MsXLabs

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Sosyoloji (https://www.msxlabs.org/forum/sosyoloji/)
-   -   Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler (https://www.msxlabs.org/forum/sosyoloji/6434-dunyayi-yoneten-gizli-orgutler.html)

asla_asla_deme 21 Haziran 2006 02:39

DÜNYAYI YÖNETEN GİZLİ ÖRGÜTLER


Genel durum
Yeni Dünya Düzeninin dünyayı yeniden paylaşmada Türkiyenin basına 21. yüzyılda inanılmaz çoraplar örülmek istenmekte ve Türkiye adim adım Sevr koşullarına sürüklenmektedir. Oynanmakta olan bu satranç oyununda Türkiyede dev bir operasyon yapılmış ve Sah köseye sıkıstırılmıştır (Manisali 2002a ve 2002b). Mat olup olmamasi bundan sonra Türk Genelkurmayinin atacagi adimlara baglidir. ABD tarafından planlanan bu operasyon, AB ülkelerinin de yardimiyla simdilik basariyla yürütülerek hedeflenen ekonomik kriz ülkede basariyla yaratildiktan sonra, tüm piyonlar rollerini basariyla oynamislar ve 79 yıl önce Hilafeti kaldiran Türk devletinin tepesine Hilafetçi artigi ve ABD kuklasi bir parti usta bir manevra ile -umutsuzluk içindeki halk kandirilarak- geçirilmistir.

Tüm hükümet üyelerinin ve bakanlarinin Naksibendi veya Fethullahci baglantilari Aydinlik dergisinde yayimlandigi halde sadece bir iki bakandan tekzip gelmiştir. Hükümet üyelerinin büyük çoğunluğu ünlü Abant Toplantilarini düzenleyen Fethullahçi örgütlenmenin odagindaki Birlik Vakfinin üyesidir. Bir zamanlar demokrasi tramvayına gerekirse binebileceğini ya da ereğine ulaşmak amacıyla papaz giysisi bile giyebileceğini söyleyen, camilerin kubbelerini miğfer olarak takacak, minareleri de mızrak olarak kullanacak Tayip Erdoğan liderliğindeki kadronun yönetiminde Türkiyeci ileride daha vahim sorunların beklediği açıktır.

Diğer yanda ise ABD 80 bin askeriyle Diyarbakırda konuşlanmak ve Türkiye'yi hiç ilgisi olmadığı bir savaşa bulaştırmak istemektedir.
Abanin hedefi açıktır. Kafkasya ve Ortadoğu petrol ve doğal gaz bölgelerini Naziler gibi işgal etmek ve Asyanın stratejik bölgelerini kontrol altına almak! Ama mambo çığlıklarıyla savaş naraları atan Türk medyasında hiç değinilmediği üzere, Abanin asil hedeflerinden birisi de Türkiyeci parçalamak ve Doğu Anadolu'da ABD kuklası bir Kürt devleti kurmaktır. Türkiyeci parçalama ve çökertme operasyonu aşikar bir biçimde Kıbrıs üzerindeki Annen Planı ile, NGOları ile, Fener Patrikhanesine ve Rum azınlıklara verilen haklar ile, Rum Pontusu ile, Kuzey Iraktaki Kürt Senatosu ile Türkiye'de ajanlık faaliyeti gösteren vakıflarıyla basarili bir şekilde sürdürülmektedir. Değerli Necip Hablemitoglunun katledilmesi Türkiye'yi istikrarsızlaştırma operasyonunun bir parçasıdır ve korkarım ki bu cinayetler sürecektir.

Cinayetleri ise çok daha büyük bir ekonomik kriz beklemektedir. Ya Türk askeri, kriz durumlarında ABD'nin müdahale gücü haline getirilecek ya da ekonomisi kısırlaştırılmış ve tarımı çökertilmiş olan Türkiye açlığa mahkum edilecektir. Yani Sah ve Mat gerçekleşmesi planlanmıştır.

Bu yazıda Türk iyedeki durumu irdelemek açısından dünyayı yöneten gizli güçleri ortaya koymaya çalışacağız. Şimdilerde Globalizasyon adıyla bize yutturulmak istenen Yeni Dünya Düzeni bir günde kurulmuş bir strateji değil, kökeni imparatorluklar ve sömürgeler dönemine dayanan bir plandır. Globalizasyon, ulusçuluğu ve sınırları kaldıran bir sistem değil, aksine ezen ulusların kayıtsız şartsız hakimiyetine yol açacak acımasız, emperyalist ve faşist bir yapıdır. Yeni Dünya Düzenini şekillenderen iki temel dev güç vardır. Bunlardan birisi Yahudi lobisi ve tekellerinin kurduğu gizli cemiyetler, ötekisi ise WASP adi verilen beyaz, Anglo Sakson, Protestan azınlığın kurduğu gizli cemiyetlerdir. ABD'DE tüm güç ve medya bu gizli cemiyetler tarafından şekillendirilmektedir. Yahudilerin de içinde yer aldıkları CFR (Council on Foreign Relations), Bilderberg gizli örgütü ve Trilateral Komisyon bu cemiyetlerin temelini oluşturur. Bir istihbaratçı olan George Orwellin 1984 isimli kitabında belirtildiği üzere, medyayı kontrol eden beyinleri kontrol eder. Beyinleri kontrol eden ise, toplumları kontrol eder (son örneğini 3 Kasım seçimlerinde gördüğümüz gibi).

ABD'DE medyayı ve beyinleri kim kontrol eder?

ABD'DE her yere yayılan ve en çok seyredilen kanallar yaklaşık 15 aile tarafından ve 24 şirketle yönetilmektedir (Chomsky, 1988, 1991, 1992, 1994).
Bu şirketler şunlardır (Chomsky, 1988, 1991):
Advance Publications (Newhouse ailesi),
Capital Cities (Devlet Kökenli, DK), CBS (DK),
Cox Com (Cox ailesi) ,
Dow-Jones (Bancroft-Cox ailesi),
Gannet (DK),
GE (General Electric),
Hearst (Hearst ailesi),
Knight-Ridder ailesi,
News Corp (Murdoch ailesi),
New York Times (Sulzberger ailesi),
Readers Digest (Wallace ailesi),
Scripps-Howard (Scrips ailesi),
Storer Corp (Storer ailesi),
Taft (Taft Ailesi),
Time Inc. (karisik ve DK),
Times Mirror (Chandler ailesi),
Triangle (Annenberger ailesi),
Tribune Co. (McCormick ailesi),
Turner Broadcasting (Turner ailesi),
Fox Broadcasting (Fox ailesi).

ABD'de bugün, hem gizli-derin devletten izinsiz, hem de bu ailelerdenizinsiz hiç bir gerçeği yayımlayamazsınız (ABD gizli devleti için bkz. Vanken 1996; Constantine1997; Blum 2000). Belirli bir elit zümrenin kontrolü altında olan ABD medyasının, bunun bir sonucu olarak da dünya medyasının gerçeklerle ilgili fazla bir bilgi yayınlanması beklenemez. Zaten tüm Amerikan halkı 11 Eylül olayında olduğu gibi medya tarafından tamamen uyutulmuş ve inanılmaz senaryolar ile sadece Amerikan halkı değil, tüm dünya kandırılmıştır (Meyssan 2002; Sayın 2002).

Bu şirketlerin pek çoğunun yöneticisi özel ve elit bir alt kültürden gelmektedir ve hep ayni söylemi dile getirirler ve Yeni Dünya Düzeninin temel bir parçasıdırlar. Bu eğilim, dünyayı dinlemek ve yönetmek için NSA (National Security Agency) tarafından kurulmuş ECHELON sisteminin diğer üyeleri İngiltere, Kanada, Yeni Zelanda ve Avustralya da da pek değişmemektedir (Sayın 1998; Hager 1997). ABD'de de Washington ve New York merkezli CFRnin yerini bu ülkelerde Bilderberg ve Trilateral Komisyon almaktadır. Medyanın basında da mutlaka bu örgütlerin elemanları bulunur.

Aşağıda bazı örnekleri sıralıyoruz (Kısaltmalar B: Bilderberg üyesi; T: Trilateral Komisyon; C: Council on Foreign Relations, en az iki veya üç gizli cemiyete üye olanlardan örnekler verilmistir, bu örgütler daha sonra tanimlanacaklardir, Kaynak: Ross 2000):
Robert Erburu (C ve T): Times Mirror baskani
Forester Lynn ( B ve C): Netwave Inc. Haberlesme sistemleri
Paul Gigot (B ve C): Wall Street Journal, Washington yazari.
Henry Anatole Grunwald (B ve C): Time dergisi, editör
Jimmie Lee Hoagland (B ve C): Washington Post, editör yardimcisi.
Claude Imbert (B ve T): Le Point, Paris.
Dinç Bilgin (B ve T): Sabah Yayincilik ve 1 Numara Yayincilik.
Wyatt Thomas Johnson (C ve T): CNN baskani.
Flora Lewis (C ve T): New York Times, Paris, köse yazari
Charles William Maynes (B ve C): Foreign Policy Magazine, Carnegie vakfi (CIA baglantili)
Albert J. Wholstetter (B ve C): Wall Street Journal, yazar
Robert Leroy Bartley (B, C ve T): Wall Street Journal, Editör ve baskan.
Thomas L. Friedman (B, C ve T): New York Times, köse yazari.
David Gergen (B , C ve T): US News and World Report, Başkan ve editör.
Katharine Graham (B, C ve T): Washington Post, direktörlerden
James Fulton Hoge (B, C ve T): Foreign Affairs Magazine direktörü (bu dergi CFRin resmi organidir).
Mortimer Benjamin Zuckerman (B, C ve T): US News ve World Reports, Atlantic Montly, NY Daily News. Bas Editör.

Dünyada hakimiyeti elinde tutan bu Anglo Sakson ve Yahudi medyalarında tek bir ideolojinin borusu öter: Globalizm. Globalizasyonun ve Yeni Dünya Düzeninin temel felsefesini ortaya koyan da ORDO AB CHAO (Kaostan Düzen) mottosu ile ortaya çıkmış Illüminati, Skulls and Bones Society (SBS, Kuru Kafa ve Kemik Cemiyeti), Bohemian Grove (veya Bohemian Club) gibi gizli cemiyetlerin ta kendisidir! Daha sonra bu cemiyetlere 20. yüzyılda Council on Foreign Relations (CFR, Dis İlişkiler Konseyi), Bilderberg ve Trilateral Komisyon eklenecek ve diğer ülkelere de yayilarak kayitsiz sartsiz bir Yeni Dünya Düzeni veya bir Anglo Sakson Firavunlar devri yaratmak için büyük bir mücadele verilecektir (Sutton 1986; Domhoff 2000; Ross 2000; Marrs 2000).

Dünyadaki pek çok tüketim malzemesini ve diğer malları sistematik gizli örgüt ağına sahip bir elitler grubu kontrol etmektedir. Bu elitler grubu tüm dünyaya yayılmışlar ve pek çok kilit noktayı bilinçli ve planlı bir biçimde işgal etmişlerdir. Artık dünyayı yöneten bir Büyük Ağabey vardır ve bu Büyük Ağabey bahsedilen elitlerin oluşturduğu gizli bir ağdır; bu ağın tarihsel mistik bir geçmişi de vardır! Büyük Ağabey örgütünün üye şayisi 8-10 bini asmaz, ama savaşların çıkmasından dünyadaki para hareketlerine, uyuşturucu trafiği ve kara paradan ülkelerin çökertilmesine, hükümetlerin değiştirilip, ülkelerin parçalanmasına kadar (Rusya ve Yugoslavya örneği) bu elitler grubu ve Büyük Ağabey etkilidir.

Yeni Dünya Düzeni, arkasında masonik gizli örgütlenmelerin olduğu bir uluslararası ağın ve Council on Foreign Relations (Diş ilişkiler konseyi), Trilateral Komisyon ve Bilderberg isimli örgütlerin planlayıp, dünyaya dayattığı kayıtsız şartsız emperyalist bir sömürü sistemidir.

Yeni Dünya Düzeni ve bu örgütler neden tehlikelidirler?

Yeni Dünya Düzeninin amaçlari ve tehlikeleri hakkinda tonlarca kitap yazilmis, globalizasyonun insanliga sunacagi acimasiz gerçekler hakkinda yüzlerce konferans verilmistir. Fakat bahsedilen gizli örgütlerin ve CFR, Bilderberg ve Trilateral Komisyonun tehlikeleri hakkinda yazilan kitaplar bir avuçtur. Çünkü bu örgütler hakkinda bilgiye ulasmak çok zordur. Bu örgütlere üye olan kisiler istihbarat örgütlerinin, silahli kuvvetlerin, NATOnun veya Savunma Bakanliklarinin, bankalarin, dev tröstlerin en tepesindeki insanlardir. Nazilerden pek de farklı olmayan bu insanlarin gerçek yüzlerini daha iyi anlayabilmek, ancak onlarin dünya insanligi üzerinde oynadiklari rolü sergileyerek mümkün olabilir.

Bu örgütler niye tehlikelidirler?
Çünkü:

Savaslari onlar çikarirlar. Ne kadar sürecegine onlar karar verirler, kimlerin katilacagina ve hangi sinirlarin çizilecegine onlar karar verirler (Su anda içine girmekte oldugumuz savasta olduğu gibi). Birinci Dünya Savasinin çikmasinda J. P. Morgan ve Rockefellerin büyük etkileri olduğu ve savas sonunda da inanilmaz kârlar elde ettikleri bilinmektedir (Marrs 2000). Ayrıca 2. Dünya Savasinin basinda (Hitlerin yükselisinde de) Rockefeller grubunun Hitlere yaptığı yardimlar bilinmektedir. Rockefellerlar, bu Büyük Agabeyin, CFR veya Skulls and Bones Societynin merkezindedirler.

Parayi kayitsiz sartsiz onlar kontrol ederler. ABDdeki Merkez Bankasindan tutun, diğer uluslardaki merkez bankalarina kadar tüm temel bankalarin kilit noktalarini onlar kontrol ederler. Iskonto oranlarini, para teminini, altin stoklarini ve altin fiyatlarini, borsa fiyatlarini onlar ellerinde tutarlar ve kontrol ederler. Dünyada akmakta olan tüm kara para bu örgütlerin kontrolündedir.

Hükümetleri onlar kontrol ederler. Pek çok ülkede kimin basbakan, kimin vali veya kimin yönetici konumuna gelecegini onlar kontrol ederler. Gerekirse hükümetleri yikarlar, yerine yenisini kurarlar, islerine gelmezse onu da yikarlar ve bunu kimsenin ruhu duymadan
yaparlar. Medya bu gerçeklerden bahsedemez.

Medya ve bilgiyi onlar kontrol ederler. Temel pek çok medya kuruluslarini onlar kontrol ederler. Beyin yikama yöntemleri ve medyayi yönlendirme yöntemleri korkunçtur. Onlarin izni olmadan büyük medyaya yayin yapmaniz mümkün değildir.

Ücretleri, vergileri maaslari onlar kontrol ederler. Emeginize net olarak hakimdirler. Tüm ücretleri, endüstrilerdeki maaslari, isçi maaslarini onlar kontrol ederler. Mafyayi onlar kontrol ederler. Detaya girmeye gerek yok, çünkü zaten kendileri mafyadir. diğer mafya örgütlenmelerini onlar kontrol ederler. Bilimi ve teknolojiyi onlar kontrol ederler. Bilimi ve teknolojiyi çok kilit noktalardaki ögretim görevlileri veya çok kilit noktalardaki sirket görevlileri sayesinde onlar kontrol ederler.

Istihbarat örgütlerini ve ordulari onlar kontrol ederler. ABDdeki hemen her istihbarat örgütünün üst düzey görevlisi veya ileri geleni ya bahsedilen gizli örgütlerin üyesidir, ya da CFR, Trilateral Komisyon veya Bilderberg üyesidir. Avrupa ve Japonyadaki istihbarat örgütlerinde de bu kisiler çok etkilidir. Türkiye'de ise son 50 yildir yönetici konumuna gelmis pek çok kisi ya Trilateral Komisyon veya Bilderberg üyesidir.

Su unutulmamalidir: Bu örgütlerin güçleri, nitelikleri ve üyeleri ortaya çikarildiktan sonra kesinlikle alt edilebilirler. Bu örgütleri böylesine siralamak onlarin yenilmez olduklari vurgulamak amaciyla degil, aksine onlarin iç yapilarini ortaya koymak ve alt edilebileceklerini vurgulamak amaciyla yapilmaktadir. Asagida her üç örgüte de (Trilateral Komisyon, Bilderberg ve CFR) üye olan kisilerin isimlerini ve bulunduklari konumlari sunuyorum (Ross 2000).

Her üç örgüte de üye olan elitler
Paul Arthur Allaire: Xerox sirketi direktörü, CFR direktörü.
Graham T. Allison: Ulusal Politika Merkezi üyesi, eski CFR Direktörü.
D. Orville Andreas: Archer Daniels Sirketi Baskani.
R. Leroy Bartley: Ünlü Wall Street Journal Editörü.
C. Fred Bergsten: Ünlü Brookings Institition Yöneticisi.
Robert R. Bowie: Kitalararasi Gelistirme Merkezi üyesi.
John Bredemas: Texaco sirketi direktörü, eski senatör.
Zbigniew Brzezinski: Ulusal güvenlik danismani, Stratejik ve Uluslararasi Çalismalar Enstitüsü.
John H. Chafe: Senatör, Fin. Sel. Intellig. Direktör.
Bill Clinton: Eski Başkan, Arkansas Valisi.
Richard N. Cooper: Harvardda Prof. CFR direktörü, Devlet Bakanligi, Ekonomik isler.
Gerald Corrigan: CFR direktörü, Federal Merkez Bankasi. Eski direktörü, Goldman Sachs.
Lynn E. Davis: Devlet Bakani, Uluslararasi Güvenlik Sekreteri.
John Mark Deutch: CIA direktörü, Savunma Bakanligi.
Martin S. Friedman: Prof. (Harvard) Ekonomik Arastirmalar Ulusal Bürosu.
Stephan J. Friedman: Goldman Sachs Sirketi.
Thomas L. Friedman: New York Times gazetesi, köse yazari.
David. L. Gergen: US News ve World Report Direktör ve Clintonin danismani.
Louis Gerstner: IBM Sirketi sahibi ve Baskani.
Kathrine Graham: Washington Post gazetesi, köse yazari ve Brookings Inst.
Maurice Greenberg: CFR direktörü, Am. Int. Group Inc. Başkan Yardimcisi.
Lee Herbert Hesburgh: Senatör, Indiana uluslararası ilişkiler.
W. Alexander Hewitt: Jamaica Büyükelçisi.
James F. Hoge: CFRnin yayin organi Foreign Affairsin direktörü.
Richard Holbrooke: ABD Büyükelçisi, B. M. üyesi Credit S. First Boston Corp.
Vernon E. Jordan: Aikin, Huer and Feld Sirketi, RJR Nabisco yöneticisi.
Henry A. Kissenger: Nixon ve Carter dönemi Devlet Bakanligi, Sekreter.
Winston Lord: Devlet Bak. Sekreter yardimcisi, Dogu Pasifik ve Asya Iliskileri.
Jessica T. Mathews: Uluslararasi baris için Carnegie Vakfi Baskani (CIA ve DIA).
Winston P. McCracken: Michigan Üniversitesi Prof.
Robert Strange Mc Namara: Dünya Bankasi Baskani, Eski Savunma
Sekreteri, Brookings Inst. (CIA baglantili).
Walter F. Mondale: ABD Büyükelçisi, Japonya Devlet Bakanligi.
J. Benjamin Nye: Hazine Bakanligi Sekreteri ve etkin baskani.
Joseph S. Nye: Ulusal Istihbarat Konseyi Baskani, Harvard Dekani
Rozanne L. Ridgway: Atlantik Konsül, RJR Nab Direktörü.
Charles W. Robinson: Kitalararasi Gelistirme Konsülü, Brookings Inst. (CIA baglantili).
David Rockefeller: Chase Manhattan Bankasi baskani, Rockefeller
Sirketi Baskani, CFR baskani, Trilateral Komisyon baska. Bahsedilen tüm örgütlerin basindaki çekirdegin yöneticisi.
Brent Snowcroft: Ulusal Güvenlik Konseyi Başkan yard, CFR eski baskani.
Helmut Sonnefeldt: Brookings ve Carnagie Endowment (CIA baglantili).
George Soros: Soros Fund Baskani, Open Society Institute.
Laura D. Tyson: Prof, Harvard, Ekonomik danismanlik Komisyonu baskani.
Paul A. Volcker: Federal Reserve System (Merkez Bankasi) Baskani.
John C. Whitehead: Brookings Institution baskani (CIA yan kurulusu) NYC, AEA investor.
Paul D. Wolfowitz: John Hopkins Ünv Dekani, Ileri Uluslararasi Iliskiler (CIA).
Robert B. Zoellick: Stratejik ve Uluslararasi Iliskiler Merkezi baskani.
M. Benjamin Mortimer: US News, World Reports, NY Daily News, Atlantic
Montly Baskani ve yöneticisi, pek çok medyayi kontrol etmekte.

Eski ve Yeni Dünya Düzeninde gizli cemiyetlere kısa bir bakış Dünyanın kurulusundan beri insanlar sosyal sistemler içinde belirli bir güç arayışında olmuşlardır. Belirli sosyal sınıflarda ve özellikle 16-18. yüzyıldan sonra yönetici sınıfı teşkil eden üst burjuvazide belirli mevkilerin dağılımı arz-talep dengesine uygun olmamaya başlamıştır. Ayrıca kilise ve din baskısına karsı da, farklı ve daha açık görüşlü düşünceye sahip insanlar farklı örgütlenmeler içine girme ihtiyacı duymuşlardır. Bu yüzyıllarda eski mistik gizli cemiyetlerin de törelerini ve yöntemlerini kullanan yeni yapılanmalar görmekteyiz. Masonluk ve ILLUMINATI bu özellikleri fazlasıyla içermektedir.

Aslında gizli cemiyetler büyünün ve ayinlerin başladığı çok eski dönemlere kadar gider ve pek çok gizli cemiyetin kurulusu Mısırlılar ve Mezopotamyalılar zamanına kadar uzanmakta, Sümer ve Akanlara, 5000 yıl önceye gitmektedir. Ama ilk gizli cemiyetlerin temel çıkış noktası din ve Tanrı ile bütünleşme çabasıdır. İlk gizli cemiyetleri oluşturanlar da zaten samanlar, din adamları ve ruhban sınıfı olmuştur. Zoroastrianizm, Mithraism, Pitagorasçilik, Neo-Platonizm, Kabalizm, Sufism, Batıniler (Hasan Sabbahin gizli cemiyeti), Tapınak ve Malta Şövalyeleri ve Gül Haç örgütü ve daha binlercesi Mısır, Mezopotamya ve Ortadoğu'da kendi inanç, sembolizm ve ritüel sistemleri ile yoğrulmuşlar ve yıllarca birbirlerinden etkilenerek Rönesans dönemine kadar ulaşmışlardır. Burada söz konusu olan masonik cemiyetlerdir, ama burada hedefimiz tüm masonları ve masonik aktiviteleri kötülemek değildir. Yüzlerce kola ayrılmış olan masonluk kendi alt kültürü içinde bazı masonik olguları ve yapıları da beraberinde getirmiştir. Masonluğun tarihte insanlara olumlu etkileri de olmuştur. Öncelikle 18. yüzyıl öncesi Anderson Anayasasından önceki masonların pek çoğu aydınlanmacı ve bilimsel kişiliği ön plana çıkan kişilerdir.

Varlığı halen tartışılan Gül Haç (Rose Croix) örgütünün de masonluğun farklı bir devamı olduğu, hatta 1614lerde kiliseye karsı İngiltere'de manifestolar verdiği de söylenir. Rose Croixda bulunduğu ve büyük üstatlık yaptığı söylenen bazı kişileri son yıllarda bulunan parşömenlerdeki kayıtlarına ve Holly Blood and Holly Grail (Kutsal Kan, Kutsal Kase) isimli kitaptaki bilgiye göre sayalım isterseniz (Baigent 1983). Leonardo da Vinci (1510-1519); Robert Boyle (1654-1691); Isaac Newton (1691-1727); Charles Radclyffe (1727-1746); Victor Hugo (1844-1885); Claude Debussy (1885-191 . Daha pek çok ünlü isim mevcut bu gizli masonik örgüttedir! Bu örgütün de farklı bir masonik örgüt olarak faaliyetlerini halen dünyanın herlerinde sürdürdüğü iddia edilmektedir. ILLUMINATIye de bir kol veren grubun Gül Haç teşkilatı olduğu düşünülmektedir. Bu gizli cemiyetlerin hepsi tarihte olumsuz etkiler yapmamıştır, aksine Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Cemiyeti Fransız İhtilali ve Amerikan Devriminin örgütlenme yapısını ve temel kardeşlik, eşitlik felsefesini oluşturmuş, devrimlere ideolojik bir ağ örmüştür. Fransız İhtilalinin pek çok kahramanı masondur. Kuzey Amerika'ya masonluk 1730larda gelmiştir. Benjamin Franklin 1731de mason olmuş ve 1734de Pennsylvanianin Büyük Üstadı olmuştur. Rose Croixlarin (Gül Haç) üçlü konsülünde yer almıştır. George Washington 1752de masonluğa alinmiş 1789da da Başkan olmuştur. Amerikan başkanlarının büyük çoğunluğu masondur. Masonik örgütlerin pek çoğu Türkiye'de de adi çok tartışılanTapınak Şövalyelerine dayanır.

Tapınak şövalyeleri
Tapınak şövalyeleri, Haçlı seferleri sırasında Hugues de Payen isimli soylu bir şövalye tarafından 8 diğer şövalye ile birlikte 1119da kurulmuştur (Baigent 1983; Barret 1999; Draul 1989). Bu dönem Hasan Sabbahin ve Batinilerin etkisinin bitmek üzere olduğu bir dönemdir. 1099da Kudüs alininca, Tapınak şövalyeleri buraya giden hacıları ve Avrupalıları korumak için devreye girdiler. Resmi olarak Troya konsülü tarafından 1129da Isanin Fakir şövalyeleri ve Süleyman Tapınağı Tarikatı olarak kuruldular. Tapınak şövalyelerinin şayisi hızla arttı, 1130da 300 kadar Tapınak şövalyesi Kudüs civarına vardı. Tapınak şövalyesi olabilmek için kilise karsısında fakirlik yemini etmek, bekaret ve kiliseye itaat basta geliyordu. Görevleri din adamlarını ve Kudüme gidenleri korumaktı. Sayıları arttı, Ana doluda ve Kudüs civarında kendilerine kaleler insaf ettiler ve kendilerine ait bir alt kültür kurdular. 1139da başarılarından dolayı Papa Innocent II onlara tam bağımsızlık tanıma hatasında bulundu. Krallar ve soylular da hoşlanmamalarına rağmen mecburen Tapınak Şövalyelerine toprak ve toprak kirası alma hakki tanıdı. Böylece sayilari binleri asti ve hem Ana doluda hem de deniz kenarindaki diğer bölgelerde kaleler insaf ettiler ve duvarci ustasi anlamina gelen ilk masonik aktivitelerine baslamis oldular. Zamanla soyulmaktan korkan hacilara yardimci olmak için onlarin degerli esyalarini muhafaza etmeye, ilk seyahat çeklerini ortaya çikarmaya basladilar. Tabii gizli bazi isaretler tasimasi gereken bu yazili kagitlardaki semboller yüzyillardir bölgedeki mistik akimlardan etkilendi ve onlarin alt kültürleriyle bütünlesti.

Tapinak Sovalyelerine üye özel olarak seçilir, tarikata kabul edilirler ve çok farkli bir egitimden geçirilirlerdi. Bu sirada Arapça ögrenip, eski Yunan eserlerini okumaya basladilar. Bankerlikle ve ticaretle de çok zenginlestiler. Papalik ve Fransiz krali onlarin gücünün azaltilmasi gerektigini sonunda anladilar, çünkü hermetizm, alkemi (simya) ve bilimle de ugrasan bir alt kültür yaratmislardi.
1307de Papa Clement Vin emri ile bazi Tapinak Sovalyeleri geri çagrildilar, büyücülükle suçlandilar, iskence gördüler ve yakildilar.
1314de Tapinak Sovalyelerinin büyük üstadi Jacques de Molay Pariste bir kaziga çakilarak yakildi. Bunun üzerine geri çagrilan Tapinak Sovalyeleri Iskoçyaya kaçtilar ve orada operatif masonlugu kurdular ve Anadoludaki, Kudüsteki kaleleri ve merkezleri ile haberlesmeyi sürdürdüler. 36sinin haricindeki Tapinak Sovalyelerini yakalayamadilar. Özellikle suçlama büyü, hermetizmle (ilk kaynaklari astroloji, astrolojiye dayali hekimlik ve büyü olan, I.S. II ve III yüzyilda ise Stoaciligin ve Platonculugun, Zerdüst dininin de da damgasini tasiyan, Hristiyanligini Mesih anlayisini reddeden, Bati mistisizminin esasini olusturan bir felsefe ve din) ve alkemi ile ugrasmalari, maddi güçlerini Papaligin hizmetine sunmamalari ve Papaliga garip gelen sembolik ve allegorik ritüelleriydi. Bu ritüellerde söylenen sözler ezberleniyordu ve yazili degildi ve ne yaptiklari belirsizdi, kliseye karsi ayaklaniyor olabilirlerdi. Avrupada büyük bir olasilikla Tapinak Sovalyeleri daha sonraki yüzyillarda farkli örgütler olarak devam ettiler, bunlarin en önemlisi asagida açiklayacagimiz Rose Croix (GÜL HAÇ) örgütüdür.

Rose Croix (Gül Haç örgütü)
1188de Prieree De Sion MS 46 yilinda kurulan ORMUS (inisiye edilenler tarikati veya tekris edilenler tarikati) isimli tarikatin bir adinin da lOrdre de la Rose-Croix Veritax oldugu, bir rivayete göre de Isanin çarmihtan inip bu tarikati kurdugu söylense de, Dames Frances Yatese göre ilk ismine 1614de yayimlanan Fama Fraternatisde, Confessio Fraternatis ve The Chemical Wedding of of Christian RosenKreuz da rastlanir. Bu devirde yazilan ve Rosy Cross Manifestolari olarak bilinen üç eser bir Hiristiyan olan Rossy Crossdan ve allegorik bir efsaneden ve bir manifestodan bahseder. Almanyada 1378de dogan Rosy Cross Anadoluya ve kutsal topraklara gitmis 106 yasinda 1484de ölmüstür. Bu eserler simya ile, gizli bilimle ve tipla ugrasan kliseye karsi olan gizli bir toplulugun varligindan dem vurur. Eserlerde masonik sembolizm ve dolayli anlatim kullanilir. Bu yazilarda belirttigimiz gibi Boyle ve Leonardo da Vinciden, Isaac Newtona kadar pek çok bilim insani bu gizli örgüte üye olmus ve bu örgüt sayesinde kendini gelistirmistir. Örgütün tüm özellikleri masoniktir ve Tapinak Sovalyeleri ile iliskileri olduguna kesin gözüyle bakilmaktadir. Daha sonra ABDye masonlugu getiren kisiler ve Benjamin Franklinin kendisi bile Gül Haç örgütünün iç çekirdegindendir. Manifestolar insanlik için çalisan kardeslik ve iyiligi yayma motiflerini isler, Fransiz Ihtilali ve Amerikan ihtilalinde de gelisen devrimci masonik örgütlenme Rose Croix ile içiçedir.

Gül Haç isminin de çok sembolik bir anlami vardir (detaylar için Baigent 1983 ve Barret 1999) Rose Croix ayrica pek çok yönü ve mistik islevi ile Kabalizmle içiçedir, bu da hem Yahudilerden hem de konuyu isleyen Tapinak Sovalyelerinden geçmis bir gelenektir. 1623de Gül Haç örgütü Pariste çok yaygindi ve bazi üyelerinin görünür, bazi üyelerinin de görünmez oldugu ve görünmez olanlarin seytanla isbirligi içinde oldugu dedikodusunu dogurmustur. 1640larda Avrupa ve Ingilterede pek çok Rose Croix örgütü mevcuttu ve Ashmole ve Lilly tarafindan Londrada 1646da kurulan bir locanin Hür ve Kabul Edilmis masonlugun, Tapinak Sovalyeleri ile birlikte temeli attigi iddia edilmistir. 17. Yüzyildan sonra Gül Haç örgütü masonluktan daha gizli ve daha ölümcül bir biçimde devam etmis ve bir kola ayrilarak ILLUMINATIyi olusturmustur. Rose Croix o kadar gizlidir ki, halen sürüp sürmedigi bile resmi olarak bilinmemektedir. Seytana taparlar mi?

Bu konuda belirsizdir, ama 20. yüzyilin basinda GOLDEN DAWN (ALTIN GÜNDOGUMU) isimli koyu okkült, kara büyü ve satanizm örgütünü kuran Aleister Crowleyin Rose Croix örgütünden oldugu iddia edilmektedir, ayni zamanda Crowley Hür, Kabul Edilmis Masonlar Locasinda Büyük Üstadlik yapmis, Skoç ritinde de 33. derece mason olmustur.

Yaptigim arastirma ve incelemelerden çikardigim sonuç, Rose Croix örgütünün hiç bir zaman yok olmadigidir. Fakat baska örgütler dogurmaya devam etmistir. 16. yüzyildan beri gerek masonlugun, gerekse ILLUMINATInin ve Skulls and Bones Societynin dogusunda etkin rol oynamistir. Ama Hür ve Kabul Edilmis Masonlar resmi ve kanuni bir dernek olmasina karsin, ne ILLUMINATI ne de Rose Croix ortaya çikip kendini gösteren birer dernek degildirler ve masonlugu kendilerine üye çekmek için bir havuz olarak kullanirlar. Yani daireler içiçedir. En içteki dairede ve çelik çekirdekte hangi mistik gizli örgütün yüzyillarca etkili oldugu meçhul kalmistir.

Illuminati
Illuminati 1 Mayis 1776 da Adam Weishaupt tarafindan Bavyera-Almanyada kurulmustur. Adam Weishaupt Ingolstadt Üniversitesinde hukuk profesörü iken masonik egilimlere merak sarmis ve bir gizli örgüt kurmustur. Ama hükümete karsi bazi hareketler de içeren yayinlari nedeniyle 1786da polis tarafindan basilmis ve ondan sonra da tamamen yer altina inmistir. Illuminatinin daha sonra çok güçlendigi ve 1833de Yale Üniversitesinde General William Russel tarafindan Skulls and Bones Society (SBS) olarak kuruldugu rivayet edilmektedir (Marrs 2000; Sutton 1986). Yani bir rivayete göre SBS Illuminatinin ABDdeki devamidir. ILLUMINATInin Rose Croix örgütü ile direkt iliskisi oldugu bilinmektedir. Hangi ülkede birlesik çalisirlar, hangi ülkede farklidirlar ve ayrilirlar bilinemez. Bu gizli örgütlerin terör örgütlerinden özde pek bir farki yoktur; terör örgütleri bomba ve silahla terör ve anarsi yaratirlar. ILLUMINATI, SBS, CFR ve benzerleri ise sadece anarsi ve kaosu yani ORDO AB CHAOSu (kaostan düzen) imza yetkisi, uluslararasi strateji, paranin kontrolü ve mafyanin indirekt kontrolü ile yaratirlar.

Illuminati adini ve üyelerini inanilmaz bir sir gibi saklayan ve ölümcül bir kurulustur. Bugün hemen her ülkede mevcuttur. Özel egitim, tören ve alt kültürlerden gelmeyenler Illuminatiye kabul edilmezler. ABD baskanlarinin pek çogu Illuminatiden ya icazet alirlar ya da üyesidirler. Bu gizli örgüte ihanet edenlerin cezasi kayitsiz sartsiz ölümdür. Illuminatinin NATO ile veya Gladyo gibi yeralti örgütleri ile
de iliskisi oldugu sanilmaktadir (Domhoff 1974, 2000; Sutton 1986, 1988, 1990; Marrs 2000; Ross 2000; Marrs 2001)

Skulls and Bones Society (Kuru Kafa ve Kemikler Örgütü-SBS)
Baba ve ogul George Bushun üyesi oldugu SBS, merkezi Connecticut Yale Üniversitesinde olan çok gizli bir cemiyettir (Ironhouse 2002; Sutton 1986). Her yil sadece bu örgüte 15 kisi girebilir, ama bu 15 kisi daha sonra ABDde en kilit noktalara getirilir, ayrica akrabalari ve dostlari da bu elitizmden paylarini alirlar. Sayilari az olmasina ragmen etkileri fazladir ve bir çember içindeki merkez usulüyle çalisirlar, yani bir çemberdeki çesitli noktalarin kontrolü bir SBS üyesinde ise, onlar için sorun çözülmüstür, bu nedenle üyelerini yönetici ve etkin çemberlerin merkezine koyarlar. Tabii ki ILLUMINATI, Rose Croix (Gül Haç), Trilateral Komisyon ve CFR ile ile direkt iliskileri vardir.

Her ikisinin de gizli Rose Croix örgütü ile iliskisi vardir. Alphonso Taft daha sonra ABD baskani ve SBS üyesi olan William Howard Taftin da babasidir. SBSnin son 150 yilda 2500den fazla üyesi olmustur. SBS Yeni Dünya Düzeninin temel ideologlarindan biridir (Bohemian Grove ve CFR ile birlikte). Elimizdeki ilk kayitlar Haziran 1882ye aittir.

Bu gizli cemiyete girebilmek ancak davetle mümkündür ve inisiasyon töreni masonlarinkine çok benzer. Fakat tüm ritüeller ve yapilanlar gizlidir, kimse disariya bilgi sizdiramaz. Inisiasyon törenlerinde denekler çirilçiplak bir tabuta girerler, bu tabuttan çiktiklarinda yeniden dogmus sayilirlar. Birbirlerini özel tanima yöntemleri vardir. Son yüz yilda SBS üyeleri ABDde en kilit noktalara gelmislerdir ve özellikle belirli ailelerden seçilen kisiler özenle bu gruba alinir. Bu cemiyete girebilmek için temel özellik WASP olmaktir (White:Beyaz; Anglo Sakson ve Protestan). Baska irka veya geçmise mensup baska dinden olanlar bu yapiya giremez.

SBS ABDde pek çok kilit noktaya gelmis insanin yer aldigi bir cemiyet olmustur. 6-7 kusak öncesinden Anglo Sakson ve protestan olmasina çok dikkat edilir. SBSnin temelinde bir çelik çekirdek iç hücre, etrafinda daha büyük bir çember, onun etrafinda da daha dis bir yapilanma vardir. Chapter 322 ismi ile de anilan iç merkezin direkt olarak merkezde olmak kosuluyla Trilateral Komisyon, CFR, Bilderberg, Atlantik Konsül (Bir round table masonik grubu), Bohemian Grove (veya Bohemian Club), Pilgrem Society, ve SBSnin dis gölge örgütleri (yani üye almak için havuz olusturduklari yan klüpler vardir) (Marrs 2000; Marrs 2001; Sutton 1986, 1988, 1990).

ABDye yerlesen ve pek çok tüketim aracini kontrol altindan tutan ve etkin ailelerden SBSye üye verenlerden bazilari sunlardir (çok uzun süredir bu ailelerin mutlaka bir kaç ferdi SBS üyesidir):
Whitney Ailesi ( yerlesim 1635, Watertown, Massachusets),
Perkins Ailesi ( yerlesim 1631, Boston Mass.),
Stimson Ailesi (yerlesim 1635, Watertown, Mass.),
Taft Ailesi (y. 1679, Braintree, Mass),
Wasdworth Ailesi (y. 1632, Newtown, Mass.),
Gilman Ailesi (y. 1638, Hingham, Mass.)
Payne Ailesi (Standard Petrolün sahibi),
Davison Ailesi (J. P. Morgan ve sirketinin sahibi, her iki dünya savasinda da etkili olmuslar ve büyük paralar kazanmislardir),
Pillsburr Ailesi (Un ticareti),
Sloane Ailesi (Ticaret ve parekende satisiin dev ismi),
Weyrhauser Ailesi (Kereste ve orman ürünleri tröstü),
Harriman Ailesi (Demiryolu Krallari),
Rockefeller Ailesi (Standard petrol, Chase Manhatten Bank ve binlerce sirketin sahibi CFR, Trilateral Komisyon ve Bilderbergin basindaki aile),
Lord Ailesi (y. 1635, Cambridge, Mass.),
Bundy Ailesi (y. 1635, Boston, Mass.),
Phelps Ailesi (y. 1630 Dorchester, Mass.),
Bush aileleri (Baba Bush CIA ve ABD baskani, ogul Bush bu örgütlerin bir entrikasiyla ABD baskanligina getirildi, her ikisi de SBS üyesi).

SBS toplumdaki hemen her yapiya girmistir. Bunlarin içinde Beyaz Saray, Yüce Divan, Medya, Is ve Endüstri, Federal Banka sistemi, Kanun yapici kurullar, Mahkemeler vb vardir. SBSnin temel ideolojisi Anglo Sakson ve Protestan beyazlarin dünyadaki hakimiyetini saglamaktir, ideolojisi oldukça fasistir ve her iki dünya savasinda da bu cemiyet çok önemli roller oynamistir. Bohemian Grove ve CFR ile birlikte Skulls and Bones Society Yeni Dünya Düzeninin yaraticisidir (Marrs 2000; Marrs 2001; Sutton 1986, 1988, 1990; Ironhouse 2002).

Bohemian Grove (Bohemian Klübü)
Bohemian Grove (BG) ayni Skulls and Bones Society gibi gizli amaçlar ve yöntemler için 1880lerde Kaliforniyada kurulmus bir cemiyettir. Üyeleri, törenleri, ritüelleri ve ne yaptiklari çok gizli tutulur. Merkezdeki çiftlik ayni anda yüzlerce kisinin hafta sonu toplantilarina katilabilecegi niteliktedir. ABDnin hemen her eyaletinde tapinaklari vardir. Sembolleri BAYKUStur. Ritüellerde baykusa hitap edilir ve bir fetis olarak baykus motifi kullanilir. Bohemian Grovea üye olanlar baska masonik klüplere de üye olduklari için bu rituellere ve sembolizme ali*****rlar.

