, okunan, yazılan dil alanına çektim. Bir de annenin örtülü kimliği etrafında kurdum.
**
Dil konusunun kadınlar için ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Kadınların toplumsal düzeyde varlığının niteliğini, derecesini, biçimlerini ifade ediyor dilsel uygulamalar. Kadın yazarlar için dil konusu daha da önemli. Anadilimiz dediğimiz bir şey var ama bu aslında baba dili. Bunun edebiyattaki en çarpıcı yansıması erkekler yazdığı zaman buna “edebiyat” denirken, kadınlar yazdığı zaman “kadın edebiyatı” denmesi.
O zaman şöyle de düşünebiliriz: Demek ki kadınlar, anadilimiz dediğimiz baba dilinin terkibine , bilerek ya da bilmeyerek öyle gizli birşeyler katıyorlar ki o dil erkeklerin dilinden farklı bir dil oluyor. Ve o dille ifade edilen içerik de farklı bir içerik oluyor.
Biliyorsunuz James Joyce’un Ulyssess ’i önceleyen eserinin adı Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi ‘dir. Bu romanda Stephen Dedalus’un hikâyesi üzerinden, kendisinin bir yazar olarak doğuşunu anlatır. Çocukluğu ve ilkgençliğiyle hesaplaşır ve kendi tarihini, yazar olduğunun bilinciyle yeniden yazmaya başlar. Yazarın çocukluğu ve ilkgençliğini irdelemesi, edebiyata “çıraklık romanı” diye bir tür olarak bile girmiş. Ama aslına bakılırsa her yazarın bütün hayatı boyunca, bütün eserlerinde büyük ölçüde yaptığı iş budur zaten. Yani her yazar dünya hakkında kendinden, kendi geçmişinden, sürekli yeniden yazdığı kendi tarihinden hareketle birşeyler söyler. Edebiyatı edebiyat yapan da bu öznellik boyutudur. Bu öznellik boyutu olmasa ortadaki şey edebiyat olmaz; gazete yazısı olur, iddianame olur, reklam metni olur, kullanma kılavuzu olur...
Yazarın kendi bireyselliğinden yola çıkarak yazdıkları toplumsal düzeyde insanlık söyleminin oluşmasına katkıda bulunur. Böyle diyoruz ama bunları söylerken hep erkek yazarı düşünüyoruz. Kadın yazarlar için durum farklı. Kadınlar kendilerinden hareketle yazdıklarında buna edebiyat değil de “kadın edebiyatı” deniyor. Onların yazdıkları insanlık söylemini değil kadın söylemini oluşturmaya katkıda bulunuyor. Feminist hareketin de etkisiyle bu ayrışma iyice keskinleşip yerleşti.
Sevim Burak işte bu noktada tuhaf bir örnek olarak ortada kalıyor. Çünkü ne erkekler onu büyük, merkezi edebiyat dünyası içine almaya yanaşıyorlar, ne de kadınlar onu “kadın edebiyatı” dünyasına almaya hevesli görünüyorlar. Sevim Burak kadınlar tarafından da edebiyat dünyasına ve dolayısıyla toplumsal hafıza alınmayan bir yazarsa eğer, bunda onun alıştığımız, beklediğimiz klişelerle kadın meselesinden bahsetmemesinin büyük payı olduğunu düşünüyorum ben. Aslına bakılırsa Sevim Burak’ın metinlerinde kadınlar ve azınlıklar merkezde yer alır. Onlar üzerinden kurar metinlerini. Fakat her zaman hikâye edileni, resmedileni gölgede bırakan bir tarafı vardır onun metinlerinin. Hatta son dönem yapıtlarında hikâyeyi ve temel dilsel yapıları o kadar bozar ki, değil gölgede kalmak artık bu ögeleri tam olarak seçip teşhis etmemiz bile zorlaşır. Dolayısıyla biz istesek de istemesek de Sevim Burak kalemi eline alıp yazmaya oturduğu zaman, görünüşe göre, kadınların ya da azınlıkların toplumsal durumunu irdelemek için yazmış değildir. Başka bir niyeti veya çabası vardır sanki. Başka bir meselesi vardır.
Kendisine yazarlığıyla ilgili ne zaman soru sorulsa üç kaynaktan bahseder: Dostoyevski, Kafka ve Tevrat. Öyle görünüyor ki, yazmaya oturduğunda, her zaman için onun asıl meselesi, “Dostoyevski ve Kafka’nın eserlerinden ve Tevrat’tan daha iyisini nasıl yazarım!” olmuştur. Yani, kendini kadın olarak değil, yazar olarak konumlandırmış ve bir yazar olarak, öncülerin dilini kendi dilimle nasıl aşarım diye düşünmüştür. Yani onun birinci meselesi edebiyattır.
Öncüleri erkek olduğuna göre, açıkça bir baba dilinden söz ediyoruz . Sevim Burak’ın baba diliyle boy ölçüştürmeye çalıştığı bir kendi dili varsa eğer, bu dil nasıl bir dildir acaba?
Ya da şöyle sorabiliriz: Edebiyat dili erkek diliyse, kendini edebiyat geleneği ve kurallarına göre konumlandırmaya çalışan bir kadın yazar , mutlaka erkek dilinin sınırları içinde hapis mi olur?
Her yazar için olduğu gibi, Sevim Burak’ın yapıtlarının bütününe de başka pekçok şeyin yanı sıra onun kendi dilsel portresi olarak bakabiliriz.
Bu dilsel portre onun aynı zamanda annesinin kızı olarak da portresidir. Çünkü anneden kıza geçeni, hatta kendisine rağmen geçeni, kendi özgün dilinin en önemli bileşeni olarak, yapıtında açığa çıkarmıştır Sevim Burak.
Şimdi biraz biyografik bilgi vermek istiyorum. Sevim Burak’ın yazılı bir biyografisi yok. Onun biyografisini yazmak üzere ben yakınlarıyla görüşmeler yapıyorum. Annesiyle ilgili bilgileri hâlâ hayatta olan kendinden 10 yaş büyük ablası Nezahat Çelik’ten aldım.
Sevim Burak’ın babası geçmişinde çok sayıda kaptan paşaların olduğu bir Osmanlı ailesinden geliyor. İsmi Seyfi Bey. O da baba mesleğini seçmiş ve hayatı boyunca İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nda kılavuz kaptan olarak çalışmış. Aile Kuzguncuk’ta yerleşmiş.
Annesi 1910’lu yıllarda savaş dalgalarıyla Bulgaristan’dan veya Romanya’dan –tam bilinmiyor- İstanbul’a sürüklenen Yahudi bir ailenin kızı. İsmi Anne-Marie Mandil. İstanbul’da Kuzguncuk’a yerleşmişler. Orada karşılaştıkları eski memleketlerinden bir gençle sözlemişler
Anne-Marie’yi. Fakat onu hiç sevmemiş. Birinci Dünya Savaşı sırasında bir ara aile tamamen dağılmış. Anne-Marie Mandil Kuzguncuk’ta yapayalnız kalmış. O sırada Seyfi Kaptan’la tanışmış. Aşık olup çabucak evlenmişler. Sonradan Mandil ailesi tekrar bir araya gelince kıyamet kopmuş. Bu evliliği kabul etmemişler ama yapacak bir şey de yokmuş. Bu arada Seyfi Kaptan’ın ailesi de Yahudi gelin istememiş. O tarafta da kıyametler kopmuş. Bu nedenle karı-koca ilk bir sene Zonguldak-Bartın arasında gemide yaşamışlar. İlk kızları doğunca Seyfi Kaptan’ın annesi haber göndermiş torunumuzu görmek istiyoruz diye. Kuzguncuk’a dönmüşler. Seyfi Kaptan ve bebek Kuzguncuk’un tepesindeki aile köşküne yerleşmiş. Anne Kuzguncuk’un aşağı tarafındaki yoksul Yahudi mahallesinde kendi annesinden kalma küçük eve yerleşmiş. O sırada artık Mandil ailesinin diğer üyeleri Bulgaristan’a dönmüş.
Bebeği her gün 5 posta annesine götürüyorlarmış emzirsin diye. Sonra geri götürüyorlarmış. Bir süre böyle gidip geldikten sonra babaanne “Bu böyle olmayacak çocuk çok sık acıkıyor, çok fazla ağlıyor. Annesi de buraya gelsin demiş”. Ve böylece gelinini evine kabul etmiş. Fakat bu ilk çocuğu açıkça kendisi sahiplenmiş. Nezahat Hanım babaannesini anne diye çağırdığını söylüyor.
Anne-Marie Hanım ikinci kızı Sevim’i kendisi için doğurmuş. İlk yıllarda kızını yanında tutmuş ama zaten kendisi de daha çok kayınvalidesi ile kayınpederinin evinde oturuyormuş. Amcalar, halalar, onların eşleriyle birlikte geniş aile halinde.
Sevim’in doğumundan 4-5 yıl sonra (yani evlendikten 15 yıl sonra) annesi müslüman olup resmen Aysel Kudret adını almış. Zaman zaman kocasıyla geçici olarak başka semtlerde ev tutsalar da dönüp dolaşıp hep Kuzguncuk’taki köşkte oturmuşlar.
Nezahat Hanım’la görüşürken annesiyle ilişkili bu bilgiler bizim bugünkü konumuzu yakından ilgilendiren, ilginç bir biçimde ortaya çıktı. Nezahat Hanım annelerini anlatırken bir süre benden onun Yahudi olduğunu gizledi. Aslında ayan beyan ortada olanı gizliyordu. Öyle ki , komşularına göstermek için sakladığı bir dergide bir Sevim Burak foto-biyografisi vardı, bunu bana da gösterdi, içinde annelerinin bir fotoğrafı vardı ve altında geçen “Annesi Anne-Marie Mandil” yazısını tipeksle silmişti. Ben bu foto-biyografiyi daha önce görmüştüm. Annesi hakkında bu bir cümlelik bilgiye sahiptim. Fakat o kadar ustalıkla silmişti ki, sildiğini anlamadım ve kendi bildiğimden şüphe ettim. Sonraki görüşmemizde konuşmasına “Ben size işin doğrusunu söylemeye karar verdim” diye başladı. Ve annelerinin bu kısaca özetlediğim hikâyesini anlattı uzun uzun.
Bir de şunları anlattı.Tıpkı bizim aramızdaki görüşmede yaşandığı gibi, annelerinin Yahudiliği açıkça ortada olduğu ve herkes tarafından bilindiği halde, onlar kardeşiyle ikisi, bütün çocuklukları boyunca, annelerinin bu kimliğini gizlemek zorunda kalmışlardı. Ama nasıl diyelim, herşey ortada olduğu için, kalplerinde gizlemek zorunda kalmışlardı. Yani kendilerinden gizlemek zorunda kalmışlardı. Bu gizlemenin kaçınılmaz olan bir başka boyutu daha vardı: Hiç ona çekmediklerine, ondan hiçbir şey almadıklarına kendilerini inandırmışlardı. Yani annelerinin kendilerindeki parçalarını görünmez kılmışlardı. En azından kendi bilinçleri için. Ona çok benzedikleri ve ondan çok şey aldıkları halde....
Onların ilişkisi çerçevesinde, anneden alınan-alınmayan şey özellikle dil konusunda ortaya çıkıyordu. Anlattığına göre annelerinin Yahudiliği en çok dilinden, bozuk Türkçe’sinden belli oluyordu. Anadilin baba dili olmasından bahsetmiştik. Sevim Burak ve ablası için sözün düz anlamıyla anadil babalarının diliydi, annelerinin dili ise gizli dildi. Nezahat Hanım bu gizli dili öğrendiğini söylüyor ve sadece annesi ve eve gizlice gelen dayısı ile konuşmakta kullanırmış. Sevim Burak ise öğrenmeyi kesinlikle reddetmiş.
Sevim Burak belki de yazar ve entelektüel olmanın verdiği bilinçle sonradan annesinin Yahudiliğini, ablası gibi saklamadı. Ama kendisiyle yapılmış bütün söyleşilerde içtenlikle, yazarlığının, yazar duyarlığının kaynağı olarak baba tarafını gösterdi. Babaannesinden, dedesinden dinlediği hikâyelerle nasıl bir edebiyat bilincinin onda oluştuğundan bahsetti. Biz de buradan hareketle, onun edebiyatta kendini “babasının kızı” olarak tanımladığını, edebiyatını babasının diliyle yaptığı edebiyat, “babasının edebiyatı” olarak tanımladığını söyleyebiliriz. Fakat metinlerine yakından bakacak olursak bunun doğru olmadığını, en azından eksik olduğunu ve onun ilk kitabında edebiyata annesinden doğduğunu görürüz.
Sevim Burak’ın 1964’te yayımladığı ilk hikâye kitabı Yanık Saraylar ’dır. Onun edebiyatının daha ilk başından itibaren en çarpıcı yanı dilidir. Bu kitaptaki dilin iki özelliği vardır. Birincisi paramparça bir dildir; ikincisi açıkça Tevrat diline öykünür. Zaten kitaba damgasını vuran “Ah Ya’Rab Yehova” hikâyesinde de Tevrat’tan alınmış gibi duran bir soy sop hikâyesi anlatılır. Sevim Burak bu hikâyeyi annesine adamıştır. Yahudi bir anneyle Müslüman babanın istenmeyen beraberliğinden ortaya çıkan bir çocuğun doğumu etrafında gelişir bu hikâye. Günce biçiminde yazılmıştır ve yazarın doğduğu yıl ve günlerde geçer. Hikâyeye yoğun bir öfke, insanların birbirine karşı ikircikli duyguları ve şüphe hakimdir.
Sevim Burak bu metinde Tevrat’taki bütün isimleri hikâyenin içinden geçirir. Leviler, Nahumlar, Aşerler, Rebekalar, Esterler Tevrat zamanından kalkıp, akın akın Kuzguncuk’taki evin etrafındaki sokaklara gelirler. Her yere, evin çevresine ve içine yerleşirler. Her yeri işgal ederler. Adlarıyla, sanlarıyla, o kadar gerçek ve kalabalıktırlar ki artık onları görmezden gelmek, gizlemek, çocuğun anne tarafından ****** inkâr etmek, aslında başka türlü olduğunu söylemek mümkün değildir.
Yazar bu ilk kitabıyla birlikte annesinin örtülü kimliğini ve gizli dilini avaz avaz bağırarak ifşa eder. Edebiyata, annesinden kendisine geçen tarih ve dil ile oluşturduğu, kendi özgün diliyle doğar. Yazar Ford Mach 1 romanında, yine gizlenen kimliklerin yarattığı sıkışmışlık ve öfkeyle bir canavara dönüşmeyi anlatırken “annede gizlenen kızda kendini gösterir” der. Onun edebiyatı annede gizlenenin kızda kendini göstermesiyle doğar.
İlk kitap Tevrat dilinin izlerini taşıyordu ve parçalanmış bir dili vardı.
Parçalanmış dil biraz da 20. yüzyılın alameti farikası sayılır. Sevim Burak’tan önce de bunu kullananlar, icat etmiş olanlar vardı: James Joyce, Virginia Woolf... Bu nedenle sonradan gelen yazarlar için, parçalanmış bir dil kullanmak tek başına bir yazarın dilini özgün kılmaya yetmez. Sevim Burak’ta bu parçalanmış dilin özgül tarafları nelerdir?
Bu sorunun cevabı onun ikinci hamlesinde daha iyi ortaya çıkar. Sevim Burak ikinci kitabını 17 yıl sessizlikten sonra yayımlar: Sahibinin Sesi (1982). Bu Yanık Saraylar ’ı, özellikle de “Ah Ya’Rab Yehova” hikâyesini devam ettiren bir oyundur. Hemen ardından Afrika Dansı ’nı (1982) çıkarır. Bu kitapta, başka meseleler, başka dünyalar da girmiştir edebiyatına ve yepyeni dil oyunları dener. Bunlardan biri de kitaptaki hikâyelerden bir kısmını Fransızca-Türkçe lügâtten bakarak, Fransızca imlâsına göre yazmasıdır. Yani Türkçe’yi “yabancı sesle” yazmıştır. Ben işte bu hikâyelerde baştan sona annesinin sesinin çınladığını düşünüyorum. Fakat artık tema, hikâye edilen şey, tarih veya Tevrat’a öykünme düzeyinde değil... Daha o minicik bir bebekken, konuşmayı bilmezken, annesinden gelen seslerle dünyayı anlamlandırmaya çalışırken bilinçdışına, hafızasına ses olarak, ritim olarak, melodi olarak yazılan sesler düzeyinde.
Dolayısıyla onun parçalanmış dili 20. yüzyılın edebiyat normları öyle gerektirdiği için parçalanmamıştır. Ya da kadınlarla veya erkeklerle ilgili iddiaları doğrulamak, yalanlamak, örneklemek için parçalanmamıştır. Kendi ruhsal gerçekliğinden çıkarıp aldığı birşeydir bu.
Daha sonra Everest My Lord ’da (yayımlanışı yazarın ölümünden sonra, 1984) yabancı sesiyle konuşulan dili, yazılan dil olarak irdeler. Bu sefer Türkçe bir İngiliz’e emanet edilmiştir. Metnin içine Dil Encümeni tarafından onaylanmış Türkçe alfabe koyar. Everest My Lord’un alfabesini bu alfabeyle karşılaştırır. Onun Türkçe ve genel “dil” bilgisini sınar. Sorar: Dilin kuralları nedir? Dille nasıl yazılır? Kelimeler neyi ifade eder? Kelimeler nerden gelir? Ve giderek buradan “Ben nerden geliyorum?” sorusuna geçer. Annesinin ve babasının ayrı ayrı dillerini tuhaf bir terkip içinde bir araya getirerek kurduğu kendi üslubunda başlattığı dil sorgulamasına, yazar olarak katettiği yoldaki kazanımlarını ekleyerek, tekrar tekrar kendi kimliğini, tarihi oluşturmaya devam eder.
Dolayısıyla, şimdi Sevim Burak kimin diliyle yazmıştır diyeceğiz? Erkek diliyle mi? Baba diliyle mi? Yoksa anne diliyle mi? Anne diliyle baba dili birbirinden ayrı düşünülebilir mi? Kadınsı olanla erkeksi olan keskin biçimde ve hiç buluşmayacak biçimde birbirinden ayrılmış mıdır?
Bu sorular çoğaltılabilir. Pek çoğumuzun sorduğu sorular bunlar ve bir çırpıda cevap vermek mümkün değil. Ben sürekli gözardı edilmeye çalışılan, oysa edebiyatımızda çok büyük bir çıkış yapmış olan bir kadın yazar örneği üzerinden, bu soruları gündeme getirmeye çalıştım. Onun “annesinin kızı olarak” dilsel bir portresini çizerek, anneden iletilenin kızda mutlaka bizim beklediğimiz, alıştığımız, arzu ettiğimiz ya da uygun gördüğümüz biçimde ortaya çıkmak zorunda olmadığını göstermeye çalıştım. Adına yaratıcılık da denen bu farklılığa açık olmak istiyorsak eğer, kadına ilişkin sorulara cevap ararken, psikanalizin sesine mutlaka kulak vermeliyiz diyorum. Çünkü o zaman, kadınların ta derinlerinden binbir güçlükle çıkartıp getirdikleri yaratıcı sözlere kendimizi daha fazla açabileceğimize inanıyorum.


KafKasKarTaLi 30 Nisan 2006 22:23

Astroloji nedir?

Astrolojinin Tanımı http://www.bilinmeyen.com/uplimages/cosmos.jpgAstroloji; kosmos içerisindeki güçlerin (Bu en yakın anlamda Güneş Sistemi´ndeki planetlerdir.) genel seviyede dünya üzerindeki enerjilerin şekillenmesi (makro kozmos), insanın ve insan topluluklarının (mikro kozmos) üzerindeki etkilerini ve sonuçlarını yorumlayan bir düşünce sistemidir. Astroloji´nin matematiksel bir temele sahip olduğunu, Astronomi ile olan paralel çalışmalarında da görebiliriz. Yıldız hareketleri, yıldız konumları ve birbirleriyle olan ilişkilerini Astronomik gözlemlerlerin sonucu olan "Ephemeris"lerde "Gökgünlüğü" buluruz. Bu ise Astroloji´nin gerçek anlamda pozitif temellere dayandığını gösterir. Ayrıca Astroloji, yıldızların hareketlerini matematiksel olarak hesaplarken, etkin enerjileri oluşturabildiğini de kabul eder. Astroloji´ sonuç olarak oluşmuş bir kavramdır ve yorumsaldır; ya da bir kültür ve de sanattır. Astroloji´de sık karşılaşılan bir sözcük de Zodyak´dır; Türkçe karşılığı ise Burçlar Kuşağı´dır. Gerçek kelime anlamında Zodyak, Hayvanlar Dairesi anlamına gelir. Burçlar Kuşağı galaksimizde (Samanyolu) çeşitli isimlerle adlandırılmış takımyıldızlar diziliminden oluşan bir kümedir. Bu küme Galaksimizin orta çizgisine (Ekvator düzeyinde) +8° ve -8° lik bir kesişme ile bir yörünge (Ekliptik) üzerinde sıralanmıştır.

Geleceğimiz İçin Okumak
Okumak, öğrenmek yeni bir şeyler kazanmak ve kazanılan her yeni erdem üzerine daha yeni kazanımlar talep etmek. İlim aşkı dedikleri bu olsa gerek. Böyle bir zihniyeti kazanmayı ve fıtrat haline getirmeyi çok istemişimdir. Okumak bir erdemdir, bu tartışılmaz! Ama okumak hangi gayelere matuf olmalıdır. Felsefi bir temel olarak mı kazanılmalı yoksa pragmatist bir karakter halini mi almalı?

Dersine girdiğim öğrencilerle kitap okumak üzerine konuşurken, hepsinin aynı birkaç kitabı okuduğunu gördüm. Edebiyat öğretmeni bu kitaplardan sınav yapacağı için hepsi iyi not almak gayesi ile ciddi bir şekilde bu kitapları okuyorlardı. Bizim gibi kitap okuma alışkanlığı olmayan toplumlarda bu alışkanlığı kazandırmak için güzel bir metot. Acaba diyorum öğrencilerimiz bu vesile ile kitap okumayı bir kültür, bir zevk haline getirseler, romanları, hikayeleri ve makaleleri mütaala ederek bunları kendi aralarında tartışsalar, gerektiği yerde öğretmenlerini de işin içine katarak seviyeli bir sohbet ortamı oluştursalar, herhalde ilmi bir seviye yakalamış oluruz diyorum. Belki ütopik bir hayal kuruyorum ama bilginin, kültürün ve okumanın değer kazandığı bir dünyada toplum olarak yükselmenin de başka bir çaresini göremiyorum.


Bilgiye ulaşma noktasında son derece teknolojik imkanların mevcut olduğu asrımızda her nedense toplumumuz bu imkanları değerlendirmesini bilmiyor. Daha doğrusu toplum olarak öncelikli hedeflerimiz arasında bir bilgi ve kültür toplumu olmak kendimizi geliştirmek gibi gayeler yok. İnsanların daha çok ekonomik kalkınma üzerine hayatlarını kurduğu ve geçim sıkıntısı çektiği bir ülkede sadece ekonominin düzelmesi ile her şeyin düzeleceğini zannedenler var. Oysa salt ekonomik zenginliğe sahip olan toplumların ciddi psikolojik bunalımlar yaşadığı bir gerçek. Yapılan istatistikler, dünyanın ünlü, zengin insanlarının, ki bunların başında aktörler ve şarkıcılar geliyor; yaşamlarının zirve dönemlerinden sonra psikolojik tedaviye muhtaç hale geldiklerini ortaya koyuyor.

Hayatın sıradanlıkları içersinden sıyrılıp kendi düşünce ufkumuzu genişletmek ve alternatif aktivitelere kendimizi yönlendirmek zorundayız. Hayata bizi bağlayan fakat zamanı geldiğinde de bizi hayattan çekip alacak olan kaçamayacağımız gerçeklerle yüzleşmesini bilmeliyiz. Yıllar önce televizyonda çok popüler olan ''Beyaz Gölge'' adında bir dizi vardı. Basketbol takımı ile her meselede onlara yol gösteren Koç'ları arasında yaşanan diyalogları anlatıyordu. Dizinin bir bölümünde basket oynarken içlerinden biri düştü ve hareketsiz kalakaldı. Panik içinde etrafına toplandılar, onu kurtarmak için ellerinden geleni yapmışlardı fakat o ölmüştü. Bu olay onları çok etkilemişti, günlerce kendilerine gelemediler en zayıf olanı bir gün Koç'un yanına gelerek endişe ile şu soruyu sordu; bir gün hepimiz öleceğiz değil mi? Koç çaresiz bir şekilde ''evet!'' dedi. Fakat bu evet çocuğun derdine merhem olmamıştı. En sonunda, zaman zaman kendisinin de ölümü çok düşündüğünü fakat bir çıkış yolu bulamadığı için düşünmekten vazgeçtiğini söyledi. Şimdi bu noktada, devam etmekte olan hayatımızın içinden hayalen çıksak ve kendimize şu soruyu sorsak; gerçekten bizi bekleyen akıbete hazır mıyız ve hayatımızı ona göre yönlendirebiliyor muyuz.

Her işte hareket noktası ve felsefesi çok önemlidir. Yola çıkan bir insan, yolun menziline ve gidilecek yere göre, karşılaşabileceği zorlukları önceden hesaplamalı ve ona göre tedariklerini hazırlamalıdır. Toplum olarak güvenebileceğimiz, vatanımızı, milletimizi milli ve manevi değerlerimizi emanet edebileceğimiz, çok yönlü ve ufku geniş, hayatın zorluklarından yılmayan, bilim ve teknoloji ile barışık aynı zaman da yaratılış gayesini de unutmayan, bizi çağlar ötesine taşıyabilecek yeni nesli yetiştirebilecek miyiz? Veya böyle bir derdimiz var mı?

Eğitime ait sorunlarımızı çözmede hareket noktamız bence çok daha kompleks düşünülmeli. Günü kurtarmaktan başka bir işe yaramayan lokal çözümler yerine çok daha uzun vadeli eğitim politikaları geliştirilmeli. Tabii her şeyden önce herkes bu işin altına elini koymalı fakat bizim toplumumuzun genelinin yani büyük kitlelerin böyle bir derdi yok maalesef. Dert olmayınca dermanda olmaz. Bu gün içinde yaşadığımız dünyanın bir çok sorunu var. Bu sorunu çözmeye talip olanlar şu an insanlığın muhtaç olduğu adalet ve mutluluğu sağlamaktan çok uzaklar, ama ne yazık ki siyasi, askeri, ve ekonomik dengeler onların elinde. Ve biz hala kendimize gelemediğimiz sürece bu dengeler de pek değişeceğe benzemiyor. Bizi çağın ötesine taşıyacak nesillere ulaşmak temennisi ile...


Mystic@L 30 Nisan 2006 22:42

İÇEBAKIŞ, EMPATİ VE

AKIL SAĞLIĞININ YARIM ÇEMBERİ

Yirmi beş yıl önce, enstitümüzün yirmi beşinci kuruluş yıldönümünde bir konuşma yaptım. Bu kutlama sadece iki sunum içeriyordu ve sadece bir gün sürdü: Günün yarısı Therese Benedek'in (1960) bir makalesine ayrılmıştı - zannedersem psikosomatik bir konu üzerineydi, ve alanla özellikle ilgili bir çok analist tarafından tartışılmıştı. Günün diğer yarısında ben makalemi (1959) sundum -'İçebakış, Empati ve Psikanaliz'-, ve makale Rudolph Loewenstein, Helen McLean, Maxwell Gitelson ve Franz Alexander tarafından tartışıldı.
Bugünkü konuşmamda orada bıraktığım yerden devam edeceğimi göz önüne alarak, kısaca o güne değineceğim. Tartışmacıların makaleme dair duyguları birbirinden çok farklıydı: Alexander'in yoğun, öfkeli, neredeyse saldırgan itirazlarından, Loewenstein'in sert ama saygılı eleştirisine, Gitelson'ın ortada konumuna, son olarak da Helen McLean'in sıcak bir biçimde ifade ettiği kabul ve övgüsüne varıncaya kadar. Ancak o zaman sadece sezdiğim, o günden beri ise giderek daha büyük bir açıklıkla gördüğüm şuydu ki, ister övüyor ister yeriyor olsunlar, bütün tartışmacılar makalemin ana fikriyle ilgisi olmayan meselelere takılmışlardı. Makalenin içerdiği temel, basit ve açık bilimsel mesajı hepsi kaçırmıştı. Dolayısıyla bugün, anlayanlar kervanına daha fazla meslektaşımın katılmasını sağlayabileceğim umuduyla, bu mesajı bir kez daha dile getirmekle başlayacağım. Sonra da, yirmi beş yıl önce kurmuş olduğum güvenli temelden yola çıkarak, yeni bir yöne doğru bir adım atacağım.
Önerdiğim şey karşısında hiçbir tepki almamış olmam yüzünden yaşadığım hayal kırıklığından sonra, bugünkü sunumun yarısını adamaya karar verdiğim görevi çekingenlikle ele alacağımı düşünüyor olabilirsiniz. Ama böyle olmayacak. Hem duygularıma kapılmadan düşünme becerim, hem de espri anlayışım, geçen yirmi beş yıl boyunca bana güç verdi, şimdi de vermeye devam ediyor.
En sevdiğim romanlardan birinde, Tristram Shandy'de Laurence Sterne şu anki duruma uygun bir olay anlatıyor. Sterne'in sözleriyle aktarayım:
'Bu bişey değildi, -iki damla kanım bile akmadı- . benim kazara yaptığıma binlercesi isteyerek katlanıyor. -Dr. Slop on kat abarttı.' 'Oda hizmetçisi yatağın altına ****** [anlaşılan o ki, oturak] bırakmamıştı: - Tutamaz mısınız efendim, dedi Susannah. Konuşurken bir eliyle sürgülü pencereyi kaldırıyor, diğeriyle de pencere kenarındaki sedire çıkmama yardım ediyordu - hayatım, bir kerecik ****** ****** ****** ******* *****? [son dört kelime belli ki 'camdan dışarı yapamaz mısın', altı harfli ilk kelimeyi, belirtili nesneyi, doldurmayı size bırakıyorum.]
'Beş yaşındaydım. - Susannah ailemizde hiçbir şeyin iyi sarkmadığını dikkate almamıştı, - böylece yıldırım gibi inmişti üzerimize sürgülü pencere: - Hiçbir şey kalmadı, -diye ağladı Susannah - hiçbir şey kalmadı elimde - memlekete kaçmaktan başka.' 'Toby Amca'mın evi çok daha merhametli bir sığınaktı: Ve böylece Susannah oraya kaçtı!' (Cilt V, Bölüm XVII, s. 284.)
Söz konusu olaya yapılan, nefis bir biçimde sunulmuş bütün göndermelerden mahrum bırakmak durumundayım sizi -Toby Amca'nın suçluluğundan, ve Toby onlara savaş oyunları için ihtiyaç duyduğundan, sürgülü pencerelerin ağırlıklarını ve makaralarını söken ortalıkçısı Trim'den; babanın, oğlu Yahudi mi, Mısırlı mı, Süryani mi, yoksa Fenikeli mi olmuş (ki bunlar sadece birkaç örnek) anlayabilmek için sünnet âdetlerini derinlemesine incelemesinden; ve Tristram'ın yaralı penisine pansuman yaparken Susannah ile doktorun ettiği kavgadan- ve doğrudan, bizim için çok önemli olan sonuca yönelmeliyim. Dr. Slop (Cilt VI, Bölüm XIV, s. 329) 'Susannah'nın kazasından' abartarak bahsetmişti, ve bir hafta içinde herkes 'Şu Zavallı Efendi Shandy tamamen [21 yıldız]', diyordu. Üç gün daha geçtiğinde dedikodu iyice yerleşmişti: 'Çocuk odasının penceresi [21 yıldız]la kalmamış, üstelik bir de [28 yıldız].' Bunun üzerine aile meclisi toplanmıştı. Şu özlü diyalogla son bulmuştu: 'Onu Pazar meydanında bütün millete göstermeliyim, demişti Toby Amcam'. - 'Bi işe yaramaz, demişti babam.'
Ama şimdi, Tristram'ın babasının, halk güçlü bir inancı benimsedikten sonra, aksini gösteren en doğrudan ve açık kanıtın bile bir etkisi olmayacağı yönündeki görüşünü göz ardı ederek, eski içebakış denememdeki ana mesajı bir kez daha pazar yerinde gözler önüne sereceğim: Tristram'ın penisi gibi, özünde sapasağlam ve zarar görmemiş.
1959 tarihli denemem neyi tartışmaya açıyordu, amacı neydi? Bu sorunun cevabı, başlığında dile getirilmişti. Amaçlanan, 'gözlem tarzı ile kuram arasındaki ilişkinin bir incelemesi'ydi. Empatiyi psişik bir eylem olarak ele almadım. Empatiyi belirli bir duyguyla, mesela özellikle şefkat ve sevgiyle ilişkili olarak ele almadım. Empati, düşmanca-yıkıcı amaçlar tarafından güdülenebilir, ve bunların hizmetinde kullanılabilir. Empatiyi sezgiyle bağlantılı olarak ele almadım. Dışabakışta da olduğu gibi, yeri geldiğinde uzmanlar tarafından sezgisel olarak kullanılabilir: Yani karmaşık konfigürasyonları bilinçöncesinde ve büyük bir hızla tanımlayan, gözleme dayalı zihinsel işlevler yoluyla. Ama empati çoğunlukla, psikanalizde ise kesinlikle, sezgisel olmayan bir biçimde, tabir caizse zahmetle, deneme yanılma yoluyla kullanılır. Empatinin her zaman doğru ve kesin olduğunu yazmadım. Dışabakış ve dış gerçeklikte olduğu gibi, içebakış ve empati de, ya yanlış beklentiler tarafından yönlendirildiğimiz, ya algımızı çarpıtan, yanıltıcı kuramları izlediğimiz, ya da gözlemlediğimiz alana kendimizi uzun sürelerle adamak konusunda yeterince vazifeşinas ve güçlü olmadığımız için, (daha veri toplama aşamasında) incelediğimiz psişik gerçekliği yanlış algılayabilir. Başka bir deyişle, belirsizliğe katlanabilmeli ve sonuçlar çıkarmayı erteleyebilmeliyiz.
Tabii ki bunu sürdürüp, orijinal denememde ele almadığım alanların listesini uzatabilirim, ama şimdi, olumsuzdan olumluya, size 1959'da ne dememiş olduğumu anlatmaktan, aslında ne demiş olduğumu anlatmaya döneceğim. Genel bir ifadeyle başlayacağımı söylemiştim. Tasvirsel bir dille, hiçbir değer yargısı ima etmeden söylersek, bilimde iki yol vardır. Bunlara bilimdeki alt yol ve üst yol diyeyim. Alt yol, incelenen alan karşısındaki ampirik duruştur -veri toplama ve deneyime yakın kuramdır. Üst yol, epistemolojik duruştur. Halihazırda toplanmış olan veriler arasındaki ilişkiyi ve özellikle de mevcut, deneyime yakın kuramlar arasındaki ilişkiyi araştırır. Bu bilişsel manevralara dayanarak, geniş ve kapsayıcı, deneyime uzak bir kuram oluşturur. Bilimin bu iki yolda birden ilerlemesi gerektiğine inanıyorum. Kuram üzerine kuram oluşturulan, alanın gözlemlenmesinin ihmal edildiği, tamamen spekülatif duruşa isyan ediyorum. Ama şunu da biliyorum ki, her bilim, deneyime yakın incelemelerine çerçeve sağlayan, deneyimden uzak kuramların farkında olmalıdır, ve zaman zaman sarıldığı deneyimden uzak kuramları yeniden incelemelidir -artık bakış açısına pek kuram olarak görülmeyecek derecede temel oluşturuyor görünenleri bile. Neyse ki içimizde, başta ne kadar kısık olarak algılarsak algılayalım, ve mesajını kabullenmekte ne kadar isteksiz olursak olalım, temel kuramlarımızı sorgulamanın zamanının geldiğini bize söyleyecek bir ses vardır. Bu ses bizimle genelde, biz elde etmekte olduğumuz pragmatik sonuçlardan ısrarla ve giderek artan bir biçimde rahatsızlık duyduktan sonra konuşur. O zamandır ki, pragmatizmin alt yolundan epistemolojinin üst yoluna geçmemiz gerekir -sadece, şimdi edinmiş olabileceğimiz yeni bakış açısını denemek için birincisine geri dönmek üzere.
Karışıklığa mahal vermemek için, bugünkü sunumun ilk yarısında empatiden, ağırlıklı olarak 1959 tarihli makalemde ve şimdiye kadar neredeyse istisnasız olarak (istisnalar için bkz. Kohut, 1973a,b) kullandığım bağlamda bahsedeceğimi vurgulayayım. Başka bir deyişle, epistemolojik bağlamda empatiden bahsedeceğim. Bu bağlamda, söylemeye bile gerek yok, empati değer yargılarından bağımsız bir gözlem tarzıdır; nasıl dışabakış dış dünyaya hassas-ayarlı (attuned) bir gözlem tarzıysa, empati de insanın içsel yaşamına hassas-ayarlı bir gözlem tarzıdır.
Ancak, daha önce de söylediğim gibi, ister gündelik hayatta, ister bilimsel amaçlarla kullanılsın, empatinin ampirik bir bağlamda zihinsel bir eylem olarak da incelenebileceği, ve incelenmesinin gerektiği de bir gerçektir. Gerçekten de, çok yakın zamanda, empatiye bu açıdan bakmaya başladım -karmaşık, ama bu 'alt yolda', yani deneyime yakın bu yaklaşımda bile, iki düzeyin birbirinden ayrılması gerektiği akıldan çıkarılmazsa yine de altından kalkılabilir bir iş: (a) Bilgi toplama eylemi olarak empati, ve (b) insanlar arasında güçlü, duygusal bir bağ olarak empati. Bu nedenle, 1959'da yaptığım gibi empatinin deneyime en uzak rolünü, epistemolojik anlamını ele almadan önce, kısaca empatinin deneyime daha yakın bu iki bağlamda incelenmesindeki özelliklere değineyim.
1971'den beri birçok kez vurguladığım gibi, bir bilgi toplama, veri derleme eylemi olarak empati, doğru ya da yanlış, merhametin yada düşmanlığın hizmetinde olabilir, peşine yavaşça ve ağır adımlarla ya da içten geldiği gibi, yani büyük bir hızla düşülebilir. Bu anlamda empati hiçbir zaman kendi başına destekleyici ya da terapötik değildir. Ancak başarıyla destekleyici ve terapötik olabilmenin de kaçınılmaz ön koşuludur. Başka bir deyişle, bir annenin empatisi doğru ve keskin de olsa, amaçları sevgi dolu da olsa, çocuğunun kendiliknesnesi ihtiyaçlarını tatmin eden empatisi değildir. Bunu eylemleri, çocuğa verdiği tepkiler yapar. Yine de amaçlarına ulaşabilmeleri için, bu eylemlere ve tepkilere, doğru ve keskin empati rehberlik etmelidir. Yani empati, annenin çocuğun kendiliknesnesi olarak uygun biçimde işlev görmesi için bir ön koşuldur. Anne ya da babanın çocuk karşısındakibilgi sağlar, ama kendi başına, çocuğun ihtiyaç duyduğu kendiliknesnesi işlevi değildir. (vis-à-vis) kendiliknesnesi işlevine
İnsan hayatında somut bir güç olarak empatiyi ele alışımı burada, şimdiye kadar söylediklerimle çelişir gibi görünen ve beni bilimsel sükûneti terk ederek mistisizmin ya da duygusallığın topraklarına dalma zannı altında bırakan adımı atmak zorunda kalmadan noktalayabilmeyi isterdim. Sizi temin ederim ki bu adımı atmaktan kaçınmak isterdim, ve beni şunu söylemek zorunda bırakan bilimsel tutarlılıktan yoksunluk değil, ona teslimiyettir: Her ne kadar empatiyi bir gözlem aracı ve destekleyici, terapötik ve psikanalitik eylemin (terapötik analizde bu eyleme yorum adı verilir) yol göstericisi olarak değerlendirdiğimiz sürece, şimdiye kadar söylediğim her şey tamamen geçerli kalsa da, ne yazık ki şimdi, kendi başına empatinin, empatinin sadece var olmasının bile, yararlı, geniş anlamda terapötik bir etkisi olduğunu eklemek durumundayım -hem klinik ortamda, hem de genelde insan yaşamında.
Öncelikle, kendi başına empatinin varlığının yararlı olduğu ifademin, belirsiz bir duygusallığın ya da mistisizmin uzantısı olmayıp, bilimsel bir hipotez olduğu iddiamı destekleyeyim. Böyledir, çünkü insanın psişik yaşamındaki, belirli gözlemlenebilir içerikler ve/veya olay dizgelerine dair bir açıklama önermektedir; umutların ya da temennilerin ve/veya açıkça benimsenen ya da az çok gizlenen bir ahlak anlayışının ifadesi değildir.
Bundan sonrasında, en azından sunumumun ilk kısmında, temelde bir gözlem tarzı olarak empati ile psikanalitik kuram arasındaki karşılıklı ilişki hakkında, deneyimden uzak, epistemolojik meselelerle uğraşacağımı göz önüne alarak, empatinin sadece varlığının yazılarımda değindiğim yararlı etkisine birkaç somut örnek vermekle yetineceğim. Önce, ölüm korkusu ve psikoz korkusunun birçok örneğinin, kendiliğe tepki vererek onu psikolojik anlamdaMetamorphosis'de (Dönüşüm); ayrıca O'Neill tarafından Long Day's Journey into Night'ta [Kohut, 1977, s. 287; Kohut, Ornstein editörlüğünde, 1978b, II, s. 680'den itibaren s. 743'e kadar, s. 780'den sonrası, ve s. 872]). Ve son olarak, anneyle çocuk arasındaki, empatinin yol gösterdiği fiziksel temasın (yani annenin doğrudan, belirli "tepkileri" olmadan ortaya çıkan temas) destekleyici etkisinden, annenin empatik tepkisinin kendisinin (çocuk uzaklaşıp, arkasını dönünce annesinin yüzünde çocuğun başarısından duyduğu gururun ifadesini gördüğü zamanki gibi) destekleyici etkisine geçişin, kendilik gelişimi açısından öneminden bahsedeceğim. Bununla dönüşümlü olarak, analistin 'anlayışının' sağladığı destekten, 'açıklayışının' belirlediği desteğe geçişin, biraz önce bahsedilen erken gelişimdeki geçişe benzer biçimde, daha düşük bir empati biçiminden daha yüksek bir empati biçimine geçiş olarak anlaşılabileceğine değineceğim. canlı tutan empatik çevreyi kaybetme korkusunun ifadesi olduğu hipotezinden söz edeceğim. İkinci olarak, Profesör Erich Heller'la yazışmalarımda anlattığım bir olayı, uzay kapsülleri kontrolden çıkmış gibi görünen astronotların deneyimlerini yine kanıt olarak ileri süreceğim. Üçüncü olarak, tekrar Nazi toplama kamplarında hayatta kalanların deneyimlediği, kişisellikten uzak, insanlıktan çıkarılmış 'yok etme'yle karşılaşmış olmanın psikolojik bakımdan yıkıcı etkisine dikkat çekeceğim -bunun tersi, psikolojik bakımdan çok daha az yıkıcı olan, kavurucu bir öfkenin güdülediği cinayetlerle karşılaşma deneyimidir. Size empatinin tamamen yokluğuna maruz kalma deneyiminin sanatsal yorumlarını hatırlatırım (en başta, Kafka tarafından
Önceki düşünceleri hatırda tutarak, empati üzerine ilk denememin esas içeriğini bir kez daha dile getirmek için, şimdi bilimsel 'üst yol'a, bir gözlem tarzı olarak empatiye geri döneceğim. Özellikle, analistin gözlemsel tavrını epistemolojik olarak incelemeye girişmemin, psikanalizin içebakışçı-empatik tavrı benimsemek dışında seçeneği olmadığı, dolayısıyla psikoloji olmak zorunda olduğu sonucuna varmamın, ve son olarak da, analizin dayandığı, operasyonel olarak tanımlanmış temelle ilgili yeni kuramın tutarlı olarak uygulanmasından doğan pragmatik sonuçları araştırmamın sebeplerini size anlatacağım.
Beni psikanalizin özüne dair epistemolojik bir araştırma yapmaya ne yöneltti? Başka bir deyişle, beni pek de zevkime hitap etmeyen temel kuramcılık macerasına iten neydi? Beni iten, psikanalizin özündeki en iyi tarafın öneminin modern analiz tarafından gittikçe arka plana itilmesi, ve kimsenin bu süreçten haberdar görünmemesi ya da, en azından, bunun önemli sonuçlar doğurabilecek, ve bence yıkıcı varlığını açıkça kabul etmemelerinden duyduğum, giderek artan rahatsızlıktı. Psikanalizin biyolojiye ve sosyal psikolojiye uygulanması meşru olmanın ötesinde arzulanır bir gelişme olsa da, daha o zamanlar oldukça açıkça gördüğüm, ve o zamandan beri benim için gittikçe daha da açık hale geldiği gibi, temel kuralın ötesine uzanan bu ihraçlar bu şekilde kabul edilmedi. Bunun yerine, bu yeni gelişmelerin -bunların göze batan örneklerini hemen sunacağım- analizin kendisinin gerçek uzantıları oldukları varsayıldı.
Şimdi vereceğim örnekleri iki sebepten seçtim. Birincisi, önde gelen zihinler tarafından, cüretli bir doğrudanlıkla ifade edildikleri için ayırt edilmeleri kolay. İkincisi, geriye bakıp değerlendirebildiğim kadarıyla, analizin gösterdiği gelişmeden duyduğum genel, belirsiz hoşnutsuzluktan, 1959'daki denememde vücut bulan, belirleyici bilimsel eylemin gerçek tetikleyicileri bu örneklerdi.
Kanıt olarak şu üç örneği göstereceğim: Birincisi ve en önemlisi, Franz Alexander'ın psikanalizi biyolojiye uygulaması, özellikle de 'dürtüler'in vektörü temel kavramı yoluyla psikolojik açıdan derinlemesine araştırmak için seçtiği çeşitli tıbbi sendromları açıklaması. İkincisi, Alexander'ın psikanalizi sosyal psikolojiye uygulaması, özellikle de insanın oral-dürtü-tarafından-beslenen 'bağımlılık' eğilimi temel kavramıyla, insan davranışının büyük alanlarını açıklaması. Üçüncüsü, Heinz Hartmann'ın 'uyumcu bakış açısı' temel kavramını öne sürmesi -tekrar vurguluyorum, psikanalizin sosyal psikoloji alanına uygulanması olarak değil, psikanalizin bir uzantısı olarak.
Ama şimdi, beni deneyimden uzak kuramı araştırmaya girişmeye yönelten tetikleyicilerle ilgili bu kişisel bilgiyi sizinle paylaştıktan sonra, 1959'daki incelememi önemli ölçüde, özünde bilimsel temellere dayanarak meşru kılan etmenleri saymaya çalışacağım. 'Önemli ölçüde' sözünü kasıtlı olarak kullanıyorum. Çünkü 1959'daki düşüncelerimin, ister alayla, ister saygıdan olsun, sadece akademik bir ilginin ya da pürizmin beslemeyen meyvesi olarak bir kenara atılmasını önlemek için elimden gelen her şeyi yapmak isterim (bkz. Kohut, 1980, s. 477 ve ilerisi). Dolayısıyla, Alexander'ın psiko-biyolojisinin ya da Alexander ve Hartmann'ın sosyo-psikolojisinin sadece analizin çerçevesine yeni kavramlar soktuğunu, ve bunların başka bir bilimsel söylem dünyasına ait olmakla yabancı unsurlar olduklarını ve analize uydurulamayacaklarını düşünseydim, bunları yine de kendi başlarına bilime değerli ve etkileyici katkılar olarak sevinçle karşılama eğiliminde olurdum. Psikanalizin operasyonel olarak belirlenmiş sınırlarını çizerek bu bilimin özünü tanımlama ihtiyacı hissetmezdim.
Kuramsal kesinlik ve uyum ihtiyacı değilse, 1959'da beni epistemolojiye doğru bu gezintiye iten gerçekte neydi? Ve o zamandan sonraki işlerden daha az önemli olmasına rağmen, bu hedefin peşinde koşma isteğimi ayakta tutan neydi (bkz. Kohut, 1977, Böl. 7)? Bunu sağlayan, şüphem yok ki, analistin son derece önem taşıyan temel tutumundaki fark edilmeyen bu kaymanın, sadece kuramda değişikliklere yol açmakla kalmayıp, -benim için önemli olan mesele de budur- analistin uygulama alanında bir araştırmacı olarak işlevinde, ve en önemlisi de, profesyonel bir uygulamacı olarak terapötik işlevindeki algılarının, gizlice ilerleyen, derece derece artan bir biçimde çarpılmasına yol açmış olmasıydı.
Bu seferlik psikanalistin edebiyat eleştirisi, tıp, antropoloji, sosyoloji, ve özellikle de politika bilimi ve tarih gibi alanlar karşısındaki, asla ikincil önemde olmayan sorumluluğunu bir kenara bırakarak, doğrudan analistin önde gelen görevine yöneleceğim: Terapötik analiz. Derinlik psikolojisindeki biraz önce belirtilen yabancı unsurlar -biyolojik olarak anlaşılan 'dürtü' kavramı, sosyo-psikolojik olarak anlaşılan 'bağımlılık' ve 'uyum gösterme'(adaptation) kavramları- analizin özünün nihai bir kaymaya uğramasına, uzun vadede, psikiyatri tarafından yutulmak gibi açıkça yüzlenip karşı koyulan dış tehditlerden daha manidar olmak üzere, analistin temel duruşunda değişikliğe -ki bence bunu yapmışlardır- nasıl yol açmışlardır?
Genel anlamda yanıt, bunu, fark edilmeyen ve sorgulanmayan bir değer sisteminin ve insanın ve hayatının özüne dair fark edilmeyen ve sorgulanmayan genel bir anlayışın, fark edilmeyen ve sorgulanmayan temeli haline gelerek yaptıklarıdır. Tersini iddia eden sayısız itiraza rağmen, biraz önce belirtilen kavramların etkisi altında analiz bir bilimden ziyade ahlaki bir sistem, aynı anda terapi olarak psikanaliz de dinamik ve genetik ilişkileri aydınlatmaya dayanan bilimsel bir yöntemden ziyade, hastanın yönlendirildiği ve aktarımının fark edilmeyen ve sorgulanmayan bir boyutuna dayanarak ulaşmaya çalıştığı, önceden belirlenmiş, dolayısıyla dışsal amaçları -ki bunlar da fark edilmezler ve sorgulanmazlar- hedefleyen bir eğitim yöntemi haline gelmiştir.
Geleneksel psikanalizin, analistin neye dikkat edeceğini, dolayısıyla ikincil olarak da, hem araştırmacı hem de terapist olarak hangi amaçları kovalayacağını belirlemiş olan bu değerler nelerdir? Son yıllardaki yazılarıma aşina olan hiç kimse, buna yanıtımı bilmiyor olamaz. Yanıtım, psikanalistin önde gelen değerlerinin bilgi değerleri ve bağımsızlık değerleri olduğu, ve bunların, içinde yaşadığı psikolojik alanda kendisini seçici algı ve seçici eyleme yönelttiği gerçeğidir. Bu değerlere bir itirazım yok. Hatta bunları paylaşıyorum. Yine de, fark edilmeyen etkilerinin, derinlik psikolojisi bilimcisinin algısını çarpıttığına ve -burada etkileri daha da belirgin- fark edilmeyen varlıklarının, analizanın kendi çekirdek programı ve kaderi doğrultusunda gelişmesine analistin izin verme kabiliyetini sekteye uğrattığına inanıyorum.
Yukarda sözü edilen ideallerin Batılı İnsan üzerindeki etkisinin farkındayım ve Batı kültürünün kökleri derinlere uzanan bir üyesi olarak, şahsen ben de bunlardan çok etkilendim. Bu temel ideallerin farkına dahi varmanın, dolayısıyla bunları inceleme konusu haline getirmenin bizim için ne kadar zor olduğunu biliyorum. Aslında belli sınırlar dahilinde, onları sorgulamıyorum da. Benim sorguladığım, bunların insanın değerler hiyerarşisi içindeki daimi önceliği -her zaman ve her şart altındaki öncelikleri. Batılı İnsan için önemleri ne kadar büyük olursa olsun, derinlik psikolojisi araştırmacısının insanı değerlendirmekte kullandığı nihai kılavuz ve derinlik psikolojisi terapistinin üzerine hedefleri işaretleyip psikanalitik tedavinin başarı ya da başarısızlık derecesini ölçtüğü ölçek vazifesini göremezler. Tersine, bence bu iki değer bizim kendiliğin ve dönüşümlerinin insanın psikolojik yapısında ve, her şeyin ötesinde, günümüz insanıyla ve onun yaşadığı döneme bağlı olarak öne çıkan psikopatolojisiyle ilgili olarak taşıdığı büyük önemi fark etmemize engel olmuşlardır. Başka bir deyişle, kendiliğin en içindeki programın önemini, ve kişinin kendini psikolojik olarak hasta mı sağlıklı mı hissedeceğini belirlemede bu programın potansiyelinin gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesinin taşıdığı önemi fark etmemize engel olmuşlardır.
Burada, psikanaliz için kendilik psikolojisi biçiminde savunduğum gelişmelerin başka bilimlerdeki benzerleriyle ilgili bir dizi gerçeği sıralayarak tutumumu desteklemeye çalışmayacağım. Sadece şuna işaret edeceğim: Yirminci yüzyıl fiziği de, gözlemsel ve açıklayıcı çerçevesine şimdiye dek tamamen egemen olan, zaman, uzam ve nedensellik gibi belirli bileşenlerin önemini, belirli, sınırlı alanlara indirgeyerek kesin bir gelişme gösterdi. Derinlik psikolojisi için büyük önem taşıyan bir noktaya da dokunmadan geçmeyeceğim: Modern fizik, araştırdığı belirli alanlarla ilgili olarak, yeni bir tür nesnellik ortaya attı: Özneli de içine alan bilimsel nesnellik.
Bunun yerine bu sunum çerçevesinde, 'İçebakış ve empati' denememin ilk tartışmacılarının niyetimi yanlış anlamasını zorlaştırmak için, sizinle yirmi beş yıl önceki kısmi başarısızlığıma katkıda bulunmuş olabilecek kişisel bir etkeni paylaşmanın uygun olacağına karar verdim. Açıklayamayacağım nedenler yüzünden, bildiğim kadarıyla çocukluğumdan beri, gerçeklik algılarımızın göreceliliği ile gözlem ve açıklamalarımızı biçimlendiren düzenleyici kavramlar çerçevesinin göreceliliğine aşinaydım. Herkesin de bu bilgiye sahip olduğunu varsaymıştım her zaman. Hayatımın daha ileri yıllarında, ergenliğim sırasında, insan bilişinin büyük, klasik araştırmacılarının (Plato'dan Kant'a kadar) çalışmalarını inceler ve yazdıkları hakkında arkadaşlarımla konuşurken de, bunları anlamakta zorlanıyor görünmeleri beni şaşırtmıştı. Aynı şey, çok sonraları modern fiziğin -Einstein'ın ve en bariz olarak da Planck ve Heisenberg'in- bilimsel bakış açısına, en azından yüzeysel bir aşinalık kazanırken de geçerliydi. Görüşlerinin uygulanmasındaki karışıklık beni aşsa da, temel tavırlarını neredeyse doğal olarak kabul etmek benim için her zaman kolaydı.
Yirmi beş yıl önce, 'İçebakış, empati ve psikanaliz' hakkındaki makalemde, bu temel tavrın derinlik psikolojisi alanına uygulanmasını telaffuz ettim -yani nesnel bir gerçekliğin prensipte erişilmez olduğunu, ve sadece belirli işlemlerin (operations) sonuçlarını bildirebileceğimizi. Bu temel tavrı bütün bilimsel meslektaşlarımla paylaştığımızı varsayıyordum, ve bu nedenle de söyleyeceklerime tepkilerinde temel tavrın kendisini sorgulamayacaklarını, ancak bu temel ilkeyi ısrarla uygularken çıkardığım ayrıntılı sonuçların bazılarını reddedeceklerini, onaylayacaklarını, ya da kısmen reddedip kısmen onaylayacaklarını bekliyordum. 'Operasyonalizmimi', kendi başına gerçekliğin ne içebakışla, ne de dışabakışla bilinemeyeceğine ve ne gördüğümüzü ancak bunu görmek için ne yaptığımızın çerçevesi içinde betimleyebileceğimize dair açıkça oturmuş bilgimi tanımlamam ya da savunmam gerekeceği gerçeğini asla ciddi olarak hesaba katmamıştım.
Safça, bütün meslektaşlarımın gerçekliğin bilinemezliğine -prensipte bilinemezliğine- dair bu bilgiyi paylaştığını varsaymam bana pahalıya mal oldu. Meslektaşlarımın, kendilerine sunduğum meseleyi -tartışılabilir meseleyi- yanlış anlamalarına, kişisel olarak tamamen hazırlıksızdım. Tartışılan tek şeyin benim için mesele dahi olmamasına, neredeyse söylenmesi bile gereksiz bir şey olmasına tamamen hazırlıksızdım. Yine de, geriye dönüp baktığımda, muhtemelen o zaman fırtınayı önlemek için yapabileceğim hiçbir şey olmadığını anlıyorum. Aslında temel tavrımın, şu anda benim yaptığım ve gittikçe artan sayıdaki bu tavrı anlayan meslektaşlarımın yaptıkları gibi, adım adım açıklanmasının ve aydınlatılmasının, son kertede, psikanalizin kuram ve uygulamasında kendilik psikolojisinin önerdiği değişikliklerin üzerinde dikkatle durulmasını sağlayabilecek bilimsel derinlemesine çalışmanın bir evresini oluşturduğunu görmeye başladım.
Ama şimdi, nihayet sadede, ve beni yirmi beş yıl önce, halen izlemeyi sürdürdüğüm bilimsel yola çıkaran somut meselelere gelelim. Şu andaki amacımıza uygun olarak tek bir meseleye odaklanacağım: Psikanalizdeki dürtü kavramı ve sonuçları. Ve hemen tekrar belirteyim ki, mesele kendi başına dürtü kavramının varlığı, beni bilimsel eyleme teşvik edebilecek muhteşem bir psikoloji sistemine belirsiz ve yavan, biyolojik bir kavramın zorla girmesinin yalıtılmış tutarsızlığı değil. Bunlar sosyal psikolojiden ithal edilen 'bağımlılık', 'kimlik' ve 'özerklik' kavramları karşısındaki tutumum hakkında da aynen söylenebilir. Beni düşünmeye iten kuramsal tutarsızlık değil, sadece dürtü kavramının (ve demin adı geçen, derinlik psikolojisinin sosyolojik davetsiz misafirlerinin de) psikanaliz üzerinde önemli yıkıcı etkileri olduğuna inancımdı.
Normal şartlarda içebakış ve empati yoluyla, dürtülerle karşılaşmayız. Her zaman deneyimlediğimiz, daha fazla indirgenemeyecek psikolojik birim, seven bir kendilik, arzulu bir kendilik, kendini ortaya koyan bir kendilik, düşmanca-yıkıcı bir kendiliktir. Dürtüler deneyimsel öncelik kazanmışsa, dağılma (disintegration) ürünleriyle uğraşıyoruzdur: Eros'un dünyasında, ateşli bir şekilde yoğunlaşmış haz deneyiminin, haz veren erojen bir bölgenin hükmünün, dolayısıyla kendiliğin üzerine çıkan dürtünün kendi yerine geçmesini çaresizce izleyen, parçalanmakta olan kendilik; ya da Thanatos'un dünyasında, ateşli bir şekilde yoğunlaşmış hiddet deneyiminin, yıkıcı ve/veya özyıkımcı bir orjinin hükmünün, dolayısıyla yine kendiliğin üzerine çıkan dürtünün kendi yerine geçmesini çaresizce izleyen, parçalanmakta olan kendilik.
Şimdiye kadarki bütün çıkarsamalar 1959 tarihli denememde ifade edilmişti (ya da en azından açıkça ima edilmişti). O zaman, beni 'dürtü'nün psikoloji sistemine ait olmadığı gerçeğini vurgulamaya zorlayan belirli yıkıcı etkilerin neler olduğunu da göstermiştim. Özellikle, 'bağımsızlık', 'özerklik', 'özgür irade' ve şu anda kendiliknesnesi aktarımı adını verdiğimiz deneyim kümesi alanlarındaki psikolojik algımızdaki çarpıtmaları göstermiştim.
Peki o zamandan beri bakış açımı desteklemek için neler söyledim, ve bugün söylenecek ne kaldı? Aslında pek çok şey. Yalnız dün ve bugün hakkında değil, hepsinden öte, meslektaşlarım ve benim tarafımızdan başlatılan çalışmanın, kendilik psikolojisi yönelimli, genç bir psikanalist nesli tarafından sürdürülmesi gereken yarını hakkında.
Yine birçoğunuzun çalışmama aşina olduğunu varsaymak durumundayım. Gerçi, çoğunuz yazdıklarıma çabucak bir göz attıysanız da, çok azınızın bu işe onları gerçekten okudum diyebilecek kadar zaman ve enerji harcayarak içlerine daldığınızı pekala biliyorum. Ama son on yıl ya da daha fazlasında, yüzlerce sayfada söylediklerimi burada tekrar edemeyeceğim bariz olduğuna göre, bugün üzerinde geniş bir biçimde duramayacağım belirli önemli alanları, az çok kısaca saptamakla yetineceğim.
Bunlardan ilki olarak, bir tarafta dürtü psikolojisi ile, öbür tarafta geleneksel analizi karakterize eden gizli ahlak -gerçekle-cesaretle-yüzleşme ahlakı ve bağımsızlık ahlakı- arasındaki karşılıklı ilişkiye değineceğim. İkinci olarak da size, meslektaşlarımın geleneksel analizin benimsediği insan görüşünün, insanın, tabir caizse normal insanın temel doğası görüşünün farkına varmaları için gösterdiğim gayreti hatırlatacağım: Haz ilkesi doğrultusunda yaşama arzusundan feragat etmekte isteksiz, doğuştan taşıdığı yıkıcılıktan vazgeçemeyen, evcilleşmesi yetersiz ve yarım kalmış bir hayvan olarak insan. Psikanalizin bu iki temel vasfından ikincisi, bugünkü sunumun ikinci ana konusunun başlangıç noktasını oluşturacağı için, size bugün için söz verdiğim, yeni topraklara atacağımız adıma hazırlık olarak, psikanalizin içinde doğduğu dönemin ruhundan devşirdiği insan görüşüyle -çoğu analistin doğalmışçasına katıldığı insan görüşüyle- ilgili düşüncelerimi ayrıntılandıracağım. Önce size, klasik analizin benimsediği insanın psikolojik doğası kavramından 'Suçlu İnsan' kavramı olarak bahsettiğimizi, kendilik psikolojisinde buna karşılık gelen görüşü ise 'Trajik İnsan' terimiyle belirttiğimizi hatırlatacağım. İnsan doğasına dair bu iki görüşü tekrar tartışmayıp, sadece bildiğim kadarıyla şimdiye kadar yapmadığım bir yorum ekleyeceğim. Her ne kadar Freud psikanalizin konusunun doğal insan (homo natura) olduğunu, dolayısıyla içsel yaşamının araştırılmasının doğa bilimlerinin alanında, özellikle biyoloji ve tıpla mümkün olduğunca bütünleşmiş bir şekilde görülmesi gerektiğini öne sürdüyse de, yansız bir cihaz tarafından işlenen yarı-biyolojik dürtüler kavramı, aslında, biyolojik bir insan kavramını beraberinde getirmemiştir. Ortaya çıkan doğal insan, çevresiyle etkileşim içinde biyolojik bir birim değil, 'Suçlu İnsan', psikolojik ve ahlaki bir insan görüşü, uyum sağlamasına engel olsa da eski haz amaçlarından vazgeçmekte isteksiz, böylece de terapötik analize 'direnen' bir insan anlayışıydı; saldırgan-yıkıcı amaçlarının evcilleştirilmesine razı olmayan, böylece de savaşlara giren ve/veya özyıkıma eğilimli bir insan anlayışı (Freud, 1933). Belirli kesin sınırlar dahilinde, 'Suçlu İnsan'ın açıklayıcı çerçevesi çok yararlı olmuştur. Ancak, kendilik deneyimini insana dair psikolojik bir görüşün merkezine oturtabilen kendilik psikolojisi tarafından desteklenmedikçe ve ona tâbi olmadıkça, klasik bakış yanıltıcı olacaktır. Kendilik psikolojisi, geleneksel analiz tarafından benimsenen çarpıtılmış psikolojik insan görüşünden kurtulmuştur, çünkü alanı tanımlayan gözlem tavrı olan içebakış ve empatinin mutlak ve aslında aksiyomatik olduğu gerçeğini kabul ederek, kendine biyoloji ya da psiko-biyoloji süsü vermeden, kendini tepeden tırnağa psikoloji olarak kabul eder. Öte yandan geleneksel analiz, -zihinsel bir aygıt tarafından işlendiği düşünülen, yarı biyolojik birincil dürtüler anlayışıyla- biyolojinin önünde eğilmek zorunda olmasının yükünü taşımak durumundaydı. Sonuç, önceden de söylediğim gibi, doğal insan değil, yanıltıcı olacak, çarpıtılmış bir psikolojik bakıştır, çünkü sık karşılaşılan bir patolojik olgular kümesinin 'normalliği' oluşturduğunu varsayar ve böylece terapi ortamındaki insan ve tarih sahnesindeki insan hakkında ciddi yanlış anlamalara yol açar.
Şimdi atacağım yeni adım, yani şimdiye kadar sadece üstü kapalı bir biçimde bahsettiğim bir yeniden formüle etme işi, insanın kuşaklar arası ilişkilerinin yeniden değerlendirilmesi, ve tam da geleneksel analizin görüşüne göre çocukluktaki bazı hayati önemdeki normal gelişmelerin içine gömülü olduğu derinlik psikolojisi matrisinin yeniden değerlendirilmesinin bir örneğidir. Bahsedeceğim şey tabii ki Oidipus karmaşası.
Klasik analizle karşılaştırınca, kendilik psikolojisi kuşaklar arası çatışmanın, özellikle de bunun belirli bir biçimi olan Oidipus karmaşasının önemini nasıl değerlendirir? Özetle: (1) Neredeyse her yerde görüldüğü tahminiyle mutabıktır, varlığının en azından izlerinin, araştırılınca çok sıklıkla tespit edilebileceğiyle mutabıktır. Oidipus karmaşasının bir nedensel etkenler kümesinin öğesi olduğuyla ve zararlı eylemler ya da nevrotik ıstıraba neden olan itici güce katkıda bulunduğuyla da mutabık olmakla beraber, bu mutabakat önemli bir değişikliğe dayanır: Oidipus karmaşası, nedensellik zincirinin sadece bir halkasıdır; en derinde olanı da değildir üstelik. (2) Ne var ki kendilik psikolojisi, insanın kuşaklar arası savaşının önemi konusunda, geleneksel analizle tamamen ters düşer. Geleneksel analiz özellikle insan 'Suçlu İnsan' olarak görüldüğünde, insanın doğasının özünün kapsamlı bir şekilde tanımlandığına inanır, zira insan, doğal insanın biyolojik temelinden doğan dürtüler ile, süperegoda somutlaşan, sosyal çevreden yayılan uygarlaştırıcı etkiler arasında, umutsuz bir çatışma içindedir. Kendilik psikolojisi, insan kendilik olarak görüldüğünde özünün tanımlandığına, ve psikolojik insanın (homo psychologicus, bu terimi izninizle homo natura ile kontrast oluşturmak için kullanıyorum) en derin düzeyde 'Trajik İnsan' olduğuna, hayatı boyunca derinliklerinde yatan programı gerçekleştirmeye çalışıp, bunda hiçbir zaman tam olarak başarılı olamadığına inanır.
Görüşümüzün kabul görmesinin önünü kesen ne? Neden geleneksel psikanalitik görüşü benimseyen daha fazla kişiyi kuşaklar arası savaşın, karşılıklı öldürme arzularının, patolojik 'Oidipus karmaşası'nın (gelişimin normal 'oidipal dönem'inden farklı olarak), ne kadar sık görülürlerse görülsünler, insanın özüne dair olmayıp, normalden sapmalar olduklarına ikna edemiyoruz? Neden meslektaşlarımızı normal durumun, saf haliyle ne kadar nadir görülürse görülsün, çocuklukta neşeyle deneyimlenen ileri doğru gelişimsel bir hareket olduğuna, bunun oidipal döneme atılan adımı da içerdiğine, bu adıma, gelecek kuşağa, anne-baba kuşağının gururla, kendiliği genişleten empatiyle, neşeli aynalamayla tepki verdiğine, böylece genç kuşağın ortaya çıkma ve farklı olma hakkını onayladığına ikna edemiyoruz? Başka bir deyişle, son tahlilde önümüzdekinin temel karşıt içgüdüler arasındaki nüfuz edilemez bir çatışma (Eros'la savaşan Thanatos) olmadığına, normal gelişimi etkileyen, en azından potansiyel olarak çaresi bulunabilecek müdahaleler olduğuna inanıyoruz.
Şu anda bazılarınızın bekliyor olabileceği gibi görüşlerimize 'dirençler'den bahsetmeyeceğim. Bunun yerine, Freud'un fikirlerini yayma becerisinin, kökü kişiliğinin derinliklerinde yatan, ancak hak ettiği ilgiyi görmeyen bir yönünü ele almak istiyorum. Bu yön, bilimsel sisteminin anahtar kavramlarını efsaneleştirmekte, böylece onları sürekli genişleyen takipçiler grubunun zihinlerine, adlarıyla ve içlerine gömülü kültürel çağrışımlarıyla kazımaktaki büyük becerisidir.
Her ne kadar Freud'un düşünce tarihindeki tarihi itibarını edinme yolları psikolojik yönden incelenmeye değer olsa da, burada Freud'un dehasının bu yönünün muhtemel genetik kökenleri ve dinamik işlevleri üzerinde durmayacağım. Sadece bunun bilimsel sonuçlarının belirli bir yönüne odaklanacağım: Freud'un önerdiği bazı temel görüşleri sorgulamak isteyen eleştirmenin yüzleştiği görev, bunun mantıksal sav ve destekleyici klinik kanıtların sunulmasını gerektiren yönünden çok daha geniş kapsamlıdır. Her şey bitince, sav ne kadar dikkatle ve ikna edici biçimde sunulmuş olursa olsun, bir süre sonra Freud'un formülasyonu derinlere kök salmış bir çekimle zihinlerimizi yeniden zapt eder, mantık ve kanıtlar geri çekilir.
Tabii fark ediyorsunuzdur ki, bu konuyu soyut olarak gündeme getirmiyor, bunu, Freud'un 'Suçlu İnsan' kavramının, insanın öz niteliğinin kuşaklar arası savaşa göndermeyle tanımlandığı görüşünün açıklayıcı gücünü yeniden değerlendirmeye kalkıştığımızda, hepsinin üzerinde ve özellikle de, baba ile oğul arasındaki, paradigma haline gelmiş kuşaklar arası çatışmayı -kısacası 'Oidipus karmaşası'nı- yeniden değerlendirmeye kalkıştığımızda karşılaştığımız güçlüğü aydınlatmak için yapıyorum. Freud'un özlü ve zengin çağrışımlı terminolojisiyle karşılaştırıldığında, 'normal' anatomi, 'normal' fizyoloji, 'normal' metabolizma benzeri (Daly King'in [1945] çok güzel tanımıyla, 'tasarımına uygun biçimde işlev gören şey' anlamında bir normallik), ders kitaplarına yakışır bir normallik ileri sürdüğümüzde, savlarımız kulağa ne kadar da düz geliyor. Oidipus karmaşasının dramatik, sessiz arka planı karşısında, anne-baba ve çocuk tarafından neşeyle deneyimlenen bir oidipal dönemin normalliği ne kadar da sönük kalıyor: Sophocles'in trajedisinde bize, önceden takdir edilmiş bir kıyamete kaçınılmaz bir biçimde adım adım yaklaşan ve insaniyeti ile özgürlüğü, ifade edilemez acısına sözle ve iletişimsel eylemle tepki verme yetisiyle sınırlı bir otomat olarak sunulan Kral Oidipus, o efsaneleşmiş ulu figür.
Bir eleştirmenin elinde, Freud'un büyüsüne karşı koymak için hangi araçlar vardır? Bence, biri daha zayıf, biri daha güçlü olmak üzere, iki araç vardır. Daha zayıf olanı, Freud'un kavramını desteklemiş olan miti, orijinal kuramı desteklememekle kalmayıp, aslında şu anda eskisinin yerine geçecek kadar ilerlemiş olan yenisini desteklediğini göstermek amacıyla analiz ederek, mitin gücünü sarsmaktır. Bu rasyonel yaklaşımdır. Daha güçlü olanı, -atasözünde dendiği gibi, dinsizin hakkından imansız gelir- yerleşmiş kuralı destekleyeni etkisiz hale getirmek ve onun üstesinden gelmek için, bir doz karşı-büyü sunmaktır. Şimdilik birinci işi, miti yeniden yorumlamayı erteleyip, doğrudan ikincisine yöneleceğim. Eklemeliyim ki, bana makalemin başlığının şüphesiz kafa karıştıran son kısmını sağlayan da budur. Başka bir deyişle, şimdi 'akıl sağlığının yarım çemberi'ne yöneleceğim.
Karşı-büyüm, Homeros tarafından anlatılan bir öyküden alınmıştır. Sophocles'in temsil ettiği şekliyle trajedinin evrildiği ve adını aldığı tragos anlamında, yani Dionisos kültünün kurban tekesi anlamında, trajik bir öykü değil bu. Euripides'in temsil ettiği şekliyle, insani anlamda trajik -çabalayan, becerikli insan, en içindeki kendiliği açığa çıkarmaya çalışıyor, açığa çıkması karşısındaki dışsal ve içsel engellerle savaşıyor; gelecek nesle, açığa çıkmasına ve büyümesine neşeyle katıldığı oğluna da sıcak bir adanmışlık içinde -böylece, insanın en derin ve en önemli keyfini, kuşaklar zincirinin bir halkası olmayı deneyimliyor.


ahmetseydi 1 Mayıs 2006 00:09

Guantanamo Amerika’nın Neresinde?
 
Guantanamo Amerika’nın Neresinde?


ULUSLARARASI Kızılhaç Örgütü (ICRC) geçtiğimiz aylarda yaptığı bir açıklamayla Guantanamo’daki esir kampında uygulanan muamele şeklinin insan haklarına ve hukuka aykırı olduğunu vurgulayarak ABD yönetimini sert bir dille eleştirdi.

Amerikan yönetimi bu türden eleştirilere muhatap olmasına karşılık hiçbirini ciddiye almıyor. Nihayet bu konudaki hukuksuzluğa karşı verilen mücadele Amerikan Yüksek Mahkemesine (Supreme Court) kadar çıktı. Yakında hükûmetin uygulamalarına yönelik hukukî bir hükmün çıkması bekleniyor. Mevcut Bush yönetimi tarafından en çok öne sürülen savunma da Guantanamo kampındaki esirlerin “savaş esiri” kategorisinde yeralmadıkları, çünkü esir alındıkları savaşın konvansiyonel bir savaş olmadığıdır. Bu savunmaya göre Afganistan’a yönelik savaş, “terörle savaş” olduğu için normal savaş çerçevesi içinde ele alınamaz. Uluslararası hukuk ve savaş normlarını altüst eden bu tutumun gerisindeki yapısal dinamikler nelerdir? Batı toplumlarının ürettiği insan hakları söyleminin sınırlarını çizen bu yeni tutumun gündeme getirdiği birkaç husus var.


Uluslararası ilişkiler terbiyesi alanlar genellikle devletlerin içinde “hiyerarşi” (düzen-kanun), devletlerin arasında da “anarşi” (düzensizlik-kanunsuzluk) olduğunu öğrenirler. Teoride ve pratikte hâkim olan bu anlayışa göre devletler arasındaki düzen ancak devletler arasında güç dengesinin sağlanmasıyla mümkün olmaktadır. Düzenin mümkün olduğu bir diğer yol da, bir devlet veya devletler bloğunun hâkimiyet tesis ederek anarşiyi hiyerarşiye çevirmesidir. Bu realist (gerçekçi) devletlerarası ilişkiler teorisi esasen Thomas Hobbes’in meşhur insanlararası ilişkiler (devlet) teorisine çok benzemektedir. Düzen ancak eşit vatandaşlar arasındaki güç dengesiyle ve adına “kamu yararı” denilen çoktaraflı bir menfaat müvacehesinde yahut hükmü herkese geçebilen bir kralın hükümranlığı ile sağlanabilmektedir. Bu yaklaşımın insan fıtratına ilişkin analizine göre devletsizlik toplumlarda anarşiye, kaosa yol açmaktadır. Zira menfaatini takip eden bireyler sonu gelmez bir çatışmaya girişmekte ancak menfaatlerinin temin ve muhafazasının ortak bir üst mercie tabi olmak ile mümkün olduğunu anlamalarıyle durulmaktalar. Eger devlet bir toplumun bireyleri arasında durulmanın ve güvenliğin aracı ise dünya yüzündeki muhtelif devlet birimleri arasında güvenlik ve durulmanın aracı ne olacaktır?


İki kutuplu dünya bir güçler dengesi olarak ortaya çıktığında güçler arasındaki çatışma yok olmuyor sadece sistemin kıyısına itiliyordu. Afganistan dahil pekçok üçüncü dünya toprağı üzerinde gerçekleşen savaşlar hep ilk iki dünyanın savaşlarıydı. Ve garip bir şekilde bu dönem nisbî bir düzen dönemi olarak anılmaktadır. Çoktaraflılık çerçevesi içinde üretilen uluslararası hukuk ve normlar sistemi çoğunlukla daha âdil ve evrensel özellikler gösterirken, muzaffer bir devletin veya devletler grubunun ürettiği uygulamalar ve normlar ise ekseriyetle umuma hitap etme yeteneği olmayan normlardır.


Bugün Sovyetler Birliği’nın dağılması ve küreselleşmenin yol açtığı coğrafî daralma ilginç sonuçlar üretmektedir. Evvelâ, devletlerin iç siyasetleri ile devletlerarası siyaset hiç olmadığı kadar içiçe geçmiş bulunmaktadır. Kutuplardan birinin çök(ertil)mesi dolayısı ile diğer kutup dizginlerinden boşanmış ve birikmiş şiddetini hâkimiyet ve kendi çıkarları istikametinde şekillenecek yeni bir düzen tesisi için kullanıyor. Amerika’nın bugün insan haklarını ve uluslararası hukuk normlarını hiçe sayan tutumu işte muzaffer ve hegemon bir kibirin ürünüdür. Ama sadece bir kibirin ürünü değildir. İnsan hakları söyleminin zâti bir sakatlığının çarpıcı bir yansımasıdır. Batıda geliştirildiği hâliyle hukukun ve insan haklarının kapsama alanı ulus devletin kapsama alanı olarak mümkün olmuştur. (Ulus devlet içinde sınıflar arasındaki hâkimiyet ve istismar ilişkilerini şimdilik atlayalım). Ulus devlet kültürünün ürettiği insan hakları söylemi ya “yurttaşlık” esasıyla işleyen devletlerin içinde veya nispî bir dengenin sağlanıp korunabildiği Avrupa Birligi türü ulus-devlet-dışı coğrafî alanlarda sözkonusu olabilmektedir. Bugün AB olarak örgütlenen coğrafyadaki devletler arasında sözkonusu olabilen ve ciddiye alınan uluslararası hukuk ve insan hakları söylemi güç dengesinin ortadan kalktığı sair coğrafyalarda ve daha geniş ölçekte önemsiz bir ümide dönüşmektedir.


Amerika’nın Guantanamo’daki uygulamaları çoktaraflı bir uluslararası hukuk sisteminden merkezi Amerika olan bir küresel polisli dünya devletine geçişin haberini veriyor. Bir anlamda, Amerika eski uluslararası hukuk sisteminden yeni (uluslararası değil küresel) hâkimiyet sistemine adam kaçırmaktadır. Hukuk normlarının hükümranlık alanlarından resmen adam kaçırıp, ne ulus devletin içi, ne de ulus devletin dışı olmayan, ama imparatorluğun hâkimiyet sahası içinde yeralan “kaçak” bir bölgede esir kampları oluşturmak ve esirlere esir muamelesi bile yapmamak dünyanın alacağı yeni şekil açısından kilometre taşı niteliğinde bir uygulamadır. Guantanamo, yeni Amerika’nın sınırlarını çizmektedir. Amerika’nın hâkimiyet sınırları ile temel insanî ve evrensel hukukun geçerlik sınırları arasındaki uyuşmazlık alanı gittikçe genişliyor. Amerika, bir imparatorluk olmanın yolaçtığı hukuk açığını ne kadar örtmeye çalışsa da artık emperyal davranış, ulus devlet ve mevcut hukuk normlarına sığmıyor.

Başka bir deyişle Amerika ulus-devlet’in içinden ulus devlet’in dışına adam kaçırmak suretiyle ve ulusların hükümranlığı ilkesini lağveden küresel polisiye müdahaleler yoluyla, yeni bir dönem başlatmış bulunuyor. Bu yüzden, önümüzdeki dönemde ulus-devletin içinde cereyan eden “haklar hareketleri”nin benzerlerine uluslararası/küresel plânda şahit olmaya devam edeceğiz. Neticede, imparatorluğun kendi pratiklerini meşrulaştırmak için öne sürdüğü terörizm de imparatorluğun açtığı savaşların sebebi değil sınırlarının genişlemesinin bir sonucudur. Amerikalılar, İngiliz İmparatorluğu’nun sömürgeciliğine meşhur “Boston çay partisi” ile başkaldırdıklarında mealen şöyle bir slogan kullanıyorlardı: “Söz hakkımız yoksa, vergi ödemeyiz!” Bugün Müslümanların yaşadığı coğrafya başta olmak üzere dünyanın önemli bir kısmı Amerikan İmparatorluğu tarafından vergiye bağlanmaktadır. Söz hakkı istemenin de adı nicedir “terörizm” oldu.


Misafir 1 Mayıs 2006 01:32

Gövde gösterisinin ortasında kalan medya ve onun yeni sınavı
 
Çok açık bir gerçeği herkes görüyor artık: Önümüzdeki günler siyasette sular ısınacak, asker-sivil ilişkisi yeni bir imtihandan geçecek ve medya bütün meydan savaşlarının ortasında kendine yeni bir pozisyon bulacak.

Çünkü bütün çatışmalar medya üzerinden yapılacak, herkes medyanın gücünden yararlanmak isteyecek.
Şu birkaç haftaya sıkışan olayları hatırlayın lütfen: 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlanıyor. Minnacık çocuklar neşe içinde. Bu arada klasik bir gösteri ilişiyor kamuoyunun gözüne. Bir grup çocuk “çarşafa girmiş”, arka sıradaki çocuklar fötr şapkalarla pankartlar taşıyor. Tipik bir Cumhuriyet mesajı: “Böyle giyinirdik, Cumhuriyet’imizden sonra böyle giyinmeye başladık” deniliyor ve 86 yıl önceki büyük değişime atıfta bulunuluyor. Ön sıralarda yürüyen çocuklara isyan eden askerî bir yetkili olaya müdahale ediyor. Aslında bir yanlış anlama olduğu ortada. Fotoğraf arka sıraları da gösteriyorsa; yani kadraj ustalıklarıyla arkadaki çocuklar yok edilmemişse fotoğrafı gören herkes, Cumhuriyet düşmanlığı ifade eden bir eylemin yapılmadığını anlar. Bir yanlış anlama, bir tezcanlılık, bir telaş ve sun’î bir gündem…
Tam Türkiye bu olayı konuşurken bir başka gövde gösterisine şahit oldu Türkiye. Küçük bir ilçede bayram töreni yapılırken sakız çiğnediği iddia edilen bir kişi (iktidardaki AK Parti’nin o ilçedeki en üst düzey yetkilisi) gözaltına alındı, ardından da tutuklandı. Üzücü bir olay; üzücü olduğu kadar yıpratıcı. Hukuku, siyaseti, askeriyeyi yıpratabilecek bir olay ile karşı karşıyayız. Ve medya! Yine sıcakkanlı, yine heyecanlı, yine telaşlı…
Anlamak çok zor! Olaylara konu edilen her birimin kendi içinde bir muhasebe yapması gerekmiyor mu? Tansiyonun yükselmesi Türkiye’de kime yarıyor? Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mi, siyasî partilere mi, zaten büyük sarsıntı yaşayan yargıya mı? Hiçbirine! Çünkü halk kavga istemiyor…
TMK, ideolojik saplantılara kurban edilmesin...
Haftanın en çarpıcı olayı, Terörle Mücadele Kanunu (TMK) üzerinde çıkan kavgalar oldu. Bu tasarıya daha hazırlanmaya başlandığı ilk günden beri şüpheyle bakılıyor. Herkesin endişesi aynı: Terörle mücadele edilirken temel hak ve özgürlüklerden taviz vermemek gerekiyor. Konu çok nazik, dengeyi tutturmak zor. O yüzden hükümet kanadı uzun zamandan beri “özgürlükler ile terör mücadelesi arasındaki hassas denge korunacak” diyor. Medyanın TMK takibini anlamak hiç de kolay değil. Baştan beri bu yasa tuzaklarla dolu diye feryat eden gazeteleri, diğer gazeteler bir türlü duymuyor, duymak için özel bir gayret göstermiyordu. Aylar önce Hürriyet ve Akşam Gazetesi’ne yansıyan taslağa göre vahim hatalarla doluydu tasarı. Mesela güvenlik güçleri “suç işleneceğine dair izlenim edindiğinde” kişi ve kurumların pek çok özgürlüğüne el koyabiliyordu. “İzlenim dediğin nedir ki!” diye sormadı medya. Daha bunun gibi pek çok hatayı sükut ile geçiştiren medyamız, son dakikada uyandı ve feryadı bastı. Aylardır niçin susulduğunu anlamak da mümkün değil, son fasılda bu kadar büyük gürültü koparıldığını da. Bugün isyan edilen maddelerin varlığı dün de biliniyordu oysa.
Her neyse. Şimdi ortada Meclis’e getirilmiş bir TMK metni var ve eleştirilerin somut bir şekilde yapılması mümkün. Bazı eleştirilerin yerinde olduğu da ortada. Gazetecilere verilecek hapis cezasına karşı çıkmak her gazetecinin görevi. Düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyecek her maddeye, her yaptırıma karşı çıkmak zorundayız. Bunun sağcılıkla, solculukla, liberallikle, muhafazakârlıkla ilgisi yok; her gazeteci özgür düşünceden yana saf tutmak mecburiyetinde. Ayrıca terörün tanımının net olması ve terör eyleminin ne olduğunun ve terör örgütünün özelliklerinin çok net bir şekilde ortaya konması gerekiyor. O yüzden 6. maddeye herkes itiraz ediyor; etmelidir de. Üstelik bu ve buna benzer hataların Meclis’te düzeltilme şansı hâlâ var. Bu tür yanlışları bulup yek vücut karşı çıkmalı medya. Ne var ki bazıları her şeyi tersinden okumaya bayılıyor, TMK gibi hayati bir konuyu ideolojik saplantısına feda ediyor; hatta daha da ileri giden küçük bir zümre işi yine Fethullah Gülen düşmanlığına dayıyor.
Gerilimi tırmandırmak medyayı yıpratır
Böyle ciddi bir mesele ancak bu kadar cıvıtılır. Bu cıvıtma alışkanlığı sadece gazetecilere mahsus bir davranış biçimi değil. Siyasetçiler de en mühim meseleyi sokak kavgasının en basit taktikleriyle geçiştiriyor. Geçen hafta TMK konuşulurken bir anda “TMK Apo’ya af kapısı açıyor” iddiasıyla ortaya çıktı CHP. Deprem gibi bir şeydi bu! Düşünebiliyor musunuz; bir yandan devlet terörle mücadele ile ilgili bir yasa çıkarmak istiyor, diğer taraftan eli kanlı bir terör örgütünün başı serbest bırakılıyor. Olacak şey değil! Adalet Bakanı Cemil Çiçek hemen çıkıyor ekranlara ve CHP lideri Deniz Baykal’a cevap yetiştiriyor. Hava gergin. Demeçler keskin. Suçlamalar ağır. Niçin? Gerçekten sormak gerekiyor, niçin? Bir yasa çıkarıyorlarsa, bu yasa ile ilgili Meclis’te komisyonlar kurulmuşsa, o komisyonda AKP ile CHP’li vekiller birlikte çalışıyorsa; hatta o komisyonlara devletin parlamento dışı yetkilileri temsilci gönderiyorsa, niçin kamuoyu huzurunda en ağır suçlamalar yapılıyor, niçin herkes mesajını medya üzerinden veriyor? Belli ki son dönemin muhalefet taktiği gerilimli söylemler üzerinden yapılıyor. Gerginlik arttıkça, hükümet kimyasının bozulacağı, eski siyaset tarzının hortlayıp podyuma çıkacağı, halkta meydana gelecek bezginliğin erken seçime sebep olacağı hesaplanıyor. Aslında bazılarının derdi erken seçim de değil; şayet öyle olsaydı her gergin tartışmanın akabinde “Hodri meydan! Buyurun sandığa!” denirdi. Muhalefet, onca sert üslubuna rağmen erken seçimi ağzına almıyor. Nasıl olsa ufukta en geç bir buçuk yıl sonra seçim var. Çankaya’nın yeni sahibi normal seçim süresinden önce de belli olabilir. Dolayısıyla Çankaya için veriliyor bazı savaşlar. Daha doğrusu Çankaya vesilesiyle iktidar kavgası veriliyor ve bu kavganın olabildiğince yıpratıcı olması isteniyor. Siyasetçinin bu kavgayı kontrollü bir gerilim halinde yönetmesi normal sayılabilir; çünkü siyasetin ruhu bazen cadı kazanından alır ilhamını. Medyaya ne oluyor; esas buna anlam vermek zor. Gerilim tırmandıkça tiraj da artmaz, reklam da. Birim fiyatı işletme giderini karşılayamayan Türk basınının gerilimden medet umması için hiçbir sebep yok. Ortaya çıkacak en küçük bir siyasî istikrarsızlık ve ekonomik kargaşa, her sektörden önce medyayı vuracaktır. Önünü görmekte güçlük çeken ve ülkenin yarınından endişe eden iş dünyasının ilk tasarruf kalemi reklam değil mi? Gündem gergin diye bazı sorunlar görmezden gelinsin ya da bazı konuların üstü kapatılsın demiyorum şüphesiz. Ancak siyasetçilerin can simidi gibi sarıldığı ağız dalaşına medyanın da aynı dengesizlik içinde yaklaşmasında sıkıntı var.
Daha tehlikeli bir durum var: Rejim tartışmaları. Son günlerde o kadim rejim tartışması yeniden hortlamaya başladı. Bu ülkede medya ne zaman irticaı gündeme getirse halk yazılanlara şüpheyle bakmaya, yeni bir tezgâh ile karşı karşıya kalındığını düşünmeye başlar. Bu açıdan bakıldığında 28 Şubat sürecinde yaşanan bazı olaylar cürm-ü meşhudun dikâlâsıdır. Halk mizansenler, suflörler, figüranlar vasıtasıyla, psikolojik harbin edilgen cephesinde kaldığını, meselenin özünde irtica olmadığını gördü. Korkutmak, kışkırtmak, nefret uyandırmak için onlarca hadise tertip edildi. Ve vatandaş anladı ki irtica senaryolarının arkasında büyük rant kavgaları var. Hortumculuk diye nitelendirilen bir suçu 28 Şubat döneminde fark etti. Ticaret-siyaset-medya üçgenindeki gizli gerçeklerin toplumu Bermuda’nın esrarengiz koordinatlarından daha belirsiz bir yere taşıdığını anladı. O yüzden bugün yapılan pek çok provokasyonu halk 28 Şubat’ın kirli ilişkiler ağıyla irtibatlandırıyor. Bunların bir kısmı kuruntu, bir kısmı da kurgu. Ancak inkâr edilemeyecek bir kuşku olduğu da açık. Önemli olan algılama. Ve bu algıya göre medya en zayıf halka durumunda. Çünkü yakın geçmişe dair hatıralar generallerin yayın toplantısı yaptığını, gazetecilerin işine son verdiğini, andıçlarla medya üzerinde baskı kurduğunu gösteriyor, siyasete içeriden ve dışarıdan müdahale edildiğini vs. gösteriyor. Herkesin kendi muhasebesini bir kez daha yapması, yakın geçmişten ders çıkarması gerekiyor. 28 Şubat’ta asker de yıprandı sivil de. En çok da medya. Ve diyetini ağır ödedi. Son birkaç yıldır derlendi toplandı medya, itibar kazandı. Ticarî kazancını katlamakla yetinmedi; aynı zamanda daha muteber, daha ilkeli bir medya olma yolunda mesafe aldı. Görünen o ki Türkiye yeni bir döneme girdi. Bugün asker-sivil ilişkisine çok daha dikkatli yaklaşmak zorunda. Siyasî atraksiyonlara hemen meyletmemeli, daha dikkatli, daha duyarlı bir yayın stratejisi geliştirmeli. AB yolunda bu kadar uzun bir yol kat edilmişken anti demokratik saflara iltica etme ya da siyasetin seviye problemi yaşayan senaryolarından rol kapmaya çalışma, Türk medyasını büyük bir kaosun içine atacaktır. Büyük düşünmek lazım. Büyük düşünen büyür çünkü. Türkiye büyümenin sancısını çekiyor. Elbette bugünkü sıkıntılar da aşılacak. O gün geldiğinde aynı hatayı mükerrer yapmanın hacaletini yaşamaya hiç gerek yok. Ancak şu da çok açık ki küçük düşünen küçülecektir ve geleceği hep doğru yazan, hep özgürlükçü kalan markalar göğüsleyecektir.


ahmetseydi 1 Mayıs 2006 11:55

Eğitim Köleleştiriyor mu.._?
 
Eğitim Köleleştiriyor mu...


Yıllar önce, o zamanlar çok popüler bir haftalık dergi olan Nokta, İstanbul’da ilginç bir deney yapmıştı. Bir tiyatro sanatçısı olan Ezel Akay eline bir megafon alarak koyu renk elbiseler ve siyah pardesüler giyen ekibiyle birlikte önce güvercinleriyle ünlü Yenicamii’nin arkasındaki parka giderler. Parkta oturan, gezen, etrafı seyreden bir sürü insan vardı. Akay, elindeki megafonla kalabalığa doğru sert bir emir verir: “Herkes ayağa kalksın!” Emri duyan, Akay’ı ve ekibini gören istisnasız herkes derhal ayağa kalkar.

Sonra Eminönü İskelesi’ne geçerler. Akay, yine sert bir emirle: “Herkes yere çöksün!” diye bağırır. Gemiden inenler, bilet kuyruğunda bekleyenler, simitçiler, işportacılar, emri duyan herkes yere çöker.
Sonra Mecidiyeköy’deki stadyumun önüne giderler. Megafondan: “Herkes ellirini kaldırıp duvara yaslansın!” emri duyuldu. Stadyuma girmek için kuyrukta bekleyen futbol seyircileri, kokoreççiler, bayrakçılar derhal emre uyarlar.

Daha sonra da ekip bir fabrikanın önüne giderler. Mesai saati başlamak üzeredir. Fabrikanın girişine bir masa koyarlar ve masanın üzerinde düzmece bir evrak yerleştirerek işçilere emiri verirler: “Herkes içeriye girerken bu kâğıtlara parmak basacak!” Giren basar, giren basar. Kimsenin aklına “siz kimsiniz hemşehrim? Neden bu kâğıtlara parmak basıyoruz?” diye sormak gelmez.

Son olarak da, Beyoğlu’na gelirler. İstiklal Caddesinde gezinen, vitrinleri seyreden kalabalığa yine sert bir emir verilir: “Herkes sıraya girsin, arama var!” Emri duyan herkes koyun sürüsü gibi sessizce sıraya girer. Ancak caddede dolaşan bir çift bu emre uymaz.

Ekiptekilerden biri onlara doğru bağırır: “Hey siz ikiniz! Emri duymadınız mı?” Kendilerine seslenildiğini anlayan ve herkesin sıraya girdiğini gören adam cevap verir: “Who are you? What is happening here?” Sıraya girenler içerisindeki kravatlı takım elbiseli bir bey ekibe yardımcı olmanın verdiği gurur ve heyecanla lafa karışır: “Adam turist, İngilizce konuşuyor.” Ekip elemanı gülmemek için kendisini zor tutar:

“Ne diyor peki?”
“Siz kimsiniz, burada neler oluyor?”

Ve o iki turistin haricinde hiç kimse neler olup bittiğini, kendilerine böyle gün ortasında emirler yağdırıp sıraya sokanların kim olduğunu sormaz ya da soramaz.



KİŞİLİK VE KİMLİK PROBLEMİ


Mevcut Millî Eğitim’in felsefesine dikkatle bakarsanız, insanların kendi başlarına bir şey öğrenemeyecekleri, eğer kendi başlarına öğrenmeye başlarlarsa, zararlı şeyler haline gelecekleri yaklaşımını fark edebilirsiniz. ‘İstendik’ değil de ‘istenen’ yani öğrenim sürecinin aktörü olan öğrencinin (hatta velinin ve öğretmenin) bile, ne öğreneceği ve nasıl öğreneceği konusunda hiçbir tercih ve istek şansı yoktur.

Öğrencilerin istedikleri, yani kendi stil ve profiline uygun ve gerekli olan bilgi, beceri ve davranışların devlet tarafından belirlenmesi gerektiği, belirlenen müfredat çerçevesince verilmesi gerektiğinde tam bir fikir birliği görüyoruz, öyleki bunu sorgulayamazsınız bile!

Halbuki “onu öyle değil böyle yap!” ifadeleri ile özetleyeceğimiz bu yaklaşım, insanları çözüm üretemeyen, başkalarının kurtarıcılığına muhtaç hale getirmenin en kestirme yolu olmaktadır ve eğitimi, adıyla özdeş hale getirip bir eğip bükme, istenen şekile sokmaktan ibaret bir işleme dönüştürmektedir. Bugün adına eğitim kurumları dediğimiz müesseler, aynı tip üründen milyonlarca üretmek gayesiyle kurulmuş bir fabrikadan farksızdır.

Pedagoji ve eğitim gerçekleri; çocukların kendi başlarının çarelerine bakmasını öğrenmesi için onların işine karışmamak lazım geldiğini söylüyor; onlara hükmetmediğimiz takdirde kendilerini idare etmeyi öğrenebileceklerini gösteriyor. Dahası onları zorlamadığımız takdirde kendilerini bulacaklarını anlatır.

Anne veya babasının her söylediğinin niçin öyle olduğunu, davranışlarının tek doğrulu davranış olup olmadığını sorgulayan ve merak eden bir çocuğa dayanmak, çoğu aile için zor görünebilir. Tırnakları kesilmiş bir ev kedisi gibi merakı ve şüphesi bastırılmış bir çocukla yaşamak daha kolaydır çünkü.. Hele, bunun üzerine biraz da itaat-saygı kaymağı sürülürse istenen ideal çocuk tipi karşınızdadır.



NASIL BİR EĞİTİM?


Eğitim adına yüklenen bilgiler sınav denen aktivitelerle öğretmen tarafından geri istenir. Bu uygulama ve tavırlar, öğrencinin “ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma..! sorma düşünme itaat et gibi bir anlayışları benimsemeye götürür. Eğitimi boyunca sürekli bilgiyle yüklenen, nesne konumunda kalan öğrencinin bilgiyi üreten ve kullanan özne konumuna çıkamamasını anlamak zor değildir herhalde.

Sonuçta sürekli ikinci el bilgiye mahkûm edilen, kendisinden orijinal ve yeni hiç bir şey istenilmeyen eğitim sürecinden çıkan bireyin, hayata atıldığında orijinal ve yeni bir şey üretme şansı bulamamasını da çok görmemeliyiz..

Gerçekte birbirinden çok uzak kavramlar olan “öğrenme” ile “öğretme”yi benzer kavramlar zannediyoruz. Mevcut eğitim zora dayanan yani insanların kendi başına bir şey öğrenemeyeceği varsayımı üzerine kurulmuştur. Belleğe bilgi yığmaya dayanan bu yöntemle—adına ister ezber deyin isterse bilgi odaklı öğretme merkezli eğitim deyin ya da başka bir ad verin fark etmez—insanlar bir şey öğrenmiyor aksine merak ve ilgilerini kaybediyorlar.

Öğretilenlerden kuşku duymayan ve tek doğrulu eğitim sistemine bağlı kalan toplumlarda insanlar bir tür “köleliğe” mahkûm olmaktan kurtulamazlar. Ekonomiden siyasete bir çok alanda bu kölelik zihniyetinin örnekleri ortadadır.

Çocuklara, doğal öğrenme eğilimlerine (örneğin oyun ) aykırı ve baskıcı, aşırı zorlamaya dayalı yöntemlerle, ardışık tekrarlatmalar yoluyla belleğe nakşetmek şeklindeki eğitim onların zihnini köleleştirmeden öte bir işe yaramayacaktır.

Eğer insana ve onu hayvanlardan farklı yaratan Allaha saygı duyuyorsak Onun bize bahşettiği en değerli özelliklerimizi, merakı ve öğrenme gücünü harekete geçirecek bir eğitim modeli ortaya koymalı, sorgulamayı, düşünmeyi eğitimin bir numaralı hedefi haline getirmeliyiz. Öncelikle yapılması gereken meraka dayalı kuşku ve araştırmaya dayanan eğitim, öğrencinin kendi öğrenme profiline, kendi ihtiyaçlarını kendisinin keşfetmesine fırsat veren bir ortamda sunmanın yollarını araştırmaktır. Eğitimcinin kesinlikle öğretme konumunda kalmayacağı bu yeni modelde öğretmen, ders arkadaşı konumunda kalacak, üreticiliği, yenilikçiliği, araştırıcılığı ve sevgisi ile öğrencilere rehber olacaktır.
Aksi halde ne milli ne de eğitim vasfı kalmayan eğitim sürdükçe hiç şüpheniz olmasın ki düşünce suçu, kıyafet yasakçılığı, halkın haksızlıklar karşısında sessiz ve sorgusuz vaziyeti sürecektir. Belletilenler dışında bir şey düşünmesi istenmeyen ezber nesillerinin sürekli tüketen ama hiçbir orijinal şey üretemeyen vaziyeti devam edecektir.


ramsstein 1 Mayıs 2006 17:27

Bizim her şeyimiz vardı...

EVİMİZ, arabamız, mutfaklarımız, mutfaklarda buzdolaplarımız...

Onların yoktu.


Ortopedik engelli çocukların yatılı okulunda, akşam yemekler yenildikten sonra, hüzün ve yalnızlık, her zaman yatılacak bir kara çarşaf gibidir.

Son olarak camdan dostlarına bakıp uyurdu çocuklar.

Yandaki parkta köpekler vardı ve çocuklar o köpeklerle dostluk kurmuşlardı.

Uyumadan önce camlara doluşur, köpekleri bir kez daha görür, kendilerine göre el sallayıp sonra yataklarına giderlerdi.

Nöbetçi öğretmenler, çocukların yardımıyla artan yemekleri toplayıp köpeklere götürürlerdi.

Müdür muavininin ve ona yardıma gelen eşinin ilgilerini çeken bir şey vardı:

Çocuklara altışar köfte veriliyordu. Ama onlar üç tanesini yiyip, üçer tanesini tabaklarında bırakıyorlardı. Nöbetçi Müdür Muavini ve eşi, çocuklara ısrar edince anladılar bırakılan üçer köftenin sırrını:

Köpeklere gitsin diye...

*

İznini almadan bu mesajını yazdığım yüce insan Gülay Yoleri notlarında, "Oysa orası bir yatılı okuldu. Akşam 18.00'den sonra yemek olmazdı. Bizler evlerimizde o saatten sonra neler yeriz. Bizim her şeyimiz vardı. Çocuklarımız buzdolaplarının kapısını kaç kez açıp kapatırlardı kim bilir?" diyor.

*

Evet, bizim her şeyimiz vardı.


Evlerimiz, ışıklı salonlarımız, televizyonlarımız, mutfaklarımız ve o mutfaklarda buzdolaplarımız...

Orada saat 18.00'den sonra hiçbiri yoktu.

Ama bizler hiçbir zaman tabaklarındaki altı köfteden üçünü parktaki köpeklere ayıran çocuklar kadar zengin olamadık.

Değil altı köftemizden üçünü, bu koca dünyada bir çöplükte kazdığı çukura yavrularını doğuran anneye orayı bile vermeyecek kadar yoksuluz bizler.

Ne balkonumuzdaki demiri tünemeleri için kuşlara, ne bahçemizdeki kutuların arkasını yavru kedilere verdik.

Sokağın karanlığını bile esirgedik bizler.

Her gece vicdan yoksulu insanların silah sesleri ve canlıların çığlıkları sürüp giderken, yarı aç uyuyan yatılı okul bebeklerinin... Köftelerini parktaki köpeklerle paylaşan o ortopedik engelli çocukların ne kadar varlıklı, duygularının ne kadar sağlıklı ve ne kadar zengin olduklarını hesaplayamam.

Burnumu çeke çeke bu yazıyı yazarken bir cümle başıma vurup duruyor:

"Bizim her şeyimiz vardı..."


ahmetseydi 1 Mayıs 2006 17:33

Araştırma ve Biz
 
BİR KARINCA YAVRUSU, ana kraliçenin yeraltında açtığı ve üzerini kapatarak dış dünyadan tamamen soyutladığı bir dehlizde kozadan çıkar. Daha o anda, nereye geldiğini ve kendisinden ne beklendiğini biliyor gibidir. İlk iş olarak, dehlizi genişletmeye koyulur; çünkü yeni doğacak kardeşlerine burası dar gelecektir. Bu işi yaparken, henüz tanıma fırsatını bulamadığı bedenine takılmış iki çift çenesini, üç çift ayağını ve antenlerini bir sanatkâr becerisiyle kullanır. Kendisine, o dehlizden başka bir dünyanın da var olduğunu anlatacak kimse yoktur. Anlatması da gerekmez. O, kendiliğinden, dehlizin tavanında bir delik açar ve dışarı çıkar. Yiyecek toplar, doğduğu yere getirir. Yavru karınca, daha hayatının ilk anlarında, kendisinden sonra doğacak kardeşlerinin bakımını annesinden devralmaya hazırdır.


Karınca, bu olağanüstü becerisiyle canlılar dünyasında yalnız değildir. Özellikle böcek seviyesindeki canlı türlerinde, hayatının ilk dakikalarından itibaren bir sanatın icrasına girişmek, oldukça yaygın bir uygulamadır. Bu konuda bütün canlı türlerinden çok gerilere düşen birisi varsa, o da insandır.

İnsan, tam bir beceriksizlik ve cehalet içinde hayata gözünü açar. Doğduğu anda bildiği tek şey ağlamak ve emmekten ibarettir. Vücut organlarını kullanmasını öğrenmesi bile aylar, hattâ yıllar alacak, kendi başının çaresine bakacak hale gelmesi ise çok daha uzun sürecektir. Daha da ileri giderek, insanın bütün ömrünü öğrenmekle geçirdiğini de söyleyebiliriz. Bu da onun yaratılış amacını açıklar. Onu karınca ile karşılaştıracak olursak, birinin öğrenmiş olarak, diğerinin ise öğrenmek üzere bu dünyaya geldiğini—yahut gönderilmiş olduğunu—rahatça söyleyebiliriz.
İnsanın araştırmak ve öğrenmek üzere yaratıldığını gösteren en büyük delil, hayatının ilk yıllarıdır. Bir bebeğe dikkat edin: Uyku dışındaki bir dakikasını boş geçirdiğini görebilir misiniz? Elini, ayağını, ağzını, bütün yeteneklerini ve—en önemlisi—zekâsını kullanmak suretiyle, sürekli olarak kendisini ve çevresini araştırmakta, tanımaya çalışmakta, birtakım bilgiler edinmekte ve bu bilgileri, daha ileri düzeyde bilgilere ulaşmak için basamak yapmaktadır. Mükemmel bir araştırma faaliyeti!

Hayatın ilk yılları, araştırmacılığın altın çağı sayılır. Bu yıllarda çocuğun zihninde “zor” veya “imkânsız” şeklinde bir kavram yok gibidir. Yetişkin insanlar için yabancı bir dil öğrenmek veya bir bilim dalında uzmanlık kazanmak son derece güç bir iş iken, en az o kadar zahmet ve sabır isteyen yürümek ve konuşmak gibi son derece ağır işlerin altından her çocuk başarıyla kalkmaktadır.

Fakat bu altın çağ, çocukluk devrelerinin ötesine pek seyrek olarak uzanma şansı bulur. Çocuk, çok geçmeden, herşeyi kurcalamanın ve büyükleri soru yağmuruna tutmanın iyi birşey olmadığını öğrenmeye başlayacaktır. Bunu öğrenmesi, o zamana kadar onu içinde yaşadığı dünyanın sırlarını keşfetmeye iten merak duygusunu belki bütünüyle yok edemez, fakat başka mecrâlara rahatlıkla yöneltebilir. Yeni birşeyler öğrenmek, önüne yeni ufuklar açan bilgiler edinmek, hayatın en heyecan verici faaliyeti olmaktan yavaş yavaş çıkar.
Böylesi, zamanla bize daha rahat gelmeye başlar. Araştırmaktan, yeni bilgiler edinmekten, yeni bilgilerle birtakım problemler çözmekten ve yeni bazı sonuçlara varmaktan, yeni durumlara göre yeni davranışlar geliştirmekten, yeni bilgilerin açtığı ufuklarda daha da yeni bilgilerin peşine düşmekten kaçınmakla, aslında, düşünmekten de kendimizi “korumuş” oluruz. Zaten çevremizdeki pek çok şey, düşünmeyi, Henry Ford’un deyimiyle “dünyanın en zor işi” haline getirmek için düzenlenmiş gibidir.


ramsstein 1 Mayıs 2006 17:37

Ayşe ARMAN
http://www.hurriyet.com.tr/_yazarlar/images/12b.jpg Seks öğrenilebilen bir şey mi?


Bir süredir kafamı kurcalayan bir şey var.

Phizer’in seks araştırması.

Araştırmayı yapan Chicago Üniversitesi, finanse eden Viagra’nın üreticisi Phizer.

Dandik bir şey değil.

29 ülkede 27 bin 500 kişi üzerinde yapılmış bir anket.

Bu araştırmadan yeni neler öğrendik?

Türk erkeklerinin yüzde 51’i seksi seviyor, "Seks iyidir" diyor.

Bir defa, ilk sorumu şimdi sormalıyım: Yüzde 51, her an seks düşünmekle ünlü Türk erkekleri için biraz az değil mi? Hatta daha da ileri gidip, utanç verici değil mi? Bu erkeklerin yarısı seksten hoşlanmıyor mu yani? Arka sayfa güzelleri boşa mı gidiyor yani!

Devam edelim...

Türk erkeklerinde durum böyle de, Türk kadınlarında durum şahane mi? Ne münasebet, daha da feci. Sadece yüzde 25’inin seksle arası iyi. Gerisi fos. Seks dendiğinde kaçacak yer arıyorlar.

Oysa, Ortadoğu genelinde kadınların sekste zevk alma oranı yüzde 37.

Haliyle insan, "Nasıl yani?" oluyor.

"Sakın ankette bir yanlışlık olmasın?" diye düşünüyor. Biz Ortadoğu’nun en özgür, en modern Müslüman kadınları değil miyiz?

Nasıl olur da onlar, seksi bizden daha çok sevebilir?

Demek ki din, "libido kırıcı" bir unsur değil.

Olsa, Malezya’da "Seks iyidir" diyen kadın oranı yüzde 50 olmazdı, değil mi?

Ama bizler de zannettiğimiz kadar özgür, rahat, modern değilmişiz.

***

Peki bizde bu oran niye bu kadar düşük?

Bu sonucun tek sorumlusu bizim kadınlarımız mı?

Neden Arap erkekleri de mesela, ya da Avusturyalılar, ya da Kanadalılar Türk erkeklerinden daha fazla seksi seviyor?

Toptan bir sorunumuz var.

Bu konuda Ayşe Karasu güzel bir yazı yazdı. Yazısında Türk kadınının libidosunun neden düşük olduğunu tartışıyordu. Neden dünyadaki diğer kadınların gerisinde kalıyordu? Soğuk muydu? Vajinismusu mu vardı? Neydi? Ahlak mı gelenek mi eğitim mi? Araştırmadan çıkan birtakım kiriterler var, seksten zevk alabilmek için: 1) Kadın-erkek eşitliğinin ileri derecede olduğu Batılı bir ülkede yaşayacaksın. 2) Ama sadece "gelişmiş ülke" kriteri de, seksi sevmek için yeterli değil. O ülkeye hakim kültürün çok fazla erkek merkezli olmaması gerekiyor. Kadınların baskı altında tutulduğu, kadın cinselliğinin hiç önemsenmediği bu ülkelerde doğal olarak kadınların libido görüntüsü de düşük çıkıyor. 3) Ve en önemlisi, erkeklerden farklı olarak kadınlar, beyniyle sevişiyor.

***

Burada bir duralım.

Bu farklılık, önemli bir farklılık.

Çünkü burada sadece kadınların değil, erkeklerin de yetersizliği, bilgisizliği söz konusu. Bir kadının zevk alabilmesi için, önce beynen baştan çıkarılması ve tahrik edilmesi gerekiyor. Bunun için de önce hayal gücü gerekli, oyun oynama kabiliyeti gerekli. İnsanlar önce bunu geliştirmeli. Özgürce kendisini hayallerine teslim edebilme yeteneği. Her türlü baskıdan kurtularak...

***

Bense sizinle şunu tartışmak istiyorum:

Seks öğrenilen bir şey mi?

Ben öyle olduğuna inanıyorum.

Her insanda üreme içgüdüsü var. O yüzden herkes el yordamıyla "nasıl" olacağını bulabilir. Ama nasıl olacağını, ya da nasıl yapılacağını bilebilmek yeterli midir?

Eğer zevk almayı tartışıyorsak, daha fazlası gerekmez mi?

İnsan bu eylemin esasını, tekniğini, duygularını, oyunlarını öğrenebilir.

Ve bu sayede de bir çiftin hayatı renklenebilir, çok daha zevkli hale gelebilir.

Ben logaritma öğrenir gibi seks öğrenelim demiyorum.

Ama bu eylemi keyifli kılan, tecrübe ve bilgidir.

Söyler misiniz, aksi takdirde neden onca Türk erkeği onca Rus kadının peşinde koşar?

Nasıl ruhsal birtakım kurslar, seminerler, work shop’lar var, nefes egzersizlerine gidiyoruz, ruhumuza detoks yapıyoruz, rahatlıyoruz, gevşiyoruz...

Ben inanıyorum ki, günün birinde seksle ilgili de eğitimler verilecek.

Yanlış anlamayın, tekrar ediyorum, ben teknik insanlara dönüşelim demiyorum ama biraz kendi bedenimizi tanıyalım, karşı cinsin bedenini tanıyalım...

Ve en önemlisi beynimizi tanıyalım!


Misafir 1 Mayıs 2006 17:45

Türkiye’de ciddi bir muhalefet sorunu var (I)
 
Demokratik rejimleri, otoriter ve totaliter rejimlerden ayıran özelliklerden birisi de, siyasetin taşıyıcı aktörleri olan siyasi partilerle devlet aktörleri (sivil ve askeri bürokrasi) arasındaki alanın darlığı ya da genişliğidir.

Bu alan, ki siyaset yapma alanıdır, genişledikçe rejim demokratikleşir, daraldıkça otoriterleşir. Türkiye’de çok partili demokrasi deneyimi içinde bu alan, darbeler dışındaki dönemlerde bile her zaman dar bir nitelikteydi ve bu nedenle Türkiye’de demokrasi deneyimi hep bir “demokrasi eksiği” sorunu yaşadı, demokrasi derinleşemedi ve kurumsal ve kültürel olarak toplumsal yaşama yerleşik bir nitelik kazanamadı. 1990’lı yıllar Türkiye’de siyasi aktörlerle devlet aktörleri arasındaki alanın iyice daraldığı, demokratikleşme ve ekonomik sorunların istikrar ve güvenlik adına ikinci plana atıldığı yıllar oldu. Fakat ortaya çıkan, istikrar değil giderek artan ve toplumsal yaşamın her alanında hissedilen istikrarsızlıktı; toplumla bağ kurmak yerine devlet merkezci siyasetin sözcülüğünü yapmak isteyen siyasi partilerin giderek oy kaybetmeleri ve yok olma sürecine girmeleriydi. 2000’li yıllara girdiğimiz zamansa, istikrar yerine aksine ekonomik, siyasal ve kültürel düzeylerde istikrarsız bir Türkiye ortaya çıktı. Siyasi bir deprem niteliğinde olan 3 Kasım 2002 seçiminde de istikrar söylemi adına toplumsal sorunlara sırtlarını çevirmiş tüm siyasi partilerin parlamento dışına düşmesini gözledik.
3 Kasım seçimlerinin sonucu olarak ortaya çıkan AKP tek parti iktidarı ve CHP tek parti anamuhalefeti Türkiye’ye siyasal aktörlerin istikrarı demokratikleşme ve sürdürülebilir ekonomik kalkınmada arama olasılığını verdi. Türkiye’de uzun yıllar sonra siyasi aktörler ile devlet aktörleri arasındaki siyaset yapma alanının genişlemesi, dolayısıyla demokratikleşme yoluyla toplumsal sorunlara çözüm bulma olasılığı da doğdu. Aynı zamanda, Türkiye-AB ilişkilerinde ortaya çıkan tam üyeliğe dönük olumlu gelişmeler ve diğer taraftan Irak Savaşı ve Türkiye-ABD ilişkileri, Türkiye’nin gücünün güvenlikle demokratikleşme ve ekonomik kalkınmayı beraber gerçekleştirmesine bağlı olduğunu gösterdi. Türkiye’nin geleceğinin devlet-merkezci siyaset anlayışında değil, demokratikleşmede aranması gerekliliği, hem 3 Kasım seçimlerinde, hem de 2000’li yıllarda Türkiye’nin yüzleştiği uluslararası ilişkiler sorunları içinde, AKP ve CHP’ye tarih ve değişim tarafından söylenmiş oldu.
CHP ile muhalefet yürümüyor; çünkü...
Türkiye’de 3 Kasım seçimlerinden bugüne kadar olan gelişmelere, değişimlere, dönüşümlere, sorunlara ve bu süreç içinde siyasi alanın gösterdiği performansa, hem iktidar hem de muhalefet temelinde baktığımız zaman, bir ikilem ile karşılaşıyoruz. Objektif bir gözle AKP iktidarının bu süreç içindeki performansına baktığımız zaman, Türkiye’nin içinden geçtiği değişim ve dönüşümün içinde taşıdığı siyasal, ekonomik, kültürel ve uluslararası ilişkiler sorunlarına yanıt vermede belli alanlarda başarılı, belli alanlarda eksikleri ve başarısızlıkları olan bir iktidar yapısı görüyoruz. Bu süreç içinde başarıların ve sorunların beraberliği bugün kamuoyu yoklamalarında iktidara olan desteğin hâlâ çok yüksek seviyelerde olmasından çıkartabiliyoruz. AKP’nin iktidar olduğu bu dönem içindeki performansının daha derin ve kapsamlı tartışılması ve çözümlenmesi gerekir, ama bu başka bir yazının konusu. Yalnız şunu söyleyebiliriz ki, bugünkü Türkiye, yaşadığı sorunları göz ardı edemeyiz ama kabul etmemiz gerekir ki 1995-2001 arası ekonomik, siyasi ve kültürel istikrarsızlar, krizler ve çatışmaların olduğu Türkiye’den daha iyi bir yerde.
AKP ve iktidarın performansına karşı bu dönem içinde muhalefetin performansına baktığımız zaman farklı bir tablo ile karşılaşıyoruz. “Türkiye’de ciddi bir muhalefet sorunu var” saptamasını doğru kılan ve bu saptamanın farklı siyasi görüşler arasında kabul bulmasını sağlayan bir başarısızlık performansı, 2002’den bugüne CHP’nin anamuhalefet partisi olarak konumunu belirliyor. Son günlerde çok ciddi ve toplumsal tedirginlik yaratan Kürt sorununa yaklaşımında, Şemdinli davası içinde aldığı konumda, başka ülkelerin cumhurbaşkanlarını kendi iç siyasi söyleminde kullanırken diplomatik olarak Türkiye’yi zor durumda bıraktığını anlamamasında, laiklik tartışmalarına yaklaşımında demokratik ve sosyal çözüm önerilerinin çok uzağında bir muhalefet yapma anlayışını güden bir parti konumunda bugün CHP. Ama bu konum çok uzun zamandan beri sergileniyor. 2002’den bugüne AKP’ye toplumsal sorunlara çözüm önerileri temelinde muhalefet etmeyen bir CHP var. Dolayısıyla da, alternatif bir kamu yönetimi yasası, alternatif bir yerel yönetim yasası, alternatif bir YÖK yasası, alternatif bir Irak politikası, alternatif bir Kıbrıs politikası, alternatif bir sürdürülebilir ekonomik kalkınma anlayışı, son dönemde çok ciddi bir soruna dönüşmüş işsizlik, yoksulluk ve eşitsizlik sorunlarına sosyal adalet temelli çözüm üretme, AB sürecinde itici güç olma, demokratikleşmeyi derinleştirme vb. politikalarla güçlü bir muhalefet üretmek tercihinde olmayan bir CHP yönetimiyle Türkiye’de anamuhalefet partisi işlevi sürdürülüyor. Karşımızda hâlâ 1990’lı yılların siyaset anlayışını sürdürerek ve toplumdan kopuk bir söylemle, devlet-merkezci siyaset anlayışının güvenlik söyleminin sözcülüğünü yapmayı tercih eden bir parti var. AKP ile devlet aktörlerini karşı karşıya bırakıp, bu süreçten AKP’nin yıpranacağını uman dar bir siyaset anlayışıyla hareket eden CHP, hem kendisine oy veren seçmen kitlesi temelinde, hem de Türkiye’yi ciddi bir değişim geçiren dünya içinde güçlü bir aktör yapmak bağlamında ciddi bir sorun olarak ortaya çıkıyor, akademik ve kamusal söylem içinde tartışılıyor.
CHP’nin yaptığı bu hatalı tercih kendisini toplumdan uzaklaştırırken, diğer taraftan da, ironik olarak, AKP iktidarının katılımcı demokrasi, sosyal adaletli bir Türkiye yaratmak, kültürel çeşitliliğe sahip olma ve etkili devlet yönetimi için kadrolaşmadan uzaklaşma temelinde yaşadığı sorunlara rağmen hâlâ gücünü korumasına, hatta bazı kamuoyu araştırmalarına göre giderek toplumsal desteğini güçlendirmesine yol açıyor. Fakat, bununla birlikte, bir taraftan Türkiye’nin iyi ve demokratik yönetilmesi için, diğer taraftan da savaşa indirgenen 11 Eylül-sonrası dünya politikasının demokratik bir dünya yönetimine dönüştürülmesi olasılığına Türkiye’nin vereceği katkının artması için, Türkiye’nin modernleşme ve demokratikleşme sürecinin itici gücü olacak bir sosyal demokratik partiye ya da CHP’nin bu temelde dönüştürülmesine gereksinimimiz var. En azından, kısa dönemde de, giderek güçlenen AKP iktidarını dengeleyecek, bu iktidarın Türkiye’yi yönetiminde ortaya çıkacak olası sorunların demokratik bir temelde çözülmesini sağlayacak ve devlet-toplum/birey ilişkilerinin bireysel hak ve özgürlüklerin korunması ekseninde düzenlenmesini sağlayacak bir sosyal demokratik muhalefete Türkiye’nin gereksinimi var. Diğer bir deyişle, “güçlü ve demokratik bir Türkiye” yaratmak için, hem bugün etkin bir muhalefet partisi işlevini görecek, hem de uzun dönemde sosyal demokrasiyi bir ideoloji olarak toplumsal ilişkiler içinde yaygınlaştıracak sosyal demokratik bir partiye gereksinimimiz var.
Muhalefet ve kriz Fakat, toplumla organik bağ kuracak politikalar üretmek yerine, devlet-merkezci, milliyetçi ve sadece iktidar-karşıtlığı ve iktidarı devlete şikayet etme temelinde dar bir siyaset yapma anlayışını bugüne kadar tercih eden CHP’nin, ne etkin bir muhalefet partisi işlevini görmede, ne de kendisini güçlü ve demokratik bir Türkiye vizyonunu kurabilecek sosyal demokratik bir partiye dönüştürmede başarılı olması zor gözüküyor. Bu nedenle de, bugün Türkiye’nin temel sorunlarından birisi de CHP’nin etkin ve Türkiye’nin sorunlarına çözüm bulmaya yönelik muhalefet yapma eksikliğidir. Bu nedenle de, CHP’nin bugün yaşadığı sorunun eleştirel ve çok-boyutlu bir çözümlemesini yapmak zorundayız. Türkiye’de genelde sosyal demokrasinin krizi, somutta CHP’nin krizi üzerine çalışmaları taradığımız zaman, sorunun sadece bugünle ilişkili olmadığını, aksine son 25 yılda, dolayısıyla da 1980’lerden bugüne, özellikle 1990’larda ve 2000’li yıllarda, giderek ivme ve derinlik kazanan bir sorun olduğu saptamasını yapabiliriz. Türkiye’de sosyal demokrasinin, (i) siyasi bir aktör olarak, (ii) toplumsal bir hareket olarak ve (iii) toplum içinde güvenilirliği ve inandırıcılığı olan bir ideoloji olarak son çeyrek asırda giderek küçüldüğünü, iktidar olmaktan uzaklaştığını, hatta marjinalleştiğini görüyoruz. Bu anlamda, “bugün Türkiye’de sosyal demokrasi ciddi bir sorun ya da kriz yaşıyor” saptaması, sadece siyasi parti düzeyinde, dolayısıyla sadece CHP ya da ondan önceki sosyal demokratik partilere endeksli düşünülmemeli, tartışılmamalı. Böyle bir tartışma, içinde önemli bir doğruluk payı ve açıklama gücü taşısa da, sınırlı ve indirgemeci bir nitelik taşımaktadır. Düşünme ve tartışma alanını sadece sosyal demokrasinin siyasi bir aktör olarak yaşadığı sorunlara indirgemeden, sosyal demokrasinin toplumsal bir hareket ve bir ideoloji olarak yaşadığı sorunları da içerecek bir tarzda genişlettiğimiz zaman, hem “bugün Türkiye’de sosyal demokrasi ciddi bir sorun ya da kriz yaşıyor” saptaması, hem de “bugün Türkiye’de siyasi alan ciddi bir muhalefet sorunu yaşıyor” saptaması ciddi bir anlam kazanacaktır. Türkiye’de sosyal demokrasinin yaşadığı sorunlu durumu, “siyasi aktör, toplumsal hareket ve ideoloji” düzlemlerinde üç-boyutlu görmeliyiz, ki bu boyutlar birbirleriyle ilişkili ve bağlantılıdır. Böyle bir yaklaşım bize bugünü çok-nedenli, tarihsel ve analitik bir temelde çözümleme ve anlama olasılığını verir. Daha da önemlisi, ancak bu temelde yapılan bir çözümlemeyle, sosyal demokrasinin AKP’ye ciddi, etkin ve yapıcı bir muhalefet göstermesi, aynı zamanda da iktidar olarak Türkiye’yi yönetmek olanağını yakalaması olasılık için kazanabilir. Diğer bir deyişle, sadece parti içi iktidar mücadelelerine, lider değiştirmeye ve delege seçimi ya da parti yönetimi düzenlemelerine indirgenmiş bir yeniden-yapılanma girişimi, bugün sosyal demokrasinin yaşadığı çok-boyutlu sorunlu durumu doğru okuyamadığı sürece, başarılı olma şansına sahip değildir. Aksine yapılması gereken bugünü doğru okumak ve bu okumanın içinden yarını kurmaktır.


ahmetseydi 1 Mayıs 2006 18:02

Televizyon ve Zihin Tembelliği
 
ÖZELLİKLE yaşlı insanlardan şu sözleri çok sık duyarsınız: “Televizyon çıkalı eski muhabbetler kalmadı.” Biz bu haklı sözleri değiştirerek şöyle diyoruz: “Televizyon çıkalı anne babalar çocuklarına eskisi kadar zaman ayıramaz oldu.” Anne gündüz televizyon izlerken eteğine yapışan çocuğu başından savmak için “git oyuncaklarınla oyna, görmüyor musun televizyon izliyorum” der. Baba işten dönüp akşam yemeğini yedikten sonra koltuğuna oturur, eline kumandayı alır, saatlerce şu kanal senin bu kanal benim dolaşır durur. Baba özlemi çeken çocuğuna yarım saatini ayırmaz.


Geliri yerinde, okumuş ailelerin çoğu çocuk odasına da televizyon almaktadır. Alırken çocukla bir anlaşma yapar ve söz vermesini isterler: “Ancak ödevini yapıp dersini çalıştıktan sonra televizyon izleyeceksin.” Çocuk hiç düşünmeden söz verir. Aslında bu anlaşmada iki taraf da birbirini aldatmaktadır. Anne babanın amacı çocuktan kurtulmak, çocuğun da amacı televizyon sahibi olmaktır. Araştırmalar, odasına televizyon alınan çocukların, beklenenin aksine okul başarısında düşme olduğunu göstermektedir. Çocuk, televizyon izleyebilmek için ödevlerini çala kalem yapmakta, derslerine yeterince çalışmamakta ve sınavlara iyi hazırlanamamaktadır.

Çocuklarda televizyon seyretme alışkanlığı sadece okul başarısını etkilemekle kalmıyor; fiziksel, sosyal, zihinsel ve duygusal gelişimlerini de yavaşlatıyor. Çocuk, televizyon başında yeterince hareket etmediği ve biriken enerjisini harcayamadığı için devamlı kilo almaktadır. Sokakta arkadaşlarıyla oyun oynayan ve koşan bir çocuk birikmiş vücut enerjisini boşalttığı için rahatlamakta; eve sakinleşmiş olarak dönmektedir. Halbuki televizyonun karşısında saatlerce oturan bir çocuk enerjisini boşaltmak şöyle dursun, aksine bu cihazlardan yayılan elektronlara maruz kalmakta ve vücudundaki statik elektrik yükü artmaktadır. Bu sebeple, televizyon bağımlısı çocuklar daha sinirli ve daha saldırgandır. Yaşlarına uygun olmayan programları izlemeleri halinde kafaları karışır, ruh sağlıkları bozulur.

Televizyona düşkün çocuklarda sosyal beceriler zayıflamaya ve içe dönük bir kişilik gelişmeye başlar. Ailesiyle, arkadaşlarıyla ve diğer insanlarla sosyal ilişki kurmada isteksiz davranırlar. Televizyon izleyen bir çocuk, kendisi birşey üretmemekte, sadece başkaları tarafından üretilen şeyleri izlemekte veya oynamaktadır. Hazırı kullanmaya alışmış bu çocuklarda el becerileri ve motor hareketler gelişmez, büyüklerin yardımı olmadan kendi başlarına bir iş beceremezler. Zihinsel ve duygusal gelişimleri de normal değildir. Olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi kuramaz, bilgiyi yorumlayamazlar. Kitap okumak ve ders çalışmak gibi zihinsel çaba gerektiren işlerden hoşlanmazlar. Televizyon karşısında daima alıcı durumunda oldukları için konuşmaya ihtiyaç duymamakta, dolayısıyla dil becerileri gelişmemektedir. Dil becerileri zayıf olduğu için başkalarıyla diyalog kuramaz, duygularını ve düşüncelerini doğru ifade edemezler.

Küçük yaştan itibaren televizyon izlemeye alışan çocuklarda gelişim bozuklukları daha belirgin ve daha ciddidir. Bu çocuklar akranlarına nazaran daha geç yürür ve daha geç konuşurlar. Konuşulanları ve kendilerine verilen direktifleri anlamakta güçlük çekerler. Dil becerileri gelişmediği için isteklerini büyüklerin elinden tutarak veya işaret ederek anlatmaya çalışırlar. Anneye aşırı bağımlıdırlar. Yabancılarla duygusal ilişkiye giremezler. Öpülmekten ve kucaklanmaktan hoşlanmazlar. İsimleriyle çağırıldıkları zaman tepki vermezler. Yaşıtlarıyla oyun oynamayı ve oyun kurmayı beceremezler. Ellerini ve parmaklarını iyi kullanamazlar. Çarşı, pazar, toplu taşıma araçları gibi kalabalık yerlerde bulunmaktan hoşlanmaz, huysuzluk gösterirler. Doğuştan zihin geriliği olan ve fazla televizyon izleyen çocuklarda otizm belirtileri artmakta, bu çocukları eğitmek daha da zorlaşmaktadır.



Çocuklarınıza Zaman Ayırın


Çocukları televizyon bağımlılığından kurtarmanın tek çaresi onlara zaman ayırmaktır. Anne baba olarak öncelikli görevimiz çocuklarımıza iyi bir eğitim kazandırmaktır. Hiçbir işimiz çocuk eğitiminden daha önemli değildir. Eğer çocukların yapmaktan zevk alacakları müzik, resim, spor, kitap okumak gibi faydalı bir becerileri yoksa; anne babaların televizyonu yasaklamaları problemi çözmeyecek, daha da ağırlaştıracaktır.

Çocuğunun inatçılığından, söz dinlememesinden, aşırı televizyon izlemesinden ve okuldaki başarısızlığından yakınan bir babaya “çocuğunuza zaman ayırın” tavsiyesinde bulunduğumuzda, “her akşam en az bir saat beraber ders çalışıyoruz, ödevlerine yardım ediyorum, ama değişen bir şey yok” demişti. Gülerek: “Hayır, dedim, bizim kastettiğimiz beraberlik bu değil. Çocuk bu beraberlikten zevk almaz, aksine bir an önce bitmesini ister. Siz çocuğunuza zaman ayırmıyorsunuz, ona ders çalıştırıyorsunuz.”

Çocuğunuza ayırdığınız zamanın süresi değil, kalitesi önemlidir. Eğer bu beraberlikten iki taraf da zevk alıyorsa, kaliteli bir beraberlik var demektir. Birlikte yürüyüşe çıkmak, çocuk parkına gitmek, piknik yapmak, akşam yemeğinden sonra ailece çaylı-pastalı sohbet etmek, birlikte televizyonda kaliteli bir film veya program izlemek, uyku saatinde çocuğunuza masal veya kısa bir hikaye okumak ilk anda aklımıza gelebilen kaliteli beraberliklerdir.

Çocuğunuzla birlikte iken iyi bir dinleyici olmalısınız. Çocuk duygularını, hayallerini, düşüncelerini, endişelerini, korkularını çekinmeden dile getirmeli ve sizinle paylaşmalıdır.
Çocuklarını dinlemeyen anne babalar onları tanımakta güçlük çekerler. Çocuğunuzu ne kadar çok tanırsanız, yetenekleri konusunda beklentileriniz o kadar gerçekçi olur.


ahmetseydi 2 Mayıs 2006 00:42

Dünyanın üstündeki hayalet.. Küresel Terörizm
 
Dünyanın üstündeki hayalet.. Küresel Terörizm

Dünyada gittikçe yükselen şiddet dalgası sonunda Türkiye’yi de vurdu. İstanbul’da yaşanan terör olayları hakkında yapılan yorumlarda, “Türkiye’nin kendi 11 Eylül’ünü yaşadığı” görüşü sıkça dile getirildi.

Olup bitenleri bir parça anlayabilmek için, küresel terörizmin ve ona karşı yürütüldüğü söylenen savaşın buluştuğu bu şiddet zemini üzerinden yapılacak bir okuma zorunlu görünüyor.


ŞİDDETİN EVİ

İNSANA ÖZGÜ olan bir durumun, şiddet için de geçerli olduğu söylenebilir: Sevildiği yerde yaşamaktan hoşlanır. Tabii burada sevginin daha çok marazî bir biçiminden söz ediyoruz. Şiddet sevilebilir. Çünkü şiddet, üzerinde uygulanan kişi, grup ve toplum üzerinde yıkıcı bir etkiye yol açarken, onu uygulayan üzerinde “kurucu” bir işlev görür. Şöyle de denebilir: Özne, şiddet aracılığıyla kendini kurar, inşa eder. Ve bunu gerçekleştirirken, varoluşunu besleyen o marazî sevgiyi kendinde “kurumlaştırır”. O, şiddet aracılığıyla kendini görünür kılarken bir şey daha yapmaktadır: Kendini tarihe dayatıyordur. İster yerleşik düzene karşı yıkıcı bir güç olarak, ister yerleşik düzeni muhafaza etmek adına bir yöntem olarak kullanılsın, şiddet, tarih karşısında bir savunma anlamına gelir. Çünkü tarih, canlı yürüyüşünü, bir ağırlık olarak attığı, dışarıda bıraktıklarıyla sürdürür; ezilenlerin, mağlupların, yok edilenlerin “sessizliği” altında...

Biliyoruz ki egemen tarih hâlâ egemenlerin tarihidir ve bir miras gibi galipten galibe titizlikle devredilir. Bu basit bir tarih anlayışından ibaret değildir: Dünyanın görünümü ve işleyişidir. Kesintisiz bir mücadele olarak koyutlanan tarih, galip gelenin ödülüdür. Sadece yaşamayı hak etmemiştir, hükmederek yaşamayı hak etmiştir.

Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine” adlı ünlü denemesinde, “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hâl’ istisna değil kuraldır” der ve ekler: “Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın “hâlâ” nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefî bir bakış değildir. Bu şaşkınlık bizi herhangi bir bilgiye de götürmez, tek bir bilgi hariç tabii: Kaynağındaki tarih anlayışının iler tutar tarafı olmadığı.” (1)

Günümüzde yaşadıklarımız hiçbir şeyin değişmediğini ispatlıyor: Şiddet, onu ısrarla rasyonel kılan tarihin içinde kendini evinde hissetmektedir.


BİR İLETİŞİM BİÇİMİ OLARAK ŞİDDET

Şiddetin bir iletişim biçimi de olabileceği iddiasının yadırganacak bir yön taşıdığı söylenebilir. Çünkü şiddet, tam da iletişimin imkânsızlaştığına, kendini ifade etmenin, anlamanın ve anlaşmanın boş bir çabaya dönüştüğüne inanıldığı, sözün “düştüğü” anlarda ya da zaten böyle bir iletişim ortamının hiç de arzu edilmediği baskıcı alanlarda, otoriter rejimlerde yükselir ve emirler-yasaklar içeren tek yönlü bir iletinin sürekliliğinin şiddet aracılığıyla garanti altına alınacağı düşünülür. Şiddet ve baskı uygulayanlar, uygulamalara maruz bıraktıklarından bir “cevap” beklemiyor, olsa olsa itaat anlamında bir suskunluğu umuyor gibidirler. Ama eninde sonunda bir cevabın geleceğini de bilirler. Bu anlamda her şiddet aynı zamanda bir sorudur da: “Şimdi ne yapacaksın?” Egemenler için önemli olan, bu cevabın hangi formda ve düzeyde olacağının kendileri tarafından belirlenmesi ve böylece ortaya çıkacak yeni iletişim biçiminin yönetilmesidir. Zorba, baskıcı ve şiddet dolu yöntemlerle hazırlanan ve belirli bir topluma, ülkeye veya coğrafyaya dayatılan “sorular”, cevabın da aynı zarf içinde geri dönmesinin beklendiğini gösterir. Hükmedenler, hükmedilmeye razı olmayanlarla ilişki ve iletişimlerini şiddet dili aracılığıyla yöneteceklerdir.

Günümüzün önemli düşünürlerinden Slavoj Zizek, soru sorma eyleminin temelinde yatan müstehcenliğe işaret etmişti: “Soru, ötekindeki, muhatabındaki hangi kerteyi hedeflemektedir? Cevap vermenin mümkün olmadığı, sözlerin kifayet etmediği, öznenin iktidarsızlığı içinde teşhir edildiği noktayı... Bir soru, sadece verili bir duruma göndermede bulunsa bile, her zaman özneyi bu durumdan resmen sorumlu tutar, ama sadece olumsuz bir açıdan-yani bu olgu karşısındaki iktidarsızlığından sorumlu tutar.” (2)

Soğuk Savaş döneminin, kapitalizmin tartışmasız zaferiyle kapanmasından sonra karşımıza çıkarılan Yeni Dünya Düzeni projesi, projenin plânlayıcısı ve yürütücüsü olan hegemonik güçlerin dünyaya ve özelde İslâm dünyasına yönelttikleri, tam da muhatabının ortaya sürülen olgu karşısındaki iktidarsızlığını teşhir eden türde ve bir anlamda başlarının belâda olduğunu açıkça hissettiren bir soruydu. Eşitlik temeline dayanan bir diyalog imkânını ve zeminini hazırlama anlamına gelmeyen, daha çok muhatabını mahk°m eden, Zizek’in teşhis ettiği biçimde müstehcenliğini gizlemeyen bir soru.

Yeni Dünya Düzeni projesinin entelektüel ayağını oluşturan, dünyanın halihazırdaki politik ve ekonomik haritası ve gelecekte bu haritanın nasıl şekilleneceği hakkındaki okumalara (Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” ve Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezleri) yönelik eleştirilerin ve karşı-okumaların yeterince etkili olamamaları önemli bir handikap olsa da zaten bu siyasî-ekonomik ve askerî projeyi yürütenlerin böylesi bir cevabı hiç de arzulamadıklarını biliyoruz; en azından şimdi... O halde şu yargı yanlış olmayacaktır: 11 Eylül, tam da Amerika’nın beklediği cevaptı.

O tarihte ABD Başkanı’nın, başlattığını ilan ettiği “teröre karşı savaş” sürecinin hangi akla hizmet ettiğini, bugün daha iyi görebiliyoruz. İşgal edilen ülkeler, bombalanan şehirler, katledilen, sakat bırakılan binlerce masum insan, dehşetle birlikte yaşamaya zorlanan halklar, el konulan zenginlikler... ABD ve müttefiklerinin uyguladıkları politikalar, terörü üreten, azmanlaştıran ve küresel çapta daha da yayan şartları çoğaltmaya devam ediyor: Afganistan’daki belirsizlik, işgal edilen Irak’ta halkın onurunu ayaklar altına alacak derecede yapılan uygulamalar (gece baskınlarıyla çocuk-kadın ayırt etmeden sürdürülen tutuklamalar, aşağılamalar ve silahların kesintisiz tehdidi), Filistinlilerin katlanmak zorunda oldukları şartların daha da ağırlaşmasına yol açan İsrail’in insanlığa ve uluslar arası hukuka aykırı eylemlerine göz yumulması, Suriye’ye ve İran’a açıkça yöneltilen tehditler... Teröre karşı açıldığı söylenen bir savaşın, insanlık adına üretilen bütün ortak değerleri nasıl budadığına şahit olduk ve oluyoruz. Bugün, Başkan Bush’un ağzından çıkan “barış” gibi bir kelimenin bile bize soğuk terler döktürmesi boşuna değil: Bundan, yeni bir dehşet dalgasının üzerimize gelmekte olduğunu çıkarabiliyoruz çünkü. Bütün bu feci görüntülerden şu sonuca varmamız mümkün: Amerika’nın savaşı teröre karşı değil, terörle birlikte yürütülen bir savaş. Amerika’nın, dünyanın gelecekteki şekillenişini belirleyecek başat güç olma yönündeki küstahça dayatmalarının terör eylemlerine davetiye çıkarmak anlamı taşıdığı o kadar çok ağızdan söylendi ve yazıldı ki, hâlâ bu politikalardan vazgeçilmemiş olması ve kısa dönemde de farklı bir yönelime dair olumlu mesajların verilmemesi, terörün, Beyaz Saray’daki şahinlerin plânlarında başından beri yer almadığını düşünmeyi zorlaştırıyor. Bu, bütün terör eylemlerinin arkasında Amerikan parmağı olduğu şeklinde bir komplo teorisi olarak anlaşılmamalı. Vurgulamak istediğimiz, terör eylemlerini sona erdirme noktasında gösterilen samimiyetsizliğin sebebinin, herkes için daha âdil, daha yaşanılır bir dünyanın tahayyül edilebilirliğini imkânsızlaştıran, egemenlerin o tarihi mirası olan “olağanüstü hâl”in sürekliliğinin önemi göz ardı edilerek anlaşılamayacağıdır.

Yeni Dünya Düzeni’nin yol açtığı veya daha da katmerleştirdiği sorunlar, bu olağanüstü hali süreklileştiren koşulları hızla üretiyor. Gelişmiş ülkelerin ortaklaşa aldıkları ekonomik kararlar, dünyanın geri kalanı için daha da yoksullaşma ve çağa tutunamama anlamına geliyor. Neo-liberalizmin yoğun saldırısı, “sosyal devlet”in ölümünü çoktan ilan etti bile. Şimdi sayıları katlanarak çoğalan işsizler ve evsizler toplumsal hayatın ve hatta bir vatandaşlık hakkı olan siyasî katılımın dışına itilmekteler. Göçmenleri bekleyen gelecek, Avrupa’daki ırkçı partilerin gittikçe yükselen oy oranlarına bakılarak tahmin edilebilir. Yalnızca bu örnekler bile geniş çaplı sosyal çalkantıların ve bir “tasfiye” sürecinin uğursuz habercileridir. Yeni Dünya Düzeni’nin mimarları, projelerinin dünyanın büyük bir kesimi için hoşnutsuzluk ve umutsuzluk doğurduğu gerçeğine gözlerini kapalı tutmaya devam ediyorlar. Terörizm bahanesiyle ve bu olağanüstü halin “meşrulaştırdığı” bir yöntem olarak dünyaya sundukları tek öneri, güvenlik üzerine kurulu otoriter bir siyasal yönetim, toplumsal yaşam modeli ve küresel çapta bir savaş.

Ama bu kimse için sürpriz değildi zaten. 11 Eylül’deki saldırılardan sonra, terör eylemleri üzerinden yürütülen analizlere ve okumalara yönelik “teröristlerin yanında yer alma, terörizmi destekleme” gibi haksız suçlamalar ve Başkan Bush’un “ya bizden y*******z ya da teröristlerden” şeklindeki akıldışı dayatması, daha baştan hangi dilin konuşulacağını ortaya koymuştu. ABD ve müttefiklerinin, dünyanın geleceğini kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeleri için ihtiyaç duydukları düşman, “öteki” bulunmuştu ve onu kolay kolay kaybetmeye de niyetli değiller. Başkalarının zararı önkoşuluna dayalı menfaati esas tutan canavarca siyaset oyunu sürüyor ve bu oyunda ipleri ellerinde tutanlar açısından olup biteni belki de en iyi bir reklam spotu vurgulayabilir: “Dünya senin oyun alanın. Tadını çıkar!”


HAYALETE İNANMAK

Gerçeküstü olayları konu alan hikaye ve filmlerden hoşlananlar bilir: Hayaletlere inanmak, onları çağırmaktır da... Hayalete inanıyorsanız, bir gece, karanlık yeryüzünü örttüğünde, odanızın açık penceresinden içeri giren ve solgun perdeleri havalandıran soğuk rüzgarın parmakları, ürperten dokunuşlarla sırtınızda dolaşır, her şey tuhaf bir sessizliğe sığınır, eşyalar bile sanki korkuyla içlerine çekilmişlerdir ve onu görürsünüz: Hayalet, odanıza gelmiştir. Ama bir şey daha vardır ki çok geç (hikâyenin sonunda), belki fark edersiniz. O da, odanın hep hayalete ait olduğudur. Hayalet sizin dünyanıza gelmiş değildir. Siz hayalete inandığınızdan beri onun dünyasındaydınız zaten. Gerçek olarak algıladığınız şeyler, hayaleti mümkün kılan bir dünyanın gerçekliğine aittiler.

Bu tür hikâyelerde rastlanan paradoksal bir öğe de, hayaletlerin hışmına uğrayan ilk kurbanların hayaletlere inanmayanlardan seçilmesidir. Hayaletler, kendi dünyalarındaki inançsızların bu küstahlıklarını ve zayıflıklarını cezalandırıyorlardır sanki. Onların inançsızlığını bir zaaf kılan şey, hangi dünyada bulunduklarının farkında olamamalarıdır.
Çoğunluğun hayaletlere inandığı bir dünyada, dünya hayaletlerindir ve onlara inanmayanlar farkında değilseler de ilk kurbanlar olmayı seçmişlerdir.


•••


Biz uzun zamandır hayaletlere inanıyoruz aslında. Modern-Postmodern bir sürü hayalete ve onları çoğaltan dünyaya... İlerleme’nin tarihi zorunluluk olduğuna, savaşların (acı ama) kaçınılmazlığına, sefaletin ve açlığın (yine üzücü ama) önlenemez olduğuna, üretimin sürekliliğine, kapitalizme, teknolojik mucizelerin hayatı ne kadar da kolaylaştırdığına, dinin bizi geri bıraktığına, silahlanmanın lüzumuna, devlet tümüyle elini çekerse ekonomimizin düzeleceğine... Bütün bunlara, “hayalet-şey”, görünürlük kazandıran onların bölgesinde bulunmamızdır.

Dünyanın üstünde bir hayalet daha dolaşıyor: Küresel terörizm...

Terör, yaşadığımız dünyanın gerçekliğinin bir parçası; ama onu tam da “bu dünya”dan kılan şey, gerçeküstü dokusunun bu dünyayla uyuşmasıdır. Terörün yaşandığı “an”, olaya şahit olanların bakışlarındaki dehşet gerçeküstü bir dünyaya aittir ve o dünya, bu dünyadır. Atom bombasını atanların, kurbanlarının kaçını tanıdığını sormak çok mu provakatif olur? Benzer türden travmatik deneyimlerin yol açtığı kırılma, tam da hayaletin göründüğü ana eşlik eder.

İstanbul’da beş gün arayla peşpeşe patlayan bombalar, hayaletin bizim odamıza girmeyeceği yönündeki boş umudu parçaladı. Onca can kaybının ve yüzlerce yaralının verdiği acıyla, harabeye dönmüş sokakların ortasında bu “çığırından çıkmış zaman”ın dışında kalamayacağımız hatırlatıldı. Küresel terörün niçin Türkiye’yi hedef seçtiği, saldırılan mekanların taşıdığı sembollere bakılarak aslında Türkiye’nin değil İngiltere ve İsrail’in hedef alındığı üzerine çok konuşuldu, tartışıldı. Öte yandan bu terör saldırılarından hemen her kesim işine gelen anlamı çıkarmakta fazla zorlanmadı: Amerika-İngiltere ittifakı, yürüttükleri teröre karşı savaşın ne kadar haklı gerekçelere dayandığının bir kere daha ispatlandığını dillendirdiler. İsrail, yeryüzünde eleştirilemeyecek tek devlet olma ayrıcalığına erişme niyetinde son derece ısrarlı: Sinagogların bombalanmasından, özellikle Avrupa’da yükselen antisemitizm dalgasının İsrail’in politikalarına yapılan eleştirilerden kaynaklandığı gibi bir sonuç çıkarabildi*

Gözlerimizi Türkiye’ye çevirdiğimizde özellikle öne çıkan-buna şaşırmalı mıyız?-terörün bizatihi bir hesaplaşma alanına dönüşmesiydi. Terörün adının konulması konusunda siyasî iktidarın gösterdiği hassasiyet ya da çekince (artık hangisini seçerseniz) üzerinden başlatılan tartışma, küresel terörizm adlandırmasında “küresel”in taşıdığı alt-anlam olarak “İslamî” vurgusuna yönelikti. Açıkça şöyle denilmesi isteniyordu: “Bu, İslamî (veya İslamcı) terördür.” Böyle bir adlandırmanın, içerdiği problemli yanı göz ardı etsek bile, nasıl teröre karşı yeni ve farklı bir çözüm sunduğu son derece şüpheli. Zaten vurgunun giderek “terör”den “İslamî” kelimesi üzerine kayması ve “bu kadar demokrasi bize fazla” komikliğine varan otoriterci söylemler, işin hangi noktaya varabileceğini göstermesi bakımından yeterli ipucunu veriyor.