1970li yillarda en kilit noktadaki ve zengin 1000 civarinda üyesi olan Bohemian Grove üyelerinin ünlülerinden bazilari sunlardi (Domhoff 1974):
Dwight David Eisenhower (ABD baskani),
Herman Wouk,
Robert Kennedy (ABD Baskan adayi),
Johson (ABD Baskani),
Richard Nixon (ABD Baskani),
Gerald Ford (ABD Baskani),
Ronald Reagen (ABD Baskani),
Bill Clinton (ABD Baskani),
Nelson Rockefeller,
David Rockefeller,
Henry Kissenger,
Edgar Kaiser (Kaiser Industries baskani),
Henry Morgan (J.P. Morgan Sirketi),
Charles Morgan (J.P. Morgan Sirketi),
Neil Armstrong (aydan döndükten sonra katilmistir)

Hoover Enstitüsünün bazi ileri gelenleri,
Wernhern Von Braun (Alman roket ve uzay bilimcisi),
David Sarnoff (Isadami),
Senator Robert Taft (Taft ailesinin SBS ile yakin ilgisini hatirlayiniz!),
Lucius Clay,
American Express,
Standard Brands,
Int. Investment Corporation baskani, ,
Earl Warren (Yüce Divan üyesi),
Kalifornia valisi Goodwin Knight,
Kalifornia valisi Pat Brown,
Baskan Herbert C. Hoover (1913te klube katilmistir),
Rudolph Peterson ( Bank of Amerikanin eski baskani),
Melvin Laird (eski Savunma Bakani),
William Rogers (Eski CIA baglantili Devlet Bakanligi sekreteri),
Francis Baer (United California bank eski baskani),
Stephen D. Bechtel: J.P. Morgan sirketi direktörü,
Gilbert Humprey(: National Steel, General Electric, Texaco, National
City Bank of Cleveland, Sun Life Insurance direktörü, Lewis Lapham):
Mobil Oil,
Heinz, TriContinental Corp. Baskani),
Edmund Littlefield): Wels Fargo Bank, Hewlett-Packard, General
Electric eski baskanlarindan),
Leonard McCollum ( Morgan Trust, Capital National Bank eski baskani)

Dikkat ederseniz Bohemian Grove hem çok zengin hem de en kilit noktalardaki elitlerin olusturdugu daha üst ve çok daha gizli bir seçkin klübüdür (Daha detayli listeler ilerideki çalismamizda yayimlanacaktir, yer tutmamasi açisinda sadece bazi kritik görevlerdeki kisileri verdik). Dikkat edilirse en fazla ABD baskani üyesi olan klüp Bohemian Grovedur. ABDde kaldigim 7 yil boyunca her gittigim kütüphanede ve kitapçida bu klüple ilgili bilgi aradim. Bu konuda sadece William Domhoffun yazdigi bir kitap ile bir kaç makale geçti elime. Düsünün 1000e yakin ABD eliti sürekli bir hafta sonu Californiada veya diger eyaletlerdeki çiftiklerde toplanip kadinli, erkekli törenler yapiyorlar ve gizli ritüeller uygulaniyor, inisiasyon törenleri yapiliyor; insanlar komik komik kiliklara veya durumlara giriyor çesitli dramalar ve roller oynuyorlar.

Bunlara bir sürü hizmetçi hizmet ediyor, bir sürü polis bunlari koruyor, bir sürü kisi bu klübe geliyor ve bu klüp 1880den beri var.
ABDde elime geçen pek çok kütüphanenin veritabaninda bu klübe ait bilgi aradim, ama çok sinirli bilgiye ulasabildim. Halbuki masonlukla ilgili kitaplar heryerde satiliyordu. Benzer sekilde Skulls and Bones Society (SBS) konusunda da elime geçebilen kitap sayisi bir avuçtur. SBS de Bohemian Grove gibi çok gizli bir örgüttür. Bu örgütleri ABDde sordugum hiç bir Amerikali bilmiyordu. Üstelik bu kitapta diger örgütlerle ilgili listeleri yayinlayan kitaplar veri tabanlarindan çikarilmisti, elimdeki kitaplarin çoguna direkt yazarlarina ulasarak eristim. Neden ve nasil saglanir bu gizlilik bunu anlamaya imkan yok! Bu gizliligin tek hedefi olabilir, törenlerde ve toplantilarda çok ciddi bazi kararlarin alinmasi.

Örnegin atom bombasi projesinin kararinin verildigi yerin, siklotronu ilk kurgulayan Prof. Ernest O. Lawrencea bu kararin verdirildigi yer olan Bohemian Grovedur (Nuel Pharr Davis, Lawrence and Oppenheimer, New York: Simon and Schuster, 196 . Vietnama savas açilmasi kararinin verildigi yer de Bohemian Grovedur. Kaliforniyadaki çiftlikte bazi zamanlarda ciddi güvenlik önlemli toplantilar yapilir. Çiftlik San Fransisconun 65 mil kuzeyindedir 300-500 kisiyi barindirabilecek ve anayoldan ulasilamayacak, ancak bilenlerin helikopterle veya arazi araçlari ile gidebilecekleri bir alanda tüm çevre yerlesim merkezlerinden uzaktadir ve çok yogun koruma altindadir. Bu ana merkezin haricinde baska sehirlerde de merkezleri vardir. Bohemian Grove üyeleri belirli araliklarla toplanip klasik ritüelik törenlerini yaparlar. Törenleri bir rahip ile bir rahibe yönetir. Törenlerde genellikle allogerik ve yukarida tanimini yaptigimiz sembolik dramalar oynanir, fakat törenlerle ilgili yazilanlar da çok sinirlidir.

Bohemian Groveun merkezinin bu kadar izole olmasina karsin, Bohemian Grove SBS, Pilgrem Society, Rotary Club gibi masonik cemiyetlerle iç içedirler. Bir söylentiye göre BGdan icazet alamayan bir istihbarat örgütünün basina getirilemez, baskan seçilemez; devletle ilgili pek çok önemli karar buradaki toplantilarda verilir. Üyeleri yukarida saydigimiz gibi en kilit noktalardaki kisilerden olusur; örnegin 1991 de BGda olup da ayni zamanda önemli sirketlerde yönetici olanlarin sayisi söyleydi: Bank of America 7 direktör, Pacific Gas and Electric 5 director, AT-T 4 direktör, First Interstate Bank 4 direktör, McKesson Corporation 4 direktör, Ford Motors 4 direktör, General Motors 3 direktör, Pacific Bell Telephone 3 direktör. Ayrica pek çok istihbarat örgütünün baskanlari veya üst düzey yöneticileri de BG veya SBS üyesidir. BG, SBS ile birlikte 1880ilerden beri Yeni Dünya Düzeninin ideologudur ve bu cemiyetlerdeki kisilerin çogu ise Bilderberg, Trilateral Komisyon ve CFRda yer alirlar. 1974teki Domhofun kitabinda belirtildigi üzere Bohemian Grovea üye olan azinlik, ABDdeki o tarihteki tüm mallarin yaklasik yüzde 30-40ina, özel sektörün tüm servetinin yaklasik yüzde 70-80nine sahipti.

CFR, Trilateral Komisyon ve Bilderberg örgütleri

Diger masonik örgütlerin iç çatisi ve yapisi altinda CFR, Trilateral Komisyon ve Bilderberg günümüzün BÜYÜK AGABEYI haline gelmistir. CFR (Council on Foreign Relations-Dis Iliskiler Konseyi)

Clinton, Antony Lake, Al Gore, George Bush, Warren Christopher, Colin Powell, Les Aspin , James Woolsey (CIA direktörü) gibi isimlerin CFR (Council on Foreign Relations-Dis Iliskiler Konseyi) isimli bir komisyona kayitli olmalari herhalde okuyucuyu bunca bilgiden sonra sasirtmaz. Ama dünyadaki en ciddi karar mercilerine gelenlerin bagli olduklari bir örgüt olmasi herhalde dogal karsilanabilir, üstelik bunlarin bazilari BILDERBERG veya Skulls and Bones Society üyesidirler. Yani hiç kimse hak ettigi ve olmasi gerektigi için bir pozisyonda degildir Yeni Dünya Düzeninde. Ipleri ne kadar iyi oynatabildigi, ne kadar sir tuttugu ve bu örgütlere ne kadar bagli oldugu önemlidir onlar için.

Globalizasyon ideolojisinin Bohemian Grove ve Skulls and Bones Society gibi masonik örgütlerden daha az gizli bir bransi olan CFR 21 Temmuz 1921de New Yorkta kurulmustur (Ross 2000; Marrs 2000). Zaten yüzyillardir ülkü piramiti, Süleyman mabedi, tek hükümetli dünya, Sionun ogullarinin vaad edilmis birlesik kralligi, evrensel kardeslik gibi fikirleri savunan gizli cemiyetlerin bu ideolojisini ilk harekete resmi olarak geçiren kurulus CFRdir. Globalizmin gizlilikten çikip dünyaya ilani CFRin kurulusu ile baslamistir. 1917de Baskan Wilson savas sonrasinda yüze yakin elit adamini toplamis ve global baris (!) planlari yapmislar ve Wilsonin bilinen on dört nokta teorisini 8 Ocak 1918de kongreye sunmuslardir. Bu plan özünde tüm ekonomik sinirlari kaldirmayi amaçlayan ve ABD sermayesini tüm dünyaya hakim kilmaya yarayan bir plandi. Ama 1919da Paris Baris Görüsmelerindeki Versailles anlasmasi Almanyaya agir kosullar koymustu.

30 Mayis 1919da Parisin Majestic otelinde toplanan Ingiliz ve Amerikan delegeleri bir Uluslararasi Iliskiler Enstitüsü kurmaya karar verdiler. Bunun adi daha sonradan Ingilterede Royal Institute of International Affairs oldu. 21 Temmuz 1921de de ABDde CFR gizli kosullar altinda kuruldu, 1945e kadar merkezi New Yorktaki Prat House oldu (Halen merkezi burasidir: The Harold Pratt House, 58 East 68th Street, New York, NY 10021). Bu bina Rockefeller tarafindan bagislanmisti. CFR üyelerinin büyük çogunlugu New York ve Washington D.C.de yasayan elitlerden olusuyordu. Daha ziyade New York ve Washington, D.C.de yasayan elitlerden olusan CFRin bugün finans, komünikasyon, akademi, istihbarat, teknoloji alanlarda en etkin konumlarda bulunan 3300 üyesi mevcuttur. Bu sayi bir zamanlar 1600 ile sinirliydi. Özellikle tüm CIA, DIA, DEA ve baska istihbarat sefleri bu örgütün de elemanidir ve CFRin ilkelerinden disari çikamazlar. Ilk üyeler arasinda New York senatörü Colonel House, Devlet Bakanligi Sekreteri John Foster Dulles, CIAda uzun süre çalismis Allen Dulles, kurucu baskan milyoner John W. Dawis ( J. P. Morganin finansörlerinden) vardi. CFR için ilk para John D. Rockefeller, Bernard Baruch, Jacob Schiff, Otto Kahn, Paul Warburg gibi milyonerlerden geldi. Bugün CFR için finans su kuruluslardan gelir: Xerox, General Motors, Bristol-Myers-Squip, Texaco, Alman Marshal Fund, McKnight Vakfi, Ford Vakfi, Andrew Mellon Vakfi, Rockefeller kardesler vakfi, Starr Vakfi vb. CFR yönetim üyeleri bugün dünyadaki her ise burnunu sokan ve ekonomik kontrolü amaçlayan kurum, vakif, enstitü ve gizli örgüt ile içiçedir.

CFR Ikinci Dünya Savasinda çok önemli bir rol oynamistir. Yayinladigi Foreign Affairs isimli dergi ile de çalismalarini tüm dünyaya duyurur. CFR her ne kadar gizli olmayan bir görünüme sahip olsa da, bu gerçek degildir. CFR, SBS, Bilderberg gibi çok gizli bir örgüttür. Her yil hazine sekreteri, CIA veya NSA yöneticileri ile çok gizli, halka açik olmayan toplantilar yapar. Normal kosullarda CFRin anayasaya bile aykiri oldugu iddia edilmisse de bunu yargilayacak olan Anayasa Mahkemesi veya Yüce Divan üyelerinin büyük çogunlugu da CFR üyesidir. J.P. Morgan ve Rockefeller gibi devler CFRye büyük paralar yatirirlar, ama isadamlarina devletin güvenlik sirlari hakkinda brifing verilmesini kimse anlayamaz ve anlatmakla bitip tükenmeyen Amerikan demokrasisinin neresine koyacagini bilemez. Bu demokrasi ise neden hiç bir sey halka ve basina açiklanmamaktadir? Orasi da pek anlasilamaz. Gerçi basina açiklansa da farketmez, çünkü CFR tüm medyayi kontrol eder. 1988den beri 14 devlet bakani, 14 hazine bakani, 11 Savunma bakani ve bir sürü federal büroya ait görevli CFR üyeleri arasindan seçilmistir. Özel sirketlerin devletin bu kadar içine girmesi nasildemokrasi ve hukuk sistemi ile bagdasir bunu J.P. Morgana ve Rockefellera sormak gerekir tabii. Dullestan beri her CIA direktörü, örnegin Richard Helms, William Colby, George Bush, William Webster, James Woolsey, John Deutsch, ve William Casey hep CFR üyeleri arasindan seçilmislerdir. Ne isi vardir Rockfellerin kurdugu bir konsülde halkin ulusal güvenligini korumakla görevli onca insanin? Hukuk ülkesi ve demokrasinin besigi oldugu iddia edilen Amerikanin bu gerçeklerini Amerikalilarin çogu bilmez, onlar kredi karti borçlarini ve ev taksitlerini ödeyip, evde patlamis misir yiyerek biralarini içerler. ABDli pek çok yazar CIAin Amerika ve Amerikan halki için degil, CFRin dostlari ve gizli iliskide oldugu dernekleri için bilgi topladigini dile getirmisler, ama komünistlikle suçlanmislardir.

CFR bu isadamlarinin istedigi kisileri hep yükseltmis en üst ve dokunulmaz noktalara getirmistir. Bunun en güzel örnegi siradan bir akademisyen olan ve David Rockefeller ile tanistiktan sonra sansi açilan Henry Kissenger olmustur. Clinton döneminde de tüm devlet yetkilileri CFR üyeleri arasindan görevlendirilmis neredeyse yurt disina yollanan büyükelçilerin yarisi CFR içinden seçilmistir.

Baskanlarin seçiminde de ayni yol izlenmektedir, seçmenler bir CFR üyesi ile öteki arasinda tercih yapmak zorunda birakilmaktadirlar, zaten Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti birbirinden çok farkli degildir ki! CFRin gizli raporlarindan ve konferanslarindan birinde söyle denilmektedir (Ross 2000): Silahsizlanma, Amerikanin bagimsizligi ve bu bagimsizligin tek dünya hükümetine dönüsmesi CFRnin 1551 üyesinin yüzde 95ine 1975te açiklanmistir. CFRnin üyelerin yüzde 75ine açiklanmamis ve yazilmamis iki amaci daha vardir. Bu olusumun hedefleri size biraz garip gelebilir, bunlari biraz tartisalim.

Bu inancimizin temelinde yatan, monopolistik kapitalizmin dünyanin her yerindeki farkli para birimlerini, banka sistemlerini kredi ve üretim sistemlerini, temel kaynaklarini tek hükümetle kontrol edilebilir hale getirmek ve aydinlatilmis dünya sistemindeki üstünlügümüzü kendi dünya ordumuzla temin etmektir.

Kendi kurdugu dünya ordusu ile tüm dünyadaki kaynaklari ve para sistemini kontrol edip, tüm kaynaklara el koyacakmis. CFRin amaci buymus! Skulls and Bones Societynin 1880lerdeki fasist ideolojisinin bir devamidir bu! Bu mentalite bugün Ortadoguyu bir ordu indirerek kontrol altina almak istemektedir.

CFRin gizli bir organizasyon olmadigini söyleyenlere de CFRin 1992 yillik raporundan bir cümle ile yanit verelim. Sayfa 21: Tüm toplantilardaki konusmalar ve açiklamalar bu toplantilar disinda kimseye açiklanamaz! (Ross 2000). Ayni raporun, 122, 169, 174, 175 ve 176 inci sayfalarinda da bu gizlilik sürekli tekrarlanmakta ve gizlilik bozulup da medya veya birisine bir bilgi sizdirilirsa nasil cezalandirilacagi ima ediliyor. Daha önceki masonik ilkelerin tümünün uygulandigi bir örgütlenmedir CFR. Ayrica CFRin ve gizliliginin ve fasist ideolojilerinin ABD anayasina aykiri oldugu defalarca zikredilmistir.

IMF ve Dünya bankasi da CFRin tamamen etkisi ve yönetimi altindadir (Ross 2000; Sklar 1980). Geri kalmis ülkeleri fakirlestirmek ve ekonomilerini yoketmek yolunda IMF, CFRin emirleri dogrultusunda çalismaktadir.

Bilderberg gizli örgütü
CFRin temel globalizasyon planlari daha kuruldugu günden beri bilinmekteydi. Ama CFR ABD içinde tam bir kontrol saglamak ve tek jandarmali kapitalizmi Avrupaya yaymak ve sosyalizm ve komünizm ile mücadele etmek zorunda idi. Eski CFR baskani ve Rockefellerin Chase Manhatten Bankasi baskani olan John McCloy OSS (Office of Strategic Services) isimli istihbarat örgütünün (Bill Donovan tarafindan 1941-1942de kurulmustur) kurulmasini ve CFR ile karsilikli iletisim içinde çalismasini sagladi. 1947de OSS, CIAya (Central Intelligence Agencye) dönüstürüldü. 1947 Ulusal Güvenlik Kanunu ile de gerek sivil gerekse kriminal yasalara karsi korunan bir örgüt haline getirildi. Yani CIA, anayasaya ragmen ulusal güvenlik adina her türlü suçu isleyebilen bir örgüt yapisina kavustu. 1950de General Walter Bedel Smith CIA baskani oldugu zaman, CFRden aldigi emir üzerine Avrupada etkin bir örgüt kurulmasini istedi. Daha sonra CIA ve Ulusal Güvenlik Konseyine konan bu semsiye daha da güçlendirildi ve 1982de Reagan tarafindan Executive Order 12333 (Etkin Yasa 12333) devreye sokuldu (Montalvo 2000).

Bilderberg, CFR ve öteki örgütlerin Avrupa ayagini ve etkinligini teskil etmek için CIA tarafindan Hollandada Oosterbeek sehrinde Bilderberg otelinde 1954 de kurulmustur. Dünyanin yönetimi ve globalizasyon konusunda her yil farkli ülkelerde toplantilar yapar
(Ross 2000; Marrs 2000). Toplantilar son derece gizli kosullarda ve özel ortamlarda yapilir. Katilanlar bu konuda hiç bir bilgi vermezler. Spotlight isimli bir dergileri de vardir. Liberty Lobby Inc, 300 Independence Ave., SE, Washington D.C. 20003 adresinden yayin yapar.

Bilderberg örgütünün Avrupa adresi: Maja-Banck Polderman, Bilderberg Meetings, Amstel 216, 1017 AJ, Amsterdam, Hollanda. Bilderbergin ABD adresi ise Charles W. Muller, American Friends of Bilderberg, Inc. 477 Madison Ave., 6th Floor, New York, NY 10022.

Bilderbergin kuruculari arasinda Hollanda prensi Bernhard ve Polonyali
sosyolog Dr. Joseph Hieronim Reting


melish 21 Haziran 2006 02:57

İlluminati 1776 yılında Adam Weishaupt tarafından Almanya, Bavyera'da kurulmuştur.
Bu örgütün en büyük hedeflerinden bir tanesi 'Bütün dinlerin feshedilmesidir.' Yani İllimunati bugün yeryüzünde var olan bütün dinlere düşmandır.

Ve açıkça söylemek gerekirse bu özelliğiyle de kökenleri hem Tapınak Şövalyeleri'ne hem de Avrupa'da 15'inci yüzyılda adını duyurmaya başlayan Gül-Haç (Rose Croix) derneğine kadar gider. Mason örgütlerinin az sayıdaki, çok yüksek derecedeki bilgili insanları da bu bağlantılardan haberdardır (Bu yüzden de 33'üncü dereceye erişebilen Masonlar'a verilen madalyonun üzerinde 'Ordo Ab Chao' yazar)

Ellerinde dünyanın düzeninin gerçek anlamı, gizi ve olası sonuyla yeni başlangıcı konusunda bilgi taşıdıkları iddiasında olan bu örgütlerin kökenlerinin pagan dinlerde olduğunu, tek tanrılı dinlere düşman oldukları ve dini yıkarak yeni bir düzen kurmayı amaçladıklarını anlamazsak, bugün çıkarılmaya çalışılan kaosu da tam kavrayamayız.

Hedef dünyada devletlere karşı bir inançsızlık yaratmak, dinleri birbirine düşürmek, gerekirse dünyayı ateşe boğacak bir büyük savaş çıkarmak ve sonunda da dünyada yeni bir düzen getirmektir.

Ben hedefin bu olduğunu düşündüğümden Irak'ta işkence fotoğraflarının bulunmasını hiç de şaşkınlıkla karşılamadım. Bu fotoğraflar başta ABD'de ama tabii ki tüm Hıristiyan dünyasında 'iyi bir Hıristiyan bunu yapar mı' sorusunu da sordurmuştur ki amaç da budur.

İkinci amaç da tüm Müslümanlar'ı kinlendirmektir ki bu da başarılmıştır.
Bush ve savaşan arkadaşları göründükleri gibi değildirler. Onlar dindar değil övünerek üyeliklerini ilan ettikleri 'Skulls and Bones' yarı gizli örgütü ile 'tüm dinlerin feshedilerek dünyada yeni bir inanç düzeninin ve yönetim sisteminin' kurulmasını amaçlayan gizli ezoterik derneklerle bağlantılılardır.


hani nerde? 18 Temmuz 2006 04:31

Yeni bir din mi?


Yokolan yaşamlar, kaybolan umutlar, işlenen suçlar; büyük dinlerden sonra dünyanın en etkili inancı olarak ortaya çıkan Scientology göründüğü kadarıyla geçmişin tüm inançlarından daha hızlı yayılıyor ama ortada küresel bir acımasızlık ve maddi hırs var, tabii ki görmek isteyene. Acaba iddialar doğru mu? Scientology, yüzyılın en büyük şarlatanlığı mı yoksa tüm din ve inançların yerini alıp, huzur ve barışı sağlayacak yeni bir yol mu? Almanya´da Kohl Hükümeti tarafından sempatiyle karşılanan, ABD´de Rockefeller´den, Tom Cruise´a, Travolta´dan, Chick Korea´ya uzanan sempatizanlar çizgisi daha kimlere uzanacak?

Pennsylvania, Kingston´dan Noah Lottick normal bir insandı, 24 yaşındaydı ve mutluydu, dünyanın her yerindeki yaşıtları kadar coşku ve umut doluydu, Haziran´ın o meşum gününe kadar. Onun vücudunu taşıyan anne ve babası, acıdan uyuşmuşlardı, Rus asıllı genç adam Milford Plaza Otel´in 10. katından atlayarak bir limuzinin damını parçalamıştı, cesedin avucu sıkı sıkı kapalıydı, polis genç adamın elini zorla açtığında, 171 $ dolar buldu, bu para Lottick´in Scientology Kilisesi´ne geri dönmesine yetmeyen paraydı oysa aradan sadece 7 ay geçmişti. Bir doktor olan babası Edward, Scientology Kilisesi´ni itham ederken, araştırmalara başladı, Edward Lottick "Biz Scientology´yi Dale Carneige gibi düşünüyorduk ama artık oranın psikopatlar okulu olduğuna inanıyorum, şarlatanlıklarına terapi diyorlar, en iyileri, parlak zekalı insanları kandırıp topluyorlar ve yok ediyorlar." Lottick, bir an evvel resmi soruşturmanın başlamasını istiyor ama durum pek umut vermiyor çünkü ABD´in Anayasal İyileştirme ve Islah Etme Hakları adlı yasal destek Scientology Kurumu´na arka çıkıyor ve 40 yıldan bu yana dünyanın en pahalı avukatları ve özel dedektifler bu savaştan henüz galip çıkamadılar. (Not: Buradaki kilise sözcüğünü dinsel anlamda yani Hıristiyan kilisesi demek değil, Amerika´da kilise sözcüğü bir inanca mensup insanların toplandığı her hangi bir yer olarak kullanılıyor.)

Bilim-kurgudan peygamberliğe uzanan yol...
Scientology Kilisesi´nin kurucusu bilim kurgu yazarı L. Ron Hubbard´dı, yazar mutsuz insanları hedef almış ve onları huzur ve umut vaadiyle dinsel içerikli bir kurumun çevresine toplamıştı. Oysa, Kilise´nin gerçeği başkaydı; ortada büyük kazançlar vardı, kurtulanlar şantajdan, tehditlerden söz ederken, üyelerin korkutulduğu ve Mafya tarzı bir örgütten söz ediyorlardı. Geçen 25 yıl içinde, savcıların tüm çabalarına rağmen Scientology hala bir tehdid oluşturmakta. Aralarında Hubbard´ın karısının da bulunduğu Scientology Kilisesi´nin 11 üst yöneticisi 1980´lerin başında hapse yollanınca, yüzden fazla hükümet ajanı kurumun adeta didikledi ama sanki önlerinde bir duvar vardı, bir türlü istenenler elde edilemedi. Scientology tutkunları, pişman dahi olsalar kanuni bir sonuç elde edilemiyordu çünkü yasal olarak kişiler aldatılmış görünmüyorlardı, herkes kendi yaptığından sorumluydu ve yapılanlar gönül rızası ile yapılmıştı. Değişik olaylarda ise varılan en uç nokta, suçlamada çok ileri gidenler "şizofren ve paranoyak" damgasını yerlerken, günahkar, ayartılmış ve tehlikeli olarak tanımlanıyorlardı ve inanılmaz bir şekilde bunu imzaladıkları belgeler ve kuruma ait doktorların raporlarıyla önceden kabul etmişlerdi. Kısacası Scientology Kilisesi´nin bir açığı henüz yakalanamadı.

Medya, ünlüler, siyasi güç ve para bir arada olurlarsa ne olur?
Grubun 65 ülkede 700 merkezi var ve gittikçe de yaygınlaşmakta. Yeni yasalarla karşı önlemler alınmaya çalışılsa da, dalga dalga geliyorlar, birçok grup üyesi finansal suçlardan sanık, bu suçlar Scientology üyelerinin el attığı ve dev kazançlar sağladığı yayıncılık, danışmanlık, sağlık ve eczacılık alanlarında işleniyor. Kilise, bir de Hollywood grubu oluşturmayı başardı; bu kızgın ve şımarık grup gerçekten Scientology yönetiminin çok işine yaradı; "Ünlüler Merkezi" adı verilen bir dizi çok özel kulüp oluşturuldu, buralarda ünlülerin kariyerlerine yön veriliyor ve çok büyük ücretler karşılığında danışmanlık yapılıyordu. Başta geçtiğimiz ay içinde "Mission Impossible/Görevimiz Tehlike"nin Almanya gösteriminde kilisenin provake ettiği büyük halk kitleleri tarafından protesto ve boykot edilen Tom Cruise olmak üzere, John Travolta, Kirstie Alley, Mimi Rogers, Anne Archer, senatör ve şarkıcı Sonny Bono, cazın büyük ismi Chick Korea ve Nancy Cartwright gibi çok tanınmış isimler bu grubun içindeydiler. Scientology´nin yöntemleri arasında İnanç Öğretim Tv´si da var; ayrıca 800´lü ve 900´lü telefon hatları da çok yaygın ve etkin kullanılıyor; Chicago´da bulunan medya uzmanlarından Cynthia Kisser şöyle diyor; "Scientology, acımasız bir örgüt; daha çok klasik terörizme benziyor. Çok kavgacılar ve sadece kazanç peşindeler; ABD tarihinde böylesi hiç görülmedi; hiçbir inanç üyelerini böylesine soymadı..." 1987´de kaçıp kurtulana kadar Scientology´nin yedi liderinden biri olan Vicki Aznaran ise; "Bu bir suç örgütü, her geçen gün daha çok illegal oluyor." diyor.

Sony. Pepsi, CNN ve ötesi...
Time Dergisi, 150 kişiyle özel görüşmeler yaptı; binlerce sayfalık mahkeme tutanağı ve Scientology belgesi gözden geçirildi. Kuruluşu yönetenler konuşmayı reddettiler. Sayısız üyenin suçlamasına ve tüm yasal baskılara rağmen Scientology, 1986´da kurucusu Hubbard´ın ölümünden sonra çok daha fazla büyüdü ve büyüyor. Mahkeme kayıtlarına göre, kuruluşun bir kolu olan "Ruhsal Teknoloji Kilisesi" nin, sadece 1987 yılındaki geliri, 503 milyon $´ın üstündeydi, tahminlere ve bazı ipuçlarına göre, Kıbrıs, Liechtenstein ve İsviçre bankalarına 400 milyon $ aktarılmış ve özel hesaplar açılmıştı. Scientology yetkililerinin açıklamalarına göre bugün grubun 50.000 aktif üyesi ve 8 milyon sempatizanı bulunuyor, gittikçe de artıyor. Hubbard´ın garip ve alışılmadık kuramları her geçen gün kitleleri dünya çapında sarıyor ve etkilemeye devam ediyor. Örgütü şu anda, 36 yaşındaki David Miscavige yönetmekte, Miscavige kuruluşun ikinci kuşak üyelerinden, kurtulanlar veya ayrılanlara göre bu adam kurnaz, acımasız ve paranoyak; üstelik düşmanlarına işkenceler yapıyor. Miscavige´nin 1990´larda başlattığı gözüpek hareket ve atılımlar kurum içindeki prestijini çok arttırdı. Emekli örgütleriyle ilişkileri yönetici düzeyinde geliştirerek, satın alıp, rüşvetler vererek, büyük emekli gruplarını kuruluşun çevresinde topladı, Sony ve Pepsi gibi dev şirketleri ve CNN´in patronu Ted Turner´in sahibi bulunduğu Goodwill Games´i hem sponsorluk için, hem de yakın ilişkiler için ikna etmeyi başardı. Scientology yayınlarında yayınlanan kitaplardan yüzbinlercesini, büyük kitapevlerine sevkederek, kendi taraflarlarına durmaksızın satın aldırarak, perakende kitapçılara büyük cirolar sağladı ve bu yöntemle tüm "en çok satan kitaplar" listelerinde aralıksız yer aldı, bu kadar da değil. Miscavige, Newsweek ve Business Week gibi önemli ve ciddi yayınlara tam sayfa ilanlar vererek, Scientology´yi bir felsefe olarak tanıttı, aynı
yöntemi tv´de de uygulayarak ülkenin en büyük tv istasyonlarında dev ilan kampanyaları başlattı, her alandaki güvenilir ve saygın profesyonelleri danışma grupları adı altında toplayarak kamuoyuna tanıttı ama büyük ücretler alan bu insanların örgütle olan gerçek mali ilişkilerini sakladı. Sonuç olarak Miscavige öylesine başarılı oldu ki, neredeyse örgütün kurucusunun adını gölgede bırakacaktı. Yeri gelmişken biraz da, Scientology´nin babasından söz etmek gerekiyor.

İnsanlığı "Xenu" dünyaya sürgün etti
Hubbard, 1911´de Nebraska´da doğdu; II. Dünya Savaşı´nda denizciydi, daha sonra savaş gazilerinin ruhsal sorunlarıyla ilgili bir örgütte çalıştı, ruhsal sorunları olan gazilerin intihar eğilimlerini engellemek için çalışıyordu. Bu arada bilim-kurgu yazıyordu. Scientology kurulduktan sonra basılan tanıtım broşürlerinde Hubbard, hiç alakası olmadığı halde bir savaş kahramanı olarak tanıtılacaktı hatta daha da ileri gidilerek mucizelerden söz edilmişti; kör olmuş ama gözleri açılmıştı, iki kez ölüp yeniden dirilmişti vb... Bir doktora yaptığından söz ediliyordu ama neydi? Bilinen tek eğitim, Hubbard´ın Sequoia Üniversitesi´nden almış olduğu açık öğretim diplomasıydı. 1984 yılında, Hubbard´ın geçmişiyle ilgili olarak yapılan resmi bir araştırmada, California´lı bir yargıç Hubbard´ı patolojik bir yalancı ilan etti. 1950´de Scientology´nin kutsal metinlerini yazmaya başladı; "Dianetics; The Modern Science of Mental Health" teknikte kaba, yüzeysel bur yöntem kullanılıyordu, çok basit bir yalan makinesi "E-metre" kullanılarak, derinin üzerindeki statik elektriğin değişimi ölçülüyordu, bu şekilde de kişinin geçmişiyle ilgili bilgilere ulaşıldığına inanılıyordu. Hubbard´a göre, geçmişteki mutsuz anılar (Bunlara Engram diyordu), ruhsal travmalara (yaralara) neden oluyordu. E-metre ile yapılan seanslarda, bu travmalar açığa çıkarılıyor ve terapik bir çalışmayla kişinin ruhsal sorunları düzeltiliyordu. Hubbard, sonraki adımlarını sakladı ama 1960´larda İnsanlık için bir açıklama yapıldı; insanlar adına "Thetan" denen bir bulutsu ruhdan oluşmuşlar ve 75 milyon yıl önce "Xenu" adlı zalim bir galaktik güç tarafından dünyaya sürülmüşlerdi ve şimdi insanlar bir sınav geçiriyorlardı. 1967´de Scientology´nin ana kilisesi veya merkezi kuruldu. 1971´de federal bir mahkeme, Hubbard´ın tıbbi iddialarını ve E-metre cihazının bilimselliğini reddetti. Hubbard, bir din kurmakla suçlanıyordu ama Amerikan özgürlük yasaları Hubbard´ı ve inanılmaz iddialarını korudu. Örgütlenme devam etti, şubeler peşpeşe açıldı, misyonlar oluştu, ücretler fiks bağışlara dönüştürüldü ve Hubbard´ın komik kozmoloji öyküsü "kutsal metinler" haline dönüştü.

Mezardan ruhsal olarak kaybolan ceset, 3000 $´a geri geliyor;
1970´lerde, devlet ciddi bir atağa kalktı ve kilisenin milyonlarca dolarının yurtdışına kaçırıldığı, Panama´da paravan bir şirketin kurulduğu ve bir İsviçre bankasına para aktarıldığı açıklandı. Örgüt üyeleri, devlete sızmışlar ve bazı gizli belgeleri çalmışlardı, sahte vergi formları doldurmuşlar, üstelik üyelerinin çoğunu kullanmışlardı ve 1971´de Hubbard vergi kaçakçılığı ve resmi belgelerde sahtekarlık suçlarından sanıktı, Scientology üyeleri gece gündüz çalışarak, belgeler düzenlediler ve kararı geciktirmeye çalıştılar. Bu arada, Hubbarda beş yıl saklandı ve savcılık tarafından suçlanamadan önce öldü. Bugün Scientology örgütü tüm bunları yalanlıyor ve gerçekleri tahrif ediyor; Scientology doktrini ile insanların ruhlarının temizlendiği, arındığı iddia edilirken engramlarla ruhsal tehlikelerin giderildiği öne sürülüyor ve bunun için de gittikçe yükselen pahalı ücretler ödeniyor. Örgütün son fiat listesinde, Hubbard tarafından "çiğ et" adı verilen hasta(!) adaylarından saatte 1000 $ istendiği ve 12,5 saatlik bir dönem için 12.500 $ alındığı görülüyor. Psikiyatrlar, seansların uyuşturucularla yapıldığını ve euphoria ile düşünce kontrolu yapıldığını belirtiyorlar. Bu tür seansların sonunda, yeni üyelere milyarlarca yıllık iş kontratları imzalatılıyor. Hubbard´ın sağlığında yayınlanan bültenlerde, "Para kazanın, daha çok para, para için gerekenleri yapın, ne olursa olsun onları yakalayın ve gerekeni yapın." deniyordu. Harriet Baker, bu emirlerin uygulanması ile acı bir şekilde karşılaştı. Baker 73 yaşındaydı, eşini kanserden kaybetmişti, bir Scientolojist acısının giderilmesi için onu ikna etti; paket bir seans için 1.300 $ ödeyecekti, bu bedel daha sonra 15.000 $´a yükseldi, bu arada Scientologlar kadının evi için borçlu olduğunu keşfettiler, 45.000 $´lık bir ipotek altındaydı, örgüt kadını baskı altına aldı, borcunu ödemesini engelliyorlar, paraya sürekli el koyuyorlardı. 1991 Haziran´ında Baker, kendisini E-metre ile sorgulamak isteyen iki örgüt üyesine kapıyı gösterdi ve tüm çabalarına karşın Eylül ayında evi satıldı. Noah Lottick kendisini öldürmesinden önce, örgüte 5.000 $ ödemişti, tavrı garipti. Ailesine Scientology tüccarlarının düşüncelerini okuduğunu söylemişti, babası kalp krizi geçirdiğinde, doktorlara karşı çıkarak, bunun fizyolojik değil, psikolojik nedenlere bağlı olduğunu iddia etmişti ve beş gün sonra intihar etti. Artık, herşey için çok geçti, Lottick´in cenazesinde "Noah´ın Dianetik doslarından" yazısının bulunduğu bir de çelenk vardı ama ortada örgütten kimse görünmüyordu. Bir hafta sonra, Noah´ın evine gelen örgütün bölge sorumlusu, acılı anne-babaya oğullarının mezardaki bedenlerinin mucizevi bir şekilde kaybolduğunu, ancak örgüte makul bir bağış yapılırsa yerine döneceğini bildirdi, sonuçta Lottick ailesi, bağış adı altında 3.000 $ ödedi.

Prozac´a ölüm...
Scientology örgütü, bağış toplamak adı altında çeşitli servisler oluşturdu, çabucak ilahi köprüyü geçip, aydınlanmaya ulaşmak istiyor musunuz? 1.250 $´lık bir bağış yapmanız yeterli; Fizik evrene neden Thetan bağlarıyla bağlı olduğunuzu bilmek istiyor musunuz? Hemen Hubbard´ın sesinden kaydedilmiş 52 teyp bantını alın, sadece 2.525 $; sonra arkasını da alabilirsiniz. Eğer Hubbard´ın altın yazılı, deri kaplı kitaplarının tamamına sahip olmak isterseniz, sadece 1.900 $ ödeyeceksiniz. Tuzaklar çekici ve bedeller yüksek; Scientology öylesine finans gücüne sahip ki, özel kuruluşlar oluşturdu; 1983´de kurulan Sterling Yönetim Sistemi, ABD´nin en hızlı büyüyen kuruluşları arasında, danışmanlık yapıyor ve çeşitli yayınları yönetiyor; 1988´de sermayesi 20 milyon $´ aşmıştı. Bir diş doktoru olan Gregory Hughes tarafından kurulduğu için, özellikle tüm ülkede diş doktorları arasında etkin ve yaygın. Bir diğer Scientology kuruluşu olan Mutluluk Yolu Vakfı tarafından, Amerika´daki halk okullarına Hubbard´ın görüşlerini anlatan 3.5 milyon broşür dağıtıldı. Vakfın 400 hektarlık bir kampüsü var ve burada Hubbard eğitimi yapılıyor. Vatandaş İnsan Hakları Komisyonu adını verdikleri bir örgütleri daha var ve bu örgüt psikiyatrlarla savaş halinde. Bu komisyon, özellikle de son dönemin mucize stres ilacı olan Prozac´a savaş açtı; Prozac´ın intiharlara ve cinayetlere neden olduğunu iddia ediyorlar, sürekli tv programları yaparak, posta aracılığı ile yüzbinlerce mektup yollayarak Prozac´ı ve bulucusu Eli Lilly´i durdurmaya çalışıyorlar. Bir diğer Scientology kuruluşu olan Amerika Stresli İş Adamları Birliği geçen yıl üniversite öğrencileri için 5.000 $´lık bir ödül koydu, ödülü kazanan en başarılı öğrencilere Scientology kuruluşlarında iş veriliyor. Örgütün siyasi etkisi çok güçlü; Batı Virginia Senatörü John D. Rockfeller IV, senatoda bu örgütü öven bir konuşma yaptı ve İllionis Valisi Jim Edgar, 13 Mart´ı "Hubbard Günü" olarak ilan etti. Scientology Kuruluşu´nun diet ve sağlıklı yaşama yönelik Sağlık Vakfı ve "Criminon" adını verdikleri alkol ve narkotik bağımlıları ile hapisten çıkanlara rehabilitasyon uygulayan Narconan, diğer iki kuruluş.