Terörün bir insanlık suçu olduğu hususunda kimsenin tereddütü yok. Yine de, nedenlerin terörü asla meşrulaştıramayacağının baştan kab°l edilmesi ve söylenmesi gerekiyor. Çünkü nedenlerin bir tür meşrulaştırma işlevi görmeleri her zaman mümkündür ve bu noktadaki açık tehlike, fikri bir uyanıklığı korumayı zorunlu kılar. Radikal gazetesinden Turgut Tarhanlı’nın söyledikleri bu açıdan önemliydi: “Terör eylemi, bir yöntem olarak belli bir siyasetin aracı veya bir fikrin ifadesi olarak kullanılmaya çalışılsa bile, onu tanımlama konusundaki tutumumuz berrak olmak zorunda. Ve bu tutum, nedenler üzerine değil, sonuçlar üzerine inşa edilmek zorunda. O sonuçlar, zihin, beden ve çevrenin tahribatından başka bir anlam taşımıyor.” (25.11.2003) Tarhanlı’nın bu görüşüne katılmakla birlikte, terörün nedenleri üzerinden yapılan her eleştirel analizi de terörü meşrulaştıracak bir girişime indirgeyerek suçlayamayız. Çünkü bu, bir akıl tutulmasına teslim olmayı beraberinde getirir. Dikkat edilmesi gereken, baştan bir yöntem olarak terörün reddedilmesidir.

Terörün, insanlar üzerinde korku ve dehşet duygusu uyandırıp, bu duyguyu canlı tutarak toplumların hayat tarzlarını değiştirmeyi amaçladığını biliyoruz. Bu çerçevede hemen her terör eylemi bir zihniyete, bir ideolojiye yaslansa da, giderek kaçınılmaz biçimde bu ideolojiyi “kendisi için” araçsallaştırır. “Eşitlik”, “Özgürlük”, “Bağımsızlık” gibi kavramlar terörizmin yapılanmasında ideolojik birer referans noktası olarak hizmete koşulabilirler. Ama buna bakılarak Eşitlik, Özgürlük, Bağımsızlık gibi evrensel kavramların kör bir şiddeti önkoşul olarak içerdiği iddia edilemez.

Küresel terörizm denen “şey”in , söylem düzeyinde İslamî kavramları (“Şehitlik”, “Cihad”...) öne çıkarışına bu açıdan bakılmazsa, İslam’ın terörü meşrulaştırdığı gibi son derece sakat bir yargıya varmak mümkündür ve böyle bir yargı, yalanı hakikat düzeyine yükseltmek olacağı gibi, terörizmin, “kendisi için” olan yapılanmasını gözden kaçırmak anlamına gelecektir. Ne yazık ki süregiden tartışmalarda bunları gözeten bir mutabakat noktası şekillendirilemedi. Bunun yerine basit çıkar hesapları ve kemikleşmiş önyargılar tartışmaların odağına yerleşiverdi. İslam’ı, kendi hayat tarzlarını tehdit eden, gerekirse şiddete başvurmaktan kaçınmayacak siyasî bir proje zannedenler, teröristlerin, eylemlerini İslam adına yaptıklarını ileri sürmelerinden, görüşlerini haklı çıkaran bir ispat olarak faydalanmayı tercih ettiler. Bu tavrın, onları teröristlerin istediği zemine kaydıracağını görmediler ya da görmek istemediler.

İslam’ın terörle uyuşup uyuşamayacağı konusunda tereddütleri bulunanlar için, İslam’ın bir din olarak gönderildiği ve yayıldığı ilk dönemlerde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ve Müslümanların, maruz kaldıkları çok ağır koşullarda bile teröre benzer, kör şiddet içeren hiçbir davranışa ve yönteme sarılmamaları aslında yeterince ikna edici olmalıdır. Onlar bunu herhangi bir çıkarcı stratejiye dayanarak benimsememiş değillerdi. Haksız yere bir insanı öldürmeyi, kâinatı öldürmekle eş tutan ve insanlara hakikati tatlılıkla, güzel sözle tebliğ etmeyi emreden Rab’lerine itaat ediyorlardı.

Uçakları ve bomba yüklü araçları binalara yönelten zihniyetin köklerini anlamak için bakışlarımızı zamanımıza, hayaletlere inanılan ve onları üreten bu dünyaya çevirmemiz gerekiyor. Nerede yaşadığımızı düşünmeye başlamamız az şey sayılmaz.
Bunca savaşın, terörün, ölümlerin yanı sıra müslümanlar açısından acı verici bir başka şey de, çok zengin ve geniş anlamlar ihtiva eden ve bizce mukaddes olan kavramların yoz bir dile terk edilmesine seyirci kalmak olacaktır. İngiliz entelektüel John Berger, zorbalığın ve yalanın tahakkümüne boyun eğmek istemeyen insanlara “Kelimelerinizi kurtarın!” diye haykırıyordu. Müslümanlar bu çağrının dışında değiller.


SONSÖZ

Türkiye’de terör olaylarının yaşandığı günlerde ABD Başkanı İngiltere’yi ziyaret ediyordu. Bush, Londra’da meydanları dolduran ve sayıları ikiyüzbini bulan savaş aleyhtarının yoğun protestosuyla karşılandı.

21 Kasım 2003 tarihli The Guardian gazetesinin başyazısında şu sözler yer alıyordu: “Terörizmle savaş meselesi, “Onlar bizi öldürmeden biz onları öldürelim”e indirgenemez. Bu söylem bir politika değil olsa olsa şiddete teslim olmaktır... Batı’nın başarısızlıklarının dürüstçe kab°l edilmesi barbarlığa boyun eğmeyi gerektirmiyor. Teslim olmamalıyız. Ancak yoğunlaşan küresel krize daha zekice, daha az çatışmacı, ortak bir Doğu-Batı yaklaşımı şart.”

Bu örnekler, ne olursa olsun insanların şiddet karşısındaki direnişlerinin kırılmayacağını göstermesi bakımından önemli.

Tarih, hâlâ şiddetin kendini evinde hissettiği bir dünyayı olumluyor olabilir. Ama “dışarıda” olanların ümitlerini koruyan şey de her zaman “bir başka ev”in mümkün olduğuna duydukları inançtır.



*İsrail’in Filistin’de uyguladığı devlet terörüne duyulan öfkenin, antisemitizm gibi bir ırkçılık belasına dönüşebilme tehlikesi mevcuttur elbette ve bu geçişkenliğin önlenmesi için çok hassas bir eleştirel dilin kullanılması gerekli görünüyor.
(1) Walter Benjamin,“Son Bakışta Aşk”, çev: Nurdan Gürbilek-Sabir Yücesoy, Metis, İstanbul, 2001, s.43
(2) Slavoj Zizek, “İdeolojinin Yüce Nesnesi”, çev: Tuncay Birkan, Metis, İstanbul, 2002, s.194


ahmetseydi 2 Mayıs 2006 11:44

Hedefi Vuranlar, Hedefe Vurulanlar
 
Yalnızca hedeflerinin esiri olmayanlar hedefi vurabilirler...


HEPİMİZ, hayatımızın bir döneminde, gelecekle ilgili ‘ne yapmak istiyorum?’ sorusunu kendimize sorarız. Cevaplarımız hayatımızın akmasını istediğimiz yönünü işaretler. İnsanın bir hedef seçmesinde ve ona ulaşmak için çalışmasında kötü bir yan yoktur. Önemli olan onun karşısındaki tavır ve konumdur ki, bu da insanın hayata verdiği anlamdan bağımsız değildir. Hayatı kendilerine verilmiş bir emanet olarak gören insanların seçtikleri hedefe ulaşma çabaları, er ya da geç maksadını bulan bir çaba olacaktır. Çünkü, yalnızca hedeflerinin esiri olmayanlar hedefi vurabilirler.

Bir de hedefe vurulanlardan söz etmek gerekiyor. Bugün, “Hedefime ulaşmak için çok çalıştım ve sonunda başardım” sözü, bilincini hakim sosyo-ekonomik ve kültürel yapının biçimlendirdiği bireylerin kendileri için kurguladıkları özel bir filmin mutlu son sahnesini tamamlıyor. Başarılı ve zengindirler, dünya tüm vaatkârlığıyla önlerinde açılıyordur, zirvededirler, stadyumlardan, konser salonlarından, sahnelerden kendileri için alkışlar yükselmektedir, ‘first class’ bir yaşantının canlı renkleri gözbebeklerine yansıyordur. Bu fantazi sahneleri, ünlü psikanalist Lacan’ın ifadesiyle, ‘gerçeğin geri döneceği’ travmatik âna kadar bireyi motive etmeyi sürdürecektir. ‘Hedefine kilitlenmiş olma’nın çağrıştırdığı o tehditkâr anlam, ‘imha’; hedefine varmak için incelikli planlar kuran, tuzaklar hazırlayan, stratejiler geliştiren kişinin kendi hayatı için biçtiği rolle sonunda örtüşecektir.

Kendimize neyin peşinde olduğumuzu sormanın zamanı gelmedi mi? Neyin peşinde olursak olalım, neyi hedeflersek hedefleyelim, bizden talep ettiği şey aynıdır: hayatlarımız. Uğrunda nice hayatlar harcanmış hedefler, aynı açgözlülükle bizden de hayatlarımızı talep ediyorlar. Başarı, servet, kariyer, şöhret ... İnsanlar ölüyor, ama hedefler kalıyor.

Yalnızca hedefleri için yaşayan insanlar oduğumuzda, bizi hedefimizden uzaklaştıracağını, ona ulaşmamızı engelleyeceğini düşündüğümüz herkese ve herşeye düşmanca bakarız. Dostluklarımız hedef dostlukları olur. Menfaat üzerine işleyen ilişkiler kurarız. Ferâgat, bağışlama, cömertlik, yardımlaşma gibi, yaşamayı mümkün kılan her iyi haslet zıtlarıyla yer değiştirir. Bu kötülük, istilacı özelliğiyle toplumun tüm dokularına yayılır ve bütününü çürütür.

Mesele, hedefin büyüklüğü-küçüklüğü ile çok da ilgili değildir aslında. Belirleyici olan, bizim hedefimize yüklediğimiz anlam ve o hedefe yürürken insanî ve imanî değerleri çiğneyebilmeyi rahatlıkla göze alışımızdır.

Hedefi vuralım derken, hedefe vurulmaktan sakınmamızda fayda var.


ramsstein 2 Mayıs 2006 12:06

http://www.hurriyet.com.tr/_yazarlar/images/2b.jpg Bir varil görürseniz...

BAŞKOMİSER, memurları toplayıp gerekli talimatı verdi:

"Arkadaşlar... Polis teşkilatı memleketin huzur ve asayişini teminle mükelleftir. Şüpheli varil görüldüğünde derhal işlem yapılacak. Sayın Valimiz Muammer Bey ve Sayın Emniyet Müdürümüz Celalettin Bey'in emirleriyle bir varil görüldüğünde..."

Polisler sordular:

"Yakaladığımızda karakola mı celp edelim amirim?.."

"Kimi?.."

"Varili..."

"Eee tabii..."

"Ya kaçarsa?.."

"Varil kaçar mı ulan?.."

"Bu kadar gizli işi tek başına becerdiğine göre demek ki ne variller vardır..."

"O zaman önce ayağına ateş edilecek..."

"Varilin?.."

"Eeee tabiii... Kaçtığına göre demek ki ayağı var..."

*

Vatandaşlar da "Burada bir varil var, öyle karşıda duruyor" ihbarlarıyla katkıda bulundular.

Polis o varillere de el koydu.

Çarşı esnafı ise "Bizim çöp bidonumuzu kim almışsa, onun..." şeklinde açıklama yaptı.

*

Çevre Bakanı
da her varil bulunduğunda koştu. Medya da koştuğu için bakan varillerin başında özlü konuşmalar yaptı:

"Bu varil..."

Çevre Bakanı olarak atık varilleri yeni gördüğünden aklına kuş gribi konuşması geldi. Varillerin uçamamasına canı sıkıldı, yeniden aldı:

"Bu varil..."

Sonunda yakaladı:

"Bu varil, gördüğünüz gibi tehlikeli duruyor..."

Herkes dönüp varile baktı.

O ise aklına Çanakkale Harbi'ni getirip, heyecanlanarak adeta haykırdı:

"Arkadaşlar....."

Uyuklamakta olan Vali ile Emniyet Müdürü, bu sese "Buyrun beyefendi..." diye koştular.

*

Ve kazdıkça yeni yeni variller çıkıyor.

Kazdıkça toprağın altına gömülmüş, tehlikeli, atık, çürümüş biz çıkıyoruz.


ahmetseydi 2 Mayıs 2006 15:02

Tıpa Yeni Umut Işığı
 
İnsan vücudunda çok ağır hastalıklara yok açabilen bir grup molekülün, yakın zamanlarda, kanser dahil birçok ciddi hastalık için bir ümit ışığı sunduğunu biliyor muydunuz?


İşte, derdin içinden çıkıp gelen bu dermanın ilginç öyküsü...


PORFİRİLER, porfirin adlı pigmentlerin deride, dişlerde, ve kemikte birikmesiyle kendini gösteren bir hastalık grubudur. Birçok porfirin, karanlıkta zararsız iken, ışıkla aktive olup eritici, âdeta et yiyen canavarlara dönüşür. Tedavi edilmediğinde, bu durum çok ağır hastalıklara yol açar. Bunlardan birisi olan konjenital eritropoetik porfiride, hastanın kulaklarında ve burnunda, ayrıca dudaklarda ve diş etinde erime olur. Deride pigmentasyonlar oluşur ve deri renginde beyazlaşma görülür. Bu hastalar, gündüz dışarıda dolaşamazlar.

Bilim adamları, bu ağır hastalığın çaresini bulmaya çalışırken, porfirinlerin tıpta faydalı birer araç olarak da kullanılabileceğini keşfettiler. Porfiride sözkonusu olan ve bugün fotodinamik tedavide kullanılan moleküllerin, fotosentez, oksijen taşınması gibi oldukça önemli fonksiyonları mevcuttur. Porfirinlerin karbon ve azottan bir halka yapısı vardır ve bunun ortasındaki boşluğa da demir veya magnezyum gibi metal iyonları yerleşir. Bu metal iyonları, porfirin halkalarına düzgün yerleştiklerinde, biyolojideki en önemli enerji üreten işlevlerin başlamasına vesile olurlar. Nitekim, fotosentezde güneş ışığını alan bitki pigmenti olan klorofil, bir porfirindir. Kanda oksijen taşıyan hemoglobin adlı proteinin de merkezindeki kısmı bir porfirindir. Ayrıca birçok önemli görevi üstlenen enzimler de porfirinlerdir.

Işığa hassas reaksiyonların çok faydalı bazı yönleri, Eski Mısır’dan beri bilinmekteydi. Örneğin, bazı çekirdek ve meyvelerde bulunan psoralen adlı maddeler binlerce yıldır bazı cilt hastalıklarının tedavisi için kullanılmaktadır. Sedef hastalığının ve vitiligo’nun tedavisinde kullanılan psoralenler, ışıkla aktive olunca, hastalıklı bölgedeki çoğalan hücrelerin DNA’ları ile reaksiyona girip bu hücrelerin ölümüne yol açarlar. Psoralenlerin bu özelliğinden çok etkilenen bazı bilim adamları, bu maddelerin ultraviyole ışığı ile aktive olduğunu gösterdikten sonra, bunu değişik cilt hastalıklarının tedavisinde kullanmaya başlamışlardır.
Porfirinler, cilt hastalıkları dışında, bazı tümörlerin tedavisi için de bir süre kullanılmış ve ışıkla aktive olan porfirinlerin tümör hücrelerini öldürmesiyle tümörlerde gerileme tesbit edilmiştir. Ki, şu anda bilinen porfirinler tamamen tümörleri yok etmeyi başaramasa da, daha etkili ve vücuttan kolay atılan porfirinleri bulabilmek için çalışmalar devam etmektedir. Nisan 2000’de ABD’de verteporfin adlı böyle bir ilaç onay almıştır. Ancak bu ilaç kanser için değil, yaşlılığa bağlı körlüğün engellenmesi için kullanım onayı almıştır. Bazı yaşlılarda görülen ve körlüğe yol açan maküler dejenerasyonda gözün arkasındaki retina tabakasında oluşan anormal damarlaşmalar zamanla körlüğe yol açabilmektedir. Damardan verilen verteporfin, dakikalar içinde hızlı gelişen bu anormal damarlarda toplandıktan sonra göze verilen kırmızı ışıkla aktive olup, normal retina dokusuna zarar vermeden, anormal damarların gelişmesine ve dolayısıyla körlüğün oluşmasına engel olabilmektedir.

Kalpteki daralan koroner damarların açılmasında da porfirinler kullanılmaya başlanmıştır. Işık verebilen bir balon kateteri ile hastalıklı damara ulaşılınca, o sırada damara verilen porfirinler ışık etkisiyle aktive olup hastalıklı bölgedeki daralmaya yol açan plakların erimesine yol açmaktadır. Bu konudaki ilk insan çalışmasının sonuçları Amerikan Kalp Akademisi’nin 2002 Eylül’ündeki yıllık toplantısında Harvard Üniversitesi’ndeki araştırmacılar tarafından sunulmuştur.

Porfirinlerin özellikle aktif ve çoğalan hücrelerde birikmesi, bu maddelerin başka hastalıklarda da kullanılması ihtimalini akla getirmektedir. Enfeksiyon hastalıklarına yol açan bakterilerin öldürülmesi için de porfirinlerin kullanılması ihtimali ortaya çıkmıştır. Gram negatif bakteriler, antibiyotik tedavisine dirençli, yok edilmeleri kolay olmayan bakterilerdir. Porfirinlerin ise karmaşık bir hücre duvarı yapısı olan bu bakterilerin içine girmesi mümkün değildir.

Ancak son yıllarda Harvard Üniversitesi’ndeki araştırmacılar lizin aminoasit zincirini bir porfirine ekleyerek bu zincirin bakteri duvarını aşabilme özelliğinden faydalanıp porfirinleri de bakteri içine sokmayı başarabilmişlerdi. Tabiî ki ışıkla harekete geçen porfirinler bakterilerin yok edilmesini de sağlamışlardır.

Bağışıklık sistemi hastalıkları, AIDS, kan kanserleri, organ nakli reddi gibi hücrelerin hızlı çoğaldığı hastalıklarda porfirinlerin faydalı roller üstlenebileceği düşünülmektedir. Kısacası, ışıkla harekete geçen bu ilginç moleküllerin ileride çok daha fazla işimize yarayacağı anlaşılıyor.




Kaynak:“New Light on Medicine,” Nick Lane, Scientific American, Ocak 2003.


KafKasKarTaLi 2 Mayıs 2006 16:07

Terörizm Nedir?

Son zamanlarda popülerleşmesinin de etkisiyle neredeyse sayısız denebilecek kadar çok terörizm tanımı yapılmıştır. Hepsinin ortak noktası terörü yasadışı ve istenmeyen bir olgu olarak tanımlamasıdır. Kural tanımaz oluşu, acımadan, suçlu-suçsuz, sivil-silahlı ayırımı gözetmeksizin saldırması da bir diğer özellik olarak sayılır. Vahşet ve kan dökücülük... dehşet verici eylemler... Liste daha da uzatılabilir.

Neredeyse tüm kötülükler ve olumsuzluklar teröre ve teröristlere yüklenir.

Bu açıdan bakıldığında sanki terör bizim dünyamızın bir parçası değildir. Terör, bu dünyadan uzaklardan, adeta bir tür ‘karanlıklar dünyası'ndan gelmiştir. Bu nedenle teröristler resmedilirken karanlık ve çirkin yüzler tercih edilir. Hatta çoğu kez teröristin yüzü veya gözü dahi gösterilmez. Teröristin de insan olduğu, terörün de bir insan faaliyeti olduğu görmezden gelinmek istenircesine, terör ‘karanlık', ‘canavar', ‘şeytan', ‘kötülüklerin kaynağı' gibi son derece soyut ve varlığı tartışmalı tanımlamalarla anlatılmaya çalışılır:

Örnek verecek olur isek terörü bir tür ‘canavar' olarak nitelendiren, ‘terör canavarı' konuşmalarına sıkça rastlanır. Her şeyin ‘canavarı'nı bulan ülkemizde bu durum alışıldık olsa bile tüm dünyada insanların ortak eğilimlerinden biridir, terörü bir canavar olarak lanse etmek.[1] Bir sorunu ‘canavar' olarak sunmak sadece teröre özgü de değildir. İlk çağlarda olduğu gibi bugün de insanlar açıklayamadıkları, çözemedikleri sorunlar karşısında ‘canavar' üretmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir ve denebilir ki en az ilk çağlardaki kadar modern zamanda da canavarlar bulunmaktadır: Örneğin enflasyonun, uyuşturucunun ve trafik kazalarının ‘canavar' sıfatıyla adlandırılması Türkiye'de sıkça başvurulan bir yoldur. Dikkat edilirse ‘canavar' aslında var olmayan bir yaratıktır ve insan aklı sıkça çözemediği, tanımlayabildiği sınırları aşan sorunları bu şekilde açıklamaya çalışır. Terörden uyuşturucuya kadar sorunları ‘canavar' sıfatı altına almak ilk aşamada bizleri sorundan uzaklaştırır, adeta yabancılaştırır. Baş edemeyeceğimiz, çözemeyeceğimiz bir sorun ile karşı karşıya olduğumuzu düşündürür. Sorunun nedeni biz değilizdir. Sorunun kaynağında bir ‘canavar' vardır. Yani bir bilinmeyen, yani ‘bizden olmayan bir şey' vardır. Bu sayede kendi dünyamıza ait olmasını istemediğimiz şeyleri ‘canavar'lar sınıfına alarak, sorundan yabancılaşırız, toplumun ve bireylerin sorumluluklarından kaçarız, ya da kaçmak isteriz. Trafik canavarı örneğine bakacak olur isek sanki kazaları yapanlar, alt yapıyı gerektiği gibi oluşturmayanlar bizler değilmişiz gibi ‘trafik canavarı' oluşturur, tüm suçu ona yükleriz. Böylece arkadaşlarımızı, ailemizi, kendimizi vs. temize çıkarırız.

Terör tanımlarında en çok karşılaşılan diğer kavramlar ise ‘karanlık', ‘şeytanilik' ve ‘kötülük kaynağı'dır. Terörist örgütler hep karanlık içinde tanımlanır, (dark side of terror), terörist liderler ise (Terörün karanlık ustaları / Dark Master of Terror) olarak tanımlanır. Terörü şeytani bir iş (evil) olarak tanımlamak ise belki de en yaygın olanıdır.[2] Hatta başta ABD Başkanı George W. Bush olmak üzere siyasiler, diplomatlar ve medya, teröristlerin ‘şeytani bir iş' yaptıklarından ve liderlerinin ‘şeytani kişiler' olduklarından son derece emindirler. Hatta George W. Bush bunu bir adım daha ileri götürerek, ‘şeytani ülkeler ittifakı'ndan (axis of evil) dahi bahsetmiştir.

Yani terör kötülüklerin kaynağıdır. O doğası itibarıyla kötüdür. İyi olamaz. Çünkü iyi olur ise kendisi olamaz. İyi-kötü ayrımı böylesine keskin ve kesin olunca, bu durumda geriye çok fazla seçenek kalmamaktadır. Kötü, hiçbir tartışma ve anlamaya gerek olmaksızın yok edilmelidir. Terörün nedenleri, kaynakları, yöntemleri vb. önemli olmakla birlikte aslolan onu yok etmektir ve bu da ancak onun anladığı dille, yani şiddet kullanılarak gerçekleştirilebilir.

Toplumsal Bir Belirti Olarak Terörizm

Nasıl ki terör tanımlarında klişe kelimeler kullanılır ise, bir terör saldırısının ardından gelen açıklamalar da klişeler ile doludur:

"Terör ile hiçbir yere ulaşamazlar", "terör ile mücadelemizi kazanacağız", "terörü amaç olarak seçenler çıkmaz bir yoldadırlar ve kaybetmeye mahkumdurlar".

Oysa ki gerçek sanıldığı ve söylendiği kadar yalın ve basit değildir.

Teröristin kaybedeceği önemli bir noktaya kadar doğru olabilir. Terörü yöntem olarak seçmiş olan kişi veya kişiler kaybedeceklerdir, çünkü kaybedenler arasında yer aldıklarını, kaybedecek başka bir şeyleri olmadığını düşündükleri için teröre başvurmuşlardır. Diğer bir ifadeyle terör örgütleri zaten başlangıçta bir tür ‘zayıflar klübü' gibidir. Eğer fikren ve fiziksel olarak güçlü olsalar ve sistem içinde barınabilseler idi terörü seçme ihtimalleri oldukça düşük olurdu. Fakat söz konusu olan terörizm ise kazanmak ya da kaybetmekten bahsedilemez. Çünkü terörizm ne kazanır, ne kaybeder. Terörizm sizin baş edebileceğiniz bir rakibiniz değildir. Terörizm belli şartların oluşması halinde ortaya çıkar, o şartlar kaybolunca da biter. Fakat bu bitiş sonsuza dek olmaz. Siz onu davet etmedikçe, onun için uygun şartları oluşturmadıkça gelmez. Dolayısıyla eğer terörizm toplum olarak yaşamınıza giriyor ise bilerek ya da bilmeyerek onu davet eden de sizlersiniz demektir.

Terörizm biraz önce özetlemeye çalıştığımız algılamaların ötesindedir. Bir canavar değildir, bir şeytan değildir. Yok edebileceğiniz, alt edebileceğiniz bir hasım da değildir. Terörizm aslında bir belirtidir, bir semptomdur. Bir şeylerin ters gittiğini sizlere haber veren bir ipucudur. Nasıl ki insan vücudunda ters giden gelişmeler ‘ağrı' yoluyla haber verilir, toplumsal sorunların ‘ağrı'larından bir tanesi de terörizmdir. Özellikle kitlesel düzeylere ulaşmış bir terör hareketi, o toplumda çok ciddi sorunların olduğunu gösterir. Tıpkı vücuttaki ağrılarda olduğu gibi sosyal sorunları gösteren ağrılarda da tek bir çeşit yoktur. Bu nedenle terör olayları tek bir kalıp ile ele alınamaz. Her terör olayı için değişmeyen, sabit nedenler sayılamaz. Baş ağrısı, karın ağrısı, diş ağrısı nasıl birbirinden çok farklı sorunlara işaret etmektedir, terörün çeşitleri de toplumdaki çeşitli sorunlara işaret eder. Bu noktadan bakıldığında terörün bizatihi kendisi ile mücadele anlamsızdır.

Nasıl ki bir başağrısı ile inatlaşmak, onu yenmenin yolu değildir ve aslında bu mümkün de değildir, salt terörizm ile mücadele de mümkün ve doğru değildir.

Bu demek değildir ki bırakalım terör olayları devam etsin...

Elbette hayır.

Nasıl ki başağrısı, mide ağrısı için ağrı kesici alınır, terörizm için de ağrı kesiciler vardır:

Terörizmin ağrı kesicisi güvenlik güçlerince yapılan erken müdahalelerdir. Salt polisiye ve askeri operasyonlar tamamen ağrı kesici niteliğinde müdahalelerdir. Fakat gözden kaçırılmaması gerekir, hiçbir ağrı kesici kalıcı hastalıkları gidermez. Sadece acının ve sorunların gizlenmesine yarar. Rahat geçirilen bir gecenin ardından daha şiddetli ağrılar vardır. Eğer bir mide rahatsızlığı var ise, veya beyinde bir tümör, ağrı kesiciler yarardan çok zarar verir ve sorunun giderilmesini engeller, gerçek nedenlerin tespitini geciktirir. Benzeri bir şekilde terör olaylarına yalnızca güvenlik güçleri ile gitmek sadece sorunu görmezden gelmemize yol açmaz, aynı zamanda sorunun derinleşmesine ve baş edilemez bir hale gelmesine de neden olur.

Vücut-toplum benzetmesinden hareket eder isek, terörizm toplumdaki sorunları anlamada güçlü bir belirtidir ve erken teşhis edilmesi halinde bu sorunlar çok daha kolay bir şekilde çözülebilir. Bu noktada unutulmaması gereken terörizmin toplum olarak bizlerin yaptığı hataların bir sonucu olduğudur. Suçu insanın doğasındaki kötülüğe veya bilinmez bir yaratığa yüklemek ve ardından sadece güvenlik güçleri ile şiddeti şiddet ile bastırmaya çalışmak sorunu çözemez. Sorun çok daha derinlerdedir. Belki siyasi sistemde, belki ekonomik yapıda, belki de kültürel ortamdadır. Çoğu kez de onlarca farklı alana kök salmıştır. Diğer bir ifade ile terörizm bir güvenlik sorunundan çok siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve bunun gibi diğer alanlardan kaynaklanmaktadır. Hal böyle olunca terörizm ile mücadelede güvenlik merkezli yaklaşım daha başından eksik kalmaktadır. Sosyal, ekonomik ve siyasi boyutları noksan bir terörle mücadele yaklaşımı aslında terörle mücadele değil, sorunu geciktirme ve derinleştirme operasyonu anlamına gelir.

Terörle Mücadele-Teröristle Mücadele

Unutmamak gerekir ki terörist ile mücadele terörü sona erdirmeyebilir. Ne kadar çok terörist öldürürseniz öldürün, ne kadar çok terör örgütünü çökertirseniz çökertin terörizm tırmanabilir. Öldürdüğünüz her terörist yeni teröristlerin doğmasına yol açabilir. Bu bağlamda terörizmle mücadele etmenin ilk önceliği teröristle fiziki olarak, şiddet kullanarak mücadele etmek değildir. Terörizmi gidermeye çalışırken ilk öncelik toplumsal ihtiyaçlar olmalıdır. Halkın düşüncesi, medyanın doğru kullanımı, ekonomik ve sosyal araçların terörü kesmek için kullanılması, eğitim ve kültürün birer araç olarak devreye sokulması gerekir. Bunlar klişe sözler ve hamasi nutuklar olarak değerlendirilebilir. Hatta ‘güvercin' görüşü olarak da değerlendirilebilir. "Okul açarak terör mü önlenirmiş", "hastane yaparak bombalar mı dururmuş" denebilir. Bu tespitler kısmen doğrudur da. Fakat terörde bahsettiğimiz metod hakkınca uygulanmış değildir. Ne yazık ki sadece ülkemizde değil, diğer ülkelerde de terörden çok teröristle mücadele edilmiştir. Gerçek ameliyatlar ve önleyici çalışmalardan çok pansumanlar ve ağrı kesiciler ile yetinilmiştir. Terörle mücadele ‘Devlet-Terörist' zıtlığı içinde değerlendirilmiştir. Buna karşın teröristler ve terör örgütleri belki de reflekssel bir hareketle devletten çok halkı ikna etmeye çalışmıştır. Bunu bazen güzellikle, bazense biraz önce bahsettiğimiz toplumsal sorunları kullanarak yapmıştır. Tüm bunlara ek olarak terörist devletin sorunu ‘Devlet-Terörist' zıtlısı olarak görmesinden son derece memnundur. Çünkü bu sayede yavaş yavaş kemireceği bünyeye devlet ile eşit bir güç olarak girmektedir. Devleti kendi istediği alana çekmiş olmaktadır.

Ahıska Davasına Kim Sahip Çıkacak?




Ahıska Türkleri meselesi ve Ahıska bölgesinin statüsü sorunu son dönemde gündemi yoğun olarak işgal ediyor. Özellikle Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru hattının geçen yıl faaliyete geçmesi ile birlikte özelikle Ermenistan’ın Ahıska bölgesine karşı duyduğu ilgi katlanarak artmaya başladı. Önümüzdeki günlerde Ahıska Ermenilerinin Ermenistan tarafından kışkırtılmaları sonucu Gürcistan’da yeni ve ciddi bir sorunlar dönemi başlayabilir.

Bu noktada sorunun Türkiye’yi ve Ahıska Türklerini ilgilendiren boyutuna değinmek gerekmektedir. Bilindiği üzere Ahıska Türklerinin anavatanı bugün Gürcistan sınırları içersinde yer alan ve Cevahetya olarak anılan bölgedir. Ahıska Türklerinin anavatanlarından 1944 yılında sürülmeleri bu halkın hafızasından hiç silinmemiş ve bugüne kadar canlı bir iz olarak yaşamaya devam etmiştir. Ahıskalılar bu tarihi acıyı nesilden nesile aktarmışlar ve bir gün ana vatanları olan topraklara dönme umuduyla yaşamaya devam etmişlerdir.

Ahıskalıların bir bölümü geçtiğimiz bir kaç yıl içinde Türkiye’ye yerleşmiş ve Anavatanlarına dönüş yapacakları günü Türkiye’de beklemeye başlamışlardır. Aradan geçen zaman içinde Türkiye’de Ahıskalılar adına birçok dernek kurulmuş ve bu dernekler bu “vatansız” insanların sorunlarını Türk insanına ve Türk devletine anlatma görevini üstlenmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bu noktada üzerine düşeni yapmış ve bu topluluğa en azından büyük bir devletin sahip çıktığını dünya kamuoyuna göstermiştir.

Son dönemlerdeki gelişmeler Ahıska Bölgesinin yeni sorunlara gebe olduğunun işaretlerini vermektedir. Burada kamuoyunun gözünden kaçan bir durum var ve kanaatimizce bu durumun aydınlatılması gerekiyor. Sorunun tarihsel olarak muhatabı Ahıska Türkleridir ve bu topraklar Ahıskalıların ana yurdudur. Bu gerçek, bugün Gürcistan devleti dahil bütün dünya tarafından kabul edilmekte ve kimse buna itiraz etmemektedir. Ahıskalıların bu haklı davaları her fırsatta hem Türkiye’de faaliyet gösteren dernekler tarafından hem de Türk Devletinin yetkilileri tarafından yüksek sesle dile getiriliyor ve uluslararası platformun da desteği alınmaya çalışılıyor. Bu meselenin Türkiye için jeopolitik ve jeostratejik bir mesele olduğu ortadadır. Ahıska Türklerinin, Ahıska Bölgesine yerleştirilmelerinin Türkiye için ciddi kazanımlar sağlayacağı ve Güney Kafkasya’da atacağı adımlar için kayda değer bir gelişme olacağı devleti idare edenler tarafından bilinmekte ve bu perspektiften konuya yaklaşarak problemin çözümü için enerji sarf edilmektedir. Gerek Türkiye’ye yerleşen Ahıskalıların Türkiye’deki problemlerinin çözümü gerekse Eski Sovyet Coğrafyasında yaşamaya devam eden Ahıskalıların, yaşadıkları ülkelerde karşılaştığı sorunlar Türkiye tarafından dikkatle takip edilmekte ve gerektiğinde sürece müdahil olunmaktadır. Türkiye devletinin meseleye bakışı ve konuya yaklaşımı genel olarak böyle bir çerçeveye sahip.

Ancak, Ahıskalıların nihai olarak neyi arzuladığı ve tercihlerini nasıl yaptıkları hususunda ciddi tereddütlerin bulunduğu anlaşılmaktadır. Her sene Kasım ayında tekrarlanan Ahıskalıların anavatanlarından sürgün edilişlerini anma gecelerinde konu yeniden gündeme gelmesine ve bir çok yerde yazılıp çizilmesine karşın bu insanların o topraklara gerçekten dönüp dönmeyeceği meselesi hala anlaşılabilmiş değildir. Sovyetler Birliği döneminde ana yurtlarına dönmeleri yasaklanmış olan Ahıskalıların, 1991 yılında SSCB’nin dağılışının ardından anayurtlarına akın etmeleri ve bu vatan toprağı üzerine yerleşmeleri beklenirdi. Ancak böyle bir göç ne yazık ki gerçekleşmedi. Kayda değer bulunmayan bazı münferit yerleşmeler dışında ciddi anlamda bölgeye bir Türk göçü yaşanmadı. Bunun yerine birçok insan Türkiye’ye gelerek daha “iyi şartlarda” yaşamayı bir gün birilerinin kendilerini vatanlarına götürmelerini beklemeyi uygun buldu. Türkiye’ye geldikten sonra Ahıskalılar hızlı bir biçimde dernekleşmeye başladılar ve Ahıska davasını sürdürme iddiasıyla devletten destek almaya çalıştılar. Dernekleşme çabalarının başında bulunan insanların nitelikleri ve sergiledikleri performansın değerlendirilmesi yetkili ve ilgili birimler tarafından muhtemelen yapılmaktadır. Ancak iyi bilinen bir şey var. Bu da, bu derneklerin “folklorik” nitelikli “kültür ve yardımlaşma” derneği olmadıkları ve Türk dış siyasetinde önemli bir rol oynamaya başlayan bir konunun Türkiye’deki meşru sözcüleri konumunda görüldükleridir. Bu tür organizasyonlardan beklenen misyon, dile getirdikleri davanın amaçlarına ulaşıncaya dek savunuculuğunu yapmaları ve hedeflerine ulaşmak için çalışmalar yürütmeleridir. Ancak ne yazık ki bugün Ahıska konusu arık Ermenilerle Gürcüler arasındaki çekişmenin konusu haline gelmiş durumdadır. Ahıska Türklerini temsil edenler ise konuya hala hukuki bir problem olarak bakmakta ve tuhaf bir iyimserlikle anavatanlarının geleceğini başka halkların ve ülkelerin ellerine bırakmakta bir beis görmüyormuş gibi davranmaktadırlar. Buna itiraz edecek olanlar elbette çıkacaktır. Ancak Ahıskalı temsilcilerle yaptığımız görüşmelerde her defasında onlara yönelttiğimiz “Ahıska’ya kim gidecek” sorusuna aldığımız yanıtlar ortada pek de gerçekçi olmayan bir “dava”nın olduğu kaygısına yol açmaktadır. Dernek yöneticisi sıfatıyla kamuoyunda ve devlet nezdinde itibar gören bu kişilerin sorumuza verdikleri yanıt genellikle “Rusya’da zor durumda olanlar. Ya da Azerbaycan’ın şu bölgesinde yaşayanlar Ahıskaya dönecekler.” şeklinde olmaktadır. Kendilerinin Ahıska bölgesine yerleşip yerleşmeyeceğini sorduğumuzda ise “hayır” cevabını almaktayız. Gerekçelerini merak edip de “ peki neden ?” diye sorulduğunda alınan yanıt ise gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Bölgede yaşayan Ermeniler yüzünden Ahıska’ya yerleşmek istemediklerini ayrıca Gürcistan’ın bugün zor ekonomik şartlar altında bulunduğunu, ifade ediyor ve öncülüğünü yaptıkları “davanın” kendilerini bağlamadığı gibi intibanın doğmasına neden oluyorlar.

Türkiye, şüphesiz derin bir tarihi geleneğe ve devlet tecrübesine sahiptir. Böylesine güçlü kökleri olan bir devletin, kendi sınırları dışında olup bitenlere karşı sessiz kalmak yerine müdahil olmaya çalışması ve yeri geldiğinde kendi menfaatlerini, sınırları dışında da aramak hakkına sahip olduğu aşikardır. Özellikle Osmanlı hinterlandı içerisinde yer alan ülkeler ve bu ülkelerde ikamet eden Türk soylu toplulukların sorunları da bu anlamda Türkiye’nin de sorunudur ve Türkiye bu toplulukların davalarına sahip çıkarak bu konudaki hassasiyetini ortaya koymaktadır. Ahıska ve Ahıska Türkleri meselesi de bu yüzden Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmekte ve bu bölge Türkiye’nin jeopolitik tasarımları ve planları içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Bugün, Ahıska meselesini yeri geldiğinde Gürcistan’a karşı siyasi bir koz olarak elinde tutan Türkiye, Ahıska bölgesinden sürülmüş olan Türklerin anavatanlarına geri dönmelerini nihai hedef olarak görmektedir. Türkiye’de faaliyet gösteren dernek ve federasyonların Türkiye tarafından ciddiye alınıp bu organizasyonların muhatap kabul edilmeleri de şüphesiz devletin dış politika hedefleriyle doğrudan örtüşmektedir. Bu dernekler Ahıska Türklerinin haklı mücadelesini sonuca erdirmede yardımcı unsurlar olarak görülmekte ve devlet birimleri tarafından ciddiye alınmaktadırlar. Ancak yazının başlarında sorduğumuz soruyu bir kez daha tekrarlamamız gerekmektedir. “Ahıska’ya kim gidecek?”. Ahıskalıların önde gelenlerinin böyle bir kaygısının olmadığı yönünde şüpheler artmaktadır. Eski Sovyet coğrafyasında yaşayan Ahıskalıların da 1991 den sonra Ahıska yerine Türkiye ve Amerika’ya göç etmeyi tercih ettikleri gerçeği de göz önüne alındığında Ahıska’ya kimlerin gerçek anlamda sahip çıkacağı sorusunun Türkiye tarafından sorulması gerektiği açıktır.

Önümüzdeki yıllarda Gürcistan, Ahıskalıların vatanlarına geri dönmeleri için izin verdiğinde önümüze çıkacak tablo ne yazık ki endişe verici bir tablo olacaktır. Bölgedeki Ermeni varlığı veya Gürcistan hükümetinin Ahıskalıları “Türkleştirilmiş Gürcüler” olarak anayurtlarına kabul edeceğini ifade etmesinin bu tarihi davanın önünde bir engel olarak görülmemesi gerekir. Sovyet baskısı altında bile asimilasyona uğramamış olan bu insanların Ermeni ve Gürcü etkisi altında kalarak kimliklerini kaybedeceklerini iddia etmek de bu halka karşı saygısızlık anlamına gelir. Bugün Ahıska’ya giderek bir ev satın almak, arazi satın almak ve oraya yerleşmek gerçek bir davanın ve yurt sevgisinin göstergeleri olacaktır. Yoksa her yıl Kasım ayında matem yaparak ve ağıtlar yakarak bu davanın hakkı verilemez. Birilerinin –özellikle de Ahıskalıların önde gelenlerinin, dernek yöneticilerinin- gerçek anlamıyla bu davaya kendilerini adamaları ve Ahıska’ya yerleşmeyi düşünmeleri gerekmektedir.


ahmetseydi 2 Mayıs 2006 16:39

Türk Lirasının Trajik Gelişimi
 
“Sıfır atmak çözüm mü?”

CUMHURİYETİN ilk yıllarında Türk Lirasının karşıtlarından hiçbir eksiği yoktu, hatta onlardan biraz daha değerliydi. Egemenliğimizin simgesi Türk Lirası yedi haneye muhtaç duruma nasıl düşmüştü? Olaya tarih perspektifinden kısaca bir göz atalım:

1946 yılına gelindiğinde 1 ABD Doları = 1 Lira 30 kuruş konumundaydı.
Recep Peker başbakanlığındaki CHP iktidarının sürdüğü 7 Eylül 1946 tarihinde Türk Lirası ilk kez devalüasyon gördü ve dolar karşısında değeri 2 Lira 80 Kuruş olarak saptandı.

İkinci devalüasyon 1958 yılında ekonomik krizden kurtulma hedefiyle yapıldı. Dolar/Türk Lirası kuru, 2.80’den 9.- TL’ye yükseldi. Bu %221 oranında bir devalüasyonu ifade ediyordu.

10 Ağustos 1970, Adalet Partisi iktidarı sırasında hükümetin kararıyla dolar kuru 9.- TL’den 15.- TL’ye yükseltildi.

1 Mart 1978’de doların TL karşısındaki değeri 19.25 TL’den 25.- TL’ye çıkartıldı.

10 Haziran 1979’da TL’nin değeri tekrar ayarlanarak kur, 26.50 TL’den 47.10 TL’ye indirildi.

1936 yılında yasalaşıp 1980 yılına kadar yürürlükte kalan 17 sayılı karar; kontrollü kambiyo rejiminin sıkı kurallarını içeriyordu. İthalat ve görünmeyen kalemlere ait her bir doların transferi T.C. Merkez Bankası’nın iznine tabiydi. Türk vatandaşlarının ceplerinde, kasalarında ve banka hesaplarında döviz bulundurmaları yasaktı. Çünkü yasada: “Ülkedeki tüm dövizler Devlete aittir” hükmü vardı. Dolayısıyla, bireyler ve şirketlerin mülkiyetine sahip olamadıkları dövizleri yurt-dışına transfer etmeleri de doğal olarak mümkün değildi.

Günümüz iktisatçılarının eleştiri yağmuruna tuttukları bu dönemin en önemli özelliği doğal olarak “ Türk Lirası’nın mutlak hakimiyeti” idi.
1980’e gelindiğinde, ülke artık “70 sent’e muhtaç” hale gelmişti. 24 Ocak 1980 tarihli kararname ile ülkemiz ekonomi tarihinin en kritik kararları alındı. ve Türk Lirası büyük oranda değer kaybıyla, dolar karşısında 47.10 Lira’dan 70 Lira’ya indirildi. Ayrıca, 17 sayılı karar iptal edildi.

Üstelik, sabit kur sistemi terk edilerek, döviz kurları günlük olarak ilan edilmeye başlandı. Artık Türk Lirası; Dolar, Mark, Sterlin,.. vesaire paralar karşısında günlük, saatlik, hatta dakikalık olarak değişiyordu.
Bu gelişmeler sonrasında, Türk Lirasının yıllar içerisinde nasıl hırpalandığını sene sonu kurlarını gösteren aşağıdaki tablo açıkça göstermektedir:


Tablo 1 (TL/$ KURU)

1981 132,30
1982 184,90
1983 280,00
1984 442,50
1985 574,00
1986 754,35
1987 1.014,90
1988 1.815,98
1989 2.311,37
1990 2.927,13
1991 5.059,86
1992 8.569,83
1993 14.350,24


1990 yılında uygulamaya konulan 32 sayılı kararla ülkemiz mali piyasaları yol geçen hanına döndü. Yabancı fonların ülkemize hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan girmesine ve daha da önemlisi, istediği zaman istediği miktarda çıkmasına izin verildi. Uluslararası kapital sıcak para adı altında hazine bonosu ile döviz kuru arasındaki farktan yararlanarak, hiç zahmet çekmeden ve batı ülkelerinde hayal bile edilemeyecek karlarla, bir dahaki “volede” tekrar gelmek üzere ülkelerine dönebiliyor.. Bazılarına göre bu kadar serbestlik Avrupa, Amerikan normlarında bile aşırı kaçmıştı.

Bu dönemde dolarizasyon giderek yaygınlaşıp kurumsallaşma aşamasına geldi. Yani, Türk Lirası’ndan kaçarak dolar egemenliğine girdik. Bu bağlamda, devlet ihale bedelleri dolar üzerinden saptandı.

Halkımız birikimlerini giderek TL yerine dolar ve markla yapmayı yeğledi. Dövizli çek / senetler çoktandır ticaret hayatının bir parçası haline geldi. Kamu iç borçlarının %30’u dövize dönüştürüldü. Özel sektörde yönetici maaşları dolar cinsinde ödendi. Özellikle daha sonra batacak bankaların üst düzey yöneticileri maaşlarını ABD Doları üzerinden ,ama, ABD de bile görülmeyecek rakamlarla aldılar. Türk Lirası tasarruf birimi ve mübadele aracı olarak geri plana itildi.

1994 Nisan’ında patlayan banka krizinde fatura yine sabıkalıya kesildi ve ABD Doları 15.000 TL’den önce 38.000 TL’ye yükseldi, daha sonra 25.000 TL’ye geriledi.Bu devalüasyonun önemli farkı: öncekilerin hükümet kararlarına dayanması, bunun ise tamamen piyasa dinamikleriyle sürpriz olarak ortaya çıkmasıydı. Ancak Tablo 2’den görüldüğü gibi, Türk Lirası’nın yuvarlanışı yine de durmadı.


Tablo 2 (TL/$ KURU)

1993 14.350
1994 38.687
1995 61.054
1996 108.500
1997 204.750
1998 316.250
1999 538.196
2000 671.765


Aslında tek olarak TL çoktan unutulduğundan, adam yerine konulmak için binlercesini bir arada telaffuz etmek gerekiyor. Halbuki Doların “sent”i, Mark’ın “fenik” i (Euro’ya geçene kadar) bile sapasağlam yerinde durmaktadır. Bu arada popüler bir profesör, Lira’ya kendince uygun bir isim bulmuştu: “Dandik para”.

Şubat 2001’de Türk Ekonomisi büyük bir çöküş yaşarken, Türk Lirası yine suçlu bulunarak tenzil-i rütbe (rütbe indirimi) cezasına çarptırıldı ve dolar karşısında kademeli olarak 1.700.000 TL’ye kadar düştükten sonra muhtelif zik-zaklarla şimdiki 1.370.000 – 1.400.000 bandın yerleşti.Bu seferki devalüasyon yetkililer ve basındaki destekçilerinin “ asla olmaz “ nidaları arasında geldi.


Tablo 3 (TL/$ KURU)

2001 1,446,900
2002 1,639,900
2003 (Eylül) 1,370,000


Acaba bizde bunlar olurken, yabancı ülkelerde neler oldu? Maalesef, dünyada ismi duyulmuş hiçbir ülkenin parası, bizim Liramız gibi değersizleşmedi. İkinci Dünya Harbi’nden maddi, manevi gücünü yitirmiş olarak çıkan İtalya ve Japonya’nın paraları Liret ve Yen karşısında bizim Liramız daha değerliydi. Gelin, T.C. Merkez Bankası’nın 22 yıl önce, yani 30.12.1981 tarihinde ilan ettiği döviz kurlarına bir bakalım;

1 İtalyan Lireti: 0,11 TL
1 Japon yeni: 0,60 TL

Yani, o tarihte ancak 9 Liret, 1 Türk Lirası edebiliyordu; 1 Japon Yeni ise, bizim paramızın neredeyse yarısı kadar değerliydi.

Zaman içerisinde Liret, Avrupa’nın kuvvetli bir parası olarak Euro’ya dahil oldu ve bugün bizim paramızdan yaklaşık 800 misli daha değerli halde. 1 Japon Yeni ise, 11.800 küsur Lira ediyor.

Bugün döviz kurları listesine baktığınızda, bizim paramızdan daha ucuzunu görmeniz mümkün değildir.

Güya ekonomisi bize benzeyen Arjantin’deki son kriz sosyal patlamaya dönüşerek marketler talan edildiğinde, basınımızda bu ülkeyle Türkiye’yi mukayese eder yorumlar yapılmış, açık veya zımni olarak yağmalama olaylarının yaşanmadığı Türkiye’nin daha iyi durumda olduğu iddia edilebilmişti. Halbuki, Arjantin’de ortalama milli gelir bizden 3 misli fazla olarak 6-7.000 Dolar düzeyindedir. Ve bu ülke, yaşadığı bütün sıkıntılara ve IMF’nin baskılarına rağmen, parasını devalüe etmeyi reddetti. Bugün, 1 pezo = 468.922 TL.

Geçenlerde Maliye bakanı, artık tasarruf ve mübadele aracı olma özelliği zedelenen Türk Lirası’ndan 2004 sonunda altı sıfırın atılacağını müjdeli bir haber olarak ilan etti. Enflasyonun belinin kırıldığı ve diğer ekonomik hedeflerin gerçekleşmek üzere olduğu, geleceğe ait beklentilerin olumluya dönüştüğü bir ortamda yapılan sürpriz açıklama için gerçekten uygun bir zaman seçilmişti. İlaveten, belirlenen hedef de doğru bir hedefti, çünkü Lira’nın zayıflığı artık kendi kendini besler durumda. Paramızın değerinde sadece yüzde birlik (%1) bir değişimin ifadesi 14.000 TL oluyor. Egemen bir ülke parasının 1.400.000 tanesi (dolara karşı) veya 1.520.000’i (Euro karşısında) yahut da 2.100.000’i (Sterlin karşısında) başka ülke paralarının sadece 1 tanesi kadar değer ifade edebiliyor. Buradaki anormalliği görmek için uzman olmaya hiç gerek var mı? Üstelik bu haliyle bile paramızın hak etmediği kadar değerli olduğunu ileri süren çevreler var.

Kısacası, hükümetin doğru bir hedef seçtiği aşikardır. Başarı için ikinci koşul da operasyon için doğru bir zamanlamada yatmaktadır.

Kanaatimizce, enflasyonun %10’nun altına düşmesi beklenmeli ve o zamana kadar bünyesel problemlerin çözümünde mesafe alınmış olması gereklidir.

Ancak, ulus ve devlet olarak paramıza yine geçmişteki gibi sahip çıkarsak (!), aynı filmin geri sarılıp tekrar oynandığını görmekten kurtulamayız.



ramsstein 3 Mayıs 2006 10:29

SALDIRGANLIK VE DUYGUSAL GELİŞİMLE İLİŞKİSİ*

D.W.Winnicott

[1950-5]
* Through Paediatrics to Psycho-Analysis (Collected Papers)
( Pediyatriden Psikanalize [Toplu Yazılar]),1992, Brunner/Mazel Ed., New York
Çeviri: Nilüfer Güngörmüş-Erdem

I
SEMPOZYUMA KATKI

Saldırganlıkla ilgili bu çalışmanın altında yatan ana düşünce, eğer toplum bir tehdit altındaysa, bunun insandaki saldırganlıktan değil, bireylerdeki kişisel saldırganlığın bastırılmasından kaynaklandığıdır.

Saldırganlık psikolojisini inceleyen öğrenci şu nedenle ciddi bir zorlukla karşı karşıyadır: Bütünsel bir psikolojide, çalmakla çalınmak aynı şeydir ve ikisi de aynı derecede saldırgandır. Güçsüz olmak güçlünün güçsüze saldırması kadar saldırgandır. Cinayet ile intihar temelde aynı şeydir. Belki de en zoru, sahip olmak tamahkârca elde etmek kadar saldırgandır; gerçekten de elde etmek ile sahip olmak psikolojik bir birim oluşturur, biri olmadan öteki eksik kalır. Elde etme ve sahip olma iyidir veya kötüdür demek değildir bu.

Bu düşünceler sıkıntı vericidir çünkü geçerli toplumsal kabulün ardında gizlenen çözülmelere dikkati çekerler; saldırganlığı konu alan bir çalışmanın dışında bırakılamazlar. Ayrıca, fiili saldırganlığın incelenmesi, saldırganlığın altında yatan niyetin kökenleri irdeleyen bir çalışma ile temellendirilmelidir.

Kişiliğin bütünleşmesinden önce saldırganlık vardır . Bebek rahim içinde tekme atar; buradan, dışarı çıkmak için tekme attığı sonucunu çıkartamayız. Birkaç haftalık bebek kollarını oynatır; buradan, vurmak istediği sonucunu çıkartamayız. Bebek dişetleriyle meme ucunu çiğner; buradan, yıkmak veya can acıtmak amacı güttünü çıkartamayız. Başlangıçta saldırganlık etkinlikle neredeyse aynı anlama gelir; kısmi-işlevle ilişkilidir.

Çocuk bir kişi haline geldikçe, bu kısmi işlevler onun tarafından saldırganlık biçiminde düzenlenir. Hasta bir kişi, kastını aşan etkinlikler ve saldırganlıklarda bulunabilir. Kişiliğin bütünleşmesi belli bir gün, belli bir saatte oluvermez. Gelip gider, hatta bütünleşme iyice gerçekleştiğinde bile, çevreyle ilişkili beklenmedik talihsiz durumlar sonucunda kaybedilebilir. Bununla birlikte, sağlıkta, eninde sonunda niyetli davranışa ulaşılır. Davranış niyetli olduğu ölçüde, saldırganlık kastidir. Burada hemen saldırganlığın ana kaynağı dürtüsel deneyim gündeme gelir. Saldırganlık sevginin ilkel ifade biçiminin bir parçasıdır. Ele alınan ilk aşk dürtüleri (impulsion) olduğuna göre, oral terimlerle betimlenmesi uygun olur.

Oral erotizm saldırgan bileşenleri kendinde toplar ve sağlıkta, fiili saldırganlıkların -yani kişinin niyetli olarak ortaya koyduğu ve etrafındakiler tarafından da saldırganlık olarak hissedilen saldırganlıkların- büyük kısmının temeli oral aşka dayanır.

Her deneyim hem fizikseldir hem değildir. Düşünceler bedensel işlevlere eşlik edip onları zenginleştirir, bedensel işleyiş de düşünce oluşumuna (ideation) eşlik edip gerçekleşmesini sağlar. Ayrıca düşünce ve anılar toplamı ile ilgili olarak şunu söylemek gerekir: Bunlar, bilince ulaşabilenler, sadece bazı şartlarda bilince ulaşabilenler ve tahammül edilemeyen duygulanım yüzünden bilinçdışına bastırılan ve ulaşılamayanlar olmak üzere yavaş yavaş birbirinden ayrılır.

Fiili (actual) saldırganlık teması ile saldırgan dürtü temasını birbirine kattığımın farkındayım. Ancak biri olmadan ötekinin ele alınamayacağına inanıyorum. Soyutlanmış bir olgu olarak ele alınırsa, hiçbir saldırganlık edimi tam anlamıyla anlaşılamaz ve bir çocuğun herhangi bir edimi incelenirken aşağıdakiler göz önünde bulundurulmalıdır:
Kendisine bakım veren erişkinlerden oluşan çevre içerisindeki çocuk.
Kronolojik ve duygusal yaşına göre olgun çocuk.
Yaşına göre olgun olsa da, içinde birincil evreye dek uzanan bütün olgunlaşmamışlık derecelerini barındıran çocuk.
Olgunlaşmamış seviyelerde saplanmaları bulunan hasta bir kişi olarak çocuk.
Nispeten örgütlenmemiş bir duygusal seviyede olan ve halen kolayca gerileyip kendiliginden gerileme durumundan çıkabilen çocuk.

Çeşitli Evrelerde Saldırganlık
Bireyin yaşamının başlangıcından başlayabilseydik iyi olurdu ancak bu evreye ait kesin olarak bilemediğimiz şeyler çok fazladır. Kapsamlı bir çalışmadan beklentimiz, saldırganlığı benlik gelişiminin çeşitli evrelerinde boy gösterdiği biçimiyle betimlesidir:

İlk evre........ Bütünleşme öncesi
Kaygı gütmeyen amaç


Ara evre....... Bütünleşme
Kaygı güden amaç
Suçluluk

Bütünsel kişilik evresi...... Kişiler arası ilişkiler
Üçgen ilişki durumları vb.
Çatışma –bilinçli ve bilinçdışı


Ben burada esas olarak bu temalardan ikincisi olan ara evrenin gelişimini ele almak istiyorum .


Kaygı öncesi evre
Çocuğun kişi olarak var olduğu ve bir amaç taşıdığı, fakat bunun sonuçlarını dert etmediği kuramsal bir kaygısızlık veya insafsızlık evresi betimlemek gerekir. Çocuk henüz bu aşamada, uyarılma esnasında tahrip ettiği şey ile uyarılmalar arasındaki sakinleşme zamanlarında değer verdiğinin aynı şey olduğunu idrak edemez. Çocuğun uyarılma halindeki sevgisi anne bedenine hayali saldırıyı da içerir. Burada saldırı sevginin bir parçasıdır .

Bunun bir kısmının, kişiliğin sakin ve uyarılmış yönleri arasıdaki bir çözülme biçiminde ortaya çıktığı görülebilir, bu durumda, genelde iyi ve tatlı olan çocuk ‘tabiatına aykırı davranarak', kendini tam sorumlu hissetmeksizin, sevdiği kişilere saldırganlıkta bulunur.

Bu duygusal gelişim evresinde saldırganlık kaybedilirse, sevme yetisi, yani nesnelerle ilişki kurma yetisi de bir ölçüde kaybedilir.

Kaygı Evresi
Şimdi Melanie Klein'ın duygusal gelişimde ‘depresif konum' olarak betimlediği evre geliyor. Kendi amacıma uygun olarak bu evreye Kaygı Evresi adını vereceğim. Kişinin benlik bütünlüğü anne figürünün kişiselliğini idrak edecek kadar gelişmiştir ve bunun son derece önemli bir sonucu olarak, dürtüsel deneyiminin (fiziksel olsun, düşünceleştirmeye dair (ideational) olsun) sonuçlarıyla ilgili kaygısı vardır.

Kaygı evresi beraberinde suçluluk duyma yetisini getirir. Bundan böyle saldırganlığın bir kısmı, klinik olarak keder veya suçluluk duygusuyla veya sözgelimi kusma gibi, fiziksel bir muadili ile kendini gösterir. Suçluluk, bebeğin uyarılmış ilişkide sevilen kişiye zarar verdiğini hissetmesiyle bağlantılıdır. Sağlık durumunda bebek suçluluğu taşıyabilir ve böylece (zaman faktörünü de içeren) kişisel ve canlı bir annenin yardımıyla, kendi verme, inşa etme ve onarma dürtüsünü keşfetmesi mümkün olur. Bu yolla saldırganlığın büyük kısmı toplumsal işlevlere dönüşüp kendini bu şekilde gösterir. Çaresizlik anlarında (sözgelimi bir hediyeyi kabul edecek veya onarma çabalarına tanıklık edecek kimse bulunmadığında) bu dönüşüm sekteye uğrar ve saldırganlık tekrar boy gösterir. Toplumsal etkinliğin doyurucu olması için, saldırganlıkla ilişkili kişisel bir suçluluk duygusu üzerinde temellendirilmiş olması gerekir.

Öfke
Şimdi sıra yoksunluğun yol açtığı öfkeye geldi. Her deneyimde bir dereceye kadar kaçınılmaz olan yoksunluk, bir dikotomiye yol açar: 1) yoksunluk hissi veren nesnelere karşı masum saldırgan dürtüler, 2) iyi nesnelere karşı suçluluk üreten saldırgan dürtüler. Yoksunluk suçluluktan kaçış sağlar ve bir savunma mekanizması doğurur: sevgi ile nefretin ayrı yollara yönelmesi. Nesnelerin bu şekilde iyi ve kötü olarak bölünmesi gerçekleşirse suçluluk duygusu yatışır; buna karşılık sevgi, değerli saldırganlık bileşeninden bir miktarını kaybeder, nefret ise daha bozguncu (disruptive) niteliğe bürünür.


İç Dünyanın Büyümesi
Bundan sonra bebeğin psikolojisi daha karmaşık bir hal alır. Bebek artık sadece kendi dürtülerinin annesi üzerindeki etkisiyle meşgul değildir, deneyimlerinin sonuçlarını kendiliği içinde de kaydeder. Dürtülerin doyuma ulaşması ona kendini iyi hissettirir ve girdi ve çıktıları sadece fiziksel anlamda değil psikolojik anlamda da algılar. İçi iyi olduğunu hissettiği şeyle dolar, bu da onun hem kendine olan hem de yaşamdan bekleyebileceğini hissettiği şeye olan güvenini tesis eder ve sürdürür. Aynı zamanda öfkeli saldırılarını da hesaba katmak zorundadır, bu saldırılar sonucunda kötü, habis veya zulmedici şeyle dolduğunu hisseder. Bu kötü şeyler veya güçler, onun hissiyatına göre kendi içinde olduğundan, onun kendisine ve yaşama karşı güveninin temelini teşkil eden iyinin karşısında içerden bir tehdit oluşturur.

Böylece ömür boyu sürecek olan iç dünyasını idare etme işine girişir, ancak bu işe koyulabilmesi için kendi bedenine iyice yerleşmeli, kendi içi ile dışarsı, gerçekte olan ile hayalinde olan arasındaki farkı koyabilmelidir. Dış dünyayı idare edebilmesi iç dünyasını idare edebilmesine bağlıdır.

Son derece karmaşık bir dizi savunma mekanizması geliştirir. Duygusal gelişimin bu evresine ulaşmış çocuktaki saldırganlığı anlayabilmek için mutlaka bunların incelenmesi gerekir. Burada ancak insan psikolojisinin bu konuyla ilişkili kısmına ait mekanizmalardan bazılarını sayabilirim.

İlk olarak içedönüklüğün tersine dönmesinden bahsedeceğim, çünkü fiili saldırganlığın önemli ve sıradan bir kaynağıdır bu.

Sağlıkta çocuğun ilgisi hem dış gerçekliğe hem de iç dünyaya yöneliktir ve bu ikisi arasında köprüler vardır (rüyalar, oyunlar vb). Sağlıksız durumda çocuk iç dünyasını öyle düzenleyebilir ki, iyi içerde yoğunlaşır, kötü ise yansıtılır. Artık çocuk iç dünyasında yaşamaktadır. İçedönük olarak nitelenebilir (veya patolojik olarak içedönük).

Patolojik içedönüklüğün iyileşmesi yeniden, böyle bir çocuk için zulmedici figürlerle dolu bir dış dünyaya dönmek anlamına gelir; bu noktada çocuk iyileşme sürecinde muntazaman saldırganlaşır . Saldırgan davranışın önemli bir kaynağıdır bu. Kendisinden sorumlu olan kişiler, içedönüklüğü iyileşmekte olan çocuğun bu savunma saldırısıyla iyi başa çıkamadığı takdirde çocuk tekrar kolayca içedönüklüğe kayar. Hastalık dışında, bir dereceye kadar her küçük çocuğun yaşamında buna rastlanır, kesinlikle salt kuramsal bir kavram değildir. Uzun süre kişisel bir işte uğraşan kişi hassaslaşır.

Unutmayalım ki, çocukken insanların öznel ile nesnel arasındaki ayrımı yavaş yavaş yapmaya başladığı gözlemlenir. Çocuğun iç dünyasındaki deneyimleri yansıtmasıyla kolayca, hezeyanlı deliliğe benzer bir durum ortaya çıkar. İki-üç yaşındaki sağlıklı çocuk bile genelde gece uyanır ve kendini onunla paylaşabileceğimiz dış dünyada değil, (bizim bakış açımızdan) kendi iç dünyasında hisseder. Küçük çocuklar gündüz oyun oynarken hezeyana girerler, bizim dünyamızda gibi görünseler de esas olarak kendi iç dünyalarında yaşarlar. Bunun sağlıksız olması şart değildir fakat böyle bir çocuğu idare ederken, sadece paylaşılan dış dünyaya uygulanabilecek olan mantıkla karşılaşmayı bekleyemeyiz. Erişkinlerin büyük kısmı bile hiçbir zaman güvenilir bir nesnellik yetisine ulaşamaz, öte yandan en güvenilir şekilde nesnel olanlar da çoğu zaman kendi iç dünyalarının zenginliğiyle nispeten teması kesilmiş kişilerdir.

Saldırgan davranışı çocuğun kendi iç dünyasını idare ediş biçimine göre açıklamaya üç örnek daha vereceğim.

Çocuğun hayalinde (fantasy) iç dünya öncelikle karında veya ikincil olarak kafa veya bedenin başka belirli bir bölgesinde konumlanır.

Belli bir kişilik örgütlenmesi derecesine erişmiş bir çocuk öyle bir deneyimle karşılaşır ki, bununla özdeşleşme yoluyla başa çıkmak onun gücünü aşar. Örneğin başka bir sorunla tamamen meşgul olduğu bir sırada anababası önünde kavga eder. Deneyimle başa çıkabilmek için, tamamını kendi içine alarak idare etme yoluna gider. Denebilir ki, anababanın kavga anında dondurulmuş bir hali onun içinde yaşamaktadır ve bundan böyle belli bir miktar enerji içselleştirilmiş kötü ilişkinin denetlenmesi için buraya yönlendirilir. Klinik olarak yorgun olur veya çökkünleşir veyahut da fiziksel hastalığa yakalanır. Bazı anlarda içselleştirilmiş kötü ilişki ağır basar, o zaman çocuk içine kavga eden anababanın ‘şeytanı girmiş' gibi davranır. Çocuğun zorlantılı şekilde saldırganlaştığını, kötü, yaramaz, deli gibi (deluded) olduğunu görürüz .

Ya da kavga eden anababayı içselleştiren çocuk dönem dönem etrafındaki insanlar arasında kavga çıkartır, böylece dışardaki gerçek kötülüğü içerideki ‘kötü' şeyin bir yansıması olarak kullanır. Böyle bir durumda hakikaten kavga eden ses ve insan varsanılarının olduğu delilik anları kolayca görülebilir.

Çocuğun iç dünyasını idare etmesinde ve oradaki selim olduğu düşünülen şeyi koruma çabasında bazı anlar vardır ki, habis etkinin bir parçasını dışarı atabilse çocuk herşeyin iyi oacağını hisseder. (Günah keçisi fikrinin muadili.)

Klinik olarak kötülüğün dışarı fırlatılması dramatize edilebilir (tekmeleme, gaz çıkarma, tükürme vb). Ya da çocuk kazaya yatkınlaşır veya intihara teşebbüs eder – içindeki kötüyü yok etmek amacıyla; bütünsel intihar düşlemi, muhakkak çocuğun kötü öğeyi yok edip hayatta kaldığı durumu içermektedir, fakat hayatta kalamayabilir.

Çocuğun karnında (veya kafasında vb) hissettiği içsel dünyaya ait görüngülerin idare edilmesi zaman zaman o kadar büyük bir güçlük arzeder ki çocuk top yekün bir denetim getirir – bunun klinik sonucu depresif duygudurumudur. Bu da tahammül edilmez bir içsel ölülüğe yol açar. Tamamlayıcısı olan manik durumun ortaya çıkması beklenmelidir. Bu durumda iç dünyanın canlılığı ağır basarak çocuğu etkinleştirir, görünürde dışsal bir öfke uyaranı olmadığı halde çocuk klinik olarak şiddetli saldırganlık gösterebilir. Bu manik evreler manik savunma olarak adlandırılan durumla aynı değildir, manik savunmada içsel ölülük yapay bir etkinlikle yadsınır (depresyona karşı manik savunma olarak adlandırılan etkinlik, Klein). Manik savunmanın klinik sonucu saldırgan bir patlama değil, genel endişeli bir huzursuzluktur (restlessness), hipomanidir; dağınıklık, pasaklılık (messinesse) ves aşırı hassasiyetle kendini gösteren hafif bir saldırganlık görülür, yapıcı azme rastlanmaz.

Sağlıkta kişi, saklamaya değer bulduğu şeyi tehdit eder gibi görünen dış güçlere saldırmak için kullanmak üzere kötülüğü içerde saklayabilir. O zaman saldırganlık toplumsal değer kazanır.

Bunun değeri (manik veya hezeyanlı saldırganlığa kıyasla) nesnelliğin korunmuş olmasından kaynaklanır ve düşmanla karşılaşmada harcanan çabadan tasarruf edilebilir. O zaman düşmana saldırmak için onu sevmek gerekmez.

Özet
Yukarıda belirttiklerim esas olarak saldırganlık ile duygusal gelişimin ara evresi diye adlandırdığım durum arasındaki ilişkiyi betimlemektedir. Bu evre, kişilerarası ilişkileri ve Oidipus kompleksinin üçgen durumlarıyla bütünsel kişilik evresinden önce gelir; insafsızlık evresinin erken aşamaları ile niyetlilik öncesi ve kişilik bütünleşmesi öncesi çağı takip eder.

Bütünsel kişilik evresi olarak adlandırdığım evreye ait saldırganlık, Freud'un kabul gören yapıtı dolayısıyla bugünkü kuşağa zaten tanıdık gelmektedir.

Saldırganlığın önemli kaynakları insan gelişiminin çok erken evrelerine dayanır; bunlardan bazılarını gelen bölümde ele alacağız.

II
SALDIRGANLIĞIN ÇOK ERKEN KÖKENLERİ

Sorduğumuz soru en basit biçimiyle şudur: Saldırganlık sonuç olarak yoksunluğun yarattığı öfkeden mi kaynaklanır, yoksa kendine ait bir kökeni mi vardır?

Cevabı ister istemez gayet karmaşıktır, ya da günlük analiz uygulamamızı oluşturan muazzam klinik olgular yığını bile isteye kestirip atmak zorunda kalırız. Fakat böyle yapacak olursak, aslında kasten göz ardı ettiğimiz şeyin farkında olmadığımız zannedilebilir.

Uygulamada id'in tam doyumu diye bir şey olamayacağına göre, ilkel aşk dürtüsünde her zaman için tepkisel bir saldırganlık saptanabileceğini söyleyebiliriz. O zaman daha ince bir araştırmaya gerek var mıdır? Bence var, yoksa karışıklık çıkıyor. Özellikle de, ilkel aşk dürtüsünün benlik büyümesinin daha yeni başladığı bir evrede yürürlükte olduğu, örneğin bütünleşmenin henüz yerleşik bir olgu haline gelmediği düşünülürse... Sorumluluk alma yetisinin henüz gelişmediği bir sırada etkin ilkel bir aşk vardır. Bu çağda daha insafsızlık bile yoktur; merhamet- öncesi çağdır bu ve yıkıcılık id dürtüsünün bir parçası ise de, bu yıkıcılık ancak id doyumuna bağlı olarak ortaya çıkar. Yıkıcılık ancak öfkenin ve dolayısıyla da misilleme korkusunun varolabilmesi için yeterli benlik bütünleşmesi ve benlik örgütlenmesi gerçekleştiği takdirde bir benlik sorumluluğu haline gelir. Bununla birlikte erken öfke ve korkuya da rastlanabilir, bu benlik gelişmelerinin saptanması mümkün ise de, bunlardan önce kişide öfkeden bahsedilmesi akla yatkın değildir.

Nefret nispeten daha karmaşıktır ve bu ilk evrelerde varolduğu söylenemez. Dolayısıyla saldırganlığı tepkisel saldırganlıktan tamamen ayrı incelememiz gerekir. Tepkisel saldırganlık, id dürtüsü gerçeklik ilkesi yüzünden amacına ulaşamadığı için, dürtünün kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkar.

O halde dürtü merhamet-öncesi çağda yaşandığı için çocuğun amacı her ne kadar yıkmak değilse de, ilkel aşk (id) dürtüsünün yıkıcı bir nitelik taşıdığını söylemek yerinde olur.

Bu varsayımdan çıkarak, ilkel aşk (id) dürtüsündeki yıkıcı öğenin kökenini irdelemek mümkündür.

Meseleleri basitleştirmek için, değişken bir etken olan doğum travmasını dışarda bırakıp, normal veya travmatik olmayan doğumu esas alabiliriz. Normalden kastım çocuğun doğumu kendi çabasının bir sonucu gibi hissetmiş olmasıdır. Gecikme veya erkene alma gibi durumlar söz konusu değildir (bkz. s180 [kitaptaki Doğum Anıları, Doğum Travması ve Endişe makalesine gönderiyor] ç.n.)

Erken id deneyimleri bebek için yeni bir öğeyi, dürtü buhranlarını işin içine katar; bu buhranların bir hazırlık dönemi, bir doruğu ve belli miktar doyumu izleyen dönemi vardır. Bu evrelerin her biri çocuğa kendine özgü sorunlar yaşatır.

Amacımız ilk id deneyimlerindeki (tesadüfen yıkıcı olan) saldırganlık öğesinin tarih öncesini incelemek. Elimizde, en azından fetüs hareketlerinin başladığı en erken dönemlere uzanan bazı öğeler -hareket yetisi (motility)- var. Duyular alanında buna tekabül eden bir öğeyi de eklemeliyiz kuşkusuz. Rahim-içi yaşama dek uzanan ve bütün bebeklik (ve tüm yaşam) boyunca süregiden hareket yetisi, id deneyiminin kendisinde varolan etkinlikle bağlanabilir (fusion) mi? Bu etkinlik id öğesi olarak mı sınıflandırılmalıdır, yoksa benlik öğesi olarak mı? Yoksa benlik ile idin farklılaşmadığı bir evre olduğunu kabul edip (Hartmann, 1952), hareket yetisini benlik-id farklılaşmasından önce görülmesi temelinde sınıflandırmaya çalışmaktan vazgeçmek daha mı iyi olur?

Her bebek ilkel hareket yetisinin mümkün olduğu kadar çoğunu id deneyimlerine dökmek zorundadır. Kuşkusuz burada şu gerçek devreye girer: Gerçekliğin getirdiği yoksunluklara çocuğun ihtiyacı vardır -çünkü id doyumu tam olsaydı ve hiçbir engelle karşılaşmasaydı bebeğin kökensel hareket yetisi doyuma ulaşamadan kalırdı (Riviere, 1936).

Her bebeğin kendine ait id deneyimi örüntüsünde, id deneyiminin yüzde x kadarını ilkel hareket yetisi oluşturur. Dolayısıyla yüzde (100-x) başka şekillerde kullanılmak üzere ayrılır –çeşitli bireylerin saldırganlık ile ilgili deneyimleri arasında büyük farklılıklar olmasının nedenlerinden biri budur. Ayrıca bir mazoşizm türünün kökeni de budur (bkz ilerde).

Bu hareket yetisi etrafında gelişen örüntüleri incelemek faydalı olur (Marty ve Fain, 1955).

Bu örüntülerden birinde, hareket yetisinden dolayı çevre sürekli olarak tekrar tekrar keşfedilir. Birincil nasisizm çerçevesi içinde her deneyim, yeni bireyin merkezden gelişmekte olduğunu vurgular; çevreyle temas bireyin bir deneyimidir (önce farklılaşmamış benlik-id evresinde). İkinci örüntüde çevre fetüse (veya bebeğe) baskı yapar (impinge) ve bireysel deneyimler yerine baskıya tepkiler ortaya çıkar. Bu durumda bireysel olarak varolabilmenin tek yolu dinlenmeye çekilmektir. O zaman hareket yetisi sadece baskıya tepki olarak yaşanır.

Aşırı uçta yer alan üçüncü bir örüntüde bu o kadar abartılmış durumdadır ki, bireysel deneyim için bir dinlenme yeri bile yoktur, bunun sonucu, birincil narsisistik durumda bireyleşememek olur. O zaman ‘birey' çekirdekten çok kabuğun ve baskı yapan çevrenin bir uzantısı olarak gelişir. Çekirdekten geriye kalan şey dipte saklanmıştır; en derinlere giden analizde bile zor bulunur. Böylece birey bulunamamakla varolur. Hakiki kendilik saklanmıştır ve biz de klinik olarak, işlevi bu hakiki kendiliği saklı tutmak olan karmaşık sahte kendilikle uğraşırız. Sahte kendilik elverişli bir şekilde topluma-uyumlu olabilir, ancak hakiki kendiliğin olmayışı istikrarsızlık yaratır, toplum sahte kendiliğe hakiki kendilikmiş gibi kanmadıkça bu istikrarsızlık daha da belirginleşir. Hasta bir boşunalık duygusundan şikayet eder.

Birinci örüntü sağlıklı dediğimiz durumdur. Oluşabilmesi için yeterince iyi anneliğe ve sevginin fiziksel biçimde (ilk başta olabildiği tek biçimiyle) ifade edilmesine ihtiyaç vardır. Anne bebeği (rahminde veya kollarında) tutar ve sevgi (özdeşleşme) aracılığıyla benlik ihtiyaçlarına nasıl uyum sağlayacağını bilir. Bu koşullar altında, ve ancak bu koşullar altında, birey varolmaya başlayabilir ve varolmakla da id deneyimlerini yaşamaya başlayabilir (YOKSA- ve id deneyimlerini yaşayacak şekilde varolmaya başlayabilir –Mİ?). Azami hareket yetisinin id deneyimlerine katılması için herşey hazırdır. Hareket yetisi potansiyelinin yüzde x 'i erotik potansiyelle bağlanmış durumdadır ( x nicelik olarak daha fazladır). Ancak bu durumda bile hareket yetisi potansiyelinin yüzde (100- x ) kadarı bağlanma örüntüsünün dışında, salt hareket yetisinin kullanımına kalır.

Bağlanmanın karşı koyma eylemi dışında (yoksunluğa tepki dışında) bir deneyime imkân tanıdığı unutulmamalıdır. Erotik potansiyelle bağlanmış olan kısım, dürtünün doyuma ulaşması yoluyla doyurulur. Tersine, hareket yetisi potansiyelinin bağlanmamış yüzde (100- x ) kadarının bir karşıt bulması gerekir . Kabaca söylersek, itecek bir şeye ihtiyacı vardır, yoksa yaşantıya dökülemeden kalır ve kişinin kendini iyi hissetmesine karşı tehdit oluşturur. Halbuki, tanımı gereği sağlıklı birey etrafta uygun karşıtlar aramaktan zevk alır.

İkinci ve üçüncü örüntülerde hareket yetisi potansiyeli sadece çevre baskısıyla deneyim konusu haline gelir. Sağlığın bozulduğu durumdur bu. Kişinin, az ya da çok, bir karşıtla karşılaşması gerekir ; ancak bu takdirde önemli hareket yetisi kaynağına başvurabilir. Çevre tutarlı biçimde baskı uyguladığı takdirde doyum elde edilir fakat:
Çevre baskısı sürekli olmalıdır.
Çevre baskısının kendine özgü bir örüntüsü olmalıdır, yoksa kişi kendisi bir örüntü geliştiremediği için kargaşalık hüküm sürer.
Bu bağımlılık demektir, birey kendini bu bağımlılıktan kurtaramayabilir.
Geri çekilme, örüntünün temel özelliklerinden biri haline gelir. (Hakiki kendiliğin saklandığı aşırı derecesi haricinde; o zaman ilkel savunma olarak geri çekilme bile işe yaramaz.)

İkinci ve üçüncü örüntüler işin içinde olduğunda, sağlığa yer yoktur ve ana örüntüyü ilk betimlediğim örüntüye çevirmediği müddetçe hiçbir tedavi işe yaramaz. Bununla birlikte, ikinci ve üçüncü örüntüler doğrultusunda gelişmiş hastalar analize gelir ve ilk bakışta, hastanın hakikaten varolduğuna dair hatalı bir varsayımdan hareket eden analistin çalışmasından gayet iyi faydalanacakmış gibi görünürler.

Bu noktada nevrotik hastadaki dirençlerin olumlu değeri hakkında özel bir yorum getirmek istiyorum. Analiz edilebilir direnç iyi prognoz oluşturur. Dirençlerin olmayışı, tanıda betimlediğim türden erken örüntülerdeki bir bozukluğa işaret eder.

Bu düşünceler bizi şu sonuca götürür: Sözkonusu sınıflandırma yöntemine göre normal olanlar dışındaki kişilerde, erotik potansiyelin hareket yetisi potansiyeliyle daha ileri derecede bağlanması analizle mümkün değildir. İlk örüntünün yerleşmediği durumda ancak ikincil bir yoldan, saldırgan öğelerin ‘erotikleştirilmesi'yle bağlanma mümkün olur. Burada zorlantılı sadist eğilimlerin köklerinden birini görürüz, bu eğilimler mazoşizme dönüşebilir. Kişi ancak yıkıcı ve insafsız olduğu zaman kendini hakiki hisseder. Kendi başına saf hareket yetisinden başka bir şey olmayan saldırganlık ile bağlanacak erotik bir bileşen bulup, diğer bir bireyle bu şekilde etkileşime girerek, bu yolla ilişki kurmaya çalışır. Burada erotik potansiyel hareket yetisiyle bağlanır, halbuki sağlıkta hareket yetisinin erotik potansiyelle bağlandığını söylemek daha doğru olur.

Sapkınlıklarda herhalde iki tür mazoşizm ayırt edilebilir. Biri kaba bir hareket ihtiyacının erotizasyonu olan sadizmden kaynaklanır, diğeri ise etkin hareket dürtüsünün edilgin kısmının doğrudan erotizasyonudur. İlk eşin mazoşist ya da sadist olmasına göre, gelişim bu yollardan birini ya da ötekini tutabilir. Hareket öğelerinin erotik yaşama bağlanması nispeten eksik kaldığından, erotik yaşam kaynaklı ilişkiler zayıftır, bu yüzden de eşleşmenin yarattığı ilişki daha değerli olur.

Sahicilik hissi esas olarak hareket yetisi (ve ona tekabül eden duyu) köklerinden gelir ve hareket öğesinin zayıf olduğu erotik deneyimler gerçeklik veya varolma hissini güçlendirmez. Aslında bu tür erotik deneyimler tam da onda varolmama hissi yarattıkları için kişi bunlardan kaçınabilir; burada erken dönem örüntüleri ilk betimlediğim çeşitlemeye uymayan kişilerden bahsediyorum.

Buradan, benlik örgütlenmesi olgunlaşmamış dahi olsa, ilk beslenmeden önce pek çok şeyin olup bittiği sonucunu çıkarıyoruz. Hareket yetisi deneyimlerinin toplamı bireyin varolmaya başlama becerisine katkıda bulunur; ilk özdeşleşmeden sonra da kabuğu bırakıp çekirdek haline gelmesine katkıda bulunur. Yeterince iyi çevre bunu mümkün kılar. Çevre ancak yeterince iyi ise insan bebeğinin erken dönem psikolojisinden bahsetmenin bir anlamı olabilir, çünkü, çevre yeterince iyi olmadığı takdirde insan farklılaşıp, normal psikoloji terimleri dahilinde tartışabileceğimiz bir özne haline gelmez . Ancak, bireyin varolduğu noktada, artık farklılaşmış olan benlik ile idin ilişkiyi sürdürmesinin ve gerçeklik ilkesinin etkisinden kaynaklanan güçlüklere rağmen ilişkide kalmasının başlıca yolu, birincil hareket yetisi potansiyelinin büyük kısmının erotik potansiyelle bağlanmasıyla kendini gösterir.

Buradan, nesnelerin dış niteliği sorununa ilişkin başka düşünceler çıkar. Bu konu üçüncü bölümde ele alınmıştır.

III
NESNELERİN DIŞ NİTELİĞİ

Psikanalizde, birinin analizinde uzun yol katedilmişse, analist duygusal gelişimin ilk görüngüleriyle ilgili ayrıcalıklı bir görüş sahibi olur.

Klinik çalışmadan çıkarttığım şu düşünce geçenlerde dikkatimi çekti: Hasta dürtüsel yaşamın saldırgan kökenini keşfetmeye giriştiğinde, analist için bu süreç şu ya da bu şekilde, erotik kökeni keşfetmesinden daha yorucu olmaktadır.

Burada beni ilgilendiren malzemenin, kafamızda ‘bağların çözülmesi' (de-fusion) terimiyle bağlantılandırılan malzeme olduğu hemen görülecektir. Sağlıkta saldırgan ve erotik bileşenlerin bağlandığını varsayarız, ancak bağlanma öncesi döneme ve bağlanma işine her zaman için özel bir anlam yüklemeyiz. Bağlanmanın zaten gerçekleşeceğine fazla güveniyor olabiliriz, o zaman bir vaka üzerinden düşünmeyi bırakınca, boş tartışmalar içine giebiliriz.

Bağlanmanın ciddi bir iş olduğu, sağlıkta bile tamamlanmadığı ve büyük miktarlardaki bağlanmamış saldırganlığın, sık sık analizdeki kişinin psikopatolojisinde komplikasyona yol açtığı kabul edilmelidir.

Analizde -eğer hakiki bir analizse- saldırgan ve erotik bileşenlerin ayrı dışavurumlarıyla uğraşmalı ve aktarımda bunları bağlamayı başaramayan hasta adına her birini ayrı taşımalıyız. Bağlama noktasında başarısızlıktan kaynaklanan ciddi rahatsızlıklarda, hastanın analistle ilişkisi kah saldırgan kah erotik niteliktedir. Ben de işte bu bağlamda, bu kısmi ilişkinin ikinci değil de birinci türünün analisti yorduğunu öne sürmekteyim.

Bu gözlemden hemen çıkarılacak sonuç, Ben ile Ben-Olmayan 'ın oluştuğu erken evrelerde, saldırganlık bileşeninin daha kesin şekilde, bireyi Ben-Olmayan 'a veya dışarda hissedilen bir nesneye ihtiyaç duymaya yönelttiğidir. Erotik deneyimler, nesne öznel olarak tasavvur edilir veya kişisel olarak yaratılırken, ya da kişi daha önceki bir tarihin narsisist birincil özdeşleşme durumuna yakın olduğu sırada yaşantılanabilir (?).

Erotik deneyimler, içgüdüsel erotik dürtüyü rahatlatan herhangi bir şey aracılığıyla gerçekleştirebilir; böylece ön-zevk, genel ve bölgesel uyarımda geriliminin yükselmesi, doruğa çıkma ve sönme (veya onun dengi olan durum) meydana gelir; bunu arzunun olmadığı bir dönem izler (arzuyla yaratılan öznel nesnenin geçici olarak yokedilmesinden dolayı, kendi başına bu da endişe yaratabilir). Oysa saldırgan dürtüler bir karşı koyma olmadığı sürece hiçbir doyurucu deneyim sağlamaz. Karşı koymanın çevreden, Ben 'den giderek ayırt edilen Ben-Olmayan 'dan gelmesi gerekir. Erotik deneyim kaslarda ve çabaya katılan diğer dokularda vardır, fakat bu erotizm türü, belirli erojen bölgelerle bağlantılı içgüdüsel erotizmden farklıdır.

Hastalar (bağları az çok çözülmüş) saldırgan deneyimleri sahici gibi, (aynı şekilde bağları çözülmüş) erotik deneyimlerden çok daha sahici hissettiklerini söylerler. Her ikisi de hakikidir fakat saldırgan deneyimlerin verdiği sahicilik hissine daha çok değer yüklenir. Saldırganlığın bir deneyimin erotik bileşeniyle bağlanması o deneyime ilişkin sahicilik hissini artırır.

Saldırgan dürtülerin, dış dünyadan bir karşı koyma olmaksızın, bir dereceye kadar kendilerine karşıt bulabildikleri doğrudur; normal durumda bunun göstergesi omurganın doğumöncesi yaşamdan kalma balıksı hareketleridir, normal dışı durumda ise hasta çocukların yaptığı (faydasız) gelgit hareketidir (sallanma veya içerde süregiden görünmez sihirli bir gelgit hareketini ele veren gerilim). Öne sürdüğümüz bu düşüncelere rağmen, normal gelişimde dışardan gelen karşı koymanın, saldırgan dürtüleri geliştirdiği söylenemez mi acaba?

Normal doğumda karşılaşılan karşı koyma, yaşanan deneyime başın önde olduğu bir nitelik kazandırır. Doğumlar çoğunlukla normal olmayıp büyük komplikasyona yol açsa da, hatta bebek tersten gelse de, yine de büyük çaba göstermek ile karşı koyma-başın önde olması ilişkisi arasında kurulan bağlantıda genel bir geçerlilik var gibidir. Bu görüş beslenme gayreti içindeki bebekler üzerinde yapılacak gözlemlerde sınanabilir –benim kuramıma göre başlarına tepeden bir miktar bastırarak bebeklere yardımcı olunabilir.

Bu düşünce genellikle şöyle ifade edilir: ‘İhtiyaçlarına mükemmel uyum sağlamanın bebeğe faydası olmaz. Bebeğin arzularına en iyi şekilde uyan anne iyi anne değildir. Yoksunluk öfke doğurur ve bu da bebeğin deneyimini artırır.' Hem doğru hem değil. İki etkeni gözardı ettiği için doğru değil- biri, teorik olarak başlangıçta bebeğin mükemmel bir uyuma ve daha sonra uyumun dikkatlice, yavaş yavaş bozulmasına ihtiyacı vardır; ikincisi, bu sözler deneyimin saldırgan ve erotik bileşenleri arasındaki bağlanmanın gerçekleşmediği durum üzerine düşünmeye imkân vermez, halbuki en azından kuramda, bağların çözük olduğu (veya henüz kurulmadığı) evreyi incelemek gerekir.

Bu sözleri aşağı yukarı burada alıntılandığı şekliyle dile getirenler saldırganlığın yoksunluğa karşı bir tepki olduğunu (yani, erotik deneyim esnasında, dürtüsel gerilimin yükseldiği uyarılma evresindeki yoksunluğa karşı bir tepki olduğunu) biraz fazla kolayca kabullenmektedirler. Bu tür evrelerde yoksunluğun öfke doğurduğu gayet açıktır, fakat bizim en erken duygu ve durumlara ilişkin kuramımıza göre, dürtüsel yoksunlukta öfkeyi mümkün kılan ve erotik deneyimi deneyim yapan benlik bütünleşmesinden önceki saldırganlığa hazırlıklı olmak gerekir.

Her bebeğin erojen bölgelerde bir içgüdü potansiyeline sahip olduğu, bunun biyolojik olduğu ve bu potansiyelin aşağı yukarı her bebekte aynı olduğu söylenebilir. Oysa tersine saldırganlık bileşeni son derece değişken olmalıdır ; biz beslenmenin gecikmesi yüzünden yoksunluk hisseden bebeğin öfkesini gözlemleyinceye kadar, bebeğin saldırganlık potansiyelini artıran veya azaltan çok şey olmuştur. Erotik potansiyele denk düşen saldırganlık anlamında bir yere varabilmek için, fetüsü durgunluğa değil harekete yönelten dürtülerine, dokuların canlılığına, kassal erotizmin ilk kanıtına uzanmamız gerekir. Bu noktada yaşam gücü gibi bir terime ihtiyacımız var.

Kuşkusuz her bir fetüsün yaşam gücü potansiyeli aşağı yukarı aynıdır, tıpkı her bebeğin erotik potansiyelinin olduğu gibi. Sorun şu ki, bebeğin taşıdığı saldırganlık potansiyelinin miktarı karşılaştığı karşı koymanın miktarına bağlıdır. Başka deyişle, karşı koyma, yaşam gücünün saldırganlık potansiyeline çevrilmesini etkiler. Ayrıca, karşı koymadaki aşırılık da komplikasyonlar yaratarak, saldırganlık potansiyeli olan bir bireyin bu potansiyeli erotik bileşenle bağlamasını imkânsız hale getirir.

Bu savı daha ileriye götürebilmemiz için, (doğum öncesi) bebeğin yaşam gücünün akıbetini ayrıntısıyla gözden geçirmemiz gerekir.

Sağlıkta, dürtüleri fetüsün çevreyi keşfetmesini sağlar, çevre hareketin karşılaştığı karşı koymadır ve hareket esnasında duyumsanır. Bunun sonucu Ben-Olmayan bir dünyanın ilk tanınması ve Ben 'in erken dönemde tesis edilmesidir (establish). (Uygulamada bunların aşama aşama gerçekleştiğini, tekrar tekrar gelip gittiğini, bulunup kaybedildiğini tahmin edersiniz.)

Sağlıksız durumda, bu çok erken evrede baskıyı uygulayan (impinge) çevredir ve yaşam gücü baskıya tepki olarak kullanılır –o zaman Ben 'in erken dönemde sağlam şekilde tesis edilmesinin tersi gerçekleşir. Aşırı uçta, tepkiler hariç dürtüler çok az deneyimlenir, Ben yertesis deilmemiştir. Bunun yerine, çevre baskısına karşı deneyimlenen tepkiye dayalı bir gelişim gözlemleriz; buradan sahte dediğimiz birey ortaya çıkar, sahte diyoruz çünkü kişisel dürtüselliği yoktur. Bu durumda saldırgan ve erotik bileşenler bağlanmaz, çünkü erotik deneyimler meydana geldiğinde Ben tesis edilmiş değildir. Aslında bebek erotik deneyim yönünde baştan çıkarıldığı için yaşar; fakat hiç sahici gibi gelmeyen erotik yaşamdan ayrı bir de sırf saldırgan olan, karşı koyma deneyimine bağımlı tepkisel bir yaşam vardır.

Burada, bağlanmada belli bir yetersizlikle kendini gösteren genel durumu betimleyebilmek için iki aşırı ucu tartışmamız gerekti. Kişilik üç parçadan oluşur: Ben ve Ben-Olmayan 'ın açık şekilde tesis edildiği ve saldırgan ve erotik öğelerin belli ölçüde bağlandığı bir hakiki kendilik; erotik deneyimle kolayca baştan çıkarılabilen, fakat sonuçta gerçeklik duygusunun kaybedildiği bir kendilik; bütünüyle ve insafsızca saldırganlığa terkedilmiş bir kendilik. Bu saldırganlık yıkma hedefi etrafında bile örgütlenmemiştir, fakat kişi için değerlidir çünkü bir gerçeklik hissi ve bir ilişki hissi verir, fakat ancak etkin karşı koyma olduğu takdirde veya (ilerde) zulüm olduğu takdirde kendini gösterir. Motivasyonunu benliğin kendiliğindenliğinden alan kişisel dürtüden kaynaklanmaz.



Kişi, bağları çözülmüş saf saldırganlığı mazoşizme çevirerek saldırgan ve erotik bileşenlerin sahte bir şekilde bağlanmasını gerçekleştirebilir, ancak bunun olabilmesi için güvenilir bir zalim bulunmalıdır, bu da sadist aşık olur. Bu şekilde mazoşizm sadizmden önce gelebilir. Oysa duygusal olarak sağlıklı bir insanın gelişimini izlersek sadizmin mazoşizmden önce geldiğini görürüz. Sağlıkta sadizm bağlanmanın başarılı olduğunu gösterir, mazoşizmin doğrudan doğruya tepkisel saldırganlıktan geliştiği ve bağlanmanın olmadığı koşullarda böyle değildir.

Bu düşüncelerden başlıca şu sonucu çıkarabiliriz: Saldırganlık terimini bazen kendiliğindenlik anlamında kullandımız için karışıklık çıkmaktadır. Dürtüsel hareket uzanır, karşı koyma ile karşılaştığında saldırganlık haline gelir. Bu deneyimde gerçeklik vardır ve yeni doğmuş bebekte hazır bekleyen erotik deneyimleri bağlar. İddiam şu: Bebeğin sadece doyurucu bir nesneye değil, bir dış nesneye ihtiyaç duymasına neden olan şey bu dürtüsellik ve onun doğurduğu saldırganlıktır .

Bununla birlikte çoğu bebek çevre baskısına tepki olarak gelişmiş muazzam bir saldırganlık potansiyeline sahiptir, zulüm bu potansiyeli etkinleştirir: eğer böyle ise, bebek zulme kucak açar ve zulme tepki olarak kendini sahici hisseder. Fakat bu hatalı bir gelişme biçimi olur çünkü çocuk sürekli, zulme ihtiyaç duyar. Tepkisel potansiyelin miktarı, (hareket yetisi ile erotizmi belirleyen) biyolojik etkenlere bağlı değildir, erken çevre baskısının cilvelerine bağlıdır, dolayısıyla çoğu zaman annenin psikiyatrik anormalliklerine ve yine onun duygusal ortamına bağlıdır.

Olgun, erişkin bireylerin cinsel ilişkisinde, özgül nesne ihtiyacının salt erotik doyumlarla bağlantılı olmadığı doğrudur belki de. Nesneyi seçen ve o an eşin varlığına, doyuma ve hayatta kalmaya duyulan ihtiyacı belirleyen şey, dürtüye bağlanmış olan saldırgan veya yıkıcı öğelerdir.






Anna Freud ile sempozyum, Kraliyet Tıp Cemiyeti, Psikiyatri Bölümü, 16 Ocak 1950. Anna Freud'un katkısı için bkz. Psychoanalytic Study of the Child ( Çocuğun Psikanaliz Açısından İncelenmesi ), cilt III-IV, s 37.
Şimdi olsa bu düşünceyi hareket yetisiyle (motility) ilişkilendirirdim (bkz. Marty ve Fain, 1955).
Bkz. Sechehaye'nin terimi: ‘Simgesel gerçekleşme'.
Bu metnin II. Bölüm'ünde benlik gelişiminin erken evrelerine ilişkin saldırganlık temasını irdelemeye çalışıyorum.
Buna ‘çiftdeğerlilik-öncesi' adı verilmiştir fakat bu terim kısmi-nesne ile tam nesnenin – meme ile tutan ve bakım verene annenin- bütünleşmesi meselesini hesaba katmaz.
Şimdi olsa ‘iyi ve kötü' yerine yüceltilmiş ve kötü' demem gerekirdi (1957).
Bu durum Anna Freud'un ‘saldırganla özdeşleşme' (1937) dediği şeyle ilişkilidir. Melani Klein'ın çalışması bizi içsel görüngülerin savunma amaçlı tümgüçlü denetimi kavramıyla tanıştırdı.


ramsstein 3 Mayıs 2006 10:34

SALDIRGANLIK VE DUYGUSAL GELİŞİMLE İLİŞKİSİ*

D.W.Winnicott

[1950-5]
* Through Paediatrics to Psycho-Analysis (Collected Papers)
( Pediyatriden Psikanalize [Toplu Yazılar]),1992, Brunner/Mazel Ed., New York
Çeviri: Nilüfer Güngörmüş-Erdem

I
SEMPOZYUMA KATKI

Saldırganlıkla ilgili bu çalışmanın altında yatan ana düşünce, eğer toplum bir tehdit altındaysa, bunun insandaki saldırganlıktan değil, bireylerdeki kişisel saldırganlığın bastırılmasından kaynaklandığıdır.
Saldırganlık psikolojisini inceleyen öğrenci şu nedenle ciddi bir zorlukla karşı karşıyadır: Bütünsel bir psikolojide, çalmakla çalınmak aynı şeydir ve ikisi de aynı derecede saldırgandır. Güçsüz olmak güçlünün güçsüze saldırması kadar saldırgandır. Cinayet ile intihar temelde aynı şeydir. Belki de en zoru, sahip olmak tamahkârca elde etmek kadar saldırgandır; gerçekten de elde etmek ile sahip olmak psikolojik bir birim oluşturur, biri olmadan öteki eksik kalır. Elde etme ve sahip olma iyidir veya kötüdür demek değildir bu.
Bu düşünceler sıkıntı vericidir çünkü geçerli toplumsal kabulün ardında gizlenen çözülmelere dikkati çekerler; saldırganlığı konu alan bir çalışmanın dışında bırakılamazlar. Ayrıca, fiili saldırganlığın incelenmesi, saldırganlığın altında yatan niyetin kökenleri irdeleyen bir çalışma ile temellendirilmelidir.
Kişiliğin bütünleşmesinden önce saldırganlık vardır . Bebek rahim içinde tekme atar; buradan, dışarı çıkmak için tekme attığı sonucunu çıkartamayız. Birkaç haftalık bebek kollarını oynatır; buradan, vurmak istediği sonucunu çıkartamayız. Bebek dişetleriyle meme ucunu çiğner; buradan, yıkmak veya can acıtmak amacı güttünü çıkartamayız. Başlangıçta saldırganlık etkinlikle neredeyse aynı anlama gelir; kısmi-işlevle ilişkilidir.
Çocuk bir kişi haline geldikçe, bu kısmi işlevler onun tarafından saldırganlık biçiminde düzenlenir. Hasta bir kişi, kastını aşan etkinlikler ve saldırganlıklarda bulunabilir. Kişiliğin bütünleşmesi belli bir gün, belli bir saatte oluvermez. Gelip gider, hatta bütünleşme iyice gerçekleştiğinde bile, çevreyle ilişkili beklenmedik talihsiz durumlar sonucunda kaybedilebilir. Bununla birlikte, sağlıkta, eninde sonunda niyetli davranışa ulaşılır. Davranış niyetli olduğu ölçüde, saldırganlık kastidir. Burada hemen saldırganlığın ana kaynağı dürtüsel deneyim gündeme gelir. Saldırganlık sevginin ilkel ifade biçiminin bir parçasıdır. Ele alınan ilk aşk dürtüleri (impulsion) olduğuna göre, oral terimlerle betimlenmesi uygun olur.
Oral erotizm saldırgan bileşenleri kendinde toplar ve sağlıkta, fiili saldırganlıkların -yani kişinin niyetli olarak ortaya koyduğu ve etrafındakiler tarafından da saldırganlık olarak hissedilen saldırganlıkların- büyük kısmının temeli oral aşka dayanır.
Her deneyim hem fizikseldir hem değildir. Düşünceler bedensel işlevlere eşlik edip onları zenginleştirir, bedensel işleyiş de düşünce oluşumuna (ideation) eşlik edip gerçekleşmesini sağlar. Ayrıca düşünce ve anılar toplamı ile ilgili olarak şunu söylemek gerekir: Bunlar, bilince ulaşabilenler, sadece bazı şartlarda bilince ulaşabilenler ve tahammül edilemeyen duygulanım yüzünden bilinçdışına bastırılan ve ulaşılamayanlar olmak üzere yavaş yavaş birbirinden ayrılır.
Fiili (actual) saldırganlık teması ile saldırgan dürtü temasını birbirine kattığımın farkındayım. Ancak biri olmadan ötekinin ele alınamayacağına inanıyorum. Soyutlanmış bir olgu olarak ele alınırsa, hiçbir saldırganlık edimi tam anlamıyla anlaşılamaz ve bir çocuğun herhangi bir edimi incelenirken aşağıdakiler göz önünde bulundurulmalıdır:
Kendisine bakım veren erişkinlerden oluşan çevre içerisindeki çocuk.
Kronolojik ve duygusal yaşına göre olgun çocuk.
Yaşına göre olgun olsa da, içinde birincil evreye dek uzanan bütün olgunlaşmamışlık derecelerini barındıran çocuk.
Olgunlaşmamış seviyelerde saplanmaları bulunan hasta bir kişi olarak çocuk.
Nispeten örgütlenmemiş bir duygusal seviyede olan ve halen kolayca gerileyip kendiliginden gerileme durumundan çıkabilen çocuk.
Çeşitli Evrelerde Saldırganlık
Bireyin yaşamının başlangıcından başlayabilseydik iyi olurdu ancak bu evreye ait kesin olarak bilemediğimiz şeyler çok fazladır. Kapsamlı bir çalışmadan beklentimiz, saldırganlığı benlik gelişiminin çeşitli evrelerinde boy gösterdiği biçimiyle betimlesidir:
İlk evre........ Bütünleşme öncesi
Kaygı gütmeyen amaç
Ara evre....... Bütünleşme
Kaygı güden amaç
Suçluluk
Bütünsel kişilik evresi...... Kişiler arası ilişkiler
Üçgen ilişki durumları vb.
Çatışma –bilinçli ve bilinçdışı
Ben burada esas olarak bu temalardan ikincisi olan ara evrenin gelişimini ele almak istiyorum .

Kaygı öncesi evre
Çocuğun kişi olarak var olduğu ve bir amaç taşıdığı, fakat bunun sonuçlarını dert etmediği kuramsal bir kaygısızlık veya insafsızlık evresi betimlemek gerekir. Çocuk henüz bu aşamada, uyarılma esnasında tahrip ettiği şey ile uyarılmalar arasındaki sakinleşme zamanlarında değer verdiğinin aynı şey olduğunu idrak edemez. Çocuğun uyarılma halindeki sevgisi anne bedenine hayali saldırıyı da içerir. Burada saldırı sevginin bir parçasıdır .
Bunun bir kısmının, kişiliğin sakin ve uyarılmış yönleri arasıdaki bir çözülme biçiminde ortaya çıktığı görülebilir, bu durumda, genelde iyi ve tatlı olan çocuk ‘tabiatına aykırı davranarak', kendini tam sorumlu hissetmeksizin, sevdiği kişilere saldırganlıkta bulunur.
Bu duygusal gelişim evresinde saldırganlık kaybedilirse, sevme yetisi, yani nesnelerle ilişki kurma yetisi de bir ölçüde kaybedilir.
Kaygı Evresi
Şimdi Melanie Klein'ın duygusal gelişimde ‘depresif konum' olarak betimlediği evre geliyor. Kendi amacıma uygun olarak bu evreye Kaygı Evresi adını vereceğim. Kişinin benlik bütünlüğü anne figürünün kişiselliğini idrak edecek kadar gelişmiştir ve bunun son derece önemli bir sonucu olarak, dürtüsel deneyiminin (fiziksel olsun, düşünceleştirmeye dair (ideational) olsun) sonuçlarıyla ilgili kaygısı vardır.
Kaygı evresi beraberinde suçluluk duyma yetisini getirir. Bundan böyle saldırganlığın bir kısmı, klinik olarak keder veya suçluluk duygusuyla veya sözgelimi kusma gibi, fiziksel bir muadili ile kendini gösterir. Suçluluk, bebeğin uyarılmış ilişkide sevilen kişiye zarar verdiğini hissetmesiyle bağlantılıdır. Sağlık durumunda bebek suçluluğu taşıyabilir ve böylece (zaman faktörünü de içeren) kişisel ve canlı bir annenin yardımıyla, kendi verme, inşa etme ve onarma dürtüsünü keşfetmesi mümkün olur. Bu yolla saldırganlığın büyük kısmı toplumsal işlevlere dönüşüp kendini bu şekilde gösterir. Çaresizlik anlarında (sözgelimi bir hediyeyi kabul edecek veya onarma çabalarına tanıklık edecek kimse bulunmadığında) bu dönüşüm sekteye uğrar ve saldırganlık tekrar boy gösterir. Toplumsal etkinliğin doyurucu olması için, saldırganlıkla ilişkili kişisel bir suçluluk duygusu üzerinde temellendirilmiş olması gerekir.
Öfke
Şimdi sıra yoksunluğun yol açtığı öfkeye geldi. Her deneyimde bir dereceye kadar kaçınılmaz olan yoksunluk, bir dikotomiye yol açar: 1) yoksunluk hissi veren nesnelere karşı masum saldırgan dürtüler, 2) iyi nesnelere karşı suçluluk üreten saldırgan dürtüler. Yoksunluk suçluluktan kaçış sağlar ve bir savunma mekanizması doğurur: sevgi ile nefretin ayrı yollara yönelmesi. Nesnelerin bu şekilde iyi ve kötü olarak bölünmesi gerçekleşirse suçluluk duygusu yatışır; buna karşılık sevgi, değerli saldırganlık bileşeninden bir miktarını kaybeder, nefret ise daha bozguncu (disruptive) niteliğe bürünür.
İç Dünyanın Büyümesi
Bundan sonra bebeğin psikolojisi daha karmaşık bir hal alır. Bebek artık sadece kendi dürtülerinin annesi üzerindeki etkisiyle meşgul değildir, deneyimlerinin sonuçlarını kendiliği içinde de kaydeder. Dürtülerin doyuma ulaşması ona kendini iyi hissettirir ve girdi ve çıktıları sadece fiziksel anlamda değil psikolojik anlamda da algılar. İçi iyi olduğunu hissettiği şeyle dolar, bu da onun hem kendine olan hem de yaşamdan bekleyebileceğini hissettiği şeye olan güvenini tesis eder ve sürdürür. Aynı zamanda öfkeli saldırılarını da hesaba katmak zorundadır, bu saldırılar sonucunda kötü, habis veya zulmedici şeyle dolduğunu hisseder. Bu kötü şeyler veya güçler, onun hissiyatına göre kendi içinde olduğundan, onun kendisine ve yaşama karşı güveninin temelini teşkil eden iyinin karşısında içerden bir tehdit oluşturur.
Böylece ömür boyu sürecek olan iç dünyasını idare etme işine girişir, ancak bu işe koyulabilmesi için kendi bedenine iyice yerleşmeli, kendi içi ile dışarsı, gerçekte olan ile hayalinde olan arasındaki farkı koyabilmelidir. Dış dünyayı idare edebilmesi iç dünyasını idare edebilmesine bağlıdır.
Son derece karmaşık bir dizi savunma mekanizması geliştirir. Duygusal gelişimin bu evresine ulaşmış çocuktaki saldırganlığı anlayabilmek için mutlaka bunların incelenmesi gerekir. Burada ancak insan psikolojisinin bu konuyla ilişkili kısmına ait mekanizmalardan bazılarını sayabilirim.
İlk olarak içedönüklüğün tersine dönmesinden bahsedeceğim, çünkü fiili saldırganlığın önemli ve sıradan bir kaynağıdır bu.
Sağlıkta çocuğun ilgisi hem dış gerçekliğe hem de iç dünyaya yöneliktir ve bu ikisi arasında köprüler vardır (rüyalar, oyunlar vb). Sağlıksız durumda çocuk iç dünyasını öyle düzenleyebilir ki, iyi içerde yoğunlaşır, kötü ise yansıtılır. Artık çocuk iç dünyasında yaşamaktadır. İçedönük olarak nitelenebilir (veya patolojik olarak içedönük).
Patolojik içedönüklüğün iyileşmesi yeniden, böyle bir çocuk için zulmedici figürlerle dolu bir dış dünyaya dönmek anlamına gelir; bu noktada çocuk iyileşme sürecinde muntazaman saldırganlaşır . Saldırgan davranışın önemli bir kaynağıdır bu. Kendisinden sorumlu olan kişiler, içedönüklüğü iyileşmekte olan çocuğun bu savunma saldırısıyla iyi başa çıkamadığı takdirde çocuk tekrar kolayca içedönüklüğe kayar. Hastalık dışında, bir dereceye kadar her küçük çocuğun yaşamında buna rastlanır, kesinlikle salt kuramsal bir kavram değildir. Uzun süre kişisel bir işte uğraşan kişi hassaslaşır.
Unutmayalım ki, çocukken insanların öznel ile nesnel arasındaki ayrımı yavaş yavaş yapmaya başladığı gözlemlenir. Çocuğun iç dünyasındaki deneyimleri yansıtmasıyla kolayca, hezeyanlı deliliğe benzer bir durum ortaya çıkar. İki-üç yaşındaki sağlıklı çocuk bile genelde gece uyanır ve kendini onunla paylaşabileceğimiz dış dünyada değil, (bizim bakış açımızdan) kendi iç dünyasında hisseder. Küçük çocuklar gündüz oyun oynarken hezeyana girerler, bizim dünyamızda gibi görünseler de esas olarak kendi iç dünyalarında yaşarlar. Bunun sağlıksız olması şart değildir fakat böyle bir çocuğu idare ederken, sadece paylaşılan dış dünyaya uygulanabilecek olan mantıkla karşılaşmayı bekleyemeyiz. Erişkinlerin büyük kısmı bile hiçbir zaman güvenilir bir nesnellik yetisine ulaşamaz, öte yandan en güvenilir şekilde nesnel olanlar da çoğu zaman kendi iç dünyalarının zenginliğiyle nispeten teması kesilmiş kişilerdir.
Saldırgan davranışı çocuğun kendi iç dünyasını idare ediş biçimine göre açıklamaya üç örnek daha vereceğim.
Çocuğun hayalinde (fantasy) iç dünya öncelikle karında veya ikincil olarak kafa veya bedenin başka belirli bir bölgesinde konumlanır.
Belli bir kişilik örgütlenmesi derecesine erişmiş bir çocuk öyle bir deneyimle karşılaşır ki, bununla özdeşleşme yoluyla başa çıkmak onun gücünü aşar. Örneğin başka bir sorunla tamamen meşgul olduğu bir sırada anababası önünde kavga eder. Deneyimle başa çıkabilmek için, tamamını kendi içine alarak idare etme yoluna gider. Denebilir ki, anababanın kavga anında dondurulmuş bir hali onun içinde yaşamaktadır ve bundan böyle belli bir miktar enerji içselleştirilmiş kötü ilişkinin denetlenmesi için buraya yönlendirilir. Klinik olarak yorgun olur veya çökkünleşir veyahut da fiziksel hastalığa yakalanır. Bazı anlarda içselleştirilmiş kötü ilişki ağır basar, o zaman çocuk içine kavga eden anababanın ‘şeytanı girmiş' gibi davranır. Çocuğun zorlantılı şekilde saldırganlaştığını, kötü, yaramaz, deli gibi (deluded) olduğunu görürüz .
Ya da kavga eden anababayı içselleştiren çocuk dönem dönem etrafındaki insanlar arasında kavga çıkartır, böylece dışardaki gerçek kötülüğü içerideki ‘kötü' şeyin bir yansıması olarak kullanır. Böyle bir durumda hakikaten kavga eden ses ve insan varsanılarının olduğu delilik anları kolayca görülebilir.
Çocuğun iç dünyasını idare etmesinde ve oradaki selim olduğu düşünülen şeyi koruma çabasında bazı anlar vardır ki, habis etkinin bir parçasını dışarı atabilse çocuk herşeyin iyi oacağını hisseder. (Günah keçisi fikrinin muadili.)
Klinik olarak kötülüğün dışarı fırlatılması dramatize edilebilir (tekmeleme, gaz çıkarma, tükürme vb). Ya da çocuk kazaya yatkınlaşır veya intihara teşebbüs eder – içindeki kötüyü yok etmek amacıyla; bütünsel intihar düşlemi, muhakkak çocuğun kötü öğeyi yok edip hayatta kaldığı durumu içermektedir, fakat hayatta kalamayabilir.
Çocuğun karnında (veya kafasında vb) hissettiği içsel dünyaya ait görüngülerin idare edilmesi zaman zaman o kadar büyük bir güçlük arzeder ki çocuk top yekün bir denetim getirir – bunun klinik sonucu depresif duygudurumudur. Bu da tahammül edilmez bir içsel ölülüğe yol açar. Tamamlayıcısı olan manik durumun ortaya çıkması beklenmelidir. Bu durumda iç dünyanın canlılığı ağır basarak çocuğu etkinleştirir, görünürde dışsal bir öfke uyaranı olmadığı halde çocuk klinik olarak şiddetli saldırganlık gösterebilir. Bu manik evreler manik savunma olarak adlandırılan durumla aynı değildir, manik savunmada içsel ölülük yapay bir etkinlikle yadsınır (depresyona karşı manik savunma olarak adlandırılan etkinlik, Klein). Manik savunmanın klinik sonucu saldırgan bir patlama değil, genel endişeli bir huzursuzluktur (restlessness), hipomanidir; dağınıklık, pasaklılık (messinesse) ves aşırı hassasiyetle kendini gösteren hafif bir saldırganlık görülür, yapıcı azme rastlanmaz.
Sağlıkta kişi, saklamaya değer bulduğu şeyi tehdit eder gibi görünen dış güçlere saldırmak için kullanmak üzere kötülüğü içerde saklayabilir. O zaman saldırganlık toplumsal değer kazanır.
Bunun değeri (manik veya hezeyanlı saldırganlığa kıyasla) nesnelliğin korunmuş olmasından kaynaklanır ve düşmanla karşılaşmada harcanan çabadan tasarruf edilebilir. O zaman düşmana saldırmak için onu sevmek gerekmez.
Özet
Yukarıda belirttiklerim esas olarak saldırganlık ile duygusal gelişimin ara evresi diye adlandırdığım durum arasındaki ilişkiyi betimlemektedir. Bu evre, kişilerarası ilişkileri ve Oidipus kompleksinin üçgen durumlarıyla bütünsel kişilik evresinden önce gelir; insafsızlık evresinin erken aşamaları ile niyetlilik öncesi ve kişilik bütünleşmesi öncesi çağı takip eder.
Bütünsel kişilik evresi olarak adlandırdığım evreye ait saldırganlık, Freud'un kabul gören yapıtı dolayısıyla bugünkü kuşağa zaten tanıdık gelmektedir.
Saldırganlığın önemli kaynakları insan gelişiminin çok erken evrelerine dayanır; bunlardan bazılarını gelen bölümde ele alacağız.

II
SALDIRGANLIĞIN ÇOK ERKEN KÖKENLERİ

Sorduğumuz soru en basit biçimiyle şudur: Saldırganlık sonuç olarak yoksunluğun yarattığı öfkeden mi kaynaklanır, yoksa kendine ait bir kökeni mi vardır?
Cevabı ister istemez gayet karmaşıktır, ya da günlük analiz uygulamamızı oluşturan muazzam klinik olgular yığını bile isteye kestirip atmak zorunda kalırız. Fakat böyle yapacak olursak, aslında kasten göz ardı ettiğimiz şeyin farkında olmadığımız zannedilebilir.
Uygulamada id'in tam doyumu diye bir şey olamayacağına göre, ilkel aşk dürtüsünde her zaman için tepkisel bir saldırganlık saptanabileceğini söyleyebiliriz. O zaman daha ince bir araştırmaya gerek var mıdır? Bence var, yoksa karışıklık çıkıyor. Özellikle de, ilkel aşk dürtüsünün benlik büyümesinin daha yeni başladığı bir evrede yürürlükte olduğu, örneğin bütünleşmenin henüz yerleşik bir olgu haline gelmediği düşünülürse... Sorumluluk alma yetisinin henüz gelişmediği bir sırada etkin ilkel bir aşk vardır. Bu çağda daha insafsızlık bile yoktur; merhamet- öncesi çağdır bu ve yıkıcılık id dürtüsünün bir parçası ise de, bu yıkıcılık ancak id doyumuna bağlı olarak ortaya çıkar. Yıkıcılık ancak öfkenin ve dolayısıyla da misilleme korkusunun varolabilmesi için yeterli benlik bütünleşmesi ve benlik örgütlenmesi gerçekleştiği takdirde bir benlik sorumluluğu haline gelir. Bununla birlikte erken öfke ve korkuya da rastlanabilir, bu benlik gelişmelerinin saptanması mümkün ise de, bunlardan önce kişide öfkeden bahsedilmesi akla yatkın değildir.
Nefret nispeten daha karmaşıktır ve bu ilk evrelerde varolduğu söylenemez. Dolayısıyla saldırganlığı tepkisel saldırganlıktan tamamen ayrı incelememiz gerekir. Tepkisel saldırganlık, id dürtüsü gerçeklik ilkesi yüzünden amacına ulaşamadığı için, dürtünün kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkar.
O halde dürtü merhamet-öncesi çağda yaşandığı için çocuğun amacı her ne kadar yıkmak değilse de, ilkel aşk (id) dürtüsünün yıkıcı bir nitelik taşıdığını söylemek yerinde olur.
Bu varsayımdan çıkarak, ilkel aşk (id) dürtüsündeki yıkıcı öğenin kökenini irdelemek mümkündür.
Meseleleri basitleştirmek için, değişken bir etken olan doğum travmasını dışarda bırakıp, normal veya travmatik olmayan doğumu esas alabiliriz. Normalden kastım çocuğun doğumu kendi çabasının bir sonucu gibi hissetmiş olmasıdır. Gecikme veya erkene alma gibi durumlar söz konusu değildir (bkz. s180 [kitaptaki Doğum Anıları, Doğum Travması ve Endişe makalesine gönderiyor] ç.n.)
Erken id deneyimleri bebek için yeni bir öğeyi, dürtü buhranlarını işin içine katar; bu buhranların bir hazırlık dönemi, bir doruğu ve belli miktar doyumu izleyen dönemi vardır. Bu evrelerin her biri çocuğa kendine özgü sorunlar yaşatır.
Amacımız ilk id deneyimlerindeki (tesadüfen yıkıcı olan) saldırganlık öğesinin tarih öncesini incelemek. Elimizde, en azından fetüs hareketlerinin başladığı en erken dönemlere uzanan bazı öğeler -hareket yetisi (motility)- var. Duyular alanında buna tekabül eden bir öğeyi de eklemeliyiz kuşkusuz. Rahim-içi yaşama dek uzanan ve bütün bebeklik (ve tüm yaşam) boyunca süregiden hareket yetisi, id deneyiminin kendisinde varolan etkinlikle bağlanabilir (fusion) mi? Bu etkinlik id öğesi olarak mı sınıflandırılmalıdır, yoksa benlik öğesi olarak mı? Yoksa benlik ile idin farklılaşmadığı bir evre olduğunu kabul edip (Hartmann, 1952), hareket yetisini benlik-id farklılaşmasından önce görülmesi temelinde sınıflandırmaya çalışmaktan vazgeçmek daha mı iyi olur?
Her bebek ilkel hareket yetisinin mümkün olduğu kadar çoğunu id deneyimlerine dökmek zorundadır. Kuşkusuz burada şu gerçek devreye girer: Gerçekliğin getirdiği yoksunluklara çocuğun ihtiyacı vardır -çünkü id doyumu tam olsaydı ve hiçbir engelle karşılaşmasaydı bebeğin kökensel hareket yetisi doyuma ulaşamadan kalırdı (Riviere, 1936).
Her bebeğin kendine ait id deneyimi örüntüsünde, id deneyiminin yüzde x kadarını ilkel hareket yetisi oluşturur. Dolayısıyla yüzde (100-x) başka şekillerde kullanılmak üzere ayrılır –çeşitli bireylerin saldırganlık ile ilgili deneyimleri arasında büyük farklılıklar olmasının nedenlerinden biri budur. Ayrıca bir mazoşizm türünün kökeni de budur (bkz ilerde).
Bu hareket yetisi etrafında gelişen örüntüleri incelemek faydalı olur (Marty ve Fain, 1955).
Bu örüntülerden birinde, hareket yetisinden dolayı çevre sürekli olarak tekrar tekrar keşfedilir. Birincil nasisizm çerçevesi içinde her deneyim, yeni bireyin merkezden gelişmekte olduğunu vurgular; çevreyle temas bireyin bir deneyimidir (önce farklılaşmamış benlik-id evresinde). İkinci örüntüde çevre fetüse (veya bebeğe) baskı yapar (impinge) ve bireysel deneyimler yerine baskıya tepkiler ortaya çıkar. Bu durumda bireysel olarak varolabilmenin tek yolu dinlenmeye çekilmektir. O zaman hareket yetisi sadece baskıya tepki olarak yaşanır.
Aşırı uçta yer alan üçüncü bir örüntüde bu o kadar abartılmış durumdadır ki, bireysel deneyim için bir dinlenme yeri bile yoktur, bunun sonucu, birincil narsisistik durumda bireyleşememek olur. O zaman ‘birey' çekirdekten çok kabuğun ve baskı yapan çevrenin bir uzantısı olarak gelişir. Çekirdekten geriye kalan şey dipte saklanmıştır; en derinlere giden analizde bile zor bulunur. Böylece birey bulunamamakla varolur. Hakiki kendilik saklanmıştır ve biz de klinik olarak, işlevi bu hakiki kendiliği saklı tutmak olan karmaşık sahte kendilikle uğraşırız. Sahte kendilik elverişli bir şekilde topluma-uyumlu olabilir, ancak hakiki kendiliğin olmayışı istikrarsızlık yaratır, toplum sahte kendiliğe hakiki kendilikmiş gibi kanmadıkça bu istikrarsızlık daha da belirginleşir. Hasta bir boşunalık duygusundan şikayet eder.
Birinci örüntü sağlıklı dediğimiz durumdur. Oluşabilmesi için yeterince iyi anneliğe ve sevginin fiziksel biçimde (ilk başta olabildiği tek biçimiyle) ifade edilmesine ihtiyaç vardır. Anne bebeği (rahminde veya kollarında) tutar ve sevgi (özdeşleşme) aracılığıyla benlik ihtiyaçlarına nasıl uyum sağlayacağını bilir. Bu koşullar altında, ve ancak bu koşullar altında, birey varolmaya başlayabilir ve varolmakla da id deneyimlerini yaşamaya başlayabilir (YOKSA- ve id deneyimlerini yaşayacak şekilde varolmaya başlayabilir –Mİ?). Azami hareket yetisinin id deneyimlerine katılması için herşey hazırdır. Hareket yetisi potansiyelinin yüzde x 'i erotik potansiyelle bağlanmış durumdadır ( x nicelik olarak daha fazladır). Ancak bu durumda bile hareket yetisi potansiyelinin yüzde (100- x ) kadarı bağlanma örüntüsünün dışında, salt hareket yetisinin kullanımına kalır.
Bağlanmanın karşı koyma eylemi dışında (yoksunluğa tepki dışında) bir deneyime imkân tanıdığı unutulmamalıdır. Erotik potansiyelle bağlanmış olan kısım, dürtünün doyuma ulaşması yoluyla doyurulur. Tersine, hareket yetisi potansiyelinin bağlanmamış yüzde (100- x ) kadarının bir karşıt bulması gerekir . Kabaca söylersek, itecek bir şeye ihtiyacı vardır, yoksa yaşantıya dökülemeden kalır ve kişinin kendini iyi hissetmesine karşı tehdit oluşturur. Halbuki, tanımı gereği sağlıklı birey etrafta uygun karşıtlar aramaktan zevk alır.
İkinci ve üçüncü örüntülerde hareket yetisi potansiyeli sadece çevre baskısıyla deneyim konusu haline gelir. Sağlığın bozulduğu durumdur bu. Kişinin, az ya da çok, bir karşıtla karşılaşması gerekir ; ancak bu takdirde önemli hareket yetisi kaynağına başvurabilir. Çevre tutarlı biçimde baskı uyguladığı takdirde doyum elde edilir fakat:
Çevre baskısı sürekli olmalıdır.
Çevre baskısının kendine özgü bir örüntüsü olmalıdır, yoksa kişi kendisi bir örüntü geliştiremediği için kargaşalık hüküm sürer.
Bu bağımlılık demektir, birey kendini bu bağımlılıktan kurtaramayabilir.
Geri çekilme, örüntünün temel özelliklerinden biri haline gelir. (Hakiki kendiliğin saklandığı aşırı derecesi haricinde; o zaman ilkel savunma olarak geri çekilme bile işe yaramaz.)
İkinci ve üçüncü örüntüler işin içinde olduğunda, sağlığa yer yoktur ve ana örüntüyü ilk betimlediğim örüntüye çevirmediği müddetçe hiçbir tedavi işe yaramaz. Bununla birlikte, ikinci ve üçüncü örüntüler doğrultusunda gelişmiş hastalar analize gelir ve ilk bakışta, hastanın hakikaten varolduğuna dair hatalı bir varsayımdan hareket eden analistin çalışmasından gayet iyi faydalanacakmış gibi görünürler.
Bu noktada nevrotik hastadaki dirençlerin olumlu değeri hakkında özel bir yorum getirmek istiyorum. Analiz edilebilir direnç iyi prognoz oluşturur. Dirençlerin olmayışı, tanıda betimlediğim türden erken örüntülerdeki bir bozukluğa işaret eder.
Bu düşünceler bizi şu sonuca götürür: Sözkonusu sınıflandırma yöntemine göre normal olanlar dışındaki kişilerde, erotik potansiyelin hareket yetisi potansiyeliyle daha ileri derecede bağlanması analizle mümkün değildir. İlk örüntünün yerleşmediği durumda ancak ikincil bir yoldan, saldırgan öğelerin ‘erotikleştirilmesi'yle bağlanma mümkün olur. Burada zorlantılı sadist eğilimlerin köklerinden birini görürüz, bu eğilimler mazoşizme dönüşebilir. Kişi ancak yıkıcı ve insafsız olduğu zaman kendini hakiki hisseder. Kendi başına saf hareket yetisinden başka bir şey olmayan saldırganlık ile bağlanacak erotik bir bileşen bulup, diğer bir bireyle bu şekilde etkileşime girerek, bu yolla ilişki kurmaya çalışır. Burada erotik potansiyel hareket yetisiyle bağlanır, halbuki sağlıkta hareket yetisinin erotik potansiyelle bağlandığını söylemek daha doğru olur.
Sapkınlıklarda herhalde iki tür mazoşizm ayırt edilebilir. Biri kaba bir hareket ihtiyacının erotizasyonu olan sadizmden kaynaklanır, diğeri ise etkin hareket dürtüsünün edilgin kısmının doğrudan erotizasyonudur. İlk eşin mazoşist ya da sadist olmasına göre, gelişim bu yollardan birini ya da ötekini tutabilir. Hareket öğelerinin erotik yaşama bağlanması nispeten eksik kaldığından, erotik yaşam kaynaklı ilişkiler zayıftır, bu yüzden de eşleşmenin yarattığı ilişki daha değerli olur.
Sahicilik hissi esas olarak hareket yetisi (ve ona tekabül eden duyu) köklerinden gelir ve hareket öğesinin zayıf olduğu erotik deneyimler gerçeklik veya varolma hissini güçlendirmez. Aslında bu tür erotik deneyimler tam da onda varolmama hissi yarattıkları için kişi bunlardan kaçınabilir; burada erken dönem örüntüleri ilk betimlediğim çeşitlemeye uymayan kişilerden bahsediyorum.
Buradan, benlik örgütlenmesi olgunlaşmamış dahi olsa, ilk beslenmeden önce pek çok şeyin olup bittiği sonucunu çıkarıyoruz. Hareket yetisi deneyimlerinin toplamı bireyin varolmaya başlama becerisine katkıda bulunur; ilk özdeşleşmeden sonra da kabuğu bırakıp çekirdek haline gelmesine katkıda bulunur. Yeterince iyi çevre bunu mümkün kılar. Çevre ancak yeterince iyi ise insan bebeğinin erken dönem psikolojisinden bahsetmenin bir anlamı olabilir, çünkü, çevre yeterince iyi olmadığı takdirde insan farklılaşıp, normal psikoloji terimleri dahilinde tartışabileceğimiz bir özne haline gelmez . Ancak, bireyin varolduğu noktada, artık farklılaşmış olan benlik ile idin ilişkiyi sürdürmesinin ve gerçeklik ilkesinin etkisinden kaynaklanan güçlüklere rağmen ilişkide kalmasının başlıca yolu, birincil hareket yetisi potansiyelinin büyük kısmının erotik potansiyelle bağlanmasıyla kendini gösterir.
Buradan, nesnelerin dış niteliği sorununa ilişkin başka düşünceler çıkar. Bu konu üçüncü bölümde ele alınmıştır.

III
NESNELERİN DIŞ NİTELİĞİ

Psikanalizde, birinin analizinde uzun yol katedilmişse, analist duygusal gelişimin ilk görüngüleriyle ilgili ayrıcalıklı bir görüş sahibi olur.

Klinik çalışmadan çıkarttığım şu düşünce geçenlerde dikkatimi çekti: Hasta dürtüsel yaşamın saldırgan kökenini keşfetmeye giriştiğinde, analist için bu süreç şu ya da bu şekilde, erotik kökeni keşfetmesinden daha yorucu olmaktadır.

Burada beni ilgilendiren malzemenin, kafamızda ‘bağların çözülmesi' (de-fusion) terimiyle bağlantılandırılan malzeme olduğu hemen görülecektir. Sağlıkta saldırgan ve erotik bileşenlerin bağlandığını varsayarız, ancak bağlanma öncesi döneme ve bağlanma işine her zaman için özel bir anlam yüklemeyiz. Bağlanmanın zaten gerçekleşeceğine fazla güveniyor olabiliriz, o zaman bir vaka üzerinden düşünmeyi bırakınca, boş tartışmalar içine giebiliriz.

Bağlanmanın ciddi bir iş olduğu, sağlıkta bile tamamlanmadığı ve büyük miktarlardaki bağlanmamış saldırganlığın, sık sık analizdeki kişinin psikopatolojisinde komplikasyona yol açtığı kabul edilmelidir.

Analizde -eğer hakiki bir analizse- saldırgan ve erotik bileşenlerin ayrı dışavurumlarıyla uğraşmalı ve aktarımda bunları bağlamayı başaramayan hasta adına her birini ayrı taşımalıyız. Bağlama noktasında başarısızlıktan kaynaklanan ciddi rahatsızlıklarda, hastanın analistle ilişkisi kah saldırgan kah erotik niteliktedir. Ben de işte bu bağlamda, bu kısmi ilişkinin ikinci değil de birinci türünün analisti yorduğunu öne sürmekteyim.

Bu gözlemden hemen çıkarılacak sonuç, Ben ile Ben-Olmayan 'ın oluştuğu erken evrelerde, saldırganlık bileşeninin daha kesin şekilde, bireyi Ben-Olmayan 'a veya dışarda hissedilen bir nesneye ihtiyaç duymaya yönelttiğidir. Erotik deneyimler, nesne öznel olarak tasavvur edilir veya kişisel olarak yaratılırken, ya da kişi daha önceki bir tarihin narsisist birincil özdeşleşme durumuna yakın olduğu sırada yaşantılanabilir (?).

Erotik deneyimler, içgüdüsel erotik dürtüyü rahatlatan herhangi bir şey aracılığıyla gerçekleştirebilir; böylece ön-zevk, genel ve bölgesel uyarımda geriliminin yükselmesi, doruğa çıkma ve sönme (veya onun dengi olan durum) meydana gelir; bunu arzunun olmadığı bir dönem izler (arzuyla yaratılan öznel nesnenin geçici olarak yokedilmesinden dolayı, kendi başına bu da endişe yaratabilir). Oysa saldırgan dürtüler bir karşı koyma olmadığı sürece hiçbir doyurucu deneyim sağlamaz. Karşı koymanın çevreden, Ben 'den giderek ayırt edilen Ben-Olmayan 'dan gelmesi gerekir. Erotik deneyim kaslarda ve çabaya katılan diğer dokularda vardır, fakat bu erotizm türü, belirli erojen bölgelerle bağlantılı içgüdüsel erotizmden farklıdır.

Hastalar (bağları az çok çözülmüş) saldırgan deneyimleri sahici gibi, (aynı şekilde bağları çözülmüş) erotik deneyimlerden çok daha sahici hissettiklerini söylerler. Her ikisi de hakikidir fakat saldırgan deneyimlerin verdiği sahicilik hissine daha çok değer yüklenir. Saldırganlığın bir deneyimin erotik bileşeniyle bağlanması o deneyime ilişkin sahicilik hissini artırır.

Saldırgan dürtülerin, dış dünyadan bir karşı koyma olmaksızın, bir dereceye kadar kendilerine karşıt bulabildikleri doğrudur; normal durumda bunun göstergesi omurganın doğumöncesi yaşamdan kalma balıksı hareketleridir, normal dışı durumda ise hasta çocukların yaptığı (faydasız) gelgit hareketidir (sallanma veya içerde süregiden görünmez sihirli bir gelgit hareketini ele veren gerilim). Öne sürdüğümüz bu düşüncelere rağmen, normal gelişimde dışardan gelen karşı koymanın, saldırgan dürtüleri geliştirdiği söylenemez mi acaba?

Normal doğumda karşılaşılan karşı koyma, yaşanan deneyime başın önde olduğu bir nitelik kazandırır. Doğumlar çoğunlukla normal olmayıp büyük komplikasyona yol açsa da, hatta bebek tersten gelse de, yine de büyük çaba göstermek ile karşı koyma-başın önde olması ilişkisi arasında kurulan bağlantıda genel bir geçerlilik var gibidir. Bu görüş beslenme gayreti içindeki bebekler üzerinde yapılacak gözlemlerde sınanabilir –benim kuramıma göre başlarına tepeden bir miktar bastırarak bebeklere yardımcı olunabilir.

Bu düşünce genellikle şöyle ifade edilir: ‘İhtiyaçlarına mükemmel uyum sağlamanın bebeğe faydası olmaz. Bebeğin arzularına en iyi şekilde uyan anne iyi anne değildir. Yoksunluk öfke doğurur ve bu da bebeğin deneyimini artırır.' Hem doğru hem değil. İki etkeni gözardı ettiği için doğru değil- biri, teorik olarak başlangıçta bebeğin mükemmel bir uyuma ve daha sonra uyumun dikkatlice, yavaş yavaş bozulmasına ihtiyacı vardır; ikincisi, bu sözler deneyimin saldırgan ve erotik bileşenleri arasındaki bağlanmanın gerçekleşmediği durum üzerine düşünmeye imkân vermez, halbuki en azından kuramda, bağların çözük olduğu (veya henüz kurulmadığı) evreyi incelemek gerekir.

Bu sözleri aşağı yukarı burada alıntılandığı şekliyle dile getirenler saldırganlığın yoksunluğa karşı bir tepki olduğunu (yani, erotik deneyim esnasında, dürtüsel gerilimin yükseldiği uyarılma evresindeki yoksunluğa karşı bir tepki olduğunu) biraz fazla kolayca kabullenmektedirler. Bu tür evrelerde yoksunluğun öfke doğurduğu gayet açıktır, fakat bizim en erken duygu ve durumlara ilişkin kuramımıza göre, dürtüsel yoksunlukta öfkeyi mümkün kılan ve erotik deneyimi deneyim yapan benlik bütünleşmesinden önceki saldırganlığa hazırlıklı olmak gerekir.

Her bebeğin erojen bölgelerde bir içgüdü potansiyeline sahip olduğu, bunun biyolojik olduğu ve bu potansiyelin aşağı yukarı her bebekte aynı olduğu söylenebilir. Oysa tersine saldırganlık bileşeni son derece değişken olmalıdır ; biz beslenmenin gecikmesi yüzünden yoksunluk hisseden bebeğin öfkesini gözlemleyinceye kadar, bebeğin saldırganlık potansiyelini artıran veya azaltan çok şey olmuştur. Erotik potansiyele denk düşen saldırganlık anlamında bir yere varabilmek için, fetüsü durgunluğa değil harekete yönelten dürtülerine, dokuların canlılığına, kassal erotizmin ilk kanıtına uzanmamız gerekir. Bu noktada yaşam gücü gibi bir terime ihtiyacımız var.

Kuşkusuz her bir fetüsün yaşam gücü potansiyeli aşağı yukarı aynıdır, tıpkı her bebeğin erotik potansiyelinin olduğu gibi. Sorun şu ki, bebeğin taşıdığı saldırganlık potansiyelinin miktarı karşılaştığı karşı koymanın miktarına bağlıdır. Başka deyişle, karşı koyma, yaşam gücünün saldırganlık potansiyeline çevrilmesini etkiler. Ayrıca, karşı koymadaki aşırılık da komplikasyonlar yaratarak, saldırganlık potansiyeli olan bir bireyin bu potansiyeli erotik bileşenle bağlamasını imkânsız hale getirir.

Bu savı daha ileriye götürebilmemiz için, (doğum öncesi) bebeğin yaşam gücünün akıbetini ayrıntısıyla gözden geçirmemiz gerekir.

Sağlıkta, dürtüleri fetüsün çevreyi keşfetmesini sağlar, çevre hareketin karşılaştığı karşı koymadır ve hareket esnasında duyumsanır. Bunun sonucu Ben-Olmayan bir dünyanın ilk tanınması ve Ben 'in erken dönemde tesis edilmesidir (establish). (Uygulamada bunların aşama aşama gerçekleştiğini, tekrar tekrar gelip gittiğini, bulunup kaybedildiğini tahmin edersiniz.)

Sağlıksız durumda, bu çok erken evrede baskıyı uygulayan (impinge) çevredir ve yaşam gücü baskıya tepki olarak kullanılır –o zaman Ben 'in erken dönemde sağlam şekilde tesis edilmesinin tersi gerçekleşir. Aşırı uçta, tepkiler hariç dürtüler çok az deneyimlenir, Ben yertesis deilmemiştir. Bunun yerine, çevre baskısına karşı deneyimlenen tepkiye dayalı bir gelişim gözlemleriz; buradan sahte dediğimiz birey ortaya çıkar, sahte diyoruz çünkü kişisel dürtüselliği yoktur. Bu durumda saldırgan ve erotik bileşenler bağlanmaz, çünkü erotik deneyimler meydana geldiğinde Ben tesis edilmiş değildir. Aslında bebek erotik deneyim yönünde baştan çıkarıldığı için yaşar; fakat hiç sahici gibi gelmeyen erotik yaşamdan ayrı bir de sırf saldırgan olan, karşı koyma deneyimine bağımlı tepkisel bir yaşam vardır.

Burada, bağlanmada belli bir yetersizlikle kendini gösteren genel durumu betimleyebilmek için iki aşırı ucu tartışmamız gerekti. Kişilik üç parçadan oluşur: Ben ve Ben-Olmayan 'ın açık şekilde tesis edildiği ve saldırgan ve erotik öğelerin belli ölçüde bağlandığı bir hakiki kendilik; erotik deneyimle kolayca baştan çıkarılabilen, fakat sonuçta gerçeklik duygusunun kaybedildiği bir kendilik; bütünüyle ve insafsızca saldırganlığa terkedilmiş bir kendilik. Bu saldırganlık yıkma hedefi etrafında bile örgütlenmemiştir, fakat kişi için değerlidir çünkü bir gerçeklik hissi ve bir ilişki hissi verir, fakat ancak etkin karşı koyma olduğu takdirde veya (ilerde) zulüm olduğu takdirde kendini gösterir. Motivasyonunu benliğin kendiliğindenliğinden alan kişisel dürtüden kaynaklanmaz.



Kişi, bağları çözülmüş saf saldırganlığı mazoşizme çevirerek saldırgan ve erotik bileşenlerin sahte bir şekilde bağlanmasını gerçekleştirebilir, ancak bunun olabilmesi için güvenilir bir zalim bulunmalıdır, bu da sadist aşık olur. Bu şekilde mazoşizm sadizmden önce gelebilir. Oysa duygusal olarak sağlıklı bir insanın gelişimini izlersek sadizmin mazoşizmden önce geldiğini görürüz. Sağlıkta sadizm bağlanmanın başarılı olduğunu gösterir, mazoşizmin doğrudan doğruya tepkisel saldırganlıktan geliştiği ve bağlanmanın olmadığı koşullarda böyle değildir.

Bu düşüncelerden başlıca şu sonucu çıkarabiliriz: Saldırganlık terimini bazen kendiliğindenlik anlamında kullandımız için karışıklık çıkmaktadır. Dürtüsel hareket uzanır, karşı koyma ile karşılaştığında saldırganlık haline gelir. Bu deneyimde gerçeklik vardır ve yeni doğmuş bebekte hazır bekleyen erotik deneyimleri bağlar. İddiam şu: Bebeğin sadece doyurucu bir nesneye değil, bir dış nesneye ihtiyaç duymasına neden olan şey bu dürtüsellik ve onun doğurduğu saldırganlıktır .

Bununla birlikte çoğu bebek çevre baskısına tepki olarak gelişmiş muazzam bir saldırganlık potansiyeline sahiptir, zulüm bu potansiyeli etkinleştirir: eğer böyle ise, bebek zulme kucak açar ve zulme tepki olarak kendini sahici hisseder. Fakat bu hatalı bir gelişme biçimi olur çünkü çocuk sürekli, zulme ihtiyaç duyar. Tepkisel potansiyelin miktarı, (hareket yetisi ile erotizmi belirleyen) biyolojik etkenlere bağlı değildir, erken çevre baskısının cilvelerine bağlıdır, dolayısıyla çoğu zaman annenin psikiyatrik anormalliklerine ve yine onun duygusal ortamına bağlıdır.

Olgun, erişkin bireylerin cinsel ilişkisinde, özgül nesne ihtiyacının salt erotik doyumlarla bağlantılı olmadığı doğrudur belki de. Nesneyi seçen ve o an eşin varlığına, doyuma ve hayatta kalmaya duyulan ihtiyacı belirleyen şey, dürtüye bağlanmış olan saldırgan veya yıkıcı öğelerdir.
Anna Freud ile sempozyum, Kraliyet Tıp Cemiyeti, Psikiyatri Bölümü, 16 Ocak 1950. Anna Freud'un katkısı için bkz. Psychoanalytic Study of the Child ( Çocuğun Psikanaliz Açısından İncelenmesi ), cilt III-IV, s 37.
Şimdi olsa bu düşünceyi hareket yetisiyle (motility) ilişkilendirirdim (bkz. Marty ve Fain, 1955).
Bkz. Sechehaye'nin terimi: ‘Simgesel gerçekleşme'.
Bu metnin II. Bölüm'ünde benlik gelişiminin erken evrelerine ilişkin saldırganlık temasını irdelemeye çalışıyorum.
Buna ‘çiftdeğerlilik-öncesi' adı verilmiştir fakat bu terim kısmi-nesne ile tam nesnenin – meme ile tutan ve bakım verene annenin- bütünleşmesi meselesini hesaba katmaz.
Şimdi olsa ‘iyi ve kötü' yerine yüceltilmiş ve kötü' demem gerekirdi (1957).
Bu durum Anna Freud'un ‘saldırganla özdeşleşme' (1937) dediği şeyle ilişkilidir. Melani Klein'ın çalışması bizi içsel görüngülerin savunma amaçlı tümgüçlü denetimi kavramıyla tanıştırdı.


GusinapsE 3 Mayıs 2006 20:05

İzleniyoruz
 
Artık hepimiz her an izleniyoruz


http://www.istanbulfm.com.tr/img/image_data/haber/guncel/1146477915499.jpg

ABD, İsrail, İngiltere dünyadaki tüm haberleşmeleri denetliyor.


NEDEN? Uğur Dolgun

Hayatta her şeyin bir artısı ve eksisi var. Bir yandan hızlı teknolojik gelişmeler, bilgisayarlar, uydular, cep telefonları, internet, e-mail hayatımızı kolaylaştırırken, bir yandan da bu sistemler yüzünden büyük bir gözetim ağının denetimi içine giriyoruz. Yazdığımız her kelime, neredeyse yaptığımız her hareket, her konuşmamız, hatta alışverişlerimiz, sağlık kayıtlarımız, devletlerin ve bazı şirketlerin özel arşivlerinde birikiyor. İstedikleri anda bütün hayatımız, kişiliğimiz, ilişkilerimiz hakkındaki en mahrem bilgileri bile ortaya çıkarıyorlar. Özellikle son yıllarda dünyayı saran terör korkusu, devletlerin hem birbirlerini hem de bütün insanları izlemelerini meşrulaştırdı. Türkiye'de de yürürlüğe girecek yeni Terörle Mücadele Yasası bu büyük gözaltıyı daha da genişletip meşrulaştıracak. Bir anlamda herkesi, mahremiyetine girilmiş bir halde çırılçıplak bırakan bu elektronik gözetimin ne boyutlara ulaştığını, nasıl yapıldığını, 'Enformasyon Toplumundan Gözetim Toplumuna' ve 'İşte Büyük Birader' kitaplarını yazan Çanakkale 18 Mart Üniversitesi öğretim üyesi Yard. Doç. Uğur Dolgun'la konuştuk.
Kitabınızda anlattığınıza göre bizi özgürleştiren bütün o aletler, bilgisayarlar, e-mailler, cep telefonları aynı zamanda bizi büyük bir denetimin içine sokuyor.


Gerçekten her haberleşmemiz anında kayıtlara geçiyor mu?

Evet her türlü haberleşme anında kayıtlara geçiyor. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra bütün dünyada özgürlüklerin teröristlere çok fazla imkân tanıdığı görüşünden hareketle çeşitli anti terör yasaları çıkarıldı ve kişilerin sürekli izlenmelerinin yolu daha da açıldı. Mesela Amerika'da, internet üzerinden yapılan her türlü yazışmanın, e-mail'lerin bir yıl süreyle saklanması kanunen zorunlu kılındı. Ayrıca cep telefonlarıyla yapılan mesajlaşmalara da istenildiği anda ulaşılıyor. Çünkü bu yazışmalar da cep telefonu hizmeti veren şirketlerce saklanıyor.


Kişi o anda internete bağlı değilse bile bilgisayarında yaptıkları ve yazdıkları da izlenebiliyor mu?
Tabii. Bilgisayarlarda 'arka kapılar', denilen teknolojik olarak zayıf bırakılmış sistemler var. Siz bir kez internete girdiğinizde, Windows sistemi otomatik olarak çalışıyor ve bu arka kapılar yoluyla bilgisayarınızı ele geçiriyor. Siz ondan sonra bir daha internete girmeseniz bile bilgisayarınızda tüm yazdıklarınız izlenebiliyor. Aynı şey cep telefonları için de geçerli. Dinlenmeyi engellemenin tek yolu pili ayırmak.
Cep telefonları sinyal yaydığı için bu anlaşılabilir ama bilgisayarlar sinyal yaymıyor ki, internete bağlı olmadıklarında izlenebilsinler.


Bu nasıl mümkün oluyor?
İzlenmeniz için internete bir kez girmiş olmanız yeterli. Bu bağlantı, bilgisayarınızı, diyelim ki bir istihbarat servisinin sistemiyle entegre hale getiriyor. Arka kapılar yoluyla bilgisayarınız sistem tarafından ele geçiriliyor ve kendi uygulamalarını bilgisayarınıza kuruyor. Sonrasını da artık uydular aracılığıyla hallediyor. Mahremiyetinizi korumanın tek yolu çift bilgisayara sahip olmanız ve internete hiç bağlanmadığınız bilgisayarınızda özel yazılarınızı yazmanız. Rusya, Çin, Fransa, Almanya Microsoft'u devlet dairelerinde ve orduda yasakladı. Başka sistem kullanacaklar. Devletler kendilerini böyle savunuyor ama vatandaşlar bu kez de Windows yerine başka bir sistemle gözetlenecekler.