Travolta´ya santaj yapıldı mı?
Scientology´ye karşı olanlar soruyorlar; "Bilmek istiyoruz, bizim devletimiz nerede?" Los Angeles´lı avukat Toby Plevin; "Özel haklar tehlikede, her soruşturmacı ihtiyatlı olmalı, bu konuda her atılan adım yumurta kabuğu üzerinde yürümeye benziyor." diyor. FBI, üç yıldır Scientology Örgütü´nün peşindeler; Los Angeles FBI şefi olan Ted Gunderson; "Bana göre, ülkedeki en zekice operasyon Scientology hareketidir..." diyor. İnanç uzmanları, federal ciddiyetten umutsuzlar, otoritelerin yetersiz kaldığını düşünüyorlar; Scientology bir kanser kadar hızlı yayılıyor; "Scientology artık müteşebbis ve başarılı iş adamlarının elinde, Hubbard´ın ölmüş olması dahi farketmiyor, beyin fırtınası sürüyor. Korkarım gelecekte onları daha ön planda ve iş hayatında daha güçlü olarak göreceksiniz" Bu sözler, California Üniversitesi Nöropsikiyatri Enstitüsü Direktörü olan Louis West tarafından söylendi. Bazen örgütün büyük militanlarının durumu dikkat çekiyor; sinema oyuncusu John Travolta, uzun zaman boyunca örgütün sözcüsü olarak hizmet yaptı ama 1983´de örgütün yönetiminden hoşlanmadığını bir dergiye açıkladı ama arkası gelmedi ve bir daha konuşmadı. Eski ve kaçak Scientolog´lara göre, Travolta korkuyordu çünkü özellikle seksüel yaşamıyla ilgili tüm sırları ortaya dökülebilirdi çünkü Travolta bir homoseksüeldi ve bazı porno filmlerde oynamıştı. Bugün için Scientology, Amerika´nın en büyük halkla ilişkiler örgütü; örgütün ana stratejisi daha ilerlemek ama din-karşıtı bir kimliğe bürünmekten çekiniyorlar. İnanılmaz ama hem Amerikan İnsan Hakları örgütleri tarafından, hem de Amerika Ulusal Kiliseler Birliği´nce destekleniyorlar. Sonuç olarak para, Scientology´ye gerekeni sağlıyor. Muhalifler olsa da, kurbanlar ağlaşsalar da birşey değişmiyor, Scientology yöneticileri ve onların çok güçlü avukatları milyonlarca doları ceplerine doldurarak yollarına devam ediyorlar ve ister inanın, ister inanmayın bütün bunlar 1950´lerde yazılmış basit ve ucuz bir bilim-kurgu hikayesinden kaynaklanıyor;

Scientology ABD dışında ne yapıyor?
1960 ve 70´lerden sonra Ron Hubbard, çoğu zaman özel feribotlar hazırlayarak, dünyaya yönlenmişti; İngiltere, Yunanistan, İspanya, Portekiz ve Venezuela´da kampanyalara başlandı ama Scientology kendi ülkesindeki kadar başarılı olamadı. Avustralya´da bir mahkeme Scientology Kilisesi adını reddetti, Fransa´da bir diğer mahkeme, Hubbard´ı bir şarlatan olarak ilan etti. 1976´da İtalya, Milano´da 76 Scientolog tutuklandı ve mahkum edildi; savcı Pietro Forno; "Bütün kurbanlar daha iyi bir yaşam hayaliyle bunlara gitmişler ama Scientologlar sadece amatör birer psikolog ve yaptıklarının adı ise psikolojik terörizm..." diyordu. Kanada´da, Scientology Örgütü, ülkenin en ünlü insan hakları avukatı Clayton Ruby´i kendisine bağlayarak işe başladı ama birkaç ay sonra kendisi başta olmak üzere 9 Scientolog yargıç karşısındaydılar, dava Ruby´nin hukuki manevraları sayesinde hala sürüyor. İspanya´da Adalet Bakanlığı, Scientology´yi bir din olarak iki kez tanımladı; 1989´da Sağlık Bakanlığı örgüt için, "totaliter, saf ve basit bir şarlatanlık" diyordu; 26 örgüt şubesine baskın yapıldı, 11 Scientolog tutuklandı; Savcı Jose Maria Honrubia; "Gerçek amaçları sadece para" diyordu. Fransa´da 16 Scientolog, şarlatanlık ve illegal tıbbi uygulama ile suçlandılar, bu arada intihar eden bir endüstri-dizaynırın ölümünün ardında Scientology´nin bulunduğu anlaşılınca örgüt ciddi bir darbe yedi ve aralarında ünlü isimlerin de bulunduğu gruba karşı soruşturma başlatıldı ve örgüt merkezi kapatıldı.

Alman Parlamentosu´nda propoganda...
ABD dışında Scientology´nin en etkin ve başarılı olduğu ülke Almanya´dır; başta Münih olmak üzere hemen tüm Bavyera´ya yayıldılar; 1984´de 100 polis, örgütün Münih´deki merkezini bastı ve sayısız dökümana el konuldu, yine vergi yolsuzlukları aranıyordu ama olaya parlamentodan müdahale edildi. "Der Spiegel" in yazdığına göre, orta ve orta üstü düzeyde yüzlerce firmanın Scientology ile ilgileri vardı. Göründüğü kadarıyla Alman politikacılarına Scientology çekici geliyordu veya Scientology militanlarının yöntemlerini seviyorlardı, kimbilir belki de Nazileri anımsamışlardı. Mart 1991´de Hür Demokratlar, Helmut Kohl başkanlığında bir koalisyonu oluşturdular; bu arada Scientolog´lar Hamburg´a sızıp, örgütlenmişlerdi, aynı anda merkez muhalefeti oluşturan Sosyal Demokrat Parti, üyelerini uyararak, eski komünistlerin kilise tarafından sömürülmeye karşı uyanık olmalarını istedi. Bu sırada, Bundestag´da yani Alman Parlamentosu´nda Hubbard´ın broşürleri elden ele dolaşıyordu. Derken Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher istemeden Scientologları onayladı; "Gerçekten, dünya daha güzel bir yer olmalı ve bu broşürde bu yol gösteriliyor, bir yaşam nedenlerle ve sorumlulukla anlamlandırılmış, kısacası çok daha dikkatli olmalıyız." Bu temel sempatiye rağmen Eylül 1996´da ünlü Scientolog ve sinema starı Tom Cruise´un başrolünü oynadığı "Görevimiz Tehlike" filmi Almanya´nın birçok yerinde büyük protestolarla karşılaştı ve boykot edildi, halk Cruise´ın şahsında Scientology´ye karşı çıkıyordu.

Anlayana dersler...
Evet, Scientology hakkında daha çok şey yazılabilir ve yazılacak ama şu an için altı çizilerek söylenmesi gereken birkaç sonuç cümlesi var; Birincisi Scientology, göründüğünden çok ama çok daha fazla gücü olan bir örgüt halinde, korkunç bir para gücü ve beyin yıkamaya yönelik bir yöntemi var. İkincisi çok hızlı yayılıyor ve Scientology tam anlamıyla bir din, bunun tartışılması dahi mantıksız ama bu din öncekilere hiç benzemiyor çünkü insan beynine doğrudan hücum ediyor, şu anda Hıristiyan ülkelerde etkin, Budizm´in ve İslamiyet´in etki alanlarında pek dolaşmak istemiyor ama kesin birşey daha var; eğer bu iki din insan kanı dökmekte ve sosyal baskı uygulamakta biraz daha ileri giderlerse Scientology ile kısa zaman içinde tanışacaklar çünkü öncelikle gerek Scientology, gerekse de ondan çok daha küçük olan benzeri mistik örgütler (Mahareshi´nin TM´i veya Moon Tarikatı gibi...) kan ve tehdite karşı kendi ruhsal yaptırımlarını ve yönelmelerini kullanarak, etkin olacaklar. Ötesini göreceğiz...


Mystic@L 18 Temmuz 2006 04:37

siyasi yorum
S. Ali Kaemmakami
Filistin'de referandum önerisinde, Filistin meselesini ve İsrail'in varlığını uluslararası hukuk, bölgesel ve uluslararası Jeo-stratejik ve Jeo-politik açıdan inceleyip ilgili gelişmelere yer vereceğiz.

Filistin neresidir? bu soruya açık bir cevap verilmelidir.
Filistin'in eski adı Kenan diyarıdır. Bu beldede ilkin Kenanlılar-Filistinliler , daha sonra Fenikeliler, İbraniler, Amonlar, Muabitler, yaşamış bulunuyorlar.

Yunan ve Makedonya'nın bu beldeye egemen olmalarından sonra, Kenan diyarı; batı'dan Akdeniz'e ve doğudan Şeria'ya (Ürdün nehrine) bağlandığı ve Filistinli kabileleri barındırdığı için Filistin diyarı olarak adlandırılmıştır.

Yunan, Roma ve Osmanlıların hakimiyeti döneminde de eski Kenan diyarına Filistin Beldesi denmiştir.
200 ila 50 bin yıl önceye kadar, Paleolitik döneminde bu bölgede çeşitli insan kavimleri yaşamış bulunuyor.

10 ila 5 bin yıl önce mesolitik çağında yeni medeniyet dönemi başlamıştır.
3 ila 2 bin yıl önce Filistin Bronz çağına geçmiştir.
Saldırgan bir kavim olarak Yahudiler Filistin bölgesine geçmeden önce bu beldede çeşitli insan kavimleri;Amuritiler, Kenanlılar, Hititler, Hiputiler, Finikeler, Yıbusiler ve diğer kavimler mö. bu bölgede yaşamış bulunuyor.

İbraniler, Arami ve Sami ırkına mensup insanlar olarak bir rivayete göre Irak'ın UR (Mezopotamya) şehrinden diğer bir rivayete göre de kuzey Mezopotamya'dan Kenan diyarına göç ettiler. İbraniler-Yahudiler-diğer kavimlerle evlenip kan bağı kurarak çeşitli Yahudi kabilelerini oluşturdular.

Yahudi kabileler; muharref Tevrat'a dayanarak kendilerini Ürdün, Sina çölü, Lübnan, Dicle ve Fırat bölgesi, doğu Akdeniz ve Kıbrıs Bölgelerinin maliki ve efendisi olarak nitelendiriyorlar.

Yahudi kavimi, İnsan'ın en az 500 bin yıllık bilimsel yaradılış tarihini inkar ederek beşeri tarihi 5760 yıl önceye kadar dayandırıp sınırlandırarak, sadece kendilerini insan ve Allah'ın seçilmiş kavmi olarak tanımlıyor ve de diğer insan kavimlerine egemen olma hakkına sahip olduklarını ileri sürüyorlar.

Yahudiler kendilerini Hz.. İbrahim ile Hz.. Sara'nın oğlu “Hz.. İshak”ın torunları olarak nitelendirip, Filistinlileri de Hz.. İbrahim ile Hz.. Hacer'in oğlu “Hz.. İsmail” in torunları ve kendilerinin doğal kölesi olarak addediyorlar .

Nitekim Merkas incilinin 12. babında ve 26. ayetinde Allah, Hz.. Musa'ya hitaben buyuruyor ki: ''Ben İbrahim ve İshak'ın tanrısı ve Yahudi kavminin Allah'ıyım. ''

Meta İncil'inin 3. babında ve 8. ayetinde Hz.. Yahya Yahudi kavmi ve liderlerine hitaben diyor ki: ''Allah’ın gelecek gazabından kaçacağınızı kim size söylüyor, tevbe edin, Yahudi ve İbrahim soy'undan olmakla kendi kendinizi aldatmayın.

Merkas incilinin 7. babında ve 25. , 26. ve27. ayetinde Finikeli-Suriyeli- ve Yahudi olmayan bir kadın, Hz.. İsa (as) den kızı için yardım diliyor. Fakat Hz.. İsa diyor ki;''Ben ilkin kendi kavmimi yani Yahudilere yardımcı olmalıyım. kendi evlatlarımın ekmeğini ellerinden alıp köpeklere yedirmem iyi olmaz. ''

Elbette burada Tevhid ve insanlık için gönderilen, peygamber efendimiz HZ.. MUHAMMED (sav) tarafından da risalet'i onaylanan Hz.. İSA (as)de Yahudi ırkçılığıyla itham ediliyor.

İsrail kelimesinin kaydedildiği ilk metin Firavun 2. Ramses' in oğlu Merneptah'ın iktidarı döneminde ( mö. 1224 ila1232 ) yazılan bir tabelaya aittir.Bu tabelaya göre Yahudi kabileleri henüz Filistin beldesine geçip konuşlandırılmamış bulunuyorlar.

Ahdi atik -mukaddes- kitabına göre Hz. Yakup Yahova ( Allah ) ila güreş yaptı. Fakat Yahova 'nın uyluğu acıdı ve güreşi bıraktı. Yakup, Yahova den kendini kutsamasını istedi. Allah'da Yakub'u İsrail; yani Allah'la güreşen ve Allah'ı yenilgiye uğratan biri olarak onu kutsadı.

İbraniler, Yahudiler ve İsrailliler kavramı, eşanlamlı kavramlardır. Yahudiler kendi kavmi niteliklerini koruyabilmek için başka kavimlerle evlenmekten sakınırlar.

İşte bu kavmiyetçi ve ırkçı anlayış , 19. yüzyılda modern Siyonizm'in temellerini attı ve ''Siyasi Siyonizm'' düşüncesi geliştirildi.

Şimdi Siyonist devleti temsil eden İsrail'in hukuki meşruiyetini tartışmada fayda vardır.
Uluslararası Hukuk'ta Modern Devletin Kuruluş Şartları:
*TOPRAK -ülke ( coğrafik alan) .
*NÜFUS (Millet) .
*Kesintisiz Siyasi ve İdari Düzen.
* HAKİMİYET (İç ve Uluslararası Meşruiyet, Meşru iç ve Uluslararası Kanunlar )dır.

Bu İlkeler uyarınca İsrail devlet olgusunu incelemeliyiz:
1-Toprak -ülke faktörü uyarınca ''İsrail'' devleti diye bir olay var olmayıp, olmayacaktır da. Zira “etnik ve din”i bir Devlet olan İsrail kurulmadan önce; “Modern Siyonizm” hareketi, Uganda'yı Yahudilerin asıl vatanı olarak seçmişti. Fakat bu etnik ve dinci hareket Osmanlı devletinin çökmesi ve Arap ülkelerinin İngiltere emperyalizmi tarafından işgal edilmesinden sonra ve de İngiliz liderlerinin telkinleri üzerine Filistin belde'sini Yahudilerin “Arz-ı Mevud”u olarak seçip ilan ettiler.

Demek ki Yahudi beldesi diye bir ülke -toprak- yoktu.

2-Devletin 2. unsuru Nüfus-Cemiyet ve Milliyet’e mensubiyettir:
Birinci dünya savaşı sonrası Filistin topraklarında bir milyon Filistinli-Yahudilere göre yok edilmesi veya köleleştirilmesi gereken İsmail oğulları Kenanlılar- ve 50 bin Yahudi yaşıyordu
Demek ki devlet kuracak Yahudi nüfus birikimi ve yoğunluğu da söz konusu değildi.

3- Devletin 3. kurucu unsuru kesintisiz Siyasi ve İdari düzeninin varlığıdır:
Yahudiler Nüfus sayısınca çok az bir cemiyet oldukları için bu önemli ve etkin devlet kurucu faktöründen de yoksundular.

4--Devletin 4. kurucu unsuru Hakimiyettir:
Yahudilerin de bu gerçeği teslim ettikleri gibi en az 2000 yıl önceden ila 1948 yılına kadar Yahudiler “Hakimiyet” faktöründen de yoksundular .


Hi-LaL 31 Temmuz 2006 10:37

Pentagon'a ne çarptı?
 
Pentagon'a ne çarptı?
Bizzat Pentagon'un yayınladığı görüntülere göre Savunma Bakanlığı'na çarpan bir Boeing olamaz. Çünkü ne hızı, ne izi ne de tipi tutuyor Pentagon'a saldırı anının güvenlik kameralarınca tutulan kayıtları, Mayıs 2006'da ABD'deki Information Act'e (Bilgilendirme Yasası) göre mahkeme kararıyla açıklandı. Görüntüler tüm dünyadaki basın organlarında yayınlandı. Çoğu kimse görüntülere şöyle bir bakıp geçti. Ancak 11 Eylül saldırılarına ve saldırıların oluş şekline hep "şüpheyle" yaklaşan Doç. Dr. Ümit Sayın bu görüntülerdeki eksik halkaları ortaya çıkardı. Durum son derece netti. Saldırı gerçek, görüntüler yalandı.

Haftalık Dergisi editörü Ozan Özhan'a konuşan Sayın; "11 Eylül siteleri halen görüntüleri inceliyor. Ben ise incelememi çoktan tamamladım. Eğer Pentagon'un yayınladığı bu görüntüler resmi ve gerçek ise -ki öyle olduğu iddia ediliyor birileri dünyayla dalga geçiyor. Çünkü hareketli görüntü, görüntüdeki uçan cismin hızının hesaplanabilmesi ve kare kare izlenebilmesi demek. Oysa kadrajdaki cisim Pentagon'a çarptığı iddia edilen Boeing'den en az 5 kat hızlı. Görüntüler üzerinde kesinlikle dijital müdahale var" dedi.

Sayın'ın bu çarpıcı çalışması, dünya basınında ilk kez Haftalık'ın son sayısında yer aldı.


Hi-LaL 1 Ağustos 2006 03:55

CIA eski ajanından ŞOK İTİRAF
 
CIA eski ajanından ŞOK İTİRAF

1980 yıllarında CIA"nin İstanbul bölgesi şef yardımcısı olarak görev yapan eski CIA ajanı Philip Giraldi, "Ben orada iken İstanbul, Avrupa"nın en büyük CIA üssü idi" dedi. Rusların aksine CIA"nın Türk istihbarat servislerine sızamadığını öne süren Giraldi, buna karşın üst düzey bir Türk yetkilisi"nin büyük paralar karşılığında CIA için çalışmaya gönüllü" olduğunu iddia etti.

Çeşitli Amerikan dergi ve yayınlarında yayınlanan yazıları ile tanınan eski CIA ajanı Philip Giraldi, Balkanalysis adlı internet sitesinde yayınlanan söyleşide, CIA"nin İstanbul bölgesi şef yardımcısı olarak çalıştığı 1986-1989 döneminde İstanbul"daki durumu değerlerdirirken "Ben orada iken İstanbul, Avrupa"nın en büyük CIA üssü idi. Soğuk savaş devam ettiği için çoğu ajanlar, Boğaz"dan Akdeniz"e geçen Sovyet Deniz Kuvvetlerini izlemekle meşguldu" dedi.

ÇOK TEHLİKELİ İDİ

Söz konusu dönemde başta Ruslar ve Mısırlılar olmak üzere, İstanbul"da faaliyet gösteren diğer ülkelerin ajanlarını da dikkatle izlediklerini anlatan Giraldi, Ruslar ve Mısırlılar için de : Her ikisi Türk istihbarat servislerine sızmayı başarmıştı. Bu bizim yapamadığımız bir şeydi" ifadesini kullandı.

ABD"nin neden yapamadığının sorulması üzerine "CIA, Türkler arasında iyi kaynakları geliştirmek için büyük bir çaba göstermedi çünkü çok tehlikeli idi" dedi ve bunun nedenlerinden biri olarak "Türklerin karşı istihbarat konusunda çok agresif" olmalarını gösteren Giraldi, Türkiye"nin NATO"da " kilit bir oyuncu" olduğunu, bu nedenle istihbarat" yönünden çok hassas" sayıldığını belirtti. Giraldi "Bir Türk yetkilisini bizim için çalışmasını sağlamak, deşifre olması halinde yaratabileceği potansiyel tepki nedeniyle en yüksek düzeyde koordinasyon gerektirirdi" diye konuştu.

16 yıl CIA için çalışan terörle mücadele uzmanı Philip Giraldi, diğer bir soru üzerine CIA"dan para alan bir tek "üst düzey Türk yetkilisi" konusunda bilgisi olduğunu ancak bu kişinin çok büyük paralar karşılığında CIA"ya çalışmaya "gönüllü" olduğu iddiasında bulundu. Bu kişinin adının sadece en üst düzeye CIA yetkililerinin bildiğini söyleyen Giraldi, söz konusu Türk yetkilisi ile temasların çok dikkatle ve Türkiye dışında, Türklerin tanımadığı bir CIA görevlisince yürütüldüğünü öne sürdü.

Türkiye ile ABD"nin birbiri hakkında casusluk yapılmayacağı yolunda bir anlaşmanın bulunmadığını belirten Giraldi, CIA üyesi olduğundan süphelenen Büyükelçilik görevlilerinin dışarıya çıktığında izlendiğini, telefonlarının dinlendiği ve oturdukları dairelerine dinleme sistemlerinin yerleştirildiğini"ni öne sürdü.

Halen güvenlik konularında büyük şirketlere, kamu kurululaşlarına ve uluslararası teşkilatlara danışmanlık yapan bir şirketin kurucusu olan Giraldi, İstanbul"da çalıştığı dönemde başta İranlılar ve Libyalılar olmak üzere, uluslararası terörizm sorununa da odaklandıklarını anlattı. Bu konuda sık sık Türklerle birlikte çalıştıklarını belirten Giraldi, İran rejiminin mühaliflerini öldürmek istediğinde devrim muhafızlarından oluşan ekipleri Türkiye ve Batı Avrupa"ya gönderdiğini kaydetti.

ANKARA"DAKİ OPERASYON

İstanbul"da görevli olduğu dönemde teröre karşı gerçekleştirdikleri operasyonlardan örnekler veren Giraldi, bu çerçevede iki Libya ajanının, Ankara"daki ABD hava üssündeki bir düğünü bombalamaya hazırlandığı bir terörist operasyonu etkisiz hale getirmeyi başardıklarını kaydetti.

ABD"de "neocon" olarak tanınan, Irak savaşının ateşli taraftarı olan muhafazakarların, Irak savaşından beri Türkiye-ABD ilişkileri ile ilgili olumsuz değerlendirmelerine dikkat çekilmesi üzerine Giraldi, şunları söyledi:

"Elbette ki ilişkilerin soğuk gibi göründüğünü ve Türklerin, özellikle Kuzey Irak"taki PKK faaliyetlerine son veremediğimiz için ABD"ye karşı büyük bir güvensizlik duyduklarını biliyorum. Neoconların Türkiye"nin Suriye ve İran"a karşı yeni bir haçlı seferberliğe katıldığını görmek isterler ancak böyle bir şey yakında olmayacak.


TheGrudge 1 Ağustos 2006 11:20

'GİZLİ EL' BOSNADA
Bosna, 1990'lı yıllara dek çoğu insanın adını bile duymadığı bir ülkeydi. Çoğumuz bu ülkeyi ancak okullarda okutulan Osmanlı Tarihi derslerinden hatırlayabilirdik. Oysa 1992 yılının başından itibaren, Balkan yarımadasının ortasındaki bu ülke, hem dünya hem de Türkiye gündeminin en üst sıralarına yerleşti. Çünkü Bosna'da bir savaş, daha doğrusu, iyi silahlanmış saldırgan bir gücün silahsız bir halkı yok edişi yaşanıyordu. Eski Yugoslavya'nın dağılması sonucunda, kendisini Yugoslav topraklarının gerçek sahibi sayan Sırp milliyetçiliği, Bosna'daki Müslüman halka karşı sistemli bir soykırım, kendi deyimiyle bir "etnik temizlik" başlatmıştı.

Sırplar, Nisan 1992'de başlattıkları blitzkrieg (yıldırım savaşı) sayesinde Müslümanları bir kaç haftada yok edeceklerini ya da süreceklerini hesaplıyorlardı. Ama öyle olmadı. Başlangıçta hiçbir askeri gücü olmayan Müslümanlar, kısa sürede toparlandılar, Armija BiH'i (Bosna-Hersek Ordusu) oluşturdular ve hiçkimsenin ummadığı bir direnç gösterdiler. Savaş, 1995 sonbaharına kadar sürdü.

Ve bu savaş boyunca, tarihte eşine az rastlanır bir vahşet yaşandı. Sırplar tarafından öldürülen Bosnalı Müslüman sayısı 200 bini aştı. 2 milyon Müslüman evlerinden sürüldü. 50 bine yakın Müslüman kadına tecavüz edildi. Sırp toplama kamplarına alınan Müslümanlar inanılması zor işkenceler gördüler, on binlercesi sakat kaldı.

Tüm bunlar olurken Batı dünyasının gösterdiği tepkisizlik ise, belki de üzerinde en çok durulan konuydu. Doğru; savaş, 1995 sohbaharında Amerika'nın el koyması üzerine Dayton Anlaşması ile sonuçlandı. Ama 3,5 yıl boyunca bu müdahale çoktan yapılmış olabilirdi. Amerika, ya da genel olarak Batı dünyası, Sırplara karşı ilk anda eyleme geçebilir ve Müslümanların karşı karşıya kaldıkları vahşeti en başında durdurabilirlerdi.

Peki Batı neden böyle yapmadı, neden vahşeti engellemedi?

Bu, çok önemli bir sorudur. Kitapta bu sorunun gerçek cevabını birlikte bulacağız. Sorunun "gerçek" cevabından söz ediyoruz, çünkü savaşın başından bu yana öne sürülmüş olan başka cevaplar da vardır, ancak bu cevaplar tatmin edici değildir.

Bu cevapların en önemlilerinden biri, "Haçlı cephesi" tezidir. Buna göre, Batı'nın Sırplara olan tepkisizliği, hatta kimi "Sırp yanlısı" politikaları, Müslümanlara karşı oluşan bir "Haçlı cephesi"nin sonucudur. Bu argüman, Batı'nın Bosna politikasındaki belirleyici faktörün, bu medeniyetin sahip olduğu Hıristiyan kimliği olduğunu öne sürmektedir. Oysa bu, meseleyi açıklamaktan oldukça uzaktır.
Haçlı Seferleri Ortaçağ'da yapılmıştı. Bu çağ, Batı'nın Hıristiyan kimliğine en çok sahip olduğu dönemdi. Oysa Ortaçağ'ın ardından gelen; Hümanizm, Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketleri, Batı dünyasının Hıristiyan kimliğini büyük ölçüde yok etti. Modernizmle birlikte, Batı'nın esas kimliği Hıristiyanlık değil, sekülerizm oldu. Bugün Batılı ülkelerin yönetici elitleri, Hıristiyan bir zihin yapısından çok, seküler (din-dışı) bir zihin yapısına sahiptirler. Dolayısıyla Hıristiyanlığı ve "Haçlılığı" Bosna'daki vahşetin asıl sorumlusu olarak görmek doğru olmaz; bu faktörler ancak çok sınırlı bir psikolojik rol oynamış olabilirler.

Kaldı ki, Ortaçağ'daki Haçlı Seferleri bile Hıristiyan düşüncesinden çok ekonomik bazı çıkarlara dayanıyordu. Haçlıların Kudüs'ü hedeflemelerindeki asıl neden, İncil'in öğretileri değil, Doğu'nun dillere desten zenginliğiydi.

Haçlı cephesi tezinin bir başka yetersizliği de, Batılı ülkelerin Katolik ya da Protestan, Sırpların ise Ortodoks oluşunu göz ardı etmesidir. Bu ayrım önemli bir ayrımdır ve gerçek Haçlı Seferleri sırasında bile Batı Hıristiyanları ile Doğu Hıristiyanlarını birbirine düşürmüş olan bu mezhep ayrılığının etkisinin bugün giderilmiş olduğunu düşünmek akılcı olmaz.

Kısacası, Sırplarla Batı arasındaki ilginç ilişkiyi iki taraf arasında kurulmuş olan bir "Hıristiyan dayanışması"na bağlamak, oldukça yetersiz bir açıklamadır.

Bosna'daki vahşeti açıklamak için kullanılan bir diğer argüman, "Batı'nın Bosna'da çıkarı yok ki..." argümanıdır. Batılı güçlerin Bosna politikasını yorumlamak için öne sürülen bu açıklama da oldukça yetersizdir. Eğer Batılı güçler Bosna konusunda tamamen pasif davranmış olsalardı, bu açıklama kabul edilebilirdi. Oysa, Batı gerçekte pasif davranmamış, savaşa belirli noktalarda müdahale etmiş ve en önemlisi, bu müdahalelerle Sırplara örtülü destekler vermiştir. En çarpıcı örneği Müslümanlara uygulanan silah ambargosu olan bu Sırp yanlısı uygulamalar, Batı'nın pasif olmadığını, aksine ciddi bir Balkan stratejisi izlediğini göstermektedir. Kitabın içinde bu Balkan stratejisinin ortaya çıkardığı Sırp yanlısı uygulamalara daha ayrıntılı olarak değineceğiz.

Bu noktada, Batılı güçlerin ya da bu güçlerin dış politikalarını belirleyen unsurların içinde, ciddi bir Sırp-yanlısı ve anti-Müslüman eğilim olduğunu söyleyebiliriz. Savaşın 3,5 yıl sürmesini sağlayanlar, Müslümanların ellerini-kollarını silah ambargosu ile bağlayanlar, ölü diplomasi ile Sırplara zaman kazandıranlar, bu unsurlardır.

Peki ama, asıl olarak "Haçlı" değillerse, kimdir bu unsurlar? Sırplar ile söz konusu Batılı güçler arasında ne gibi bağlantılar olabilir?
Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu bağlantılar Sırplarla "akrabalık" ilişkileri olamaz. Çünkü ABD'de ya da İngiltere, Fransa gibi Avrupa ülkelerinde sözü edilebilecek bir "Sırp lobisi" yoktur. Ya da Sırplara olan sempatilerini ilan etmiş ve onlar adına dış politikayı yönlendirmeye çalışan kayda değer gruplar yoktur. Dolayısıyla, Batılı ülkelerin Sırp yanlısı politikalarını, ancak Sırplarla stratejik bir ittifak yapmış olan ya da Sırpları stratejik yönden faydalı bulan grupların varlığıyla açıklayabiliriz.
Peki bu stratejik faktör ne olabilir?

İngiliz Başbakanı Lloyd George, 1917 yılındaki bir konuşmasında bu konuda aydınlatıcı yorumlarda bulunmuştu. George, 8 Ağustos 1917 tarihli konuşmasında Sırpları "Kapının Bekçileri" olarak tanımlamış, "Sırplar her zaman Avrupa medeniyetini doğudan (İslam dünyasından) gelen saldırılara karşı korumak için ellerinden geleni yapmışlardır" demişti. Bu yorumdan hareketle İngiliz tarihçi R. G. D. Laffan, 1917 yılında The Serbs: The Guardians of the Gate (Sırplar: Kapının Bekçileri) adlı bir kitap yazmış ve bu "kahraman ulus"un Osmanlı'ya karşı yürüttüğü mücadeleyi öve öve bitirememişti.

Lloyd George'un bu sözleri, geçici bir taktik ilişkiyi değil, çok uzun vadeli bir misyonu, bir stratejik konumu özetliyordu. Sırplar, asırlar boyu "Doğu"dan gelen "İslami tehdit"e karşı "kapının bekçileri"ydiler. Öyle de kalacaklardı.

Dolayısıyla, şu tezi öne sürebiliriz; bugün de Sırplar, Balkanlar'da bir "İslami tehdit" gören Batılı güçler adına "kapının bekçileri"dirler. Bosnalı Müslümanların karşılaştıkları cephe, "Haçlı cephesi" olmasa da, bir "anti-İslami cephe"dir. Kapının bekçilerinin ve o bekçilerin patronlarının oluşturdukları bir cephe.

Peki bu "anti-İslami" cephenin anatomisi nedir? Kapının bekçileri ile patronları arasındaki ilişki, yalnızca aynı seküler ve anti-İslami zihin yapısını paylaşmaktan kaynaklanan felsefi bir ilişki midir? Yoksa, iki tarafı bu zemin üzerinde birbirine bağlayan daha somut, elle tutulur bağlar da var mıdır?

İlerleyen sayfalarda, Sırplar ile Batı'daki anti-İslami güçleri birbiriyle ilişkilendiren bu bağlantıları inceleyeceğiz. Örneğin, seküler ve anti-İslami düşüncenin örgütlenmiş hali olan mason localarının, Sırplar ve Batılı güçler arasında son iki yüzyıl içinde oynadığı köprü rolünü ortaya çıkaracağız.

Ayrıca, Bosna'daki savaşta ciddi bir etkisi olmasına rağmen kendini perde arkasında tutmayı başarmış olan bir ülkenin, İsrail'in gerçek konumunu keşfedeceğiz. Önce Ortadoğu'da sonra da global düzeyde bir tür de facto "Anti-İslami Enternasyonal" oluşturma çabasındaki Yahudi Devleti'nin, Sırplarla olan askeri ilişkilerini gün ışığına çıkaracağız. Böylece; Rus-Yunan-Sırp dayanışması ya da Hırvat-Alman ekseni gibi bilinen ve gözle görülen faktörlerin yanında, gizli ve örtülü faktörleri de denkleme ekleyerek, Bosna-Hersek'te olanların gerçek fotoğrafını çekeceğiz.

Çünkü Bosna-Hersek; tarihi ve siyasi yönden Türkiye'nin bir parçasıdır, Türkiye'nin Bosna için yapması gereken daha pek çok şey vardır; bunların etkili bir biçimde yapılabilmesi ise, ancak gerçek fotoğrafı görmekle mümkün olabilir.

Şimdi gerçek fotoğrafı çekmek için araştırmaya başlayabiliriz. İlk yapmamız gereken, tarihin derinliklerine uzanmaktır. Çünkü 1990'lar Bosnası'nda yaşananların temelinde, tarihin getirip bıraktığı miras yatmaktadır


Hi-LaL 14 Ağustos 2006 13:32

Büyük Ortadoğu Projesi ve ABD nin Hegemonya Arayışı
 
Editör Haluk GERGER
Salı, 13 Aralık 2005
Büyük Ortadoğu Projesi: ABD´nin Hegemonya Arayışı

Amerikan tarihinde, 11 Eylül sonrası saldırılganlıkta görüldüğü ölçüde, değerler boyutunu bu denli ihmal edip de sadece askeri zora bel bağlayan bir yöneliş pek görülmemişti. Askeri alandaki rakipsiz üstünlük, ideolojik-politik tek merkezlilik avantajı, içerde şoven militarizmi besleyen tepkiler, küreselleşme sürecinin yarattığı varsayılan global değerler standartlaşmasına duyulan güven ve Soğuk Savaşı kazanmada Reagan’ın güç politikasının belirleyici olduğuna duyulan inanç gibi faktörlerin yarattığı fırsat algılamasıyla imparatorluk ihtiraslarına gem vuramayan bir ekibin öncülüğünde salt şiddetin gücüne dayalı strateji Bush yönetimince yürürlüğe konuldu. Bu stratejinin doğal bir başka parçasıysa, geleneksel ittifaklardan koparılmış bir tekyanlılığı içermesiydi. Artık Batı Avrupa’lı müttefiklerle ya da Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlarla işbirliği en alt düzeye indirilecek ya da hatta gerektiğinde askıya alınabilecekti. En fazla, ihtiyaç duyulduğunda, tetikçilerle iş yapılacaktı.

Bu arada, uluslararası normların (bunların, uluslararası kurumlar gibi, büyük ölçüde emperyalist sermayenin ihtiyaç ve çıkarlarına göre oluşturulduklarına bakılmaksızın) görüntüde olsun gözetilmesinden de, kaçınılmaz olarak, vazgeçilecekti. Uluslararası ilişkilerde ve devlet davranışlarındaki norm-güç kullanım dengesinde ibre kesinlikle ve büyük oranda güçten yana kaydırılacaktı. Daha 1990 yılında, muhafazakar yönelişin ideologlarından bir yazar “Legalitenin Tehlikeleri” başlıklı makalesinde şöyle yazıyordu:

“Öyle zamanlar olabilir ki, Birleşik Devletler çıkarlarını, bir uluslararası oydaşma olmaksızın da savunmak durumunda kalabilir. Böyle bir durumda, uluslararası hukuk takıntısı Amerika’yı rehin alabilir.”[1]

Bu eğilim zamanla liberalleri de anaforuna aldı. New York Times yazarı Thomas Friedman güce tapınmayı, 2000 yılında yayımlanan The Lexus and the Olive Tree başlıklı kitabında, genel olarak kapitalizmin, özel olarak da küreselleşmenin özünü açığa çıkaran bir netlikle ifade etti:

“Pazarın gizli eli, gizli bir yumruk olmaksızın asla çalışamaz. McDonalds, F-15 jetlerinin yapımcısı McDonell Douglas olmadan gelişemez. Dünyayı Silikon Vadisi teknolojileri için güvenli yapan gizli yumruğun adı, ABD Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, Donanması ve Deniz Piyadeleridir.”

Bu strateji, sonunda, Irak’ta teste tabi tutuldu. Amaç, hiç kuşkusuz, Irak’la sınırlı değildi; oradaki işgal sadece bir başlangıç olarak düşünülmekteydi. “Başlangıç”ın genel ilkelerini, daha 1997 yılında, aralarında Dick Chaney, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz, Steve Forbes, Francis Fukuyama ve W. Bush’un kardeşi Jeb Bush’un da bulunduğu bir gurup tarafından yazılan raporda bulmak mümkün:

“20. yüzyıl sona ererken, Birleşik Devletler dünyanın en önde gelen gücü durumundadır. Batı’yı Soğuk Savaş’ta zafere ulaştırdıktan sonra Amerika hem bir fırsat ve hem de bir meydan okumayla karşıkarşıyadır: Birleşik Devletler, geçmiş yılların kazanımlarının üzerinde yükselme vizyonuna sahip midir? Birleşik Devletler, Amerikan ilke ve çıkarları açısından elverişli bir yeni yüzyıl biçimlendirme azmine sahip midir?
“[İhtiyacımız], güçlü ve bugünün ve geleceğin sorunlarını karşılamaya hazır bir askeriye; dışarda Amerikan ilkelerini cesaret ve bilinçle geliştiren bir dış politika; ve Birleşik Devletler’in global sorumluluklarını kabul eden bir ulusal önderliktir.
“Elbette, Birleşik Devletler gücünü nasıl kullanacağı konusunda ihtiyatlı olmalıdır. Ama global önderliğin sorumluluklarının kullanılmasıyla ilgili bedellerden kolayca kaçınamayız. Amerika, Avrupa, Asya ve Ortadoğu’da barış ve güvenliğin devamının sağlanmasında yasamsal bir role sahiptir. Sorumluluklarımızdan kaçınırsak, temel çıkarlarımıza tehditleri davet etmiş oluruz. 20. yüzyıl tarihi, bize, koşulları, kriz çıkmadan önce şekillendirmenin ve tehditleri de tehlikeye dönüşmeden karşılamanın önemli olduğunu öğretmiş olmalıdır. Geçen yüzyılın tarihi, Amerikan liderliği davasını sahiplenmemizi bize öğretmiş olmalıdır.”[2]

Rapora göre, Irak ya da Saddam rejimi ise, stratejik yönelimin, Körfez’e sarkmanın ve petrolü artık doğrudan Amerikan askeri varlığıyla ve belki de özelleştirerek ele geçirmenin bahanesini ve sıçrama tahtasını oluşturmaktadır:

“Gerçekten de, Birleşik Devletler on yıllardır Körfez bölgesel güvenliğinde daha kalıcı bir rol oynama imkanlarını aramıştır. Irak’ta halen çözülmemiş ihtilaf, şimdilik bir mazeret yaratıyorsa da, bölgede büyük bir Amerikan askeri varlığı bulundurma ihtiyacı, Saddam Hüseyin rejimi meselesini aşmaktadır.”[3]

Irak işgal edilirken bunun sadece bir başlangıç olacağı, ilk ağızda hedefin Suriye, İran olduğu ve hemen ardından da Suudi Arabistan ile Körfez’in düşürülmesinin geleceği herkesin bildiği bir sır olarak yaygın biçimde dillendirilmekteydi.

Baba Bush, 1991’de, “artık Vietnam Sendromunu Arabistan çollerine gömdük” derken bu yeni saldırganlığın kapılarının açıldığını belirtiyordu. Oğul Bush ve ekibi gerisini getirecekti.

Ne var ki, Irak’taki direniş denklemi kökten etkiledi ve değiştirdi. Salt zor ve şiddet, emperyalist terör, sadece bütün dünyada daha baştan yığınsal ve aktif biçimde yerilmekle kalmadı, sadece ABD içinde gittikçe artan sert bir muhalefet ve toplumsal kutuplaşma yaratmadı, esas olarak, Irak’ta anladığı dilden bir yanıtla da karşılaştı, askeri olarak açıkça yenilgiye uğratıldı. Bu, bütün Ortadoğu’da, yani ilk hedef bölgedeki özgüveni ve direniş kararlılığını da yükseltti.

Irak’taki direniş ve askeri basarıları o denli beklenmedik ve o denli etkiliydi ki, Vietnam’da uzun yıllar içinde, 58 bin kayıp ve içerde büyük ekonomik/toplumsal çöküşle gelen “Sendrom”, Irak’ta daha işgalin ilk yılı dolmadan ve kayıplar yüzlerle ifade edilirken ortaya çıktı.

Washington Post gazetesinin 29 Kasım 2004 tarihli nüshasında Brian Gifford, ölen Amerikan askeri sayısı 1200’ü, yaralıların sayısı da 10 bini aşmışken yazdığı yazıda Amerikan ordusunun Irak’ta içinde bulunduğu durumun Vietnam’dan da kötü olduğunu yazdı. Gifford’un bildirdiğine göre, dönemlerin asker sayılıranına göre hesaplandığında, Amerikan Silahlı Kuvvetleri Irak’ta, İkinci Dünya Savaşı’yla karşılaştırıldığında günlük ölüm oranına göre 4.8 kat daha fazla kayıp vermektedir. Bu oran, Vietnam’a göre de 0.25 daha fazladır.

Bu noktada, bütün burnubüyük saldıraganlık cüretine karşın ABD’nin onu çok zorlayan yapısal sorun ve zaaflarından da kısaca sözetmek gerekmektedir. Dünya nüfusunun ∞4’ünü oluşturan ABD, gücünün bir göstergesi olarak, dünya enerji pastasının %25-30’unu tüketmektedir ama, zaaflarının bir kanıtı olacak biçimde, dünya hapisane nüfusunun da %25’ini barındırmaktadır. Kendi parasıyla borçlanma lüksüne sahiptir ama dünyanın da en borçlu ülkesidir. Dünyanın en fazla sermaye çeken ülkesidir bir yandan, ama öte yandan da, 500 milyar dolarlara kadar yükselmiş bütçe açıkları ve 600 milyar dolara yükselmiş ticaret açığıyla da, çarklarını çevirebilmek için her gün 1.5 milyar dolarlık bir sermaye transferine de gereksinim duymaktadır bu ülke. Resmi rakamlara göre yaklaşık 40, bazı tahminlere göre de 80 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir zenginlik ülkesidir aynı zamanda ABD. ABD, dünyada vatandaşlarını en fazla idam eden, çocukları ve zihinsel özürlüleri en fazla infaz eden ülkeler arasında da en üstlerdedir. Silahla işlenen cinayetlerde de birinciliği kimselere kaptırmamaktadır. Onmilyonalarca insanın, uyuşturucu, alkol, kronik işsizlik ve şiddetle örülmüş yasam koşullarında çu®u†uldüğü bir ®uya ülkesidir burası. Artık bütün dünya ülkelerinin toplamından daha fazla askeri harcama yapar duruma gelmiştir ama bu gücünü arttırmaktan ziyade zaaflarını derinleştirmeye yaramaktadır. Dünyaya kültürünü, hayat tarzını yaymakta büyük etkiye sahiptir ama aynı zamanda bugün dünyanın en nefret edilen ülkesi konumundadır da.

Bu koşullar altında, ABD’nin Irak’taki durumu “batağa düşmek” olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır. Şayet işgalci , işgal ettiği yeri denetim altında tutamıyor, “kabul edilebilir” kayıplarla işgali sürdüremiyor ve kendi çıkışının “makul” imkanlarını yaratamıyor, yani bir biçimde yenilgi sayılamayacak bir geri çekilmeyi başaramıyorsa, batağa saplanmış demektir. ABD o durumdadır ki, son seçimlerde görüldüğü gibi muhalefet (Kerry) de bir “çıkış” imkanına, ya da aynı anlama gelmek üzere, işgali sürdürmekten başka bir seçeneğe, sahip olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştır. Süreklileşme zorunda kalan bir işgalse, tanımı gereği, bataklık anlamına gelmektedir. Körfez Savaşı sırasında da görevde olan Baba Bush’un şahin dışişleri bakanlarından James Baker, bu yılın başında Rice Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, kalıcılaşmış bir işgalin hem içerde, hem dışarda olumsuz sonuçlar doğuracağını söylemek zorunda kalmıştır. “Bataklık” da tam budur işte: İşgal sürdürülemnez olur, sorunları ağırlaştırır, dolayısıyla görüntüde olsun biran önce çıkmak gerekir ama başarılamaz. Sonrası, kendi cenderesi içinde kıvranmak, debelendikçe batmak ve sonunda da boğulmak...

ABD’de üstelik egemen çevrelerde ve bilhassa da CIA içinde ve askeri çevrelerde çatlak sesler çıkmakta, homurdanmalar daha yükselmekte, çaresizlik ve askeri başarısızlıktan şikayetler artmaktadır. ABD’nin Irak’ta sadece moral ya da politik olmayan, çok ciddi bir askeri boyutu da bulunan yenilgisini bir abartma olarak görme ve kabul etmeme eğilimindekilere en iyi yanıtla kanıtı doğrudan Amerikan Genelkurmay Başkanı Richard Myers, üstelik Amerikan Senato’sunda vermiştir. General Myers, Senato’da 12 Mayıs 2004’de yaptığı konuşmada aynen şöyle demiştir:

“Irak’ta askeri olarak bir yenilgi söz konusu olamaz. Aynı zamanda Irak’ta askeri olarak kazanmak da mümkün değil. Bu süreç uluslararasılaştırılmalıdır. Birleşmiş Milletler yönetim rolünü oynamak zorundadır. Bana göre sonunda kazanmamızın tek yolu budur.”

Bu konuşmadan 5 gün sonra, Carnegie Vakfı’nın üst düzey mensupları olan Joseph Cirinciona ve Anatol Lieven ise, Amerika’nın içinde bulunduğu durumu şöyle belirtiyorlar:

“Amerika’nın Irak’taki konumu sürdürülemez durumdadır. ABD, Necef ve Felluce’yi yerle bir etmek için yeterli kaba askeri güce sahiptir, ama aynı zamanda anlamıştır ki, sadece Irak’taki girişimini değil, bütün Ortadoğu’daki konumunu berhava etmeksizin bu gücü kullanamaz.
Bu askeri yenilginin üzerine -içeride yarattığı yankılar bir yana -Malezya’dan Fas’a kadar bütün Müslümanların öfkesini körükleyen Ebu Garib hapishanesinin ahlaki yenilgisi de eklendi. 1974 yılında, Başkan Richard Nixon, popülaritesinin en düşük olduğu dönemde teselliyi buyur edilip ağırlandığı Mısır ziyaretinde bulmuştu. Bugün dünyada Başkan George W. Bush’un ziyaret edebileceği tek bir Arap başkenti yoktur.
Bu iki yenilginin sonucu olarak, Amerika’nın diğer Müslüman devletlere karşı askeri güç kullanacağı yönündeki tehditlerinin de boş olduğu açıktır. Kullanılamayacağı ispatlanmış bir güç, gerçek bir güç değildir. Amerikan Ordusunun halihazırdaki bu zayıflığının açığa çıkması ABD’nin sadece Irak’a değil bir bütün olarak Ortadoğu’ya yönelik stratejisinin köklü bir şekilde yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılıyor.
Şayet ABD, Irak’ı yeniden istikrarlı bir hale getirecek ve kendisinin er geç gerçekleşecek olan geri çekilmesini kolaylaştıracak bir bölgesel koalisyon düşünüyorsa, bunun için bir ön adım gereklidir. Washington’un Irak’ı uzun vadede bir Amerikan Askeri Üssü olarak kullanma yönündeki niyetini kesinlikle terk etmesi gerekmektedir. Etkin bir uluslararası barış gücü tesis edilir edilmez güçlerini çekeceğini kabullenmelidir.
Bu, ABD’nin, sayısı 2000’i bulan çalışanıyla dünyanın en büyüğü olması kararlaştırılmış Bağdat Büyükelçiliği’nde dramatik bir küçültmeyle başlatılmalıdır. Büyükelçi John Negroponte, 1980’lerde Honduras’ta merkezi kontrgerilla programını yürüttüğü gibi, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik rejim karşıtı operasyonlarını Bağdat’tan yürütmek üzere teçhizatlandırılmamalıdır.”[4]

Şimdi bu noktada okurun dikkatini hem General’in, hem de sivil ideologların söylediklerindeki bir başka ortak noktaya çekmek ve bunu Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile ilintilendirmek gerekmektedir. General Myers yukarıdaki konuşmasında sürecin “uluslararasılaştırılması”ndan, Birleşmiş Milletler’in devreye girmesinden sözederken, Cirinciona ve Lieven köklü stratejik değişikliğini gündeme getiriyorlar ve “bölgesel koalisyon”dan, “etkin bir uluslararası barış gücü tesis”inden sözediyorlar.

Aynı günlerde, 10 Mayıs 2004 tarihinde Sebastian Mallaby, önerilen strateji değişikliğini ve “uluslararasılaşma”yı açıklığa kavuşturuyordu:

“... Bush’un ekibi, güvenliğin, uygarlık değerlerini çevre ülkelere yaymaya bağlı olduğu yönündeki emperyalist bakışa yönelmiş durumda. Emperyalizm doğru teşhisi koydu -çöken devletler, kaos ve yoksulluk bizleri tehdit etmektedir- ancak yanlış reçeteyle: tek başına müdahale. Amerika’nın demokratik ve eşitlikçi ideallerinin zaferi Bush’un çıplak Amerikan Emperyalizmi’ni dünyanın geri kalan kısmında istenmez kılıyor; yumuşak gücümüz sert gücümüzü sınırlandırıyor.
Gerekli olan şey, uluslararası kurumlar tarafından meşrulaştırılmış ve bir noktaya kadar onlar tarafından yürütülen yeni tarz bir emperyalizmdir. Bir dahaki sefer, Irak gibi bir başka yere girdiğimiz zaman, tartışılmaz bir uluslararası yetkiye sahip ve beynelmilel ulus inşa etme uzmanlarının desteğini arkamıza almış olduğumuzdan emin olmamız gerekiyor. Bu da yeni bir tartışmaya ihtiyacımız olduğunu gösteriyor: Enternasyonalist emperyalizm daha iyi uluslararası kurumlar olmaksızın iş göremez.
Bu kısa sürecek bir tartışma olmayacaktır elbette. Ancak en azından önleyici savaşları meşrulaştıracak ve vetoya tutsak olmayacak bir imkana ihtiyacımız var: BM Güvenlik Konseyi’nde, Rusya ve Fransa gibi aktörlere herşeyi engellme gücü vermeyen ama yine de önemli söz hakkı tanıyacak bir ağırlıklı oy mekanizmasına sahip olmalı. Ve ulus yapıcı (nation–building) uzmanları birararada toplayacak uluslararası bir kuruma ihtiyacımız var. Mali bir kriz ortaya çıktığında Uluslararası Para Fonu var. Bir güvenlik krizi ulusal inşayı gerektirdiğinde de Uluslararası Yeniden İnşa Fonuna ihtiyacımız olacaktır.”[5]

Büyük Ortadoğu Projesi’nin ilk anlamı da burada ortaya çıkmaktadır. BOP, bir yanıyla, ABD’nin içine düştüğü çıkmazdan kurtulabilmek için başta Batı Avrupa’lı müttefikleri ve NATO olmak üzere başka ülkeleri ve BM gibi uluslararası kuruluşları bir biçimde devreye sokma girişimidir. Burada elbette, esas olarak, söz ve yetki sahibi ortaklar yerine daha çok “kestaneleri ateşten alacak” uyduların yaratılması amaçlanmaktadır ama işgal harekatının başında müttefiklerini, BM’yi, dünyayı dinlemeyeceğini, gerekirse tek başına Irak’a gireceğini küstah bir dille açıklayan ve bunu da yapan bir ülkenin siyasetindeki değişikliği de not etmek gerekir. Ne denli taktik mülahazalarla ve içtenliksiz bir biçimde yapılırsa yapılsın, BOP Amerikan emperyalizmi açısından kuşkusuz bir geri çekilmeyi ifade etmektedir ve bunun temel nedeni de Irak Direnişi karşısındaki çok yönlü yenilgilerdir.

BOP’un ve sonraki gelişmelerin temsil ettiği geri çekilme, ABD açısından, esas olarak NATO dolayımıyla Batı Avrupa’yı ve lojistik destek görevleriyle sınırlandırılmış olarak da BM’nin devreye girmesine sarı ışık yakılması biçiminde ortaya çıkmaktadır. ABD, Avrupa emperyalizminin kendisine yönelttiği temel eleştiri olan “tekyanlılık”tan bir tür “emperyalist ortaklık” projesine dönüş yaptığını gösteriyor BOP ile. Bunun taktik bir yaklaşım, bir aldatmaca, bir samimiyetsizlik örneği olduğu düşünülse de, BOP, ABD önderliğinde bir tür emperyalistlerarası işbirliğini öngörüyor gerçekten de.

BM’nin (Irak içinde gerçekleşmeyen) lojistik destek ve “incir yaprağı” işlevini biryana bırakırsak, sözkonusu ortaklığın NATO dolayımıyla yapılmaya çalışılması zorun plandaki stratejik öneminin değişmediğini gösteriyor.

NATO, ABD’nin Sovyetler Birliği’ni kuşatma ve boğma stratejisinin bir ürünü ve kılıcıydı bir bakıma. Öte yanıyla da, mazlum halklar dünyasındaki “ulusal kurtuluşcu” devletleşmeyi denetim altına almanın bir aracıydı. ABD, her iki amaç için de Ortadoğu’da ve Asya’da da bölgesel NATO’lar kurmayı ve bunların Amerikan emir-komutası içinde organik bir saldırı aygıtı olarak kullanmayı hedefliyordu.

Önce, Sovyetler Birliği bir “demir ve çelikten bir mengene” içine sıkıştırılacak, militer paktların cenderesinde öğütülecekti. “Kuşatma” (Containment) stratejisinin esin kaynağı ABD’li diplomat Kennan, her bakımdan tecrite alınacak ve dolayısıyla da doğal yaşam imkanlarından mahrum bırakılacak Sovyetler Birliği’nin, bir de, “Parti’nin birliği ve verimi ortadan kaldırılırsa” “bir gecede ulusal toplumların en güçlüsünden en zayıf ve zavallısına dönüştür”ülebileceğini yazıyordu. Amaç, Sovyetler Birliği içindeki “çürüyüş tohumları”nı harekete geçirmekti.[6] Bunun için Avrupa’daki NATO’ya “Ortadoğu NATO”suyla “Asya NATO”sunun da eklemlenmesi gerekmekteydi.

Bu askeri paktlar zinciri büyük Asya’yı da kuşatmış olacaktı. İşin bu boyutunu daha o zaman Scott Nearing görmüştü:

“ABD askeri liderlerinin gördüğü biçimiyle resim şudur. Asya, Türkiye ve Arabistan’dan Formaza’ya, Filipinlere, Okinowa, Japonya ve Aleusian’a değin çembere alınacak ve Pakistan’da yeni açılacak olanlar da dahil ABD’nin hava üsleri tehdidi altında yaşayacak ve ABD’de eğitilmiş, ekipmanı ABD tarafından sağlanmış; Türkiye, Pakistan, Hindi Çini, Formaza, Kore ve Filipinler’de kurulacak ordularla Asyalılar, Asyalılara karşı savaşacaktı. Asya denizleri, Süveyş’ten Boğazlar yoluyla Çin Denizi ve Uzak Pasifik’e Amerikan donanmasınca denetlenecek, Hint ve Pasifik okyanusları da temel amacı Amerikan şirketlerinin petrol, kalay ve kauçuk gibi temel hammadeler üzerindeki çıkarlarını ve yatırım ve malları için kârlı pazarlarının korunması olan Amerikan militarizminin çelikten pençesi içinde tutulmuş olacaktı. Bugün, Asya’nın ekonomik bakımdan ele geçirilmesini, sömürülmesini, askeri olarak egemenlik altına alınmasını ve siyasal manipülasyonunu hedefleyen bu program ancak kısmen gerçekleşmiştir. Büyük kısmı hala kağıt üzerindedir.”[7]

“Ortadoğu NATO”su hiç gerçekleşmedi. Asıl hedef Arap ülkelerinden sadece Irak’ın katıldığı Bağdat Paktı, anlaşmayı imzalayan hükümetin devrilmesi ve yeni yönetimin ayrılmasıyla, çok kısa sürdü. Yerine konan CENTO’da ise hiç bir Arap ülkesi temsil edilmiyordu. Avrupa ile Asya arasındaki hayati militer zincir de, İran ve Türkiye gibi tetikçilerle birbirlerine bağlanmaya çalışıldı. İşte NATO’nun 2004 Haziran’ındaki İstanbul zirvesinde NATO’nun bölgeye sızma düşü de zayıf bir biçimde gerçekleşmiş oldu. Afganistan’da bulunan NATO, artık “Irak polis gücünü eğitmek” üzere Irak’a da demir atmıştır. Bu, elbette, NATO’nun bellibaşlı Avrupa’lı üyelerinin çekinceleriyle şimdilik zayıf bir hamledir. Ayrıca, ABD’nin gücüne dayanarak ve uyum koşullarında gündeme gelen eski düş, bugün, uyumsuzluk koşullarında ve daha da önemlisi ABD’nin güçsüzlüğünden kaynaklanarak gerçekleştiriliyor. ABD’nin sıkışmışlığından yararlanarak kapısından kovuldukları bölgeye bu kez pencereden sızma fırsatını yakalayan, bu arada ABD’nin yenilgisini “sistemik felaket” olarak gören ve fakat tetikçilik de yapmak istemeyen Avrupa’lılar bu serüvende nasıl bir rol alacaklarını henüz tam olarak kestirebilmiş değiller.

Bununla birlikte, BOP ile birlikte gündeme bir Kautskiyen düşün, bir “ultra/süper emperyalizm” denemesinin sokulduğu da bellidir. Yani, yukarıda çeşitli Amerikalılardan yapılan alıntılarda sözüedilen “uluslararası emperyalizm”in BOP ile pratik işler gündemine getirildiği bellidir. Tabii bunun pek de onların sandığı kadar “yeni” olmadığı da biliniyor.

Bilindiği gibi, Alman sosyaldemokrasisinin önderlerinden Karl Kautsky, emperyalizmi, onun yolaçtığı savaşları ve silahlanmayı, “kapitalist rasyonallik” açısından zararlı bulmuş, kapitalistlerin kendi yıkımlarını getirecek bu yoldan ayrılacaklarını ummuştur. Kautsky, bu yükler karşısında, sermayenin “işbirliğine ya da ortaklığa” dayalı bir “ultra emperyalist” akılcılığı hayata geçirmesinin mümkün olduğu tezini işlemiştir. Kautsky, sermayenin bu kısırdöngüden çıkabileceğini savunmuş ve emperyalistlerin, birbirleriyle savaşmadan, dünyayı ortaklaşa yönetip sömürebilecekleri bir düzenlemeyi hayata geçirmeye muktedir olduğunu iddia etmiştir:

“Dünya savaşından sonra silahlanma yarışını sürdürmek için kapitalist sınıfın kendi bakış açısından değil, çoğu kez, kimi silahlanma çıkarları açısından bile ekonomik bir zorunluluk yoktur. Tam tersine, devletlerarası çatışmaların son derece tehdit ettiği şey, kapitalist ekonomidir. Bugün her uzak-görüşlü kapitalist kendi yoldaşlarına şöyle seslenmelidir: Dünya kapitalistleri birleşiniz!.. [S]avaştan önce bile, Balkan Savaşı´ndan bu yana hem silahlanmanın, hem de sömürgeci genişlemenin maliyetinin sermaye birikimi ve sermaye ihracının hızlı ilerlemesini tehlikeye atan, bu yüzden de, kapitalizmin kendi ekonomik temellerini tehdit eden bir düzeye ulaşmış olduğu apaçık durumuna gelmiştir...Silahlanma yarışı ve bunun sermaye piyasası üzerindeki istemleri artarak sürmeye devam ederse, savaştan sonra da durum daha iyi değil, daha kötü olacaktır. Böylelikle, emperyalizm kendi mezarını kazıyor. Kapitalizmi geliştirme aracı olmaktan, bir engel durumuna geçiyor...[K]apitalizm proletaryanın artan politik muhalefetiyle harap edilebilir, ama ekonomik bir çöküntüyle ortadan kalkması için bir neden yoktur. Tersine, emperyalizmin şimdiki politikasının sürdürülmesi böylesi bir ekonomik yıkımı, aşağı yukarı zamansız bir şekilde getirecektir...

Dev fabrikaların, dev bankaların ve milyarderlerin amansız rekabeti küçükleri yutan büyük mali güçler karteli düşüncesine yol açmıştır. Emperyalist büyük güçlerin dünya savaşından da, onlar arasındaki en güçlünün bir federasyonu sonucu dogabilir ve bu, silahlanma yarışına son verecektir.

Bu yüzden, salt ekonomik açıdan, kapitalizmin bir başka yeni evreyi, kartellerin politikasının dış politikaya aktarılmasını, bir ultra-emperyalizm evresini yasayabilmesi dışlanmış değildir.”[8]

Lenin’in aktardığı iki ayrı yazısında ise, şöyle demektedir Kautsky:

“Sermayedeki yayılma dürtüsü emperyalizmin baskı ve şiddet yöntemleriyle değil, barışçı demokrasiyle en elverişli ölçülere ulaşabilir...
“ Bugünkü emperyalist siyasetin yerine, ulusal mali-sermayeler arasındaki savaşımın yerine uluslararası düzeyde birleşmiş mali-sermayeyle dünyanın ortaklaşa sömürüleceği yeni, ultra-emperyalist siyaset alamz mı? Kapitalizmin bu yeni aşaması her halde anlaşılır bir şeydir...”[9]

Bu savlara Lenin’in teorik ve hayatın tarihsel-pratik yanıtları biliniyor. Bugün yanıtlamamız gereken soru, BOP’un, en azından Ortadoğu’da, Kautskyen bir düş olarak bir tür “ultra-emperyalist” ortaklığı öngörüp görmediği ve böyleyse, bunun mümkün olup olmadığıdır. Bölgede ve dünyada gelecek bir bakıma bu Projenin sonuçlarına göre biçimlenecektir.

Şimdilik, Ortadoğu’da, BOP ile, ABD, Kautsky’nin sözünü ettiği türden “en güçlüsünün önderliğinde” bir ortaklık öneriyor. G-8’lerin ve NATO’nun toplantılarındaki Amerikan tavrı bu yöndedir. Bu “ortaklık”ın, Lenin’in Kautsky’e verdiği yanıtlarda görülen türden çelişkiler, egemenlik ve tam denetim dürtüsü, hasmane rekabetle örülü olduğu da açık. Bu, hem ABD’nin, konumundan kaynaklanan doğallığı içindeki, “ortaklık” anlayışının karakterinde, hem de ötekilerin yaklaşımını belirleyen faktörlerde görülüyor. Emperyalistler arasındaki “ortaklık” ancak bu kadar bir “vizyon”la ve “rasyonellik”le gündeme gelebiliyor.

Bu durumda, iki olasılıktan sözetmek mümkün: Ya BOP ölü doğmuş olarak sessiz bir biçimde gömülecektir ya da (küresel rekabetin yıkıcılığı; hegemonik gücün pek çok alanda ve Irak’ta kan kaybetmekte oluşu; bizatihi direnişin ihraç ettiği çelişkiler; güçlü olanın tam denetim dayatma güdüsü; hasmane rekabeti kamçılayan obur iştiha ile sınırlı kaynaklar ve benzeri pek çok başka faktör gibi nedenlerle) emperyalistlerarası çelişki ve çatışkılar bölgeye de aktarılacak, istikrar yerine yeni unsurlarla beslenen kaos derinleşecektir.[10]

ABD yöneticileri, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra, esas olarak, kritik Körfez bölgesine ilişkin iki önemli tesbir ve teşhiste bulundular. İlki, bölgede Amerikan desteğiyle şimdioye kadar ayakta durabilmiş ve emperyalizme önemli hizmetlerde bulunmuş rejimlerin artık arkaik, toplumsal dayanaklardan yoksun, tecrit edilmiş bir konumda oldukları yönündeydi. Bir başka ifadeyle, artık bunların ipiyle petrol kuyusuna inilemezdi. İkinci, ve daha önemli olarak da, kendi önlenemez çürümüşlükleri içinde bu rejimlerin bizatihi kendilerinin istikrarsızlık kaynağı oldukları ve yarattıkları bataklıkta sürekli muhalefet (“terörist”) ürettikleriydi. Bu, belli ölçülerde bütün Ortadoğu’yu kapsayan bir anlayışa da dönüşmekteydi. Bu durumda ABD, bölgede, sadece bir rejim ya da daha doğru bir deyişle personel değişikliğiyle yetinemezdi, bir kapsamlı toplumsal dönüşme, düzen değişikliğine ihtiyaç vardı, ABD’nin emperyal çıkarlarının yeniden sağlam dayanaklara kavuşabilmesi için. Bu dayanakların artık arkaik, tarih dışına düşmüşlerle tepeden değil, düzen ve toplumun kendisinde yaratılması, yani “organik” olmaları, dolayısıyla da bir “organik hakimiyet” tesisini olanaklı kılmaları gerekirdi.

Amerika’lı ideologlardan Richard Haas, Intervention (Müdahale) başlıklı kitabında şöyle diyor:

“Askeri güçle belli kişileri hedef almak zor...ABD’nin politik önderlikte değişiklik yapmak için [askeri] güç kullanma çabaları, Libya’da Kaddafi, Irak’ta Saddam ve Somali’de Aidid örneklerinde olduğu gibi, başarısız oldu...Güç politik değişimi nisbeten mümkün kılacak bir çerçeve yaratabilir ama, olağanüstü istihbarat ve biraz şanstan da daha fazlası olmaksızın, gücün kendi başına spesifik siyasal değişiklikleri ortaya çıkarması pek pek mümkün değildir. Böylesi değişiklik olasılığını arttırmanın tek yolu, millet inşa etme (nation-building) gibi hayli kapsamlı müdahalelerden geçer. Bu ise, önce bütün muhalefeti yok etmeyi ve sonra da bir başka toplumu temelden yeniden yapılandırmayı mümkün kılacak işgali gerektirir...[Bu süreç], tüm yerel muhalefeti yenmeyi ve silahsızlandırmayı ve meşru güç kullanımı üzerinde tekel ya da yarı-tekel hakimiyete sahip bir politik otoritenin [tesisini içerir].”[11]

Burada söylenenler tam da ABD’nin Irak ve Ortadoğu’da yapmak istedikleridir. Söylencedeki Tanrının insanı kendi gül cemalinden yaratması gibi ABD de Ortadoğu’yu, ve giderek, insanlığı kendi hayat tarzından yeniden oluşturmak istemektedir. Ortadoğu’da istenen yeni bir insan, yeni bir toplum, millet, din, kültür inşasıdır. BOP bunun girişimidir.

Bu, aynı zamanda, Amerikan emperyalizminin “hakimiyet” yöntemine ilişkin bir ayırdedici özelliğine de uygundur. İngiliz tarihçi Hobsbawm şöyle diyor: “Ondokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinin aksine, Amerika, devrimci bir ideolojiye dayanan bir devrimci güçtür. Devrimci Fransa ve Sovyet Rusya gibi, Amerika sadece basit bir devlet değil, aynı zamanda, dünyanın belli bir biçimde dönüşümüne adanmış bir devlettir.”[12] Dolayısıyla da, “Amerikan emperyalizminin kurduğu bağımlılık ilişkisi önemli bir farklılık göstermektedir. ABD hakimiyetini, belirli işbirlikçi odaklardan ziyade, ya da onlara ek olarak, daha farklı bir düzeyde kurmakta ve yürütmektedir. ABD, hakimiyeti altına aldığı bir ülkede, o ülkenin düzenine içkin bir özellik kazanmakta, bir başka ifadeyle o düzenin doğrudan içsel, organik bir parçası olmaktadır. Bu haliyle de, dışsal bir unsur olmaktan ziyade, daha çok, düzen ile füzyona girmekte, toplumsal dokuya nüfuz etmekte, kurumlardan hayat tarzına, bürokrasiden kültürel iklime, toplumsal ruhi şekillenmeden seçkinlere, bilim kurumlarından medyaya, giderek, neredeyse solunan havaya, içilen suya karışarak hayatla bütünleşmekte, bir tür hamhal olmakta, düzen içinde erimektedir. Bu tür egemenlik sistemi, dolayısıyla, kolay elde edilemeyecek olan bir değerler hegemonyası üzerine kurulmakta, organik bir entegrasyonla yürütülmektedir. İçsel, organik bir unsur olarak Amerikan emperyalizmi artık görünmez eliyle “domestik” olarak hükmünü icra etmektedir.

Bu anlattığımıza en güzel örnekler, İnkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “kıvam”a getirilen Almanya ve Japonyadır. Buralardaki kalıcı Amerikan hakimiyeti, askeri işgalle değil, “değerler hegemonyası” yoluyla “düzene sızmak”taki beceride saklıdır. Bugün bile, bu iki ülke birer “küıçük Amerika”dırlar, bütün görünür görünmez çelişkilere ve bağımsızlıklarına karşın. “Küçük Amerika karikatürü” Türkiye de iyi bir örnek oluşturmaktadır bu konuda. ABD, Türkiye’de, AB ya da tek tek Almanya, Fransa, Rusya gibi dışsal faktör değil, içkin bir unsurdur; özel hakimiyetini özel bağlarla kendine bağladığı özel odaklar aracılıgıyla olduğu kadar, hatta ondan da daha fazla “organik nüfuzu” ile sürdürmektedir. O, Türkiye’de her yerdedir, kan dolaşımındaki oksijen gibidir ve elbette “zehirini” her yana taşıyabilmekte, her organı, giderek, tüm vücudu, metobolizmayı denetimi altında tutmaktadır, onun sefil yaşamının “hayat iksiri” olabilmektedir.

Bu arada, Paul Sweezy ve Paul Baran, Harry Magdoff gibi Amerikalı Marksistlerin işaret ettikleri, Amerikan emperyalizminin “azgelişmişliği yapısallaştırıp süreklileştirdiği” tezi de, bir yanıyla, bir anlamını da bu noktada bulmaktadır. Amerikan tipi hakimiyet ancak “kurumsallaşmış” bir ezgelişmişlik bataklığında hayat bulabilmektedir.

Bu hakimiyet yapısı, ayrıca, ABD’nin hem gücü, hem de zaafı olmaktadır. Güç kaynağı olmaktadır çünkü O’nu bir dışsal müstevli olmaktan çıkartıp düzene içkin “yerli malı” yapmaktadır. Böylece, Amerikan emperyalizmi, bir yandan, hayatın her alan ve boyutunda yaygın bir varlık olarak etkisini kullanmakta, bir yandan da, yabancı olmanın yaratabileceği tepkilerden korunmakta, nihayet, kendisini yerelleştirerek yerliyi tasfiye etmektedir. Ayrıca, belirli işbirlikçi odakların ittifakına ve dolayısıyla da onların gücüyle belirli ekonomik-politik-sosyal unsurlara mahkum olmadan daha istikrarlı kılmaktadır egemenliğini ve yapısal bağımlılık ilişkilerini.”[13]

İşte BOP, bu nedenlerle, bölgeyi küreselleşme süreçlerine ve global kapitalizme eklemlemeyi, stratejik alan olarak ele geçirmeyi, enerji kaynak ve ikmal yollarına egemen olmayı içeren, bunun için doğrudan Amerikan askeri varlığını ve işbirlikçi hükümetleri öngören ve fakat bunları aynı zamanda aşan bir projedir. Bunun içindir ki, BOP, banka ve şirket kurmak kadar, sivil toplum örgütlerini yaratmayı; polis ve ordu gücü oluşturmanın yanında üniversite ve medya yaratmayı; formel bağımlılık zincirleriyle birlikte kadın eğitim merkezlerini, okuma yazma kurslarını, yardımlaşma enstitütülerini, çocuk bakımevlerini, halk kütüphanelerini kurmayı hedefliyor. Demokratikleşme ve sivilleşme söylemleri elbette böyle bir yaklaşımın ayrılmaz unsurları olarak dilendiriliyor. Haziran 2004’teki G-8’ler toplantısı için hazırlanan bir Beyaz Saray belgesinde, “G-8 üyelerinin, bölge hükümetleri, iş alemi ve sivil toplum temsilcileriyle eşgüdüm içinde, varolan programları ‘yoğunlaştırmak ve genişletmek,’ demokrasiyi yerleştirmek, eğitimi düzeltmek, istihdam ve ekonomik büyümeyi sağlamak için” bir Destek Planı”nı açıklamakta ve BOP’un özünü ortaya koymaktadır. Bu belgede, “demokratik kurumları ve demokrasi programlarının başlatılması ve güçlendirilmesi”nden; “mikrofinans girişimiyle önümüzdeki 5 yıl içinde iki milyondan fazla üreticiye yardımyapılması”ndan; “okuma yazma seferberliği ve 2009’a kadar 100,000 yeni öğretmen kadrosu yaratılması”ndan; “özel girişimin geliştirilesi fonu”ndan; “bölgede iş atmosferinin iyileştirilmesi”nden sözediliyor.

Belgede, demokrasinin ve iyi yönetimin geliştirilmesi; bilgi toplumu yaratılması; ve ekonomik fırsatların genişletilmesi başlıkları altında, Arap ülkeleri ile Türkiye, İsrail, Pakistan ve Afganistan’dan oluşan alanı kapsadığı belirtilen bölgede zikrdilen programların bazıları şunlar:

-özgür seçimler
-parlamenterlerarası ilişkileri ve parlamenterlerin eğitim
-kadın önderler yaratmak için eğitim merkezler
-Halka hukuki yardım merkezleri-bağımsız medya girişimi
-mikrofinans
-mali korporasyon
-Büyük Ortadoğu Gelişme bankası
-ticareti geliştirme
-şefaflık, yolsuzluğu önleme

Görüldüğü gibi, günün uluslararası kapitalist birikim modeline uygun, Amerikan çıkar ve ihtiyaçlarıyla uyumlu kurum ve değerlerle tahkim edilmiş bir reform programı sunuluyor. Burada temel amaç, hiç kuşkusuz, seçkinleri, değerleri, giderek popüler kültürüyle yığınları büyük ölçüde Amerikan değerleriyle şekillenmiş küresel kapitalist tarza entegre ederek vahşi liberal kapitalizmin ahlakına karşı varolan kültürel/tarihsel direnişi yıkmaktır. Böylece, ehlileştirilmiş bir uygarlık, köleleştirilmiş bir halk, yok edilmiş bir kültürle beraber uygarlıklar çatışması da mutlu sona ermiş olacaktır. Ardından da Orta Doğu ABD’nin suretinden yeniden yaratılacaktır; halkın dünyası Amerikan yaşam biçimiyle yeniden üretilmiş olacaktır.

BOP, zor ve şiddetle örülmüş bir askeri işgal çerçevesi içinde “modernleştirme” programıdır ve kurmak istediği “değerler hegemonyası,” özünde, bir “değersizleştirme,” kültürden koparma, yozlaştırma denemesidir.

ABD, böylece de, kurulacak doğrudan kurulacak yeni düzende kendini var edecek, dışsal bir ögeden, yabancı bir devletten, düzenin içkin bir unsuruna, onun kurum ve değerlerinde yeniden üretilen bir asli parçaya dönüşecektir. Böylece de değerler hegemonyasına dayalı bir “organik hakimiyet” kurulacaktır ele geçirilen coğrafyada. Böylece de, çok yönlü bağımlılık doğrudan uysal sömürge halkları tarafından yürütülecek, gündelik yaşamda ve kurumlarda yeniden üretilecektir.

Böylesi karmaşık bir coğrafyayı, oranın kadim halklarını ve farklılıklarını, uygarlık birikimini, ABD’de belirlenmiş, standartlaştırılmış bir kültürel cendereye sokup köleleştirmenin nasıl bir toplumsal mühendislikle mümkün olacağı ayrı bir konudur. Ortadoğu’yu kendi suretinin bir karikatüründen şekillendirme çabasının kendisi bir şaka gibi görünmektedir. Daha doğrusu bu, aldığı çok yönlü darbeler ve beklenmeyen yenilgilerle ufku şaşmış, perspektifini yitirmiş bir meczupun çırpınışlarıdır bu türden zulüm içinde toplumsal rıza üretme çabaları.

Hakimiyet için güç ile rızanın bir biçimde birleştirilmesi ya da duruma göre değişik oranlarda birlikte kullanılması konusunda Makyevelli şöyle yazıyor:

“[Bir ülke elie geçirildikten sonra] Zulüm sürekli olarak uygulanmaz; hemen ardından halka iyi davranmak gerekir...[Hükümdar] Merhametli, vefalı, insancıl, ve doğru bir insan olarak gözükmek, fakat gerektiği zaman aksine davranabilecek kadar ruhsal hazırlık içinde olmalıdır...Hükümdarın gizli bozgunculara karşı en güvenli çaresi halkın nefretini çekmeketir. Çünkü isyan çıkaranlar, bozgunu yaratanlar, genellikle hükümdarın öldürülmesiyle halkın memnun kalacağını düşünürler. Bunu yapmakla halkı öfkesini Cekeceklerine inanırlarsa bu işe girişmezler...Kısaca söylemek gerekirse, bozguncu korku ve şüphe içindedir. Bu onu durdurur. Oysa hükümdarın tahtı, yasalar, dostları ve onu koruyan devleti vardır. Bütün bunlara halkın sevgisi de katılırsa hükumdara karşı komplo kuracak cesarette bir insanın bulunması imkansız hale gelir...Hükümdarlar kin yaratacak davranışları başkalarına yaptırmalı, kendileri sadece halkta iyi duygular uyandıracak işlerle uğraşmalıdirlar. Yine sonuç olarak diyorum ki hükümdar, seçkinleri korurken halkın nefretini de çekmemelidir...Korkulan bir insan olmaktansa sevilen bir insan olmak mı, yoksa sevilen bir insan olmaktansa korkulan bir insan olmak mı daha iyidir? Buna cevap olarak, hem sevilen hem de korkulan bir insan olmak gerekir derim. Fakat bu iki özelliği bir arada bulundurmak güç olduğundan birisinden vazgeçmek gerekirse korkulan bir insan olmak daha iyidir, derim...Bununla beraber hükümdar, halkı öylesine korkutmalı ki sevilmese bile nefret de uyandırmasın. Çünkü korkutmakla nefret uyandırmamak pekala bir arada bulunabilir...”[14]

ABD’[nin BOP girişimini tam anlayabilmek için ünlü İtalyan Marxisti Gramsci’den de yardım alınabilir. “Değerler hegemonyası” üzerine Gramsci şöyle yazıyor:

“Bir toplumsal grubun baskınlığı (suprématie), ‘egemenlik’ (domination) olarak ve ‘entelektüel ve moral yönetim’ olarak, kendini iki biçimde gösterir. Bir toplumsal grup, ‘temizleme’ ya da boyun eğdirme amacını güttüğü hasım gruplar üzerinde, gereğinde silahların gücüyle de olsa, egemenliğini (buyurganlığını) uygular, ve kendine yakın ya da bağlaşık olan grupları yönetir. Bir toplumsal grup, hükümet erkliğini fethetmeden önce de yönetici olabilir ve hatta olmalıdır da (ve erkliğin kendisinin fethi için başlıca koşullardan biri işte budur); sonra, erkliği kullandığı zaman, ve onu elinde sıkı sıkıya da tutyorsa, egemen (buyurgan) grup durumuna gelir ama ‘yönetici’ (dirigeant’) grup olmayı da sürdürmelidir.”[15]

Görüldüğü gibi, Gramsci, egemenliği, zor ile moral (kültürel)/entellektüel belirleyiciliğin, güç ile değerler hegemonyasının bir bileşeni olarak anlamaktadır. Nitekim, devleti de, politik toplumla sivil toplumun bileşeni, “zorlamayla güçlendirilmiş hegemonya” olarak tanımlamaktadır.[16]

Kuşkusuz, Gramsci toplumsal yapı ve iktidarları irdelerken oluşturmuştur bu kavramsal çerçeveyi ama bu yaklaşımın uluslararası ilişkilere ve ABD’nin BOP ile belirginleşen hakimiyet arayışına da uygulamak mümkündür.[17]

Bugün ABD, Irak’ta, kendi başına yeterli olmadığını gördüğü zor ve güç uygulamalarının yanına rıza üretme mekanizmalarını ( kuşkusuz Makyevelist hile ve desiselerle birlikte) da devreye sokmaya çalışıyor. Bunu da, “Amerikan (kapitalist/emperyalist Batı) değerlerinin orada bir biçimde içselleştirilmesi, yani sosyalizasyon ve en azından küreselleşme merkezlerine bağlı bir seçkinler gurubunca benimsenmesi yoluyla yapmaya çabalıyor. Bu türden bir “değerler hegemonyası”yla hakimiyetini pekiştirmek, “organik” yani nisbeten yapısal ve dolayısıyla da kalıcı hale getirmek istiyor.

ABD bunu yaparken yine Gramsciyen kavramlarla açıklayabileceğimiz iki yöntem kullanıyor. Gramsci, bir merkez katman etrafında olusan iktidar bloğunu “tarihsel blok” olarak adlandırmış, yerel güçlerin kendi hegemonyalarını kuramadan ve dolayısıyla da toplumsal katılım sağlayamadan gerçekleştirdikleri (tepeden inme) reform ve dönüşümleri de “pasif devrim” olarak tanımlamıştı. Aslında, Gramsci Saddam rejimini bu bağlamda bir “Sezarim” türünden pasif devrim rejimi olarak tanımlardı. Bugün de Irak’taki iç ve dış “koalisyon”la bir sömürgeci alt-sistem tarihsel blok yaratılmaya ve Amerikan silahlı kuvvetlerinin (ve mümkünse NATO’nun da katkılarıyla) dayatıcılığında egemen seçkinleriin birbirine zincirlenmesine dayalı bir “pasif (karşı)devrim”, yani sömürgeci köleleştirme operasyonu devreye sokulmaya çalışılıyor. Bütün bu “seçim”, demokratikleşme, sivil toplum, kadın kurtuluşu, özgür medya ve üniversite söylemlerinin ardında yatan budur.

Amerikalılar, 1975 yılında Helsinki’de imzalanan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı Nihai Senedi’ndeki “insan hakları” ve “ekonomik ilişkiler” bölümlerinde yer alan sızma ve ideolojik etkileme fırsatlarının Doğu Avrupa ülkelerindeki çözülmeyi gerçekleştirmede Batı’ya büyük imkanlar yarattığını söylüyor ve BOP’u da böylesi bir ideolojik/kültürel saldırı aracı olarak görüyorlar. Uluslararası Kriz Gurubu (International Crisis Group) adlı bir kuruluşun 7 Haziran 2004 tarihli bilgi notu BOP’un bu noktaya ilişkin ideolojik özünü bir Amerikan Dışişleri Bakanlığı yetkilisinin ağzından şöyle anlatıyor:

“[Helsinki sürecinin] Sovyetler Birliği’nin parçalanıp devrilmesine önemli rol oynadığına ve Avrupa’yı birleştirmeye büyük katkı sağladığına ilişkin bir inanç var. Bu düşünce de [BOP], aynı biçimde, [İslami] aşırılığın çekiciliğini yok edecektir.”

BOP, salt şiddete dayalı saldırganlığının yıkıntıları altında kalan, Irak direnişi ve dünyadaki yalnızlığı karşısında bocalayan, insanın dünyanın en güçlüsü de olsa savaş makinası ve teknoloji karşısındaki nihai üstünlüğünü bir kez daha yasayarak gören Amerikan yönetiminin bir yöntem arayışı çırpınışının ürünü olarak, bir başka imkansızın peşinde koşması olarak ortaya çıkmıştır. Zoru besleyen ve ondan beslenme durumunda olan başka (sosyal, kültürel, ideolojik, ekonomik, vb.) araçları da kullanarak uğursuz hesalarını gerçekleştirmeye calışıyor ABD. Buna karşı nasıl bir tavır alınması konusu bu yazının konusu değil. Ama şu kesinlikle söylenebilir ki, ABD’nin döktüğü kandan oluşan bataklıkta boğulması kaçınılmazdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan buyana şirketleri, filoları ve tetikçileriyle (Türk militarizmi/İsrail Siyonizmi/Arap İşbirlikçiliği) bölgeyi kuşatmış bulunan, bu kez, bölgenin kalbine, Bağdat’a yerleşmiştir ama aynı anda stratejik/nesnel konumlanış bakımından bölge halkları tarafından kuşatılmış hale gelmiştir. Biliyoruz ki, akrepler, etrafları, içinden çıkamadıkları bir biçimde alevle kuşatıldığında kendikendilerini sokarlar...