Yeryüzünde milyarlarca cep telefonu, 1 milyar kadar da internet kullanıcısı var. Bütün bu bilgiler nasıl kaydedilip izlenebiliyor?
Amerika'nın dünyanın en gelişmiş istihbarat örgütü olan NSA diye bir ulusal güvenlik ajansı var. Yabancı diplomatları ve askeri ataşeleri dinlemek için kurulmuştu ama NSA bugün yeryüzünde telefon, faks, bilgisayar, internet dahil her türlü yazışmayı ve konuşmayı izliyor. İsterse sizi de, beni de dinleyebilir. Bunun için Promis ve Echelon sistemlerini kullanıyor. Bu sistemler her gün uydulara 50'den fazla anahtar kelime, kavram yüklüyor. İçinde bu kelimelerin geçtiği her türlü konuşma otomatik olarak izlenmeye alınıyor. Sonra insansı yargılar yapabilen akıllı bilgisayar sistemleri devreye giriyor ve bu konuşmaları ayıklıyor. Önemsiz görülenler imha ediliyor. En önemliler analizciler tarafından raporlaştırılıp ilgililere sunuluyor. NSA'da her gün 40 ton evrak atılıyor.


Dünyanın bütün istihbarat örgütleri, dünyadaki bütün haberleşmeleri kontrol ediyorlar mı?
Amerika, İngiltere ve İsrail kontrol ediyor. Çünkü uydularla bilgisayarları birlikte kullanan Promis ve Echelon sistemini yaratanlar onlar. Diğer ülkelerin istihbarat örgütleri ellerindeki teknoloji yeterli olmadığı için dünyadaki bütün haberleşmeleri kontrol edemiyor. Öcalan'ın cep telefonuyla konuşurken yakalanması bu sistemlerin kullanılmasına örnektir. Echelon ve Promis'te kişinin konuşmasını uyduya yüklüyorsunuz. Sonra uydular konuşmaları uzaydan alıyor ve bilgisayara gönderiyor. Bilgisayar da kişinin koordinatlarını saptıyor. Öcalan'ın da konuşması uyduya yüklendi. Sonra sadece telefonla konuşması beklendi. Konuştuğu anda, sistem ses tanımını yaptı ve Öcalan'ın yeri milimetrik saptandı. Dudayev de böyle yakalandı. Rusya Çeçen lideri yakalayamıyordu. ABD, onun yerini cep telefonuyla konuşurken belirledi ve Dudayev telefonla konuşurken füzeyle öldürüldü. Promis ve Echolon programlarını birlikte geliştiren MOSSAD ile Amerikan ulusal güvenlik ajansı NSA, bu programları dünyanın diğer istihbarat örgütlerine de satmışlar.


Bizim istihbarat örgütünde de var mı bu programlar?
Evet var. Rusya, Japonya, Almanya, Türkiye dahil bütün ülkelere, bu programların eski teknolojisi satıldı. Arka kapılarla da bu ülkelerin istihbarat örgütlerindeki bütün bilgiler Amerika'nın eline geçti. Amerika, bu yolla diğer ülkelerin istihbarat örgütlerini izledi. O ülkelerin planlarını, komşu devletlerle ilişkilerini, yöneticilerin konuşmalarını gözetledi. Amerika ve İsrail, yarattıkları bu programlarla bütün dünyayı izleyebiliyorlar.


Bunlar engellenemiyor mu?
Bunu engelleyecek bir program bulursunuz ama sizin şifreleme programınız şifre kırıcılar tarafından her zaman aşılır. Uydular var olduğundan beri her şey, her kişi çok rahat kontrol ediliyor. Çünkü her türlü yazışma ve doküman artık bilgisayarlarda bulunuyor. Bilgisayarların uydularla korelasyonu olduğu için elektronik ortamda her kişi, her ülke artık kontrol edilebiliyor. Ülkeler sistemlerini değiştirseler bile girilemeyecek bir sistem yok. Pentagon'un sitesine bile girildi.


E-mail'lere dönelim. Gönderdiğimiz bütün e-mail'lerin kayıtları bir yerlerde saklı mı?
Tabii ki. Dünyada internet üzerinden yapılan tüm yazışmalar, e-mail'ler Amerika'da 'root server' denilen 13 tane kök bilgisayardan geçiyor. Tüm interneti Amerika'daki bu 13 kök bilgisayar yönetiyor. Ayrıca Amerika, 11 Eylül'den sonra getirdiği antiterör yasalarıyla, tüm internet servis sağlayıcılarının kendilerindeki yazışmaları bir yıl süreyle saklamalarını ve istendiği takdirde bunları Emniyet ve istihbarat örgütlerine vermelerini zorunlu kıldı. Yani, bilgisayar üzerinden yapılan her haberleşme kayıtlara geçiyor ve mahremiyetine bakılmaksızın istenildiğinde de aleyhinize kullanılıyor. Mesela Türkiye'de de internete servis sağlayıcılar üzerinden bağlanıyorsunuz. Ne kadar süreyle olduğu bilinmiyor ama bütün yazışmalar ve e-mailler bunlarda saklı. Hatırlarsınız, üç yıl önce Doğu Perinçek, eski AB Türkiye temsilcisi Karen Fogg'un bazı gazetecilerle yazışmalarını deşifre etmişti. Şunu da söylemek lazım. Eğer kişi e-mail'lerini özel olarak şifrelemiyorsa...


Ne olur?
Biraz bilgisayar ve internetle uğraşan biri bile, bilgisayar yazılımı okuyan üniversite üçüncü sınıf öğrencisi bile bir başkasının e-mail'lerine girebilir. Bu, yapılan bir şey. İnsanların mahremiyetine girmek çok basitleşti. Kişilerin ve şirketlerin mahremiyetine, ülkelerin bilgilerine kolayca tecavüz ediliyor. Türkiye'de bazı şirketler var.


Ne şirketleri bunlar?
Sizin adınıza rakip şirketin bilgisayarlarına giriyor ve size bilgileri veriyor. Şirketler için olduğu gibi, kişiler hakkında da böyle bilgi edinebilirsiniz. Günümüz bilgi toplumunun en büyük sorunu kişilerin mahremiyetine ve özgürlüklerine yönelik tecavüzlerdir. Bu tecavüzü de istihbarat örgütleri, özel şirketler veya kişiler yapar. Geçenlerde internette bir ilan vardı. Bir Türk şirketi 'Bilgi bankamda 800 bin kişinin mail adresleri var, bunları satıyorum' diyordu. İstanbul'da bu işi yapan 17 şirket var. İnternette kişiler hangi siteleri geziyor. Nerelerde surf yapıyor, internetten ne satın alıyor artık bu bilgiler de kişi profilleri halinde çıkarılmaya başlandı. Böylece sizin internette yaptığınız her işlem, ziyaret ettiğiniz siteye kadar her şey bazı servis sağlayıcılarca gözetleniyor.


Hangi amaçla gözetleniyor?
Bu bilgiyi ister istihbarat servislerine sağlarsınız, ister büyük şirketlere pazarlarsınız. Mahremiyetler ve bireysel özgürlükler elektronik gözetimle ortadan kalkıyor. Ticari yaşam ve sanayi dünyası istihbarat oyununun bir alanı haline geliyor. Amerika'da 11 Eylül'den sonra çıkarılan antiterör yasaları şu gerekçeye dayandırılmıştı. 'Şimdi savaş durumu var. Kişisel özgürlüklerden, mahremiyetlerden savaş koşullarına özgü olarak taviz verilebilir' denildi ve totaliter rejime dönük uygulamalar gündeme geldi. İngiltere'de de terör kanunları yürürlüğe girdi.


Türkiye'de de yeni bir terörle mücadele kanunu çıkarılıyor.
Dünyanın her yerinde aynı. İnsanlar terör korkusuyla öyle bir paranoya ortamına girdiler ki, gözetlenmeye razı oldular. Bunun hukuki altyapısı antiterör yasalarıyla oluşturuluyor işte. Zaten Huxley, Orwell gibi kara ütopyacıların söylediği de buydu. Terör insanlarda öyle korku yaratacak ki, insanlar güvenlik kaygısıyla gözetlenmeyi sonunda olağan karşılayacak ve totaliter sistemlere kayılacak. Bugün dünyanın en fazla kamerayla donatılmış ülkesi İngiltere. Londra'da bir yabancı 'olağan şüpheli' sayılarak, günde ortalama 300 kez kameraya alınıyor.


Amerika'da e-mail'lerin bir yıl saklandığını söylediniz. Türkiye'de e-mail'ler nasıl saklanıyor?
Türkiye'de bu konuda bir yasa yok ama sabit veya cep, telefonların hepsi kaydediliyor ve bütün bu kayıtlar saklanıyor. Bir siyasi parti cep telefonu konuşmalarına dayanılarak kapatılmak istenmişti hatırlarsanız. Türkiye'de elektronik gözetim gittikçe yoğunlaşıyor. EMASYA diye bir uygulama var. Artık her şehirdeki askeri karargâhta istihbarat birimi kuruluyor. Ayrıca Emniyet'in, MİT'in, askeriyenin ve jandarmanın da istihbarat birimleri var. Öte yandan derin devlet boyutuna giren bazı özel istihbarat birimleri de var.


Teknolojik ürünlerden yararlanan herkes büyük bir denetim ağının içinde mi bu durumda?
Eğer teknolojiyi kullanıyorsanız, gözetimin pençesindesiniz. Devletin, istihbarat örgütlerinin, derin devletin, illegal birimlerin, özel şirketlerin, tüketici profili üzerine çalışan pazarlama şirketlerinin sürekli gözetimi altındasınız. Olay bu kadar net. Türkiye'nin her zaman çeşitli korkuları vardır. Bu korkular yüzünden bu ülkede belli gruplar, kişiler sürekli izleniyor ve her yaptıkları raporlanıyor. Zaten devletlerin her zaman bir ulusal güvenlik kaygıları olmuştur. Zararlı ve tehlikeli gördükleri vatandaşlarını izlemişlerdir. Soğuk Savaş döneminde Amerika'nın Türkiye'de bilinen 13 üssü vardı. Doğu Bloku çökünce, Amerika bu istasyonların bazılarını boşalttı ve buralarda kullandığı Promis sistemini Türkiye'ye hibe etti. Teknolojisi geride kaldığı için Türkiye bunu uluslararası istihbaratta kullanamıyor ama bu sistemle kendi vatandaşını, telefonları, faksları, bilgisayarları, interneti izliyor.


İstihbarat örgütlerinin kullandığı Promis ve Echelon bilgisayar programları tam olarak nedir?
İnsanlara ait bilgiler elektronik ortamda farklı yerlerde olur. Diyelim ki sizin nüfus, vergi ve doğalgaz idarelerinde, işyerinizde kayıtlarınız var. Promis, bu farklı ortamları ve kişilere ait bölük pörçük bilgileri bir araya getiriyor, depoluyor ve bunlardan insansı yargılar çıkarıyor. Mesela hangi evlerde su kullanımı arttı, hangilerinde azaldı saptıyor ve bundan şu evdeki insan, bu eve geçti gibi sonuçlar çıkarıyor. İsrail, Promis'i Filistin'de çok kullandı. Filistinli teröristler eylem için bazı evlerde bir araya geliyorlardı. İsrail su kullanımı artan hanelerde yoğun gözetime gitti. Yani Promis, bir istihbarat servisinin veya devletin sizinle ilgili hangi bilgilere ihtiyacı varsa hepsini sağlıyor. Bilgisayarınızda sakladığınız dosyalardan yazışmalarınıza, internette gezindiğiniz sitelerden kredi kartıyla alışverişlerinize, sağlık durumunuza, psikolojinize kadar insanın günlük yaşamında akla gelebilecek her şeyi kontrol ediyor. Zaten gözetim toplumu dediğimiz de insanın gündelik yaşamındaki rutinlerin bile belli güçlerin eline geçmesidir.


Peki Echelon programı nedir?
En gelişmiş izleme sistemi olan Echelon'un Türkiye dahil, dünyada birçok ülkede uydu trafiğini izleyen antenleri var. Bu programın sahipleri,
Amerika, İsrail ve İngiltere. Uydu-bilgisayar korelasyonu sayesinde görüntü istihbaratı da var bu programda. Uydularla yerini belirlediğiniz kişinin koordinatlarıyla görüntü alıyorsunuz. Amerikalı kuramcılar, gece saatinde siyah tenis topunun yerinin bile uydularla saptandığını söylüyorlar.


Ellerinde bu kadar gelişmiş, ürkütücü izleme araçları varken Bin Ladin'i nasıl bulamıyorlar?
Bulamamak mümkün değil. Bulmak istemiyorlar. Red Kit her defasında Daltonları yakalar ama hiç öldürmez. Çünkü sonraki maceralarda Daltonlara ihtiyacı vardır. Bugünkü güvenlik sistemin, istihbarat servislerinin devamlılığı sağlamak için hep düşmanlara ihtiyaç var. Eğer Bin Ladin güvercinlerle haberleşmiyorsa yerini her zaman bulmak mümkün. Uydular dünyayı izleyen gözler, kulaklar oldu artık.


Bu 'büyük gözaltı'ndan kurtulmak mümkün mü?
Kişiler veya sistem, teknolojiyi kullandığı sürece kurtulmak mümkün değil. Üstelik teknoloji sürekli ilerlediği ve yeni nesiller de teknolojiye daha bağımlı yaşadıkları için bu büyük gözaltı çok daha artacak. Gözetim toplumunda milat 11 Eylül'dür. 11 Eylül'den önceki döneme 'enformasyon-bilgi toplumu' diyorduk. Şimdi 'gözetim toplumu' diyoruz. Terör paranoyası insanların mahremiyetlerini ve özgürlüklerini yok ederek egemen güçlerin önündeki engelleri kaldırıyor.


Haber: Neşe Düzel




KafKasKarTaLi 3 Mayıs 2006 23:08

Türkçe Düşünebilmek


Fizik öğretmeni sınıftan içeri girer:
- Today, I will tell you about Einstein's 'special relativity' theory...
Önceden biraz da olsa kulak dolgunluğu olan öğrenciler büyük ihtimalle Einstein'in büyük buluşları olan bir bilim adamı olduğunu bildiğinden konunun fizikle ilgisi olduğunu tahmin etseler de (kulak dolgunluğu olmayanlar için İngilizce konuşan kişinin fizik öğretmeni olması bir ipucu olabilir) öğretmenin bir sonraki cümlesi büyük ihtimalle tüm umutlarını silip atacaktır.
'Special relativity interrelates space and time in such a way that the speed of light (as well as other constants) is constant, and the theory leads to situations where two observers can disagree over time intervals and distances between events, but without ever disagreeing about what events actually happened.'
Ne yaptın hocam?
Bu cümle İngilizce eğitim veren (ve bununla gurur duyan) Türk orta ve lise öğretim kurumlarında fiziğin en temel konularından biri olan 'özel görecelik kuramı'nı anlatırken kullanılan cümledir. Ya da öyle olmalıdır, aksi takdirde görecelik kuramını İngilizce olarak Türk öğrencisine anlatmak isteyen bir Türk öğretmenin açıklaması eksik veya yanlış olacaktır.
Ahmet çaktırmadan sıra arkadaşının kulağına eğilir:
- Mehmet, geçen derste Hasan öğretmen 'general relativity' diye birşey anlatmamış mıydı? Bunun bir geneli bir de özeli mi var?
- Oğlum Einstein ünlü bir bilim adamı değil mi? Adam düşünmüş işte. Sen de anlamaya çalış.
- Hangisi daha önemli acaba?
- Özeli varsa herhalde geneli o kadar önemli olmasa gerek.
- Boşver zaten bak şurada bir yarım saat daha kaldı, şimdilik dinliyormuş gibi yapalım, bitsin de teneffüste bahçeye çıkıp top oynayalım.
Einstein İngilizce düşünmeye çalışsaydı...

Almanya'nın Ulm kentinde doğan ve Alman vatandaşlığının ardından İsviçre ve sonunda Amerikan vatandaşlığına geçen Einstein'in anadilinin ve orjinal kuramlarının hepsinin Almanca olduğunu biliyoruz.
Ana dilinde düşünebilen ve soruları yargılayabilen Einstein buna bir de kendi düşünce ve ufkunu ekleyince aynı konularda çalışmalar yapan kendi döneminin bilim adamlarının hepsini geçmiş ve adını tarihe yazdırmıştır.
İngilizce düşünmeye çalışan bir Einstein bugün tarih sahnesinde silinip gidecek bir bilim adamından öteye gidemezdi.
Türkçe bilim dili mi?

Son zamanlarda Türkçenin İngilizceyle kıyaslandığında bilime daha yatkın bir dil olduğu artık dile getirilebilmektedir. Türkçenin matematikselliği ve eklerin çeşitliliği sayesinde kolaylıkla üretilebilen bilimsel terim ve deyimler, önyargılar aşılabilirse rahatlıkla yaygınlaşabilecektir. Hele, 1550 yılında ortaya çıkmış olan (bkz. AnaBritannica, İngilizce maddesi) bugünkü İngilizce'de, bilimsel terimlerin ancak Latince ve Yunanca eklerin karışımı veya sadece kısaltmalar ile üretilebildiğini de göz önünde bulundurursak bu önyargıyı kırmamız daha kısa sürecektir.
Bilim dilinde Türkçeyi savunmaktan da öte, artık ilkokul seviyesine kadar inme cüretini göstermiş İngilizce eğitim sistemini üniversiteye kadar olan tüm eğitim kurumlarından tamamıyla çıkarmak Milli Eğitim sistemimizin öncelikli görevidir.
Kendi çocuklarımıza, kendi ana dillerinde yargılamayı öğretemeyen bir eğitim sistemimiz olduğu sürece uluslararası ortamlarda başarılı bir Türk bilim adamını izleyebilmek, göğsümüzü kabartarak, gözlerimiz yaşlanarak alkışlamak hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.
Türkçeyi sadece konuşmaktan öte, çocukluk döneminden itibaren kendi anadilinde kavrayabilen ve yargılayabilen, kısacası Türkçe düşünebilen bir nesil yetiştiremiyorsak bundan ders almalıyız.
Bilim kendi rakiplerinizi bilginizle, düşünce biçiminizle, ufkunuzla sindirmektir. İngilizce bilim öğrenmeye zorlanmış bir Türk genci anadili İngilizce olan bir yabancı bilim adamını nasıl sindirebilir? Çocuklarımıza İngilizce eğitim vermek demek, onları daha yolun en başında bilinçaltlarına 'sindirilmiş bir toplum bireyi' mesajını yerleştirerek kaybetmeye mahkum etmektir.
Peki nasıl olacak?

Dünyanın başka hiçbir ülkesinde uygulaması olmayan İngilizce eğitim sistemi Türkiye'deki ilk, orta ve lise kurumlarından tamamıyla çıkarılır. Öğretmen kendi dilinde daha rahat öğretir. Öğrenci kendi dilinde daha rahat kavrar. Liseden mezun olan her gencimiz Türkçeyi gerçek anlamda 'biliyor' olur. Türkçede düşünebilen yargılayabilen bir potansiyel beyin olur.
Üniversitede ise öğrenciye Türkçe veya İngilizce eğitim şansı sunulur. Üniversite sonrası yüksek eğitiminde yabancı bir ülkeyi düşünerek İngilizce eğitimi yeğleyen öğrenci, konuların temelini zaten üniversite öncesi anadilinde görmüş olduğundan, kapasitesini kendi seçimi çerçevesinde genişletir.
Türkçe eğitim sistemini seçen öğrenci ise, derslerinin yanısıra güçlendirilmiş İngilizce kurslarıyla İngilizcesini geliştirerek hem ulusal hem de uluslararası toplantılarda kendini gösterebilecek kapasiteye ulaşır, iki dilde de yayın yazar. Türkiye'de bilim üzerinde Türkçe yayın sayısı artar.
Ve belki bu sayede, aradan bin yıl geçmiş olmasına rağmen, İbn-i Sina, Ali Kuşçu, Ömer Hayyam, El Buruni gibi tarihte önemli çalışmalarda bulunmuş Türk bilimadamları olarak kabul edilen listelere binlerce yeni genç beyinlerimizi ekleyebilecek bir bilimsel platform yaratırız.
'Görecelik Kuramı'ne geri dönecek olursak

Bilim eğitimi dersi sadece İngilizce ya da Türkçe olarak sınırlanmamalı, zor bir bilgi en basit ama anlaşılır hatta mümkünse ilginç şekilde algılanmalıdır. Yazının başındaki Hasan öğretmenin dersine dönersek...
Fizik öğretmeni derse girer:
- Çocuklar, bugün size izafiyet teorisini, tam Türkçesiyle görecelik kuramını anlatacağım.
- Hocam o ne demek?
- Mesela, diyelim ki evdeki yanan sobanın üzerine oturdunuz, o geçen bir dakika size bir saat gibi gelecektir. Ama diyelim ki, sevdiğiniz bir insanla bir saat beraber vakit geçirdiniz, o bir saat size bir dakika gibi gelecektir. Görecelik kuramının temeli budur. Zaman kişiye ve konumuna bağlı olarak görecelidir. Bugün dersimizin konusu bu.
Belki görecelik kuramını tamamıyla bu tümce ile ifade edemeyebiliriz ama zor bir konuya giriş yapacak ve ilgi uyandırmak isteyen her öğretmenin benzer ifadeler kullanması faydalı olabilir.
Aynı girişi ingilizce yapmak zorunda kalırsak:
-If you sit down on a stove...
Ahmet sıra arkadaşının kulağına eğilir:
- Mehmet stove ne demek?

Türk olarak bilim ve teknolojide ilerlemek ve başarılı bilim adamları yetiştirmek Cumhuriyetimize bir vazife ve borcumuzdur.


Doç. Dr. Serkan Anılır - JAXA ve Tokyo Üniversitesi
Doç.Dr. Serkan Anılır'ın, CNNTürk için yazdığı bilim eğitiminin nasıl olması gerektiğine ilişkin yazıdan alınmıştır.

Soros'un Destek Verdiği Üniversiteler


Soros'un Türkiye'de kurduğu Açık Toplum Enstitüsü'nün direktörü Hakan Altınay "Bilgi, Boğaziçi ve Sabancı Üniversiteleri'nin, destek verdikleri üniversiteler olduğunu" açıklamıştı.
Bu üniversitelerden birinde çocuğu okuyan ve ona zarar gelmemesi için isminin açıklanmasını istemeyen bir baba, bana yazdığı bir mektupta şöyle feryat ediyor: "Oğlum, bu üniversitede okumaya başlarken pırıl pırıl ve Atatürkçü bir gençti. İki yılda orada beynini öyle yıkadılar ki, O şimdi bütün ulusal değerlerimize düşman bir kişi haline geldi. Soros'la işbirliği yapan tüm üniversitelerin maskelerini düşürmek gerçek bir vatan hizmetidir."
Sabancı, Boğaziçi ve Bilgi üniversiteleri hakkında vereceğim bazı bilgiler, bana mektup yazan babanın haklı olup olmadığını açıklığa kavuşturacaktır sanıyorum.
Sabancı Üniversitesi'nin açılışı ile ilgili beklentisini Soros şöyle açıklamıştı: "Orta Avrupa Üniversitesi, Doğu Bloku'nun yıkılmasında önemli rol oynadı. Türkiye'de de köklü değişim ve reformlar için bu üniversiteye çok iş düşecektir."
Soros, "Türkiye'nin en iyi ihraç malı ordusudur", "Türkiye, PKK ile siyasi çözüme gitmelidir" sözlerini Sabancı Üniversitesi kürsüsünden söylemişti.
Yunanistan'ın sosyal demokrat ana muhalefet partisi PASOK'un Genel Başkanı ve eski Dışişleri Bakanı Yorgo Papaandreu, Sabancı Üniversitesi mezunlarının davetlisi olarak İstanbul'da idi. Sabancı Üniversitesi'nin 2004- 2005 Akademik Yılı Kapanış Konferansı'nda "Avrupa Birliği'ne giden yol konulu bir konuşma yapan Papaandreu: "Fener Rum Patrikhanesi, Türkiye'nin AB üyeliğini bütün gücü ile desteklemektedir. Türkiye'nin ekümenik patrikliği kabul etmesi ve Heybeliada'daki ruhban okulunun açılması, AB'ye doğru bir adım olacaktır" dedi.
Papaandreu konuşmasından sonra Prof. Tosun Terzioğlu tarafından ağırlanırken, kendisine önümüzdeki dönemlerde Sabancı Üniversitesi'nde ders vermesi için teklifte bulunuldu. Papaandreu buna hayır demedi. (Mehmet Barlas, Sabah Gazetesi, 03.07.2005)
2004 yılı Haziran ayında yine Sabancı Üniversitesi'nin davetlisi olarak gelen Soros: "Eğitim konusundaki projelerim için hükümetle görüşmem uygun olmaz. Ben bu tür çalışmalar yapan vakfa finansal destek sağlıyorum" demiştir.
Bilindiği gibi, Açık Toplum Enstitüsü ismini, Karl Popper'in "Açık Toplum ve Düşmanları" adlı eserinden almıştır. Bu eserin çevirmeni Mete Tuncay, 1993 yılında yayınlanan "II. Cumhuriyet Tartışmaları" başlıklı kitapta şöyle diyordu: "Kürt sorunu, demokratik ve özgürlükçü bir Yakın Doğu Federasyonu ile çözümlenebilir diye düşünüyorum. Ben Türk- Kürt federasyonuna karşıyım. Ama demin ifade ettiğim büyük yapı içinde sadece Türkiye Kürdistanı değil, İran ve Irak Kürdistanı da birleşik bir birim oluşturabilir."
Mete Tuncay'ın söyledikleri hakkında Serdar Ant şu değerlendirmeyi yapmıştır: (Y. A. R. Müdafaa-i Hukuk Dergisi, 06 / 2005)
"Görüldüğü gibi PKK'nın daha yeni keşfettiğini(!), bizim ileri görüşlü, 'açık toplumcu' akademisyenlerimiz 12 yıl önce söylemiş!..."
"Akademisyenlerimizin öngörülerinde " Balkanlardan, Kafkasya'ya kadarki coğrafya" diye tanımladığı alan Soros'un at oynattığı bölgedir!"
"Soros tarafından finanse edilen 'açık toplum' anlayışının temel teorik argümanlarını Türkçe'ye kazandıran kişi ile, PKK'nın bugün talep ettiğini 12 yıl önce öneren kişinin aynı insan olması da-herhalde-ilginç bir tesadüftür. Hele bu kişi bugün Sorosgillerin Türkiye karargahı olan Bilgi Üniversitesi'nin bir bölüm başkanı ise. Kuruluşundan beri bu üniversitede çeşitli bölümlerin başkanlığını, Fakülte dekanlığını yapmış ise ve yakın geçmişe kadar da 'Türkiye'nin geçmişi ile barışmasını' amaçlayan malum projelerin hemen hemen hepsinin altında imzası olan Tarih Vakfı'nda etkili görevler üstlenmiş ise ..."
"Bütün bunlar; Soros "bağlantıları", "açık toplum" yolunda yapılan 'ilmi katkılar' (!), BOP'un gerçekleştirmek istedikleri ile örtüşen öngörüler ve PKK stratejileri ile kesişen yollar."
"Evet bütün bunlar, bu güne kadar açık açık yapılmıştır ve hala da açık açık yapılmaktadır. Çünkü amaç, hedef ülke haline gelen Türkiye'yi 'her türlü dış müdahaleye açık bir toplum' haline getirmektir."
"Soros'cu 'açık toplum' sevdalılarının istediği de bundan başka bir şey değildir..."
25- 27.05.2005 tarihleri arasında üç gün sürecek olan ve gördüğü tepkiler üzerine iptal edilen "İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları Konferansı"nı, Bilgi, Sabancı ve Boğaziçi üniversiteleri birlikte düzenlemişlerdi ve konferans Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılacaktı.
Bu konferansı realize etmeye çalışanlar arasında, Nurculuğu yararlı bir sivil toplum kuruluşu olarak göstermeye çalışan, Sabancı Üniversitesi'nden Prof. Dr. Şerif Mardin ve "Türklerin Ermenilere karşı soykırım uyguladığı" tezini savunan yine Sabancı Üniversitesi'nden Prof. Dr. Halil Berktay da vardı.
İptal edilen söz konusu konferans Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın arzusuna uyularak, 23.09.2005 tarihinde yeniden yapılıyor. (Milliyet, 28.05.2005) Adalet Bakanı Cemil Çiçek, bu konferansı düzenleyen ve destekleyenler için "Bizi arkadan hançerliyorlar" demişti.
Recep Tayyip Erdoğan'a söylenmesi gerekeni bizden önce söylediği için Cemil Çiçek'e teşekkür borçluyuz.
Açık Toplum Enstitüsü danışmanlarından Neşe Düzel ile yaptığı söyleşide, Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Aykut Kansu, şu incileri yumurtluyordu: (Radikal, 27.06.2005)
"Aslında 1923, İttihatçıların sağladığı özgürlüklerden, parlamento üstünlüğünden bir geriye dönüştür..."
"Atatürk'ün çok sıkıştığı anda Meclis'i kapatma fikri var. Karabekir, 'Meclis kapatılırsa, ben Ankara'ya gelir Meclis'i açarım' diyor. Atatürk, Meclis'i kapatamıyor..."
"Sosyal ve ekonomik alanda çok muhafazakar ve otoriter görüşleri olan Atatürk'ü modernizm noktasına getiren İttihatçıların kamuoyundaki etkileridir. Atatürk, İttihatçı nuhalefeti susturmak ve silahlarını ellerinden almak için bazı devrimler yaptı..."
YÖK'e en çok üyenin Bilgi Üniversitesi'nden seçilmiş olması; bu üyelerden hepsinin de Kemal Alemdaroğlu'nun görevden alınması doğrultusunda oy kullanmış olması elbette ki tesadüften ibaret(!)...
Bu yazıma Prof.Dr.Esfender Korkmaz'ın yazdıkları ile son vermek istiyorum: (Gözcü, 12.07.2005)
"Biz vakıf üniversiteleri kurarken, Anayasaya takla attırdık... Üniversite sahibi olmak isteyenler önce vakıf kurdular... Şimdi bazı vakıf üniversitelerinin yönetimine vakıf tüzel kişilikleri değil, vakfı kuran patronlar hakimdir... Bu üniversitelerde mütevelli heyetler de göstermeliktir...
Yaşadığım bir olay ile bu hususu bizzat test etmek imkanı buldum... Bir profesör arkadaşım, yeni kurulan bir üniversiteye rektör oldu... Bana da 'Mütevelli heyetine girer misin?' diye rica etti... Ben de kabul ettim... Aradan beş-altı ay geçti, bir sekreter telefon etti... İmza için mütevelli heyet karar defterini gönderiyorum... Nereye göndereyim? diye sordu... Ben de 'Mütevelli heyet toplantısı olmadı ki, karar alınsın' dedim... Kendisi. 'patron kararı yazdırdı' dedi. Hemen istifa dilekçemi gönderdim."


ahmetseydi 4 Mayıs 2006 01:26

Le Monde'dan Şaşırtıcı Bir Avrupa Gerçeği: Din Düşüşte İman Yükselişte!
 
FRANSA’NIN dünya aydınlarınca dikkatle takip edilen en ciddî fikir ve siyaset gazetesi Le Monde’da, 23 Temmuz 2002 tarihli nüshasında dikkate değer bir araştırmanın sonuçları yayınlandı. Bu konuyla ilgili yazı ise, ilginç bir paradoksa işaretle, “Avrupa gençliğinde din düşüşte, iman yükselişte” başlığını taşıyordu.



“Bugünün Avrupalı gençleri neye inanıyor?” sorusunu temel alan bu araştırma Arval (Değerleri Araştırma Derneği) adlı kuruluş tarafından yürütülmüş. Arval, 1981 yılından beri Avrupa Birliğine dahil ülkelerde ilmî araştırmalar yapıyor.

Bu derneğin son anketi yakınlarda yayınlandı. Le Monde gazetesi işte bu derneğin verilerine dayanarak 18–29 yaş arası gençlerde dine bağlılık ile Allah’a ve ahirete iman meselesini değerlendirdi.

Yirmi yıldan beri (1981, 1990, 1999) yapılan ‘değerler’ araştırmaları, Avrupalı gençlerde dinî duygunun giderek artış gösterdiğini ortaya koyuyor. Yapılan kamuoyu incelemeleri, iki farklı durumu gözler önüne seriyor: Öncelikle, Avrupalı gençlerin Hıristiyanlık dinine uzak durdukları, Hıristiyanlığa din olarak bağlanmaktan giderek uzaklaştıkları gözleniyor. Buna karşılık da, Avrupa gençliğinde Allah’a ve âhiret gününe imanın arttığı müşahede ediliyor.

İngiliz sosyolog Grace Davie tarafından ortaya konan ‘aidiyetsiz inanç,’ yani hiçbir dine bağlanmadan Allah’a iman etme ilkesi, Avrupa’da günden güne güçleniyor. Avrupa gençliği, insan aklına pek yatmayan Hıristiyan inançlarına sırt çeviriyor.

Meselâ, Hazreti İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu kabule yanaşmıyor; Hazreti Âdem ile Havva’nın yasak meyveyi yemelerinden dolayı işledikleri günahın ilk günah şeklinde insanoğullarında devam edip geldiğini ve bu ilk günahtan ancak vaftiz edilmek suretiyle kurtulanacağını aklı kabul etmiyor; Hazreti İsa’nın bu ilk günahı affettirmek için haça gerildiğine ve bütün insanlığın günahının böylece affedildiğine, vaftiz olmayan, yani Hıristiyan olmayan kişilerde ise bu günahın devam ettiğine asla inanmıyor.

Buna karşılık Avrupalı gençler, bu kâinatın bir Yaratıcısı olması gerektiğine ve ahiret gününün olacağına her geçen gün daha fazla inanıyorlar.

Yapılan son anketlere göre, Hıristiyanlığa inanmayan ve bu dine bağlanmayan 18 ilâ 29 yaşındaki gençlerin oranı giderek artıyor. Bundan yirmi sene kadar önce gençlerin yüzde 52’si kendisini Hıristiyan olarak tanıtırken, bu oran son ankette yüzde 32’ye düşmüş bulunuyor.

Öte yandan, kendisini ‘dinsiz’ olarak tanıtan bu gençler, “Allah’a ve ahiret gününe inanıyor musunuz?” sorusuna ‘evet’ cevabını veriyorlar. Yirmi sene kadar önce Allah’a ve ahirete inandığını söyleyen gençlerin oranı yüzde 30 civarında iken, bu oran son ankette yüzde 45’lere ulaşmış bulunuyor.

Avrupalı gençler, Hıristiyanlığın akıl ve mantık kabul etmeyen inanç sisteminden kopuyor ve Hıristiyanlık dinine yönelmek yerine doğrudan doğruya Allah’a yöneliyorlar. Bu anketleri değerlendiren Avrupalı sosyologlara göre, ideolojilerin bitişi, ekonomik krizler, yiyecek maddelerinin tehlike saçmaya başlaması ve ekolojik dengenin günden güne bozulması gençleri Allah’a inanmaya ve ahiret gününün mutlaka olması gerektiği düşüncesine itiyor.

Avrupa ülkelerinde görülen 1960’lı yılların tanrıtanımazlığından, dini afyon ve geri inanç sayıp imana sırt çevirmelerden artık eser kalmayacak gibi... Ne dersiniz, Avrupa gençliği dünyevî putlarından, putlaştırılmış kişilerden, put ideoloji ve düşüncelerden, İslâmî ifadeyle ‘şirk’ten arınmış bir imana yürüyor olmasın?


KafKasKarTaLi 4 Mayıs 2006 17:01

Masonların Kirli İşleri








Masonlar, örgüt dışına çoğu zaman dine karşı saygılı ve tüm dinlere aynı mesafede imajını vermeye çalışırlar. Oysa gerçek çok farklıdır. Masonluğun içyüzünü anlattığımız bu dizimizin son bölümünde bu karanlık örgütün din ahlakına karşı vermiş olduğu savaşı ve bu savaşta izlediği stratejileri inceleyeceğiz.

Günümüzde, topluma yönelik açıklamalarında sürekli olarak "toplum yararına çalışma", "insanlık için fedakarlık" gibi kavramlara vurgu yapan masonluğun içyüzüne bakıldığında, oldukça kirli bir bilanço ortaya çıkmaktadır. Pek çok ülkede masonluk, karanlık maddi çıkar ilişkilerinin odağı durumundadır. 1980'lerde İtalya'yı çalkalayan "P2 Mason Locası" skandalı, masonluğun bu ülkede mafya ile içiçe olduğunu, loca yöneticilerinin silah kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti, kara para aklama gibi işler yürüttüklerini, rakiplerine veya kendilerine "ihanet" edenlere suikastler düzenlettirdiklerini ortaya çıkarmıştır. 1992'de Fransa'da gündeme gelen "Büyük Doğu Locası" skandalında, 1995 yılında İngiltere'de basına yansıyan "İngiliz Temiz Elleri" operasyonunda, hep mason localarının karanlık çıkar ilişkileri deşifre olmuştur. Masonların "hümanist ahlak" kavramı, sadece sözdedir.

Böyle olması da kaçınılmazdır, çünkü başta da belirttiğimiz gibi bir toplumda ahlak gerçekte sadece İlahi bir dinin yaşanması sayesinde kurulur. Ahlakın temelinde, insanın kibirden ve bencillikten kurtulması yatmaktadır. Bunu ise ancak Allah'a karşı olan aczini ve sorumluluğunu bilen insanlar başarır. Allah, Kuran'da müminlerin fedakarlıklarını bildirdikten sonra "Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah bulanlardır" (Haşr Suresi, 9) buyurarak, bu gerçek ahlakın temelini haber vermektedir.

Bu nedenledir ki, Allah'a imanın ve Allah korkusunun bulunmadığı bir toplumda, ahlak da bulunmaz. Hiçbir şeyin mutlak bir kıstası olmadığı için, insanlar "doğru" ve "yanlış" kavramlarını kendi çıkarlarına göre tanımlar ve uygularlar.
Zaten masonluğun din-dışı hümanist ahlak teorisinin gerçek amacı da, "ahlaklı bir dünya kurmak" değil, din-dışı bir dünya kurmaktır. Bir başka deyişle, masonlar, ahlaka çok önem verdikleri için değil, sadece topluma "din gerekli değil" telkini verebilmek için hümanist felsefeye sarılmaktadırlar.
Masonluk her ne kadar tüm dinlere ve inançlara karşı hoşgörülü olduğunu ileri sürse de, gerçekte İlahi dinlere karşı olduğu, bunları ortadan kaldırarak dünyada materyalist felsefeye dayalı bir "insanlık dini" kurmak istediği kendi kaynaklarından anlaşılmaktadır.

Örneğin üstad mason Selami Işındağ'ın Mason dergisinde yayınlanan "Olumlu Bilim-Aklın Engelleri ve Masonluk" adlı makalesinde bu masonik ideal şöyle açıklanır:“Sonuç olarak şunları söylemek istiyorum: Hepimize düşen en büyük insancıl ve masonik görev, olumlu bilim ve akıldan ayrılmamak, bunun evrimde en iyi ve tek yol olduğunu benimseyerek bu inancımızı insanlar arasında yaymak, halkı olumlu bilimlerle yetiştirmektir. Ernest Renan'ın şu sözleri çok önemlidir: 'Ancak halk olumlu bilim ve akıl ile eğitilirse, aydınlatılırsa, dinlerin boş inançları kendi kendine yıkılır'."

İşte masonluğun nihai hedefi budur: Kendilerince güya "boş inanç" olarak gördükleri din ahlakını tamamen yok ederek, "insan" kavramının kutsallaştırıldığı hümanist bir dünya kurmak. Masonların "olumlu bilim" olarak öne sürdükleri, evrim teorisi ve benzeri materyalizm kaynaklı teoriler ise bizzat bilim tarafından çürütülmüştür. Unutmamak gerekir ki, insanların tek kurtuluşu Allah'ın kendilerine emrettiği gibi, yani din ahlakına göre yaşamaktır, bunun dışındaki arayışlar her zaman büyük hüsranla neticelenecektir. Ayna adlı masonik dergide de, din dışı bir dünya kurmanın bir "Ülkü Mabedi" olduğu şöyle anlatılır:
“Günümüz masonluğu eski masonluğun somut Mabed inşa amacını kendi deyimleriyle “Ülkü Mabedi” inşa etme şekline dönüştürmüştür. Ülkü Mabedi inşası, masonik ilke ve erdemlerin yayılıp yerleşmesi sonucu biraraya gelen yetkin insanların yeryüzünde çoğalmasıyla olanaklıdır.”
Peki masonluk bu amacına nasıl hizmet etmektedir?

Din Ahlakına Karşı Savaşta İzlenecek Yöntem

Masonik kaynakları incelediğimizde, dini özellikle fikri düzeyde, kitle telkini yoluyla yıkmak istediklerini görürüz. Üstad mason Selami Işındağ'ın Masonluktan Esinlenmeler adlı kitabındaki şu pasaj, bu konuda oldukça aydınlatıcıdır:
“... Aşırı özgürlüksüz rejimler bile, din kuruluşunu kaldırma çabalarında başarı sağlayamamışlardır. Hatta bu siyasal yöntemlerin, dinsel boş inançlardan ve dogmalardan insanları kurtararak, toplumu aydınlığa kavuşturmak eyleminde aşırılığa, zor kullanmaya kalkmalarının bir tepkisi olarak kapatmak istedikleri ibadet yerlerinin bugün daha çok dolduğu ve yasaklandığı için dinsel inançlar ve dogmaların daha çok yandaş bulduğu saptanmıştır. Böyle bir gönül ve duygu işinde yasaklamaların ve zor kullanmaların bir sonuç vermediğini, bir başka konuşmamızda belirtmiştik. İnsanları karanlıktan aydınlığa götürecek tek yol, olumlu bilim, akıl ve bilgelik prensipleridir. İnsanlar bu yoldan eğitilirse, dinlerin hümanist ve olumlu yanlarına saygı duyar, ama boş inançlarından ve dogmalarından kendilerini kurtarırlar.”

Burada ne kastedildiğini iyi analiz etmek gerekir. Işındağ, dine karşı baskı uygulamanın dindarları daha fazla motive edeceğini ve sonuçta dini güçlendireceğini ve bu nedenle, yani dini bu şekilde güçlendirmemek için, masonların dini fikri düzeyde yok etmeleri gerektiğini anlatmaktadır. Işındağ'ın "olumlu bilim, akıl ve bilgelik prensipleri" derken kastettiği kavramlar ise, gerçekte bilim, akıl ve bilgelik değildir. Sadece, bu sözcüklerle kamufle edilmiş olan materyalist felsefedir, evrim teorisidir. Işındağ, bunların topluma yayılması durumunda, "dinlerin sadece hümanist yanlarına saygı duyulacağını", yani İlahi dinlerin sadece hümanist felseye uygun görülen kısımlarının kalacağını anlatmaktadır. Buna karşılık İlahi dinlerin temeli olan gerçeklerin reddedileceğini savunmaktadır ki, bunlar insanın Allah'ın kulu olduğunu ortaya koyan temel iman esaslarıdır.
Kısacası, masonlar, dinin özünü oluşturan iman esaslarını ortadan kaldırmak (yani Allah'ın varlığını, birliğini, herşeyi O'nun yarattığını, insanın da Allah'a karşı sorumlu olduğu gerçeğini reddettirmek) hedefindedirler. Dini, kendilerince sadece bazı genel ahlaki konularda fikir veren bir "kültürel öge" haline getirmek istemektedirler. Bunu yapmanın yolu ise, masonlara göre, "olumlu bilim ve akıl" kisvesi altında topluma ateizmi empoze etmektir. Nihai hedefleri ise, dini bu "kültürel öge" konumundan da çıkarmak ve tamamen dinsiz bir dünya kurmaktır.

Masonik Kitle Telkini
Masonluk bu amaç için dünyanın pek çok ülkesinde var gücüyle çalışır. Bazı üniversitelerde, diğer eğitim kurumlarında, kimi medya kuruluşlarında, sanat ve fikir dünyasının belli çevrelerinde etkin olan masonik örgütlenme, topluma sürekli olarak hümanist felsefeyi yaymaya, dinin temeli olan imani gerçekleri reddettirmeye çalışır.

Evrim teorisi, masonların bir numaralı propaganda malzemelerindendir. Bunun yanında, Allah'tan ve dinden hiç bahsedilmeyen, sadece insan zevklerine, hırs ve isteklerine dayanan bir kültür inşa etmek için uğraşırlar. Bu cahiliye kültürü içinde Allah korkusu, Allah sevgisi, Allah rızası, ibadet, ahiret gibi kavramlara yer yoktur. Dahası bu kavramlar hakkında birçok filmde, karikatür ve romanda hep bu gerçek dışı mesajlara yer verilir.

Masonik Ağ- Fahri Masonlar
Bu büyük aldatmaca içinde masonlar her zaman lider rolü oynar. Ancak onlarla aynı safta olan daha pek çok farklı grup ve birey vardır. Masonlar bunları da bir anlamda "fahri mason" kabul eder ve kendileriyle müttefik sayarlar. Çünkü aynı hümanist felsefe üzerinde birleşmektedirler. Selami Işındağ bu konuda şu yorumu yapar:
“(Masonluk) şu gerçeği de benimser: Dış evrende öyle bilge insanlar vardır ki, mason olmadıkları halde, mason ideolojisini çok iyi benimsemişlerdir. Çünkü bu ideoloji, bütün anlamıyla insan ve insanlık ideolojisidir.”

18. ve 19. yüzyılda siyasi komplolarla, devrimle uğraşan masonluk, 20. yüzyılda temel misyon olarak kendi felsefesini çeşitli propaganda araçları ile toplumlara yayma yolunu seçmiştir. Masonluğun, materyalizm, hümanizm ve evrim kavramlarıyla özetlenebilecek batıl felsefesi, bilim, sanat, medya, edebiyat, müzik ve her türlü popüler kültür aracıyla kitlelere yayılmıştır. Masonluk bu propaganda sonucunda, ani bir devrimle değil, uzun vadede İlahi dinleri ortadan kaldırarak tüm insanlığı kendi felsefesi içinde aşama aşama birleştirmek istemektedir.

Sessiz ve Derinden
Amerikalı bir mason, masonluğun bu yöntemini şöyle özetler: "Masonluk çalışmasını sessiz bir şekilde yürütür fakat bu çalışma, okyanusa doğru sessiz bir şekilde vuran derin bir nehrin işleyişi gibidir."

ABD'nin Georgia eyaletinin "Büyük Üstad" dereceli masonların biri olan J. W. Taylor ise, aynı konuda şu ilginç yorumu yapmaktadır:
“Eski kavramların terk edilmesi ve yerine yenilerinin yerleştirilmesi, her zaman dünyanın ilk olarak dikkatini çeken algılanabilir sebeplerden kaynaklanmaz, daha çok insanların zihninde uzun yıllardır işlev gören prensiplerin bir toplamıdır. Ancak son anda uygun şartlar oluşur ve elverişli bir çevre meydana gelir, o zaman gizli olan gerçek hayata aktarılır... böylece her insanı büyük bir ortak hedefe doğru teşvik eder ve büyük hedeflere varmak için tüm ulusları sanki hepsi birer insan gibi hareket ettirir. İşte masonluk kurumunun, dünyadaki insanoğlu üzerindeki etkisi bu prensip üzerinde gerçekleşmektedir. Sessiz ve gizli olarak çalışır, ama çok yönlü ilişkileri sayesinde toplumun her detayına ve boşluğuna sızar; masonluğun eserlerini görenler bu eserlere karşı hayrete düşerler, ama kaynağının ne olduğunu bilip söyleyemezler. (Harun Yahya, Kabala ve Masonluk)

Chicago Büyük Locası'nın yayınladığı Voice dergisine göre
ise, "Masonluk sessiz bir şekilde, fakat kesinlikle ve sürekli olarak insan toplumunun harcını inşa etmektedir". Söz konusu "harç inşası", masonik felsefenin temelleri olan materyalizm, hümanizm ve Darwinizm'in topluma empoze edilmesiyle gerçekleşmektedir.

Masonluğun bu sessiz ve derinden işleyen stratejisinin en büyük özelliği, bu stratejide görev alan masonların, bunu masonluk adına yaptıklarını hemen hiçbir zaman açıklamamalarıdır. Farklı kimliklerle, farklı sıfatlarla, farklı makamlarda görev yapar, ama masonluk aracılığıyla benimsedikleri ortak bir felsefeyi topluma empoze ederler. Türk localarının büyük üstadlarından Halil Mülküs, yıllar önce kendisiyle yapılan bir röportajda, bu gerçeği şöyle açıklamıştır:
“Masonluk, masonluk olarak ortaya çıkıp hiçbir şey yapmaz. Masonluk bireyleri yönlendirir, burada yetişen bireyler, zikir talimi üretimine katılan masonlar dış alemde bulundukları yerlerde, çeşitli seviyelerdeki mesleklerdedirler. Bunlar üniversitelerdedirler, rektördürler, bunlar profesördürler, bunlar devlet adamıdırlar, bakandırlar, doktordurlar, hastane başhekimidirler, avukattırlar vs. Bulundukları yerlerde bu masonluğun talim ettiği fikirleri yaygın bir biçimde topluma aktarma gayreti içinde olurlar.”

Bu nedenledir ki insanlar, toplumdaki "kitle telkinleri"nin ardında organize bir gücün olduğunu fark edemezler. İnsanları dinden uzaklaştırmaya, materyalist, Darwinist hurafelere inanmaya sürükleyen telkinlerin ardındaki masonik etkiyi göremezler. Oysa masonluk, "sessiz ve derinden", ama çok etkili çalışmaktadır.

Sonuç
Oysa masonluğun büyük bir ısrarla "talim ettiği ve topluma aktarma gayreti içinde olduğu" bu fikirler, birer yanılgıdan başka bir şey değildir. Masonluk, asırlardır hiç sorgulamadan bağnaz bir biçimde koruduğu felsefesini, "akıl ve bilim" ambalajı ile süsleyip "talim ettiği ve topluma aktarma gayreti içinde olduğu" sürece, hem kendisini hem de insanlığı aldatmaktadır.

“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz”.
(Al-i İmran Suresi, 139)

Ayette bildirildiği gibi insanlığın kurtuluşu, ancak, gerçek yaratılış amacını anlaması ve Allah'ın kendisine öğrettiği üstün Kuran ahlakı ile yaşamasındadır.


Hümanizm Ne Demektir?
"Hümanizm" kavramı çoğu insanın aklında olumlu mesajlar çağrıştırır. "İnsan sevgisi", "barış", "kardeşlik" gibi. Ancak felsefi anlamda hümanizmin daha da önemli bir anlamı vardır: Hümanizm, "insanlık" kavramını, insanların yegane amaç ve odak noktası haline getiren bir düşüncedir. Bir başka deyişle, insanı, Yaratıcımız olan Allah'tan yüz çevirmeye, sadece kendi varlığı ve benliği ile ilgilenmeye çağırır.

Günümüzün önde gelen hümanist sözcülerinden biri olan Corliss Lamont, The Philosophy of Humanism (Hümanizm Felsefesi) adlı kitabında şöyle yazar: Hümanizm, tüm gerçekliğin bizzat doğanın kendisinden ibaret olduğuna inanır, evrenin temel materyali, zihin değil maddedir.... (Hümanizme göre) Doğaüstü varlıklar gerçek değildir; yani insan düzeyinde, insanlar doğaüstü ve ölümsüz ruhlara sahip değildirler ve tüm evren düzeyinde, evrenimizin doğaüstü ve sonsuz bir Yaratıcısı yoktur.

Görüldüğü gibi, hümanizmin temeli doğrudan ateizme ve materyalist felsefeye dayanmaktadır.


KafKasKarTaLi 4 Mayıs 2006 17:23

ŞAMANİZM MESELESİ Bozkır Türkleri'nin yani Eski Türkler'in din inançları üç noktada toplanır:

  1. Yir-Sub'lar (Yer-Su'lar; doğa güçleri).
  2. Atalar kültü.
  3. Gök Tanrı inancı.
Öncelikle konu abartılmış bir durumdadır. Türkoloji ile ilgili araştırmalar Altay Türkleri arasında başlamıştır. Türkoloji araştırmaları başladığında, Altay Türkleri şamanlık inancına bağlı bulunuyorlardı. Bu nedenle sanki Altay Türkleri, saf Eski Türk kültürünün biricik yaşayan temsilcileri gibi kabul edilerek, Eski Türkler'in milli dininin şamanlık olduğu görüşü zihinlerde egemen olmağa başlamıştır. Fakat konu derinlemesine incelendiğinde işin doğrusunun bu olmadığı anlaşılır. Bir kere Altay Türkleri, Eski Türk kültürünün bozulmamış temsilcileri falan değillerdir. Altay Türkleri'nin Yaratılış Efsanesi incelendiğinde durum gözler önüne serilir. Altay Türkleri'nin dünyanın ve insanın yaratılışı ile ilgili rivayetlerinin hiçbiri Türkler'in kendi öz düşüncelerinin ürünü olmayıp, türlü dinlerin etkilerinin karışmasından ortaya çıkmış bir tasavvurlar örgüsüdür. Örnek olarak, Altay Türkleri'nin yaratılış efsanelerinde geçen özel adların birkaçı dışında hepsi yabancı kökenlidir: Kuday, Kurbustan, Matmas, Mangdaşire, Maytere...vb. Altay Türkleri'nin din gelenekleri başta Budacılık olmak üzere Hint, İran, Yunan ve Yahudi efsaneleri ile Moğol döneminde ortaya çıkan kimi öykülerin içiçe girmesinden oluşmuştur; bunlara Eski Türk inançlarından da bazı kırıntılar katılmış olabilir. Benzer bir durum, Yakut Türkleri'nin dini inanç ve efsaneleri için de söz konusudur. Yani Altay ve Yakut Türkleri'nin inançlarını ve efsanelerini, Eski Türkler'in inanç ve geleneklerinin günümüzde yaşayan bozulmamış örnekleri olarak düşünmek son derece yanlış olup, böyle bir davranış Türk kültürünü dar bir çerçeve içine hapsetme çabasından ibarettir. Ne yazık ki günümüzde Türkler arasında bile Altay ve Yakut mitolojilerinin, Türkler'in has gelenekleri olduğu düşüncesi egemendir. Fakat Eski Hun ve Gök-Türk toplumu incelendiğinde durumun böyle olmadığı anlaşılmaktadır. Altay ve Yakut mitolojisinin ürünlerinin köklerine Hun ve Gök-Türk geleneklerinde rastlanmaz. Eğer Altay ve Yakut mitolojisi saf Türk kültürünü temsil etse idi, bu mitolojilerin motiflerinin Hun ve Gök-Türk inançlarından kaynaklanmaları ve bu kaynaklanmanın da birtakım kanıtlarının olması gerekirdi ki böyle bir şey söz konusu değildir. Bütün bunlara bağlı olarak Altay ve Yakut şamanizmi eski milli Türk kültürünün temel direği değildir ve Eski Türkler'in milli dinleri de şamanizm falan değildir.
Türk olsun olmasın, Orta Asya halklarında şamanın din törenindeki görevi yalnızca icracılıktır. Şaman birçok dini törene de (mesela Tanrı'ya kurban sunma törenine) katılmaz. Geç devirlerde Türkler arasında yayılan şamanlık, Türkler'in Gök Tanrı inancına dokunamamıştır. Şamanizm üzerine çeşitli araştırmaları ve incelemeleri bulunan M.Eliade, Ulu Tanrı söz konusu olduğunda şamanlığın adeta sırıttığını söyler. Yakut Türkleri'nde Gök Tanrı kavramının karşılığı olan Tangara Kayra Han ile de şaman pek meşgul olmaz. Aslında şamanizm, bir din değildir; yalnızca bir uygulamadır ve hemen hemen her dinin içinde yaşar. Şaman; ruh, cin, şeytan, peri ve ölülerle uğraşan, hastalara şifa vermeğe çalışan, ölülerin yaşayanlara zarar vermemesini sağlayan, insanların dert ve dileklerini gök ve yer altındaki ruhlara ileten kişidir. Görüldüğü gibi şamanlığın nitelikleri din ile değil büyücülük ile bağdaşır. Şaman asla ruha aracısız olarak müdahale edemez, hastalık ve talihsizlik söz konusu olmadığında şamana iş düşmez ve Tanrı ile ilgili uygulama ve ibadetlerde şaman rol almaz.
Şamanlar tarihin her döneminde ve her dinde yer almışlardır. Mesela bugünkü Türkiye'de yaşayan ve cinlerle irtibat kurduklarını söyleyip kendilerine medyum sanını yakıştıran kişiler de aslında birer şamandırlar. Onlar da aynen şamanlar gibi cinleri/kötü ruhları insanlardan uzaklaştırdıklarını ya da insanlara musallat ettiklerini söylemektedirler. Bir örnek olarak Medyum Memiş gösterilebilir. Yani eski şaman tabirinin yerine medyum, ruhçu gibi adlar konmuş ama uygulamanın özü aynı kalmış durumdadır.
Anlaşılacağı üzere, dinden çok büyü niteliği taşıyan ve esasta bir Bozkır-Türk inanç sistemi olmayan şamanlığın Eski Türkler'in Atalar Kültü, Yir-Sub inançları ve Gök Tanrı kavramı ile ilgisi yoktur.
Kimi araştırmacılar, Eski Türkçe'de bulunan ve din adamı anlamına gelen kam sözcüğü ile şaman sözcüğünün aynı kavramı ifade ettiklerini öne sürseler de, şaman kelimesinin Türkçe bir kelime olmamasının kanıtlanmasından sonra bu görüş geçerliliğini yitirmiştir. Şaman kelimesi bir Hint dili olan sanskritçedeki sramana sözcüğünden kaynaklanmaktadır; sramana'nın anlamı ''dilenci rahip''tir. Bazı araştırmacılar şaman sözcüğünün Mançu dillerinden kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Ama, bu sözcüğün kaynağı hangi dil ve kültür olursa olsun kesinlikle öz Türkçe değildir ve Eski Türkçe'deki kam kelimesi ve kam kelimesinin ifade ettiği kavram ile de bir ilgisi yoktur. Eski Türkçe'deki kam sözcüğü din adamı anlamına gelmekte olup büyücü şamanlarla herhangi bir ilgisi yoktur.
Şamanlığın en büyük özelliği, nüfüz ettiği bölge halkının ruh âlemine bürünme yeteneğidir. Bu yüzden şamanlık, bütün kültür ve dinlere bulaşmıştır. Ama şamanlık, kendini gizler ve içinde yaşadığı dinin gelenekleri içinde saklanır. Şamanlığın bu müthiş uyum ve kendini gizleme yeteneği sonucunda, dinlerin içinde yeni oluşumlar ortaya çıkar. Fakat bu yeni oluşumlar artık o dinin öz nitelikleri gibi düşünülür. Sonuçta adlar değişir ama uygulamalar devam eder ve şamanizm de kamuflaj ve uyum yeteneği sayesinde varlığını sürdürür.

Avrupa Birliği Ve Kıbrıs Konusu

1990 sonrasında AB Kıbrıs konusunda Rum yanlısı bir politikaya yöneldi. Kıbrıs Türk tarafının tüm itirazlarımıza rağmen önce Rum tarafının tüm ada adına yaptığı tek yanlı müracaatı kabul etti ve işleme koydu, sonra Rum tarafını "tüm adada tek muhatap" kabul ettiğini ilan ederek 1998 de Rum yönetimi ile tüm Kıbrıs adına üyelik müzakerelerine başladı. 1999 da Türkiye'ye aday statüsü verilen Helsinki konferansında da Rum tarafının tüm ada adına üyeliği için " çözüm" önşartını kaldırdı. Avrupa Birliği daha sonra" bir çözüm olsa da olmasa da Rum yönetimini tüm ada adına üye" alacağını ilan etti. Ocak 2001 tarihinde Türk tarafının insiyatifi ile başlayan görüşmelerden sonra da AB "çözüm olsun veya olmasın Güney Kıbrıs'ı, tüm Kıbrıs adına üye alacağız" politikasına devam etti ve hatta 2002 sonuna kadar da süre verdi. Bu AB politikası, müzakerelerde Rum tarafını bir çözüme değil, çözümsüzlüğe teşvik etmektedir.
Burada birkaç noktanın vurgulanmasında yarar vardır.
1) AB Türkiye ve Yunanistan' ın birlikte üye olmadığı bir birliğe, adada hiçbir sorun olmamış olsa bile, 1960 Anlaşmalarına göre giremez. AB bu şekilde adım atarak 1960 Anlaşmalarının ada üzerinde oluşturduğu kritik Türk-Yunan dengesini ve garantör Türkiye ve Kıbrıs Türk ortağın haklarını da tamamen gözardı etmeye çalışmaktadır. AB' nin genişleme takvimi bunu
gerektiriyor diyerek 1960 anlaşmalarını hiçe sayarak böyle bir adım atması Kıbrıs Türk tarafının hak ve çıkarlarını tehdit etmektedir.

2) AB öte yandan Kıbrıs Türkleri için ortada büyük bir fırsat penceresi olduğunu, Kıbrıs sorununun çözülmesi halinde Kıbrıs Türklerinin de AB' ye üye olabileceğini söylemekte, ancak Kıbrıs Türkleri üzerindeki insanlık dışı ambargolara ve Rum tarafını "tüm adada tek muhatap" kabul etmeye devam etmekte, ve bir çözüm olmasa da Rum tarafını Kıbrıs olarak alacağını söylemektedir. Bunun Kıbrıs Türkleri için nasıl bir "fırsat" olduğunu anlamak zordur.
3) Avrupa Birliği bir taraftan bize çözümde tek şartın, çözüm sonrası tüm Kıbrıs'ın bir tek sesle AB içerisinde temsil edilmesi olduğunu, içte iki taraf arasında varılacak düzenlemelerin AB yi ilgilendirmediğini belirtmekte öte yandan bir çözüm olmasa da Rum tarafını tüm ada adına üye yapacağını söylemektedir. Bu politika, nasıl bakılırsa bakılsın sonuçta Rum tarafının parametrelerini bize empoze etmek hedefi gütmektedir. Bunu başka türlü okumak
imkanı yoktur.

4) Rum tarafı AB üyesi olduktan sonra devamlı olarak AB organlarında Yunanistan'la ortak hareket ederek Türk tarafı aleyhine kararlar çıkartmaya ve AB yi harekete geçirmeye çalışacaktır. AB içerisinde bir yerine iki Helen devleti Türkiye'ye karşı çıkacaktır. Rum tarafı bir üyelikten sonra bir AB ülkesinin Türkiye tarafından işgal altında bulunduğunu iddia
ederek, hatta bir çatışma çıkararak AB nin askeri desteğini de almaya çalışabilecektir. AB'nin bunu da bilmemesine olanak yoktur. Buna rağmen Rum yönetimine her desteği vermektedirler.

5) Hatta daha da ileri gidilmekte ve AB yetkilileri ve bazı üyeler eğer şimdi bir çözüm bulunmazsa ve Rum tarafı sene sonunda AB' ye girerse bundan sonra Kıbrıs Türkünün daha zor şartlara maruz bırakılacağını, izole edileceğini ve daha zor seçeneklerle başbaşa kalacağını ifade etmektedir. Yani şimdi uğradığından daha büyük haksızlığa uğrayacağını söylemektedirler.
AB bu politikası ile Rum tarafına çözüm yönünde hiçbir teşvik bırakmamıştır.
> Klerides eğer bir çözüm olmasa dahi tüm Kıbrıs adına AB üyeliğini elde edecekse, ve bu üyelikle Türkiye'nin gelecekteki üyeliğini bile veto edecek duruma gelecekse, Kıbrıs Türk tarafı ile neden ŞIMDI eşitlik temelinde bir anlaşmaya evet desin? Rum tarafı Kıbrıs sorununu kendi açısından çözdüğü düşüncesindedir. Tüm yapması gereken müzakere eder gibi görünüp sene sonunda AB ye giderek Kıbrıs Türk tarafının uzlaşmaz olduğunu söyleyip üye olmayı istemesi ve üye alınmasıdır. Rum tarafının stratejisi de zaten budur.


Klerides müzakereleri işte bu AB politikasının desteği ile yürütmektedir. Tüm
adanın hükümeti olduğu, egemenliğin bu devlette olduğu, bu devleti yok farz etmenin mümkün olmadığı, kurulacak ortaklık devletinin ancak bu devletin devamı olacağı, ve Kıbrıs Türk tarafının egemenliği olamayacağını belirtmektedir. Biz ise devletimizin varolduğunu, egemen olduğunu, kurulacak anlaşmada bu devleti de yok farz etmenin mümkün olmadığını, Rum tarafının bizim üzerimizde egemenliği olabileceği şeklinde yorumlanabilecek, veya zamanla bu sonucu getirebilecek bir anlaşmayı kabul etmeyeceğimizi ifade ediyoruz. Aşağıdaki birkaç noktanın tekrar vurgulanması gerekir.

-Türkiye ve KKTC olarak bize düşen görev birlik içerisinde hareket etmek ve adada ancak egemen eşitliğe dayalı bir ortaklığı kabul edebileceğimizi ve adadaki Türk-Yunan dengesini de muhafazada ısrarlı olduğumuzu ve üyeliğin ancak çözümden sonra ele
alınabileceğini vurgulamak ve bunu sonuna kadar savunmaktır.

- Kıbrıs Türkleri ortaklık çerçevesinde bir anlaşmaya hazırdırlar ve AB nin adanın Birlik içerisinde tek sesle temsil edilmesi şartını da karşılamaya hazırdırlar. Bunun için Türk tarafı birçok teklif ileri sürmüştür.
- Türk tarafının müzakerelerde yapmakta olduğu açılımlar yabancı diplomatlar tarafından da önemli adımlar olarak değerlendirilmektedir. Ancak KKTC içerisinde "biraz daha verelim" "tarih yaklaşıyor, biraz daha esneklik gösterelim" şeklindeki sesler, içte cephenin zayıflamakta olduğu ve biraz baskı ile tavizlere evet diyebileceğimiz beklentilerini
artırmaktadır. Bu da Türk tarafının yapmakta olduğu açılımların küçümsenmesine yol açmakta ve karşı tarafın beklentilerini artırmaktadır. Öte taraftan siyasi yelpazenin neresinde olurlarsa olsunlar Rum parti ve kuruluşları Rum yönetiminin tüm Kıbrıs' ın hükümeti olduğu ve tüm Kıbrıs'a egemenliğini yayması gerektiği iddiasını desteklemektedirler.

- Türkiye' nin ada üzerinde stratejik çıkarları vardır ve garantör ülke olarak Türkiye bu haklarını korumaya kararlı olduğunu her zaman açıklayagelmiştir. Adadaki Türk Yunan dengesi Kıbrıs ta bir çözüm için olduğu kadar daha geniş çerçevede Türk-Yunan ilişkilerinde ve Doğu Akdeniz bölgesindeki istikrar için de gereklidir. AB nin bu dengeyi bozması ve Rum tarafını tüm ada adına üye alması gerçekleşirse artık bundan sonra Kıbrıs konusunda müzakere diye birşey olmayacak, Türk Yunan dengesi bozulacak ve bölgede istikrarsızlık kronikleşecektir.
- Kıbrıs'ta bir çözüme varılması için artık AB de kendi üzerine düşen sorumluluğu görmelidir. Kıbrıs'ta Türk tarafına devamlı yüklenerek ve Yunan vetosundan korkarak Rum tarafının tüm ada hükümeti olduğu iddiasını destekleyerek bir çözüme katkıda bulunamayacaklarını artık anlamaları gerekir.


KafKasKarTaLi 4 Mayıs 2006 17:38

Türk Tarihi Ve Türk Adı

Türkler M.Ö.2000 yılından daha eski çağlarda,Orta Asya’da Sayan-Altay dağlarının kuzeybatı bölgesinde, Yenisey ırmağı boylarında yaşıyorlardı. M.Ö.1500’lerde oturdukları geniş bölgede Sayan dağlarından Altaylar’a ve Tanrı dağlarına kadar iniyor, batıda Urallar’a kadar uzanıyor, güneyde Balkaş Gölü’nü, güneybatıda Aral Gölü, Hazar Denizi’ni ve kuzeydoğu bozkırlarını içine alıyordu.

M.Ö. 1100 yıllarından itibaren Türkler ilk yurtlarını boşaltarak Altaylar’ a inmiş,Türkistan’a (Doğu ve Batı Türkistan) yerleşmişlerdi.M.Ö yedinci yüzyılda, Ordos,Volga ve Kuzeybatı Asya olmak üzere üç yöne göç yapılmıştı: Yakut Türkleri Kuzeydoğu Sibirya’ya göç etmişti. Onlarla bir süre yaşayan Çuvaşlar ise batıya yönelerek Ural Dağları’nın güneyine indiler.

M.Ö.4. ve 3. yüzyıllarda Türkler hem batıda hem doğuda yoğun olarak göründüler.İrtiş nehrinin batısında ve Hazar çevresinde yaşayanlara Batı Türkleri, doğuda, İç Asya’nın çeşitli yerlerinde ve kuzeybatı Çin’de yaşayanlara ve buralara hakim olanlara Doğu Türkleri denildi.

Türkler yaradılış olarak taşkın ruhlu,çok hareketlilerdir. Fakat göçlerin asıl sebebi bu özellikleri değildir.Türk göçlerinin ilk sebebi ekonomiktir. Nüfusun artması, anayurt topraklarının büyük hayvan sürülerini otlatmaya yetmez hale gelmesi ve kuraklıkların hüküm sürmesi asıl sebeptir. Bu yüzden, hem nüfusları az, hem de toprakları çok verimli olan komşu ülkelere doğru ilerlediler. Başlangıçta elde ettikleri yeni topraklar hemen hemen ıssızdı ve bunlara sahip görünenlerde o verimli yerleri öylece bırakmışlardı.

Bazen Türkler de yabancıların baskısına uğruyor ve özellikle bozkır hayatı yaşayan boylar yurtlarını terk etmek zorunda kalıyorlardı. Çünkü, yabancı bir devletin idaresinde olmak, bağımlı yaşamak onların katlanabileceği bir durum değildi ve hür ve bağımsız kalmak Türklerin asıl özelliği idi.

İlk büyük Türk İmparatorluğu’nu kuran Hunların, Orhun-Selenga ırmakları ile bu ırmakların batısındaki Ötüken ve daha aşağıda kalan Ordos çevresinde oturduklarını biliyoruz. Bu bölge, bugünkü Moğolistan’ı ve Kuzey Çin’i içine alır. Milattan önceki yüzyıllarda başlayan Hun yayılması, milattan sonra da devam etti. Türkler çağ çağ çeşitli adlar verdikleri devletlerinin egemenlik sınırını doğuda Büyük Okyanus’a, batıda Avrupa içlerine, kuzeyde Sibirya buzullarına, güneyde Hindistan içlerine ulaştırdılar. Bu yayılmanın ve göçlerin safhaları ana hatları ile şöyledir:

M.S. 2.yüzyılda Hunlar Orhun bölgesinden Güney Kazakistan bozkırlarına ve Türkistan’a,

M.S. 350 yıllarında Ak-Hunlar Afganistan ve Kuzey Hindistan’a

374’ten sonraki yıllarda Avrupa’ya,

461-465 yıllarında Oğuzlar, Güneybatı Sibirya’dan Güney Rusya’ya ve aynı dönemde Sabar’lar Aral’ın kuzeyinden Kafkaslar’a ,

6.yüzyılın ortasında Avarlar, Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya

669 yılından itibaren Bolgarlar, Karadeniz’in kuzeyinde Balkanlar’a ve Volga nehri kıyılarına,

830’dan itibaren Macarlar ve bazı Türk boyları Kafkaslar’ın kuzeyinden Orta Avrupa’ya,

840’tan sonra Uygurlar Orhun bölgesinden İç Asya’ya,

10. ve11. yüzyıllar arasında Peçenek,Kuman (Kıpçak) ve Oğuzlar’ın bir kolu olan Uz’lar,Doğu Avrupa’ya ve Balkanlar’a,

10.yüzyılda Oğuzlar Orhun bölgesinden Seyhun nehri kıyılarına ve 11.yüzyılda Maveraünnehir üzerinden İran’a ve Anadolu’ya göç ettiler.Bilindiği gibi Mevaraünnehir Ceyhun ve Seyhun (Amuderya ve Sırderya) havzalarını içine alır.

“Türk” sözü, Türk soyundan olan toplumların genel adı olarak kullanılmadan önce, Türk dilinde bugünkü anlamından başka, “güç-kuvvet” anlamına da geliyordu. Eski Uygur metinlerinde “Türk” sözü bazen “Erkler-Türkler” şeklinde kullanılıyor ve bu cins isim olarak “güç-kuvvet”, sıfat halinde ise “güçlü-kuvvetli” anlamlarını taşıyordu.

Belgeler, ‘Türk’ sözünün Uygurlar ve Gök Türklerden çok önce de var olduğunu gösteriyor. V.yüzyıla ait Pers yazılarında Turanlılardan, yani Türklerden, ‘Türk’ diye söz ediliyordu. VI. yüzyıla ait bir Bizans kaydında ise Hun Türklerine Hunların dilinden alınmış sıfatla ‘Türk Hun’ (kuvvetli Hun) denilmiştir.VI. yüzyıla ait Çin kaynaklarında ‘Türk’ sözü, Türk milletinin adı olarak geçmektedir.

Hunların devrinde “Türk” sözünün bugünkü anlamını karşılayan kelime “Hun”, (daha doğrusu Kun) idi. Büyük Hun İmparatorluğu’nun egemenliği altında bulunan Türk boyları da bu adı,yani Kun adını almışlardı. Onlara da kısa bir süre Türk Kun (kuvvetli Hun) denmiştir. “Türk” sözü bazen “olgun,bilgili” anlamlarında da kullanılmıştır.Oğuz Destanının Uygurca anlatımında Oğuz Han’ın danışmanından “Uluğ Türk” diye söz edilir.

“Türk” kelimesi Türk milletinin ve Türk devletinin resmi adı olarak ilk defa Gök-Türk İmparatorluğu olarak kullanılmıştır. Daha sonra bu imparatorluğa bağlı ama kendi kabile adları ile anılan diğer Türklerin ortak adı olmuştur.

“Türk” kelimesi en eski zamanlarda “ Törük” şeklinde söyleniyordu. Zamanla "Türük”, en sonunda da “ Türk” şeklini almıştır. Gök-Türk anıtlarında hem “Türük”, hem de “Türk” şeklinde yazılmıştır.


Ruhban Okulu Neden Açılmamalı?


Heybeli Ada Ruhban Okulu 1971'de "Özel Yüksek Okulların Kapatılması" hakkındaki kanun yürürlüğe girince, Milli Eğitim Bakanlığı'nca kapatıldı. 1884'te Patrikhane'ye bağlı bir lise olarak açılan Heybeli Ada Ruhban Okulu 1951'de Patrik Athinagoras tarafından ruhban yetiştirmesi için özel yüksek okula dönüştürüldü.
Bugüne kadar Yunanistan'daki Yunan kamuoyu, Amerika'daki üç milyon Ortodoks Hıristiyan Rum'un oluşturduğu kamuoyu, bugün de Patrik Varthelemeos Ruhban Okulu'nun yeniden faaliyete geçirilmesi için Türkiye'ye baskı uygulanması için vargüçleriyle çalışmaktadırlar.
İstanbul Patriği ve Yunanistan neden Heybeli Ada Ruhban Okulu'nun açılmasını istemektedir? Bu sorunun cevabı okulun kuruluş amacında şöyle ifade edilmiştir; "İstanbul'daki Fener Patrikhanesi'ne din adamı yetiştirmek için..." ilk bakışta amaç sadece İstanbul'daki Patrikhane'ye din adamı yetiŞtirmek olmasına rağmen, esas amaç bütün Dünya Ortodokslarına üst düzeyde kiliselerde görev alacak Türk düşmanı ruhban yetiştirmektir.