[1] Newsweek, Eylül 1990.
[2] Bkz. Haluk Gerger, Kan Tadı: Belgelerle ABD’nin Kara Kitabı, dördüncü baskı, Ceylan Yayınları, İstanbul, 2004, s. 468.
[3] Age., s. 469.
[4] International Herald Tribune, 17 Mayıs 2004.
[5] Washington Post, 10 Mayıs 2004.
[6] Kennan’ın Amerikan Dışişleri bakanlığı’na gönderdiği ve bu görüşlerini içeren telgrafı daha sonar “X” imzasıyla yayımlanmıştır: “The Sources of Soviet Conduct,” Foreign Affairs, c. XXV, No. 4, Temmuz 1947, s. 566-582.
[7] Scott Nearing’in Monthly Review Dergisi’nin Nisan 1957’deki sayısında yayımlanan “World Events” başlıklı makalesinde yer alan bu paragraph aynı dergide yeniden yayımlandı; Monthly Review, Nisan 2004, s. 17.
[8] Hatrick Goode, Kautsky: Seçilmiş Politik Yazılar, çev. Celal A. Kanat, Kavram Yayınları, İstanbul, 1990, s. 96-98.
[9] V. İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, onuncu baskı, çev. Cemal Süreya, Sol Yayınları, İstanbul, 1998, s. 127 ve 132.
[10] Bu kaos ortamının ve emperyalistler arasındaki çelişki ve çatışmaların, toplumsal muhalefet ve direniş açısından yaratabileceği imkan ve sorunlar ise, bu yazının kamsamı dışındadır.
[11] Aktaran John Bellamy Foster, “Imperial America and War,” Monthly Review, c.55, No. 1, Mayıs 2003, s.8.
[12] Eric Hobsbawm, (in conversation with Antonio Polito), The New Century, İtalyancadan çev. Alan Cameron, Abacus, Londra, 2000, s. 48.
[13] Haluk Gerger, “Amerikan Emperyalizminin Ayırdedeici Özellikleri,”Praksis, No.11, Yaz 2004, s. 17-18.
[14] Machiavelli, Hükümdar (İl Principe), çev. Selahattin Bağdatlı, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1984, s. 48, 80-81, 85-86, 90.
[15] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri: Tarih, Politika, Felsefe ve Kültür Sorunları Üzerine Seçme Metinler, Der. ve çev. Kenan Somer, Onur Yayınları, İstanbul, 1986, s. 14-15.
[16] Age., s. 186.
[17] Bu konuda bkz. Stephen Gill (Ed.), Gramsci, Historical Materialism and International Relations, Cambridge University Press, Newcastle Upon Tyne, 1994.
Yazan: Haluk Gerger


Hi-LaL 4 Ekim 2006 01:14

Türkiye Üzerinde Oynanan BÜYÜK Oyunlar!!!
 
TÜRKİYE ÜZERİNDE OYNANAN BÜYÜK OYUNLAR!!!
Türk ekonomisi ve siyaseti ile her zaman yakından ilgilenen Yahudilerin, neden Türkiye’yi Ortadoğu ateşinin içine çekmek istediklerini anlamak için bu yazıyı iyi okumanızı öneririz. 1880 yılında İstanbul’a gelen ve burada öğretmelik yapan Bertrand Bareilles’in 1917 yılında kaleme aldığı “İstanbul’un Frenk ve Levanten Mahalleleri” adlı kitabında Türkiye’de yaşayan Yahudilere geniş yer ayırıyor. Bareilles kitabında, Yahudilerin Filistinle birlikte hedefleri arasında Türkiye’nin de bulunduğuna işaret ediyor.
Türkiye’de Yahudi cemaati gelişmektedir, ama düne kadar bu gelişme sadece manevi düzeydeydi. Zaten maddi gelişmeden söz etmek yersiz olurdu. Çünkü Fransa’nın gönderdiğinden başka parası olmayan bu ülkede kimse servet yapamıyordu. Ayrıca Yahudi, kökleri bizim büyük Devletimiz’den çıkan liberal kurumlara uzanan bir toplumsal konumdan yararlanıyordu. Bunu, Evrensel İsrail Birliği’nin kurucusu Charles Netter’e, birçok yönden Tevrat’ta ki yargıçlarınkine benzer bir politikanın temellerini atan Hirsch’lere, Rotschild’lere borçluydu. Birlik okulları Yahudiliğin gelişimine büyük katkılarda bulundu. Yahudi, önyargıların ve kötü niyetlerin kendisini hapsettiği aşağı konumdan yavaş yavaş çıktı. Türkiye’de Yahudi milleti içinde özellikle iş alanındaki becerileriyle sivrilen çok sayıda insan bulunmakta ve bunların politikası, dünya çapındaki bir politikayla uyum içinde işlediğinden etkili olmaktadır. Bugün Yahudi ırkı sınır farkı tanımayan bir aile gibidir. Diğer milletler birer aileler toplamı iken Yahudilerin bir kardeşler toplumu olduğunu söyleyen Pascal, her zamankinden çok doğrulanmaktadır.

Yahudiler herkesle iş yapar, ama dostlukları sadece kendi içindedir. Dışlayıcı ve kendi içlerine kapalıdırlar; kuşkusuz bunda dinlerinin de payı vardır. Ama ırksal içgüdülerinin en önemli göstergelerinden birine dönüşen kendini savunma gereksinimi de unutmamak gerekir. Dünyada daha etkili bir dayanışma ruhuna sahip, insanların birbirine daha çok omuz verdiği başka bir cemaat yoktur. Öyle ki onları ilgilendirebilecek her olay bu cemaatte önemli yankı bulur. Alışkın bir göz insanların tavırlarındaki heyecandan bu olayları ve yankılarını ayırt edebilir. Bu gözlem kuşkusuz diğer cemaatler içinde yapılabilir, ama Yahudilerde iş çok daha belirginleşir. Kendilerini etkisi olmayacak her şeye karşı ilgisiz kalırlar; olaylarla ancak kendi hedeflerine ya da çıkarlarına uydukları oranda ilgilenirler. Gerek koşullardan yararlanmak, gerekse sorumluluktan kaçmak konusunda çok beceriklidirler; kimi zaman hiç belli etmeden yabancı aracılar kullanarak işlerine gelecek kimi olayları kışkırttıkları bile görülür.

Politikaları hep aynıdır; ama önlerine koydukları hedefe ulaşmak için başvurdukları araçlar ve formüller sadece koşullara göre değil, aynı zamanda bir ülkeden diğerine ve ortamdan ortama değişebilir.
Türkiye’de nüfuz merkezleri Selanik ve eylemlerinin temel dayanağı dönme denen müslüman Yahudilerdi. Dönme İsraillinin onu kendinden kabul edeceği kadar Sami kalmış ama türkün güvenini kazanacak kadar da Müslümanlaşmıştı. Cahit’ler ve Cavit’ler dönmedir.

Şu arada Yahudilerle Türkler arasında süren ateşkes döneminde, Türkler Siyonist girişimin hedeflerinden habersiz değildir. Her zaman iyi haber alan Türk etrafında olup biten her şeyi bilir; çünkü ayakta kalabilmek için, maddi kaynaklarından çok, incelik ve kurnazlığın eşit dozlarda kullanıldığı diplomatik yeteneklerine güvenir. Rusya’nın ezilmesi ve bugüne kadar kendisine hizmet eden ama artık bağımsızlıktan başka bir şey düşünmeyen ırkların kökten yok edilmesi sonucunda, İsrail halkı daha hedefini gerçekleştiremeden kendi emellerine ulaşabileceğini hesaplamaktadır. İsrail halkının bu emellerine göz yumar görülmekte böylece bekleyiş döneminde Yahudiliğin çeşitli güçlerinden yararlanma olanağı bulmaktadır. Bu anlaşma, kendisine ayakta tutan hayaller yaşadıkça sürecektir.

Bugün Abdülhamid’i deviren darbenin örgütlenmesinde ve Türk işlerinin yönetiminde Yahudilerin oynadığı rolü herkes biliyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti dönmelerden oluşuyordu. Resmi yayın organı Tanin, bir dönme olan Hüseyin Cahit tarafından yönetiliyordu. Cemiyetin diğer yayın organı olan ve Fransızca basılan Jeune Turc, Siyonizm tarafından finanse ediliyor ve içinde Yahudiler de çalışıyordu. Düzenbaz Cavit de en az diğerleri kadar dönme idi. En çeşitli yetkilerle donatılmış ve daha önce işitilmemiş bir şekilde, Yıldız’a gidip Halife’ye milletin artık kendisi istemediğini bildiren parlamento heyeti içinde de yer alan mebus Karasu da Yahudi idi. 1914′den beri, yazı işleri müdürlüğünde kalan Hüseyin Cahid’in yerini alan ve Tanin’in başyazarı olan Salomon Efendi’nin de bir Yahudi olduğunu belirtelim.

Tüm giz perdeleri henüz kaldırılmamıştır. Ama 8 Temmuz 1908 darbesinden beri Türkiye’de yaşanan olayların öncesinde ve sonrasında yer alan entrikalar bunların gerçekleştirilmesinde Yahudi-Alman girişimlerinin payı hakkında bir fikir vermektedir. Times ‘ın Viyana muhabiri Mr. Steed bu anlaşmanın en önemli olayının Reval görüşmesinin ertesinde, 1908in haziran başında Çar ve Kral Edward’ın yanlarında Isvolsky ve Sir Charles Hardinge ile birlikte, genel bir vali atanmasını öngören Makedonya reform programı üzerinde anlaşmaya varmalarıyla yaşandığını söyleyecektir. “Almanya’nın” ve Avusturya-Maceristan’ın Alman-Yahudi basını bu görüşmeyi mevcut statükoya karşı bir komplo olarak suçladı ve sultanın egemenlik haklarına ve toprakları üzerindeki idari otoritesine karşı, püskürtülmesi gereken bir saldırı olarak niteledi. Jön Türklerin Abdülhamid’e karşı örgütlenmesinde toplantı yeri olarak kullanılan Selanik ve Makedonya’nın tüm mason localarında Reval görüşmesi hakkında bu Avusturya-Alman yorumu yaygınlaşmıştı ve Osmanlı imparatorluğu’nu tehdit eden bu yeni tehlike karşısında eylemi hızlandırmak gerektiğinden söz ediliyordu. 24 Temmuz’da Türk isyanı patladı. Barutu ateşleyen fitil, Abdülhamid’in komployu ortaya çıkarması oldu.

Ama günü gününe izlenebilen birbirini destekleyen ilk olaylara dönelim. 1896′da Dr. Herzel Berlin’de Siyonist Cemiyeti’ni kuruyordu. Ertesi yıl Kayzer o gürültülü Doğu gezisini gerçekleştiriyordu. Bunun hemen ardından Yahudi kolonizasyon tasarılarının gerçekleşmesi için çalışmalar başlıyor, ama bunu ilke olarak kabul eden Abdülhamid o kuşkulu kişiliyi ile tasarının hayat geçirilmesini engellemeye uğraşıyordu. Tüm vaatlerine karşın, yavaş yavaş tarım kolonileri kurulan Hayfa ve Saron bölgelerine Rusya’dan ve Galiçya’dan akın etmeye başlayan Yahudilere toprak satılmasına karşı çıkıyordu. Özellikler bu toplulukların kendi seçtikleri noktalarda büyük kalabalıklar halinde yığılmasına izin vermeyi reddediyordu. Sultanın Panislamist propagandayı yürüten Arap şeyhlerinin temkinli önerilerine kulak verdiğini biliyorum. Ama bu durum söz konusu girişimi hazırlayanların işine gelmiyordu. Türk yetkililere, “göçmenlere bireylerin ve ailelerin ayrılmasının şart koşulmaması gerektiğini çünkü bir Yahudi’nin dini görevlerini yerine getirmek için kendi dindaşları arasında yaşamak zorunda olduğunu” anlatabilmek için müdahale etmeleri gerektiğine inandılar. Jön Türkler iktidara gelince her şey değişti. Siyonist önderler daha büyük bir dayatmacılıkla bu sorunu gündeme getirdiler, ama şimdi tartışmasız bir güce dayanan bir örgüte uygun düşecek bir otorite ve haber alma kaynaklarına sahip olduklarını gösteren bir güven ile konuşuyorlardı. Babıali’ye gönderdikleri bir notada, Türkiye eğer Yahudi göçüne izin verirse “başka ülkelerde yüksek mevkilerde bulunan dindaşlarımız, kendi ülkelerine karşı görevlerini aksatmamak koşulu ile tüm nüfuzlarını Meşruti Osmanlı hükümetinin siyasal ve ekonomik ilerlemeleri hizmetine sunabilir. Yahudiler ile Türkiye arasında bu ittifakın kurulmasını kurulmasına girişecek olan Osmanlı devlet adamları, milletimizin şükran ve minnetini elde edebileceklerinden emin olabilirler. Yahudi dünyasının bağlılığı ve dostluğu konusunda gerekli sözleri ve güvenceleri verebiliriz; bizim tavsiyelerimizin ve dileklerimizin bu dünyayı yöneten kişiler ve çevreler tarafından olumlu karşılanacağına eminiz.” Bu çağrıya kulak verildi ve Yahudilerin yeni koloniler kurmak üzere hemen Filistin’de toprak satın alma pazarlıklarına giriştikleri görüldü. Taberiye kentinden Safed’e kadar uzanan bir bölgede, Taberiye gölünü çevreleyen ve Ürdün nehri boyunca Eriha’ya kadar inen bir alanda hatırı sayılır toprakların sahibi olacaklardı. Savaş arifesinde yeterli halkın özellikle de Dürzilerin tüm muhalefetine karşı, topraklarını Suriye’ye doğru genişletmişlerdi.

Bu derneklerin ne olduğunu, kredilerinin nereden kaynaklandığını, kimler tarafından yönetildiklerini bugün artık herkes biliyor. Yinede bunların Alman Yahudilerinden oluştuğunu belirtelim ve aidiyetin onların yüksek mevkilerde bulunan diğer ülkelerin Yahudileri adına, onları yöneten çevreler tarafından kendilerine karşı çıkılmayacağına güvenerek, yabancı bir hükümetle anlaşmaya girmelerini engellemediğinin de altını çizelim. Her yerde kolları olan bu dernekler –sadece Amerika’dan söz edecek olursak- gerçekten de Kahn, Loeb Kumpanyası ve onların denetimindeki Felix Warburg, James Speyer gibi güçlü mali kuruluşlara dayanıyorlardı. İngiltere’de Banker Cassel’e ve Jön Türklerin çıkarlarına bağlılığıyla dikkat çeken Adam Block’a ve Rusya’nın güçlü Musevi örgütlerine dayanıyordu. Bu ittifak Babıali’ye bir ayağının Alman müttefikinde diğerinin de olası rakiplerinde olması avantajını sağlıyordu. Bilgenin dediği gibi, dostlarınızın sayısını asla yeterli bulmamalısınız.

Siyanist emellerin Jacobson’lara Eikus’lar ve Morgenthau’lar tarafından temsil edilen yürütme organları da uluslararası nitelikte idi. İstanbul’da elçi olan Morgenthau, 1 Temmuz 1916′da şu haberi yayınlayan Le Peuple Juif gazetesine bakılacak olursa, zamanını boşa harcamıyordu: “Morgenthau, 21 Mayısta Cincinnati’de yaptığı bir konuşmada, savaştan sonra Filistin’in Siyonistlere bırakılması sorununu kısa bir süre önce Osmanlı hükümeti ile görüştüğünü açıkladı. Açılımları Türk nazırları tarafından çok olumlu karşılanmıştı. Rakamlar önerildi ve bir Filistin cumhuriyeti kurmanın yararları tartışıldı.” Ve gazete konuşma haberinin ardından şu yorumu yapıyordu: “tüm dünya Yahudileri güncel olayları diğer halklardan daha umutlu bir şekilde izlemekte haklıdır; çünkü tam bağımsız bir vatana kavuşma şansları oldukça yüksektir.” Morgenthau bu konuşmayı yaparken, savaşta taraf olan bir devletin top atışlarıyla imzaladığı bir anlaşmanın yazgısından pek kaygılanmadığı anlaşılıyor; ama Wilson sahneye çıkınca herhalde kendine sormuştur. Zaten başka etkenler de bu konuda imdada yetişti. Jön Türk hareketini yönettikleri sürece her türlü Siyonist gösteriden sakınan Selanik Yahudileri, Yunan uyruğuna geçtikten sonra bu temkinli tutumu bir yana bırakıp, General Sarrail’in iyi niyetli süngülerinin gölgesinde geçek kimliklerini ortaya koyabileceklerini düşündüler.

Bu kentin bir gazetesinde çıkan habere göre, “17 Nisan 5677′de (9 Nisan 1977)” yıllık Yom Aşokel [Kipur?] bayramını kutlamak için toplanan 3000 kadar Selanikli Siyonist içinde bulunan günlerin İsrail halkının hak etmediği felaketlerin sona ermesinde ve binlerce yıllık umutlarının gerçekleşmesinde ne kadar büyük bir önem taşıdığının bilincinde olarak, halkların en eskisine karşı olan adalet borcunun ödenmesi, Yahudi milletinin tarihsel toprakları olan Filistin’de dirilmesi için Yahudi olmayan dünyanın tüm seçkin yüreklerinin sıcak desteğini bekliyorlar.” Bundan iyisi can sağlığı; ama bu çağrının elçinin [Morgenthau] tek yanlı oyunlarının biraz fazla küçümsediği İtilaf güçlerini yumuşatmayı hedeflediği açıktır. “seçkin yürekler”in desteği istenmektedir. Çünkü hedeflerin gerçekleştirilmesinde artık sadece Almanya’nın gücüne dayanarak başarı sağlanamayacağı anlaşılmıştır. Bu hedeflerin Müslüman önyargılarını ayaklandırmaktan öte sadece Fransa’nın değil –sadece Fransa olsa pek önemli sayılmazdı- İngiltere’nin de çıkarlarına ters düşeceği, Hint Okyanusu’na açılan büyük ulaşım yolları üstüne Töton kültüründen gelme unsurların yerleşmesini İngiltere’nin hoş karşılamayacağı düşünülmüştü. Yaşlı kıtaların göbek deliğini oluşturan Suriye ve Mezopotamya’nın, Ön Asya’nın geri kalanının çok daha önemli olduklarını, tüm kapıların bu anahtarlarla açıldığını İngiltere, Fransızlardan daha iyi bilir. Üstelik İngiltere, bu tasarıyı kabullenmek istese bile, müttefiki olduklarını açıklayan Arapların duygularını incitmeyi göze alabilir mi? Tevrat çağına dek uzanan bir hakka sahip olduklarını ileri süren bir takım yabancıların gelip –Kızılderililere yapıldığı gibi- topraklarını ellerinde almaları karşısında Araplar susacak mıdır? Ve niye toprakları ellerinden alınacaktır? O kadar uzun süre başkalarının yanında yaşayan İsrail, sonuçta kendi ırkından bir başka unsurun yanında yaşamasını niye hoşgörüyle karşılamayacaktır ? Filistin’e geri dönüşün mutlaka Amuriyelilerin ve Moabitlerin sürülmesiyle birlikte mi düşünmek gerekir?

Siyonizmin Türkiye’yi, sonucu ne olursa olsun, ancak tabut içinde çıkabileceği bir savaşa itmesinin altında Davud’un tahtının yeniden kurulmasının İslam için de yaratacağı güçlükleri aşma öngörüsü yok mudur? Güçlü sermayelerin kullanılması ile nüfusu ve kendisi yenilenecek bir Türkiye, Yahuda topraklarında kurulacak bir Yahudi cumhuriyetine geçiş yolu olacaktır. Planları hazırlayanlar Siyonist sorunu bu şekilde çözülmesini düşünmüş olmalıdır. Yahudi’nin toprakta çalışmaktan tiksinmesi gibi diğer engelleri bir yana bırakacak olursak, bu çözümün en azından tüm dünyaya dağılmış durumdaki on iki milyon Yahudi’yi Yahuda krallığı dar çerçevesi, içine sokmanın olanaksızlığından kaynaklanan güçlükleri –Yahudi karşıtları bu güçlükleri ustaca istismar etmektedir- aşma avantajı sağladığı kabul edilmelidir. Kimi olgularca da inanılır kılınan bazı söylentilere bakılırsa Siyonist, sadece Tapınağını kuracağı ve iki bin yıllık bir aradan sonra Tanrı’ya yeniden sunmaya başlayacağı yakılmış kurbanların dumanlarının tüteceği kayalık Filistin’i değil, kullanılmamış zenginlikleriyle, stratejik noktalarıyla, Akdeniz’in bir Güney Baltık denizine dönüşmesini engelleyen ulaşım yollarıyla tüm Türkiye’yi istemektedir.

Bununla birlikte, kendi evinde oturmak istemesine karşı başkalarının yanında yaşamayı sürdüren bir ulusun ebedi sorunu muhalefetleri artırarak çözülemeyeceğini görmek gerekir. Bu oyunda İsrail, sadece eski, zararsız ve zaten hayırseverlik bilinci ile yumuşatılmış önyargılardan değil, hiçbir zaman affetmeyen yeni kıskançlık ve kinlerden beslenen acı düşmanlılar yaratmıştır kendine. Gerçi Almanya, İsrail’in artık işine yaramadığını düşündüğü, bu nedenle zaten ilk işaretini ve örneğini de kendisinin verdiği Yahudi karşıtı duyguları canlandırma kararı aldığı gün Yahudilerin durumu iyice kötüleşecektir. Çünkü Almanya’nın hoşgörüsü sadece koşullara bağlıdır ve kısa vadede tüm dünyayı önünde diz çöktüreceğini düşündüğü anlaşmalara dayalı kısa bir ateşkesten başka bir şey değildir.

Bu makale Bertrand Bareilles’in Güncel Yayıncılık tarafından basılan “İstanbul’un Frenk ve Levanten Mahalleleri” adlı kitabından özetlenerek alıntılanmıştır.


asla_asla_deme 15 Ekim 2006 14:38

TÜRKİYE ÜZERİNE YAZILMIŞ KOMPLO TEORİLERİNE BİR GÖZ ATALIM ?!
Atatürk’e saldırının ardındaki sırrı, Yaşar Nuri Öztürk açıkladı. `Atatürk ve İslam’ı bütünleştirirsek BOP Projesi biter` !!!!!!
Atatürk’e saldırının ardındaki sırrı, Yaşar Nuri Öztürk açıkladı.

`Atatürk ve İslam’ı bütünleştirirsek BOP Projesi biter`
FATİH ERBOZ’un röportajı
“Atatürk, Hıristiyan emperyalizmine karşı savaş veren, onu mağlup eden ve o mağlup ettiği güçlere karşı ve onlara rağmen devlet kuran tek Müslüman liderdir. Bugün İslam dünyasında Haçlı pergeliyle sınırları çizilmemiş bir tane devlet var mı Türkiye Cumhuriyeti dışında...”

HYP LİDERİ ÖZTÜRK ATATÜRK’E YÖNELİK SALDIRILARI DEĞERLENDİRDİ
"Bu tür belgeler, Türkiye’ye ihanet edenlerin tekrar devreye girmesiyle gündeme getiriliyor. Bunu zaman zaman yapıyorlar.”
ATATÜRK ile İSLAM’ı bütünleştirirsek BOP planı biter!..
“Türkiye’nin başına Ermeni soykırımı yalanını saranlarla Atatürk’ün dinsiz olduğunu içeren sloganları üretenler, aynı adamlardır”
Son günlerde sözde gizli din söyleşilerinin ortaya çıkmasıyla Atatürk’ün din konusuna koyduğu mesafenin varlığı iddiaları tekrar gündeme geldi. Atatürk ve İslam üzerine yazdıkları ile bilinen Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkanı Yaşar Nuri Öztürk ile Atatürk hakkındaki iddiaları ve Atatürk’ün İslam’a bakışını konuştuk.

* Atatürk ve din konusu bazı çevreleri neden rahatsız ediyor?

Atatürk’ü anlamak ve dayatmak tabirine dikkat etmek gerekiyor. Türkiye’de iki şey dayatıldı, anlatılmadı. Bunlardan biri İslam’dır, anlatmadılar, dayattılar, birileri de Atatürk’ü dayattı. İkisi de insanımıza kahır çektirdi. Her iki dayatmada da Atatürk dinsiz gösterilmeye çalışıldı. Dinciler, O’nun gerçek dini öne çıkaran tarafından kaçtılar, dinin gerçeğine saygılı Atatürk’ten rahatsız oldular.

* Atatürk’ün İslam dünyasındaki anlamını biraz açar mısınız?

Atatürk, Hıristiyan emperyalizmine karşı savaş veren, onları mağlup eden ve onlara rağmen devlet kuran tek Müslüman liderdir. Bugün İslam dünyasında haçlı pergeliyle sınırları çizilmemiş bir tane devlet var mı ? Türkiye dışında. BOP coğrafyasını şekillendirmeye çalışan süper güç, iki kuvvetten çok çekiniyor; bunlardan bir tanesi Türkiye, diğeri İran. Bu nedenle Türkiye üzerinde tahrip operasyonları yapılıp, Türkiye devleti zayıflatılmak isteniyor. Bilinçaltı, içi boşaltılıyor. Bakın Atatürk’ün İslam dünyası ülkelerinde ortak bir adı vardı: “Müslümanların militan lideri.” Atatürk’e peygamberimizin kim olduğunu soruyorlar verdiği cevap şu: “Benim için esaret tanımamanın sembolüdür.” Kuran-ı Kerim de Peygamberi tanımlarken, “O müminlerin ayağına, boynuna vurulmuş bukağıları da parçalayan peygamberdir” diyor. Atatürk de bunu ifade ediyor. Mustafa Kemal de esaret tanımamanın sembolüdür. ‘Bağımsızlık benim karakterimdir’ diyor. Atatürk, Hz. Muhammed Mustafa’yı böyle anlıyorsa, burada emperyalist batı için çok ciddi bir sorun var demektir. Bu anlayış İslam coğrafyalarına eğer egemen olursa, 21. Yüzyıl batı için yok olmuş demektir. Arnold Toynbee, daha 1940’ların başında, ideolojilerin çökeceğini ve yerine dinlerin geleceğini, parsayı ise İslam’ın toplayacağını söylüyor. İslam’ın kana ve teröre bulaştırılmak istenmesinin altında bu yatıyor. Bunları yapacak olan batı için Atatürk en büyük engeldir. Mustafa Kemal emperyalizme karşı İslam dünyası için stratejik bir reçete ortaya koyuyor. Dincilerin Mustafa Kemal’i dinsiz göstermek için kullandığı bütün sloganlar, İngiliz gizli servisi tarafından üretilmiş. Türkiye’nin başına Ermeni Soykırımı yalanını saranlar ile Atatürk’ün dinsiz olduğunu içeren sloganları üretenler aynı adamlar. Batı, Atatürk’ün hazırladığı reçetenin İslam dünyasında yaratacağı etki konusunda önlemini aldı ve başarılı da oldu.

* Türkiye’de durum ne oldu?

Ama Türkiye’de, Atatürk’ün anavatanında başarılı olamadı. Ne zamana kadar, son çeyrek yüzyıla kadar. Siyasal İslam’ı sahneye sürene kadar. Önce Müslüman mısın, Türk müsün hezeyanını milletin içine sokana kadar. Müslü-man’san Laik olamazsın, laiksen Müslüman olamazsın hezeyanını devreye sokarak Batı siyasal İslamcıların sırtlarını okşadı, ellerine imkan, dilerine slogan verdi Türkiye’yi 3 Kasım seçimlerine getirerek AKP’ye teslim etti.

* Bu tür belgeler neden belirli aralıklarla gündeme geliyor?

Bu tür belgelerin gündeme getirilmesi Türkiye’ye ihanet edenlerin tekrar dev-reye girmeleridir. Bunu zaman zaman yapıyorlar. Zaman zaman filan dış gazete, yazar diyerek bunu oynuyorlar. Mustafa Kemal’in dini mektebe gitmediğinden bahsedilmekte. Ne olacak, Mustafa Kemal’in ilahiyatçı olması mı gerekiyor. Kaldı ki Mustafa Kemal İslam ilahiyatını bir çok uzman kişiden daha iyi biliyor. Mustafa Kemal’in hayatında yaptığı en uzun konuşma 18 sayfalık bir konuşmadır. TBMM konuşmasıdır bu. Onu iyice bir incelemek gerekiyor. 20’ye yakın Kuran ayetini orijinal metninden okumuş, tercümesini yapmış ve hadislerle de açılımını yaparak yorumlamış ve İslam dünyası için oradan reçeteler çıkarmıştır. O gün bu bi-lince ulaşmış ilahiyatçı bulmanız da zordu. Bunlar gizli kalmış belgeler değil, Atatürk’ü İslam dışı göstermenin belgeleridir. Atatürk’ün Arapça duaların Türkçesini halkın bildiğinde dinden tiksineceğini söylediği de iddiaların arasında...... Bunu mesela Süleyman Ateş için söyleseniz geçerli. Bazı duaların hurafe İslam dini tarafından Türk Halkına öğretildiğini söyleseniz, halk bunu anlar. Bu doğru bir cümle olabilir ama bunun için batılının şahadetine gerek bulunmamaktadır. Bunlar Mehmet Akif’de var, Süleyman Ateş’in kitaplarında, benim eserlerimde var.
Utanmıyorlar, sıkılmıyorlar

* İslam’ı din bilmekten bahsettiniz. Bunu Atatürk bakımından açar mısınız?
Atatürk’ün açık beyanları ve icraatı var. Bazı dinin bütününden rahatsız olanlar, Atatürk’e iki yüzlülük isnad ederek utanmadan sıkılmadan şunu söylüyor: Bir dönemde Atatürk onları yaptı da sonradan değişti. Ben sizin Atatürk’ün ölümüne yakın din ile ilgili tespitlerini de ortaya koyarım. Atatürk başarıya ulaşıncaya kadar dini kullandı, sonra dine ters düştü diyenler Ata-türk’ü hiç anlamamıştır. Atatürk’ün din ile ilgili en güzel beyanları, başarıya ulaşıp, Cumhuriyeti kurup, Reis-i Cumhur olduktan sonradır. Atatürk ilahiyatçı da değildir. Bırakın da biraz nakiseleri olsun. Atatürk çok derinini bilmiyor ama yaptığı icraat budur. Bir de Atatürk’ü Tekke ve zaviyeleri kapatmakla suçlarlar. 19. Yüzyıl Türk Tasavvuf hayatı benim doktora tezim. Kuşadalı’yı inceledim. Kuşadalı 1845 yılında esas İslam adına tekkeleri ka-patan, İslam tarihinin devrimci adam-larından biri. Kuşadalı tekkelerin devrini doldurduğunu ve buralardan feyz gelmeyeceğini söylüyor ve bizzat kendi tekkesini kapatıyor. Bunları Atatürk değil Kuşadalı İbrahim söylüyor. Atatürk bunun resmi tescilini yapmıştır. Tekkeleri esas İslam adına Kuşadalı İbrahim kapattı. Bunları batı biliyor, ama bizim insanımız bilmiyor. Bizim insanımızın bilmesinden rahatsız olanlar ise dinin hakikatinden rahatsız olan dincilerle, dinin bütününden rahatsız olan dinsizler. Ortak çalışıyorlar. Şer farikasının ana karakteristiği budur. IMF kazığının arkasında bu kırılma var, AB ihaneti, tasallut ve şerrinin yerleştirilmesinin arkasında da bu var, GB esaret antlaşmasının arkasında da
bu var, Türkiye’nin bölünmesi yönündeki ihanet planlarının arkasında da bu var.
Bir uyduruk rapor daha !!
Geçtiğimiz günlerde, Tarih ve Toplum dergisinde yayınlanan bir haber Batı’nın Atatürk’ten nasıl korktuğunu bir kez daha gözler önüne sermişti. Derginin son sayısında yayınlanan bir haberde Charles H. Sherrill’in 1933’te Atatürk’le din konusunda bir görüşme yaparak rapor hazırladığı ve ABD Dışişleri Bakanlığına gönderdiği iddia edilmişti. İddiaya göre, raporda, Atatürk’ün Kuran’ın Türkçeye tercüme edilmesiyle ilgili görüşleri ise şöyle anlatıldı: “Türk halkının ezberden okuduğu Arapça duaların manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kuran’dan Arapça bir bölüm okudu. Bu surede Hazreti Muhammed’in amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gidecekleri yazıyor. (Tebbet Suresi) ‘Düşünen bir Türkün böyle bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?’ dedi.


asla_asla_deme 16 Ekim 2006 00:58

O engizisyonu BİTİREN ADAMDIR
* Batılılar sürekli bu konuda hamle mi yapıyor?

Evet... Atatürk’ü İslam’la bağdaşır gösterdiğiz anda BOP çöker. BOP’un yok olmaması için Atatürk ile İslam koparılmak isteniyor. İslam dünyasının toparlanması için çare Atatürk’ün projesidir.

* Artık bu tartışmaların bitirilmesi gerekmiyor mu?

İki tane din var Mustafa Kemal bunların hangisine karşı. Gelenekçi hurafe dinine karşı. Taliban’ın temsil ettiği dine taraftar mıyız biz. Süleymaniye Camine haç takmak için gelmiş gemiler için buradan gidecekler diyene değil de, İngilizlere ve ABD’lilere teslim olalım, bunlar bu işi halleder diyerek bunu dinle bağdaştırmaya kalkan, Müslüman halk üzerine Şeyhülislam fetvasıyla, Yunan uçaklarıyla Kuvay-ı Milliyeciler aleyhine bildiri atanların din dediğine biz din diyor muyuz? Atatürk, İslam dünyasının Engizisyon dönemini kapatan adamdır. Atatürk’ün karşı olduğu hurafe ve gelenek dini. Batı bunu biliyor, bizdekiler bunu bilmiyor.

* Mustafa Kemal’in dinleri daha çok ahlak ile bütünleştirdiği yargılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Felsefecilerin hezeyanlarından biridir. Ahlakın kaynağı da dindir. Ahlakın arkasından Allah’ı alırsan ahlak diye bir şey kalmaz. Bunu Kant da söylüyor. Ama Kant ahlakı felsefe de Allah’ın varlığının en temel delillerinden biri olarak kullanıyor. Ben bu sözü böyle anlıyorum. Atatürk de bunu böyle anlıyor. Ama bunu ifade ederken ifade zaafına girmiş olabilir. Ama Atatürk’ün hayatını bütünüyle incelediğinizde benim söylediğim gibi anlaşılması gerekiyor.

Cek-cak’ı bırak Paşa’ya bak..Vurun Emri Vermişti !!!
Doğan Güreş, 14 yıl önce izinsiz uçacak ABD uçakları için “vurun” emri verirken, AKP hükümeti, kuru sıkı tehditlerle milleti oyalıyor.

Tehlikeye dikkat çekmişti
Doğan Güreş, gazetecilere yaptığı açıklamada, “Terör sorununu, Kürt sorunu olarak göstermek için büyük bir çaba var” demişti.
ABD ve kukla Irak yönetimi arasında sıkışan AKP, teröristlerin K. Irak’taki inlerini vurmak için bir türlü eyleme geçemiyor. Oysa, bölgeye yapılan en kapsamlı operasyonlardan birine komuta eden dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş, ABD’ye kafa tutmuştu.
Kontrol bizde...
PKK’ya malzeme taşıyan ABD helikopterlerinin düşürülmesini emreden Güreş, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin K. Irak’ta bulunduğu yerlerde uçuş kontrol planlarının kendilerinde olduğunu belirtip, izinsiz uçacak Çekiç Güç uçakları için de ‘Vur emri’ vermişti.
Laf çok ama icraat yok!
DIŞİŞlerİ Bakanı Abdullah Gül, teröristlerin Irak’tan, Irak ordusundan elde ettiği silah ve uzaktan kumandalı patlayıcılarla donandığını belirtti, “Uluslararası hukuk çerçevesinde tüm haklarımızı kesinlikle kullanacağız” sözünü tekrar etti.
Dün kafa tutuyorduk
Doğan Güreş, 1992 yılında Kuzey Irak’ta TSK’dan izinsiz uçacak ABD savaş uçakları için “vurun” emri vermişti. Bugün ise AKP, Washington ile kukla Irak yönetimi arasına sıkıştı!
“Güneydoğu’daki bölgesel sorunu, başkalarının söylediği gibi Kürt sorunu olarak nitelendirmiyorum.”
PKK’nın Kuzey Irak’taki inlerini vurmak için ABD ve kukla Irak yönetiminden cevap bekleyen AKP hükümeti, bir türlü eyleme geçemiyor. Oysa, bölgeye yapılan en kapsamlı operasyonlardan birini komuta eden dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş, ABD’ye kafa tutmuştu. PKK’ya malzeme taşıyan ABD helikopterlerinin düşürülmesini emreden Güreş, Türk havasahası içinde ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’ta bulunduğu yerlerde uçuş kontrol planlarının kendilerinde olduğunu belirtip, izinsiz uçacak Çekiç Güç uçakları için ’Vur emri “ vermişti. Güreş Paşa, 1 Kasım 1992’de, gazetecilerin Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sınır ötesi harekat konusundaki sorularını cevaplarken şunları söylemişti:

Kökü kazınacak
“Topraklarımıza saldıran, kan döken, bölücülük yapan, cinayet işleyen çeteyi takip ediyoruz. Bize bir daha zarar veremeyecek hale getirmek istiyoruz. Harekatın amacı budur... “ Paşa, 16 kasım 1992’de Ankara’da yaptığı açıklamada ise Kuzey Irak’ta gerçekleştirilen güvenlik operasyonunun ardından sıranın yurt içindeki operasyonlara geldiğini belirterek, ” İçeride de büyük operasyonlar olacak ve bunların kökü kazınacak “ demişti. Güneydoğu’daki sorunu ” bölgesel sorun “ olarak nitelendiren Doğan Güreş, ” Güneydoğu’daki bölgesel sorunu, başkalarının söylediği gibi Kürt sorunu olarak nitelendirmiyorum. Yalnız, böyle göstermek için büyük bir çaba var. Bunun böyle gelişebilmesi için, Türkiye’de bir ayrımcılık olması gerekir. Ancak, Türkiye demokratik bir ülke. Burada öyle bir ayrım yok” uyarısını yapmıştı.

Bugün icraat yok
Bugün ise terörle mücadelede büyük zaafiyet sergileyen AKP iktidarı sınırötesi bir harekat için eyleme geçemiyor. Başbakan Erdoğan önceki gün sınırötesi bir operasyon konusunda ABD ve Irak’tan cevap beklendiğini açıkladı. Dışişleri Bakanı Gül de Türkiye’nin gövde gösterisi yapma arzusunda olmadığını ifade etmişti. Bakan Gül, Financial Times gazetesine verdiği demeçte, Irak hükümetinin kendileriyle işbirliği yapmada tereddüt etmemesini istedi. Gül, “Eğer onlar durduramazsa, biz harekete geçmek zorunda olacağız. Bu, açık” dedi.
DSP: Her koşulda girmeliyiz
Başbakan Erdoğan’ın sınır ötesi harekat konusunda ABD ve Irak’tan cevap beklendiği açıklamasına DSP Genel Başkanı Zeki Sezer’den sert tepki geldi. Sezer, koşullara göre verilebilecek bir sınır ötesi harekatı kararından bağımsız olarak bir an önce sınır güvenliğinin eksiksiz sağlanması konusunda gerekli çalışmaların başlatılması gerektiğini bildirdi.

Kararı biz vermeliyiz
Sezer yaptığı yazılı açıklamada, terörün Kuzey Irak’taki terör kaynağının etkisiz hale getirilmesi ve sınır güvenliğinin tam olarak sağlanmasının önemine dikkati çekti. Sezer, açıklamasında “Terör kaynağının Kuzey Irak’ta etkisiz hale getirilmesi, Irak ve bu ülkede egemen olan müttefikimiz ABD tarafından; buna imkan bulunamaması halinde Türkiye’nin tek başına harekatıyla gerçekleştirilebilir” dedi. Her koşulda Türkiye’nin güvenliğini sınır ötesinde de sağlama hakkına sahip olduğunu ifade eden Sezer, bu hakkını kullanma kararını başka ülkelerin değil, kendi iradesiyle vermesi gerektiğini vurguladı.
ANAVATAN: Tatil lüksü yok
Artan terör nedeniyle Meclis’in olağanüstü toplanmasını isteyen muhalefete olumsuz cevap veren AKP’ye tepki yağıyor. Anavatan Partisi Grup Başkanvekili Süleyman Sarıbaş, bir haftada 15 vatan evladının öldüğü bir ülkede, kimsenin tatil yapma lüksünün bulunmadığını ifade ederek, “Toplayın Meclisi. Meclis, o cephede kanını vatan için dökenlerin yanında olduğunu göstermeli” dedi.

Evlatlarımızı yitiriyoruz
Süleyman Sarıbaş, her gün bir şehit cenazesi kalktığını, son bir haftada 15 şehit verildiğini dile getirerek, sözlerini şöyle sürdürdü: “Hükümet, yaygara kopardı, şimdi tekrar oturdu. Toplayın Meclisi diyoruz. Bir haftada 15 vatan evladının öldüğü bir ülkede, kimsenin, tatil yapma gibi lüksü yok. Toplayın bu Meclisi, milletin dertlerine çare üretin. ’Meclise gerek yok, o tatil yapsın’ diyorlar.” Vergilerin emeklilerden, yoksullardan alındığını da ifade eden Sarıbaş, vahşi düzen, vahşi kapitalizmin, IMF programlarının böyle kurgulandığını söyledi.

Misyonerliğin asıl amacını korkmadan anlatan ESKİ BİR PAPAZ : İLKER ÇINAR !

İlker Çınar ile tanışmam çoğumuzunda izlediği Ceviz Kabuğu adlı tartışma programı ile oldu.Misyonerlik faaliyetlerinin anlatılacağı bir konuydu bu söyleşi,dikkatimi çekmişti,çünkü misyonerlik faaliyetlerinin görülenin ardında birde görünmeyen,yani aynanın arkasındaki yüzünü eski bir papaz olan biri anlatacaktı.Konu her Türk gencinin dikkatini çeken komplo teorilerini üzerinde barındıran sinsi bir oyundu.Burdan sonrasını İlke Çınar`ın ağzından dinleyelim NOT:Aşağıdakiler bir röportajdandır;Ceviz Kabuğu Programındaki söyleşi değildir...)

Uluslararası Protestan Kilisesi’nin Evanjelik Başpapazı iken İslam’a dönen İLKER ÇINAR “Misyonerlik belasını unutturmayacağız” diyor ve ekliyor: BUSH, DÖRT DÖRTLÜK BİR MİSYONER!
İlker Çınar... Protestan, Evanjelik bir ruhani lider iken Müslüman oldu. Şimdi ülkemizdeki misyonerlik faaliyetlerini deşifre ediyor. Hıristiyan camiası ve misyonerlerin ateş püskürdüğü Çınar, ölüm tehditleri alıyor. Misyonerliğin içinden gelen eski papaz Gerçek Hayat’a şoke edici açıklamalarda bulundu.
İlker Çınar, kıdemli bir papazdınız ve misyonerlik faaliyetlerinin, Hıristiyanlaştırmanın tartışıldığı bir dönemde İslam’a döndünüz. Neden, nasıl oldu bu?
Ben Tarsus Uluslararası Protestan Kilisesi’nin Başpapazı, Pastörü olarak görev yaptım. Hıristiyan teolojisi ve misyonerlik konularında 10 yıldan fazla yüksek öğrenim gördüm. Tarsus Protestan Kilisesi’ni ben kurdum.
Ne zaman kurdunuz kiliseyi?
2002 yılında.
Sonra?
Sonra bu kiliseye misyonerler geldi. Onlarla birlikte çalışmalara başladık.
Ne çalışması?
Tabii ki Hıristiyanlaştırma çalışması. Başka ne olacak?
Biliyorsunuz, Protestanlığın Evanjelik koluna bağlı olanların, kıyameti başlatmak için çalıştıkları, Irak’taki işgalin sebebinin Evanjelizm olduğu belirtiliyor. Bush da Evanjelik nitekim. Siz de Evanjelik miydiniz?
Evet biz Evanjelik’tik. Protestan’dık ama evanjelik’tik. Yani Bush’la aynı mezheptendik. Şimdi Bush’un köleliğinden kurtulduk. Evanjelik, “Müjdeci” demek. Bush, canla başla, kanlı müjdesini İslam topraklarına yayıyor.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin de Evanjelik yaklaşımın bir ürünü olduğu doğru mu?
Doğru tabii ki. Evanjelikler, kendilerine vaadedildiğine inandıkları “İncil Ülkesi”ni ele geçirmek için sert, şiddetli tutumlar benimsiyorlar. Gizli, uzun vadeli planlar yapılmış ve bu planlar hayata geçiriliyor.
Müslüman oluşunuzun Pentagon’da gündeme getirildiğini açıklamıştınız. Bunun anlamı ne?
Bizim Müslüman olmamız Pentagon’da konuşulmuş, evet. Bunları uydurmuyorum. Dikkat çekmek için de söylemiyorum. Hıristiyan dünyasında, kiliseler ile siyasi çevreler arasında bağlantılar, kanallar vardır. İçeriden biri olarak, bu bilgileri duyabiliyorum.
Sizi ölümle tehdit edenler kimlerdi?
Türkiye’nin doğusunda yaşayan Alman asıllı bir misyoner beni ölümle tehdit etti. Amerikalılar ise bana İncil’den Romalılar bölümünün, 6. kısmındaki 11. ayetten cümleler göndererek beni tehdit ettiler.
Ne yazıyor orada?
“Öleceksin” yazıyor. Aldığım istihbarata göre 1 ay içinde bana suikast düzenleyeceklermiş.
1 ay mı?! Kim söyledi bunu size?
İstanbul’daki bir kiliselerden aldım bu bilgiyi. Hıristiyan camiada bulunan bir arkadaşımız var o bildirdi. Bizi uyardı.
Bush da bir nevi misyoner mi? Afganistan’a saldırmadan önce “Bu bir Haçlı Seferi” demişti?
Bush kendisi, dört dörtlük bir misyonerdir. Misyonerlerin tatlı dille yaptığının aynısını o silahlarla yapıyor. Tanrının askeri sayıyor kendisini. Evanjeliklerin beklediği Armageddon savaşını başlattı Bush. Yani kıyamet savaşını.
Misyonerler, Haçlı Seferinin bir parçası mı?
Misyonerler birer Haçlı askeridir. Tarihte 8 Haçlı Seferi düzenlendi silahlı olarak. Dokuzuncusu silahsız olarak düzenleniyor ve etkisi diğerlerinkinden kat kat fazladır. Misyonere sorarsan: “Silahın nedir?” diye, “İncildir” der. Bu, Haçlı ruhunun ifadesidir.
Misyonerler Türk milletine nasıl bakıyor?
Onların gözünde Türk = Müslüman. Batıda ülkü birliği oluşturan asıl şey de Türk düşmanlığıdır. Türk’ün dini, dili, ırkı, kültürü, karakteri bakımından Müslüman olduğu kesindir onlar için.
AB hakkında ne diyeceksiniz?
Avrupa Birliği kesinlikle bir Hıristiyan kulübüdür. Önceden bizim kulübümüzdü, ben o kulüpteydim. AB’li yetkililer Türkiye’ye geldiklerinde ilk önce kiliselere koşarlar. Durumu görmek, Haçlı Seferinin ne aşamada olduğunu anlamak için. Bize sorular sorarlardı, bizi denetlerlerdi. AB’nin uyum yasaları, Hıristiyanlığa uyum yasalarıdır. Yarım üyelik, şartlı üyelik adı altında bizi yarı sömürge haline getirecekler.
Kitap yazıyormuşsunuz?!
Hıristiyanlıkta, misyonerlik camiasında dönen dolapları anlatıyorum. Bitmek üzere. Biraz biyografik; misyonerlikteki stratejiler, metotlar, hedefler anlatılıyor. Bu kitapta “Bir başpapaz neden Müslüman oldu?” sorusunun cevapları olacak. İsimleri de vereceğim. Misyonerliği tamamiyle deşifre edeceğim. Misyonerlerin milyarlarca doları havaya uçmuş olacak inşallah.
Kitabın adı ne olacak?
“Başpapazken neden Müslüman oldum?”gibi bir adı olacak. Sabahlara kadar yazıyorum. 1 aydır çalışıyorum kitaba. Kısmetse yakında tamamlanacak.
Misyonerlerle nasıl bir işbirliği yaptınız?
İşin para, finans kısmını onlar halletti, bilgi kısmını ben üstlendim. Faaliyete başladık. Bu kilise; Avrupa ve Amerika tarafından, Dünya Kiliseler Birliği tarafından da tanınmakta, desteklenmektedir. İstanbul’daki İncil Bilgilendirme Merkezi tarafından; Van Hakkari, Kilis ve Şırnak’taki faaliyetler için görevlendirildim. O illerde de kilise kurma yetkisine sahiptim.
Pardon, kiliselerin faaliyetleri arasında misyonerlik var mıdır?
Batı’da bulunan her kilisenin programında Doğuda misyonerlik faaliyeti gösterme zorunluluğu vardır. Her kilisenin ‘Doğu programı’ bulunur.
Peki, sizden ne yapmanız istendi?
Aleviler ve Kürtler arasında faaliyet göstermemiz istendi. Biz buna pek yanaşmadık. Tepkiler geldi.
Kim emir verdi, tepki gösteren kim?
Bizim misyonerlik organizatörümüz Jim Mc Donalnd’dır. Ondan emir aldık.
Jim Mc Donald Türkiye’ye mi geldi?
Tabii ki evet. Türkçe eğitimi aldı burada. Ben Türkçe İncil dersi verdim kendisine. Mark Johnson ve Kore asıllı Paul Kim adlı misyonerler de gelmişlerdi. Bunlar CAMA adlı misyoner grubunun üyeleriydi.
Bu misyoner grubuyla beraber, Türk halkına ne anlatıyordunuz?
Bir kere bizim öğrettiğimiz Allah inancı ile Kuran’daki Allah inancı aynı değildi.
Yani?
Biz, ‘İslam’ı çürütme’ tekniği ile çalışıyorduk, maalesef. Akademik çevreye akademik, sokaktaki adama sokaktaki adam gibi yaklaşıyorduk. Makyavelist bir yaklaşımdı bizimki. Sosyoloji ve psikolojiyi iyi biliyorduk. Sevgi dolu gibi görünüyorduk. İnsanlara para, iaşe yardımı yapıyorduk. Onların güvenini kazanıyor, sonra onları bir boşluğa düşürüyorduk.
Ne boşluğu?
“Bak Avrupa modern ve Hıristiyan ama sen Müslüman ve aşağıdasın” diyorduk.
Bu söz etkili oluyor muydu yani?
Biz bu etkiyi uyandırmanın eğitimini aldık diyorum size. Ben Türkiye için yetiştirilen en önemli 10 adamdan biriydim.
Birkaç gün önce bir pastör, bir ruhani lider idiniz. Şimdi bambaşka şeyler söylüyorsunuz.
“Veni, vidi, vici” [Geldim, Gördüm, yendim. – Büyük İskender.] Ben de geldim, gördüm, konuşuyorum işte. Misyonerler emperyalistlerin öncüsü, siyonistlerin işbirlikçisidir. Türkiye’yi “Bible Land” [İncil Ülkesi] olarak görüyorlar. Irak’ı Hıristiyanlar aldı işte. Asıl vaadedilmiş kutsal Hıristiyan toprakları Anadolu. En önemli 7 kilise buradadır. Tanrı “99 işi ben yapacağım, 1 işi sen yap ve savaş” diyor İncil’de. Buna inanıyorlar. İncil’de tüm kutsal topraklar, Mezopotamya, Anadolu ve Ortadoğu vaadedilmiş. Harran’da 48 bin dönüm arazi Amerikalılar tarafından satın alındı! Görmüyor musunuz?
Ciddi misiniz?!
Oraların Amerikalılara satılışına aracılık eden emlakçılardan biri kilisemizin üyesidir, tanıdığım biridir.
Şimdi, siz Alevilere ve Kürtlere Hıristiyanlık propagandası yapmak istemediniz...
Misyonerlerin söyledikleri tamamen yalandır. Silahla yenemeyeceklerini anladıkları için azınlıkların ayaklanmasını sağlamak istiyorlar. Kültürel yapıyı, bağı kopararak...
Hıristiyan yapılan Aleviler, Kürtler aslında Hıristiyan kabul edilmiyorlar fakat, öyle mi?
Dedim ya, ben baş papazdım, inanmıyor musunuz? O zavallılar yalnızca Hıristiyan’a benzetilmiştir. “Haleluya” dese de, kilisede mum yaksa, vaaz dinlese, Meryem Ana’ya yakarsa da... Asıl Hıristiyan onun çocukları kabul edilir. Bunun için biz akademide çocuk eğitimi, çocuk psikolojisi, teoloji, psikoloji, sosyoloji, tarih, mitoloji, yorumlama sanatı, dilbilgisi, hitabet, karşılaştırılmalı İslam... dersleri aldık.
Karşılaştırmalı İslam mı? O ne?
Kuran’daki bilgileri İncil’le karşılaştırıp, sonra Kuran’dakilerin sahte olduğunu söylerdik.
İslam’ı kötülemek için yani?
Yobaz olarak gösterdik Müslümanları, şimdi de terörist olarak gösteriliyor. Müslümanlar, yobazlıktan teröristliğe geçtiler, farkında değil misiniz? Bunu kim yaptı? Cami, tespih, başörtüsü denilince akla artık makinalı tüfek geliyor! Bunu Hıristiyan misyonerler ve Batılı siyasiler hep birlikte başardı.
Yani işin siyasi yönü ile misyonerlik içiçe?
Her şey içiçe. Mesela Türkçe’nin İngilizceleştirilmesi, mesela turizmin yayılması, televizyonlardaki yayınlar bunun bir parçası.
Ne zaman Müslüman olmaya karar verdiniz?
2 hafta önce Müslüman oldum.
Birdenbire mi?
Ben İslam’ı da iyi araştırdım.
Bir yandan ‘İslam’ı çürütme’ faaliyeti içindeydiniz, fakat bir yandan da...
Evet, biz Muhammed’in sapkın din adamı Bahira tarafından eğitildiğini söylerdik insanlara.
Fakat şimdi İslam’a döndünüz?
Elhamdülillah. Ben Türk’üm, İslam’ı seçtim. Şu anda Hıristiyanlığı putperestlik olarak kabul ediyorum. İslam’da takiyyecilik, ikiyüzlülük yoktur. Zaten, Hıristiyanlığı eleştirmeye, sorgulamaya başlamıştım. Allah nasip etti, hidayete erdim.
Peki ya yıllarca Hıristiyan yaptığınız, kilisede vaaz verdiğiniz insanlar? Onlara ne diyorsunuz?
Hıristiyan cemaate de duyuruda bulunuyorum. Yumuşak bir dille hakikati söylüyorum. Onlar arasında İslam’a dönen bazı kişiler var.
Artık papaz değilsiniz. Yani işinizi, maaşınızı kaybettiniz? İyi kazanıyor muydunuz?
Evet. Lüks bir yerde oturuyorum. Herkes bilir. Rahat bir hayatım vardı. Fakat artık Müslüman’ım, elimi taşın altına koydum. Kayıplarımı, parayı hesap etmedim. Şu anda gönlüm zengin. Çünkü Müslüman’ım. Çok şükür bizi bağlayan zinciri, boynumuzdaki halkayı kırdım. Hıristiyanlaştırılanlar, misyonerlerin, Batı’nın kölesi durumunda. Ben bu zincirden kurtuldum.
Medyadaki misyonerlik tartışmalarına ne diyorsunuz?
Hiçbiri kuru laftan öteye geçmez. Hıristiyan misyonerler gerçeği çarpıtıyorlar. İnanç özgürlüğü sözü geçince, herkes öyle kalakalıyor. Bu halkı soytarı durumuna düşürüyor misyonerler. İnsanların cebine 3-5 bin dolar koyunca, zavallılar her şeylerini satıyor!
Camiye gidiyor musunuz?
Cumaya gittim. Hoca kürsüden bizi selamladı, bağrına bastı. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Harikaydı.
Kilise ile cami arasında ne gibi farklar var?
Ben kilisede, camideki manevi havayı göremiyorum. Kilisede hep rol var, kilise şov mekanıdır. Camide samimiyet var. Cami hakikaten Allah’ın evi. Camide huzur buluyorum. Kilisede ikiyüzlülük hakim. İnancında samimi olanlara sözüm yok, yanlış anlaşılmasın. Benim hayatım kilisede geçti. Fakat şu bir gerçek ki, misyonerler Hollywood aktörleridir. Mel Gibson bunların eline su dökemez. Bir misyoner kendi niyetini gizler ve size öyle yalanlar söyler ki gözyaşlarınızı tutamazsınız.
Son olarak ne diyeceksiniz?
Allah sonumuzu hayreylesin. Misyonerlik belasını unutturmayacağız. Allah’ın izniyle, Muhammed aşkıyla tam yol ileri!
Çok teşekkürler İlker Bey.
Allah’a emanet olun.
Siz de.
Allah razı olsun.


asla_asla_deme 17 Ekim 2006 23:13

Komplo Teorileri 1
 
Komplo Teorileri 1

AKSA JAKOBENLER

Jakobenler Yahudi asıllı Franzsız zenginleri Fransa’nın 80 ilinin 60’ın da isyan çıkarıp halkı ayaklandırdılar.Devrim için yapılan isyandan sonra bütünlüğü bozulmuş olan ülkeye Alman orduları doğudan ve kuzeyden İngilizler de batıdan ve güneyden saldırdılar.Fransa bitmiş tükenmiş çaresiz haldedir.Jakobenler 1789 devriminden sonra 2 Haziran 1793 te Maximillian Robespirre başkanlığında yönetimi ele geçirdiler ve kısa zamanda işgal güçleri ülkeden def ettiler.Tüm dünyadaki gibi Fransa’nın da ekonomisi Yahudilerin elindeydi Jakobenler tahılda spekülasyon yaratıp yapay bir buğday darlığı yarattılar buda çok geniş bir açlığa yol açtı halk kısa zamanda ayaklandı şimdiki anlamıyla Fransa da sosyal patlama yaratıldı.Bu Jakobenlerin torunları şimdi Amerika da Amerikan siyasetine yön veriyorlar her dönemde aynı saldırgan sapık siyaset, sadece isimleri renkleri değişiyor sayıları 20 aşmayan “ think-thank Yahudi sermayeli resmi olmayan kuruluşlar.Washington’un izlemesi gereken politikayı belirliyorlar gibi gözüküyorlar ama bunlar Kuru Kafa ve Kemikler Tarikatı, İlluminati Tarikatı’nın senaryosunu yazıp uyguladığı Yeni Dünya Düzeni’nin piyonları,Türkiye içinde son derece düzgün tıkır tıkır saat gibi işleyen sapık kıyamet senaryoları üretmekteler.Jakoben torunu Amerikan aydınları pkk terörünü kürtlere kimlik kazandırma misyonu olarak görüyorlar.ABD ve İsrail’in himayesinde kurulan kukla kürdistan ile kürtler siyasileşecek,kendi güvenliği için Türkiye’nin kırmızı çizgilerini Ortadoğu’da çiğneyerek 50 yıldır müttefik gördüğümüz ABD bizi saf dışı edip Kuzey Irak’ta ikinci bir İsrail kurup petrol gelirleri ile Kuzey Irak’ta ki Kürtleri refah içinde yaşatıp intihar saldırıları ve aşiret savaşları yüzünden devretmediği Irak yönetiminde kürtlere yer verecek.

Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu da ki Türkleri de etkilemeye çalışacaklar.Türkiye’de yayılan Amerika karşıtlığı Genelkurmaydan gelen Amerika karşıtlığına “ gayet normal” açıklaması vb işlevler sonrası think-thanklar Türkiye’ye savaş açtı.25 yıllık planın 5 yılı kaldı 1984 de başlayan pkk terörü ile şimdiki kurulan kukla kürdistan devletinin amacı aynı Türkiye de ki Türklerin yaşadığı GAP bölgesini kontrol altına almak Kuzey Irak ta ki kürtlerin petrol gelirleriyle artan refah düzeyine imrenen Doğu ve Güneydoğu Anadolu Türklerimiz İsrail ve Amerika’nın himayesine girmeyi isteyecekler isyanlar başlayacak GAP bölgesine kürt bayrakları asılacak azınlık olduklarını kabul ettikleri anda tamamen iş bitmiş olacak.kürt sorunu 100 yıl önceki sömürgecilik düzeni,şimdi demokrasi insan hakları ile ülkeleri teslim alıp ulus devleti parçalayıp yerine kukla devletler yaratmadır. GAP bölgesinde Amerikalı ve İsraillilerin toprak aldıkları hamile Yahudi kadınların gelip Urfa Diyarbakır’da doğum yapmaları ve şimdiki İsrail Genel Kurmay Başkanı Diyarbakır doğumlu Moşe Yaalon’un asker kaçağı olduğundan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldığı hiçbir yerde açıklanmıyor.Bölgede pkk ile ilişkisi olmamış saygın kişiler ve şirketler İsrail ve Amerika adına toprak alıyor.GAP bölgesi elimizden gidiyor Filistin gibi topraklarımız satılıyor.Zaten ellerindeki medya ile Amerikan karşıtlığı potasını eritip istediklerini yapacaklar think-thank lerin yazdıkları sapık senaryolar da saat gibi işlemeye devam edecek.Bu düşünce kuruluşları Amerikan yönetimi için Türkiye’ye karşı savaş başlattı Metal Fırtına kitabı da bir psikolojik savaştır halkın beynini ele geçirmedir bunu yaptıkları anda zaten ülkeyi de ele geçirdiler demektir..Kitap İngiliz ve Amerikan kaynaklıdır kitabın en az bir bölümünün asıl metni İngilizce’dir kitapta Türk ordusunun silindir gibi ezileceği Amerikan ordusunun yenilmez süper güç olarak gösteriliyor T.S.K kuvvetlerinin dağlara fare gibi kaçtıkları gibi asılsız iğrenç iddialara yer vermişler Amerika ordusu serseri çapulcu sivil hayatında dikiş tutturamamış sırf macera için askerlik yapan paralı askerlerden oluşur.Yenilmezliği falan yoktur.Bu iki yazara da Türkçe ye çevrilmek üzere verilmiştir.Amerikan düşünce kuruluşları think-thankler halkın beynini ele geçirdikten sonra devreye George Soros giriyor aslında George Saros değil tüm dünyada iktidar kuran bütün siyasilerin okumak için aldıkları Rhodes ve Rockefeller burslarınındı arkasında olan Rothschild ve Rockefeller aileleri vardır bu ailelerden Rothschild ailesi 2000’li yıllara 3 Trilyon dolar Rockefeller ailesi de 2 Trilyon dolar servetle girdiği biliniyor.

Yahudiler için bir vatan gerekliydi vatanda Siyonizm’in birinci efsanesi Kudüs’te bir Yahudi devleti her şey hazırlandı ancak Yahudiler yaşamlarını işlerini bırakıp göçe zorlanmalıydı Hitler’in yükselişin de dünya bakancılık ve enerji sektörünü tekelinde bulunduran iki ailenin olduğu ayrıca Amerikan Merkez Bankası olarak gördüğümüz Federal Rezerv Bank’ında sahipleri olduğu söyleniyor.Bu aileler tüm dünyadaki sivil toplum kuruluşlarını örgütlüyor.Türkiye de ki sivil toplum kuruluşlarınabir yılda 1 milyar dolar para aktardılar.Amerika da ki Yale,Oxford,Harvard Üniversitelerine de kaynak aktarmaktalar.Bu üç üniversiten mezun olanlar Amerikan yönetimine gelmekteler Yale’nin 2005 bütçesi 35 milyar dolar Oxford’un 30 milyar dolar Harvard’ın ki 28 milyar dolardır Bu üç üniversitenin bütçesi Türkiye’nin dış borcuna yakın sayılır. Rothschild ve Rockefeller Amerika’yı iç borç verip vergi geri dönüşü ile sömürmekte .Bu iki ailelerin Türkiye de ki ayağı TÜSİAD tır TÜSİAD da Rothschild ve Rockefeller’ların işlerini Türkiye de üslenmiş durumda TÜSİAD’ın Türkiye de ki misyonu borsa spekülasyonu yaratmak para ile oynamak değil ekonomi için de zaten borsa önemli değil TÜSİAD’ ın görevi döviz kurları ile oynamak. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nı markaja aldıktan sonra tamamen by-pass edip kuru istediği gibi yükseltip sanayi-üretim ekonomisini vurmak kuru düşürüp bankacılık sektörünü çökertmek kurdaki ufak oynamalar ile bile ekonomi zorlanıyor şimdiki gidişata bakarsak petrol fiyatları çıktıkça Türkiye ödeyeceği fatura artacak kurlar yukarı fırlayınca kamu zamları gelecek ülkedeki tüm sermaye hareketleri sıkışacak ve kilitlenecek sonuç gene aynı olacak Türk ekonomisi gene batacak.

Kasım 2000,2001 Şubat krizleri Amerikalı spekülatörler ile yapıldığı gerçeğini kabul etmeyenlerimiz var.Bankaların içlerini boşaltanları ihaleye fesat karıştıranları Amerikalılar yaptı demiyorum ama hazinenin içi bir gecede 50 milyar dolar boşaltıldı ve piyasa da 10 milyar dolarlık döviz spekülasyonu yaratarak koca ülkeye yıktılar.Merkez Bankası Müdürü Gazi Erçel Bildenberg toplantılarında kendi yandaşlarına haberi uçurdu.Türkiye’yi ABD’nin kucağına oturtup bir günde % 50 fakirleşip 20 milyon insanı işsiz bırakan esnafı kan ağlatan sürecin sorumlusu Büyük Klüp,Rotary,Lions ,Bildenberg’in üyeleri olan holding patronlarıdır TV de çıkıp battık yandık diye timsah gözyaşları akıtarak milleti salak yerine koydular hepsi zaten bütün Türk Lirası mevduatlarını dövize çevirdi göstermelik olarak ta bunlara ve ahbaplarına haber uçurdu diye Merkez Bankası Müdürü yargılandı.Kurtarıcı olarak da Kemal Derviş gönderdiler.Türkiye’yi güçsüz düşürüp IMF olan 1.5 milyar dolarlık borcu ötelemeyip dilenci durumuna düşürüldük.Şimdi Türkiye Amerika ilişkisine bakarsak Amerika bir fil Türkiye koyun durumun da ,Amerikan yönetimi “Ben dev bir fil sen ise mecburen koyunsun gel yatağa girelim muhabbet edelim ”diyor.

Amerikalılar ne yapacakları işine önce film çekip,kitap yazıp harekatın denemesini yapıyorlar bunu yapmaları da ki amaç işgal edilecek ülkenin nabzını ölçmek gelecek tepkiler ile planlarını yeniden oluşturmak , yeni çektikleri sinema filmlerinden birinde Türkiye’nin Polonya Büyükelçiliği beyaz kadın ve uyuşturucu ticareti merkezi gösteriliyor Batı Yakası yapımda Türk ailesi aşağılanıyor vb yapımlar olacak.Amerika artık kendi toprakları için oluşturduğu halkına tattırdığı refahı korumak için savaşmak zorunda 200 yıllık bir ülke Türkiye,İran,Rusya gibi 1000 yıllık ulus devlet anlayışı yok halk ancak para ile bütünleşiyor.Bitmek bilmeyen stratejik araştırmalar analizler yapmak zorunda,yaptığı sinema filmleri çıkardığı kitaplar ile hedefleri önceden belirleyip belli bir süre göz hapsi sonrasında tehdit süreci bahane araçları olan nükleer,kimyasal silah varlığı İran yılardır kaynayan ülke Muhammed Hatemi tarafından biraz rahatlatıldı İran derin devletini başı olan Muhammed Rafsancani 1999 ve 2000 de ki öğrenci olayların da İran istihbaratı SAVAMA ile suçsuz o kadar insanı fişledi ki ülkede temiz insan kalmadı sürekli kaybeden bir toplum oluştu her an İsmail Cem’in hiç ağzından düşürmedi sosyal patlama oluşabilir.

Amerikan yönetimine göre İran’ı karıştırmak kolay 20 milyon Azeri 5 milyon kürt yaşıyor.İran Irak ve Afganistan gibi dışarıdan yönlendirmeyle yıpratılıp parçalanacak bir ülke değil. 2 kere İngilizler desteği ve bir kerede Sovyet desteği ile Azeriler ayaklanıp devlet kurmaya çalıştı hepsi kanlı bir şekilde bastırıldı.11 Eylül den sonra İran yeteri kadar zayıf görünseydi atılan iftiraların daha ileri boyutlarındaki iddiaların hedefi olarak işgal edilecekti.Suriye ve İran birine yapılan bir ABD saldırısında diğeri otomatikman savaşa gireceği bir anlaşma yaptılar.ABD kürtler ve Azerileri kullanarak İran’ zayıflatıp işgal edebilir bunun içinde Türkiye’ye ihtiyacı var Kuzey Irak’ta ki kürt devleti ve çuval geçirme olayından sonra Türkiye’den destek bulamaz, yapılacak CİA kurduğu üretilen kimyasal silahların direkt olarak İsrail’e satan Yalova da ki AKSA AKRİLİK A.Ş adı altında çalışan kimyasal silah üreten bu tesisi İran’dan atılan bir Amerikan füzesi ile tesisi vurup İran’dan Türkiye’ye kimyasal bomba atıldı denilip İran-Türkiye savaşı çıkarıp bir taşla iki kuş vurmak.Türk halkının % 82 si Amerika’yı açık tehdit olarak görüyor şimdi ki durumda ve gidişatta ne AKP ’nin ne de şimdiye kadar gelmiş yönetimlerin suçu va.


asla_asla_deme 18 Ekim 2006 23:45

Komplo Teorileri 2
 
Komplo Teorileri 2

PATRİK VATİKAN

Ruhban okulunun açılması için planlı bir biçimde yılmadan mücadele veren Fener Rum Patrikhanesi,hedefine yavaş yavaş ulaşıyor.Türkiye Cumhuriyeti Kanunlarının engellemelerinden kurtulmak için Fener Rum Patrikhanesi,Lozan Antlaşması gereğince azınlık statüsünden dolayı,Patrik ve kendisine bağlı 12 metropoliti ancak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ruhaniler arasından seçilebilir.Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin uygun görmediği,onaylamadığı herhangi bir ruhani bu göreve aday bile gösterilemez.Bu kısıtlamadan dolayı Fener Rum Patrikhanesine Vatikan Statüsü verme düşüncesi yani Ekümenlik talebinin nedeni budur.Ekümenlik damgası altında Kostantinople olarak çalışan Patrikhane,Türk ve Rum işadamlarının satın alıp hibe ettikleri gayrimenkulları İstanbul'u sorunlarından kurtarma projeleri,restorasyon,yeniden doğuş gibi gösterip.Şehri esas kimliğinden çıkarıp.Birleşmiş Milletler,Avrupa Birliği,UNESCO ve Dünya Kiliseler Birliği gibi kuruluşların parasal yardımıyla şehrin eski bizans ve Hıristiyan çehresi ön plana çıkaracak ve sonrasında Mülkiyetine sahip olduğu çevre arazileri yerleşime kapatarak,kendi kontrolüne almaya çalışılacak.Proje Fener ve Balat’ın yeniden doğuşu projesiyle başladı.Türkiye'de büyükelçilikleri bulunan tüm Hıristiyan ülkeler,Patrikhane civarında yeni adıyla Kostantinople de birer Din Ataşeliği açacak.Bunlar bir süre sonra Vatikan olacak İstanbul da gelecekte Hıristiyan devletlerin büyükelçilikleri olacak.

Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, UNESCO gibi uluslar arası kuruluşlar tarihi İstanbul’u Açık Şehir haline getirecek,Türkiye'nin hükümdarlık hakkı tartışmaya açılacak.Türkiye artık bu gelişmeler sonrasında yaşanacak olayların önüne geçemeyecek.Başta Birleşmiş Milletler,Avrupa Birliği,Dünya kiliseler Birliği,UNESCO gibi birçok uluslar arası kuruluş, tarihi İstanbul’un restorasyonunda katkı sahibi olacak.Şehrin bizantinist ve Hıristiyan karakteri ön plana çıkarılacak.Sonuç olarak şehir bu haliyle dünyaya açık bir ortak şehir haline getirilince, dini ataşelikleriyle, kültür mozaiğiyle artık bir Türk şehri değil, şimdilik sembolik de olsa 300 milyonluk Ortodoks dünyasının kalbi ve kıblesi olacak.Bu safhada Patrikhanenin önderliğinde bizans yeniden inşa edilmiş olacak.Önce İstanbul'un tamamı,kademeli olarak da boğazların Avrupa yakasındaki topraklarımız elimizden çıkarılacak.Ekonomik darboğazlarla boğuşan,dış baskı ve ambargolarla bunalan, yeniden hortlayan pkk terörü ve sözde dost komşularıyla boğuşan Türkiye bu safhada dünyayı karşısına alamayacak,mücadelede edecek ama hiç bir yerden destek de bulamayacak.1941 yılında Fener'de yanan kilisenin yapılmasında maddi destek veren Panayot Angelopulos.Olympic Havayolları sahibi,Fener Patriği yurt dışına çıktığı zaman Angelopulos’un,tahsis ettiği uçaklara biniyor.Olympic Havayolları sembolü kaldırılıyor yerine bizans bayrağı geliyor.Bartholomeos yabancı ülkeleri Bizans Devlet Başkanı sıfatıyla ziyaret ediyor.Rahmi Koç,İstanbul Heybeliada'da Ruhban Okulu'nun açılması ile ilgili ”Biz ne dersek diyelim,Fener Rum Patriği Bartholmeus'u tüm dünya ekümenik olarak tanıyor.

Ben de Patriği,Papa ile bir tutuyorum,Papa İtalya’ya ne getiriyorsa,Patrik de Türkiye'ye onu getirebilir” diyor. Vatikan ile İtalya arasında imzalanan Lateran Antlaşmasına göre:İtalya,Kutsal Papalık Makamı’nın egemenliğini tanır.İtalya, Papa’nın Vatikan da ki egemenlik otoritesini ve mülk sahipliğini tanır.Vatikan Kenti'nde yasayanlar, Papa’nın yönetimi ve egemenliği altındadır.İtalya Cumhuriyeti, Katolik Kilisesi'ne,her derecede okul ve eğitim enstitüsünü serbestçe açma hakkini tanır.İtalya Cumhuriyeti,din kültürünün değerini anlayarak ve Katolik Kilisesi ilkelerinin İtalyan halkının tarihi mirasının bir parçası olduğunu düşünerek,Üniversiteler hariç,her düzey ve derecedeki devlet okullarında Katolik dininin öğretileceğini garanti etmeyi sürdürecektir."Vatikan’a bağlı papazlar ve diğer din adamları İtalya devleti tarafından askere alınamazlar.İtalya Hükümeti, Papa'ya bağlı Rahip, Papaz ve Din Adamlarına,Devletin ordusunda, manevi destek sağlamak amacıyla, makam verecektir.Bu anlaşmanın aynısı ekümenlik verilmesi halinde Patrik ve Türkiye Cumhuriyeti arasında imzalanacak.Fener Rum Patriği’ne ekümenik unvan verilmesi isteyen yalnızca Rahmi Koç değil.

Amerika en üst düzeyde Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne bu yönde baskılarını sürdürmektedir.Avrupa Birliği’ne girme yolunda Türkiye'nin bugüne kadar imzaladığı, yazılı kabul ettiği tüm anlaşmalarda,Fener Rum Patriği’ne ekümenik haklarının tanınması ısrarla yer almıştır.Kıbrıs’ı Rumlara verdiğimiz gibi, Fener Rum Patriği’ne de ekümenik unvanının verilmesiyle İstanbul da Ortodoks Din Devleti'nin kurulmasını kabul edeceğiz.Patrikhanenin Misyonerlere destek olmadığı söyleniyor.İnanılması güç sırları,gizli geçitleri,şifreleri ve yeraltı yollarıyla Dünya’nın en esrarengiz devleti Vatikan, misyonerlere desteğini gizlemiyor.Vatikan’ın servetinin tam olarak ne kadar olduğu hiç bir zaman açıklanmayan bir sırdır.Yıllık gelirleri bazı kalemlerde açıklanır,yaptığı açıklamalar biraz da abartılarak gösterilir ancak mal varlığı tam olarak asla açıklanmaz Vatikan tam bir Bezirgan gibidir,daima gelirlerinin azlığından yakınır ama ilginçtir ki her geçen yıl biraz daha zenginleşir,biraz daha fazla para kazanır ve güçlenir.

Vatikan’ın bu Siyasi+Ekonomik+Dini otoritesinden sıkılan Evangelist Amerikan yönetimi CIA tarafından 13 Mayıs 1981 yılındaki Mehmet Ali Ağca’nın ve Oral Çelik’in gerçekleştirdiği kimilerini göre başarısız bu suikastı Türk Gladiosuna ihale edip Vatikan yönetimine gerçek bir nota verdi.Suikasttan sonra CIA suikastın KGB ve Bulgarlar tarafından planlanıp uygulandığına dair yoğun bir propaganda faaliyeti başlattı.Bu tezin geçerlilik kazanması için CIA'nin tüm yönlendirme olanaklarını harekete geçirdi.1965 yılında tamamlanan 2.Vatikan Konsili’nde alınan kararlar çerçevesinde Vatikan,başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’da,Orta Asya da ki Türk Cumhuriyetlerdeki Hıristiyanlaştırma faaliyetlerine hız verdi.Kendi yayın organlarında Müslüman Kürtleri savunur pozlarında Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ağır hakaretler yağdırmaya başladı.Misyonerler her bölgede farklı çalışıyor.Güneydoğu'da Kürtçe İncil ile Kürtçe dini kitap ve CD dağıttıkları,Hıristiyanlık propagandası içeren Kürtçe filmleri yayınlamak için yerel televizyonlara büyük paralar teklif ettikleri ispatlandı.Vatikan ile bağlantılı çalışan misyonerler,Sakarya'da 3 bin depremzedeyi Hıristiyanlaştırdı.Faaliyet kapsamında konsoloslukların,kiliseler aracılığıyla yapılan vize başvurularını anında onayladığı,öğrencilere de bedava üniversiteye hazırlık kursu verildiği belirlendi.Türkiye için hedefin,10 yıl içinde 5 milyon kişiyi Hıristiyanlaştırarak,yeni bir azınlık yaratmak olduğu belirlendi.Türkiye'deki misyoner çalışmaları,Ermeni Toprakları Merkezi,Avrupa Kiliseler Birliği,Ortodoks Kiliseler Birliği ve Dünya Kiliseler Birliği üyesi kişiler tarafından yürütülüyor.Son zamanlarda bu tür faaliyetlerde Türkiye'nin sempatisini kazanmış olan Güney Koreliler kullanılıyor.Türkiye'deki misyoner faaliyetleri,Karadeniz'de Pontus Güneydoğu'da Yezidîlik,Keldanîlik,Hıristiyan Kürtler,Doğu Anadolu'da Ermenilik,Ege Bölgesi ve İstanbul'da ise Hıristiyanlığın Eski Toprakları şifreleri ile gündeme getirilip,etnik kökenler öne çıkarılıyor.İsrail’in 2003 yılında çıkan yasa ile GAP’ı nasıl satın aldıklarına şahit olduk.Evangelistlerin İncil’i prense göre,GAP 3. Dünya Savası yani Armageddon için kurulmuş.

Evangelistler,Türkiye’de faaliyetlerini sürdürüyor GAP bittikten birkaç yıl sonra,doğudan gelecek milyonlarca asker,GAP’ın kuruttuğu nehirden geçecek.Böylece Kıyamet Savaşı denilen farklı dinlerin savaşı Armageddon başlayacak.Evangelistler'in amacı,tüm dünyayı Hz. İsa’nın mesajı ile tanıştırmak.Bu süreç tamamlandığında Hz. İsa dünyaya dönecek ve kendisine inanlar ile birlikte yeniden göğe yükselecek.Bu göğe yükselmenin ardından,Armageddon olarak adlandırılan 3. Dünya Savaşı çıkacak ve 7 yıllık bir kaos ortamı başlayacak.İşte Ortadoğu’da cereyan edeceği tahmin edilen Armageddon’un ve bunu la ilgili tahminlerin Turkiye bağlantısında ilginç bir durum ortaya çıkıyor.İddialarına göre Türkiye’de özellikle 17 Ağustos depremi sonrasında misyonerlik faaliyetleri ve din değiştirenlerin sayısı arttı.Türkiye,Protestan Kiliseler Birliği’nin resmi rakamlarına göre, birlik üyesi kiliselere bağlı yaklaşık 3 bin Türk vatandaşı Evangelist teolojiyi benimsemiş durumda. Bu rakamın birlik üyesi olmayan kilise cemaatleri ile birlikte 5 bine yaklaştığı tahmin ediliyor.Tüm misyonerlik faaliyetlerinin altında Evangelist teolojinin ana omurgasını oluşturan,Hz. İsa’nın müjdesini herkese ulaştırmak şartı ve bu yolla, İsa’nın dünyaya dönüşünün çabuklaştırılabileceği inancı yatıyor.Büyük Ortadoğu Projesi dinsel perde arkası bölgemizdeki işgaller de Evangelistlerin Armageddon inancı doğrultusunda oluşturulmuş Haçlı projesidir.Evangelistlere göre, Armageddon savaşı, Kudüs yakınlarındaki Magedon ovasındaki tepelikte olacak bir Deccal savaşıdır.Bu savaşın öncesinde ise İsrail’in inancında belirtilen sınırlara kadar genişleyerek Büyük İsrail olması şarttır.Armageddon savaşının ardından Evangelistlerin tanrısı Davut’un tahtında Mesih’i hakim kılacak.Böylece dünyevi olan Yahudiler, hem de uhrevi olan Hıristiyanlar muratlarına erecek Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi’nin yerli dinler arası diyalog tezgahtarları,medeniyetler arası çatışma yok diye geveleyerek,aslında Evangelistlerin bu Armageddon hedefini ve hevesini örtmeye çalışıyorlar.Armageddon Savaşı Müslüman ordusunun İsrailoğullarına saldırmasıyla çıkacak.Evangelistler,Armageddon Savaşı’nda İsrail’in desteklemesi gerektiğini savunuyor.Hz. İsa da İsrail Aslanı olarak dünyaya gelmiştir. Yahudiler,Müslümanlara karşı Armageddon Savaşı’nı kazanmadıkça,Hz. İsa tekrar yeryüzüne dönmeyecek.İsa’nın dönmesi için savaşın çıkması ve kazanılması şarttır.Bu savaşı önce Hz. İsa olmadan Yahudilerdin kazanması lazım.Onun için İsrail ile sıkı bir işbirliği dini nedenlerden dolayı mecburidir. Evangelistler,Hz. İsa’nın tekrar dünyaya geleceğine ve iki bin yıl sürecek bir krallık kuracağına,krallık öncesinde de yedi yıl sürecek büyük sıkıntıdan ve Armageddon savaşından kurtaracağına inanıyorlar.