Ayrıca önemle belirtmeliyiz ki, dünya ve Türk kamuoyunun yakından tanıdığı Türk düşmanı Kıbrıs Papazı Makarios ve eski Kuzey-Güney Amerika Başpiskoposu Yakovos'un Amerika'daki Türkiye aleyhine Lobicilik faaliyetlerini düşününüz. Bugünkü İstanbul Patriği Varthelemeos'ta bu okulda yetişmişlerdir. Varthelemeos Türk kamuoyundan gizlemeye çalıştığı "dünya Ortodoksları'nın Ruhani lideri-ekumeniklik" sözde sıfatıyla gittiği ülkelerde siyasi içerikli konuşmalar yaparken, 1994 yılında Avrupa Parlamentosu'nda bir temsilcilik açma teşebbüsünde de bulunmuştur. Fener Patriği Varthelemeos seyahatlerini Yunan devletinin kendisine tahsis ettiği "sarı zemin üzerine siyah renkli çift başlı Bizans kartalı" yerleştirilen Yunanistan Olimpik Hava Yolları'na ait uçaklarla gerçekleştirmektedir. Yine "din, çevre ve Karadeniz tehlikede" adlı sempozyum çerçevesinde 28 Eylül 1997 tarihinde Selanik'te Varthelemeos devlet töreniyle Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos tarafından "devlet başkanı" gibi karşılandı ve Bizans bayrağı yine her yerdeydi.

Yunanistan'da Bizans İmparatoru Koltuğunu vekaleten Patrikhane'nin temsil ettiği varsayılarak, Varthelemeos devlet töreni ile karşılanmaktadır, Yunan ETl, ET3 televizyonları patrik Vartheleıııeos'un bu ziyaretini naklen verdi. Selanik'e Varthelemeo~ ile beraber sırasıyla Sırbistan, Arnavutluk, Romanya, Bulgaristan, Gürcistan, Ermenistan kiliselerinin patrikleri de geldi. Yunanistan tarafından Varthelemeos'a Eleftherios Venizelos gemisi tahsis edildi. Uzülerek izlemekteyiz ki, bu girişimlerinde patriğe iş adamı Rahmi Koç'ta destek vermektedir. 1 Ocak 1997 tarihli Milliyet gazetesinde öğrendiğimize göre, "Koç, Selanik'e yatırım hazırlığında"dır.

Türkiye'deki hükümet ve kamuoyu sanki Ruhban okulu'nun açılabileceği izlenimini vermektedir. Türk basınından, kamuoyundan ve en önemlisi de 28 Aralık 1997 tarihli Hürriyet'ten öğrendiğimize göre, Dışişlerinin hükümete verdiği tavsiyelerden de Ruhban okulu'nun açılmaması için herhangi bir tavsiyenin ve itirazın yapılmaması düşündürücüdür.

Oysa Lozan Barış andlaşmasında İstanbul Rumları icin sayılan haklardan Batı Trakya Müslüman Türkleri'ni de yararlanacağı 45. maddede garanti altına alınmıştır.

Batı Trakya'da Ruhban Okulu ayarında bir okul açılmadan ve Batı Trakya Türklerinin Okullarına tamamen Yunanlı öğretmenler tarafindan öğretmen yetiştiren Selannik Özel Pedagoji Akademisi KAPATILMADAN, Ruhban Okulu'nun açılmasına izin VERİLMEMELİDİR.

Geçmişte Yunanistan'ın, yeniden NATO'ya kabul edilmesinde, Karadeniz Ekonomik İşbirliği'ne tam üyeliğinde ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bankası'nın Selanik'e gitmesindeki gibi elimizdeki kozları hiçbir kazanım elde etmeden lütfen çıkarmayalım.

Eğer patrikhane din adamı sıkıntısı çekmekte ise, Batı Trakyada hem din adamı hem öğretmen sıkıntısı cekilmektedir. Batı Trakyada bu sıkıntıları önlemek için Ruhban okulu ayarında bir okulu Gümülcine'ye açmak gerekmektedir.Bu gerçekleşmeksizin Ruhban okulunun açılması Batı Trakya Türklerini Yine üzecektir.

Batı Trakya'ya vize alamadıkları için Türkiye'den Diyanet İşlerinden din adamı gidemezken, Yunan Gümrük kapısından geri çevrilirken,(Bkz.22 Mart 1991 tarihli ve 639 sayılı İLERİ Gazetesi,Gümülcine)Türkiye'ye her sınıftan Yunanlı ve din adamı gelerek patrikhanede ayin yapabilmekte ve bu ayinleride Yunan televizyonları naklen vermektedir.Aynı hoşgörüyü Yunanlılar acaba gösterir mi?Batı Trakya'dan Türk televizyonları böyle bir canlı yayın veya camilerden böyle bir canlı yayın yapılabilir mi? Yunanistan izin verir mi? Cevabımız kesinlikle izin vermez olacaktır.Batı Trakya'ya ziyaret vizesi dahi vermeyen, Türk televizyonlarına camiden veya başka bir yerden nakle yayın izni hiç verir mi?
İstanbul'daki patrikhane bir Türk kurumudur ve Türk yasalarına tabidir.Heybeli Ada Ruhban Okulu "açılmazsa Patrikhane Türk vatandaşı din adamı yokluğundan kapanır".İstanbul'daki Patrikhane kapanmamalıdır, çünkü kapanırsa, kontrol edemeyiz ve dışarıda aleyhimize faliyet gösterirler" iddiaları ve gerekçeleri patrikhane sevenleri tarafından ileri sürülmektedir.

Oysa patrikhane bir Türk kurumu olarak ve Türk yasalarına bağlı olmasına rağmen geçmişte de, bugünde Türk Devletinin menfaatleri aleyhinde faaliyette bulunmakta ve bizde seyirci kalmaktayız. Bu konuda örnekler çok, ancak sadece iki örnek vermekle yetinecegiz. İlk örneğimiz eski tarihlerden ve Amerika'daki Türk alehtarlığı Lobiciliğin başı olan ve herkesin tanıdığı Yakovos'tur.Yakovos Türk vatandaşı İstanbul Rum'u olup, İstanbul Patriği Athenagoras tarafından Amerika Mitropolitikliğine atanmıştır. Amerika'da Türkiye aleyhine faaliyetlerde bulunmuştur.Türk vatandışlığından çıkarılmış ancak faaliyetlerine devam etmiştir.Turgut Özal, Yakovos'un Türkiye'ye gelebilmesi için izin çıkarmıştır.Yakovos hala Türk aleyhtarı faaliyetlerine Amerika Birleşik Devletlerin'de devam etmektedir.İkinci örneğimiz Kardak krizinde Yunan Bayrağını İkizce adalarına, Kilimli (Kalimnos) papazının diktiğini televizyonlardan defalarca izledik.Kilimli Adası,Oniki Adalar'a bağlı küçük bir adadır.Oniki Adalar Mitropoliti ile Kuzey-Güney Amerika Başpiskoposunu İstanbul Patriği tayin etmektedir.Yani Oniki Ada ve Amerika Birleşik Devletleri Papazları İstanbul Patriğine Bağlı olup, Atina'daki Serafim'e bağlı değildir.
Atina'daki kilise bağımsız(aktokefal)'dır.Yani İstanbul'daki patriğe bağlı değildir. Hatta İstanbul Patriğiyle araları şimdilik açıktır.Atina'daki Serafim'le Patriğin arasının açık olması, Yunanistan'ın, Yunan idaresinin Fener Patriği'nin bütün dünya Ortodoks Hristiyanlarının başı, ekumenik olmasını istemiyor alamına gelmemektedir. Bu kanaatimizce şimdilik bir iç cekişmedir.Zamanı gelince ve Serafim'in görevi sona erince iç çekişmelere de,Yunanistan Atina kiliselerinin bağımsızlığıda bitecektir diye düşünmekteyiz. Böylece asıl amaç ve hedefleri, bütün dünya Ortodoks Hıristiyanlarının dini lideri olma rüyaları da Atina kilisesinin bağımsızlıgını da ortadan kaldırarak gerçekleştirecektir. Zira İskeçe metropoliti, İskeçe'de yeni inşa edilen Metropolitliğin açılış törenine İstanbul Patriğini davet etti ve patrik bu davet üzerine 30 Eylül 1997 tarihinde İskeçeye giderek açılışı bizzat yaptı.Bu arada Yunan devletinin laik olmadığını, dinin Ortodoks Hıristiyan olduğunu belirtmeden ve İskeçe'de,Gümülcine'de cami inşaası,tamiri için izinlerin İskeçe ve Gümülcine Mitropolitleri tarafından verildiğinide belirtmeden geçmemeliyim.
Lozan Barış görüşmelerinde Türkiye patrikhanenin kapatılmasını istemiştir. Ancak Yunanistan'ın ve konferansa katılan diğer ülkelerin itirazlarıyla karşılaşmıştır. Tüm çabalara rağmen patrikhanenin kapatılması sağlanamamıştır. Eğer bugün Heybeli Ada Ruhban Okulu açılmazsa patrikhane papazsız kalacaksa veya kapanacaksa bu bizi Türkiye olarak ilgilendirmemeli Lozan Barış Antlaşması'na göre, İstanbul'daki patrikhane sadece Istanbul il sınırları içerisindeki Rum cemaatinin ruhani lideridir. İstanbul'daki Rum cemaatinin iki-üç bin kişi civarında olduğu Yunanlılar ve Rumlar tarafından iddia edilmektedir. Bu da İstanbul'daki patriğin ve kiliselerinin cemaatsiz olduğu anlamına gelir. İstanbul Rumları bir yandan iki-üç bin kişi kaldıklarını, cemaatlerinin kalmadığını iddia ederken, diğer taraftan da Ruhban Okulu'nun açılmasını istemektedirler. İşte bu düşündürücüdür. 1923 Lozan Barış Antlaşması'yla Türkiye'den cemaatleri gitmiş olmasına rağmen bugün hala Bergama, Efes ve diğer bazı bölgelerin Metropolitlerinin Istanbul'da Patrikhane'de görevlerinin başında bulunmaları da ayrıca düşündürücüdür.

İstanbul Patriği Varthelemeos, Ruhban Okulu'nun açılnıasını gündeme getirdiği Amerika Birleşik Devletleri gezisinde Yunanlılara Yunanca olarak yaptığı konuşmasında Yunan ETl televizyonunda aynen şunları söyledi: "Dün (24 Ekim 1997) tarihinde Washington'da Beyaz Saray'da ve Kongre'de genç Yunanlılarla karşılaştım, gördüm ve kendileriyle gurur duydum."
İstanbul Patriği'nin konuşmalarından, hal ve hareketlerinden iki amacı olduğu sonucunu çıkartmayız: a- Bilgilendirme, b- Uyarma ve bu taktiklerle ekumeniklik propagandasını yapma imkanı bulmaktadır. Yine bu vesileyle, İstanbul Patriği amacına ulaşmak için önümüzdeki günlerde dünya gündeminde kalabilmek için çağımızın önemli sorunlarıda olan işsizlik, uyuşturucu ve AIDS konularında çalışmalar, sempozyumlar yapacaktır.

Sonuç:
İki-üç bin kişi kaldıklarını, kiliselerinin cemaatsiz kaldığını iddia eden patrik bir yandan da Ruhban Okulu'nu açmaya çalışmaktadır. Cemaat yoksa bu okula ne gerek var? Okulun öğrencileri kimler olacaktır?
Batı Trakya'da cemaat olmasına, okullara ihtiyaç olmasına rağmen, örneğin; anaokullarına, ilköğretim okullarına, Liselere ve özel yabancı dil kurs okullarına ihtiyaç olmasına rağmen, Eğitim Fakültelerinden formasyon derslerini alarak mezun olan öğretmenler olmasına rağmen, Yunan idaresi tarafından Batı Trakya Türkü oldukları için kendilerine çalışma izni, okul açma izni verilmemekte, tarlada çalışmak zorunda bırakılmaktadırlar. Lozan Antlaşması'na göre sadece İstanbul Rumlarının dini lideri olması ve siyaset yapmaması gereken patrik, Türkiye sınırları dışına çıkınca hem siyaset yapmakta hem de "ekumenik" olduğunu iddia etmektedir.
Ruhban Okulu eğer açılacalsa, Batı Trakya'daki Eğitim, Müftülükler sorunu gündeme getirilmeli ve en önemlsi de Selanik Ozel Pedagoji Akademisi Kapatılmadan, Heybeli Ada Ruhban Okulu'nun açılması sözü dahi ağza alınmamalıdır. Eğer Selannik Ozel Pedagoji Akademisi kapatılırsa Heybeli Ada Ruhban Okulu ayarında Gümülcine'ye bir okul açılmadan, Ruhban Okulu kesinlikle açılmamalıdır.
Müftülükler konusuna gelince, Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan antlaşmalara ve Yunanistan'ın çıkardığı 1920 tarihli 2345 sayılı yasaya rağmen hala Yunanistan'da müftüler ve başmüftü seçimi yapılmadı, özellikle başmüftü seçiminin yapılmamasının sebebi de kanaatimizce tamamen İstanbul Patriği'nin karşılığı olmasıdır. Bu noktada hareket ederek, eğer Ruhban Okulu açılmazsa, patrikhane kapanacaksa, andlaşmalara rağmen Yunan idaresi tarafından müftülük seçimi, yıllardan beri de başmüftü seçimi yaptırılmadığı, Batı Trakya Müslüman Türklerinin hakkı olan başmüftü engellendiği için, bizde Ruhban Okulu'nun açılmasını engellemeliyiz. Bu fırsatı kaçırmamalıyız. Lozan'da da Yüce Atatürk'ümüzün amacı patrikhaneyi kapatmak değil miydi? Böylece Atatürk'ümüzün amacıda da gerçekleşmiş olur.


KafKasKarTaLi 4 Mayıs 2006 17:59

ABD,Aleni Bir Düşman Haline Gelmiştir!

Ülkesini seven, bu vatanın hakiki evlatları “Büyük ve Güçlü Türkiye” arzusu ile yaşıyor. Ülkemizin topraklarında, sahip olduğumuz zenginliklerimizde, kolumuzun uzandığı coğrafyalarda gözü olanlar ise zayıf ve hatta parçalanmış bir Türkiye istiyor. İkinci saftaki düşman yıllar yılı sinsice memleketi, zihnimizi, düşünce yeteneklerimizi esir aldığı, içimizden bazılarını satın aldığı, kendi dininden ve ideolojisinden olanları desteklemek suretiyle ülkemiz üzerinde söz sahibi olmalarını sağladığı için güçlü ve etkili saldırılar düzenliyor.

Bu saldırıların etkili olmasında dışardan ayarlı basının büyük vebali ve suçu bulunmaktadır. Dikkat etmişseniz basının ülkemiz üzerindeki tahribatını defaatle dile getirmeye çalışıyoruz. Gerçekten basın ülkemize çok büyük zararlar vermektedir. Bilim-kurgu filimlerinde robotlaşmış ve tek merkezden yönetilen insanlar topluluğu ve bu prangayı kırmaya çalışan bir avuç insanın mücadelesini birçok defalar seyretmişsinizdir. Halihazırda ülkemizde yaşananlar bilim kurgu filimlerini aratmayacak düzeydedir. Toplumun bütün tepki mekanizmaları köreltilmekte, halk sahte gündemlerle meşgul edilmekte, düzenli bir şekilde yanlış bilgilendirme yöntemleri (dezenformasyon) uygulanmaktadır.

“Yıllardan beri gündeme getirilenler bizim gündemimiz değildir. Şu an içinde bulunduğumuz en büyük tehlike, neslimizin zihinsel olarak yetiştirilmeyip, amaçsız bir yöne doğru götürülmesidir. Bu medya, sinema ve bilgi sektöründeki ürünlerle yapılmaktadır. Böylece neslimiz ve halkımız tehdit edilecektir. Amacı ise toplumun menfeat grupları tarafından yönetilmesidir. Ancak bizler öncü olarak insanları olumsuzluklara karşı aydınlatmalı ve yurtseverlik dinamizmini güçlendirmeliyiz.

...Ülke aşkıyla yanan insanlarımız var. Menfeat gücü ise çok acımasız elinizde olanı da almak istiyor. Bu menfeat gücünün dış bağlantılarını da ortaya çıkarmalıyız. Vakit henüz geç değil. Türkiye genelinde bizim gibi örgütlenenlerin hepsi bir gün bir araya gelecek ve halk için çalışacaktır.” (Sadettin Tantan, bkz. Hakikat, Şubat 2001)

Türkiye’deki ekonomik, siyasi, sosyolojik gelişmeler, yakın coğrafyamızdaki askeri gelişmeler birbirinden bağımsız ve hasbelkader karşılaştığımız meseleler değildir.

Ülkemizi saran bu çemberi yarabilmek için doğru insanlara ve doğru hedeflere destek vermek zorundayız.

Herşeyden önce unutulmamalıdır ki, Türkiye’yi hedef alan faaliyetlerin kaynağı ABD’dir, ABD’ye Kıbrıs’ta taşeronluk yapan AB’dir. Soğuk Savaş döneminin “Ortak düşman, ortak çıkar” devri sona ermiştir. Artık, farklı çıkarlar vardır, hatta çıkar çatışması mevcuttur. Türkiye’nin Kuzey Irak’ta ABD ile, Kıbrıs’ta AB ile yaşadığı sürtüşmelerin sıcak çatışmaya dönüşme riski dahi bulunmaktadır.

Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve ulusal çıkarlarını hedef alan askerî tehditler, ekonomik varlıklarımızı, tarım, enerji ve maden kaynaklarımızı hedef alan IMF merkezli ekonomik tehditler, bu iki tehdide karşı iç direnişi kırmak ve hatta emir-komuta hiyerarşisi ile çalışacak hükümet dizayn etmeye yönelik siyasi tehditler okyanus ötesinde planlanıyor, burnumuzun dibinde, memleketimizin içinde icraata dökülmeye çalışılıyor. Üstelik Türkiye’nin sosyolojik zaafları gerektiği zaman kullanılmak üzere hazırlanan bir saatli bomba gibi yedekte bekletilmekte, kaşımak suretiyle tahrip gücü yükseltilmektedir.

Bütün bu gerçekler göstermektedir ki ABD alenî bir düşman haline gelmiştir. Bu satırlar kin ve nefret gibi basireti bağlayıcı duygularla kaleme alınmış değildir. ABD’nin küresel hedefleri, Ortadoğu’da yapmak istedikleri iyi etüd edildiği zaman “Büyük ve Güçlü Türkiye” hedefine yönelmiş bir kimsenin ABD ile anlaşabilmesi mümkün değildir.

Nitekim ABD’nin Türk siyasetine müdahaleleri ve Derviş’in faaliyetleri tetkik edildiğinde şu gerçekle karşılaşılmaktadır:

ABD için mühim olan Ortadoğu hedeflerinde kendisine destek verecek, bu mümkün olmasza köstek olmayacak bir hükümet kurulmasıdır. Bundan daha önemlisi kim gelirse gelsin IMF programı mutlaka uygulanmaya devam edilmelidir. Zira meşhur IMF muhalifi Stiglitz’in de dediği gibi Türkiye hayret edilecek şekilde IMF’yle ilişkiye girdiği halde IMF’nin zararlı etkilerinden korunmayı becerebilmiş tek ülkedir. Arjantin, Meksika gibi ülkelerde olduğu gibi bankacılık sektörü henüz tamamen yabancı sermayenin eline geçmemiştir, Telekom, THY gibi kuruluşların özelleştirilmesi olmazsa olmaz diye dayatılalı beri uzun zaman geçmiş olmasına rağmen hala bu kuruluşlar özelleştirilememiştir. Madencilik sektöründe birçok tavizler verilmesine rağmen Bor madenlerinin özelleştirilmesi de gayesine ulaşamamıştır.

Bor deyip geçmemek lazımdır. Bor hakkında yazılar okuyanlar onun ne kadar önemli bir maden olduğunu, sanayinin tuzu mesabesinde olduğunu biliyorlar. İlk defa 1974 yılında ortaya atılan hidrojen enerjisi fikri günümüzde artık uygulamaya başlanmış bir yöntemdir. 2075 yılında organik (petrol-doğalgaz) kaynakların tamamen terkedilip hidrojen enerjisine geçileceği tahmin edilmektedir. Hidrojen sudan elde edilmektedir. Ancak suyun elektrolizi masraflı bir yöntemdir. En basit ve en ucuz yolu ise bor madeninden elde etmektir. Dünya Bor rezervinin %63’ü Türkiye’dedir.

“Kıbrıs’ta, AGSK’da, Kuzey Irak’ta tavır koyan Türkiye, bu hareketleri ile canavarın diş gıcırtılarının çoğalmasına sebep oluyor. Görünürdeki direnişlerimizin haricinde ...Bor madenlerini satmaya razı olmayışımız gibi görünmez sebepler de var. Hazar havzasında 4 trilyon dolar değerindeki petrolü o bölgedeki bütün ülkeler paylaşıyor. Dönen dolaplar ortada. Türkiye tek başına 500 milyar dolarlık (kimine göre 2 trilyon dolar) bor rezervine sahip. Üstelik petrol yeni alternatifler sebebiyle yavaş yavaş önemini kaybederken, suyun ve borun stratejik değeri gün geçtikçe artıyor. Merhum Raif Karadağ yukarıda bahsi geçen kitabının önsözüne şu cümlelerle başlamış: ‘Dünyada her şey, ama akla gelebilen her şey, ham madde kaynaklarına bağlıdır. Harb ve Sulh, ham madde kaynakları üzerinde ve bu kaynakların bulunduğu sahalar civarında cereyan eden gizli ve korkunç birtakım mücadelelerin eseridir.’” (Hakikat, Haziran 2001, sh: 42)

Bu gerekçeler göstermektedir ki ABD’nin dostumuz olması veya bizim iyiliğimizi düşünmesi mümkün değildir. Bunu Türk ordusunun generalleri son on yıllık süreç içerisinde gayet iyi anlamışlardır. (Bilindiği gibi emekli Gen. Kurmay Bşk. Doğan Güreş geçtiğimiz günlerde ABD helikopterlerinin kendi zamanında PKK’ya yardım ettiğini açıkladı.) Bu sebeple ABD’nin AB destekli taarruzlarının dile getirilmeyen önemli bir hedefi TSK’dır. Nitekim kimi yazarlar ittifak tartışmalarına “Sivil ittifak” ismini takmışlardır.

Bu anlatılanlar göstermektedir ki, Türkiye sevdalısı bir siyasinin ABD ile yakın olması, IMF programına sadakat beyan etmesi mümkün değildir. Aksi halde “Türkiye sevdası” iddiası boştur. Aldatmacadır. Hem kendisini hem halkı aldatanlar bize daha fazla vakit kaybettirmesinler.

İktidardan ağzı yanan halk AKP’den medet ummaktadır. Ancak şu haliyle AKP’nin diğer partilerden bir farkı yoktur. Erdoğan ABD gezisinde CSIS’teki konuşmasında “ABD’nin küresel sorumluluklarını meşru gördüğünü” beyan etmişti.

Dolayısı ile hiçbir siyasetçiye bel bağlamaya gelmez. Hele gönül bağlamaya hiç gelmez. Zaten Türkiye’deki siyaset artık iflah olmaz şekilde bozulmuştur. Siyaset tam bir “Devlet imkanlarından menfaatlenme çarkı” haline gelmiştir.

Memleketin durumu öyle bir noktaya gelmiştir ki her an her şey beklenebilir. Her türlü duruma hazırlıklı olmalıdır. Fitne ve karışıklık zamanlarında dikkat edilmesi gereken bir hususu Muhterem Ömer Öngüt bize şu şekilde ikaz etmektedir:

““Bir takım fitneler olacaktır. O fitnelerde oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitnelererin başında dikilirse, fitneler onu yıkar. Her kim o fitneler zamanında sığınacak bir yer bulursa, hemen oraya sığınsın.” (Müslim)

Bir çok fitneler zuhur edecek, ediyor da.

Memlekette herhangi bir karışıklık çıktığında siz uzak durun, o ateşin içine girmeyin. Çok şeyler gelecek. O ateş bölücülük ateşidir, harp ateşidir, halkın birbirine düşme ateşidir. Onun için böyle bir şey olduğunda kenarda durun.”


Internet mi, İnternet mi ?


Bilişim, sürekli gelişen ve değişim yaşayan yeni bir teknoloji. Bu yeni teknolojiyle birlikte hayatımızda, çalışma tarzımızda değişiklikler olurken, dilimiz de bu teknolojiden etkilenmeye başladı. Gündelik hayatta kullandığımız bilişim terimlerinden kimileri dilimize giriyor, yerleşiyor. Bilişim teknolojisinde üretici olmayan hemen her toplumda bu sorun yaşanıyor. Bilişim terimlerinin İngilizceden dilimize olduğu gibi girmesi, Türkçenin son yıllarda yaşadığı sorunun bir başka boyutudur. Çoklu ortam, fare, yonga, tarayıcı, yazıcı gibi Türkçe veya Türkçeleşmiş sözlerden oluşan terimler yerleşmiş olmasına rağmen, multimedya, mause, çip (veya chip), scanner, printer terimlerinin kullanılması, hatta bilgisayar gibi çok güzel ve yerleşmiş bir söz varken kimi zaman computer sözünün kullanılması, özentiden başka bir şey değildir. Sorunun bir başka boyutu imlâmızla ilgili... Yabancı terimlerin ve sözlerin aldığı ekler yabancı okunuşlarla birleşince ilginç biçimler ortaya çıkıyor:
... en egzotik kayıt programları için bile güncellemeler ve patch’ler bulunduran çok ilginç sitelerden biri. (CHIP, Temmuz 2001, s. 28)
PDA’lerin (Personel Digital Assistant-Kişisel Dijital Yardımcı) gittikçe yaygınlaştığı kesin ve kullanışlılık konusunda da oldukça yol aldılar. (PC Life, Eylül 2001)
Sihirbaz sayesinde server’ın rolünü istediğimiz şekle çevirebiliyoruz. (PC Magazine Türkiye, Ağustos 2000, s. 128)
Alıntı sözlerin özgün imlâlarıyla yazılıp, özgün biçimleriyle okunmaları, Türkçenin imlâ ve söyleyiş özelliklerine aykırılıklar göstermektedir. Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi kesme işareti kullanılarak yazılan bu tür sözler, hem imlâmızı hem de söyleyişimizi yabancılaştırmaktadır: Patch’ler, PDA’lerin, server’ın biçimlerinde yazılan sözleri petçler, pidieylerin, sörvırın biçimlerinde söylemek Türkçenin kurallarını zorlamaktır.
Bu konuyu bir başka yazımızda ele alacağımızı belirterek, son zamanlarda bilgisayar dergilerinde, firmaların tanıtım kitapçıklarında internet sözünün giderek Internet biçiminde yazılışının yaygınlaşmasına değinmek istiyoruz. İnternet sözü için önerilen Türkçe karşılıklar ne yazık ki tutulmadı. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu internet sözüne örütbağ karşılığını önermişti. Keşke bilgisayar gibi, bu söz de zamanında yaygınlaşsaydı. O zaman ne yazılışla ne de söyleyişle ilgili bir sorun yaşanırdı. İnternet sözü bir anda dilimize girdi. Bu sözün yazılışındaki farklı tutumlar karmaşaya yol açtı. TDK İmlâ Kılavuzu’nda bu sözün yazılışı internet biçimindedir. Küçük harfle yazıldığı için bu söz genel ad olarak kabul edilmiştir. Bilgisayar dergilerinin çoğunda ise bu sözün Internet biçiminde yazıldığı görülmektedir:
Internet’e Kıymayın Efendiler. (PC Magazine Türkiye, Haziran 1999, s. 166)
Internet Kafe Kurulumu (PC Net, Haziran 2000, s. 247)
Microsoft Internet’in Hakimi Oluyor (PC Magazine Türkiye, Ağustos 2000, s. 40)
Türkçede ı ve i harfleri ayrı ses değerlerine sahiptir. Oysa İngilizcede ı harfi bulunmamaktadır. Küçük olarak İngilizcede i biçiminde yazılan harf, büyük olarak I biçiminde yazılır. Harfin büyük yazılışında noktanın kullanılmaması geleneği çok eskidir. Aslında bu harf, Eski Sami, Grek, Unkial, Eski Slav yazılarında küçük harf olarak da noktasız yazılırdı. Daha sonraları, el yazısında bu harfin söz içinde ve sonunda bitişik yazılışında yaşanan karışıklıklar (özellikle m, n, u harflerinin bacaklarıyla karışması yüzünden) üzerine, harfi ayırt etmek amacıyla üzerine nokta konulmaya başladı. Ancak, söz başında harfin yazılışında herhangi bir karışıklık yaşanmadığı için nokta kullanılmadı. Tıpkı Arap alfabesinde harflerin söz başında, söz içinde ve söz sonunda yazılışında olduğu gibi, Lâtin yazısında i harfinin söz başında yazılışı ile söz içinde ve söz sonunda yazılışı arasında farklılık ortaya çıktı. Şu hâlde batı dillerinde alfabede ı / i ayrımı yoktur. Tek bir harfin, söz başında ve söz içinde farklı yazılış biçimleri söz konusudur. Yukarıda da değindiğimiz gibi, dilimizde ise ı ve i birer ayrı harftir; ayrı ayrı sesleri karşılarlar. Bu nedenle, Türkçede bu sözün Internet biçiminde yazılması, bu harfin ayrı bir ses değeri olduğu düşüncesini uyandırır. Herkesin batı dillerindeki i harfinin yazılış özelliğini ve bu özelliğin tarihçesini bilmesini bekleyemeyiz. Türkçede söylenişi internet olarak yaygınlaşan bu sözü, internet biçiminde yazmalıyız.
Bu durum batı dillerinin imlâsının dilimize etkisine bir örnektir. Tıpkı TIR kısaltmasının yazılışı gibi... Aslında TIR biçimindeki kısaltmada da kullanılan harf /i/ sesini karşılamaktadır. Ama bu kısaltma dilimizde yazıldığı gibi okunduğu için fazla dikkat çekmedi. TIR biçiminde yazılan kısaltmayı yine yazıldığı gibi TIR olarak söylüyoruz. Ama internet öyle değil... İnternet biçiminde söylenilen sözü Internet olarak yazmak dilde yeni bir karmaşa yaratmaktır.
Bu tür sözlerin yazılışında Türkçedeki ı / i ayrımını daima göz önünde bulundurmamız gerekir. Bu konu, daha önce de İbsen adının ansiklopedilerde yazılışı ve alfabetik sıralamada yer alışı bakımından da gündeme gelmişti. Şiar Yalçın, İbsen adının Ibsen olarak yazılıp I maddesinde verilişini haklı olarak eleştirmişti. Şimdi benzer durum internet sözü için de geçerlidir. Bu söze bir karşılık yaygınlaştırılamadığına göre, yediden yetmişe herkesin internet dediği ve bu şekilde yazdığı sözü, cümle başında veya özel ad olarak kullanırken İnternet biçiminde yazmamız gerekir.
Kaynak: Prof. Dr. Şükrü Halûk AKALIN


Misafir 4 Mayıs 2006 21:00

SON DİNO-KUŞ FURYASI VE GERÇEKLER
Geçtiğimiz günlerde Çin'de bulunan bir grup fosil, dünya medyasında evrim teorisi lehine bir delil olarak yansıtıldı. Pekin'deki Omurgalılar Paleontolojii ve Paleoantropolojisi Enstitüsü yetkileri tarafından yapılan açıklamada, bulunan altı fosilden birinin, "dört kanatlı bir dino-kuşa" ait olduğu ve bu soyu tükenmiş canlının uçabildiği ileri sürülmüştü. Darwinist medya kuruluşları, daha önce defalarca gündeme getirdikleri ancak her seferinde farklı delillerle çürüyen "kuşlar dinozorlardan evrimleşti" tezinin böylece bir kez daha propagandasına giriştiler.
Oysaki böyle bir propaganda yapabilmelerine imkan tanıyacak bir durum yoktur. Çünkü ne bulunan yeni "dört kanatlı bir dino-kuş" fosili, ne de bir başka bilimsel bulgu, "kuşların evrimi" iddiasına kanıt oluşturmamaktadır.
Yeni Fosil, Archaeopteryx'ten 20 milyon yıl daha genç
Paleontoloji hakkında biraz bir şey bilen hemen herkes, Archaeopteryx ismini duymuştur. Tüm zamanların belki de en ünlü fosili olan bu canlı, bundan 150 milyon yıl önce yaşamış bir kuştur. Archaeopteryx'in en önemli özelliği ise, bilinen en eski kuş olmasıdır. Archaeopteryx'ten önce yaşadığı bilinen, fosili bulunmuş başka hiç bir kuş yoktur. (1)
Archaeopteryx'in bir diğer çarpıcı özelliği, tam anlamıyla bir kuş olmasıdır: Günümüz uçucu kuşlarının aynısı olan asimetrik tüyleri, kusursuz kanat yapısı, günümüz kuşlarında olduğu gibi hafif ve içi boş olan iskelet yapısı; uçuş kaslarını destekleyen göğüs kemiği ve diğer pek çok özelliği, bilim adamlarını Archaeopteryx'in oldukça başarılı bir şekilde uçan bir kuş olduğuna ikna etmiş durumdadır. (2)
Archaeopteryx'in günümüz kuşlarında görülmeyen iki özelliği ise gagasındaki dişler ve kanatlarındaki pençelerdir. Bu iki özellik nedeniyle kuş, 19. yüzyıldan bu yana evrimciler tarafından "yarı sürüngen" bir canlı olarak gösterilmek istenmiştir. Oysaki bu özellikler canlının sürüngenlerle bir ilişkisi olduğu anlamına gelmez. Araştırmalar günümüz kuşlarından Hoatzin'in de kanatlarında pençeler bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Archaeopteryx'in dişlerinin ise sadece bu türe özgü olmadığı, tarihte "dişli kuşlar" olarak tanımlanabilecek başka türlerin de yaşadığı, başka fosil bulgularından anlaşılmaktadır. (3)
Tüm bunlar nedeniyle, Archaeopteryx'i "ilkel kuş" olarak tanımlayan evrimci tezin yanlış olduğu, canlının günümüz kuşlarına çok benzediği artık bilim adamlarınca kabul görmektedir. Bu konudaki en önde gelen otoritelerden biri olan Kansas Üniversitesi profesörü Alan Feduccia'nın belirttiği gibi "Archaeopteryx'in çeşitli anatomik özelliklerini inceleyen yeni araştırmacıların pek çoğu, bu canlının daha önce hayal edilenden çok daha kuş-benzeri olduğunu göstermiştir". Archaeopteryx hakkında yürütülmüş olan Darwinist propaganda ise yanlıştır; yine Feduccia'ya göre "Archaeopteryx'in theropod dinozorlara olan benzerliği çok büyük ölçüde abartılmıştır." (4)
Kısacası, Archaeopteryx, günümüz kuşlarına çok benzeyen, onlar gibi uçabilen, bilinen en eski kuştur. Ve tam 150 milyon yıl yaşındadır.
Evrimcilerin Yaş Sorunu
Archaeopteryx bize önemli bir gerçeği gösterir:
Kuşlar bundan 150 milyon yıl önce de zaten vardılar. Zaten uçuyorlardı. Eğer evrimciler "kuşların atası" olarak bir takım adaylar öne sürmek istiyorlarsa, bunların 150 milyon yıldan da yaşlı olmaları gerekir.
Sözünü ettiğimiz gerçek, şu anda dünya medyasında sürdürülmekte olan "dört kanatlı dino-kuş" furyasının son derece yüzeysel ve hatalı olduğu göstermeye yeter. Çünkü "kuşların ilkel atası" olarak gösterilmek istenen ve adına Microraptor gui verilen fosil 130 milyon yıl yaşındadır. Yani Archaeopteryx'ten 20 milyon yıl daha gençtir. Kuşkusuz, bir fosilin, kendisinden 20 milyon yıl önce zaten uçucu kuşlar var iken, "kuşların ilkel atası" olarak gösterilmesi, tümüyle saçmadır.
Aslında bu "yaş sorunu", kuşların atası olarak ileri sürülen tüm diğer sözde "dino-kuş" fosilleri için geçerlidir. Kuşların dinozorlardan evrimleştiklerini öne süren evrimciler, kuşların atasını iki ayak üzerinde yürüyen theropod dinozorları olarak belirlemektedirler. Oysa theropod dinozorlar, fosil kayıtlarında hep Archaeopteryx'ten sonra ortaya çıkarlar. (5) Bu büyük çelişki, evrimciler tarafından hep ört-bas edilir. Microraptor gui hakkındaki haberlerde de aynı ört-bas çabası dikkat çekmektedir: Bu fosilin 130 milyon yıl yaşındaki "ilkel bir kuş" olduğunu iddia eden evrimci gazete ve dergilerin hiç biri, bundan 20 milyon yıl önce dünya göklerinde Archaeopteryx'in zaten kusursuzca süzüldüğünü belirtmemiş, bu can alıcı gerçeği tamamen göz ardı etmişlerdir.
Microraptor gui
Peki bu yeni "dört kanatlı dinozor", yani Microraptor gui gerçekten nedir?
Bu soruya cevap vermek için vakit çok erken. Elde edilen fosil hakkında daha pek çok araştırma yapılacak ve belki de bunlar fosil hakkındaki görüşleri tamamen değiştirebilecek. Nitekim 1990'ların başlarından bu yana ileri sürülen "dino-kuş" fosillerinin birer yanılgı olduğu bir bir ortaya çıkmıştı. Söz konusu "tüylü dinozor"lardan birinin, yani Archaeoraptor'un, bir fosil sahtekarlığı olduğu ortaya çıktı. Diğer fosiller üzerindeki detaylı incelemeler, "tüy" olarak gösterilen yapıların kolajen fiberleri olduğunu gösterdi. (6) Feduccia'nın belirttiği gibi "pek çok dinozor, hiç bir kanıtı olmamasına rağmen, aerodinamik ve tam uyumlu tüylerle kaplı gibi gösterildi" (7) Bu nedenle Feducia 1999 basımı kitabında bu konuda şu yorumu yapmıştı: "Sonuçta, çeşitli bölgelerden iyi korunmuş derilere sahip pek çok dinozor mumyası bilinmesine rağmen, şimdiye kadar hiç bir tüylü dinozor bulunmamıştır." (8)
Dolayısıyla Microraptor gui'nin ne olduğu konusunda bir yargıya varırken, evrimcilerin söz konusu spekülatif ve önyargılı yaklaşımını hatırda tutmak gerekiyor. Bu canlı, şu anda medyada yayınlanan rekonstrüksiyon çizimlerde gösterildiğinden çok daha farklı bir anatomiye sahip olabilir.
Eğer Microraptor gui hakkındaki mevcut çıkarımlar doğru olsa bile, bunun evrim teorisine kazandırdığı bir şey yoktur. Doğa tarihi boyunca çok geniş bir biyolojik yelpaze içinde onmilyonlarca farklı türün yaşadığı ve çoğunun soyu tükendiği bilinen bir gerçektir. Günümüzdeki kanatlı memeli yarasa gibi, geçmişte de kanatlı sürüngenler (pterosaurlar) yaşamıştır. Pek çok farklı deniz sürüngeni (örneğin ichthyosaurlar) yaşamış ve soyları tükenmiştir. Ancak tüm bu zengin canlı yelpazesinin çarpıcı yönü, farklı özellikteki canlıların veya anatomik yapıların aniden ve daha ilkel formları olmadan yeryüzüne çıkmalarıdır. Örneğin kuş tüyleri sözkonusu olduğunda, bunların sahip oldukları tüm kompleks ve özgün yapılarıyla, bir anda Archaeopteryx'te belirdiklerini görürüz. İlkel kuş tüyleri yoktur. İlkel uçuş da yoktur. İlkel kuş akciğeri, zaten bu akciğerin indirgenemez kompleks yapısı nedeniyle imkansızdır. (9)
Kısacası fosil bulguları, canlıların evrimle değil yaratılışla yeryüzüne çıktıkları gerçeğini desteklemeye devam etmektedir. Dino-kuş furyalarının bu gerçeği değiştirme şansı yoktur.
.
Dipnotlar
1- 225 milyon yıl yaşındaki Protoavis adı verilen bir fosilin "en eski kuş" olduğu yönünde bir iddia var olsa da, bu yaygın kabul gören bir kez değildir. http://www.harunyahya.org/resim_menu/uparrow.gif
2- Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, İstanbul, 2000 http://www.harunyahya.org/resim_menu/uparrow.gif
3- Örneğin 130 milyon yıl yaşındaki Liaoningornis'in de gagasında dişleri vardır. ("Old Bird", Discover, 21 Mart 1997) http://www.harunyahya.org/resim_menu/uparrow.gif
4- Alan Feduccia, The Origin and Evolution of Birds, Yale University Press, 1999, p. 81
http://www.harunyahya.org/resim_menu/uparrow.gif
5- Jonathan Wells, Icons of Evolution, Regnery Publishing, 2000, s, 117 http://www.harunyahya.org/resim_menu/uparrow.gif
6- Ann Gibbons, "Plucking the Feathered Dinosaur", Science, volume 278, Number 5341 Issue of 14 Nov 1997, pp. 1229 - 1230 http://www.harunyahya.org/resim_menu/uparrow.gif
7- Alan Feduccia, The Origin and Evolution of Birds, Yale University Press, 1999, p. 130 http://www.harunyahya.org/resim_menu/uparrow.gif
8- Alan Feduccia, The Origin and Evolution of Birds, Yale University Press, 1999, p. 132 http://www.harunyahya.org/resim_menu/uparrow.gif
9- Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni, İstanbul, 2000http://www.harunyahya.org/resim_menu/uparrow.gif


KafKasKarTaLi 4 Mayıs 2006 22:50

TÜRKÇENİN ANADİL OLARAK DÜNYADAKİ YERİ

Sovyetler Birliği'nde, Ağustos 1991'deki başarısız darbe girişimini izleyen aylarda, bu devleti oluşturan cumhuriyetler sırayla bağımsızlıklarını elde edince gözlerimiz öncelikle Kafkasya ve Orta Asya'daki Türk Cumhuriyetleri'ne çevrildi. Çünkü, artık bu ülkelerle siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda ilişki kurarken söz konusu olan sınırlamalar büyük ölçüde ortadan kalkmıştı. Bu nedenledir ki, bazı genel pürüzler nedeniyle doğan gecikmeler hesaba katılmazsa, artık düzenli olarak Türk Cumhuriyetleri'nin Devlet Başkanları, Başbakanları ve hükümet temsilcileri biraraya geliyor ve çeşitli alanlarda işbirliği olanakları yaratmaya çalışıyor, en azından ilişkileri geliştiriyorlar. Buna ek olarak da düzenli aralıklarla dil kongreleri düzenlenmeye başlanmış bulunmaktadır. Bu kongrelerde ana amaç, öncelikle bir ortak alf****** en kısa zamanda oluşturulması, Türkçenin bütün lehçelerini kapsayan geniş bir Türkçe sözlüğün hazırlanması, ortak bir dil oluşturulması için gerekli altyapı koşullarının incelenmesi ve bunların oluşturulması olarak özetlenebilir. Bu yazıda, Türkçenin çeşitli lehçe ve şiveleri ile bunları "anadil" olarak konuşan Türk devletleri, özerk cumhuriyetleri ve toplulukları konu edilecek, ayrıca bu lehçe ve şivelerin yaklaşık kaç kişi tarafından konuşulduğuna, bu toplulukların ağırlıklı olarak nerelerde yaşadıklarına yer verilecektir.
Türkçenin lehçeleri ve yayıldıkları coğrafya
Burada, (biri dışında) tüm Türk topluluklarının kendi dillerini yani Türkçenin lehçelerini ve şivelerini anadil olarak konuştukları kabulu kesinlikle yanlış olmayacaktır. İkinci dil olarak ise, geçmişte veya günümüzde de bağımlı bulundukları devletlerin resmi dilini konuşmaktadırlar. Bunlar içinden en önemlileri Rusça, Çince, Farsça, Bulgarca ve Ukraynaca'dır. Kuşkusuz bu dillere ayrıca Arapça, Yunanca ile 1960'dan sonra Türklerin isçi olarak yabancı ülkere göçü sonucu öğrendikleri diller olan Almanca, Hollandaca Fransizca ve İngilizce de eklenebilir.

Anadolu Türkçesi
Anadolu Türkçesi, Türk dilleri içinde Oğuz dilleri grubunda yer alır. Toplam nüfusları 60 milyona yaklaşan ve Anadolu, Trakya, Kuzey Kıbrıs'ta (Kıbrıs'taki Türk nüfusu yaklaşık 140 bindir) yaşayan Anadolu Türkleri tarafından konuşulan bu dil, Türk lehçeleri arasında en büyük grubu oluşturur. Ayrıca bu lehçe, şu Türk azınlıklarının da ana dilini oluşturmaktadır:

Türk Azınlıklar Nüfus
Bulgaristan Türk azınlığı 750.000
Batı Trakya Türkleri (Yunanistan) 140.000
Makedonya Türk azınlığı 66.000
İrak Türkmenleri 300.000
Başta Almanya (1.920.000) olmak üzere
Hollanda (250.000)
Fransa (240.000)
Belçika (85.000)
İngiltere (65.000)
ve Danimarka'ya (37.000)
1960'li yılların başından itibaren göç etmiş Türkler 2.600.000

Azeri Türkçesi
Anadolu Türkçesine yakınlığı ile bilinen Azeri Türkçesi de Oğuz dil grubundadır. "Azeri Türkleri"nin toplam nüfusu yaklaşık 23 milyon kadardır ve Azerilerin ancak 6,5 milyon kadarı Azerbaycan Cumhuriyeti'nde yaşarken yaklaşık 16 milyon Azeri, İran İslam Cumhuriyeti'nin kuzeyinde (Güney Azerbaycan), 330 bini Gürcistan'da ve 110 bini Ermenistan'da yaşamaktadır.

Özbek Türkçesi
Dilleri Karluk grubunda yer alan "Özbek Türkleri"nin büyük çoğunluğu Özbekistan Cumhuriyeti'nde (16,2 milyon) yaşamaktadır. Başta Tacikistan (1,5 milyon) olmak üzere Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Afganistan'da yaklaşık 3 milyon Özbek bulunmaktadır.

Kazak Türkçesi
Kazakça, Türk dillerinin Kıpçak grubunda yer alır. "Kazak Türkleri"nin büyük bölümü Kazakistan'da yaşarken, komşu cumhuriyetlerde de (özellikle Türkmenisten, Moğolistan) Kazak azınlıklara rastlanır ve toplam nüfusları 9 milyonu aşar.

Kırgız Türkçesi
Kırgız dili, Kırgız-Kıpçak grubunda yer alır ve bu dili konuşan Kırgızların sayısı, diğer komşu cumhuriyetlerde yaşayanlarla birlikte 4 milyonu bulur.

Türkmence
Türkmenistan Cumhuriyeti'nde bugün 3 milyon, diğer bölgelerde de (İran, İrak, Afganistan) yine yaklaşık 3 milyon Türkmen yaşamaktadır. Dilleri Oğuz grubunda yer alır ve Anadolu Türkçesine çok yakın nitelikler taşır.

Tatarca
"Tatar Türkleri"nin 2 milyonu Rusya Devleti'nin içinde (Moskova'nın yaklaşık 750 km güneydoğusunda) Tataristan Özerk Cumhuriyeti'nde (Kazan Tatarları) yaşarken, 1,1 milyon Tatar yine Rusya içindeki Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti'nde, 350 bini Kazakistan'da ve 300 bini ise Kırım Yarımadası'nda (Kırım Tatarları) yerleşmiştir. Dilleri Kıpçak grubundandır.

Baskurt Türkçesi
Günümüzde Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti'nde (Moskava'nın yaklaşık 1.250 km Güneydoğusu'nda 1milyon, diğer bölgelerde ise 1,6 milyon Başkurt Türkü yaşamaktadır. Dilleri Kıpçak grubunda yer alır.

Karakalpak Türkçesi
Dilleri Kıpçak grubunda yer alan Karakalpak Türkleri, Özbekistan'da (Aral Gölü'nün güneyinde) Karakalpak Özerk Cumhuriyeti'inde yaşarlar; nüfusları 500 bin civarındadır.

Çuvaş Türkçesi
Çuvaşistan Özerk Cumhuriyeti'nde (Moskova'nın yaklaşık 600 km güneydoğusunda, Tataristan Özerk Cumhuriyeti'nin kuzeybatısında) 950 bin civarında Çuvaş Türkü yaşamaktadır.

Sors Türkçesi
Kültür ve dil yönüyle Hakas ve "Altay Türkleri"ne çok yakın olan Sors Türkleri Rusya'nın Kemerowo bölgesinde (Alma-Ata'nın yaklaşık 1.750 km kuzeydoğusunda) yaşarlar; sayıları 17.000 dolayındadır.

Altay Türkçesi
Altay (Oyrat) dili Kırgız-Kıpçak grubunda yer alır. Bu dili konuşan 60 bin Altay Türkü Altay Özerk Cumhuriyeti'nde (Rusya Cumhuriyeti'nde Kemerowo'nin güneyinde, Moğolistan sınırında) yaşarken 70 bini ise diğer bölgelere yerleşmiştir.

Uygur Türkçesi
Türklerin ilk yazılı eserlerinde kullanılan Uygurca, Karluk dil grubunda yer alır. Bu lehçeyi konuşan yaklaşık 16 milyon Uygur Türkü (bazı kaynaklara göre 20-23 milyon) günümüzde Batı Çin'de (Doğu Türkistan'da), çok azı ise Rusya'da yaşamaktadır.

Gagavuz (Gökoğuz) Türkçesi
Dilleri Oğuz dil grubunda yer alan dolayısıyla Anadolu Türkçesine çok yakın olan Gagavuz Türkleri Moldavya'nın güneyinde 1991 yılında kurulan Gagavuz Özerk Cumhuriyeti'nde yaşamaktadırlar; nüfusları yaklaşık 160 bindir. Ayrıca Balkanlar'da ve Rusya'nın çesitli bölgelerinde dağılmış küçük topluluklara da rastlanır.

Stavropol Türkçesi
Türkmence ve Nogay diline çok yakın olan bu dil, bölgeye göç etmiş Türkmenler tarafından konuşulmaktadır.

Kumuk Türkçesi
Kumuk Türkçesi Kıpçak grubundan olmakla birlikte Anadolu, Azeri ve Karaçay dillerine yakınlık da gösterir. Toplam nüfusları 300 bin kadar olan "Kumuk Türkleri"nin yaklaşık 250 bini Dağıstan bölgesinde (Kuzeydoğu Kafkasya'da) yaşamaktadır.

Karaçay Türkçesi
Karaçay dili Kıpçak grubundan olup, Karaçay-Çerkes Özerk Cumhuriyeti'nde (Gürcistan'in 200 km kuzeyinde) yaşamakta olan yaklaşık 160 bin Karaçaylı tarafından konuşulmaktadır.

Balkar (Malkar) Türkçesi
Dilleri hemen hemen Karaçay Türkçesi ile aynı olan Balkar Türkleri Gürcistan'nın kuzeyinde, bu ülkeye komşu olan Balkar Özerk Cumhuriyeti'nde yaşamaktadır; sayıları 85 bin civarındadır.

Karaim Türkçesi
Kıpçak dil grubuna ait Karaim dili bugün çok az Karaim Türkü tarafından konuşulmaktadır. Bunlar, Ukrayna'nın batısı, Litvanya ve Polanya'da yaşamaktadır.

Hakas Türkçesi
Hakas Türkçesi Kırgız dil grubuna çok yakın olup, Hakas Özerk Cumhuriyeti'nde yaşayan yaklaşık 80 bin Hakas Türkü tarafından konuşulmaktadır.

Nogay Türkçesi
Nogay Türkleri, Stavropol ve Dağıstan Bölgesi, Çeçen-İngus Cumhuriyeti ve de Karaçay-Çerkes bölgesinde dağınık
olarak yaşamaktadırlar. Dilleri Kıpçak grubunda yer alan "Nogaylar"ın sayısı 75 bin dolayındadır.

Tuva Türkçesi
Yaklaşık sayıları 220 bin tahmin edilen "Tuva Türkleri"nin 200 bini Tannu-Tuva Halk Cumhuriyeti'nde (Moğolistan'nın kuzey sınırına komşu bölgede) yaşamaktadır.

Yakut (Saka) Türkçesi
Moğolcanın etkisi ile hayli değişikliğe uğrayan Yakut dili, tahmini sayıları 400 bin olan ve büyük çoğunluğu Yakut Özerk Cumhuriyeti'nde (Çin sınırına 1.250 km uzaklıktaki Doğu Sibirya'da) yaşayan Yakut Türkü tarafından konuşulmaktadır.

Kaskay Türkçesi
Anadolu ve Azeri Türkçesine çok yakın bir Türkçe ile konuşan Kaskay Türkleri, Hasme Türkleri ile birlikte İran'ın güneyinde yaşarlar; sayıları 700 bin dolayındadır.

Ahiska (Mesketi, Meset) Türkçesi
Dilleri Oğuz grubunda yer alan Ahiska Türkleri günümüzde dağınık olarak Özbekistan, Kırgızıstan, Azerbaycan ve Türkiye'de yaşamaktadırlar. Sayıları 200 bin civarındadır.

Sonuç
VI. Yüzyilin ikinci yarısından sonra kuzeye, güneye ve önemli ölçüde de batı yönüne göçe başlayan Türk kavimleri, XV. Yüzyılın ortalarında bugünkü Bulgaristan sınırına ulaştılar. 1960'li yilların başında Orta Avrupa'ya yönelen işçi göçünü, bu göçün devamı olarak nitelendiren bazı yazarlar da görüyoruz. Bu göçler sırasinda sahip olunan özgün kültür, etkilenişim içinde bulunan diğer kültürlerle zenginleşmiş, ancak anadil olarak konuşulan Türkçe korunmuş ve böylelikle dil çok geniş kıta parçalarına yayılmıştır. Birleşmis Milletler'in 1990 yılına ait istatistiklerine göre Türkçe, 165 milyon dolayında kişi tarafından anadil olarak konuşulmaktaydı. Böylelikle dilimiz Çince, Hintçe, İngilizce ve İspanyolcanın arkasından en büyük (yaygın) dil karakterine sahiptir. Nüfus artışının ortalama % 1,5 olduğu varsayılırsa bu sayının artık 180 milyona yaklaşması gerekir. Çincenin, Çin ve Tayvan dışında Güneydoğu Asya ülkelerindeki Çin azınlık tarafından konuşulduğu, Hintçenin yalnızca Hint Yarımadası'nda yayıldığı düşünülürse, Türkçe, İspanyolca ve İngilizce gibi dünyada geniş coğrafyaya yayılmış diller arasında yer alır. Bunlardan İngilizce, Büyük Britanya dışında, Kuzey Amerika kıtasında, Güney Afrika Cumhuriyeti'nde (İngiliz kökenliler tarafından) ve Avustralya'da anadil olarak konuşulmaktadır. İspanyolca, İspanya dışında Orta (ABD'nin güneyi dahil) ve Güney Amerika'da (Brezilya dışında) yayılmıştır. Türkçenin ise Rusya Federasyonu'nun Pasifik kıyılarından başlayıp, Orta Asya, Kafkasya, Anadolu ve Trakya'yı aşıp Orta ve Batı Avrupa'daki Türklerle, ayrıca az sayıda da olsa Kuzey Amerika'ya göç etmiş Türkler tarafından anadil olarak konuşulmakta olduğunu, böylelikle Afrika kıtası ve Güney Asya dışında (değişik yoğunluklarda) tüm Kuzey Yarımküre'ye yayıldığını görüyoruz.



ramsstein 4 Mayıs 2006 22:58

Oysa ben sana neler adamıştım
Büyütüldüğümüz batı masalları prensle, prensesin (erkek ve kadının) kavuşmasını "çatışmasız" ve uyumlu bir deneyim gibi sunar. Çocuksu imgelem dişi ve eril prensibin -kadının ve erkeğin- bir araya gelişini içsel her türlü gerilimden arınmış bir bütünleşme gibi deneyimler, kadının ve erkeğin ruhsal ve masalsı bir gizle perdelenen bedensel "bütünleşmesi" sanki birbirinden farklı ama birbirinin dolayımıyla bütünlenen iki ayrı varlığın dansı gibi resmedilir. Bu çocuksu imgelemin ve insanlığın "çocuksu" yanının fantezisidir büyük bir olasılıkla. Oysa, doğu masalları içinde yaşadığımız gerçekliği ne kadar da iyi resmeder. Aşk, kadının ve erkeğin, dişil ve eril prensibin kavuşmasındaki imkansızlığı anlatır. Aşk bir arayış ve yıkım süreci olarak betimlenir. Aşk, olabildiğince içsel bir deneyimdir doğu masallarında, kahramanın imgeleminde doğan, onu gerçek hayatın patikalarında "münzevi" eden, "ben"liğin yıkımını hızlandıran, egoyu parçalayan, gerçeklik hissini elinden alan, aşkın "nesne"siyle olan bütün bağları kesen ve ruhsal bir dönüşümü şekillendiren bir deneyim. Doğu masallarında anlatılan "olgun" aşktır aslında, çünkü asla naif değildir.
Masalsı olandan/fanteziden gerçekliğe geçtiğimiz alan bu çerçevede doğu masallarının temalarına son derece yakındır. Yetişkin hayatın "masalsılıktan" arınmış çıplak gerçekliği bizi, solipsistik evrenlerinde kendi fantezilerini deneyimleyen kadının ve erkeğin "trajik" çatışmasına taşır. Modern yaşamın bütün göstergelerine bakıldığında, kadının ve erkeğin iki ayrı fantezi dünyası olduğunu görmek hiçte zor değildir. Yaşam bu fantezilerin uzlaşmazlığından doğan bir gerilim üzerine kuruludur. Aşk, belki de bu gerilimi en derinden deneyimlendiğimiz andır. Aşkın belki de bu kadar hayal kırıklığı yaratması, bu oranda derin narsisistik kırılmalara yol açması kurgusal olanla, "gerçek" olan arasındaki bu uzlaşmaz mesafeden kaynaklanmaktadır, çünkü "fantezi" onu deneyimleyen kişi için o oranda gerçektir, ve reel hayatın göstergelerinden çok daha derin bir kaynaktan, bilinçdışından beslenmektedir.
Bizi aşkta harekete geçiren bütün temalar bilinçdışı bir kaynaktan beslenir. Aşkın bu oranda kontrol edilemez bir deneyim olmasını açıklayan da budur. Aşk, istemli bir seçim, kontrol edilebilen, engellenebilen, ertelenebilen bir deneyim değildir. Aşk bir seçim değildir, bu anlamda bilincin alanında yer almaz. Aşk içine düşülen, bizi merkezine doğru çeken, benliği hakimiyetine alan bilinçdışı bir süreçtir. Aşkın bir hastalık olarak tanımlanmasının altında yatan da budur. Aşk aynen bir hastalık gibi, beklenmedik bir zamanda, şiddette ve formda gelir, bedeni ve ruhu hakimiyeti altına alır, bizi bitkin düşürür, egonun gücünü, savunma mekanizmalarımızı -gündelik hayat içinde ayakta kalmak için geliştirdiğimiz binlerce küçük oyunumuzu- elimizden alır. Aşkla beraber regrese oluruz. Yetişkin kimliğimiz dikişlerinden sökülür, bütünlüğü zedelenir, rasyonel yanımız sendeler, eski akıllı, bütünlüklü, yetişkin kişi değilizdir artık. İrrasyonel, çocuksu ve paramparçayızdır. Aşkın paradoksu da burada yatar, aşka bütünleş(/n)mek arzusuyla gireriz ve bu süreçte bütünlüğümüzü ve sürekliliğimizi kaybederiz. Çünkü aşkta ve aşk dolayımıyla bütünleşmek mümkün değildir. Aşk ve benlik ilişkisine bu yönüyle de bakıldığında, doğu masallarında resmedilenle ne kadar iyi örtüştüğünü gözlemlemek mümkündür. Doğu masalları “aşkta yaşanan deneyimi” –batı masallarının aksine- benliğin parçalanması olarak tasvir eder. Batı masallarında dişinin ve erilin bütünleşmesini tasvir eden nihai sona oranla, doğu masalları benliğin çözülmesini içeren sancılı bir süreçtir.
Mutlu Aşk Yoktur
Aragon
Aşkta bütünleşmeyi imkansız kılan şey nedir? Psikanalitik kuramın gücü, aşk denen olguyu (yangını/hastalığı/uzlaşmaz deneyimi/yıkım sürecini/şiirlerin, edebiyatın, masalların alanında tasvir edilen o sarsıcı deneyimi) bütün karmaşası, irrasyonelitesi, gerçek üstü diliyle deşifre edebilmesinden ve anlaşılır kılmasından gelmektedir. Evet, aşk bir hastalıktır, gündelik yaşamı, algıyı, deneyimleri, rutinleri parçalayan, ayağımızın altındaki toprağı erozyona uğratan, rasyonel yanımızın "tutulmasına" yol açan, bizi sendeleten, algı kapılarımızı açan, hayal gücümüzü, spontan, çılgın ve toplum dışı yanımızı katalize eden, rüyalarımızı, bilinç dışının dehlizlerini hakimiyeti altına alan bir hastalık... Evet, bir tür büyü, tutulma...ve psikanalizin gücü bilimin rasyonel paradigmasının algı kapılarından dahi geçemeyen o "yakıcı", "ölümcül" deneyimin derinliklerine inebilme gücünden ve yetisinden geçmektedir.
Aşkın İmkansızlığına Psikanalitik Bir Bakış
Psikanaliz bize kadının ve erkeğin "bütünleşme"sini mümkün kılacak bir aşk deneyiminin imkansızlığı konusunda ne tür ipuçları verir? Psikanaliz en temelde bunu kadının ve erkeğin gelişimsel öykülerinin son derece farklı izleklerini tanımlayarak yapar.
Yetişkin kadın ve erkek cinselliğinin temellerini oluşturan ödipal dönem cinselliğinin ilk uyanışı sürecidir. Oysa kız ve erkek çocuğu, ödipal süreci bütün yetişkin cinselliğe damgasını vuracak biçimde “farklı” biçimlerde deneyimler. Cinselliğin uyanışı, cinsel kimliğin şekillenmesi ile paralel bir süreçtir. Bu uyanış ve “oluşum” sürecinde her iki cinsin gerçekleştirmek zorunda kaldığı gelişimsel aşamalar ve deneyimlediği korkular birbirinden son derece farklıdır. Kız çocuğunun toplumsal cinsiyet kimliğinin oluşumu - anne ile süreklilik, anne "gibi" oluş, anneyle "özdeş"leşme üzerine kuruludur. Kız çocuğu, anneyle doğumda başlayan “birlik” duygusunu devam ettirmek, anneyle deneyimlediği özdeşim sürecini sürdürmek zorundadır. Kız çocuğu dişi olmanın anne gibi olmak olduğunu öğrenir. Bu çerçevede kız çocuğunun gelişimsel “ödevi” erkek çocuğuna oranla son derece kolaydır çünkü anne son derece yakından bildiği, dokunduğu, kokladığı, taklit ettiği, birlik duygusunu en yakından deneyimleyegeldiği “öteki”dir. Kız çocuğu anneyle özdeşim dolayımıyla dişil bir cinsiyet kimliğini oluşturur. Özdeşim dolayımıyla kurulan dişil cinsiyet kimliği kız çocuklarında ilişkisel benliğin temellerini atar. İlişkisel benlik, kız çocuklarının (ve daha sonra kadınların) benliklerini ilişki dolayımıyla tanımlamaları anlamına gelir. Bu çerçevede kız çocuğu için kendisi/benliği ötekinden kopuk bir “entite” değildir. Kız çocuğu kendi benliğini bir “devamlılık” içinde deneyimler.
Peki, kız çocuğunun ödipal süreçte yüzleşmek ve başa çıkmak zorunda kaldığı zorluklar ve bu çerçevede oluşan korkular nelerdir? Bu süreçte kız çocuğununda oluşan iki temel korku söz konusudur. Birincisi kız çocuğunun babayı erotik nesne olarak seçmesi ve bu çerçevede anneyle oluşan rekabet dolayısıyla annenin sevgisinin kaybetme korkusu. Özellikle Ethel S.Person kız çocuğu için, en temel sevgi kaynağı ve bakım sağlayan “öteki”yle/anneyle rekabete girmenin kız çocuğu için ne kadar kaygı yaratıcı bir süreç olduğunu dile getirir. Kız çocuğu özdeşim nesnesi anneyle rekabete girerken, tamamen muhtaç olduğu annenin sevgisini ve bakımını kaybetme riskini de yaşamaktadır (bu olgu ileride göreceğimiz biçimde kadınların diğer kadınlarla açık bir biçimde rekabete girme korkularının temelini de açıklar. Anneyle özdeşim dolayımıyla şekillenen ilişkisel benlik açıktan açığa rekabet yerine, üstü örtük bir rekabet biçimini şekillendirir.)
Babayı erotik nesne olarak seçme süreci başka bir korkuyu da beraberinde getirmektedir: baba tarafından zedelenme korkusu. Küçük kız çocuğu, baba ve kendisi arasındaki cinsel organ farkı dolayısıyla cinsel organlarının zarar görmesinden korkar. Özellikle Karen Horney, kadınların tecavüz ile ilgili korkuların temelini ödipal süreçte kız çocuğu ve baba arasındaki bu “eşitsizliğe” bağlar.
Oysa, erkek çocuğunun gelişimsel süreci, kız çocuğuna oranla son derece zorludur. Erkek çocuğunda, cinsiyet kimliğinin oluşumu iki aşamalı bir süreci içerir: anneden ve "içsel" olan kadınlıktan ayrışma/kopuş, ilk özdeşim figürü anneyi "olumsuzlama" ve babayla özdeşleşme. Kız çocuğunun devamlılık üzerine kurulu sürecine oranla, erkek çocuğu kopuş ve olumsuzlamayla başlayan ve yeni bir özdeşim süreciyle sonlanan ikili bir süreç yaşamak zorundadır. Bu sürecin zorluğunu anlamak için -sanırım- sadece çevremize bakmamız yeterlidir. Erkeklerde evrensel olarak gözlemlediğimiz dişiliğe/kadınlığa regrese olma/gerileme korkusu, dişil olanın aşağılanması/dışlanması, erkeklerin içsel dişil yanlarına karşı duydukları korku, kadınlar tarafından yutulma ve anneye gerileme korkularının kökenleri, bu gelişimsel sürecin zorluklarında yatar. Aslında bu zorlu gelişimsel süreç bütün misojin erkek kültürünün ve şişkin machismo kültürünün temellerini de açıklayacak güçtedir.
Bu gelişimsel süreçte erkek çocuğunun yüzleşmek zorunda olduğu içsel deneyimler ve bu çerçevede gelişen korkular en az kız çocuğunun ki kadar şiddetli ama o oranda da farklıdır. Erkek çocuğu anneyi arzulama ve bu çerçevede babayla oluşan rekabet sürecinde baba tarafından cezalandırılma korkusu yaşar. Devasa bedeniyle baba, annesini arzulayan küçük erkek çocuğunu zedeleyecek güçtedir. Bu evrensel ve (bilinçdışı) iğdiş edilme korkusunun temellerini atan korkudur.
Son dönem analistler, bu süreçte erkek çocuğunun deneyimlediği narsisistik yaralanmanın da altını çizer: erkek çocuğunun, babanın cinsel gücünün yanında hissettiği yetersizlik duygusu. Kız çocuğunun babanın devasa bedeniyle imgeleminde karşılaştığında yaşadığı zedelenme/yaralanma korkusunun yerini erkek çocuk da derin bir yetersizlik duygusu alır. Babanın anneye haz vermeye muktedir “eril cinselliğine” oranla erkek çocuğunun “küçüklüğü ve yetersizliği”. Evrensel penis kıskançlığı olgusunun temellerini atan da budur.
Ayrıca, erkek çocuğu bu süreçte anne tarafından cinsel bir nesne olarak reddedilme deneyimini de yaşar. Annenin erotik nesnesi oğlu değildir. Rekabette öne çıkan kişi babadır ve erkeklerde cinsel nesneyi kaybetme korkusunun temellerini atan tam da bu korkudur.
Ergenlik dönemi her iki cins için çocuklukta başlayan izleklerin ayrımını daha da pekiştirecek güçtedir. Ergenlikte her iki cins hem bedensel farklar, hem de toplumsal cinsiyet kimliklerinin çocukluktaki kökleri dolayısıyla daha da farklı iki sürece girer. Erkek çocukları kolaylıkla uyarılabilen bir cinsel doğaya sahiptir. Erkek cinsel uyarımının görünür ve aynı oranda istemden yarı bağımsız cinsel doğası, erkek cinselliğine damgasını vurur. Ergenlik sürecinde erkek kontrolü dışında kolaylıkla uyarılan ve “görünür” olan bir cinselliğin uyanışını gözlemler. Yine bu süreçte erkekler için cinsel performansın “ilişki”nin önüne geçtiğini gözlemleriz. Bu haz için ilişkiyi feda etme eğiliminin (cinselliğin ve ilişkinin yalıtılması) kökenlerini ödipal süreçte erkek çocuklarının yaşamakta oldukları zorlu süreçte bulmak mümkündür. Erkek olma sürecinde, anneden ayrılmak için anneyi olumsuzlamak zorunda kalan erkek çocuğu, cinsel nesneye duyulan arzuyu, ayrışma ile koşut olarak algılar. Bu da cinsel nesneyle ilişkisel bir birlik deneyimini zorlaştırır (hatta imkansız kılar). İlişkisel birlik, zaten anneye gerilemeye, anne tarafından yutulmayı ve dişiliğe (dişi evreye) geri dönüşü çağrıştıracak kadar güçlü bir deneyimdir. Ve erkek çocuğu için cinsellik, ilişkiden yalıtılır. Bu bize erkeklerin ergenlikten itibaren karşı cinsi “insancıl” bütün yönlerinden ayrıştırarak, sadece bir cinsel nesne olarak algılayabilmelerin de kökenlerini de açıklayabilir.
Ayrıca bu dönemde, erkek çocuğunun gelişimsel süreçte anneyle yaşamış olduğu hayal kırıklarıyla bağlantılı olarak geliştirdiği sadistik fantezilerin doğuşunu da gözlemlemek mümkündür. Karşı cinse karşı geliştirilen bütün sadistik fantezilerin kökenini erkek çocuğunun annesiyle ilişkide deneyimlediği narsisistik kırılmalara bağlamak mümkündür. Öfkeye dönüşen narsisistik kırılmalar ödip öncesi dönemin yutucu annesi, anal dönemin cezalandırıcı annesi, ödipal dönemin reddeden annesinin izlerini taşıyabilir.
Oysa, ergen kız son derece faklı bir izlekte ilerlemektedir. Çeşitli yazarların ve hatta Freud’un yazılarında karşılık bulacak şekilde “kadınlığın gizemi” olarak nitelendirilecek kadın cinselliğinin ergenlikteki görünümü, erkek çocuklarının tam zıttıdır. Kızlar, ergenlikte kendileri için dahi gizem taşıyan bir cinsellikle yüzleşirler. Kadın cinsel uyarılma ve hazzının görünmez doğası ve kadın cinselliğinin erkeklere oranla görece zor uyanan doğası, dişil cinselliği kız çocukları içinde gizemli bir sis perdesi ardında saklar. Kadın toplumsal cinsiyet kimliğinin ilişkiyi cinsel hazzın önüne yerleştiren yapısı da kız çocuklarını cinselliği sadece bedensel bir haz olarak keşfetme eğilimde olan erkeklere oranla ilişkinin koruyucuları haline getirir. Person özellikle ergen kızların ödipal süreçte anneyi kaybetme korkularından kaynaklanan bir biçimde kopmadan/ayrışmadan/yalnızlaşmadan korkarak ilişki adına hazzı feda etme eğiliminde olduklarını dile getirir.
Hazzın peşindeki ergen erkek ve ilişki peşindeki ergen kız çocuğu yetişkinlik sürecinin eşiğindedir. Karşımızda pornografik imgelemde karikatürize formlarda yansımalarını bulan yetişkin erkek cinselliği ve aşk romanları ve “pembe” dizilerde karşılığını bulan kadın cinselliğinin uzlaşmaz yapısı belirir. Pornografik imgelemde karşımıza çıkan ve erkeğin kolektif bilinçdışının dinamiklerini yansıtan performans odaklı ve o oranda ilişkiden arınmış/yalıtılmış bir cinsellik durmaktadır. Performans korkuları ile güdülenen ve ilişki tarafından yutulma kaygılarına karşı güçlü bir yalıtmayla şekillenen bu eril cinsellik, dişil göze son derece mekanik görünmektedir. Oysa, psikanalitik bakış açısı bize bu mekanik, performans odaklı ve yalıtılmış cinselliğin gerisindeki “erkek çocuğunu” gösterir. Anneye/dişiye/dişiliğe gerilemekten korkan, babanın “gücü” karşısında yetersizlik yaşayan, baba tarafından cezalandırılmaktan korkan erkek çocuğunu.
Person, aynı zamanda erkeklerin eş zamanlı çok eşli (ama o oranda da birbirlerinden haberdar olmayan partnerlerle) ilişkilerinin kökenini ödipal süreçte erotik nesneyi kaybetme korkusuna (ve reel deneyimine) bağlar. Bu aynı zamanda pornografik imgelemde, merkezdeki erkeği çevreleyen erotik “nesne”lerin “çok”luğunu da açıklayan bir olgudur. “Nesne”lerin çokluğu, kaybetme korkusuna karşı bir kalkan görevi görür.
Yetişkin erkek cinselliğinde gözlemlenebilecek sadistik öğelerin kökenlerini anne çocuk ilişkilerinin değişik dönemlerinde bulmak mümkündür. Daha öncede belirtildiği biçimde sadistik formlarda ifadesini bulabilecek narsisistik kırılmalar ödip öncesi dönemin yutucu annesi, anal dönemin cezalandırıcı annesi, ödipal dönemin reddeden annesinin izlerini taşıyabilir.
Oysa, yetişkin kadın cinselliği ödipal dönemde temellendiği biçimiyle ilişki odaklı bir cinsellik olarak karşımıza çıkar. Kadın cinselliğinin ilişkiyi cinsel hazzın önüne koyma eğilimdeki yapısı, ilişkiyi kaybetme korkusuyla beraber cinsel hazzı feda etme eğilimi, cinsellik ve ilişkiyi bir bütün olarak algılama eğiliminin altında anneyle özdeşleşen, babaya duyduğu haz ve anneye karşı yaşadığı rekabet sonucunda anneyi kaybetme korkuları yaşayan küçük kız çocuğu yatmaktadır. Kız çocuğu için cinsellik ve ilişki bir bütündür, cinsel arzu sevdiği ötekiyi kaybetme riskini taşır (Person kız çocuğunun anneye karşı duyduğu bu korkunun daha sonra karşı cinse aktarıldığını dile getirir) ve aynı zamanda cinsellik baba tarafından zedelenme/incitilme riskini de içinde barındırır. Yetişkin kadınlarda patolojik formlarda görülen cinsel mazoşizmin kökenlerini ödipal dönemde yaşanan aşırı suçluluk duygularına ve baba tarafından cinsel olarak cezalandırılma/incitilme korkularına bağlamak mümkündür. (Horney özellikle aile içinde reel anlamda varolan ve kadına/anneye yönelik şiddetin kız çocuğunun ödipal dönemde cinselliği saldırgan bir olgu olarak kodlamasını sağladığını düşünür.)
Bu çerçevede psikanaliz bize dişi ve eril cinsel gelişim öykülerinin ironik zıtlığını anlatır.
Son Söz
Love reveals a repeated fury
Pablo Neruda
Neruda, aşkın bitmek tükenmek bilmeyen, sonsuz bir döngüyle ve güçle kendini üreten doğasını dile getirir. Her aşkın, öfkeyle, şehvetle, heyecanla şekillenen (ve kendini yeniden yeniden üreten) fırtınasının kendisini giz perdesinin ardından belli edişini...Psikanaliz ise bu fırtınanın gücünün/ sertliğinin/ kontrol edilemezliğinin/ hırçınlığının/ yıkıcılığının köklerini açıklayan bilinçdışı süreçleri keşfetme sürecinde yol gösterir bize. Oysa ve yine de bilgi bizi teselli etmez...fırtınayı dindirmeye gücü yetmez...Yine ve yeniden şair/şiir bize hatırlatır... “Mutlu Aşk Yoktur”...


ahmetseydi 5 Mayıs 2006 10:18

Hırsın Arttığı an, Felaketin Yaklaştığı Andır
 
“İnsan kuvvetli iken güçsüze karşı vermediği savaşı kendi güç kaybedip güçsüz kuvvetlendiği zaman nasıl kazanabilir?”
Sophokles


İNSAN FARKINA VARMAZ. Pençelerini zevkin etine saplamış uçuruma giderken, hâlâ özgürlük şarkıları söyler. İhtiras göze çekince perdeyi, insan hiç düşünmeden kendini günahların içine atar, fenalığın karanlığında yürür sonra da oradan çıkmak için uğraşır ama, alışkanlıkları kurtulabilmesi için ona adım attırmaz. Ve insan bir girdaba itilircesine, tekrar günahlarına döner.