Alkol bağımlısı olan George W.Bush İncil sayesinde yeniden doğduğu söyleyerek ne kadar sıkı bir Hıristiyan olduğunu kanıtladı.Konuşmalarında sürekli Hıristiyanlığı öne çıkardı bütün senatörlerini bizdeki anlamıyla kökten dinci koyu Hıristiyanlardan seçti kendisini öyle bir kaptırdı ki kendini terörizme karşı haçlı seferlerini başladık dedi. 11 Eylül 2001 saldırıları ardından Bush gibi düşünen ondan etkilenen binlerce genç Ortadoğu da misyonerlik faaliyetlerine başladı,gizli haçlı seferlerine başladılar, Müslüman ülkeler deki misyonerlik faaliyetlerinin artarsa Müslümanlar ile Hıristiyanlar karşı karşıya gelip büyük bir çatışma çıkabilir.Misyonerler nedense kimi gerçek kimliğini gizleyip Müslüman gibi davranıyor kimileride Müslüman kişileri Hıristiyan yapabilmek için türlü taktikler kullanıyor misyonerler Müslümanlara sempati duyduklarını ancak İslamiyet’ten hoşlanmadıklarını söylüyorlar aşırı dinci Evangelistler İslam da Allah inanlarının çocuklarını kendisi için ölüme gönderdiğini ancak Hıristiyanlıkta Allah’ın kendi çocuğu olan İsa’yı insanlar için ölüme yolladığını söyleyerek Hıristiyanlığı İslamdan üstün gösteriyorlar Evangelist başkan Bush Ortadoğu’ya özelikle Müslüman ülkeleri yeniden şekillendirme planları Afganistan,Irak operasyonları sonrasında buralara akın eden binlerce genç Evangelist misyonerler çalışmalarına başladı Türkiye Evangelistleri pek tanımıyor ABD sayıları 40 milyonu aşan ve dünyadaki sayıları 250 milyonu bulan radikal Hıristiyan kilisesi aslında Yahudiliğin Hıristiyanlıktaki Truva atı şimdiye kadar gelen tüm Evangelist başkanların seçim kampanyalarına destek Yahudi lobisinden gelmiştir önceki başkan Bill Clinton un eşi Hillary Yahudi olması yeterli şimdiki Başkan Bush’un tarikatı olan Evengelistler Yahudi inançlarını kendi inançları gibi kabul ederek kendilerini kıyamet günü Yahudilerin Abraham babasının Yahudileri ve Evangelistleri kurtaracağına inanıyorlar.Dünyada ise Evenagelistler Yahudilikten daha da ön plana çıkmaya başladı ve Yahudi lobisinin güçü abartılı bir şekilde sunulurken Evangelistler yani Şahinler hep geri planda kaldı biz nedense Amerika’daki en güçlü lobiyi Yahudi lobisi olarak görüyoruz ama ülkede Başkan seçtiren darbe yapan lobi Şahinler.

Şahinlerin tüm dünyada din olgusu her alanda özellikle bürokraside de ve savaş konularında her geçen gün daha da etkili oluyor dinler barış unsuru olmaktan çıkıp çatışma unsuruna dönüştürülüyor.Amerika’nın Müslüman ülkelere başlaştığı haçlı seferi ülkeye yöneten Evengelistelerin İsrail’in ve İsrail’in çıkarları için dünyayı ateşe verecek kadar Yahudi sempatizanı olmalarının nedeni Evangelisteler Allah’ın insanlara eşit davranmadığına bazılarını birinci sınıf yarattığına inanıyorlar Yahudiler birinci sınıf insanlar Evangelistler ise Yahudilerin amaçlarına yardımcı olacak kişiler,Evangelistlerin kutsal kitap İncili yorumlamalarına göre Allah insanları iki gruba ayırmış Yahudiler ve Yahudi olmayanlar Allah’ın bir dünyevi bir de uhrevi varmış dünyevi Yahudiler için uhrevi sonradan doğmuş Evangelistler Protestanlar Slavlar için,Müslümanlar,Budistler,ateistler vb insanlar ise tanrı için önem taşımayan gereksiz insanlar.Evangelist Başkan Bush göre Yahudilerin planı ile Evangelistlerin Mesih inancı aynı şey dünyadaki milyonlarca Evangelist Mesih Hz İsa geldiği zaman Yahudilerin onlara yardımcı olacağını Yahudilerin düşmanları 15 yüzyıldaki engizisyon mahkemelerinden dolayı Katolik Kiliseleri Roma ile ve Müslümanlar ile savaşılacak ve Hz İsa geri dönecek tüm dünya ki Hıristiyan alemi buna inandırılacak ve dünya bin yıllık Evangelist yani Amerikan egemenliğine geçecek Bush’un elindeki İncil ile Papa’nın elindeki İncil aynı değil Bush’un elindeki siyasi İncil olan prens olmalı, Bush ve Siyoniszim sevdalısı olan Evangelistler Tevrat kaynaklı hareketle Müslümanlara kin ve düşmanlık beslemekte Bush’un inancı Mesih muhabbeti değil korku imparatorluğu kurma.Türkiye Evangelistler Amerikan Şahinleri konusunda pek bilgili değil Amerika’daki Protestan toplumunun koyu bölümünü temsil ediyorlar bu toplumun nüfus gücü Başkanlık seçiminde de etkili oluyor Bush seçilmesiyle Şahinlerin altın çağını yaşıyor planlar ince ince işleyerek üçüncü dünya savaşı için çalışmalar sürüyor Mesih’in gelmesi için kaos ve korku ortamı yaratılıyor.Türkiye’de ki mezhep farkları ve azınlık hakları ile toplumun kafası karıştırıldı misyonerlerin 20 yıllık asıl planı yüzde 99 Müslüman olan Türkiye’de Hıristiyanlığı yayarak ülkedeki sayıları yüzde10 bulmak kaydıyla Türkiye’de bir Müslüman Hıristiyan çatışması yaratmak ve ulus devleti parçalayarak işgali gerçekleştirmek.Zaten ülkemizde olan siyasi bir Mesih var Amerika’nın Ankara Büyük Elçisi Eric Edlman tam bir Mesih,görev yerlerine ve hayatına bakarsak

Ukrayna göçmeni Yahudi bir aileden olan Eric Edelman’ın annesi İstanbul Yahudilerinden olup ana dili gibi Türkçe konuşur ancak Eric Edelman Türkçe bilmiyormuş gibi davranıyor.14 Aralık 1952 Colombus Ohio da doğdu Eric Edelman seçilmiş ırktan olduğu için kariyerinde hızla yükseldi ve kilit noktalarda görevlere getirildi 1980 yılında Amerikan dışişlerin de ki ilk görev yeri Batı Şeria ve Gazne oldu görüşmeler arabuluculuklar yaptı ve birkaç ay sonra İsrail Kudüs’ü başkent ilan etti.Siyonist efsanesi bin yıllık Yahudi rüyası gerçek oldu.İkinci görev yeri Dışişleri Bakanlığı Özel Danışmanı olarak Sovyet İmparatorluğunda göreve başladı ve Sovyet İmparatorluğunun Çöküşüne tanıklık etti Üçüncü görev yeri Doğu Avrupa Direktörlüğüne getirildi Berlin duvarı yıkıldı Doğu-Batı Almanya birleşti ve Varşova Paktı çöktü.1993 yılında Çekoslovakya Prag Büyük Elçiliğine başladı ve Çekoslovakya karpuz gibi ikiye ayrıldı ve Çek Cumhuriyeti ve Slovakya ortaya çıktı.Bu tür başarılarından sonra Cheney’in özel ekibine girdi ve Bush’un seçim çalışmalarına katıldı.İsrail’in aşırı sağcı Likud partisinin danışmanlığını da yapmakta.Şimdiki görev yeri Amerika’nın Ankara Büyük Elçiliği Eric Edelman’ın her gittiği yerlerde yeni oluşumlar devletler oluşmuş Eric Edelman Haziran 2005 te gidiyor Eric Edelman başarısız politikaları yüzünden gitmiyor 2008 de yapılacak olan seçimler çalışmak için ve kendine verilecek yeni görevi bekliyor.,
Türkiye’ye uygulanan kurbağa haşlama politikası kurbağayı direkt kurbağayı kaynar suya atarsanız sıçrayıp çıkar ama soğuk suda yavaş yavaş kaynatırsanız tüm sinir sistemi işlevini yitirir istese de çıkmaz.Satılmış işbirlikçi basın Kıbrıs’ın satılmasını meşrulaştırılıyor Rauf Denktaş’ın çığlıkları işe yaramaz her yönden soruncu dinozor olarak aktarılıyor.

Patrikhane için düşünülen Vatikan modeli dinler arası diyalog olarak aktarılıyor.Doğu Karadeniz’den Rize,Trabzon dan alınan 500 çocuk Yunanistan da yatılı eğitime tabi tutulup Türklükleri silinip siz pontus evlatlarınınız düşüncesi aşılanıp yeni orhan pamuklar George Soros’un çocukları yetiştiriliyor, bunların hepsini yapan ve Diyarbakır da Nevruz kutlamalarını da finansa eden vakıf Türkiye de George Sorso’un çocuklarını yetiştiren TESEV’dir.Nevruz kutlamalarına katılanlara bakarsak dehap Genel Başkanı Tuncer Bakırhan,dep eski milletvekillerinden leyla zana,hatip dicle,orhan doğan, murat bozlak,AP Milletvekilleri felenas uca ve helin baba, emep Genel Başkanı levent tüzel, Norveç Büyükelçisi hans wilhem langua, Marsilya İl Meclis Başkanı joel dutto,kesk Genel Başkanı sami evren,abdullah Öcalan ***inin o…pu kardeşi fatma öcalan ile havva keser,Uluslararası Pen Sekreteri coanne loocom,Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı pkklı osman baydemir,dehaplı bölge belediye başkanları, sanatçı ciwan haco,gülistan perwer,ibrahim tatlıses,çetin oraner ve koma ciya`nın da aralarında bulunduğu çok sayıda sanatçı, yazar, sivil toplum örgütü başkan ve temsilcileri, siyasi parti başkan ve temsilcileri katıldı.Norveç Büyükelçisi AP milletvekili,Marsilya İl Başkanı Uluslararası Pen Sekreteri 29 Ekim de veya 23 Nisan kutlamalarına niçin katılmıyor ve sürekli olarak bölücü partiler bölücü dernekleri ziyaret ediyor Atatürkçü Düşünce Derneklerini,Ülkü Ocaklarını ziyaret etmemeleri böl yönet politikalarının gereği ve işleyişi için halka nüfuz etmekti.
NOT: Paradigmalardan doğan paranoyalara inanırım;ama paradoks`a asla inanmam,Einstein`in dediği gibi Tanrı zar atmaz ! Herşeyin bir ölçüsü mevcuttur,insanlarında bir amacı ..!?


asla_asla_deme 21 Ekim 2006 15:06

Komplo Teorileri 3
 
Komplo Teorileri 3

TARİKATLAR

Cumhuriyet tarihimiz büyük ve esaslı uygarlaşma atağı olarak başlamışken1940 lar dan sonra gerici dinci muhalefetle karşı karşıya getirildi.Küçük hesaplar peşindeki siyasi partiler,iktidar olmak veya içlerindeki Cumhuriyet ve Türklük düşmanlarının teşvikiyle siyasi partiler tarafından irticaya tavizler verilmiştir.Ticanilik,Nakşibendilik,Kadirilik,Rufailik güçlenmeye Nurculuk,Süleymancılık gibi yeni gruplar oluşmaya başlamıştır.1949 yılında Ticaniler Mustafa Kemal Atatürk’ün heykellerini kırmaya başlamış heykel puttur Laiklik dinsizliktir Hilafeti kaldıran Mustafa Kemal Atatürk mel’un dur.Türkçe ezan küfürdür diyen Ticani şeyhi Kemal Pilavoğlu 1951 yakalanıp hapse atıldıktan sonra bu tarikat ortalıktan çekilmiştir.Adnan Menderes 14 Haziran 1951 de ezanın Arapça okunmasını teklif etmiş CHP de buna muhalefet etmeyip kabul etmiştir Son 50 yıllık süreçte İslamın siyasal yaşamda,çıkar sağlama aracı olarak kullanılmasının üç önemli dönemi vardır.I. Dönem1950-1960 yılları,II. Dönem 1965-1980 arası,III. Dönem 12 Eylül 1980-28 Şubat 1997 arasıdır.Milli Şef denilen İsmet İnönü ile temelleri atıldı Adnan Menderes ile irtica başladı.1945 yılında kurulan Demokrat Parti ile 1948'de kurulan Millet Partisi, programları açıkça dinci kesimlere ışık yakmışlardır.1945 yılında kurulan Milli Kalkınma Partisi,1946'da kurulan Sosyal Adalet Partisi 1946'da kurulan Arıtma Koruma Partisi.1947 yılında kurulan Türk Muhafazakar Partisi, o dönemde çoğu parti,adeta irticacıya taviz verme yarışına girmiştir.İsmet İnönü’nün CHP si 30 Mart 1950 de 19 türbenin açılmasına izin verir.Ancak 14 Mayıs 1950 de Demokrat Parti iktidara gelir görüldüğü gibi İsmet İnönü iktidar da kalabilmek için verdiği tavizler yetmemiş Adnan Menderes iktidara gelmiştir.İkinci Dünya savaşından sonra Rusya’nın savaş dan galip çıkmasıyla Türk milliyetçilerini vatan haini ilan edip yargılayan İsmet İnönü iktidarı kaptırmamak için Cumhuriyetin temellerine irtica dinamitlerini yerleştirmiştir.Adnan Menderes irticaının velinimeti haline gelmiştir DP millet vekillerine mecliste “Siz İsterseniz Hilafeti de Getirirsiniz” Cumhuriyete ve Türk Ordusuna kafa tutmaya başlamıştır “Ben İstersem Bu Orduyu Asteğmen ile Bile Yönetirim” demiştir.Şimdiki kürtçülüğün temellerine atan kürt saidi Emirdağ da sürgün de iken ziyaret etmiştir.İrtica Türkiye de yeniden hortlamıştır.12 Eylülden sora Turgut Özal ile temelinde kürtçü eğilimli Türkleri kimliksizleştirmeye ve bilinçsizleştirmeye yönelik dincilik devlet desteği almıştır.1922 yılında Mustafa Kemal Atatürk Konya’ya yaptığı ziyarette gittiği bir medresede mollanın biri medreselerin sayılarının artırılmasını ve medrese öğrencilerini askere alınmamasını ister kendisini tutamayan Mustafa Kemal Atatürk “ Ne o yoksa sizin medrese yunanlıları mağlup etmekten halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir millet kan içinde yüzerken halkın iyi çocukları cephede dövüşürken yurt için canlarını feda ederken siz burada genç delikanlıları besiye çekemezsiniz” Atatürk yurt topraklarının üçte ikisini kontrol eden mollalardan toprakları alıp asıl sahiplerine köylülere vermeye karar veririr.Tam bu sırada 13 Şubat 1925 de Şeyh Said isyanı başlar.Dini kökeni olmayan etnik kökeni olan şeriatçı dini ayaklanmadır denilip kürt gerçeğini gizlenmiştir.1922 de Albay Halit ve Yusuf Ziya kürdistan istiklal cemiyetini kurarlar ve ayaklanma tarihini 21 Mart 1925 olarak belirlerler kendi salaklıkları yüzünden isyan kimi bölgelerde erken başlar.İsyanları bastırmak için uğraşılırken İngiliz kuvvetleri Misak-ı Milli sınırları içinde bulunan Musul ve Kerkük’e yığınak yapıp ele geçirmiştir.Bu sırada kürt mücadelesini başlatan Saidi Nursi Nurculuk tarikatı palazlanmaya başlıyor.1877 yılında Bitlis’in Hizan İlçesi Nurs Köyünde doğup 24 Mart 1960 yılında 83 yaşında Urfa’da ölen gençliğinde kürt Said yada Saidi kürdi olarak anılan sonrasında da Nurs’lu olduğunu belli etmek için Saidi Nursi adını kullanmaya başlamıştır.

Nakşibendi Tarikatında bulunmuş Van da Mısır da ki El Ezher İslam Fakültesi benzerini kurmak için çalışmıştır.Volkan Gazetesinde kürdistanın bağımsızlığı yolunda kışkırtıcı tahrik ve teşvik edici yazılar yazmış 31 Mart ayaklanmasına katılmış Milli Mücadelenin zor olduğu günlerde kürt teali cemiyetinin kurucuları arasında olup Milli Birlik ve beraberliği bozmak için elinden geleni yapmıştır.Darbeden sonra, bir gece gelinip mezarı açılarak, tabutu başka sandukaya kondu.Diyarbakır’a götürülüp uçakla Mersin-Kıbrıs istikametinde Akdeniz’in ortasına bırakıldı.Nurcuların ve kürtlerin çoğu,yinede gidip onun mezar yerini,makamıdır diye ziyaret etmeye devam ediyorlar.kürt Said de Konya'da Atatürk'e ricada bulunan molladan farklı düşünmüyor,gençleri askerden kurtarma konusunda, Nur Risaleleri'nin bir parçasını teşkil eden Lem'alar Risalesi'nde söyle diyordu “Risale-i Nur öyle değerli bir kitaptır ki,Kuran’ın onda yansıyan nurlarına hizmet etmek,askerlikten ve kutsal savaştan bile üstündür. Benim elimde fırsat ve param olsa, Risale-i Nur hizmetinde olan değerli kardeşlerimi askerlikten kurtarmak için,bin lira karşılığında bile olsa bedeli öder ve kurtarırım onları.” kürt Said'e göre, risaleler, askerlikten ve hatta kutsal savaştan bile üstündür.Said’i Nursi 1960'da öldüğü zaman risalelerin satışlarından gelen para yüzünden şeyhin yerine geçme hususunda Nurcu elebaşları arasında mücadele ve bölünmeler oldu.kürt Said'in ölümünden sonra Nurcular,çeşitli sebeplerden dolayı kendi aralarında bölünmüşlerdir.Said'e olan inanç hepsinde de tartışmasız olarak mevcuttur. Bu inanç bir otorite seviyesinde olup, risaleler yine Kuran gibi kutsal mahiyettedir.Nurcular, her ne kadar Said'in sağlığında olduğu gibi,kendilerini siyasetten uzakmış gibi gösterip buna karşılık siyasete karışmışlar ise, Said'in ölümünden sonra da aynisi olmuş ve sürekli olarak siyasetin içinde bulunmuşlardır.Demokrat Parti'den sonra, Adalet Partisi, Millî Nizam Partisi ve Millî Selamet Partisi'ni desteklemişlerdir.Yakın yıllarda ise eğitim ve finans alanlarında yoğun faaliyet göstermektedirler.Bu eğitim ve finans faaliyeti ise sanki bir Iran devriminin işareti gibidir.Üstelik çoğu siyasi de oy ve maddi çıkar gibi bazı yollarla etki altına alınmaktadır..Türk-İslam sentezi arkasına gizlenmiştir.Fethullah Gülen ve müritleri, bu son dediğimiz gruptan olup, bir yandan Kürt Said'i baş hazret olarak alırken, bir yandan da Türk Milliyetçilerini saflarına çekmek için Türk-İslam sentezi kisvesiyle insanları aldatmaktadırlar.Nurcularin arasındaki ilk bölünme, Said'in ölümünden sonra ve Adalet Partisi'nin desteklenmesi sırasında meydana gelmiştir.Bir kısmi açıkça siyaset ve basın ile iç içe olmayı savunurken,diğer bir kişim ise bu faaliyeti kabul etmemişlerdir. Ancak bu kabul etmeyenler de siyasete bulaşmışlardır.Nurculukta,bu bölünmelerin dışında, ayrıca, İttihatçılar, Konseyciler, Aczmendiler gibi bölünmeler de meydana gelmiştir.İttihatçılar, Yeni Asya cemaatinden kopan diğer bir gruptur,bunlar tipik anlamıyla, klasik Nurculuğu savunanlardır.Bu kapsamda,Atatürk düşmanlığını ön plana çıkarmışlardır.Liberal sağ ile muhabbet içindekiler,bazı çıkarların da zorlamasıyla bu düşmanlığı açıktan yapmayıp,bu konuya da pek değinmek istemezler.Fethullah Gülen de bunlardan birisidir.Fethullah Gülen'in esrarlı bir şekilde bürokratik,parasal ve öğretim alanındaki yoğun faaliyetlerine karşılık, Nurculuk,yakın yıllarda eylemci grubunu da ortaya çıkarmış bulunmaktadır.Her ne kadar bütün bu Nurcu gruplar ayrı ayrı gibi görünseler bile nihayetinde hepsi de ayni kaynağa dayalı olup,hepsi de ortak bir amaca doğru ilerlemektedir.Gülen, ilimli bir şekilde dinciliği yaygınlaştırıp,Nurculuğu benimsetmeye çalışırken,Nurculuk ayni zamanda eylemlerini de ortaya koymaya başlamıştır.1940'li yılların ticanilerini andıran bu Nurcu kol,Aczmendiler adıyla anılan cübbeli, asalı, uzun saçlı ve sakallı gruptur.Liderleri, ilkokul mezunu,Müslüm Gündüz adli kişidir.Gerek Gündüz ve gerekse müritleri, açıkça Nurcu olduklarını söylemektedirler.Fazla kalabalık olmamalarına karşılık, propaganda amacıyla ortaya çıktıklarında tamamı her yerden gelip eylem yerinde toplandıkları için sanki önemli bir güçmüş gibi bir görüntü yaratmaya çalışmaktadırlar.Halbuki bunlar topu topu300-400 kişilik bir cemaatten fazla değildir Ama ortaya çıkınca hepsi birlikte çıkmaktadır.Bu kalabalık, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin üç dakikada halledeceği basit bir meseledir,fakat nedense göründükleri yerde adeta bir hareket serbestliği tanınmaktadır.Bu da Nurculuğun devlete ne ölçüde tasınmış olduğunun belgesidir.

Devlet çok ayaklanmalar görmüştür,ama yeter ki yerinde ve gerekli tedbirler alınabilsin Aczmendiler,tıpkı Kürt Said'in kıyafeti gibi,siyah bir sarık ve siyah cübbeli olup,hepsi de uzun saçlı ve uzun sakallıdır.Çoğunun saçı da örgülüdür.Tamamı birer asa taşımaktadır.Eylemleri, şimdilik, belli bir noktada toplanıp,cemaat ayinini,yani kendilerine özgü zikirlerini yapmaktır.Ama elbette bu eylem giderek başka mecralara dökülecektir.Camilere gidip, önünde ve içinde tef çalarak zikir yapmaya kalkışmışlardır.Zikir hareketleri ise tam bir tımarhane vakasıdır.Memurların zamları protesto etmek için yaptıkları toplantı ve yürüyüşlerini, acımasız bir şekilde tekme tokat dağıtan Emniyet sıra Aczmendilerin tefli zikirlerine gelince adeta seyirci kalmaktadır.Emniyet güçleri tarafından adeta nezaketle izlenmiştir.Aczmendiler, o gün bütün kinlerini kusmuşlar, devlete ve Atatürk'e hakaret etmişlerdir.Caminin önünde kıldıkları namazdan sonra bir Aczmendi dua ederken, Kan istemiyoruz, bela istemiyoruz, fakat bizi mecbur ediyorlar. demiş, kendilerine zulüm yapıldığını ve bunun Said Nursi döneminde de yapıldığını ileri sürerek,Atatürk hakkında da, devrin Reisicumhuru Mustafa Kemal Deccal'i diye söz etmiştir.Din baronları her yerdedir.Hizbullah'ın tanık olduğumuz bu korkunç cinayetleri işleyecek kertede genişleyip gelişmesi,işledikleri vahşet noktasındaki cinayetlerin yurt ölçeğindeki yaygınlığı insanı ürpertiyor.Ortaya çıkarılan yüzlerce cinayet, binlerce silah, roketatarlar, havan topları,makineli tüfekler, el bombaları, bir orduya yetecek kadar cephanelik, yurdun dört bir yanında gizli ve etkin bir örgütlenme,bürokrasiye ve eğitime sızma tüm bunlar çok ciddi bir şeriat kalkışması hareketiyle,insanlık dışı bir vahşet örgütüyle karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymaktadır. Hizbullah, İBDA-C gibi şeriatçı örgütler birdenbire mi ortaya çıktı.Gökyüzünden mi indi, yoktan mı var oldu Bu gelişmeye yardım edenler kimlerdir.Bir yanda adaletsiz bir gelir dağılımı,yıllarca süren adaletsiz gelir dağılımı,dar gelirli kitleleri,sosyolojik olarak doğaüstü güçlerden çare ummaya yönlendirdi.Bu gibi örgütlerin gelişmesine ortam hazırladı.

Sapık iç ve dış küresel kargaşa senaristlerinin yazdığı senaryo yavaş yavaş işlemeye gerçek pisliklerin üstü örtülmeye başlamıştı.Türkiye üçüncü dünya ülkelerinden daha beter hale gelmişti.İrtica yaygarasını kopartıp yolsuzluklara prim verildiği hortumcuların gözettiği anlaşıldı.2001 2002 ekonomik krizlerinde de bu darbeleri tetikleyen ülkeyi sömürenlerin faturası ağır oldu dış borç 100 milyar dolar arttı Türkiye’yi resmen batırdılar.28 Şubat senaryonun benzeri daha yazıldı ve uygulamaya başlandı.George Soros’un çocukları pkk lı tayad’lı lar Cami avlusunda mini etekle dolaşmaya başladı.Türklerin Ergenekon'dan çıkışını temsil eden Nevruz bayramı nedense bir kürt bayramına dönüşmeye başlamış, kürtler, Türk Devleti'ne karşı başkaldıracak yeni bir fırsat kazanmışlardır.Son 20 yıldaki nevruz kutlamalarına bakacak olursak kürtlerin Türk Devleti'ne isyan ettiklerini görmekteyiz.kürtler her fırsatta isyan etmeye,Türk değerlerine saldırmaya, en azından Türklerle aralarına mesafe koymaya başlamışlardır.Sözde Türk vatandaşları Araplarla birleşmeyi ümmetçiliği savunuyorlar,Irak İran, Suriye yıllardır Türkiye’deki kürtleri kullanıyorlar pkk açıktan destek veriyordu.Abdullah Öcalan,Suriye'de gizli servis tarafından korundu.Ahmet Casım Musa kimliği ile yaşayan Öcalan,kurşun geçirmez otomobillere biniyor,Suriye içerisinde istediği yere rahatça gidebiliyordu.Sahte kimliğinde ise Suriye askeri istihbarat Başkanı General Ali Duba'nın imzası bulunuyordu. Suriye pkk ve apo bizde değil açıklamaları yaparken, her türlü faaliyetini bu ülkede rahatça yürüten pkk militanları 1993 Ekim ayından itibaren askeri üslerde eğitilmeye başlandı.Suveyde Askeri Hava Üssü ile Tednur Hava Üssü'nde militanlara helikopter kullanmaları ve hava saldırılarına karşı koyma taktikleri öğretilirken, bir bölümü örgütün üst düzey yönetiminde yer alan 360 Suriyeliye de maaş bağlandığı Türk İstihbarat birimleri tarafından tespit edilen bilgiler arasında bulunuyordu.Bu tür binlercesi örnek verilebilir.Hepsi de ayrı ayrı değerlendirilebilir.İran, Irak Suriyeliler acaba neden aynı dini paylaştığı Türkiye'ye böyle bir adilikte bulunuyordu.Tüm bu olaylar Şeyh Said isyanı Saidi Nuri’nin Nurculuk tarikatı ile kürt faşizmi kürt milliyetçiliği oluşturuldu.Mersin de ki iki ***in Türk bayrağını yakmasına tayad’lıların bölücülüklerine ses çıkarmayan sözde Türk aydınları sesiz çoğunluğun faaliyete geçmesine bayrağına devletine milletine sahip çıkmasından rahatsız oluyorlar,milliyetçilik Türkiye için tehdittir diyen holding medyası pkk propagandalığı yapmaya devam ederse Leyla zananın bölücü siyasetine destek verdikçe İstanbul medyası Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya pkk nın azıttığı dönemlerdeki gibi asker kontrolü ile girer.


asla_asla_deme 21 Ekim 2006 22:42

Komplo Teorileri 4

KURTLAR VADİSİ

Süleyman Çakır: Alaaddin Çakıçı
Memati: Muradi Güler Alaaddin Çakıçı’nın yardımcısı
Süleyman Çakır’ın Kumarhane Müdürü: Korkmaz Yiğit
Nesrin Çakır: Alaaddin Çakıçı’nın eşi Dündar Kılıç’ın kızı Uğur Çakıçı Bursa Uludağ’da 25 Ocak 1995 de Alaaddin Çakıçı’nın tetikçisi Davut Yıldız tarafından öldürüldü
Şevko: İbrahim Teleman (dizide olduğu gibi İbrahim Teleman’da otel odasının penceresinden intihar etti)
Şevko’nun ölmeden önce konuşmak istediği gazeteci Uğur: Uğur Mumcu
Cerrahpaşalı kardeşler: Karagümrük Çetesi Nuri ve Vedat Ergin kardeşler
Barış Bulmaz: Savaş Buldan ( Hakkarili silah kaçakçısı 10 Haziran 1994 de suikast sonucu öldürüldü )
Önder Zülfü Koşal: Ömer Lütfü Topal (Kumarhaneler kralı 28 Temmuz 1996 da suikast sonucu öldürüldü)
Behiç Türkcan : Behced Cantürk (Liceli uyuşturucu kaçakçısı 15 Ocak 1994 de suikast sonucu öldürüldü)
Avukat Elif Eylül : Şeyda Yıldırım
Süleyman Çakırı Sorgulayan Savcılar:
Öldürülen Başsavcı: Cengiz Engin ( İtalya’da ki gibi bir temiz eller operasyonu başlattılar Alaaddin Çakıçı Sedat Emin Bucak’ı sorguladılar
Diğer Savcı: Engin Baltacı
Şahin Ağa: İbrahim Şahin Özel Harekat Daire Başkanı
Doğu Bey: Mehmet Fuat Doğu ( 31 Mayıs 2004 de vefat etti)
Mito: Miktad Alpay
Abbas Ustaoğlu: Öldürülmesine bakarsak Hiram Abbas suikastı gibi Hiram Abbas’da görgü tanıklarına göre evinden çıkınca belediye işçileri tarafından 26 Eylül 1990 öldürüldü Başında olduğu teşkilat kgt JİTEM gibi bağımsız olması nedeniyle Cem Ersever de olabilir 24 Ekim 1993 de kayboldu 4 Kasım 1993 de cesedi bulundu Cem Ersever’in lakabına Testere denir
Polat Alemdar: Abdullah Çatlı’nın faaliyetlerini işliyor ama tam olarak gerçek bir karakter değil dizi için yaratılmış bir karakter
Abdülhey Çoban : Mahmut Yıldırım(Yeşil) Mahmut Yıldırım’da Abdulhey’in Aslan Beyin not defterini ararken söylediği gibi aşiretler içerisinde görev yapmıştı en son Van Tatvan Mit Bölge Müdürlüğü yaptı
Pala : Korkut Eken
Polat Alemdar Palayı sorgularken adı geçen Apo ya kaç haberini uçuran devlet görevlisi : Çevik Bir
Aslan Akbey’in sorguladığı Amerika’ya bilgi satan devlet görevlisi: bunu yazacaktım ama başım kesin belaya girer bu görevli ve Çevik Bir hakkında bir kitap yazıldı ve toplandı hatırlarsanız bu görevlini adı da geçiyor
Mehmet Karahanlı’ya Suikast girişimini buluna Feraya : Özdemir Sabanacı Suikastındaki Fehriye Erdal
Laz Ziya : Dündar Kılıç ( 1 Ağustos 1999 da kalp krizi sonucu öldü )
Laz Ziya’nın Yardımcısı Orhan : Tarık Ümit
Hüsrev Ağa : Abuzer Uğurlu
Hüsver Ağa’nın Yardımcısı Şeyhmuz : Nejat Daş (25 Aralık 1992 de suikast sonucu öldürüldü)
Yakalanan gemiler Dizideki Nasibim -1 gerçekte Kısmetim-1 Şanslı-S gerçekte Lucky-S gemilerinin sahipleri Nejat Daş olarak gözüküyor ama arkasında Türk Escobarları Hüseyin Baybaşin, Urfi Çetinkaya,Hurşit Han,Sami Yıldırım,Abuzer Uğurlu,Sami Yıldırım,Mehmet Kasar olduğu söyleniyor
İbrahim Ahıskalı: Şarık Tara
Tilki Andrei: Sarı Avni'nin lideri olduğu Pizza Connection uyuşturucu şebekesinde adı geçti CHP İçel Milletvekili Fikri Sağlar'ın sorgu önergesinde Andrei TykinTürkiye'de olduğunu ve Hüseyin Sümbül'e ait bir cep telefonu kullandığını ve Hüseyin Sümbül'ün de Antalya Kemer Beldibi'in de otel kiraladığı ve otelin sahibinin Tansu Çiller'in eşi Özer Çiller'e ait olduğunu açıkladı.Andrei Tykin'in 33 yaşında ve bütün doğu blok ülkelerinde Çakal Carlos'un görevlerini üstlenmiş durumda ( Mossad Ajanı )
Kirkor Terzioğlu: Hayam Garipoğlu
Kürt Bedo: Kürt İdris
Kılıç : Nihat Akgün (25 Kasım 1999 da suikast sonucu öldürüldü)
Testere Nemci : Yaşar Avni Musullulu (Sarı Avni)
Nizamettin Güvenç : Aydoğan Semizer
Tuncay Mataracı: Tuncay Kantarcı
İplikçi Nedim : Nesim Malki ( 28 Ağustos 1995 de suikast sonucu öldürüldü)
Samuel Vanunu : Üzeyir Garih ( 25 Aralık 2001 de suikast sonucu öldürüldü)
Halo: Halil Havar, dizide Halo polis helikopteri ile cezaevinden kaçırıldı gerçekte ise Halil Havar Hollanda dan cezaevinden İtalyan mafyası cia helikopteri ile kaçırdı
Tombalacı Mehmet : Ali Fevzi Bir dizide Önder Zülfü Koşal ölünce bütün kumarhanelere o Tombalacı Mehmet sahiplendi gerçekte Ömer Tüftü Topal ölünce bütün kumarhanelerine ortağı Ali Fevzi bir sahiplendi
Kirve : Sedat Emin Bucak
Mehmet Karahanlı: Birçok karakter işleniyor Tuncay Özilhan bir açıklamasında Türkiye totaliter rejimden yana olamaz dedi aynısı dizide işlendi Aydın Doğan.”kaybolan silahlar kadek te olabilir açıklamasında yer aldı Rahmi Koç’un KKTC de ki paylaşılamayan Karpaz hakında yorumları aynen işlendi Selahattin Beyazıt, Muharrem Kayhan,Mehemet Emin Karamehmet.... Ama en gerçekçi olan Mehmet Ağar
Mehmet Karahanlı’nın gittiği Loca: İstanbul Merkezli Masonik Büyük Kulüp
Mağbet te olan Ankara'dan gelen üye: Mesut Yılmaz yada İsmail Cem
Mağbet te olan Büyükada'dan gelen üye : Altemur Kılıç kim olduğu daha tam bilinmiyor Büyükada da doğmuş ve halen orada yaşıyor Türkiye Yahudilerinin gazetesi Şalom'un da sahibi Alman Hükümeti tarafından Grosse Verdient Kreuz,İngiltere Kraliyet ailesi de Commander of the Victorian Order nişanları verilmiş 13 yıl Amerika da yaşamış


Dianetik 14 Temmuz 2007 05:33

1. Scientology Nedir?
Aşağıdaki tanım L. Ron Hubbard’ın, Scientology’nin kurucusunun, kendi ağzından yaptığı bir tanımdır.
SCIENTOLOGY:
Cevapların, nasıl bileneceğinin bilimidir. Asya ve Batı uygarlıklarının onbinlerce yıllık araştırma geleneğindeki bilgeliktir. Bir yaşam bilimidir. Scientology’nin ruhsal bilgisine dayanarak, yaşam koşullarına arzu edilir değişikler getiren pratik uygulamalar geliştirilmiştir.
Scientology, herkesin şu anda olduğundan daha yetenekli olabileceğini varsayar ve kişiyi daha yetkin konuma getirmek için titiz ve kesin tekniklerle çalışır.

İçerdiği geniş bilgi hazinesi iki şekilde uygulama alanı bulur: Birincisi, kişinin farkındalığını arttıran ve sıkıntılarından kurtulmasını sağlayan ruhsal danışmadır. İkincisi, günlük yaşamdaki çeşitli durumların çözümlerini veren pratik bilgilerdir.
Scientology sözcüğü; Latince “Scio ve Yunanca “Logos” köklerinden gelir. Scio, “kelimenin tam anlamıyla bilmek” demektir ve ology (Logostan) “bilimi” anlamındadır. Batı dünyası bu sözcükleri (doğruya yakın bir şey) olarak benimsemiştir.
Scientology, belirli bir ilahi güce tapmaya yönlendirmez ve Tanrı konusunda dogmalar içermez. Bu nedenle, dinlerle bir çatışma veya rekabet içinde değildir. Dinini değiştirip Scientology’ye geçmek söz konusu olamaz. Kişi dini inancını muhafaza ederek Scientology’nin ruhsal bilgileri aracılığıyla, kendi dinini de daha iyi anlayacaktır.
Scientology nedir konusuna ayrıca L. Ron Hubbard kendisi ile yapılan röportaj Dvd’sinde anlatılıyor. O Dvd’yi izlerken başka olası sorulara da direkt yanıtlar bulabilirsin.

*Scientology ile insan doğasına ait temel kurallar İLK KEZ gün ışığına bilimsel araştırmalar sonucu çıkartıldı bunlar Dinamikler, Tepkisel Zihin (Şuuraltı)v.b. L. Ron Hubbard yazdığı eserlerle bunların nasıl bulunduğunu ve neler olduğunu tüm insanlıkla paylaşmıştır.

DİNAMİKS (DİNAMİKLER):
Yaşamda sekiz dürtü (iç güdü, itici güç) olduğu söylenebilir. Bunları biz DİNAMİKLER olarak adlandırırız. Bunlar, nedenler veya harekete geçirenlerdir. Biz bunlara Sekiz dinamik diyoruz. Birinci Dinamik kişinin, varoluşa bizzat kendisi olarak yönelme güdüsüdür. Burada bütünüyle bireyliğin sergilendiğini görüyoruz ve bunu Kişisel Dinamik-Öz Dinamik olarak adlandırabiliriz. İkinci Dinamik; varoluşa cinsel faaliyet olarak yönelme güdüsüdür. Aslında bu dinamiğin iki bölümü vardır. İkinci Dinamik (a); cinsel eylemin kendisidir. İkinci Dinamik (b) ise; çocukların yetiştirilmesini de kapsar biçimde aile müessesidir. Bu, Cinsel Dinamik olarak adlandırılabilir. Üçüncü Dinamik; varoluşa, bireyler grubu olarak yönelme güdüsüdür. Herhangi bir grup veya bütün bir sınıfın bir bölümü; Üçüncü Dinamik’in bir parçası olarak düşünülebilir. Okul, dernek, şehir, millet her biri; Üçüncü Dinamik’in parçaları olup, aynı zamanda birer Üçüncü Dinamik’tirler. Bunu Grup Dinamiği olarak adlandırabiliriz. Dördüncü Dinamik; varoluşa insan türü olarak yönelme güdüsüdür. Bir insan ırkı veya soyu, Üçüncü Dinamik olarak düşünülürken; tüm insan ırkları bir bütün olarak, Dördüncü Dinamik olarak mütalaa edilir. Bunu İnsanlık Dinamiği olarak adlandırırız. Beşinci Dinamik, hayvanlar (tüm canlılar) alemi varoluşuna yönelim güdüsüdür. Bu yaşayan tüm canlıları; hayvan veya bitki, denizdeki balık, ormandaki vahşi hayvan, otlar, ağaçlar veya çiçekler ya da yaşamın hareket verdiği her şeyi kapsar. Bunu Tüm Canlılar Dinamiği olarak adlandırırız. Altıncı Dinamik; fiziksel evren varoluşuna yönelme güdüsüdür. Fiziksel evren; Madde (Matter), Enerji (Energy), Uzay (Space) ve Zaman (Time)’dan oluşur. Scientology’de bu sözcüklerin ilk harflerini alarak—MEST sözcüğünü oluştururuz. Bu Evrensel Dinamik olarak adlandırılabilir. Yedinci Dinamik; varoluşa, ruhlar olarak yönelme güdüsüdür. Ruhsal olan her şey; bir kimliği olsun olmasın, Yedinci Dinamik başlığı altında toplanır, Bunu Ruhsal Dinamik olarak adlandırırız. Sekizinci Dinamik; varoluşa sonsuzluk olarak yönelme güdüsüdür. Bu aynı zamanda Yüce Varlık olarak tanınır. Buna Sekizinci Dinamik denmesinin nedeni, sonsuzluk işareti olan--- dik durduğunda 8 rakamı oluşmaktadır. Bu, Sonsuzluk veya Tanrı Dinamiği olarak adlandırılır.

TEPKİSEL ZİHİN:
“Bilinçsiz zihin” olarak da adlandırılır. Yaşamın tüm anlarında hatta acı durumlarında bile uyanık olan zihindir. Bir kazanın yol açtığı “bilinçsizlik anındaki” olumsuz ve acı verici duyumları, tüm algılamlarıyla (perceptics-duyu mesajları) depolar.

Scientology bulunduğu ülkenin ahlak kurallarına uyar. İnsan yetenekleri arttıkça giderek daha da fazla ahlak kurallarına uymaya başlar. Çünkü insan özünde iyidir. İnsanın iyi olduğu Scientology’nin ilerlemesini sağlayan en temel buluşlardandır. Bir çok sorunun cevabı o zaman anlaşılmıştır. Scientology’de insanın kötü şeytan olduğu ve cezalandırılması gereken bir varlık olduğu ya da insanı daha iyi edersen daha kötü olur gibi bir düşünce bulunmuyor. Bütün insanlar özünde iyi ve daha iyi olmaya layıklar. Suçlular ıslah edilebilir. Çünkü neden suça yöneldikleri veya neden suçtan vazgeçemediklerini Hubbard bilimsel olarak ortaya çıkarttı. Sadece bu değil insana ait diğer bütün cevapsız kalmış sorular gün ışığına çıkartıldı ve L. Ron Hubbard’ın bu bilgiler için geliştirdiği uygulamalardan sonra alınan sonuçlar bunu ispatladı. Yani bir olayın temel sebebini bilirsen veya anlarsan ona ait bir de çözüm geliştirebilirsin.

Sonra birileri çıkar bu bilgileri kullanır ve diğer insanlara yardım eder. Narconon (uyuşturucu rehabilitasyon merkezi) bir scientolog (yani Scientology’nin işlediğini bilen ve anlayan bunu hayatında kullanan her hangi biri) tarafından kuruldu. Drug Rehab for Abuse & Addiction - Narconon L. Ron Hubbard’ın uyuşturucularla ilgili keşiflerine dayanarak uygulamalar yapıyor. Hiç uyuşturucu madde kullanmadan uyuşturucu tedavi etmesi. Bir çok benzeri kurum veya uyuşturucu ile geçim sağlayan bazı oluşumları (mafyalar, suç örgütleri v.b.) fazlasıyla üzmüştür. Bu onların zihinlerinde yarattıkları çıkarlarını zedeleyen bir olay gibi algılıyorlar. Bir çok konuda zaman zaman narconon gizli veya açık baskıya uğratılmıştır. Elbette, yalanlar ve yanlış işler uzun süreli olmazlar. Zamanı gelince bu insanlar Scientology’nin aslında kendileri için de faydası olan bir teknoloji olduğunu anlar ve eski bazı kötü tutumlarını bırakırlar.

Scientologlar ilaç/uyuşturucu kullanmıyor. Ayrıca Scientology insanı tedavi etmeyi amaçlamıyor. Sadece daha yetenekli ve ahlaklı hale getiriyor. Bunun bir küçük sonucu insan bütün psikosomatik hastalıklardan kurtuluyor. Bunun da yeryüzündeki hastalıkların %70’ini oluşturduğunu doktorlar kendileri söylemişlerdir.

Scientology’nin diğer insanları kendi dinine geçirme veya onlarla rekabet ve yarış halinde olma çabası yok. Her dinden insan Scientology’de bulunur veya bulunabilir. Ben müslümanım, ben hıristiyanım, yahudiyim ne derse desin hiç bir çatışma yaşanmaz. Standart biçimde eğitim alır ve kendi özgürlük köprüsünde ilerler.

CLEAR:
Clear (berrak-temiz) kelimesinin kullanımı; beyinle, hesap makinesi arasındaki benzerlikten gelmektedir. Bir hesap makinesiyle, bir problemi çözmeye başlamadan önce, hesap makinesindeki eski problemlerin, verilerin ve sonuçların silinip temizlenmesi gerekir. Aksi halde, eski sonuçlar da yenisine eklenecek ve cevap yanlış olacaktır. Auditing bu problemlerden çok daha fazlasını zihinden silmektedir. Bütünüyle temizlenmiş biri, öz kararlılığını şimdiki zamana getirecek ve kendi karalarını kendisi verir hale gelecektir.

AUDİTİNG:
Eğitimli bir profesyonel (Auditor) ile Preclear (berrak öncesi) olarak adlandırılan ve sıkıntılarına çözüm arayan bir kimse arasında oluşturulan bir iletişim prosesidir (süreci ve yöntemi). Süreç şöyle işler: Preclear kişiye anlayabileceği ve cevap verebileceği sorular sorulur. Soruya cevap alındığında, cevabın alındığı kişiye bildirilir ve böylece devam eder. Auditing, kişinin yeteneklerini körelten ve azaltan istenmeyen engelleri ortadan kaldırır ve sahip olduğu yeteneklerini kademeli olarak arttırır; böylece kişi daha etkin hale gelir ve hayatta kalma şansı, mutluluğu ve zekası büyük ölçüde artar. Scientology ve Dianetics’te uygulanan bu ruhsal danışmaya Auditing denir.

AUDİTOR:
Eğitim almış Scientology uygulamacısına Auditor denir. Scientology prosesleri kişinin, kendi varoluşuna bakmasını sağlamak; ne olduğu, nerede bulunduğuyla yüzleşme becerisini geliştirmek temeline dayanır. Auditor, Scientology tekniği konusunda eğitimli; görevi, kişiden bakmasını istemek ve sağlamak olan kişidir. Bu kelimenin seçilmiş olması, auditor’un sözcük anlamının “dinleyen kişi” olması nedeniyledir ve auditor da işte tam bunu yapar, dinler.

Köprüde hangi auditing’in kim tarafından verileceği, nerelerde alınabileceği, verilen auditing sonucu elde edilecek kazanım görsel biçimde anlatılıyor.
Örneğin Grad 0’da insan herkesle her konuda her şeyi iletişim kurabilme yeteneği kazanıyor. Tüm hayatı boyunca utangaç kalmış, duygularını ifade edemeyen biri için bu çok belirgin bir değişimdir. O kazanımı elde etmeden köprüde yükselme imkanı olmuyor. Köprüde yükseldikçe insanın sahip olduğu bilinç düzeyi de artıyor. Köprünün en sağ tarafında köprüde bulunmayan başka servislerde alabilirsin. Bu auditingler insana özgürlük, özgüven, yeni ruhsal beceriler ve saymakla bitmeyen başka iyi kazanımlar veriyor.

Auditorler Scientology organizasyonlarındaki akademilerde, eğitim alırlar. Akademi bir kurs odasıdır. Kitaplar, sözlükler masalar ve eğitmenler v.b. bulunur. Orada insanlar tek bir kelimeyi dahi anlamadan geçmeden olabilecek en iyi şekilde insanlara ruhsal anlamda teknolojisiyle yardım edebilmeyi öğrenirler. Bu bir Scientology kariyeridir. Köprünün sol tarafıda auditor olarak sınıf sınıf yükselirsin. Orada insanlara yardım edebilme yeteneklerin artar.

e-meter nedir?
Ruhsal işlemlerde auditor’e yardımcı olan bir alettir. İnsanın zihnini ulaşmaz sadece elektirik değişimlerini ortaya koyar. Buradan yola çıkarak auditor. Olay hakkında daha kesin bilgi alır. 4 tane işaret vardır emeterde
Sen başkasına
Başkası başkasına
Başkası sana
Kendi kendine.
Audit edilen bir olay çözüldüğünde veya auditingde hedeflenen amaca ulaşıldığında emeter’daki ibrede okunan bir hareket vardır. Buna bakarak auditor auditingi bitirebilir veya devam ettirebilir. Kesinlikle yalan makinesi değil. Soru sorduğunda doğru mu söyledi yalan mı anlayamazsın.

Neden Klise adı verilmiştir?
Ruhsal bir konu ve çalışma olduğu için. İnsanlara bu yönde hizmet verdiği için. Devletler ve insanlar onu bu kategoriye yerleştirmişlerdir. Önemli olan Scientology teknolojisini var olması ve işliyor olmasıdır. Scientology klise olarak başka dinlerle rekabet halinde değil.
İç yapı olarak genellikle modern kurs odaları, 2 insanı alabilen sessiz ve sakin auditing odaları, resepsiyon bölümü, etik ofiserin odası, bekleme odaları göz önüne getirebilirsiniz.
Bazı scientologlar bası günler grup auditingi yaparlar. Bir araya geldiklerinde yine kitaplarda yer verilen bir teknolojiyi bilen kişi grupsal bazda uygular. Bu dinsel bir ayin olarak kabul edilir. İnsanlar bu auditingden sonra daha canlı hissederler. Scientology klisesi içinde hayat capcanlı olur. Mutluluk neşe ve huzur ve güven ortamı vardır. Hafta sonunu organizasyonda diğer scientologlarla geçirdikten sonra yeni haftaya yenilenmiş bir güç ve enerjiyle başlarsın.
Daha rahat olursun. Normal yaşamda insanlar dertlerine ve sıkıntıların yenilmişlerdir ve ton skalada (ruh hali olarak) epey aşağılara inmekteler. Bizim işlem tam tersi. İnsanı daha canlı ve yetenekli yapmak işlemi.

Scientology’nin amacı nedir?
Yeryüzünde akıl dışılıkları kaldırmak, çalışkan ve başarılı insanların hakkını alması. Savaşların olmaması. Scientology teknolojisi’nin hayatın her alanda uygulanmasıyla daha az karışık bir dünya yaratmak denebilir. Devrim yapmaya veya yeni bir düzen getiremeye çalışmaz. Politik bir çalışma değildir. İnsanları kontrol altına alma çabası değil tam tersi (çeşitli zihinsel ve sosyal baskılarla) kontrol altındaki insanları serbest bırakmak ve özündeki iyi hale getirmek çabasıdır. Bunu yapmanın kimseye bir zararı dokunmaz.

Aims of Scientology
L. Ron Hubbard kimdir?
Kendini insanlığa adamış bilge bir insan. İnsanın daha önceki 50.000 yıllık keşiflerini ve birikimlerini derlemiş toplamış ve bir sisteme bağlamıştır.

Hiç bir şey L. Ron Hubbard’ın hayatını şu yalın söz kadar iyi ifade edemez:
“Başkalarına yardım yaşamımdaki en önemli olgu. Bir insanı, onun yaşam ışığını karartan gölgelerden kurtulurken seyretmek, bana zevk veren en büyük olay.” Bu yaşamsal öneme sahip sözlerin arkasında insanlığa hizmet için adanmış bütün bir ömür ve herkesin mutluluk düşleri ve ruhsal özgürlüğü yakalamasına olanak sağlayan bir benzersiz bilgi hazinesi bulunmaktadır.
O, 13 Mart 1911 yılında, Tilden Nebraska’da hayata gözlerini açtı. Çok erken yaşlarda kendini insanlığa adayarak insanoğlu için keşiflere çıktı. Daha on dokuz yaşına gelmeden, Endonezya, Japonya, Hindistan ve Filipinlere ait kültürleri incelediği, dört yüz milyon kilometreden çok yolculuk yapmış bulunuyordu.

1929 yılında Amerika Birleşik Devletlerine döndükten sonra matematik, mühendislik ve daha sonra yeni bir alan olan nükleer fizik üzerine resmi eğitimini sürdürdü. Bütün bu eğitimler onun devam eden araştırması için yeni araçlar sağlıyordu. Bu araştırmasına kaynak sağlamak için, 1930’lu yılların başlarında, edebiyatla ilgili sanatsal mesleğine başladı ve çok geçmeden dünyanın en çok okunan ve ilgi gören roman yazarlarından biri oldu. Temel amacına ait bakış açısını koruyarak uzak yerlere seyahatlerine ve keşiflerine devam etti.

II. Dünya savaşı çıkınca, Amerika Birleşik Devletleri Donanmasına yüzbaşı olarak katıldı ve denizaltı avcı gemileri komutanı olarak hizmet verdi. Çarpışmalar sonrasında kısmen kör oldu ve sakatlandı, 1945’de özrünün kalıcı olduğuna yönelik bir teşhis konuldu. Zihin konusundaki teorilerini uygulayıp hem kendi sağlığını yeniden kazandı hem de asker arkadaşlarının sağlıklarını yeniden kazanmalarına yardım etti.
Beş yıllık yoğun araştırmalar sonunda, Ron’un buluşları dünyaya Dianetik: Modern Zihin Sağlığı bilimi ile takdim edildi. İnsan zihni üzerine yazılmış ilk popüler el kitabı özellikle dışarıdaki halk için yazılmıştı. Dianetik insanoğlu için yeni ufuklar açtı ve yazarı içinse yeni bir dönem başlattı. Ron, yine de araştırmalarını durdurmadı ve olağanüstü keşifler arkası arkasına birbirini takip etti, bunlar özenle bir sisteme bağlanarak 1951’in sonlarına doğru, uygulamalı dinsel felsefe Scientology ortaya çıkartıldı.
Scientology bütün yaşamı açıklığa kavuşturduğu için, L. Ron Hubbard’ın sonraki eserlerinde insanoğlunun var oluşuna ait ele alınmayan hiç bir yön kalmamıştır. Araştırmalarına zaman zaman Amerika Birleşik Devletleri’nde ve İngiltere’de devam etti. Buralardaki araştırmaları sonucunda kötüleşen eğitim standartları ve uyuşturucu maddelerin yaygın şekilde kötüye kullanılması gibi sosyal hastalıklara çözümler bulmuştur.

L. Ron Hubbard’ın burada bahsedilen Dianetik ve Scientology üzerine eserleri toplamda kırk milyon kelimeyi aşan konferans kayıtları, kitaplar ve el yazılarından oluşur. Bütün bu eserler 24 Ocak 1986’da sona eren bir ömrün mirasıdır. L. Ron Hubbard aramızdan ayrılmış olsa da dünyaya olan katkıları son bulmadı; yüz milyonlarca kitabının şu an elden ele dolaşıyor olması ve milyonlarca insanın hergün onun gelişmek için var olan teknolojilerini kullanmaları açıkça gösteriyor ki o hâlâ dünyanın en iyi dostudur.

Kimler scientology’ye karşıdır?
Toplumun ilerlemesi veya insanların daha yetenekli olmasını istemeyen kişiler. Bu insanlara antisosyal veya supressive (yıkıcı kişilik) diyoruz. Bu insanlar sadece Scientology’ye karşı bunu yapmaz diğer insanı ileriye götüren faaliyetler içinde karşı faaliyetler yaparlar. Scientology Attitudes: What is a Suppressive Person?
“Herhangi bir güzel etkinliği veya bir grubu yıkmaya veya ezmeye çabalayan kişidir. Kendi çevresindeki diğer insanlara baskı yapar. Davranışların zarar verici olduğunu düşündüğümüz kimselerdir.” Böyle kişiliğe örnek olarak hitler verilebilir.
  • Scientology Eğitim Teknolojisi
L. Ron Hubbard dünyada başarıyla uygulanan çok geniş kapsamlı bir öğrenim teknolojisi geliştirmiştir. Applied Scholastics - Study Technology to Overcome Any Barrier Bütün scientology kitaplarının başında görürsün. Bir kelimeyi dahi anlamadan geçmeyin notunu. Bu not geliştirilen bu teknolojilerin minik bir özetidir. İnsanı okuduğunu anlar ve aynı zamanda anladığı şeyi uygulamaya koyabilir hale getiriyor. İnsanlar okuduğunu anlasın ne okursa okusun bu hiç fark etmez. Sonunda tüm yollar her zaman doğru olan ve saf bilgiye doğru gider. Yani Scientology bilgisine.

ÖNEMLİ NOT
Bu kitabı okurken, bir tek sözcüğü bile bütünüyle anlamadan geçmediğinizden emin olun.
Kişinin; bir çalışmayı yarıda bırakmasının, kafasının karışmasının, veya bir şeyi öğrenmekte zorlanmasının tek nedeni, bütün içindeki tek bir kelimeyi tam anlamadan geçmiş olmasıdır.
Kafa karışıklığı, bir şeyi kavrama veya öğrenmede güçlük çekme, kişinin o bir tek kelimeyi tanımlayıp anlayamadığı noktada başlar.
Bir sayfanın sonuna gelip de, ne okuduğunuzu bilmediğinizi fark ettiğiniz oldu mu hiç? Öyleyse, o sayfanın yukarılarında bir yerde anlamını bilmediğiniz ve tanımı verilmemiş veya yanlış tanımlanmış bir kelimeyi anlamadan geçmişsinizdir.

İşte size bir örnek. “Fecir zamanı çocukların daha bir sessiz oldukları, fecir geçtiğinde ise daha canlı bir hale deldikleri görülmüştü.” Ne olduğunu gördünüz mü? Bu cümleden hiçbir anlam çıkartamadığınızı düşünüyorsunuz. Oysa cümleyi anlayamamanızın nedeni, alacakaranlık veya karanlık olarak tanımlanabilecek tek bir fecir kelimesinin anlamını bilmiyor olmanızdır.

Bu tür sözcükler ille de yeni karşılaştığınız veya alışılmadık sözcükler olmaları nedeniyle sözlüğe bakmak gereğini duyacağınız kelimeler olmayabilir.Çok bilinen ve sık kullanılan bazı kelimeler de pekala yanlış anlaşılıp karışıklığa yol açabilir.

Üstünde çalışılan konuyu bir bütün olarak anlayabilmek açısından en önemli unsur yukarıda sözünü ettiğimiz, bir tek sözcüğün bile anlamadan geçilmemesi gerekliliğidir. Üstünde çalışmaya başlayıp ta devam ettiremediğiniz her konu, anlamını kavrayamadığınız sözcükler içeriyor olmalıdır.

İşte bu yüzden, bu kitabı okurken, anlamını tam olarak anlayamadığınız bir sözcüğü atlamadığınızdan mutlaka emin olmalısınız. Eğer kitabın içeriği kafanızı karıştırmaya başlar ve kavramlara nüfuz edemediğinizi sezerseniz, bilin ki hemen az önce okuduğunuz bir yerlerde anlamını tam olarak anlayamadığınız bir sözcük mevcuttur. Bu durumda okumayı sürdürmek yerine, sorun yaşadığınız yerin ÖNCESİNE dönerek yanlış anlaşılan kelimeyi bulup çıkarın ve anlamını tam olarak belirledikten sonra devam edin.

Tüm dünyada en başarılı dershaneler ve eğitim kurumları. Bu teknolojiyi detaylarıyla uyguluyor. Bu bilgiler herkese ait öğrenmesi ve uygulaması da basit.
  • Scientology Ahlak.
Her grubun bir genel ahlak anlayışı vardır. Ülkelerde söylenmiş veya söylenmemiş ahlak kurallarına sahiptir. Scientology ile yetenekleri ve hayattaki becerileri artan insanlar ait oldukları gruba daha ahlaklı davranmaya başlar. İnsan genel Ton skalasını (ruh halini) yükselttikçe. Lütfen Ton Skalasına bakıver. Daha az yıkıcı olur. Hem mutlu ve skalada yüksek bir yerde olup hem de banka soymaya veya yanlış olduğunu bildiğin şeylere teşebbüs etmezsin. Ne zaman ton skalada aşağılara gittin hayat daha çekilmez ve zor olur. Giderek daha az hareket ve düzgün iş yapma imkanın olur.

Auditor kuralları.
Her auditor veya auditing alan kişi bunları bilir. Auditing sırasında oluşan her olay orada kalır kişilerin kendi isteği dışında dışarıya taşınılmaz. Hipokrat yemini gibidir. Dianetik kitabında auditor kuralı bölümünden bakabilirsin. Scientology’de verilen sözler mutlaka tutulur. Bu en temel yasadır. Her auditor bu konuda sıkıca eğitim alır. What is Scientology: Auditor's Code

Scientology ve etik
Scientology’ye göre yaşam dinamiklerinin çoğuna zarar veren kötü bir davranış yaparsan bu sana bir kötülük olarak geri döner. Bu bir kaza, kayıp veya istenmeyen durum olabilir. İş yerinden para çalarsan er geç bu anlaşıldığından işinden kovulursun. Scientology’de insanlar etik konusunda da eğitilirler. Eğer biri kendi çevresinde etik dışı işler yapıyorsa öncelikle bu etik dışı durumları düzeltmesi istenir. Hubbard’ın o konu ile ilgili yazdığı yazılar okutulur. Ve anlayıp anlamadığı sıkı biçimde kontrol edilir. Bu konuda görevli insana etik ofiser veya etik çalışanı denilir.
  • Mutluluk yolu
The way of the happiness kuruluşu, tıpkı narconon gibi bir scientolog tarafından kuruldu ve yürütülüyor. The Way to Happiness - About us

Hubbard dinsel olmayan öğretilerini bu kitapla tüm insanlarla paylaşmıştır.
The Way to Happiness kuruluşu dünyaya bu ahlak kurallarını yaymakla meşgul. Scientology ahlakın olmadığı bir yerde ilerlemesi veya işlemesi mümkün olmuyor. TWTH (the way to the happiness kuruluşu) özellikle İsrail ve Ortadoğu bölgesinde insanlara bu bilgileri ulaştırarak daha sakin bir ortam yaratmayı hedefliyor.
The Way to Happiness
Scientology’ye göre savaş hali 0.05 e geliyor ton skalada. Yani çok düşük duyarsızlık veya apati hali. Dünyanın da bir ton skalası var. Eğer savaş hala sürüyor ve dünya buna seyirci kalıyorsa bu en iyi 0.05 demek. Scientologlar çok duyarlı insanlardır.

Kendileri bir porje yaratıp teknolojiyi beraberinde götürüp güzel sonuçlar getirebiliyorlar. 2000 yılında Los angeles’da tanıştığım scientolog birisinin ıslahanede çocuklarla ilgili çok başarılı çalışmaları olduğunu öğrenmiştim. Orada çocuklara mutluluk yolu kitabını okutturuyor ve öz saygılarını geri kazanmaları için çalışmalar yapıyordu.
Ben mesela mutlulukyolu.info sitesini açmaya karar verdim. Geçenlerde Malatya’da yaşanan bazı üzücü olaylar beni üzdü ve harekete geçirmeye karar verdim. O dönem TWTH ile bağlantıya geçerek bu kitapların Türkçesini sordum ve dağıtmak istediğimi bildirdim. Konuştuk anlaştık ve o sitemde yayınlamaya başladık. Şu an itibarıyla haftalık 500 kitap indiriliyor. Hedefimiz 1 milyon rakamına ulaşmak. Bu kitap da yazılan kuralları çocuklarımızın, herkesin öğrenmesi ve bilmesi gerektiğine inanıyoruz.

Dünyada yaşanan felaketler ve scientologların tutumları:
Nerede bir doğal afet olsun veya büyük şiddetli olaylar. Deprem, Tsunami ve terör 11 eylül gibi. Scientologlar %100 gönüllü olarak bu bölgelere işlerini bırakarak gelir ve ücret almadan yadım yaparlar. Assist (yardım) dediğimiz ruhsal iyileştirme teknolojisi. Kısa süre içinde ilaçlarla mümkün olmayan kazanımlar elde ettirirler. O şiddetin şokunu ve tüm etkilerini ortadan kaldırırlar. Bu Asistleri öğrenmek ve uygulamak çok kolaydır. Scientology el kitabında anlatılan bu bilgi ile şifa bulan binlerce insan vardır. 1999dan beri Türkiye’deki tüm deprem faaliyetlerinde scientologlar gelmişlerdir. Yine olsa gene gelirler. Assists for Illnesses and Injuries, How can Scientology help me...

Bu kitabın bir parçası da ders çalışma teknolojisidir. Daha bir çok çeşitli böyle bilgiler var insanların hizmetine sunulmuş.
Her türlü kitaplar orjinalleri ve çeşitli dillerdeki versiyonları Scientology organizasyonunda ve internetten sipariş edilebilir durumdadır.

Scientology ve psikiyatrik su istimaller ve psikiyatrik ilaçlarla mücadele
Dünyada gizli kalan en büyük soruna scientologlar parmak basıyor. School shootings Antidepressants Depression & Psychiatrists | Learn the truth | CCHR sitesinde. Tüm dünyadan psikiyatri mağdurları. İlaçlarla tecavüze uğramış, yani çözüm bulmak için gittikleri bir yerde cinsel açıdan kötüye kullanılan masum insanlar buraya başına gelenleri bildirirler. Aldıkları kimyasal ilaçlarla durumları daha da kötüleşmiş ve artık geri dönülmez duruma gelmiş Amerikadaki psikiyatri otoritesinin oylama yoluyla belirlediği uydurma hastalık mağdurlarının kendilerini korumak ve haklarını savunmak için yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. Kimse bu insanların ne yaptığını bilmiyor ve onların ahlaki sapmalarını denetleyecek bir kurum bulunmuyor. CCHR bu mağdur insanlara yasal süreçlerinde sahip çıkar. Psikiyatrinin geçmişi ve işlediği suçlar saymakla bitmiyor. Lütfen psikiyatri DVD’sinde bunlara dikkat et. Bu dvd 1 milyon tane basılıp bütün dünya üzerinde gereken yerlere dağıtılacak kısa bir süre içinde. Şu an CCHR bu konu için Scientolog olsun olmasın herkesten gönüllü bağışlar topluyor.
Psikolojik deneyler için harcanan paralar. Bu deneylerde hayatları kararan insanlar. Başarısız sonuçlara rağmen devam ettirilen arayışlar hep toplumun sırtından ödenenen vergilerle yapılmıştır. DVd’de örnek su istimal olayları bulabilirsin. Scientology bir çok psikiyatrik su istimalleri ortaya çıkardı. Dünya gündemine taşıdı. Buna karşılık çokça saldırılara maruz bırakılıyor. Yine de büyük bir hızla her gün daha çok insana servis verebilir hale geliyor.

Criminon nedir?
Suçlu insanları tekrar topluma kazandırmak için bir scientolog tarafından yürütülen bir başka kuruluştur.
About Criminon International
Criminon - Criminal Rehabilitation, Reform & Crime Prevention
Scientology’deki bilgilerle suç işlemiş insanlara başarılı yardımlar yapılıyor. İnsan özünde iyidir. Onu kötü hale getiren deneyimlerle tekrar yüzleşmesini sağlayıp öz saygısını kazandırdıktan sonra yeniden bir temiz sayfa açabiliyor hayatında. Tabi bu ayrı bir teknoloji ve L. Ron Hubbard’ın keşiflerine başvuruyor. İleride scientologlar artınca bu insanlar bu konuda da tıpkı dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi faaliyetlere başlayacaklar.

L. Ron Hubbard Yönetim teknolojisi, wise:
L. Ron Hubbard’ın teknolojisi iş dünyasında uygulamak isteyen scientologlar bir araya gelerek scientology etik veya ahlakını iş dünyasında yaygınlaştırmak için çalışmalar yapmaktadırlar. Yeryüzünde binlerce firma bu teknolojiyi kullanarak başarılarına başarı katıyorlar. Sadece firmalar değil daha büyük kurumlar kendi yapılarını ve düzenlerini geliştirmek için bu bilgileri kullanmaktalar. L. Ron Hubbard’ın yönetim, organizasyon, pazarlama kitapları eşsiz değerli bilgiler içeriyor. Her kuruma ve organizasyona uygulanabiliyor. Örneğin 4 tane ürün vardır
1) karşılığı hiç alınamayan ürün
2) karşılığı eksik alınan ürün
3) karşılığı tam olarak alınan ürün
4) karşılığı fazlasıyla alınan ürün
“Eğer size biri gümüş yüzük parası verdiyse ona altın yüzük gönderin”.. her zaman beklentileri fazlasıyla aşmayı hedef edinin yönünde bilgiler var tabi bu kadarla sınırlı değil.
WISE — World Institute of Scientology Enterprises
Scientolog olan bir insan hayatı ve insanları daha çok anlamaya ve sevmeye başlar. Genelde güler yüzlü ve başarılıdırlar. Tabi ki Scientology bir süreç dahilinde işliyor. İlk başlardaki durumun ve birkaç kurs yaptıktan sonraki durumun aynı olmuyor. Başlarda daha mutsuz ve sorunlu olabiliyorsun. Giderek yeteneklerin artıyor ve iyiye gidiyorsun. Belirli bir aşamaya gelmeden diğer aşamayı başaramıyorsun ayrıca. Her şey belirli bir düzen ve sistem içinde duruyor Scientology’de. Beyin yıkama, hipnoz, dünyayı ele geçirme temizleme gibi konulara değinmedim ama artık kendinde görebiliyorsun. Bu gibi konuları bir bilim ile bağdaştıramayız. Ve diğer sorulara cevaplar Scientology sitesinde yer verilmiş. Araştırdığın
diğer kaynakları bilmiyorum ama şunu çok iyi biliyorum o kaynaklarda elde edilen başarılardan ve hayatları iyi yönde değişmiş yüz binlerden bahsedilmiyor.

Scientology`nin Türkiye sorumlusu olarak tanıtılan zafer yilmaz benim, ama Scientology´nin Türkiye sorumlusu değilim. Böyle bir görev ve sorumluluk anlayışıda Scientology`de bu zamana kadar hiç bir kimseye ve kuruluşada verilmemiştir. Ne yapıyorsam kendi özgür irademle ve bilhassa milletim için yapıyorum. Son günlerdeki yazılmiş ve bilhassa kopyalanmış yazıları gördükçe; Bu tür bilinçli yapılan yanlışlıklara göz yumamıyorum.

Basliği: “Tom Cruise’un da üyesi olduğu Dianetik ve Scientology ………, Türkiye’de de yayılmayı hedefliyor.“, Olan yazıyı ele alarak sizlere doğrulari yazmak istiyorum.

Sürekli başta Tom Cruise’dan bahsediliyor ki, Tom Cruise haricinde, bilinen ve aslında çok daha fazla olan bilinmeyen birçok Hollywood yıldızları var. Herkes toplumun karşısına çıkıpta özel hayatını beyan etmek zorunda degildir ve etmezlerde. Bu insanlar bizlerin tahmininden de cok daha akilli insanlardir. Dianetik ve Scientology sanki kötü birşeymiş gibi adeta sürekli başka tarikat olan veya tarikat olmayan gruplar göz önünde bulunduruluyor. Örneğin Rael, Moon, Ramtha Brahma Kumaris, Hare Krishna ile birlikte bahs edilmekte! Scientology´nin hic bir tarikat ile veya bunlarin uygulamalari ile yada baska bir din ile hic bir sekilde alakasi yoktur ve herhangi bir dinden ayrilmis toplum degildir. Dianetik ve Scientology`i ögrenen bir insan kendi dininede daha sadakatli sekilde baglanir. Bu kadar Hollywood yildizlari sizce delimi?
Birkac yerde okudugum yanitlara göre bu insanlar asiri varliklarindan dolayi sapitmislar, bunu yazan insanlar ölcüyü nereden alabiliyorlarki. Kaldiki birseyin sapitmis oldugunu söylüyorsak ne ile kiyaslayarak sapitmis oldugunu ölcebiliyoruz? Bu Hollywood yildizlari neye göre sapitmislar? Yoksa bu yaniti yazanlarmi sapik veya sapik olduklarini kabul etmeyip, edemeyip baskalarini kendi özürleri ile suclamaktalarmi?

Tarikat kelimesi Türk dil kurumunca asagidaki sekil anlatilmis:
Aynı dinin içinde birtakım yorum ve uygulama farklılıklarına dayanan, bazı ilkelerde birbirinden ayrılan, Tanrı'ya ulaşma ve onu tanıma yollarından her biri:
"Mevlevi tarikatı. Bektaşi tarikatı."- .

Scientology herhangi birlikten ayrilma degildir, Türk Dil Kurumu anlayisina göre, Gercegide öyleki, Tarikat degildir. Insanlarin düsüncelerinde yanlis resim yaratmaya calismayin lütfen.

Almanca sözlüklerde asagidaki sekilde tarikat sözcügü yer almakta:
“Bir dinin ilk anlayisini farkli yorumlayip din birliginden ayrilmis olan birlik.“ (Tercümesini kendim yaptim, sahislar farkli sekilde yorum yapabilirler. Benim tercümem kelimelerin manalara dayanikli tercüme.)

Türkce sözlüklerdede aynen bu sekil ve diger dillerde sözlüklere baktigimiz zaman sürekli ayni sekilde anlatilmis tarikat kelimesi. Dikkat ceken olay: Büyük toplumdan ayrilmis olan ufak birlik söz konusu.
Soru: Dianetik ve Scientolog olan insanlar hangi toplumdan ayrilmis veya hangi dini farkli yorumlamis ve Scientologye tarikat deniliyor?
Tarikat kelimesi Scientology ile alakali yanlis manalarla kullanilmakta. Bu oyun Almanya´da da ayni bu sekil yapilmaktadir! Sebebi: Insanlarin düsüncelerini yanlis yerlere tasiyip, düsüncelerini yönetmektir!
Nicin insanlar kendi iradelerince düsünemesinler? Bu insanlarin Dianetik ve Scientology´i anlayip scientolog olacaklarindan dolayi korkumu yasiyoruz?
Her devlette oldugu gibi sayet Scientology´e karsi talep var ise ve Türkiye´de Scientologlarin sayisi cogalirsa, Devlet Kanunlarinin cercevesi icinde Scientology´nin ne oldugunu belirler. Sayisini tam bilemiyorum ama belki 160 Devlette Dianetik ve Scientology mevcuttur, asagi yukari 100 Devlet capinda din olarak taninmis ve kabul edilmis sekildedir, adeta devletler tarafindan önerilir ve desteklenir.

Dianetik ve Scientologynin icindeki görev paylasimi ve kendisine ait calistirma sistemi, Scientology olan insanlarin orada neler yaptigi asla bilinmiyor gibi yazilar görünmekte. Her kurumda oldugu gibi calistirma sistemine göre görev paylasimi vardir ve kamuoyuna acik kurumlarda bile olsa bu calistirma sistemi herkes tarafindan bilinmez ama yinede isiniz görülür. Misalen: Universitelerde olan Profesörler, sekreterleri, sinif ögretmenleri, ders ögretmenleri, sinifsiz ögretmenler, sinif baskani, veliler, okul aile birligi temsilcileri v.b. diger görevliler, müstehtamlari v.b.. Imalat Firmasinin Sahibi/Sahibleri, Yönetici Müdürü/ leri, Ihale alisveris sorumlulari, tüm imalatin parcasi olan imalat guruplari ve grup sefleri, yardimci iscileri, Organize sistemi olmadan hic bir kurum yürümez ama, Scientology söz konusu olunca sanki anormal bir durum varmis gibi yazilar cikmaktadir. Scientology´nin kendisine ait calistirma sistemi vardir ve kendi sisteminide kamuoyuna aciklamak zorunda degildir. Maliye ve Devlet güvenligi haric. Üstelik Dianetik ve Scientology´nin kendine ait olan sistemi her zaman ve her ülkenin kanunlarina uyumludur ve bu sistemin kurucusu L. Ron Hubbard´in kendisidir ve bu konuda telif ve ruhsal haklari RTC´ye verilmistir ve burada saklidir. Bu arada görüyoruzki, sakli, gizli, yasadisi olan hic bir sey yok. Scientolog olan insanlarin orada neler yasadigi bilinmiyor? Nasil bilinmiyorki? Herhangi toplumda yasanmis olan hersey biliniyormu? Örnegin Diyanet icinde yasanan her sey biliniyormu? NASA´da yasanan her sey biliniyormu? Dünya Sirketleri bazinda yasanan her sey biliniyormu? Bu soruyu bu sekilde yazmak sadece insanlarin düsüncelerinde Dianetik ve Scientology´i bilinmeyen ve korkulmasi gereken birseymis gibi göstermeye calismaktir. Mesela söyle bir tutum: Iki bayan bir arada konusurken birisi digerine diyorki: Senin kocan dün is görüsmesine degilde baska bir yere gitmis olmasin, acaba nereye gitmistiki, son zamanlarda (bir bayan ismi) durmadan gülüstüklerini izleyenler olmus!
Dianetik ve Scientology´nin calisma sistemi bellidir ve devletler tarafindan bilinmektedir. Scientolog olanlarin burada yasadiklarini aciklama hissi yasarsalar aciklarlar, bu sekil his yoksa aciklamak zorundada degiller.
Amerika´da 1950´li yillarinda Psikiyatri, psikoloji ve bunlarin Devlet bazindaki temsilcileri arti Amerikan Devletinin ta kendisi L.Ron Hubbard´i söylemis olduklarini isbatla diye zorlamislar ve L.Ron Hubbard söyledigi her bir seyi isbatladiktan sonra bu ispatlari isteyenler istemis olduklarina pisman olmuslar. Ispatlanmis bir seyi ortadan yok etmekte cok zor. Bilhassa bu kadar güclü ve büyük grup arti Devlet görevlileri karsisinda! Bu anlamda, Scientologlarin suskun kalmalari cok daha iyidir, Scientologlar yasadiklarini aciklamis olsalar bütün herkes Scientolog olmak icin basvuruda bulunur.

Zihin Kontrolü cihazi basligi olan yazida dikkatimi ceken noktalar:
Gurbetcilerin cocuklarida deli degiller ve etkili rol derken neyi kiyasliyoruz? Burada Koordinatörlük görevinden bahsediliyor.
Tekrar yazayimda bu konu tamamen anlasilmis olsun. Yazilmis olan tarzda verilmis olan veya uygulanan bir görev falan yok! Her ne yapiliyor ise bende Umut´ta kendi kararlarimizla yapiyoruz. Dianetik ve Scientology´den ne gibi faydalar gördüysek milletimizinde bu faydalara ulasabilir olmasini istiyoruz. Olaylari anlayip bu imkanlardan faydalanmak isteyenler ulasir; istemeyenlerinde istememesi kendi secenekleridir. Ama su an isteyenler nereden ulasabiliyorlar yurtdisi haric hic bir yerde? Böyle bir imkan yok Türkiye´de. Bu arada Türkiyeye bir yenilik getirip Milletimin bunada sahip olmasini saglamaya calisiyoruz. Her yerde var iken nicin benim halkimda sahip olmasin bu imkana! Benim halkim nicin maruz kalmak zorunda bu konuda? Umut ile ben bu konuda bu imkanlari yaratmaya calisiyoruz.

E-Metre cihazina bu güne kadar cok degisik isimler verildi. Örnegin yalan konusma makinesi dendi, Elektro Psikometre dendi. Bu cihaz; Auditörün vakayi daha hizli cözmesinde yardimci olur. Insan yalanmi dogruyumu konusuyor anlaminda kullanilmaz, E-Metreyi kullanabilmek uzun ve cok sert sekilde denetlenen Staj sonucu elde edilir.

Burada cok aci bir gercegi göz önüne getirmek istiyorum. Bazi önemli konular cözülemez vaziyete gelince Mahkemeler yalan konusma makinesine baglarlar insanlari ve gecmis hayatlari asla dikkate almazlar! Yazacagim misal gibi olaylar dünya capinca sürekli yasanmaktadir: Devlet görevlisi saniga sorar: “Senmi öldürdün“ ve bu arada gecmis hayatini dikkate almaz! Sanik ne söylerse söylesin gecmiste o kadar hayat yasamistirki, mutlaka eninde sonunda, bilincli veya istemeyerek öldürmüs oldugu ya bir insan yada bir hayvan vardir, bunuda yalan konusma makinesi gösterecektir. Neticede sanik bu hayatinda yapmamis oldugu cinayetin cezasini cekmek zorunda kalacaktir. Ayni bu yazdigim tarzda, sürekli sucsuz insanlar cezalandirilmaktadir! Diger yönü ile baktigimiz zaman, cinayet isleyebilecek birisi kendi serefinden ve gururundan (bu iki özelligide asiri abartir. Sen bana serefsizmi diyorsun, gibi söylentiler kullanir) cinayet isleyebilecek kadar vazgecmis durumdadir. Moral veya Ton cetvelinde o kadar düsük pozisyondadirki, düsünceleri kendisinde bedensel anlamda hic bir degisiklik yaratmaz, bu insani yalan konusma makinesine baglayip, senmi öldürdün diye sorsaniz, su an oluyormus gibi resimler gözünün önüne gelse bile, yalan konusma makinesinde hic bir kipirdama kayit edemediginiz durumlardan dolayi nice katiller serbest birakiliyordur

Devletler mademki yalan konusma makinelerine o kadar güveniyorlar. O zaman deney icabi morali iyi olan, hali vakti yerinde olan, hayatlari iyi gecmis, 200 iradeli, özgüvenli insan bulup, bunlari yalan konusma makinesine baglayip sorsun: Sen bu hayatindan daha önce hayat yasadinmi? ve yalan konusma makinasi her zaman bir evet gösterecektir! Nicin yapilmiyor bu? Yada yapildi ama topluma aciklanmiyor. Insanlara sürekli anlattiklarimizin yalan oldugunu kabul etmek zorunda kalabiliriz tabiki, ama ulasamaya calistigimiz gercekler, dogrular degilmi? Yalanlar icinde yetismis büyümüs olan bir insanin ruhsal sagligi, moral hali, hangi oranda olabilirki. Bu tür insanlar baska insanlarla konusurken kendi dogrularini, bildiklerini, yani ona ögretilmis olanlari konusacaktir, bunu dinleyen ve olaylarin farkinda olan kisi nasil bir göz ile bakacak bu sekil bir durumun icinde olan kisiye? Dogrular ve gercekler ister dinler tarafindan olsun ister bilim dali destegi ile olsun, Dogrular dogrulardir ve bunlar ne dinler tarafindan nede bilim dali tarafindan, hic kimse tarafindan degistirilemez
Adeta tamamen dogru veya tamamen yanlis diye bir olayda yoktur. Sizin icin gercek olmayan gercek degildir, ama sizin icin gercek olan bir sey sizin icin gercektir. Insanlar baskalarina kendi gerceklerini kabul ettirmek icin nice kavgalar yapmistir, nice savaslar yapilmistir, sebebine baktiginizda her zaman bunu bulacaksiniz, birisi baska birisine kendi dogrularini kabul ettirmeye calismasi sonu kavga, savas, dagilmis aileler gibi yikici veya bozuculuk yani zorbalik uygulamistirlardir birbirlerine. Baktiginiz zaman nice nice nice misaller verebilceksiniz bu yaziya
Depremzeler Fislendi, bu baslik kendi basina ne kadar komik

Deprem veya tabiatin facialari kendi basina bir olaydir. Bu konular hakkinda yazmak icin veya bu tür oluntuyu yasamis insani anlamak icin ya birseyler olarak yasamis yada faciyanin derhal arkasindan bu insanlarin arasina katilmaniz tercih edilir.
Sizlere cok ciddi bir olaydan bahsetmek istiyorum. Sri Lanka`da tsunami olayinda dünyanin her bir yerinden Volunteer Minister (Kizilay, kizilhac gibi yardim kurulusu diyebiliriz ayrica Volunteer Minister kurslari Dianetik ve Scientology tarafindan ücretsiz olarak verilmektedir.) olan yüzlerce insan yardima kostu. Bu insanlar sivil hayatlarinda isadami, ishanimlari veya iscilerdir. Benim tanidigim insanlardanda oraya gidenler oldu. Sri Lanka´dan geriye dönen Volunteer Minister bana sunu anlatti: Zafer, insanlar ne haldeler orada bunu düsünemezsin. Ben sordum, mesela ne haldeler? Volunteer Minister bana dediki: Adam bir plastik sandalye bulmus Tsunamiden önceki eski mevcut evinin bahcesinde oturuyor ve gazete okuyor. Arada sirada cevresine bakiyor ama gazetesini okumaya devam ediyor. Bir zaman sonra adamin kalktigini gördüm. Acaba simdi ne yapacak diye izledim. Adam sanki halen evi oradaymis gibi aliskin oldugu bir yol üzerinden yürüyordu ama aslinda herhangi ev veya duvar görünmüyordu. Adam sanki kafasinda bir belli yol var onu yürüyormus gibi idi. Sordum, nereye gidiyordu peki? Cevap olarak sunu anlatti bana. Belki mutfagina gidiyordu. Icecek veya yiyecek bir sey almak istiyordu, ben nerden bileyim! Ama bir ara durdu, ortaliga bakindi ve yürüdügü ayni yolu tekrar diger istikamette yürüdü ve plastik sandalyesine ulastigi an oturup gazetesini okumaya devam etti diye anlatti. Bunu anlatirken gözleri yaslar ile dolu idi. Bu insanlarin cok cok daha fazla yardima ihtiyaclari var diye