Bir akbabanın, Niyagara Şelalesi’ne giden bir ırmak üzerinde bir cesedi yiyerek yüzdüğü görüldü. Kuş tehlike noktasına geldiği zaman kanatlarını açarak havalanabileceğini sanıyordu. Fakat o noktaya geldiğinde, her ne kadar kanatlarını açtıysa da cesedin içine hırsla batmış olan tırnaklarını çıkaramayıp akıntıya kapılıp gitti.

İnsanın aldanışı da buna benzer. Fena alışkanlıklarının kurbanı olan bir kimse de aynı şekilde “benim için endişelenmeyin. Ben onu istediğim zaman, derhal bırakabilirim” der. Fakat bunu gerçekleştirmek için ayağa kalkmak istediği zaman kendinde bu gücü bulamaz; var olduğunu zannettiği gücün olmadığını görür.


Misafir 5 Mayıs 2006 11:02

İhtiyacımız, demokrasi kültürü...
 
Yeniden siyasî üslubun sertleştiği, diyalog ve uzlaşmanın neredeyse unutulduğu bir çatışma dönemine girdik. Beklentiler, hesaplaşmalar, hazımsızlıklar, kündeye getirme hırsları, burundan solumalar her yanı sarmak üzere.

Böyle dönemlerin içinden daha önce de geçtik ve hep birlikte acılar yaşadık.
Asıl acı veren ise bu yaşadıklarımıza rağmen çıkış yolunu hâlâ bulamayışımız. Halbuki çıkış yolu belli: Özgürlükçü, katılımcı, eşitlikçi ve çoğulcu yapısıyla hukukun üstünlüğüne yaslanan demokrasi... Bunun için de gerekli olan, demokrasi kültürü. İşte o da bizde yok.
Demokrasi kültürünün mayası da, hoşgörüyü, diyaloğu ve uzlaşmayı esas almak.
Yani tartışmayı ve paylaşmayı bilmek. Tartışma, ileri demokrasilerde vardır, başkalarıyla birlikte çalışma ve paylaşma da demokrat insanların işidir.
Özgürce tartışabilirseniz fikir üretebilir, toplumsal dinamiklere lazım olan enerjiyi sağlayabilirsiniz. Tartışma ise “öteki”ni kabullenmek, dinlemek, onun konumuna saygılı olabilmek ile mümkündür. Bunun için farklılıklara tahammül değil, farklılıkları zenginlik kabul etmek gerekir. Bu bir anlayış, felsefe, mantalite ve demokrasi terbiyesi, tutarlılığı meselesidir. Birinci şartı da samimiyettir. Gıllıgışsız olmayı gerektirir. (Yeni nesiller bilmeyebilir, gizli kin, gizli amaç gütmeme demek.) Bu manada demokrasiyi özümsemiş gerçekten demokrat insanlar ancak özlenen toplumsal mutabakatı sağlayabilirler.
Sayın Sezer’in ve Sayın Demirel’in körüklediği tartışmalar elbette bu mutabakatı zorlaştırıyor. Onlara cevap sadedinde söylenenler meseleyi kördüğüm haline getiriyor. Buradan arzuladığımız sonuç çıkmaz ki. Kördüğümün nasıl çözüldüğü de belli... Demokrat kimliğin en bariz vasfı, başkalarını suçlama yerine dönüp aynaya bakabilmektir. Kendini sorgulayabilmektir, kendini aşabilmektir. Demokrat ruhlu aktörlerden oluşmayan bir siyasî yapıda, bütün kurumlar ve kurallar mevcut olsa da sadece bir “oyun” seyredilebilir.
İhtiyacımız olan demokrasi kültürüdür. Bu kültür evvel emirde halkın talep ve değerlerinin kaale alınmasını kabule dayanır. Halkın inancı, değerleri, tarihten tevarüs ettiği dinamikleri, hiçbir zaman potansiyel bir “rejim” tehlikesi kabul edilemez. Edenler ya bir oyunun parçasıdır ya da “bürokratik oligarşi”nin devamına çalışan “görevliler”dir. Çağı okuyamayan, Türkiye’nin ve dünyanın gerçeklerini göremeyen, “doğru”nun sadece kendi anlayış ve yorumundan ibaret olduğunu zanneden ve dayatmayı, kaba kuvveti, terörü, şiddeti yegâne yol bilen fanatikler ise bu görevlilere malzeme taşımaktan başka bir işe yaramazlar.
İhtiyacımız olan demokrasi kültürüdür. Bu sadece yönetenler için değil, özellikle ve bilhassa toplumun fertleri için böyledir. Demokrasi katledilirken kös dinleyen bir toplum, başına geleceklere de rıza gösteriyor demektir. Eğitim, insanımıza sorumluluklarını yerine getirme ahlâkı verirken, kendi haklarına sahip çıkma cesaretini de vermelidir. Demokrasiyi hiç hazmedememişlerin, değişik bahanelerle hadlerini aşıp demokrasinin başına darbe indirdikleri toplumlarda, bu kaba kuvvet temsilcilerine karşı, demokrasi kültüründen mahrum yetiştirilen nesillerin yapabileceği hiçbir şey yoktur. Yaşadıklarımız gösteriyor ki, milletimiz “demokrasi yokuşu”nu, hem de hiç beklemediği tepelerle karşılaşarak tırmanmaya devam ediyor. Sorumlu mevkilerde bulunanlardan siyasetçilere, düşünce ve fikir adamlarından köşe yazarlarına kadar herkesin tavır, üslûp ve davranışlarını yeniden gözden geçirmesi gerekiyor. Ama önce hırs, kin ve nefretlerimizi terk etmeliyiz...


Misafir 6 Mayıs 2006 16:46

Yaşar Tunagür Hocam
 
Yaşar Tunagür Hoca, liseden sonra tapu-kadastro okuyup, tabir-i caizse laik bir eğitim gördü. Şahsi gayretiyle Arapça ve Farsça öğrendi. Batı dillerine aşina oldu. Müftülük, vaizlik yaptı.

Diyanet İşleri başkan yardımcılığına kadar yükseldi. Konuşmalarıyla dinleyenleri tesiri altına aldı. Aklını ve kültürünü İslam'a hizmette kullandı. Kısacası hayatını İslam'a vakfetti. Demek ki bir insanın tahsili ne olursa olsun, o şahıs İslamiyet'i öğrenip anlayabilir, laik eğitimle dinî eğitimi bütünleştirebilir. Her insan yaratılanlara bakıp, yaratanı anlayabilir. Ben Yaşar Hocam'ı böyle tanıdım, böyle dinledim. Ben kendimi onun talebesi kabul ederdim.
Yaşar Hocam şimdi vefat etti, dünya hayatından ahiret hayatına geçti, maddi âlemden ruhani âleme geçti. İnşallah onun makamı cennettir. Yaşar Hocam'ın vefatı beni çok üzdü. Sonra birdenbire kendime sordum: “Yaşar Hocam cennete gidecek diye mi ben üzülüyorum?” İrademi aşan bir ıstırapla gözümden yaşlar dökülse de, aklım ve kalbim diyor ki: “Çok şükür Yaşar Hocam yaşlılığın verdiği sıkıntılardan, hayatın zorluklarından kurtuldu. Allah onu huzuruna aldı. Hayatı veren de alan da Allah'tır. Allah'ın verdiklerine de aldıklarına da razıyız.”
Biz Yaşar Hoca'yı gönlümüzde yaşatmıyor, dualarımızda yaşatıyoruz. Her aklıma gelişinde ona dua ediyorum. Yaşar Hocam huzuru Rahman’da yaşarken, Fethullah Gülen Hocaefendi'ye de Allah, uzun ömür versin, sıhhat, afiyet versin.
Bu dünya öyle acip bir âlem ki bir taraftan akın akın çocuklar dünyaya geliyor, diğer taraftan akın akın insanlar ahirete göçüyor. Necip Fazıl'ın bir şiirinden, bir parça okumadan edemeyeceğim...
Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben
Üç ayakla seken topal köpeğim,
Bastığınız yeri, taş taş öpeyim,
Bir kırıntı yeter kereminizden,
Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben...
Necip Fazıl'ın Sonsuzluk Kervanı dediği, peygamberler, evliyalar, asfiyalar, âlimlerdir. Necip Fazıl, üstün bir tevazuyla “Peşinizde seken topal köpeğim.” diyor. Allah ona da rahmet etsin. O bizim sultanımızdı. Yaşar Tunagür sultanımızdı. Dualarımız onlarla beraber.
Sema Hastanesi'ne sağlık kontrolüne gitmiştim. Yaşar Hocam da o hastanede yatıyordu. Yaşar Hocam'ı görmeye gittim, beni görünce ağladı... Yaşar Hocam, Sema Hastanesi'nden saadet-i ebediyyeye uçarken, ben şifa bekliyorum. Şafi-i Mutlak Allah'tır.
Geçmiş yıllarda Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi'yi ziyarete gitmiştim. Yerde bir yatak, kendisi yatağa oturmuş, yorgana sarılmış, yazıyordu. Buyurdu ki: “Şu tefsiri bitirip, öyle öleyim. Duam budur.” Gerçekten de Ömer Nasuhi Bilmen Hoca, meşhur tefsirini bitirip, öyle vefat etti. İslam âlimleri son nefeslerine kadar ilimle meşgul olmuşlar. Her Müslüman, İslamiyet'i öğrenmeye, anlamaya, yaşamaya mecburdur. İslamiyet'in asırlarca devam etmesinin sırrı budur.
Yaşar Hocam saadeti ebediyeye gitti diye sevinelim... Allah mekânını cennet etsin. BİZ
Cennet ve cehennem, Sırat, Arafat,
Saadet, selamet, ıstırap, afat,
Hepsi nokta nokta serpilmiş gerçek
Biz mahlukun, Halık'ına gidecek
Yola revan olmak için lebaleb
Sarıldık Kur'an'a, Peygamber'e hep.
Kah sürünüp, kah yürüyüp gideriz.
Ağlayan da bizler, gülen de biziz.
Korkumuz Sultan'a muti olmamak.
Kesrette yaşayıp, vahdet bulmamak
Kitap bir, rehber bir, yol bir, hedef bir!
Mal, mülk, mevki, şöhret gayeden uzak
Bunlar hem vasıta, hem de bir tuzak
Bütün vasıtayı tevcih ederiz.
Hayra kullanırız, Hakk'a gideriz.
En büyük saltanat Kur'an'a hizmet
Mertlikte kaide, yalnız nedamet.
Bütün yolları bir yola râm ettik.
Biz vahdetten gayrisini gam ettik.
Güvendik Allah'a, O bize yeter
Faniye güvenmek serapmış meğer.
Ne dünya ne Ahret gayedir bize
Bir katreydik saldık onu denize.
Gayeyi can, c***** da can ettik.
Hakk'ı gaye, Kur'an'ı sultan ettik.


ramsstein 6 Mayıs 2006 16:57

''KARMA KARIŞIK''
Sorunlarımıza yön veren şeyler nitekim mutluluklarımızla alakalıydı. Ve o anda(zor şartlarda) değişebilen kararlar yine bizim hayatımızın gidişatına yön veriyordu.
Bir Malmsteen klasiği sayılan ''Trilogy''i dinlerken, ''karma karışık'' duygular ve içi asit dolu kola ile bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Çalışıyorum, çabalıyorum ama işe nereden başlayacağımı bilemiyorum desem belki de doğru söylemiş olurum. Gece dışarıdan gelirken yorgun bir haldeydim ve aklımı kurcalayan şeyler vardı. Bu karmaşık duygular içinde eve vardığımda, cd arşivimden bir şeyler seçmeye başladım dinlemek için. Aslında yolda iken daha Doom/Gothic bir şeyler düşünmüştüm fakat CD'lerimi karıştırırken Malmsteen'in ''Trilogy'' albümünü görünce, seçimimi Malmsteen'den yana kullandım. Çünkü o deneysel ezgiler içinde insanın kendini bulması, bulamamasından daha iyiydi. Doom dinleyip sorunlar üzerine gidilemezdi, ama Progressive'de her türlü duygu bulunuyordu. Belki sevinç, belki hüzün, belki hırs, belki... Belki...
İşte başlık oluştu ve sonra bu başlığın başka bir makalede de yer aldığını fark ettim. Aptül'ün (Aptülika) RockBank'in ilk sayılarından birinde yer almış olduğu makalesinin adı da yine ''Karma Karışık''tı. Belki aynı konulara yönelmesek de, her şeyin içinde olup biten bu karışıklıkları bu başlık adı altında birleştirebilirdik. Zaten karışıklık dediğin bir süreç değil; insan her anında bir kaosa batmış ve anlamsızlıkların hüküm sürdüğü bir dünyada yaşamıyor mu? Öyle olmasa belki bana bu satırları yazmamda ilham ve esin olarak Malmsteen'de esin olarak yardımcı olamazdı.
Akorlarla hüzün içeren bir arpejde sıra. Daha power akorları ve sert gitar tonlarını, sololarını, hiçbir şeyi öğrenmedik. Yeterince sert olamadık ki zaten. Rock ve Metal demek zaten bu değil. Öyle olsaydı, sorumlu bireyler olamazdı rockerlar. Yeri geldiği zaman içine kapanık, yeri geldiği zaman asi, yeri geldiği zaman yaşamaktan her ne kadar bıktın bir durumda da olsa zevk almasını bilen bir birey.
Yeri geldiğinde hüzün içeren bu sololar bana Doom'u seçmemden alı koyduysa da yinede içimizde biriken küller birer dışa vuruluğun göstergesiydi. İstersen o anda en zıt şeyi dinle, zaten senin kafan hala oradadır. Belki de orada kalmak zorunda! Bu benim biraz sorumluluklarımla da alakalı biraz. Sorumsuz olmaktansa yitik ve yorgun olmak... Olanları göz ardı etmeden yazılarımı yazıp, hayata devam etmek. Hayatın içinde süren bu anlamsızlığa yön vermek, yönlendirmek ve sonunda yaşayabilmek!


KafKasKarTaLi 6 Mayıs 2006 20:07

DİLDE, FİKİRDE, İŞTE BİRLİK (Gaspıralı ve Türkistan )


Ulu Özbek şairi Alişir Nevaî'nin 550. ve meşhur Kırım tatar eğitimcisi İsmail Gaspıralı'nın 140. doğum yıl dönümleri, 1991 yılında dünya çapında kutlandı.

Alişir Nevaî'nin 550. doğum yıldönümü arefesinde Romanya'da yaşayan soydaşlarımızdan Karadeniz gazetesini aldım. Anavatandan uzakta, muhacerette yaşayan soydaşlarımız, Romanya'da vuku bulan müsbet gelişmeler sonucu ayda bir çıkarmaya başladıkları gazetelerine Karadeniz adını vermişler ve manevî babamız İsmail Gaspıralı'nın çıkardığı "Tercüman” gazetesinin geleneklerini devam ettirmek maksadıyla, Türk dünyasının bu büyük hocasının "Dilde, fikirde, işte birlik" düsturunu gazetelerine şiar etmişler.

Gazeteyi görünce, meşhur Özbek şairi Muhammed Salih'in, 18 Ocak 1991 tarihinde "Yaş Leninçi" gazetesinde çıkan "Millî Gurur" isimli makalesinde şu satırları hatırladım :

"XIX. asrın sonlarında,Türk boyları arasında bir uzaklaşma ve bu uzaklaşmanın önünü almak için de bir hareket başladı. Bu hareketin başında, Kırımlı büyük mütefekkir İsmail Gaspıralı vardı. Onun "Dilde, fikirde, işte birlik" düsturu, bizim Münevver Kari, Mahmudhoca Beyhudî, Abdurauf Fırat, Çolpan gibi büyüklerimizin faaliyetlerini de etkilemişti."

İşte bu fikirler, bu büyük insanımızın doğum gününün resmî olarak ilk defa kutlandığı bu yılda, beni, onun Türkistan halklarına yönelik faaliyetleri konusunda yazmağa davet etti. Gaspıralı'nın, milletine, bütün Türk boylarına karşı sınırsız bir sevgisi vardı.
O, bütün bilgisini, kabiliyetini ve tecrübesini milletine vakfetmişti. Bilhassa, büyük bir emek sarfettiği gazetecilik sahasında büyük bir mütefekkirdi. Bütün Türk boyları, özellikle emekçi kesim, onun gazetecilik sahasındaki hizmetlerine büyük bir değer vermiş ve daha sağlığında onu millet atası gibi büyük bir paye ile şereflendirmişti. Türk boyları arasından hiç kimse, o güne kadar böyle bir onur payesi kazanmamıştı.

Gaspıralı, bütün Türk boylarıyla olduğu gibi Orta Asya'da yaşayan Türk boylarıyla da sıkı bir alaka içindeydi: zira, "Tercüman” gazetesi Türkistan'da yaygın şeklinde okunmaktaydı. Gaspıralı'nın bu ülkedeki takipçileri sürekli artı. Bügün, bütün halk tarafından tanınan Sadreddin Aynî, Behbudî, Fıtrat, Hamza gibi edipler onun "yeni eğitim" (Usul-i cedid) usulünün Türkistan mekteplerinde en gayretli uygulayıcılarıydılar.

Eski okulların ağır olan "okuma sistemi"ne göre daha kolay olan "anlatma" esasına dayalı ilk okulu Bahçesaray'da açan Gaspıralı, bu metodun Kazan, Ufa, Orenburg, Taşkent, Semerkand ve Buhara gibi şehirlerde yaygınlaşmasına ve buralarda da böyle okulların açılmasına öncülük etmiştir. Gaspıralı, bu maksatla Türkistan'a gelmiş; Mahmudhoca Behbudî ve Abdulla Şekurî gibi eğitimcilerle görüşmüş, Özbek, Tacik, ve Tatar çocukları için yeni, modern okullar açılması konusunda teşvik ve destekte bulunmuştur. Bu görüşmede hazır bulunan meşhur Özbek-Tacik edibi Sadreddin Aynî, bu konuda şunları yazıyor:

"Tatar cemaatinin önderlerinden İsmail Gaspıralı Bey, 1908 yılının yazında Buhara'ya geldi. Tabiîdir ki, İsmail Bey, her yerde yaptığı gibi, Buhara'da da okul meselesini ortaya attı ve bu meseleyi görüşmek üzere Buhara eğitimcilerinden birkaç kişiyi saraya çağırdı. Bu görüşmede Molla Nizam'ın evinde faaliyet gösteren okul için Çarlık idaresinden uygun bir yer istenmesi ve okulun Tatarlar ve Buharalılara da teşmil edilerek resmîleştirilmesi kararı alındı. Toplantıda bulunanlar okulun adının "İsmailiyye" olmasını teklif ettiler. Ancak, İsmail Bey bu teklifi hoş karşılamadı ve (okulun adını) “- Emir Muzafferüddin'in adına izafeten "Muzafferiyye" koymak daha uygundur” dedi. (Onun hizmetleri) sadece bu kadar değil: Rusya'da rusça ve türkçe olarak neşredilen ilk büyük gazete olan "Tercüman” gazetesini o neşretti ve bu gazetede, Çarlık Rusyası sınırları içerisinde kalan mazlum müslüman milletlerin eski tarihleri, Birunî, İbn Sina, Farabî, Uluğ Bey, Nevaî gibi büyük ilim ve edebiyat dehaları ve onların dünya kültür tarihindeki yerleri hakkında pek çok yazılar yazdı."

Gaspıralı, gazetesinde, ortaçağlarda büyük şahsiyetler yetiştirmiş Türkistan gibi büyük bir ülkenin son asırlarda cehalet ve hurafeler kıskacında inkıraza yuvarlanması, buralarda güçlü olan feodal ve emperyalistlerin zulümleri, ülkede yeni yeni başlayan uyanış hareketi, yeni eğitim ve edebiyat uğrunda yürütülen mücadele ve müslüman kadınların haklarını koruma konularında tesirli makaleler yazmıştır. Gaspıralı, zaten Türkistan'da defalarca bulunmuş ve burada edindiği izlenimleri "Buhara ve Bahçesaray", "Bahçesaray'dan Taşkent'e" (1893), "Türkistan'ın Yeni Tarihi" (1905), "Buhara'da Neler Gördüm" (1908), "Türkistan'dan Mektup" gibi makalelerinde okuyucularına aktarmıştır.Türkistan'daki Usul-i Cedid okulları onun tesiri ile kurulmuştur. Mahmud Hoca Behbudî, Tevellâ, Abdulla Evlanî, Sadreddin Aynî, Hamza ve diğerleri, "Tercüman” gazetesinin Türkistan'daki ilk okuyucuları ve takipçileri idiler. Türkistan Vilayetining Gazeti, Sada-yı Türkistan, Sada-yı Fergana gazeteleri ve Ayna dergisinde, “Tercüman”'dan iktibas edilen haber ve makaleler muntazam olarak basılıyordu.

Taşkent cedidçilerinin atası sayılan Münevver Kari, Sovyet Özbekistan'ı gazetesinin 7 Haziran 1927 tarihli sayısında bu akımı, devamlı yaygınlaştığı bir sırada, karalayarak şöyle yazmıştı:

"Cedid okullarını açanlar eski okul, medrese ve dindarların yetiştirdiği ediplerdi. Onlar yalnız İ. Gaspıralı'nın Bahçesaray'da çıkan gazetesini okudular ve okulu bu suretle mektebin ne olduğunu çok iyi anlayarak kitaplar getirdiler."

Rusya Müslümanlarının dünyasında yüz veren bu sosyal-manevî gelişmede Gaspıralı'nın hizmeti hakikaten gayet büyüktür. O, Rusya müslümanlarının hayatında yeni bir hadise olan, Usul-i Cedid'in temelini atıp "Tercüman” gazetesi ile Türkçe matbuatı başlatmıştır. Geçen asrın sonlarında, değil Rusya, Türkistan ve hatta Hive, Buhara emirliklerinde, Usul-i Cedid'in duyulmadığı bir köy bulmak çok zordu.

Misyoner N. P. Ostroumov'un müdürü bulunduğu Taşkent Öğretmen Okulu'nda 30 Ağustos 1882 tarihinde, "Rus olmayanların, müslümanların eğitimlerini hangi prensipler üzerine kurmak gerekir?" konulu bir toplantı oldu. Bu toplantıda, Türkistan genel valisi A. K. Abramov'un başkanlığında imparatorluk askerî idaresinin temsilcileri ve ruhbanlar da hazır bulunmuşlardı. Tarih ve coğrafya öğretmeni M. A. Miropiyev toplantıda bir tebliğ sunmuş ve "Gaspıralı'nın, bu tasarısın kabul etmek, yok olmak üzere olan müslümanları diriltmek, yani bağrımızda yılan beslemek olur. Müslümanların eğitimlerinin temelinde, İslamı bozmak, dinî gayreti tamamen yok etmek, dolayısıyla onları ruslaştırmak olmalıdır." (Turkestanskiy Sbornik, cilt; 361, s.; 144) mülahazasında bulunmuştu.

Kafkas Öğretmen Okulu'nun müdürü olan Semyonov, Gaspıralı'nın tasarısını destekleyenlerden son derece rahatsız olmaktaydı. Taşkent Öğretmen Okulu, 15 yıl boyunca yerli halkı kendisine çekemediği için zor duruma düşmüş ve "Bizim vazifemiz, yerlileri, okulumuzu sevmeye, saymaya ve ona inan maya mecbur etmektir. Bu bakımdan, İngilizlerin, bu sahada Hindistan'da yaptıkları bize örnek olmalıdır." demek zorunda kalmıştı.

Gaspıralı, 1892 yılında müslüman okullarının ilyatı (?) tasarısıyla Türkistan genel valisi Rozenbakh'a müracat etti. Vali, projeyi inceleme ve rapor yazma işini N. P. Ostroumov ile V. P. Nalivkin'e havale etti. Bu ikili tabiî ki projeyi reddedip "Kabul edilemez!" raporunu verdiler. Ostroumov, Gaspıralı'nın yaptığı işleri, Avrupa medeniyetinin zenginliklerinden, kendi millî benliğini korumak için faydalanma şeklinde değerlendirmiş ve bundan hoşlanmamış; Gaspıralı'nın tesirinin Türkistan'ı da tutmasından korktuğunu söylemişti. Kısacası, Rozenbakh, tasarının "akim bırakılması" kararını verdi. (A. V. Pyaskovskiy, 'Revolyutsiya v Turkestane', 1905-1907. yıllar Moskova,. 1958, s. 99).

Gaspıralı 1893'te Taşkent'e geldi. Semerkand, Buhara gibi şehirlerde bulundu. Ancak, Türkistan askerî idaresi olsun, Buhara Emirliği olsun onun "Usûl-i cedid"ini pek hoş karşılamadılar.
İşler sarpa sardı. Taşkent'teki çalışmalardan bir netice çıkmadı. Yalnızca Semerkand'da bir okul açabildi. Ama Gaspıralı yolundan dönmedi. Türk boyları arasında "hocaların hocası" ve çocukların sevgilisi olarak kaldı.

Amma bütün bunlara rağmen Gaspıralı'nın taraftarları Türkistan'da sürekli arttı. Sadreddin Aynî meşhur Hatırat'ın da şunları yazıyor:

"Rus-Japon harbi başlamıştı. Buhara'ya arada bir gelen "Tercüman” gazetesi bu savaş sebebiyle daha sık ve daha çok gelmeğe başladı." (Eserler, 1963, cilt I, s. 200).

Prof. B. Velihocayev, Özbekistan Edebiyatı ve San'atı gazetesinde, 4 Kasım l988 tarihinde basılan "Aynî Telkininde Fıtrat" isimli makalesinde şöyle ilginç bir vakayı anlatmaktadır: "Abdurauf Fıtrat 1911 yılı baharında Buhara emirinin zulmünden kaçarak, İran yoluyla İstanbul'a gider. Orada okur; ve bir eser yazar. Münakaşa isimli bu eserde cedid meselesi hakkındaki fikirlerini beyan eder. İstanbul'da "Buhara Maarif-Talim Cemiyeti" adında resmî ve legal bir cemiyet kurulur ve bu cemiyet, adına uygun olarak Buhara ve Türkistan maarifinin gelişmesinde önemli bir rol oynar. Rusya'nın muhtelif İslam memleketlerinden gelen gençler de bu cemiyetin çalışmalarına katılırlar. Abdurauf Fıtrat cemiyetin kurucularından biridir. Fıtrat burada İsmail Gaspıralı'nın "Darü'r-rahat Müslümanları" eserini farsçaya çevirir ve bu çeviri, Buhara'da gençler tarafından kurulan "Kitabhane-i Ma'rifet" cemiyetinin sağladığı para ile neşredilir."Burada ilginç olan, geleceğin dünyaca meşhur türkologu Kırımlı genç Bekir Çobanzade'nin de aynı yıllarda, yani 1912-1914 yılları arasında İstanbul'da tahsilde bulunmasıdır. Çobanzade, burada Fıtrat'la tanışıp dost olmuş ve bu dostluk bir ömür boyu devam etmiştir. Kırımlı talebelerin en genci olan Çobanzade, Fıtrat'ın dikkatini çeker. Fıtrat, sohbetlerinden birinde, İstanbul'a tahsile giden Türkistanlı gençler arasında Hamza'nın da bulunduğunu bildirmektedir. Rusya'dan gelen gençler "Dilde, fikirde, işte birlik" düsturu altında konuşmakta ve Türk boylarının birleşmesini isteyen "Millet atası" Gaspıralı 'nın yolundan yürümektedirler. 1914 yılında Fıtrat Buhara'ya, Hamza Hokand'a, Çobanzade ise Kırım'a doğru yola çıkarlar. Onlar İsmail Gaspıralı Bey' in vefat haberini yolda öğrenirler.

Gaspıralı'yı en çok ilgilendiren dahilerden biri Alişir Nevaî olup; Gaspıralı bu meşhur şairin eserlerinin Türkistan'da geniş kitlelere ulaşmasında büyük bir hizmet görmüştür.

Kırım tatarları, bu büyük şairin eserleriyle tanışmaya bir kaç asır önceden başlamışlardı. Süreli bir yayın organı çıkarma hazırlığında bulunan İ. Gaspıralı, Nevaî'nin bazı eserlerini Kırım Tatarcasına aktarmıştır. Şairin en önemli eserlerinden biri sayılan Muhakemetü'l-Lugateyn bu çalışmalardan biri olarak 1882 yılında Bahçesaray'da basılmıştı. 1940'lı yıllarda Leningrad Üniversitesi'nde hoca olarak çalışan Zedla Aksakov'un, "Sovet Edebiyatı" dergisinin 1941 yılı Şubat sayısında basılan makalesinde kaydedildiği gibi Kırım Tatarları bu eseri hüsn-i kabulle karşılamışlardır.

İ. Gaspıralı, 1895 yılında Bahçesaray şehrinde, meşhur eserlerinden biri olan "Türkistan Uleması"nı neşrettirdi. Gaspıralı, bir zamanlar elden ele dolaşmakta olan bu eserinde Orta Asya'nın meşhur simaları İbni Sina, Farabî, Birunî Nevaî ve Babür hakkındaki düşüncelerini belirtmekte ve bu şahısların dünyanın tekakkisinde oynadıkları role işaret etmektedir.

Edip ve gazeteci Gaspıralı sık sık Türkistan konusunu işler. Meşhur eserlerinden biri olan Darü'r-rahat Müslümanları romanının baş kahramanı Taşkentli Molla Abbas'tır; edip kahramanının İspanya seyahatinde onu bir Fransız turist olarak gösterir. Hace-i Sibyan ders kitabindaki "İki Ulu Şair" başlıklı makalesinde de öğrencileri Puşkin ve Nevaî'nin eserleriyle tanıştırır.

Ortak bir edebî dil oluşturmak maksadıyla usanmadan çalışan Gaspıralı, Alişir Nevai'nin Türk şivelerinin inkişafındaki rolüne büyük bir değer verir. Gaspıralı, "Tercüman” gazetesinin l908 yılı 5. sayısında çıkan makalesinde edebî dil hakkında fikirlerini şöyle beyan ediyor:

"Eğitimi Denetleme Dairesi"nin tarifini yanlış buluyoruz; zira, onlar "halkın anadili milletin edebî dilidir" diyorlar. Bizim eski edebî dilimizin bir ucu Alişir Nevaî'nin dili ise, bütün şivelerin iştirakiyle oluşacak yeni dilimiz de onun ikinci bir ucudur. "Eğitimi Denetleme Dairesi" burada büyük bir yanlış yapıyor. Bu yanlışlığı, Petersburg'da dili iyi bilmeyenler yapsalar belki afvedilebilir; ama Bahçesaray, Bakû, Orenburg, Kazan vb. yerlerde böyle bir hata afvedilmek şöyle dursun tam bir cinayettir."

Tuvgan Til ve Milliy Maarif (Anadili ve Milli Eğitim) isimli makalesinde ise bu fikrini devam ettirerek şunları yazıyor :

" Tarih gösteriyor ki, daha Rusya'da eğitim öğretimin, mekteplerin olmadığı zamanlarda, Türk boyları arasında ilim ve fenn inkişaf etmiş; Türk boyları, Alişir Nevaî, Fuzulî gibi dünya çapında büyük yazarlar, şairler, İbni Sina gibi dünyaca tanınmış filozof-alimler, bilimin muhtelif sahalarında engin bilgiye sahip, kabiliyetli uzmanlar yetiştirmişlerdi. Bunu, bundan bin yıl önce yazılmış binlerce ilmî ve edebî eser de isbat etmektedir.

İbni Sina ve Alişir Nevaî devirlerinde türk milletinde yüksek bir maneviyat, hızlı bir büyüme, bilim ve edebiyatta misilsiz bir gelişme ve bir coşku vardı. Lakin sonraları, bu millet, çeşitli düşmanlar tarafından, her yönden şiddetli hücumlara, amansız mağlubiyetlere uğratıldı; bütün gelişme ve büyümesi durdu; bilim ve edebiyatta geriledi; boyları-oymakları dört bir tarafa dağıtıldı. En fenası da bu dağılmış boylar-oymaklar güçlü milletlerin baskı ve tesiri altında kaldılar. Atalarının, büyük zorluklarla, uzun bir zaman sürecinde elde ettiği kazançları hemen hemen yok olup mazide kaldı. Millet, asırlarca devam eden bir durgunluk ve cehalet uyukusuna daldı. Türk boylarının bir kısmı arap tesirine kapılıp arap dili, ruh ve düşüncesiyle yaşadı; Azerbaycan türk leri, fars şiiri ve fars ruhuyla zevk alır oldular; Kuzey türkleri yani tatarlar ise ruslarla karışıp rus tesirine kapılarak yaşamağa mecbur oldular."

Türkistan'da faaliyet gösteren misyonerlerden biri, Tuzemnaya Gazeta (Mahalli gazeti)nın redaktörü N. P. Ostroumov Kuran ve Tekakkiyat adlı kitabında (Taşkent, 1903) Gaspıralı'nın faaliyetlerine geniş bir yer ayırır: "Gaspıralı, müslüman okullarını eski arap seviyesine yükseltmek niyetini asla gizlemez; o, tatarlar için özel hayır kurumları, halk kütüp haneleri, iş yerleri açılmasını yürekten selamlar ; tatar temsilleri, bediî eserleri hakkında müsbet fikirler bildirir, ama tatarların ruslar tarafından asimile edilmelerine asla razı olmaz" diye yazar, Ostroumov. Bu fikirler, misyonerlerin Gaspıralı'nın Türk eğitim ve kültürü sahasındaki çalışmalarından hoşlanmadıklarını açıkça göstermektedir. Bu vakıayı, Türkistan'ın 1916-1917 yılları arasındaki genel valisi İ. Kurapatkin'in günlüğünde yer alan şu satırlar da doğrulamaktadır : " Biz elli yıl boyunca yerli halkı ilerlemelerin dışında, okullarından ve rus hayatından uzakta tuttuk."
Basın, Türk boylarının bu dahi şahsiyetinin hayatı, eğitim faaliyetleri ve vakitsiz ölümü hakkında yazılar, mersi yeler yayımlamıştı. Bu yazılarda Gaspıralı 'nın Rusya müslümanlarına, hususen Türkistan maarif ve matbuatına ettiği unutulmaz hizmetler anılmaktaydı. Gaspıralı'nın vakitsiz ölümü Türkistan aydınlarının kalbini şiddetli bir matem ateşi ile yakmıştı.

"Millet atası"nın vefatı hakkında ilk olarak Azerbaycan'ın sevilen evladı Neriman Nerimanov, Türkistanlı cedidçilerin önderi Mahmudhoca Behbudî, Özbek edebiyatının görkemli temsilcisi Hamza ve sırasıyla diğerleri duygularını beyan ettiler.

Mahmudhoca Behbudî, Ayna dergisinin 1914 yılı 49. sayısında basılmış olan "İsmail Bey Hazretlerinen Suhbet" (İsmail Bey Hazretleriyle Sohbet) isimli makalesinde, Gaspıralı ile İstanbul'da yaptığı görüşmelerden bahs ederek, onun hatırası önünde eğildiğini yazmaktaydı: "Ah! üstadımızı kaybettik... Kim bilir, belki de o uykudadır, rüya alemindedir. Bundan sonra üstadımızın ruhuyla sohbet ederiz."

Hamza'nın, 1988-89 arasında Fen neşriyatınca yayımlanan 5 ciltlik eserler toplamında onun Sada-i Fergana gazetesinin 22 Eylül 1914 tarihli sayısında Gaspıralı'nın vefatı dolayısıyla çıkan "Yevmü'l-vefat" isimli taziyesi ve gazetenin 28 Eylül 1914 tarihli sayısında yer alan "Mersiye"si dikkati çekmektedir. Taziye şu cümlelerle başlıyor :

"Bari yer yüzünde Tatarlargagine has imes belki bütün ehl-i İslamge beraber te'sir kılgen fürkat vechideligden matemlik bir kün yetdi, desek de, merhum ve mağfur İsmail Bek atamıznın yevmü'l-vefatı künüdür.

Özünü insan ikenliğini hakiki köz bile körgenden beri bütün Rusiya müsülmanları arasige maarif deñizini akuzmak ve taş-zarlarnı sebze-zar etmek muradide karşudagi "sedd" bolgan ba'zı nifak, gaflet ve cehalet kebi hesapsız tizilgen eñ zor kette tağlarnı yalguz özü Ferhat kebi ictihat ve gayret tişesi bile bozup tekiz kılgan zat da bu merhum ve magfur İsmail Bek hazretleri idi..."

[... Dünyada ayrılıktan kaynaklanan ve sadece Tatarları değil, bütün İslam alemini aynı şekilde etkileyen bir matem günü varsa, bu, merhum ve magfur İsmail Bey babamızın vefat ettiği gündür.

Kendisinin bir insan olduğunu kalp gözü ile gördüğünden beri, eğitim denizini Rusya müslümanları arasına akıtmak ve onların taşlık (çorak) sahalarını bir çimenliğe çevirme arzusunun karşısındaki engelleri, gaflet ve cehalet dağlarını cesaret ve gayret balyozu ile, Ferhat gibi bir başına, dümdüz eden de magfur İsmail Bey hazretleri idi... ]

Taziye şu yanık satırlarla bitiyor:

[İlahâ, illa tebarek ve teala bu atamıznıñ hakına barça müsülman balalarınıñ duası hayrların kabul etüp pâk ruhunu cennetü'l-firdevsge mihman edüp evlatlarıga sabr-i cemil ve ecr-i azim ata eylesün."

[İlahi! Bu mübarek ve muhterem babamızın hatırası hürmetine bütün müslüman çocukların hayır dualarını kabul et! Pâk ruhunu cennet bahçelerinde müsafir eyle! Geride kalanlara sabır ve takat ver! ] *

Şairin "Mersiye"si ise, yaklaşık 75 yıl kitaplarına alınmadı. Bu mersiyeyi, şair Rıza Fazıl ricamız üzerine ana dilimize aktardı. **


M E R S İ Y E
Vah, kara kün tüşdü kaydan, bağ ü bostandan cüda,
Bi-sabr dilden, çare koldan, dahr-i Lokmandan cüda,
Nur közden, tab ü tenden, derd ü dermandan cüda,
Tir yaydan, sayd candan, sine kalkandan cüda,
Gonça gülden, gül tikenden, sebze reyhandan cüda,
Nişe bostandan, sedefler abr ü neysandan cüda,
Ah, millet yetdi bu dem kaygulık, gamlık zaman,
Tegdi agzıñge helaket taşı, imdi tola kan,
Dad kıl, devr-ı felekden, batdı hurşid-i cehan,
Matem eyle, ağlasun ahvaliñe her ins ü can,
Kök sarı uçdu Mesiha cismler candan cüda,
Ya'ni, tekrar-i terakki murğ-i şeb-handan cüda,
Bade-i daniş töküldü, telh oldu ayş u kâm,
Keçe bitmey, kündüz ötmey, kaytadan sübh oldu şam
Gevher-i metleb uşaldı tapmayın kıymet tamam,
Söz-i hicran birle kaldı yar u dost u has u âm.
Boldu zulmet keçes i şem-i şebistandan cüda,
Ya'ni, daniş kişti zar boldu dehkandan cüda,
Ey felek, çarhıñ bozulsun, dad destiñden seni
Héç kişi olmasa abad destiñden seni,
Tapmasa héç kes aman, feryad destiñden seni,
Barça ilm olgusu berbad destiñden seni,
Yok ilkden bolmagan maksud dermandan cüda,
Asman mah-pâresinden arzu rahşandan cüda.
Körmedüñ dünyada millet derdiden başka huzur,
Tapdı kıble-i mevt emraziñni esrar-i zuhur,
Hidmetiñ hakkı yağsun kabr-i ecdadiñge nur,
Ecrler eylep eta cabren cemilen ol gafur,
Kılmasın hakıñda evladıñnı ihsandan cüda,
Ya'ni, daim hidmetiñni neyr u irfandan cüda.
Ah, bolduñ tığsız milletge kurban, elveda!
Bargah-i Hakga kıldıñ tuhfeni can, elveda
Ravza-i Ahmed'ge olduñ ruh-i mihman, elveda
Ta kıyamet bahr-ı rahmet senge, tufan, elveda
Olmasundaim mezarıñ nur-i Rahman'dan cüda,
Olmagıl hergiz bihiştde hur ı gılmandan cüda.

Yukarıda verilen bu dokunaklı taziyeden sonra Neriman Nerimanov'un 20 Eylül 1914 tarihinde Basiret gazetesinde neşredilen taziyesindeki şu sözler oldukça anlamladır: "Ancak, ben burada iki yol göstermek isterdim: Birincisi; İsmail Bey'in millete ettiği hizmetleri, mükemmel bir surette, anlamlı kelimelerle yazarak bunu her tarafa dağıtmak. İkincisi; İsmail Bey'in Bahçesaray'daki mezarına bir taş dikip, bu taşa şu sözleri yazmak: "Millet, senin gibi bir kahramanı unutacak olursa, kendi kendini yok etmeğe çalışıyor demektir."

Ancak, vefa borcunun bu şekilde ödenmesini önleyen bazı engeller ortaya çıktı. Yirminci asrın başlarında, halkı cehaletten kurtarmaya, onu aydınlık bir yola çıkarmaya çalışan ve bunun yolunu da eğitimde bulan İsmail Bey'in ideallerini benimsemiş aydınların faaliyetleri devrimden hemen sonraki yıllarda yanlış değerlendirildi. Okullardaki eğitimi Usul-i Cedid yani modern tarzda kurmak isteyenler "burjuva ideolojisinin yardakçıları" olmakla suçlandılar. Edebiyatta bu yolu tercih edenler "burjuva edebiyatçıları" damgasını yediler. Daha sonra da "Ceditçi" damgasını taşıyan edebiyatçılara "milletçi" (:ırkçı, faşist! B. Orak) suçunu isnad etmek çok kolay oldu. Böylece de "şahsı putlaştırma" devri kurbanlarının listesi tamamlandı. Gerçi, otuzlu yıllarda, hakikat ve adalet, "cedidizm"in burjuva ideolojisi m******* taşımadığı, "kapıtalizmin gelişmesi için çalışanlar"ın aslında parlak bir gelecek için çalıştıklarını gösterdi, ama biraz sonra başlayan savaş İ. Gaspıralı'nın milletinin ana yurdundan sürülmesine sebeb oldu. Öz evladının mezarına bir baş taşı dikmekten bile mahrum bırakılan millet, aradan yaklaşık elli yıl geçtikten sonra ancak vatanına dönmeğe başladı. Büyük milletimizin, adı yaklaşık altmış yıldır tarih kitaplarından silinen atasının mezarına inşallah, artık bir baş taşı dikilir, onun daha henüz gün yüzü görmemiş eserleri mirasçılarına iade edilir.

Eminim ki, bütün Türk boyları, böyle mutlu günleri bizimle birlikte kutlarlar; öz atalarına saygı gösterirler. Gaspıralı'nın Türkistan'daki faaliyetleri hakkında ilk çalışmaları yapan ve bu merasimde bunları bize sunan görkemli Özbek alimleri Salih Kasımov, Begali Kasımov, Şerali Turdıyev ve değerlerinin isimleri de hürmete anılır.

Ulu atamızın vasiyeti olan "Dilde, fikirde, işte birlik" düsturuyla, halklarımızı birleştirme yolunda; inşallah büyük kazançlar elde ederiz.



</SPAN>
</SPAN>


Misafir 7 Mayıs 2006 01:29

Problem nasıl çözülür?
 
Bir problem çözmek için kullanabileceğimiz yeni bir yöntem var sanırım. Bu yöntemin aşamaları bir 'Hedef Belirlemek', hedefimizle ilgili 'Bilgi Toplamak', hedefimizle ilgili insanlarla 'Empati Kurmak', bu insanları amacımıza doğru 'Harekete Geçiricileri Bulmak', 'Alternatif Senaryolar Planlamak' ve 'Sistemi Uygulamak' olarak sıralanabilir.

Diyelim ki, hedefimiz, belirli bir mağazadan beğendiğimiz bir çift ayakkabıyı almak ve onu üzerindeki fiyattan daha ucuza almak istiyoruz. Daha sonra bu hedefle ilgili bir araştırma yapıyoruz ve ayakkabının üç ayrı mağazada aynı fiyata, 50 YTL'ye satıldığını görüyoruz. Bundan sonra bu mağazalardan biri ile kıran kırana bir pazarlık yapıyoruz ve ayakkabının fiyatını 40 YTL'ye indirtiyoruz. Ancak biz ayakkabıyı bundan da ucuza, mümkünse 38 YTL'ye indirmek istiyoruz. Ayakkabıyı 40 YTL'ye vermeye razı olan dükkandan düşünmek için bir saat kadar süre istiyoruz ve bu teklifi geçerli kılmaları için bunu dükkanın kartının arkasına yazmalarını istiyoruz. Daha sonra ayakkabının modeli ve indirimli fiyatı olan kart ile diğer mağazalardan birine gidiyor ve oradan da ayakkabıyı indirimli almak istiyoruz. Ancak onların da en çok indiği fiyat 40 YTL oluyor. Ardından cebimizdeki kartı çıkarıyor ve diyoruz ki: “Neden sizden alayım, A mağazası da bu fiyata veriyor.” Ancak bu mağazadaki satıcı kararlı çıkıyor ve biz üçüncü mağazaya gidiyoruz. Yine aynı şeyler yaşanıyor. Pazarlığın sonucunda onlar da 40 YTL'ye iniyorlar ve biz kartı yeniden çıkartıyoruz. Bu sefer, onlara 37 YTL'ye inecek olurlarsa alacağımızı söylüyoruz. Onlar en çok 1 YTL ineriz, 39 yaparız diyorlar ve biz ısrar ediyor ve ayakkabıyı 38 YTL'ye alıyoruz.
Şimdi yukarıdaki örneği analiz edelim: Hedef 38 YTL'ye bir ayakkabı almak.
Problem çözmenin bilgi toplama aşaması, ayakkabının satıldığı mağazaları bulmaktır.
Mağazadaki satıcılar hangi şartlar altında bu ayakkabıyı 40 YTL'nin altına düşmeyi düşünürler sorusu, mağazadaki satıcıyla empati kurma aşamasıdır. İnsanları yazılar, sözlerden daha çok harekete geçiriyorlar. Bir satıcıya “Ya şu dükkânda bu kadara veriyorlar” deseniz, sözünüze itibar etmiyorlar; ama o dükkânın kartını gösterirseniz harekete geçiyorlar. Herkesin harekete geçiricisi farklıdır; ama bu örnekte yazılı kart dükkân sahibini harekete geçiriyor. Problem çözmenin senaryo planlama aşaması, işler planladığı gibi gitmeyecek olursa ne yapılacağını içerir. İkinci dükkândaki satıcı kartı görmesine rağmen indirim yapmayınca farklı bir üçüncü dükkâna gitmek farklı bir senaryoya sahip olmaktır. O durumda başka müzakere teknikleri de devreye sokulabilirdi. Bütün bunları planlamanın tamamı ise problemi çözmek için bir sistem kurmaktır.
Başka bir örnek daha verelim. Ancak bu sefer analizi size kalsın. Arzu, çalıştığı Rus şirketindeki işinden ayrılmış ve yurda dönmüştür ve iş aramaktadır. Kendine çalışmak için bir şirket seçer. Modarana isimli şirket özel bir kumaş üretmektedir. Arzu, bu şirket ve ürettiği kumaş hakkında bilgi toplar. Yerli yabancı sektör dergilerini okur ve bir Rus dergisinde Modarana'nın ürettiği kumaşın Rusya'da şu sıra çok popüler olduğunu öğrenir. Buna rağmen Modarana'nın Rusya'ya hiç ihracatı olmadığını da ihracatçı birliklerinden tespit eder. Arzu, “Benim gibi Rusça bilen ve Rus pazarında deneyimli birini almaları için, Modarana'nın yöneticilerini ne harekete geçirir diye kendi kendine sorar. Ardından Modarana'nın ürettiği cinsten kumaşları Rusya'da satın alan bir Rus şirketine bu kumaşların Modarana'da çok uygun koşullarda satıldığını ve Modarana'nın e-posta adresini bildirir. Ruslar, Rusça bir e-posta atarlar Modarana'ya. Aynı gün Arzu da Modarana'ya iş başvurusu yapar. Yöneticiler, daha iş görüşmesi sırasında Ruslara bir teklif yazdırırlar Arzu'ya. Daha sonraki görüşmelerde koşullarda anlaşan iki şirket ticarete başlarlar. Modarana'da Arzu'yu işe alarak onun Rusça ve Rus piyasa bilgisinden yararlanırlar.


Misafir 7 Mayıs 2006 06:15

YORUM SİZLERİN
 
http://www.zaman.com.tr/2006/05/07/vedud.jpg


Geçen yıl New York’ta Saint John Katedrali’nde kıldırdığı cuma namazından sonra dünya gündemini sarsan Amerikalı “kadın imam” Tempo Dergisi’nin bir organizasyonu ile birkaç gündür Türkiye’de.

Tempo’dan sevgili Ebru Timur, Virginia Commonwealth Üniversitesi İslam Araştırmalar Kürsüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Emine Vedud’la özel bir röportaj yapma teklifini getirdiğinde memnuniyetle kabul ettim. Cuma günü Yeditepe Üniversitesi’nde vereceği konferans sonrasında kendisine soru yöneltebilmem için bir saatlik bir zaman ayrıldığı için değişik kategorilerde iki sayfalık bir soru listesi hazırladım. Sadece örtü ve namaza değil, Amerika ölçeğinde din-devlet ilişkilerine de eğilmek istedim. Kendisinin bir bilim insanı, bir aktivist, bir anne, bir kadın, bir Müslüman olarak portresini çizmeye niyetlendim.

Vedud, ne yazık ki Yeditepeli öğrencilerin pek ilgisini çekmemişti, İnan Kıraç Salonu’nda birkaç öğrenci vardı sadece, çok sayıda öğretim görevlisinin dışında medya tam kadro oradaydı. Emine Hanım içeri girdiğinde bazı öğretim üyeleri kendi aralarında, pembe soket çorap, dümdüz, boyasız siyah ayakkabı, çiçekli fistan üstü hırka, biri bone niyetine takılmış iç içe iki eşarptan oluşan kıyafetini çok beğendiklerini söylediler birbirlerine.
Konferans sonrası panele geçildi. İlk soru bir erkek öğretim üyesinden geldi. Emine Hanım, “Kadınların özgürleştirilmesini başınızdaki örtüyle nasıl savunabiliyorsunuz?” sorusuna tepki gösterdi ve örtülerini birer birer çıkarıp, Afrikalı ataları gibi ince ince örülmüş siyah saçlarını ortaya serdi ve haziruna “Cennet ve cehennem arasında 45 inçlik bu bez parçasını mı görüyorsunuz? Aşın bunları artık.” dedi. Vedud’un bu jesti başta Mütevelli Heyeti Başkanı Bedrettin Dalan olmak üzere bütün öğretim görevlilerince coşkuyla alkışlandı. Ben içimden,





“Anlamadılar espriyi, kadın onları protesto ediyor, onlar kendisini alkışlıyorlar.” diye düşünürken bilim heyeti kendisine teşekkürler yağdırdı.

“Atatürk burada olsa ne kadar mutlu olurdu.” dediler. Fakat sevinçleri uzun sürmedi. Vedud, yeterince görüntü alındığına kanaat getirince örtülerinden birini yeniden bağladı. Yanında oturduğum kadın öğretim üyeleri “Aaa, oldu mu şimdi, niye kapatıyorsun tekrar?” diye vahvahlandılar.

Vedud aynı hareketi öğle yemeği sırasında da yapmış. İki gündür onu izleyen foto muhabirleri onun durmadan aç-kapa yaptığını, bunu bir şov haline getirdiğini söylediler. Vedud, konferansta geçmişte dört yıl boyunca yüzünü de örttüğünü, örtüsünü evine yabancı erkek misafirler geldiği zaman da taktığını belirtti. Benden önce CNN Türk’e çarşıya pazara giderken başını açtığını ifade etmiş, geçen yıl Tempo’ya verdiği röportajda ise şöyle demişti:

“Evde türban takmıyorum. Zengin biri olsaydım ve yanımda erkek çalışanlar olsaydı, onların yanında da takmazdım. Eskiden çok muhafazakârdım. Akademisyen olduktan sonra muhafazakârlığı bıraktım.”

Olabilir, bence hiçbir mahzur yok. Belki bir süre sonra şu an muhafaza ettiği başka şeyleri de bırakacaktır. Mesela bir gün başörtüsünü tamamen çıkaracaktır. Hatta, başı açık olarak bir cemaate imamlık yaparken göreceğizdir onu. Her durumda amenna. Kafa karışıklığı herkesin hakkıdır. Seçim özgürlüğüne tamamen inanmış, seçimini örtüsüzlükten yana koyan biriyim. Örtünmenin dinî bir zorunluluk olmadığına inanan Emine Hanım’ı bu düşüncesi yüzünden eleştirecek de değilim. Ama örtü, dinî bir zorunluluk olarak kabul edilsin ya da edilmesin bir kadının Müslüman olduğunun simgesidir. Bu, başı açıkların Müslüman olmadığını göstermiyor elbette; ama eğer bir kadın kendini “ilerici, feminist Müslüman’ım” diye kodluyorsa, dinde reformun öncüsü olarak konuşuyor, açıkça “cinsiyet cihadı yapıyorum” diyorsa, bu cihad “ilerici olmayan, geleneksel Müslümanlara” karşı açıldığına göre, en azından sözüne kulak verilmesi için onlar gibi görünmek zorunda. Yani o simgeye teknik olarak ihtiyacı var. Ha! Örtü öyle zengin bir simge ki, ara sıra da “şekle takılmayın, öze gelin” babından şov yapma fırsatı veriyor insana.
Kur’an’ın ruhuna aykırı bir şekilde dinin, kadın aleyhine yorumlandığı bir gerçektir ve erkeklerin de hayrına mücadele edilesi bir durumdur. Ancak bu konuda bir liderin peşine takılacaksam, onda önce tutarlılık ve samimiyet ararım. “Aşın bunları aşın” diye kahramanca bir eda ile örtüsünü açtığında “Bravo, işte budur” diye alkışlanırken zevkten dört köşe olup bu alkışları kabul edeceğine iki damla gözyaşı dökseydi ve “Durun, alkışlamayın. Bu hüzün verici bir an. Bana örtümü açtıran şey, sizin dar görüşlülüğünüz. Ben bu siyah-beyaz mantığı yıkmak için açtım başımı” diyebilseydi daha inandırıcı olurdu. Oysa ne yaptı cinsiyet cihadcısı Vedud? Başını açabilme özgürlüğünü yaşayabildiği Türkiye’ye davet edilmekten duyduğu memnuniyeti ifade ederken gözleri nemlendi, dudakları titredi. Foto muhabirleri gözü yaşlı kadın imam fotoğrafını atlamamak için sahnenin önüne doluştu. Ne yazık ki imamın yaşları, gözpınarlarında hapis kalmıştı, dışarı salınamadı.
Madem 14 asır sonra gelen bir kadın imamdır, madem feminist bir liderdir, dininin aşkına kadınlara adalet peşindedir, flaşlar birbiri ardınca patlarken “Seçimleri başlarını kapatmaktan yana olan Türk hemcinslerime üniversitede bilim yapmayı yasaklayan anlayışın beni derin bir şekilde yaraladığını hatırlamanızı isterim. Benim şu anda başımı açmam, sizleri memnun etmek için değil, seçim özgürlüğünün kutsallığını vurgulamak içindi. Başım kapalı olduğu halde bana bu kürsüden seslenme ayrıcalığı tanıdınız. Bu beni bir yandan sevindiriyor, ama bir yandan da eziyor. Cihadını yaptığım cins ayrımcılığının terk edileceği umudunu korumak istiyorum” diye konuşabilseydi, Müslüman oluşunda rolü olduğunu açıkladığı Martin Luther King’in ünlü “Bir rüyam var” başlıklı nutkundan bir alıntı yapabilseydi, önce aslını okuyup ardından baş örtme özgürlüğü kısıtlanan ülkelere özgü bazı değişikliklerle yeniden ifade etseydi, deseydi ki mesela:
“Şu anın getirdiği güçlük ve engellere rağmen bir rüyam var benim. Gün gelecek insanlık ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamda yaşayacak. Gün gelecek örtülüler ve örtüsüzler kardeşlik sofrasında birlikte oturacaklar. O zaman adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla çölleşmiş her ülke bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Bir rüyam var. Bir gün kadınlar örtüleriyle değil karakterlerine göre değerlendirilecek bir dünyada yaşayacaklar. Örtülülerle örtüsüzler el ele yürüyecekler. Ahenksiz bağırtıları bu inanç sayesinde bir kardeşlik senfonisine dönüştüreceğiz...” Demedi. Canı sağ olsun. Röportaja geçtik. Bu duygularımı ifade ettim. Beni bir kere daha kanattı: “Ne yapsaydım daha fazla? Göbek dansı mı? Gerçi onu da yapmayı seviyorum. Mısır’da öğrenmiştim.”
Bunu söyledikten sonra bu konuları tartışmanın bir yararı olmadığını, çok yorulduğunu, devam etmek istemediğini belirterek elimi sıktı ve arkasını dönüp uzaklaştı. İçim yangın yerine döndü. Örtünün dışında soramadığım sorulara kana kana yanamadım. Onun kişisel yorumlarının ABD hükümetlerinin bütün İslam ülkelerinde görmeyi istediği anlayışla hangi noktalarda ayrıştığı, ABD bütün dünyaya reform servisi yaparken, onun cihad projesinin medeniyetler çatışmasının bir parçası olmaması için ne tedbir aldığı, tarihe ilk kadın imam olarak geçmeden önce, meydan okuyuşunun sembollerini seçmede aceleci davranıp davranmadığı, bir Protestan kilisesinde, kameralar önünde imamet yapmanın bir şov olarak algılanıp samimiyetine gölge düşebileceğini öngörüp göremediği, bir bilim insanı olarak bambaşka bir kişilik kumaşı isteyen imamlığa heves edişini “davet ettiler, kıramadım” diyerek nasıl izah edebildiği, İslam’ın değiştirmeyi, esnetmeyi düşündüğü başka kuralları olup olmadığı, Kur’an’a erkek bakışını reddederken karşısına kadın bakışı koymasının aynı ölçüde tehlikeli bir yaklaşım olabileceğini düşünüp düşünmediği, “Kur’an’daki kadın sesini arıyorum” derken ruhun cinsiyetinin olmadığını soramamışım ne gam!. Hiç değilse bana göbek dansı yapmak zorunda kalmadı. Böylece Vedud’un 400 yıl önce köle olarak ABD’ye getirilen atalarının ruhunu da taciz etmemiş oldum.


Boş salona konuştu

Prof. Dr. Emine Vedud’un önceki gün Yeditepe Üniversitesi’nde verdiği konferans ilgi görmedi. Mütevelli heyet başkanlığını Bedrettin Dalan’ın yaptığı Yeditepe Üniversitesi’ndeki ‘İslam’da kadın ve reform’ konulu konferans öğrencilerin dikkatini çekmedi. 1500 kişilik salonda Amerikalı ‘kadın imamı’ yaklaşık 80 kişi dinledi. Vedud’u dinlemeye gelenlerin çoğu Yeditepe’deki öğretim görevlileri ve medya mensuplarıydı. Konferansta katılımcıların sorularını cevaplayan Vedud, ‘Başınızdaki başörtüsü ile kadının özgürlüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz?’ şeklindeki soruya başörtüsünü çıkararak cevap verdi. Vedud “Cennet ile cehennem arasında 45 cm’lik bu bezi mi görüyorsunuz. Aşın bunları artık aşın!” diye tepkide bulundu.

Başörtüsünü çıkarmak benim için bir mesele değil

Babanız Metodist bir papazdı. Müslüman olmaya karar verdiğinizde onunla bir çatışma yaşadınız mı?
Babam ilk ruhani öğretmenim. Ben babamın bir kadın vücudunda oturmuş şekliyim. Babam bana “Anlayabildiğin kadar gerçeği yaşa.” derdi. 14 yaşındayken eğitim nedeniyle ailemden ayrıldım. Babamdan daha fazla eğitim gördüm, dünyanın değişik yerlerindeki çok değişik dinî uygulamaları öğrenme fırsatı buldum. 1972 yılı şükran günü Müslüman oldum. (19 yaşında) Babam iki yıl sonra öldü. Son iki yılını çok hasta geçirdiği için onunla bu konuda derin felsefi tartışmalara giremedim. Babamın benim hakkımda nasıl bir anlayışla öldüğünü bilemiyorum, en azından Allah’a inandığımı biliyordu.
Ailenizde sizin dışınızda Müslümanlığı seçen oldu mu?
Hayır. Hâlâ da aileme çok yakınım.
Eşiniz ve çocuklarınız ne işle meşguller?
Kendi isteğimle iki kez boşandım. Son otuz yılımı iki evliliğimden doğan çocuklarıma hasretmiş durumdayım. Beş çocuğum var. Yetişkin durumda ve mükemmel insanlar. Şanslılar ki İslam’ın onlar için bir seçenek olduğunu biliyorlar ve kendi bilinçleriyle seçtiler zaten.
Biraz evvel sizi dinlerken içim acıdı. Sizin dışınızda hiçbir Türk bilim kadını, örtüsüyle bu kürsüye çıkamazdı. Sizin dinlenebilmeniz de başların açık olması şartına bağlıydı. Öğrenci ve öğretim üyesi olmadıkları halde sizi dinlemeye gelen insanların başörtüleri açtırıldı. Konuşmanızda adalete bu kadar vurgu yaparken, bu adaletsizliğe de dikkat çekmenizi, büyük bir jestle “aşın bunu” diyerek başınızı açtığınızda alkışlanırken “Alkışlarınız beni hüzünlendirdi” demenizi bekledim.
Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm. Örtüyü kendi seçimimle taktığımı vurguladığımı zannediyorum. Başörtüsü takmayan insanlarla bazı konularda hemfikir olmayabiliriz; ama başka konularda hemfikir olabiliriz.
Başörtüsünün bir seçim olduğuna ben de inanıyorum. Ama cinsiyet, din ve eşitsizlikler üzerine çalışan ve yaptığı hareketler, yazdığı kitaplarla, “ilerici İslam’ın” sembolü olmuş bir kadından, üniversitelerdeki kapanma yasağına değinmesini beklemese miydim?
İnsanların benden ne beklediğini bilmiyorum. Tutumumu örtüyü hem takarak hem de çıkararak gösterdim. Başka ne yapmamı bekliyorsunuz, göbek mi atayım? Aslında göbek atmak da hoşuma gidiyor, Mısır’da öğrendim bunu.
Başınızı bazen açıp bazen kapamanız psikolojik olarak sizi nasıl etkiliyor, kimlik bunalımı yaşıyor musunuz?
Otuz yıldır uyguladığım şey başörtümü daima takmak, evin içinde bile. Bir erkek misafir geldiği zaman bile takmak. Halk arasına çıktığımda da başörtümü takarım. İnsanlara başörtüsünün kendi seçimim olduğunu anlattığım halde, anlamadıklarını görünce, esnek davranmaya, gerektiğinde çıkarmaya başladım. Kendimi hissettiğim rahatlık derecesine göre başörtümü takıyorum ya da açıyorum. Bu paradoksun getirdiği şizofreniden tamamen uzaklaşıp tam bir uyum seviyesine gelmiş durumdayım.
Bugün kürsüden önce, öğle yemeğinde de başınızı açtınız...
Çünkü rektör dahil olmak üzere Türkiye’de herkes büyük bir obsesyon içinde. Onu aşmak yani bunu takmanın benim için çok büyük bir mesele olmadığını anlatmak için açtım.
Demin ‘Göbek dansı mı yapsaydım?’ dediniz. Göbek dansı yapmanıza gerek yoktu. Şunu diyebilirdiniz: Karşımda seçimleri benim gibi başlarını örtmek olan insanları da görmek isterdim. Tek bir cümle yeterdi, bu adaletsizliğin farkında olduğunuzu gösteren...
Orada örtülü iki kadın vardı.
Öyle mi? Ben görmedim. Kural olarak üniversitenin kapısından içeri öğrencinin annesi bile olsa örtülü giremez. Bu tartışmayla bir yere varamayız. Çok yoruldum. Devam etmeyeceğim...


KafKasKarTaLi 7 Mayıs 2006 16:29

Meluncular Ve Bil


Son bir kaç yıldır “Meluncan’ların” ismini duymayan kalmamıştır. Hani şu Amerika’da ki soydaşlarımız. Zaman zaman onlarla ilgili gazetelerde yayınlanan yazılar okumakta veya haber bültenlerinde seyretmekteyiz. Türkiye’ye ziyaretlere gelirler, Amerika’da her sene düzenlenen “Türk Gününde” aktiv olarak yer alırlar, hatta Meluncan’ların liderliğini yapan Dr. Brent Kenndy ismini atalarının ismi doğrultusunda “Nabi Bülen Egeli” olarak değiştirmeyi düşündüğünü belirtir. Yada Meluncanların Türk olduklarını ispat edebilmek için, dünyanın en büyük film şirketlerinden olan Van Der Kloot, 1995 senesinde “Unutulan Insanlar” isimli bir filmin çekimlerine başlar.
Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de yayınlanmakta olan günlük-siyasi gazete olan “Ortadoğu” da yer alan bir habere göre Meluncanların ve Amerikan Kızılderili Federasyonu’nun “Türk Asamblesine” üye olabilmek için müracaat ettikleri ve bu müracaatın kabul edildiği, buna görede Meluncanlar ve Amerikan Kızılderilileri Federasyonu’na mensup Kızılderili kabilelerinin bundan böyle Türk Halklarının birer mensubu olarak muamele görecekleri belirtilmişti.
Isterseniz bu güne kadar Meluncanlar hakkında bilgi edinememiş olanlar için kısaca onların tarihlerine bir göz atalım: Virginia Üniversitesi Rektör yardımcısı ve Kitle iletişim uzmanı Dr. Brent Kennedy’in önderlik ettiği, kendini Meluncanlar olarak tanıtan Amerikalıların köklerini araştırma öykülerinin tarihi 10 yıl öncesine dayanıyor. Dr. Kennedy’in 10 yıl önce hastalanması sonucu yapılan kan testlerinde Akdeniz Humması başta olmak üzere, Akdeniz bölgesine has bir çok hastalık taşıdığını öğrenir. Amerika dışına hiç çıkmamış olan Kennedy bu hususta ilmi araştırmalar yapmaya başlar ve yaptığı bu araştırmaların sonuçlarını “ Meluncanlar, Gururlu bir Milletin dirilişi ve Amerika’da Etnik bir temizliğin söylenmemiş hikayesi” kitabında toplar.
Sayıları yaklaşık 1 milyonu bulan Meluncan’ların “Osmanlı Levendlerinin torunları oldukları” tezlerinin tarihi dayanakları Ingiliz Tarihçi David Hukluyt’un araştırmalarına dayanıyor. Buna göre 1500-1600 yıllarında Portekizliler, Akdeniz’de bulunan Osmanlı donanmasında ki levendleri esir alırlar, Brezilya’daki kolonilerine gönderirler. Bir Ingiliz Amrali olan Sir Francis Drake onları kolonilerden kurtarır ve gemisine alır. Gemi Virginia açıklarındaki Roanake adasına uğrar. Buradaki Ingilizler gemiyle ülkelerine geri dönmek isteyince Amiral Drake, Ingilizlere yer açmak amacıyla onların sayısı kadar Osmanlı Levendini gemiden indirerek bu adada bırakır. Adada kalan Osnalı Levendleri Kuzey Carolina sahillerine çıkarlar. Oranın yerlisi olan “çeroki” ve Powhatan” adlı Kızılderili kabilelerinin kızlarıyla evlenirler. Böylece Meluncanların ilk kuşak nesilleri dünyay gelirler. Meluncanlar Amerika’nın güney doğu taraflarında Tenessee, Georgia, Güney ve Kuzey Caroline, Virginia, Kentucky, ve Appalachians dağlarının eteklerinde yaşarlar.
Meluncanlar’ın isminin kökü Melun-Can’dır. Kendilerini atalarının yurtlarından ayrı kaldıkları için lanetlenmiş kabul ederler. Melun Osmanlıca’da”Tanrının lanetlediği kişi” anlamına gelir. Buna göre Meluncanların isimlerinin kökeninin Osmanlıca olduğunu söylemek hiçde yanlış olmaz. 200’den fazla Meluncan üzerinde yapılan DNA testlerine göre, bunların Türk, ırak veya Kıbrıs kökenli olmaları çok yüksek bir ihtimaldir. Meluncan’lar erkek çocuklarını sünnet ediyorlar. Meluncan’ların folkloru’da Türke has özellikler içermektedir. Halk danslarında Türklerin’kine benzer figürler göze çarpmaktadır. Bunun yanısıra dokudukları battaniye, kilim ve halılarını süsleyen desenlerde bizimkilerle benzerlik arzetmektedir. Meluncanlar hiç bir kiliseye mensup değiller. Ancak geçmişlerinde günde beş vakit kıbleye dönerek ibadet ettikleri bilinmektedir.
Meluncanlar arasında en ünlülerinin başında köleliğe karşı mücadelesi ile tanınan; ABD’nin 16. Başkanı Abraham Lincoln gelir. Bunun yanısıra 1960’lı yılların en büyük müzik devlerinden Elvis Presley’in de bir Meluncan olduğu biliniyor... Amerika Birleşik Devletlerinin Senatosunda, her fırsatta Türk ve Türkiye aleyhtarı faaliyetlerde bulunan Rum ve Ermeni lobileri karşısında “Meluncanlar” da Türkiye lehine faaliyet gösteren bir doğal lobi olarak çalışabilecek kapasite, nüfüs ve etkinliğe sahiptirler. Ancak biraz yakın ilgi ve alaka gerekmektedir. Özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde yaşamakta olan Türk vatandaşlarımızla daha yakın irtibat halinde olmaları sağlanmalıdır.
Ya bizler, Avrupa Türkleri, bugün sayıları 5 milyona varan ve Avrupa’nın değişik ülkelerinde, değişik statülerde ikamet eden insanlar; bizler, Meluncanların ataları olan Osmanlı levend’lerinden kat kat şanslıyız. Içinde bulunduğumuz çağ’ın bilgisayar çağı olması, telekomunikasyon hizmetlerinin baş döndürücü bir süratle, sürekli yenilenmesi, bütün Avrupa ülkelerinden, Türkiye yani anavatanımızla, gerek Türk televizyonları, gerekse Türk gazeteleri vasıtasıyla diyaloğumuzun canlı olması, teknolojinin imkanları sayesinde Avrupa’nın en uç köşesinden Türkiye’nin hemen hemen her yerine hava yolu bağlantıları ile üç veya dört saat içerisinde ulaşabilme imkanı bizler için şüphesiz iyi bir avantajdır. Oysa bir düşünün bundan 500 yüzyıl önce bu tür imkanların hayal bile edilemediği çağlarda, vatan’ından uzak diyarlarda, gurbet ellerinde kalan veya kalmak zorunda olan insanlarımızın çektiği sıkıntılar ne derece büyüktü, mevcudiyetlerini devam ettirebilme mücadeleleri hemen hemen imkansızdı.
Bizler bugün onlarla kıyaslanamayacak ölçüde şanslı olmamıza rağmen ve Anavatandan ayrılalı daha 35 yılın geçmiş olmasına rağmen değişik bir takım sıkıntılar başgöstermiş durumdadır. Gereken önlemler alınmadığı takdirdede bu sıkıntılar katlanarak çoğalacaktır. Hepimizin çevremizden tanıdığı almanlaşmış, fransızlaşmış, ingilizleşmiş, bulgarlaşmış, yunanlaşmış gibi birçok “leşmiş”, laşmış” eki takabileceğimiz tanıdıklarımız vardır. Yada bir düşünün; Anadolu’nun bağrından Avrupa’nın üç değişik ülkesine çalışmak amacıyla baba ocağından ayrılan üç kardeşin çocukları; bu çocuklara aile gereken Türklük şuurunu ve Islam kültürünü vermemiş ise, en mühimi çocuklar Türkce’yi bilmiyorlarsa ve yıllar sonra köyde, büyükleri ile bir araya geldiklerinde ortaya çıkabilecek manzara ne kadar yürekler acısı olurdu... Üç tane birbirine yabancı amca çocuğu... Tarih, kendi öz benliğine sahip olamamış milletlerin hezimet öyküleri ile doludur. Bizler Avrupa Türklüğünü oluşturan, değişik ülkelerde, değişik zamanlardan beri ve değişik statülerde yaşayan Türkler olarak bu tarih vesikalarını - tıpkı “Meluncan” ların öyküsü gibi - ibretle okumalıyız. Okumalıyız ki, kendimize ve kendimizden sonra gelecek olan nesillere sahip çıkabilelim. Tarihin tozlu sayfalarında birer “Melun Can” olarak değilde “Mesud Can” olarak hayırla anılalım. Tanrı Türkü Korusun.


Misafir 7 Mayıs 2006 18:54

Aydınlara duyurulur
 
Terörle mücadelenin bir sırrı var. Uzmanlar çok şey bilir, vurdulu kırdılı işlerle uğraşmanın özel eğitimini almışlardır, vs. Ama, her mücadele, sadece “masa başında” da değil, “hem masa başında, hem de başını iki elinin arasına alma konumunda” düşünebileceğiniz temel değerlendirmelerle kazanılır.

Bir sırrı var, dedik. O sır şudur: Çıbanları neşterleyeceksiniz ama, vücudu mengeneye almayacaksınız. Meşruiyet şuuru pırıl pırıl ışıyacak. Halbuki hep tersi cazip ve kolay gelir. Sıkı disiplin, sıkı yönlendirme, genel daraltma; işleri kolaylaştıran bir metotmuş gibi görünür. Hiç doğru değildir.
Vücudu mengeneye alan tedbirler, vücuttaki çıbanların lehine işler. Direnç gücünü azaltır. Çıbanları oluşturan mikro organizmalara suç ortakları ve yardımcılar üretir. Normal hastalıklarda da öyle değil midir? Bir gripal enfeksiyon, zatürreye bile yol açabilir. Onu grip virüsü yapmaz yapamaz, direnç zayıfladığı için diğer mikroplar da aktif ve etkili hale gelir, başka hastalıklar da ortaya çıkabilir.
Vücudu hoş tutacaksınız. O çıbanların en büyük şikayetçisi o vücuttur zaten. Üstelik, o çıbanları ve enfeksiyon odaklarını da yok edecek olan da o vücuttur. “Plasebo” testini bilir misiniz? Bazı hastalara... Terörle mücadele, en etkili mahiyetiyle, demokrasi içinde gerçekleştirilebilir. Peki niçin öyle olamadı? Çünkü, mesela, 12 Mart’la sonuçlanan terör safhasında, “meşru iktidarın emrindeki ordu ile terörü tasfiye” fikri aydınların kafasına girmedi. Asker, “bu iktidarla bu olmaz” kanaatine varmakta haklıydı. Aydınların mesajı, görüşü, telkini öyleydi çünkü. Sadece darbeden yana olanları değil, asıl “bu iktidarla olmaz, ordu iktidardaki partiye alet edilmiş olur” diyen sözde demokratları kastediyorum.
Sonra ne oldu? 12 Mart yönetimi, devirdiği meşru iktidarın, kendini zaafa uğratması akıbetiyle karşılaştı. 12 Mart’ın başbakanı Nihat Erim “şerefli bir iş içinde değilim” demek zorunda kaldı. 12 Mart Yönetimi gibi bir yönetim, her yerde örfi idare uygulasa bile, aslen gevşek yönetim olarak kalma zaafından kurtulamaz. “Meşru iktidarı devirmek” gayr-i meşru bir iştir. Onun gölgesinde, onun hatırasına ve imajına rağmen; başka türlü gayr-i meşru işlerin önlenmesi çok zor bir haldir. Sadece 12 Mart’la değil, 12 Eylül’le sonuçlanan terör olaylarında da aynı durum geçerli olmuştur. Ve tedbirler, “vücudu mengeneye alma” tercihinin bütün zaaflarını daima taşımıştır.
... Dreyfus hikayelerini geçelim. Ben eylem aydıncılığını gülünç bulurum. Bildiriler, yürüyüşler, “aydın çocukluğu”dur. Sözü bugüne getirmeden bu husus açıklanamaz. Öyle yapacağım: Bugün, çok değil, benim seçeceğim 5-6 yazar yazılarında ortak aklın 5-6 cümlesine yer verse, 5-6 gün yer verse; inanın ki terörün beli kırılır. Bu bir türlü olmuyor, olamıyor. “Asker her şeye karışmasın” şikayeti çok dile getirilir. Ama, “her şey askere bırakılmasın, bütün sorumluluk askere havale edilmesin” diyen yoktur. Olmamıştır hiç. Demokratik şuur, demokratik kültür, demokratik sorumluluk, demokratik cesaret, demokratik sabır, demokratik ufuk, demokratik disiplin, demokratik tepki, demokratik itidal; bunların hiçbiri olmayacak, ama “demokratikleşme” lakırdılarından geçilmeyecek! 12 Eylül öncesinde bir müftü arkadaşımla konuşuyoruz... Aynen şöyle dediğini hatırlıyorum: “Polis bölünmüş Pol-Der Pol-Bir; öğretmenler bölünmüş TÖS-Töb-Der, yüksek yargı mensupları sokaklarda yürüyüş yapıyor; üniversite, üniversite olmaktan çıkmış; basın ateşe benzin döküyor, siyaset karşılıklı suçlamalarla, kavgalarla kokuşmuş, her gün 10-15 kişi öldürülüyor ve masanın üstünde işte bütün gazeteler var, açıp bakalım, bir tek insaflı yorum bulabilir miyiz? Bunu söyledim diye militarist diyecekler, ama ordu’dan başka ayakta durabilen kurum kaldı mı? Nereye gittiğimiz belli değil mi? Meclis bir cumhurbaşkanı seçemiyor. Hiç kimse kendi nefsinin hesabından vazgeçmiyor. Nefsimize dokunmasınlar da ne olursa olsun, inadı içindeler. Nereye gittiğimiz apaçık ortada. Ve tabii, böyle gecenin seherinden de hayır umulmaz. Sonrası da karanlık...” ... Meşruiyetçilik, bütün düşünceleri, bütün metotları bağlar. Altını çizin: Meşruiyet ihlali’nin zarureti yoktur; cevazların her türlüsü meşruiyete tabidir. Gayr-i meşru cevaz, meşruiyet ihlalinin en belalısıdır. (Canlı bomba gibi) ifrat sapmaları da tefrit sapmaları da gayr-i meşrudur. 12 Eylül’den önce siyasi iktidar meşruiyetini hukuken kaybetmemişti; ama uygulanan ve yaşanan demokrasi türü, meşruiyet sınırlarının içinde değildi. Terörü ve benzeri musibetleri, meşruiyet şuuruna ve sorumluluğuna sahip demokrasi’ler önler. Aydınlara duyurulur. Öncelikle onlara.


ahmetseydi 7 Mayıs 2006 22:41

Başarının vazgeçilmez şartı: ISRAR
 
Başarının vazgeçilmez şartı: ISRAR



Her başarı yolculuğunun, aynı anda korunması gereken iki temel boyutu vardır: İstemek ve eylem. İstersiniz ve yaparsınız; arzularsınız ve yapmanıza izin verilir. Başarmak istiyorsanız, hem arzuda, hem de eylemde ısrar etmeyi alışkanlık haline getirebilmelisiniz.


Gerçekten isteyen, istemekten bıkmaz ve Peygamberimizin(asm) “Acele etmediği sürece her birinizin duasına icabet olunur. Ancak şöyle diyerek acele edenler var: “Ben dua ettim, duam kabul olmadı”1, “Allah ısrarla dua edenleri sever”2 şeklindeki uyarılarını dikkate alır.


Bir gün istemekten bıktığınız şey, aslında istediğiniz şey değildir. Gerçekten yaşamak isteyen, tüm ümitlerini kaybettiğinde bile istemeye devam eder. Gerçekten aç olan insan yiyecek aramaktan bıkamaz.


İki türlü istersiniz: Birincisi inançla, heyecanla, içten ve zevkle; diğeri şüpheyle, güvensizlikle, bıkkınlık, çöküntü veya ilgisizlik halinde. İkinci yolda ilerleyiş yoktur; gerçekten istemediğinizi elde etmeye hazır değilsiniz. Sizin bile inanmadığınıza, kaderinizin Yaratıcının inanmasını nasıl beklersiniz? Almaya hazır olmadığınız, size verilmeye hazır değildir.


En coşku uyandırıcı vermek, en muhtaç olana vermektir. Kimse en içten isteyenden daha muhtaç olamaz. En çok muhtaç olanın isteği, ayda veya haftada bir aklına gelmez. Onu her an ruhunun bir köşesinde yanan ateş olarak canlı tutar. Öyle bir düzeye gelir ki, hayatı tamamen arzularının penceresinden görür. Çok susamışsanız, bir avuç toprağı bile sıkıp suyunu içmek istersiniz.


Sevmekten ve sevgi duygusuyla kalbinizi sürekli aydınlatmaktan usanmayın, ona ne kadar kötülük yaparsanız yapın, hala size iyilik yapmak isteyen bir Kudretin sanatısınız. Vermekten bıkmayandan istemekten bıkmak, insan vicdanını sızlatır. Size her sabah Güneşi veren, bazı özel isteklerinizi henüz vermemişse, üzerinize düşeni yeterince yapmamış olmalısınız.


En büyüğü verecek kadar cömert olan, en küçüğü hala vermemişse, vermek istemediğinden değildir. En zor işi başarmışsanız, en kolay işi başaramayacağınızı nasıl iddia edersiniz?


İstemekten bıkıyorsanız, istediğiniz değerli değildir veya değerinin ne kadar büyük olduğunun farkında değilsinizdir. Onu iyice araştırın, ona yüksek değerler bağlayın; isteklerinizin yeniden canlandığını göreceksiniz.

Israrı başarmak istiyorsak, şu anda yaptığımız işlere odaklanmalı, bilincimize içinde bulunduğu saniyeleri yaşatmalıyız.


Çabalarımızın sonucu bize çabalama heyecanı verir; ama şu anda yaptıklarımızdan kopup sonuçlara odaklandığımızda ilerleyişimiz durur. Zengin olma hayali zenginlik yolunda çalışmayı unutturabilir. Dikkat nereye saplanmışsa, eylem oraya yönelik olacaktır. Merdivenin bir sonraki basamağına adım atabilmeniz için oraya bakmalısınız, merdivenin zirvesine değil. Tırmanırken sadece zirveyi gören, ilk adımda yuvarlanacaktır.


Dünya, Cennet değil. “Elma” dediğinizde pencerenizden kırmızı bir elma uzatılmayacak. Eğer istiyorsanız size verilecek; ama, onun yokluktan varlığa uzanan bir yolu ve yolculuğu var. Bu yıl size yedireceği meyvelerin çekirdeğini, Yaratıcı yıllar önce toprağa ekmişti.


Nice insan kendilerine sunulacak başarılar yola çıkarıldıktan ve tam kapısının eşiğine geldikten sonra, “artık istemiyorum,” demiş ve o başarılar, getirenlerin hüzünlü olarak geri dönmelerine şahitlik etmiştir. Cumhurbaşkanı kapınıza gelmiş, dilenci sanıp geri göndermişsiniz. Dünyada hikmet hâkimdir ve hikmet sabretmektir: Yalnızca bir saniye daha fazla sabreden birinci olacaktır. Sonuçlar heyecanın dostu, ama sabrın düşmanıdır. Heyecana da, sabra da muhtaçsanız, şimdi yaptığınız her şeyi muhteşem geleceğinizle bir arada düşünmelisiniz.


Şu tuzağa hep düşüyoruz: Sevdiğimizi hayal etmenin zevkine dalarak, ona kavuşmanın çileli çırpınışından kaçıyoruz. Hayalde kavuşmanın zevkini, kavuşma yolculuğunun çilesine tercih edenler, kavuşamazlar. Sonra da, günahsız geceleri, ümitsizce ağlayan kırık kalplerle doldururlar.


Bir sınavı, seçimi veya yarışmayı kazanmak için çalışmak heyecan verir. Ama kazanacağınız şeyin büyüklüğünü hayal ettiğinizde aldığınız zevk, ona ulaşma sabrınızı taşıracaktır. Sabrın zorlanması zaferin, taşması ise yenilginin habercisidir. Eğer Cenneti görseydiniz, dünyadan nefret eder, hemen şimdi ölüp oraya gitmek isterdiniz; oysa oraya gitmenin yolu, yaşamak ve orayı kazandıracak işler yapmaktır.


Bazıları bugün bir şiir yazdıklarında, bir ay sonra mesajlarını dünyaya ulaştırabilmiş bir şair olmayı hayal ediyorlar. Ama, bunun için yarın ve ertesi gün de bir şiir yazmaları gerektiğini unutuyorlar.


İplik kadar ince ve bıçak kadar keskin bir dengeden söz ediyorum. Sonuçlarınız büyük olmayacaksa veya ne kadar büyük sonuçlar elde edeceğinizi hayal edemiyorsanız, çalışma heyecanı duymayacaksınız. Öte yandan, kazanacaklarınızın büyüklüğü sizi şimdiki işlerinizden ve arzularınızdan kopardığında, çabalamayı terk edersiniz. Cennet sevdası yüzünden, çalışmayı terk edip dağlara kaçan, mağaralara gizlenen insanlar yaşadı. Sınav heyecanı yüzünden çoğu öğrenci çalışamaz hale geldi.


Sonuçlarımızı bilelim ve onları beynimizde çok iyi canlandıralım, bizi heyecanlandırmalarına, sabrımızı zorlamalarına izin verelim; ama onların gerçekleşmesini yaratıcımıza bırakalım. Bize düşen buğdayı ekmek, çapalamak ve imkanımız varsa sulamaktır. Başakları biz yaratmayacağız. Her şeyi yaptığımız halde, bir kuraklık veya felaket, emeklerimizi heba edebilir. Çok iyi hazırlandığımız halde, sınav günü geçirdiğimiz bir hastalık yüzünden kaybedebiliriz.


İnsan acelecidir; şimdi bir milyar kazandıracak işi, on yıl sonra 1 trilyon kazandıracak işten daha değerli görüyor. Diktiğiniz ağacın bir yıl sonra meyve vermesini beklemeye hakkınız var; ama vermediğinde onu terk etmeye hakkınız yok. Daha geç gelen, daha değerlidir. Daha zor olan daha sevgilidir. Büyük aşklardan bu dersi almadınız mı?


Hedefe ulaştıran tek kural, ilerlemekte sürekliliktir. Kısa dinlenme aralıkları dışında duraklamayın; duraklamak durmanın ilk biçimidir. Karınca hızıyla bile yürüseniz, dünyayı dolaşmanız mümkündür.


Mikroskopla görebildiğimiz bakteriler o kadar hızlı çoğalırlar ki, Yaratıcının koyduğu düzen sayesinde toprağa dönüşmeselerdi, bir yıl içinde yer yüzündeki tüm karaları 5 metre yüksekliğinde bakteri kaplayacaktı. Küçümsediğiniz küçüklerin aslında tüm büyüklerin ta kendileri olduğunu keşfedin.


Peygamberimizin(asm) “Allah katında amellerin en sevimlisi, az da olsa devamlı olandır”3 sözü üzerinde düşünelim. Her gün bir saat çalışan insan, dün ve yarın 24 saat çalışıp, bugünü boş geçiren insandan çok daha kazançlıdır. Başarı, az da olsa devamlı yapılan işte gizlidir. Eğer ürettiğimiz bir sanat varsa, lütfen onunla ilgilenmediğimiz bir gün yaşamayalım.


Devamlılık, ihtiyaç duyulduğu kadar ve ihtiyaç duyulan aralıklarla yapmaktır. Gücünüzü toplayıp merdivenin zirvesine birden sıçrayamazsınız. Devamlılık, biriktirip birden harcamak değildir. Ağacınızın ihtiyaç duyduğu “yılda bir ton suyu” bir günde verip bir yıl boyu onu susuz bırakırsanız, kurutursunuz. Geleceğinizin akışı, bugününüzün akışı gibi istikrarlı ve adım adım olacak.


Eylemlerinizin eser üretmesini istiyorsanız, az da olsa devamlı yapın. Günde hiç olmazsa beş defa, neleri elde etmek istediğinizi hatırlayın; onlar için her gün bir milim de olsa ilerleyin. Günde bir defa bile istemeyen insanlar, istediklerini sanıyorlar. Dua edip etmediklerini sorduğunuzda, geçen yıl kurdukları hayallerini hatırlıyorlar. Bir gün yapmazsanız, bu bir hafta yapmamanıza, bu bir ay, bu bir yıl ve bu da bir ömür hatırlayamamanıza neden olacaktır. Hayat böyle değil midir? Bir gün televizyon seyrettiniz ve bu bir ömür seyrettirdi size. Bir ömür sigara içenler, bunu bir gün sigara içmelerine borçludurlar.


Merhum Zübeyir Gündüzalp’in “Nefis Muhasebesi” isimli kitabını bir yıl boyunca cebimde taşıdım ve yazdıklarını ruhumun bir parçası haline getirinceye kadar her gün okudum. Eyleme dönüşmeyen bilgi değersizdir; sürekli hatırladığı bilgi insanı şah damarından yakalar ve gerekirse zor kullanarak eyleme, harekete, çalışmaya sürükler.


Bir düşünce insanı coşku durumuna sokuyor. Fakat insan bu düşüncenin birkaç dakika sonra bilincinden çıkıp gitmesine izin veriyor. Üstelik yerine karamsarlığı, çöküntüyü koyuyor. Sizi coşturan bir düşünceyi papağan gibi içinizden tekrar etseniz ne olur?

Her başarımı, “odağımdan sapmamaya” borçluyum. Bir gün saparsam, ona geri dönmem günler alıyor. Geceleri uyumadan önce, yapmak istediklerim gözlerimin önünden geçer. Bazen öylesine heyecanlanırım ki, çöken göz kapaklarım açılıverir ve çalışmaya geri dönerim. Size heyecan veren bir söz, bir dua, vücudunuzu emanet edeceğiniz gecenin başında kalbinizden geçmezse, ruhunuzun elektriklenmesini beklemeyin.



Misafir 8 Mayıs 2006 04:06

Dinç Bilgin’e kulak verirken
 
Eski medya patronu Dinç Bilgin’in tarihî itiraflarını bir köşeye kaydetmek; arada bir de olsa bu ibretâmiz açıklamaları hatırlamak gerekiyor.

Kanal 7’de Nazlı Ilıcak’a konuk olan Bilgin, medyanın kamu ihalelerine haksız bir şekilde girmesinden bankacılık yapmalarına, medya savaşlarının perde arkasındaki yanlışlarından hükümet yıkmak için bir araya gelmelerine kadar pek çok konuda samimi itiraflarda bulundu. En çarpıcı kısım, medya-asker ilişkisinin deşifre edildiği 28 Şubat dönemine dairdi. Yakın tarihimize ‘Andıç Vak’ası’ diye geçen olayda bazı gazetecilerin nasıl suçlandığını, 28 Şubat’ın muktedir komutanlarına nasıl boyun eğildiğini anlattı Bilgin. Komutanlardan gelen haberlere bugün bile medyanın farklı gözle baktığını anlatan eski medya patronu “Gazeteyi kurarken cesur olan kadro daha sonra başka alanda faaliyete başlayınca bütün ayarı kaçtı ve çok farklı haberler yapılmaya başlandı.” diyor.
“28 Şubat’ın kalemleri zan altında”
Hafta boyunca Dinç Bilgin’in söyledikleri tartışıldı. Herkes bir şeyler yazdı, söyledi. Yeni Şafak Gazetesi, cumartesi nüshasında Bilgin’in açıklamalarını manşet yaptı. “28 Şubat’ın kalemleri zan altında” başlığıyla sunulan haberin spotunda “Sabah Grubu’nun eski sahibi Dinç Bilgin’in 28 Şubat sürecindeki asker-medya ilişkilerini açıklaması, ‘yalan haber ve yazıları’ ‘servise’ koyan dönemin yazar ve yöneticilerinin gazeteciliğinin sorgulanmasına neden oldu” deniyor. Haklılar. Bilgin’in açıklamaları doğrultusunda “kendini sorgulaması” gerekenler var. Bir dönem darbeci subaylardan emir alarak gazetecilik yapanların bir başka dönemde de benzer şeyleri yapmayacağını kim garanti edebilir?
Aslında Dinç Bey’in söyledikleri, 28 Şubat’ın askerî üssü haline gelen Sabah’tan yükselen ilk ciddi ve samimi itiraf değil. Daha önce de Sabah’ın eski Genel Yayın Yönetmeni Ergun Babahan, Nuriye Akman’a röportaj vermiş, aydın dürüstlüğü içinde itiraflarda bulunmuştu. “Ölçü kaçtı 28 Şubat’ta. Öyle kaçtı ki, sonuçta biz kendi arkadaşlarımızı birinci sayfadan haber yaptık.” diyen Babahan, “Şimdi aynı dönemlerden bir daha geçmeyiz; ama geçersek bu hataları yapmam diye düşünüyorum.” cümlesini de sözlerine eklemiş; bir anlamda -kendi namına da olsa- demokrat bir söz vermişti.
Babahan’dan biraz daha geriye gidilince eski Sabah yazarı Can Ataklı’nın tarihî itirafı da çıkar karşımıza. “28 Şubat’ta birçok haberi paşalar yazdırdı” diyecek kadar yürekli konuşmuştu Ataklı. Üstelik somut olayları, o olaylarda aktif rol alan paşaları ve onların gazete yönetimine yaptığı baskıları nakletmişti. Herkes biliyor; 28 Şubat döneminde asker-medya yandaşlığı ile yapılan operasyonda sadece Sabah kullanılmadı; pek çok gazete ya itaat altına alındı veya korku havası verilerek sindirildi. Sonuçta herkes kaybetti; medya, siyaset, asker…
Dinç Bilgin’in itiraflarının düğüm noktası andıç hadisesi. Daha önceki itiraflarda da söz gelip hep andıca dayanmıştı. Cengiz Çandar, M. Ali Birand, Mehmet Altan gibi gazetecilerin alenen mağdur edildiği hadiseyi unutmak mümkün değil kuşkusuz. Çünkü düzmece belgeler ve yok edici baskılar sonunda gazetecilerin medyatik infazına karar verilmiş ve bilmecburiye bu iş gazete ve televizyon yayın yöneticilerine düşmüştü. Gerçekten de vahim bir olay. O günleri acı acı hatırlayan Dinç Bey nedense Ali Kırca’yı örnek veriyor. “Normaldir, o dönemin en etkili enkırmeni oydu” denebilir; ancak o kadar basit de değil. Çünkü Bilgin, komutanlardan gelen haberler karşısında gazete ve televizyonun durumunu anlatırken “Ali Kırca böyle bir haber geldiğinde bir anda ciddileşir ve farklı bir ifade ile bu haberleri sunar.” diyor.
Hatalardan çıkarılması gereken dersler
Gerçekten de öyle. Ali Kırca’nın “bastığı düğme” sadece meslektaşlarına yönelik değildi. Mesela o günlerde Fethullah Gülen’i linç kampanyasını da bazı askeri yetkililer tezgahlamıştı. Cımbızlanmış cümleler, anlam bütünlüğü ve muhataplarından koparılmış görüntüler psikolojik harp uzmanları tarafından hazırlanmıştı. Ve operasyon eski Sabah Gazetesi ile atv adlı kanal kullanılarak yapılmıştı. Yani Fethullah Gülen de andıçlanmıştı. Kaderin cilvesine bakın ki mahkemenin gecikmiş beraat kararı da geçen hafta açıklandı, atv ve Sabah’ın eski patronunun itirafı da.
Şimdi Yeni Şafak “zan altında” kalanlardan bahsediyor. A güzel kardeşim, şu ana kadar yapılan itiraflar daha buzdağının görünen kısmı. Daha neler var anlatılması gereken, daha neler... Çevik Bir’in başkanlık ettiği yayın toplantısını mı anlatsın birileri, orada eski tüfek devrimci bir gazelhanın o dönemde takındığı demokrasi havariliğini bir kenara iterek “Paşam” diye başlayıp “kurtarıcı”sını ayakta alkışlamasını mı... Belki de geriye doğru yapılan aşırı sondajların hiçbir faydası yok. Olan oldu bir kere. Hatalardan ders çıkarılsın yeter. Benzer bir durumda medya dimdik durabilsin kafi. Hükümet kurmak da, hükümet yıkmak da bizim (medyanın) görevi değil. Askerin de, bürokrasinin de, iş dünyasının da böyle bir görevi yok. Halk, en büyük hakemdir demokrasilerde. Hem halka, hem demokrasiye güvenmek varken kendimizi madara etmenin, tarih huzurunda rezil rüsva olmanın bir anlamı var mı? Dinç Bilgin’e kulak verirken biraz da bunları düşünmek gerekiyor galiba.


İrtica haberlerinde artışın bir sebebi olmalı http://www.zaman.com.tr/2006/05/08/irtica.jpg
Görünen o ki irtica kelimesi yeniden tedavüle girdi. Epey bir zamandır gündemden düşen, yerini AB kriterlerine, insan haklarına, ekonomik atılımlara, siyasî istikrara bırakan irtica kelimesi bir kere daha “hortlama” maharetini gösterdi. Hikaye uzun. Ne zaman sancılı bir döneme girilse, irtica kelimesi rücu’ eder aramıza.
Merak bu ya; son aylardaki irtica temasının gerçekten bir artış kaybedip etmediğini anlamak istedim. Bu konularda uzman bir şirkete başvurdum. “Bana 2005’in ilk günlerinden nisanın son gününe kadar yapılan irtica haber ve yorumlarını derleyebilir misiniz?” diye sordum. Maksadım belli. Belki de irtica haberlerindeki artış benim zihnî bir yanılgımdı. Bununla yüzleşmem gerekiyordu. Başvuru yaptığım şirket teklifime sıcak baktı ve hemen işe koyuldu. Bu çalışmanın özünü küçük bir istatistik ile kamuoyunun takdirlerine bırakıyorum. Ve soruyorum: Nasıl oluyor da ocakta 187 irtica haberi yapılmışken bu rakam şubatta 237’ye, martta 321’e, nisanda 858’e çıkıyor? Bu âmûdî yükselişi kim ayarlıyor? Gazete sütunlarına yansıyan bu yükseliş, sokaktaki insanın tansiyonunu mu yansıtıyor; yoksa zoraki bir durumla mı karşı karşıyayız? Sokaktaki vatandaşın “irtica kaygısı” dört ay içinde yaklaşık dört misli artmışsa, Türkiye’de yapılan gazetecilik de, bu gazetecilik doğrultusunda hazırlanan bu haberler de doğrudur. Ancak durum bu kadar vahim değilse, dört ayda dört kat artan irtica haberlerini medya bir kere daha düşünmeli. Bu gündemi gazetelere sakız yapan odaklar, bazı hezeyanlara cevap vermeyi de mecbur kılıyor. Geçmişte yapılan irtica kampanyaları Türkiye’ye büyük zarar verdi. Dinç Bilgin’in birkaç gün önce Nazlı Ilıcak’a söyledikleri bile yeterince ibret dersi veriyor. Gazeteci dediğin aynı hatayı elli kere yapmaz, geçmişten ders çıkarır. İrtica meselesine bir de bu açıdan bakmakta fayda var.


GusinapsE 8 Mayıs 2006 18:55

Görüşü Anayasa İle Bağdaşmıyor
 
Görüşü Anayasa ile bağdaşmıyor


http://www.istanbulfm.com.tr/img/image_data/haber/guncel/1146803204746.jpgYargıtay, emekli Tümgeneral Osman Özbek’in Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’e 4 bin YTL tazminat ödemesi kararını bozdu. Oybirliğiyle alınan Yargıtay kararında, Özbek’in de eleştirdiği Dinçer’in görüşlerinin Anayasa’daki ’değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ nitelikteki hükümleriyle bağdaşmadığı vurgulandı.
Yargıtay, emekli Tümgeneral Osman Özbek’in, Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’e, ’kişilik haklarına saldırıda bulunduğu’ gerekçesiyle tazminat ödemesine ilişkin mahkeme kararını bozarken çarpıcı gerekçelere yer verdi. Yargıtay kararında, "Davacı, Anayasa ile bağdaşmayan görüşler savunduğuna göre eleştirilere de katlanmak durumundadır" denildi. Yargıtay’ın, Müsteşar Dinçer’e, "Devletin bir numaralı memuru Şeyhülislam gibi konuşuyor. Fetva veriyor" sözlerini suç olarak görmeyen kararını değerlendiren Emekli Tümgeneral Özbek, Hürriyet’e şunları söyledi: "Adalet yerini buldu. Bu sözleri söyleyen cumhuriyetimiz ve ülkemiz için bunları düşünen kim olursa olsun, böyle bir makamda oturamaz" diye konuştu.
4 BİN YTL TAZMİNAT
Dinçer, 1995’te bir sempozyumda cumhuriyet rejimine ilişkin yaptığı konuşmaya atfen, bir televizyon kanalında konuşan Özbek’e, 20 bin YTL’lik manevi tazminat davası açtı. Ankara 13. Asliye Hukuk Mahkemesi Dinçer’in davasını kısmen kabul etti ve Özbek’i yasal faizi ile birlikte 4 bin YTL manevi tazminat ödemeye mahkum etti.
OYBİRLİĞİYLE BOZULDU
Özbek’in temyiz başvurusunu görüşen Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, mahkeme kararını oybirliği ile bozdu. 2 sayfalık kararda, davalı Özbek’in delilleri arasında bulunan ’Bilgi ve Hikmet Dergisi’nin 1995’te basılan 12. sayısında Dinçer’in bir sempozyumda yaptığı konuşmanın yayımlandığı ve şu görüşleri savunduğu kaydedildi:
"Cumhuriyet ilkesinin zayıfladığı ve işlevini kaybettiğini görüyoruz. Halk için ve halk adına yönetim diye tarif edilen cumhuriyet kavramının artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür. Türkiye’de cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslam ile bütünleşmesinin gerekli olduğu kanaatini taşıyorum. Böylece TC’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerine daha çok katılımcı daha adem-i merkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi sorumluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum."
SÖZLER ELEŞTİRİ
Dinçer’in yaptığı bu konuşmada ileri sürdüğü bu görüşlerinin, TC Anayasası’nda yer alan ’değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ nitelikteki hükümleri ile bağdaşmadığı vurgulandı. Kararda, "Davalının söylediği sözler eleştiri kapsamında, düşünce açıklaması niteliğindedir" denildi.
Dinçer, ’karar düzeltme’ isteminde bulunabilecek. Bu 4. Hukuk Dairesi’nce görülecek.
’Şeyhülislam gibi fetva veriyor’ demişti
ANKARA 13. Mahkemesi’nin kararına göre, Dinçer’in, Özbek’e, manevi tazminat davası açmasına neden olan ve 22 Ocak 2004’te bir televizyon kanalının ana haber bülteninde canlı yayında söylediği sözler şöyle: "...Bakınız Başbakanlık Müsteşarı devletin bir numaralı memuru, Şeyhülislam gibi konuşuyor. Benim bakışımla sizin bakışınızla T.C. vatandaşları onu Şeyhülislam gibi görüyor. Fetva veriyor. İlk verdiği fetva şudur; ’TC yavaş yavaş İslamlaşacaktır. Cumhuriyet devrini tamamlamıştır ve AKP iktidarı yeni başlayan bu mücadelenin ilk mücadelesini vermektedir’ diyor. Bu müsteşar veya bu Şeyhülislam orada oturabilir mi? Başbakan’ın kendisine danışman olarak seçtiği insan iki gündür gazetelerde diyor ki; ’Devlet önemli değildir. Ümmet önemlidir. Ne demek yani. Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkacak mısınız.?"


KafKasKarTaLi 9 Mayıs 2006 00:52

Sovyetler Birliği’nin Çöküşü ve Yeni Rusya Çeçen Mücadeles


Sovyetlerin YıkılışıDoğu Avrupa’da 1989 ve Rusya'da 1991 yılında komünizmin çöküşünün basit bir rejim değişikliğinin ötesinde kapsamlı ve çok önemli sonuçları olmuştur. 1985 yılında yönetime gelen Gorbaçov 70 yıl süren merkeziyetci idareye son vermek, Sovyetleri federasyon sistemine dönüştürmek ve birtakım reformlar yapmak için Glasnost ve Perestroyka'yı gündeme getirmişti. Bu içten içe bağımsızlık ateşiyle yanıp tutuşan fakat sovyet yönetimine karşı gelemeyeceğini gördüğü için sesini çıkartmayan halkların öfke ve huzursuzluklarının gün yüzüne çıkarttı. Gorbaçov'un amacı uzun vadede Sosyetler Birliği'nin dağılmasını önlemekti. Fakat sonuçhiç de öyle olmadı ve 1989'a gelindiğinde artık Sovyetler Birliği, birliği oluşturan devletler üzerindeki hakimiyetini kaybediyordu, bazı devletler bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamışlardı. 6 yıl süren reformların ardından 1991 yılının sonunda Sovyetler Birliği resmen dağıldı.
Bağımsız Çeçenistan
Bu durum Çeçenler'i cesaretlendirdi. Kasım 1990'da Çeçen-Inguş Yüksek Meclisi Çeçenistan'ın egemenliğini ilan etti. 21 Ekim 1991 yılında Çeçenistan'da parlemento ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı ve oyların %85'ini alan Cevher Dudayev Cumhurbaşkanı oldu. Bu durum yeni bir mücadelenin başlaması demekti.
Ruslar kendi toprakları kabul ettikleri bu bölgede yeni bir devletin kurulmuş olmasını kabul etmemişlerdi. Dolayısıyla bu kararın ardından bölgede olağanüstü hal ilan edildi ve bölgeye asker gönderildi. Bir süre sonra bu askerleri geri çekmek zorunda kalsalar da Ruslar’ın, bölge üzerindeki hakimiyetlerinden vazgeçmeye niyetleri yoktu.
1994 yaz aylarında Çeçenistan'da Rusya'nın desteğini alan ya da bizzat onların örgütlediği muhalifler, Dudayev yönetimine karşı silahlı mücadeleye giriştiler. Muhaliflerin oluşturduğu geçici Yüksek Konsey, açıkça olmasa bile, Rusya tarafından Çeçenistan'ın yasal hükümeti kabul edilmişti.
Bu dönemde Dudayev Yönetimine karşı muhale-fetin giriştiği saldırılarda Rus askerleri de bulunuyordu. Bu, Rusya'nın Çeçenistan'a müdahale edeceğinin ilk önemli işaretiydi. Çalışmalar devam ederken Rus Hükümeti güya taraflar arasında ki mücadeleyi bitirmek için 26 Kasım 1994'de yaptığı açıklamayla tarafları 48 saat içinde silahlarını bırakmaya çağırdı. Aksi takdirde Çeçenistan'da olağanüstü hal ilan edilecek ve askerî operasyon başlatacaktı. 11 Aralık 1994 tarihinde de Rus askerleri Çeçenistan'a girdi.
Burada dikkati çeken önemli bir nokta; Rusya'nın 1991-1994 arasında Çeçenistan'ı unutmuş gözükmesiydi. Zira bu dönemde ne Çeçenlerin bağımsızlığınıkabul ettiler, ne de buna açıkça karşı çıktılar. Bağımsızlıklarına razı olamazdılar; çünkü bu durum Rusya'nın kendi toprağı olduğunu iddia ettiği diğer bölge halklarının da aynı yöndeki isteklerini kamçılayarak, açılan kapıdan diğerleri de geçecekti. Karşı koyma durumunda da değildiler. Zira iç dinamikler henüz sağlam zemine oturmamıştı ve adeta geçmişin artıklarını temizlemekle meşguldüler. Ayrıca böyle zayıf bir dönemde girişilecek askeri müdahele Batının tepkisini çekeçek, Batı Dudayev'i bir bağımsızlık savaşcısı olarak kabul edecekti. Bu ve benzeri nedenlerle Ruslar daha uygun bir zaman kollamayı tercih ettiler.
Bunu için de öncelikle Çeçen halkını birbirine düşürmeye çalıştılar ve nisbi de olsa bunda başarılı oldular.
Ikinci olarak; 1994 yılı boyunca sürdürdüğü siyasi ve diplomatik girişimlerde Rusya, Eski Sovyet coğrafyasının tek yönlendirici gücü olduğunu Batıya ve Amerika'ya kabul ettirdi. Batılı Devletler ve Amerika Rusya'daki reformların başarılı olmasını, serbest pazar ekonomisi ve demokrasinin oturmasını çok önemsiyorlardı. (Çünkü bu şekilde Batı ve Amerika bu bölgeye daha rahat girebilecek ve bu pazardan istifade edebilecekti.) Dolayısıyla reform yanlısı olarak ortaya çıkan Yeltsin'i sarsacak, siyasi otoritesini zayıflatacak hiçbir oluşuma Batının ve Amerika'nın izin vermesi mümkün değildi.
Rusya'nın Çeçenistan'ı Işgali (1994)
Böyle bir diplomatik başarıyla kendini sağlama alan Rusya artık unuttuklarını hatırlayabilirdi. Ve öylede oldu. Bağımsızlık ilanının üzerinden üç yıl geçtikten sonra Rusya Çeçenistan'ı bir bahaneyle işgal etti. Moskova Çeçenistan'a birkaç saat içinde geri dönebileceği hayaliyle saldırmıştı. Ancak hiçte bekledikleri gibi olmadı ve yüz yıllardır savaş meydanlarında destan yazmaya alışmış bu millet, onlara hiç de kolay yem olmayacağını gösterdi.
Çeçenler, Ruslar karşısında yılmadan direnirken Ruslar da savaş meydanında gösteremedikleri varlıklarını sivil halkı yok ederek ortaya koymaya çalıştılar. Tarih, 20. Asırda bir kez daha tekerrür ediyor ve bu mazlum halk yeniden Rusların acımasız, zalimane tavırlarına maruz kalıyordu. Yine başlarına bomba yağıyor, yine vatanlarını terk etmek zorunda kalıyorlardı. Yardımcıları ise herşeyin sahibi olan Allah'tı. Sonuçta bu bir avuç insan Rusya'yı,dünyanın bu süper gücünü, tankları, topları, uçakları, füzeleri ve daha bir çok maddi güç göstergesi aletleriyle mağrur Rusya'yı dize getirmeyi başardılar.
Yaklaşık iki yıl süren savaşın ardından Moskova kendine göre hazırlıksız giriştiği bu mücadeleyi birazda Rusya'daki başkanlık seçimleri nedeniyle bitirmek istedi. Çeçenler’le Mayıs 1996'da ateşkes antlaşması, Haziran 1996'da da barış antlaşması imzalandı. Fakat bu geçici idi. Rusya'nın maksadı hem bu savaştaki hatalarını düzetmek, hem de bir sonraki mücadeleye daha iyi hazırlanmaktı. Zaten yapılan antlaşmada da Çeçenistan'ın siyasi ve hukuki durumuna değinilmemeşti.
Ve Bugün (1999)
Ağustos ayı başlarında Kafkasya da yeni bir hareketlilik başladı. Çeçenistan'da savaşın ardından bir yıl başkanlık yapan, ardından istifa edip muhalefete geçen, aynı zamanda Çeçenistan Şurası'nın başı Şamil Basayev, Dağıstan'ın bağımsızlığı için mücadele etmek üzere kendine bağlı bir gurup Çeçen ve Dağıstanlı mücahitle Dağıstan'ın Rus yanlısı yönetimine karşı harekete geçti. Dağıstan'daki Rus askeri birlikleri bu harekete karşı koydu. 1996 yılından itibaren genel olarak sakin günler geçiren Kafkasya yeniden ısınmaya başlamıştı. Rusya Başbakanı Stapaşin, endişesi "Rusya Dağıstan'ı kaybedebilir" diyerek ortaya koyuyordu. Mücahitlerin oluşturduğu Çeçen-Dağıstan Islam Şurası 10 Ağustos'ta Bağımsız Dağıstan Islam Devletini ilan etti. Aynı gün Yeltsin Dağıstan’a müdahale kararını onaylıyor bu kararın ardından Ruslar önce Dağıstan'a ardından da Çeçenistan'a saldırıyorlardı. Eylül ayından itibaren savaş tamamen Çeçenistan'a kaydı.
Ruslar bu kez savaşa daha iyi hazırlandıkları düşüncesindeydiler. Yeltsin'in ifadesiyle "1994-1996 döneminde yapılan yanlışlıklar bu kez tekrarlanmayacaktı" , 100 binin üzerinde bir orduyla Çeçenistan'a giren Rus askerlerî uçaklarının havadan, füzelerin karadan sağladığı desteğe rağmen savaşçı Çeçenler karşısında çok önemli bir başarı kazandıklarını söylemek zordur. Dağlara ve ormanlık alanlara sığınan Çeçen askerler, Ruslarla birebir mücadeleye hazırlanmaktadırlar. Bu ara girişilen birebir mücadelerde de Çeçenler galip gelmektedir. Ruslar mücahitlere karşı önemli bir başarı elde edemeyince savunmasız halkı kendilerine hedef seçtiler. Kadın, çocuk, yaşlı demeden halkın üzerine ölüm kusmaktadırlar.
Işlerine geldiğinde insan haklarından gem vuran Batı ve Amerika ise Rusya ile olan çıkar ilişkileri nedeniyle bu acımasız saldırılara karşı hiçbir önemli girişimde bulunmamaktadır. Islam dünyasının kayıtsızlığı ise utanç verici boyutlardadır. Zira Devlet Başkanı Aslan Mashadov Islam Ülkeleri'nin bu vurdum duymazlığı nedeniyle Padan yardım isteme durumunda kalmış ve bunu da utanarak ancak mecburen yaptığını ifade etmişti. Çeçenler'le hem din hem de etnik bağı bulunan Türk Dünyası'nın ve özellikle de Türkiye'nin tavrı Çeçenleri daha fazla yaralamaktadır. Türkiye, Çeçenleri Rusya'nın isteğiyle terörist kabul etmiş ve onlarla terörizme karşı ortak mücadele antlaşması imzalamıştır. Yönetimlerin bu kayıtsızlığı yanında müslüman halklar da Çeçenlere Vahhabiler, Üsame b. Ladin yardım ediyor, Çeçenler Rusya içinde en önemli mafya hareketlerini kontrol ediyor gibi çeşitli kampanyalara aldanıp 1994'te ki tavrının aksine Çeçenistan'ı yalnız bırakmıştır.


Çeçenistan Işgalinin Sebepleri
Çeçenistan mücadelesi Ruslar için her bakımdan önem arz eden bir mücadeledir. Çeçenistan işgalinin Ruslar için ekonomik ve stratejik hedefleri mevcuttur:
a.)17 milyon kilometre karelik yüzölçümü ve 150 milyonluk nüfusuyla eski Sovyetlerin gerçek mirasçısı olan Rusya, ayrı milletlerden oluşan 16 muhtar cumhuriyet ve 6 özerk bölgeyi içerisinde barındırmaktadır. Bunlardan pek çoğu bağımsızlık için sıraya girmişler, adeta fırsat kollamaktadırlar. Çeçenistan bir anlamda bunlara öncülük etmektedir. Tataristan, Başkürdistan, Komi Cumhuriyeti ve Tunan Bölgesi içindeki Ruslar fırsat kollayanlardan birkaçıdır. Petrol vb. zengin yeraltı kaynaklarına sahip bu toprakların da bağımsızlık mücadelesine girişmesi Rusya'nın tamamen parçalanmasına neden olacaktır. Bu açıdan çeçenistan Rusya için önemli bir kale, önemli bir mevzidir. Burada yenik düşmesi diğer 16 cumhuriyeti ve 6 özerk bölgeyi yitirmesi anlamını taşır. Rusya için ölüm kalım mücadelesine denk olan bu durum onların tarihi, ayı fügürlerine, canavarca tavır ortaya koymalarına neden olmuştur.
b.)Çeçenistan'ın petrolün işlenmesi ve ticaretindeki rolü bu işgalin ikinci nedeniydi. Bu bölge geçmiş dönemlerde Avrupa'nın en önemli petrol üreticisi sayılıyordu. Moskova'nın bu hususla ilgili kızdığı bir başka nokta; Çeçen petrolünün Rus istatistiklerine girmeden diğer bölgelere ulaştırılmasıydı. Bu Moskova'nın kendine bağlı otonom bölgeler üzerinde kurmaya çalıştığı ekonomik otoritenin sarsılması anlamını taşıyordu.
c.)Bir başka ekonomik neden de Hazar petrollerinden Rusya'nın pay alma isteğiydi. Avrupa Orta Doğuya olan enerji bağımlılığını azaltmak için hazar petrollerinin bir boru hattıyla Batıya ulaştırılması arzusundaydı. Bu hattın geçeçeği güzergahı belirleyecek temel ölçü istikrardı. Rusya bu petrolden pay alabilmek için hattın Kafkasya'nın Kuzeyinden geçerek Karadeniz kıyısındaki Novorossik limanına ulaşmasını istiyordu. Belirtilen bu bölgede Çeçenler yaşıyordu.
d.)Çeçnistan önemli Tren ve karayolu bağlantıları üzerinde idi. Kafkasya'nın çeşitli bölgelerin, Trans-Kafkasya ve Güneydoğu Avrupa'ya bağlanan tek ulaşım hattı Çeçenistan üzerinden geçiyordu. Ayrıca yine bu hat bölgeyi Dağıstan, Azerbaycan ve Iran'a bağlıyordu. Rusya bu denli stratejik öneme sahip bölgenin kontrolünden çıkmasına razıolamazdı. Çünkü bu Rusya'nın hem bölge ülkeleri üzerindeki hakimiyetini azaltacak, hem de Avrupa'ya olan kapısını kapatıp onu kendi iç huzursuzluklarıyla ba başa bırakacaktı.
Bunların dışında Rusya'nın iki bahanesi vardır:
1.Çeçnistan güya çeşitli mafya ve suç örgütlerinin merkezi durumundadır. Çeçenler zaman zaman Moskova'nın merkezinde dahi önemli saldırılar gerçekleştirebil-mektedirler. Hatta Ruslar bunu bir propagandaya dönüştürerek bununla dünyayı ve daha ötesi Çeçenlerle kan ve din bağı olanları (Türk ve Müslümanları) ne yazık ki- oyalayabilmektedir.
2.Güya bu bölge fundamentalist akımların merkezi durumundadır. Aleyhlerine gördükleri her hareketi bir şekilde mahkum etme becerisine sahip olanların son iddialarından biri de budur. Kimine Şii, kimine Vahhabi, kimine de bir başka şey...Yeter ki Müslümanlar arasında farklılıklar meydana getirilebilsin ve birbirlerine destek çıkmaları engellensin. Bu günlerde devam eden savaşta geçmişe nazaran Müslümanların duyarsızlıklarını Ruslar, bu propagandalarına borçludurlar. Acı olan bu tür propagandaların Müslümanlar arasında makes bulmasıdır.
Bütün bunlar Rusya'nın bu bölgeden vazgeçmeyeceğini, bu gün sürdürdükleri acımasız savaşı kazanamayıp geri dönmek zorunda kalsalar bile:- inşaallah öyle de olacak- bölgeyi rahat bırakmayacaklarını göstermektedir.
Allah Çeçen Mücahitlerinin yardımcısı olsun, onlara Ruslar karşısında galip gelmeyi nasip eylesin diyoruz.


Misafir 9 Mayıs 2006 06:38

Cepheleşme sendromu
 
Önceki gün eski kitaplar arasında dolaşırken Peyami Safa’nın şu cümlesine rastladım: “Türkiye’de irticanın ilmî tarifi yapılmamıştır.”

1959’da yazılan bu satırları hafif bir tebessümle karşılamak zorunda kaldım ve kendi kendime “İlahi Peyami! 45 yıl önce söylediğin bir cümleyi Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı söyledi diye kıyametler kopuyor.”
Pazar günkü Yeni Şafak, Demirel ile ilgili büyükçe bir kupür kullanmıştı. 1987’de Cumhuriyet’e konuşan Süleyman Bey’in röportaj başlığı aynen şöyle: “Laikliği tarif etmek lazım”. Mülakat metnine dalınca karşınıza şu cümleler de çıkıyor: “Anayasa’nın hiçbir yerinde tarif edilmiyor. Laiklik sadece Ceza Kanunu’nun 163. maddesinde bir cümle ile geçiliyor. Her askerî müdahale öncesinde ‘laiklik çiğneniyor’ ve irtica gerekçeleri vardır.” Demirel’in bugün söylediği ile dün söylediği arasında ne kadar büyük fark var. Belki de bu yüzden yıllar geçiyor, bir arpa boyu mesafe alınamıyor.
Pazartesi günleri neşredilen Zamanüstü Yazılar’ı takip ediyorsunuzdur. Bundan kırk yıl, altmış yıl, seksen yıl öncesinde kaleme alınmış yazılar yayınlanıyor. Bu makaleleri okuyunca bazı konularda mesafe alınamadığını görüyor, üzülüyorsunuz. O kadar çok şey değişti ki dünyada. Fikirler eskidi, ideolojiler çürüdü, onların yerini yeni düşünceler aldı. Ne var ki bizde bazı problemler bir türlü çözülemiyor. Kördüğüm olmuş mevzulara bakıldığında ümitsizlik ve karamsarlık çöküyor ruhlarımıza. “Demek değişen bir şey yok” tespitinden “Demek hiç bir şey değişmeyecek” kehanetine ulaşmak da mümkün. Aslında kangren olmuş konulara yeniden dönüldükçe bambaşka bir duyguya kapılmak gerekiyor. Onca değişim ve oluşuma rağmen sembolik kavgaların ülkenin ufkunu karartması, aklı başında insanlar için bir ibret vesikasıdır; umutsuzluk vesilesi değil.
Türk insanının gayretini; himmetini, cesaretini takdir etmek; en azından hakkını teslim etmek gerekiyor. Çünkü o, olumsuz şartlara rağmen, kendi iç dinamizmiyle ayakta kalmıştır hep. Statüko her şeyi çekilmez hale getirdiği halde ticarette, siyasette, sanatta, kültürde o hep kendine mahsus bir sezgi ile yeni mecralar açmıştır. Basiret ve firasetiyle hep itidal yolunu seçmiş ve sosyal barışı korumayı onca tahrike rağmen başarmıştır insanımız. Halkın defalarca geçtiği çetin sınavdan aydınların geçememesi düşündürücü. Önyargı ve şartlanmışlık, Türk entelektüelinin iliklerine kadar işlemiş. Bazı kimseler, en olumlu icraatları bile mariz bir cepheleşme içgüdüsüyle göğüslemeyi düşünüyor. O yüzden mesafe alınamıyor.
Dün bir gazetede ilginç bir haber vardı: “Kutlu Doğum’dan sonra Mutlu Doğum” başlığıyla verilen habere göre Kadıköy Belediyesi, 15-21 Mayıs tarihleri arasını “Mutlu Doğum Haftası” olarak kutlayacakmış. Gazetenin verdiği bilgilere göre Atatürk’ün 1881’de doğduğu bilinse bile, doğum günü bilinmiyormuş. Bunun üzerine Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, 19 Mayıs’ı Atatürk’ün doğum günü ilan etmiş ve “Kutlu Doğum Haftası”ndan ilham almış.
Atatürk’ün doğum günü münasebetiyle etkinlik düzenlemeyi anlamak mümkün de, Atatürk’ü Hz. Muhammed’in karşısına alırcasına ya da nübüvvet gibi İlahi bir makamla eşdeğer görmeyi çağrıştırırcasına kutlama yapmayı anlamak mümkün değil. Eğer Sayın Başkan, Atatürk-Hz. Muhammed karşılaştırması ya da benzeştirmesi yapanların kendilerini ve Atatürkçülüğü ne kadar zor durumda bıraktığını bilseydi böyle bir hamle yapmanın riskini de görmüş olurdu. Halk irfanının topuklarına kadar erişebilseler, Atatürk’ün tarihî yerini de, Hz. Muhammed’in saygınlığını da halk vicdanında görecek ve yanlış anlamalara neden olacak bir işe girişmeyeceklerdi. Bir yandan halk kendini yeniliyor, değişiyor ve bütün bu değişim içinde kültürel kimliğini koruyor. Diğer yandan bazıları da kadim yanlışları daha da kördüğüm haline getirecek semboller üzerinden buyurgan yollar açmaya gayret ediyor. Bu ülkenin aydınları cepheleşme sendromundan kurtulamazsa bir gün görecekler ki halk kendilerini bir hayli geride bırakmış. Belki de bu şekilde çözülecek bazı temel sorunlar; yani pratik çözümler teorik kavgaları bitirecek, yeni bir sentez çıkacak ortaya.


Misafir 9 Mayıs 2006 18:58

Küskünler toplumu
 
Ne çok küskün insan var bu toplumda, ne kadar sık küsüyoruz birbirimize. Büyümemiş çocuklarız, sağ elimizin işaret ve orta parmakları dolanmış birbirine; ha bire bozuşuyoruz birileriyle.

Sadece duygusal dünyamızı değil, zihinsel dünyamızı da ikiye ayırıyoruz: “sevdiklerim” ve “sevmediklerim”. Futbol takımı tutar gibi tutuyoruz sanat ve fikir dünyasının simalarını: doğuştan fanatik olmaya ahdetmişiz bir kere. En “entelektüel meseleler”de dahi, temel ölçütümüz duygularımız. Eserden ziyade kişilere odaklanırız. Ya topyekûn sahiplenir, ya büsbütün reddederiz. Eleştirilerimizde de, beğenilerimizde de alabildiğine fanatik, her daim partizanız. Bu sebeptendir ki, bir yazarı şahsen sevmeyip gene de yazdıklarını büyük bir keyifle okuyabileceğimiz ihtimaline tamamen kapalı algılarımız. Yazısını beğenmek için illa da o insanı sevmek zorunda mıyız?
Yahut tam tersine. Belki de kişiliği böyle iyi, şöyle güzel de bir edebiyatçının, lakin yazdıkları hitap etmeyecek bize. Olamaz mı? Ya da hakikat belki de daha karmaşık. Belki de aynı yazarın bir kitabını çok çok beğenip de bir sonrakinden tad almamak mümkün, derken bir başka yapıtını tekrar beğenmek... Yazar ile yazıyı, sanat ile sanatçıyı birbirinden ayırt edebilmeli. Keza bir sanatçının farklı farklı ürünlerini de değişken ölçütlerle değerlendirebilmeli. % 100 beğeni ile % 100 reddiye arasında gidip gelmek zorunda değiliz. Şahıs ile eseri birbirinden ayıramadığımız için eleştiriyi şahsa yöneltilmiş bir hakaret gibi algılamaktayız. Bu edebiyatta da böyle, siyasette de böyle, akademide de böyle...
Boston’daki ilk günlerim. Üniversitede ilk bölüm toplantıma katılıyorum. Ellerimizde kova boyutunda kahve fincanları, önümüzde yığılı programlar; öğretim üyeleri bir sonraki dönem verilecek dersleri tartışıyorlar. Çok geçmeden çetin tartışmalar alevleniyor, alabildiğine keskin fikir ayrılıkları. Derken iki öğretim üyesi bariz biçimde ters düşüyor birbirine. Birinin vermek istediği dersi beriki tamamen gereksiz görüyor. Eleştiren akademisyen, söz konusu dersin niye açılmaması gerektiğini anlatabilmek için alıyor sazı eline, son beş yılda verilen benzer dersleri irdeleyip, meslektaşına başka bir ders açmasını öneriyor en nihayetinde. Öteki sinirleniyor. Açacağı dersin gerek öğrenciler gerekse kurum için önemini ispatlamaya girişiyor.
Tansiyon yükseledursun ben kenarda merakla bekliyorum. “Herhalde çıkışta kapıda birbirlerinin boğazına sarılır yumruklaşır bunlar, ardından aylarca birbirleriyle konuşmaz, diğer öğretim üyelerini, hatta öğrencileri ve asistanları da kendi kamplarına çekmeye çalışırlar. Vah yazık, amip gibi bölünür şimdi bu bölüm. Daha bir beş sene toparlanamaz artık...” Bunları geçiriyorum aklımdan; çünkü böyle yürür işler Türkiye’deki akademik toplantılarda. Ne var ki, toplantı tamamlandığında, daha az evvel kıran kırana tartışan iki akademisyenin şakalaşarak birbirlerinin kollarına girdiklerini görüyorum şaşkınlıkla. Hep beraber öğle yemeğine çıkıyoruz. Hayret, kimse kimseye küsmemiş. Fikirlerini beğenmemek ile şahsa saldırı bir tutulmamış. Bu Hıdrellez’de Hızır’dan dileğim: Kişi ile eseri birbirinden ayırabilen, eleştiriyi böylesine şahsileştirmeyen ve “yazar odaklı” değil “yazı odaklı” olabilen bir edebiyat ortamına kavuşmak...


Misafir 10 Mayıs 2006 04:47

Çelişki ‘demokrat zihniyet’in karakteri midir?
 
Çok iddialı bir havada ve insanlığın kadim problemlerine ebedî çözümler bulmuş ve tarihi noktalamış üslubuyla savunulan “demokrat zihniyet”in ne sağlam felsefî temellerinin ne de pratik işlerliği olan önermelerinin bulunduğu, üzerinde biraz düşününce kolayca anlaşılıyor.

Bir süredir tarafı olduğum “liberallik ve demokratlık” polemiğinin eski yazılarını topluca okuyanlar bunu hemen fark edecektir. “Demokrat zihniyet” denilen şeyin bir fikir omurgası olmadığı için, tahrip edici eleştiriler ya görmezden gelinerek geçiştirilmekte ve yeni tezler ileri sürülmekte veya çok sıkışınca dolaylı itiraflar yapılmaktadır. Bir ideoloji olmadığını gösterdiğim “demokrat zihniyet”in, şimdi, bir felsefî pozisyon teşkil ettiği ve bir ahlâk ve toplum teorisine sahip olduğu iddia edilmektedir. Başkalarına cömertçe yöneltilen “relativizm” suçlaması ise iflas etmiştir. “Demokrat zihniyet”in mutlak relativizme dayandığına işaret etmem üzerine, bu gerçek, mecburen, demokratik zihniyetin relativizminin epistemolojik değil “ontolojik relativizm” olduğunu söylemek suretiyle kabul ve itiraf edilmiştir.
Siyaset felsefesinde, bir pozisyon, bazı temel beşeri problemler ve durumlar hakkında söylenecek, iyi temellendirilmiş, öncülleri belli, açılımları tahmin edilebilir veya mantık yürütmeyle çıkarılabilir, hayatın testine tabi tutulmuş, tatmin edici derecede iç tutarlılığa sahip fikirler demetidir. Kimseyi üzmek istemem; ama ben, bu “demokrat zihniyet”te böyle bir öz görmedim, göremiyorum. Gördüğüm, bir felsefî pozisyon değil, yalnızca, çeşitli felsefî pozisyonlardan bir ölçüde etkilenmiş, zayıf spekülasyonlardır. Etkilenilen kaynaklar arasında kolektivizm, post-modernizm, kurucu rasyonalizm, nihilizme varan mutlak relativizm ve kimilerini dehşete düşürebilecek de olsa, geniş anlamda liberal düşünce geleneği bulunmaktadır. Söylemin üslubunun mağrur ve insanlığın felsefî birikimine kafa tutar olması, onu zayıflıktan kurtaramamaktadır.
Demokrat zihniyetin çelişkileri...
Şimdi, bu zihniyete itibar edersek, her şey özneldir, biz neyin doğru veya yanlış olduğunu bilemeyiz. Bütün insanlar ve bütün zamanlar için doğrular yoktur. Doğrular hem zamana ve mekana, hem toplumsal ortama, hem de kafamızdaki kategorilere bağlıdır. Bazı şeylerin varlığının kafamızdaki düşünce kategorilerine bağlı olduğu doğrudur. Mesela, bana göre artı-değer diye bir şeyin olmamasına karşılık Marksistler için artı-değer temel beşeri gerçekliklerden biridir. Hayek, The Sensory Order’da ve başka yerlerde bunun uzun açıklamalarını yapar. Bu yüzden, makul bir relativizm savunulabilir bir pozisyondur. Ancak, yukarıda özetlediğim görüş mutlak relativizmdir. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemezsek, her şey göreli ise, “demokrat zihniyet”in tek tutamağı olan konuşma, birbirini anlamaya çalışma ve müzakereye de ihtiyaç yoktur. Bunlarla uğraşmak, boşuna zaman öldürmek olacaktır. Zira, göreliliğin ortadan kalkma ihtimali yoktur.
Bereket versin, insanlar, hiçbir alanda hiçbir zaman doğruyu bulamama ve dolayısıyla değer yaratamama durumunda değildir. Hayat ve içinde yaşadığımız toplumlar bunun böyle olmadığını göstermektedir. İnsanlar, insan doğasından, insani hayattan, tecrübeden ve akıl ve mantıktan yararlanarak doğrulara ulaşabilirler ve bu doğrular bütün zamanlar ve mekanlar ve insanların tamamı veya büyük ekseriyeti için doğru olabilir. Başka türlü olsaydı hayat ya gayri mümkün olurdu veya bugünkü gibi olmazdı.
Örnek verelim: “Herkes kendi vücudunun sahibidir” şeklinde bir önerme geliştirsek ve bunun her zaman ve her insan için doğru olduğunu söylesek, bu hata mı olur? Herkes kendi vücudunun sahibi değil midir? Yahut, gelecekte bir zamanda, insanların, bir şahsın vücudunun o şahsın kendisinin değil başkası olduğunu kabul etmeleri mümkün müdür? Büyük liberal filozof Lord Acton, “İktidar yozlaşmaya meyillidir, mutlak iktidar mutlaka yozlaşır.” demiştir. Bunu genel bir düstur olarak kabul etsek yanlış mı yapmış oluruz? İktidarın mutlaka sınırlanması gerektiği her zaman ve dönem için doğru değil midir? Görüldüğü gibi, bazı ilkelerin-değerlerin doğru olduğuna inanmak, kendi başına yanlış ve zararlı olmak mecburiyetinde değildir.
“Demokrat zihniyet”, her şeyin öznel olduğunu söylerken, farkında olmadan, kendi altını oymaktadır. Bu, kimi post-modernistlerin ve daha eskilerde Alman Tarihçi Okulu’nun da düştüğü bir hatadır. Her şey öznelse, o zaman, “demokrat zihniyet”in, “her şeyin öznel olduğu, hiçbir şeyin doğru veya yanlış olduğunun söylenemeyeceği” önermesi de öznel olmak zorundadır. Bu durumda öznel olup olmamak bir fikir tartışmasında fazla bir şey ifade etmez. Yani, “demokrat zihniyet”in temel argümanı çöker.
“Demokrat zihniyet”in sayfalar dolusu spekülasyonunun biraz olsun somut, ele avuca gelir tek unsuru katılıma yapılan vurgudur. İnsanlar bilhassa kendilerini ilgilendiren kararların alımına katılma hakkına sahip olmalıdır. Eyvallah. Buna hangi aklı başında insanın itirazı olabilir? Ancak, katılımı yeni bir icatmış veya özgül bir felsefî pozisyona denk düşüyormuş gibi sununca iş değişir. Siyaset felsefesinde birçok akım, görüş, filozof, yönetimin rızaya dayanması, etkinlik vs. gibi gerekçelerle katılımı savunmuştur. Katılım, demokrasi teorisinin de esas parçalarındandır. Katılımı reddeden bir demokratik sistem taraftarı görülmemiştir. Yani, katılım ne tek bir felsefî pozisyona mahsus bir olgudur, ne de tarihte hiç gerçekleşmemiş, sadece gelecekte aramamız gereken bir şeydir.
“Demokrat zihniyet”in şark kurnazlığı, “demokrat zihniyet” denen şeyi savunmayan pek çok kişi ve akımın da benimsediği demokrat ve demokratlık kavramlarını adeta mülkiyeti altına almak istemesidir. Ancak, demokrasi, 2500 yıldır bildiğimiz, çeşitli yönleriyle tartıştığımız, uyguladığımız, övdüğümüz, eleştirdiğimiz bir yönetim biçimidir, bir kimsenin veya tek başına bir akımın malı değildir. Çağdaş demokrasiler liberal demokrasiler olmasına rağmen liberaller dahi demokrasinin her şeyinin liberalizmin icadı veya ürünü olduğunu ileri sürmemektedir.
Ayrıca, bir yöntemi bir öz zannetme hatası kaya gibi yerinde durmaktadır. Katılım bir yöntemdir; tek başına bize muhtevanın ne olması gerektiği veya ne olacağı hakkında bir şey söylemez. “Demokrat zihniyet”in katılımı -yani bir yöntemi, katılmamanın tersini- önemsediğini anladık ve de takdir ettik, ancak bu zihniyetin temel beşerî problemler konusunda nerede durduğunu öğrenme şerefine henüz nail olamadık.
Tartışmaya veda etmeli miyiz?
“Demokrat zihniyet”lilere şunu da söylemem lâzım: Sizin, katılım vurgusu yaparak tartışmayı bitirdiğiniz yer, bir klasik liberalin tam da tartışmanın başladığını düşüneceği yerdir. Bu katılım meselesi, hele de sizin kastettiğiniz anlamda, problemlerle doludur. Katılımın öznesi kimdir; bireyler mi, gruplar mı? Gruplarsa, onlar bireyi temsil hakkını nasıl almakta ve ne tür bir temsil yetkisine sahip olmaktadır? Grup katılımına dayanan bir sisteme ne kadar demokrasi denebilir? Bireylerse, siyaset ve iktisat teorisinin meşhur Arrow teoreminin işaret ettiği sorun nasıl halledilecektir? Arrow, bireysel tercihlerden anlamlı sosyal tercihler çıkmayabileceğini matematiksel olarak ispatlamıştır. Katıldık ve bireysel tercihler yaptık ama anlamlı, dolayısıyla operasyonel tercihler çıkmadı, ne olacak? Bu durumda, kararlar, mecburen, çoğunluk kararı olmayacak mı? Çoğunluğun yanlış ve azınlığa-azınlıklara zarar verici kararlarını ve bunlara dayanan pratikleri nasıl, hangi değerlere, ilkelere ve kurumlara dayanarak önleyeceğiz? Hangi kararlar katılımla alınacak? Bireyin hayatını ilgilendiren her şey katılıma konu yapılacak mı? Yapılırsa bireyin özel alanı başkalarınca işgal edilmiş olmayacak mı?
“Demokrat zihniyet”i açıklama çabaları yoğunlaştıkça çelişkiler ve çıkmazlar gözden kaçırılamaz hâle gelmektedir. “Demokrat zihniyet”in sözüm ona ahlâk ve toplum tasavvurları da, bazı kısmî doğrular taşımakla birlikte, ağırlıklı olarak, çelişkiler, yanılgılar ve çıkmazlarla doludur. Bunları da ayrıntılı bir tahlille sergilemek mümkündür. Mahçupyan’ın temelsiz eleştirilerinin klasik liberal düşünceyi savunan biri olarak beni cevap vermeye sevk etmesinde tuhaf bir taraf göremiyorum. Asıl tuhaflık kendisinin, mücadele edilmesi gereken ve her gün canımızı acıtan baskıcı fikirlerle ve bunların yansımalarıyla uğraşmak yerine liberalizmi hedef haline getirmesidir. Benim yaptığım, bir çeşit, fikir alanında nefsi müdafaadır. Tartışmada sinirlenmiş filan da değilim, sadece, ciddiye aldığım muhatabımın usulüne uygun bir tartışmaya yanaşmamasından üzüntü duymaktayım Liberal düşüncenin büyük bir çeşitlilik barındırdığı açıktır. Ben klasik liberal geleneğe yakın duran, metodolojik bireycilik, İskoç Aydınlanması ve Avusturya İktisat Okulu’ndan etkilenmiş bir liberalim. Başkaları başka kaynaklardan etkilenmiş olabilir ve buna bağlı olarak aynı konularda farklı fikirler savunabilir. Mesela, Amerikan liberalleri bu konularda çok daha farklı görüşlere sahiptir. Nitekim Mahçupyan’ın Şükrü Hanioğlu’nun bir yazısına atıfla yaptığı sekülerizm eleştirileri daha ziyade Amerikan liberallerini ilgilendirmektedir. Okuyucuların bu tartışmadan fayda sağladığı kanaatindeyim. Ben de bu vesileyle bazı fikirlerimi gözden geçirdim. Bu konuları gazete köşelerinde çözmek mümkün değil. Bu yüzden, belki de, tartışmayı akademik platformlara kaydırmalı ve yüz yüze tartışmalıyız. Usulüne uygun olduğu sürece tartışmadan dönenin kaşığı kırılsın...


ahmetseydi 10 Mayıs 2006 09:17

Dürüstlük Meziyet Oldu
 
İnsanlık tarihinde doğruluk düz bir çizgi gibi seyretmemiş, sinüzoidal bir eğri çizmiştir. Doğruluğun yükseldiği dönemlerin arkasından eğrinin yükseldiği dönemler gelmiştir. Günümüzde modernizmin ahlâkın güncelliğini kaldırması sonucu yalan prim yapan bir konuma oturdu. Üçkağıtçılığa açıkgözlülük denildiği, rüşvet yemeyen memura enayi gözüyle bakıldığı toplumsal kabul toplum bilimcilerini düşündürmelidir.



Eski Yunan medeniyetinde Ispartalılar “Yakalanmadıkça hırsızlık yapabilirsin” kuralını benimsemişlerdi. Günümüzde böyle düşünen insanların gittikçe çoğalması toplumsal onay görmesi ilginçtir. “Sözünde durmak, yalan söylememek, başkasının hakkına saygı göstermek” gibi semavî değerler bütün kutsal kitapların öngörüleridir. Fareli Köyün Kavalcısı, Kırmızı Şapkalı Kız, Pamuk Prenses gibi çocuk hikayeleri bu değerleri topluma benimsetme çabasındadır. Batı dünyası bu değerlere doğu dünyasından daha çok sahip çıkmaktadır. İş hayatında, ticarî ahlâkta, aile içi yaşantıda kabul ve onay görmektedir. Ancak bu değerlerden uzaklaşma bizim toplumumuzda olduğu gibi batı toplumunda da göze çarpar nitelik kazandı. Ahlâkî yozlaşmanın durdurulmaması gelecek nesilleri tehdit etmektedir.



NORVEÇ ÖRNEĞİ


Norveç, nüfusu 4.5 milyon olan refah düzeyi çok yüksek bir ülke. İki kişiye bir otomobil düşüyor. 1996 yılında bütçesi %7 fazlalık vermiş. Yılda kitap satışı 4.5 milyon adet. Günlük toplam gazete tirajı 3 milyon gibi yüksek bir rakam. Yani Türkiye’ye eşit. Fakat insanlar mutlu değil. Her 100 aileden 50’si boşanma yaşamış. Doğan çocukların %52’si evlilik dışı. Adi suçlar artmış; cinayetler, uyuşturucu kullanımı gittikçe artıyor. İnsanlar zengin ama mutlu değil. Çare olarak Norveç Meclisi “Manevî Değerler Komitesi” kuruyor. Papaz kökenli bir başkan seçiyor.


Bu veriler sadece Norveç’te değil bütün Batıda dikkati çekiyor. Batı medeniyetleri bu noktaya nasıl geldi? Batılı insan maddî alanda büyük başarılar kazandı. Madde ve teknoloji imparatorluğu kuruldu. Madde ve teknoloji bir amaç gibi sunuldu. İnsanlar hayatlarında hedef ve menfaat olarak maddî zenginlikleri amaçladılar.



DESCARTES’IN ROLÜ


Batının bu noktaya gelmesinde Descartes’ın düşünceyi dogmalaştırması ve Pozitivizm’i ideoloji yapmasının önemli rolü vardır. Bu filozof, düşünce ile duygunun arasını açtı ve duygusal yaşantıyı akıl dışı ilân ederek reddedilmesini istedi. Düşüncenin ürünü olan maddî başarı ve teknoloji kutsallaştı.


Akıl insanoğluna has çok kıymetli bir âlettir. İnsanın daha az insan, daha çok insan olması daha az akıllı, daha çok akıllı olması ile paralel değildir. Madde ve teknolojinin bizatihi özelliği tarafsızlığıdır. İnsanı yüceltmeye veya canavarlaştırmaya hizmet edebilir. Yumurtasını pişirmek için kasabayı yakan Neron, kendi ırkını yüceltmek için diğer ırkları yutan Hitler, Batı medeniyetinin acı meyveleri değil midir? “Kuvvet istilânın haklı sebebidir” sözü Hitler’in inandığı bir yalandı.



DUYGUSAL ZEKA KAVRAMI


Son yıllarda EQ (Emotional Quation)’nun insan başarısında IQ (Intelligence Quation) kadar önemli olduğu üzerinde durulmaktadır. Daha doğrusu EQ kavramı yeni keşfedildi. Kişinin mantıkî zeka katsayısının yüksek olması, başarısında yeterli olmadığı, o kişinin duygusal zeka katsayısının da yüksek olmasının gerekli olduğu üzerinde durulmaktadır. Böylece o kişi, kişiler arası ilişkilerde insanları daha çok etkileyebilmekte, ikna gücü artmaktadır.


Kısaca, Batı medeniyeti deneme-yanılma metodu ile Amerika’yı yeniden keşfetti. Akıl gücü ve gönül gücünün beraberliğinde yürümeye yöneldi. “Doğruya sadece akılla gidilir” sözü koca bir yalan olarak önümüzde sırıtmaya başladı.



BENCİLLİK YALAN İLİŞKİSİ


Yalanın psikoloji kitaplarında bir tarifi vardır. “Bencil bir takım sonuçlar elde etmek için bilerek ve isteyerek karşısındakini aldatmak”. Günümüz medeniyetinde bencillikle bireysellik karıştırıldı. İnsanlar özgür ve bağımsız olmak isterken sadece kendisi için çalışan bireyler ortaya çıktı. Kendi çıkarını büyük topluluğun çıkarından önde tutan insan kendini dürüst olmak mecburiyetinde hissetmemeye başladı. Çünkü dürüst olmak ona bir şey kazandırmıyor, işini zorlaştırıyordu.



DÜRÜSTLÜK YARATILIŞTAN DEĞİLDİR


İnsanoğlu doğduğunda sonsuz iyi, sonsuz kötü olmaya açık olarak doğar. Ergenlik dönemi kadar ailesinin ve toplumun daha sonrada kendi tercihlerine göre doğrular ve eğriler arasında yolunu çizer. Dürüst bireyler için dürüstlüğün öğretilmesi gerekmektedir. Yaratılıştan melek gibi masum insan hayat karşısında kendi haline bırakılırsa, bilinç altındaki saldırganlık, bencillik, cinsellik gibi dürtülerin etkisi ile canavarlaşır. Bu nedenle anne ve babaya büyük sorumluluklar düşmektedir.



DÜRÜSTLÜĞÜN ÇEŞİTLERİ


Maddede dürüstlük: Başkasının hakkına saygı duymak. Duyguda Dürüstlük: Açık, samimi ve doğru olmak. Sözelde dürüstlük: Doğruyu söylemeyi başarmak. Davranışda dürüstlük: Başkalarını aldatmamak.



ÇOCUK NEDEN YALAN SÖYLER


7 yaşına kadar çocukta gerçeklik duygusu gelişmemiştir. Anne çocuğa “Bu senin değil, alma” dediğinde çocuk anlamaz, boş boş bakar. Çünkü mülkiyet duygusu gelişmemiştir. Her şeyin kendisine ait olacağını düşünür, doğuştan ben merkezcidir. Hatta hırsızlık her çocuğun geçtiği bir süreçtir. Kalem, silgi, para gibi herşeyi daha çok sahip olma duygusu ile toplar.


Anne ve babanın rolü burada önemlidir. Yalanın, hırsızlığın yanlış olduğu çocuğa öğretilmelidir. Vazoyu kıran çocuk elinde vazo parçaları varken ben kırmadım diyebilir. Annenin aşırı tepkisi veya ilgisizliği çocuğun bu konudaki değerlerini oluşturacaktır.


Çocuk taktir edilmek, ilgi ve şefkat beklentisi için yalan söyleyebilir. Cezadan kurtulmak veya suçu saklamak için, eleştiriden kaçmak için, olduğu gibi değil büyüklerin istediği gibi görünmek için yalan söyleyebilir. Bazı çocuklarda çocuksu düşmanlık, kıskançlık duygusu da yalan söyletebilir. Çocuğun yanlış ana-baba tutumlarına karşı tek silahı genelde yalan söyleme olmakta; yalan davranış kalıbı huy haline gelmektedir.


Bir gün büyük suç işleyen gencin idamına karar verilir. İdam sehpasında gence son isteği sorulur. O da annesinin dilini öpmek istediğini söyler. Anne çağırılır. Genç annesinin dilini öperken ısırır. Sonra şöyle der: “Bana küçükken yalan söylemeyi öğrettin, ben de böyle oldum”.


Çocuğuna işine yarayacağı zaman yalan söyleyebileceği düşüncesini öğreten ve gösteren anne-baba çocuğun geleceğini şekillendirmiş olmaktadır. Yalanı teşvik eden aile durumuna düşmemek amaç olmalıdır.



ÇOCUK TAKLİT-TEKRAR YÖNTEMİ İLE ÖĞRENİR:


Sinemaya giden ana-baba diş hekimine gidiyorum derse, kapı çaldığında evvela çocuğuna yok dedirtirse o çocuk doğru bir genç olamaz.


Ahmet Bey 6 ve 7 yaşlarında iki oğlu ile bir gişeden geçiyorlar. 6 yaşındaki çocuklar ücretsiz. Baba gişe memuruna çocuğunun birinin yedi yaşında olduğunu söyleyip ödemesini yapıyor. Gişe memuru “Siz söylemeseydiniz ben yaşlarını bilemezdim” diyor. Baba “Ama onlar zaten biliyorlar” cevabını veriyor.


Yukarıdaki örnek doğruluğun vaaz veya konferans şeklinde anlatılması değil, yaşayarak, örnek olma dili ile anlatılması gerektiği mesajını vermektedir.


Ayşe evde oynarken tabağı kırdı. Annesine karşı savunma olarak ben kırmadım diyordu. Ama kırdığı her halinden belliydi. Anne “Bak kızım bu tabağı sen kırmışsın, belli oluyor, ama şunu bil; doğru olmak, gerçekleri söylemek tabaktan daha önemlidir” der. Böylece çocuğa doğruluğun erdemi örnek dili ile anlatılmış olur.


“Doğrulardan aç, eğrilerden tok görmedim” gibi değerli sözler, yalancıya insanların güvenmemesi gibi kötü sonuçlar çocuğun bilinç altına işlenmelidir.

Görüldüğü gibi doğruluk, dürüstlük herkeste olması gereken özellikler ama öyle azaldı ki “Ne dürüst insan” diye parmakla göstermeye başladık.



Saat: 16:28
Sayfa 1 / 5

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık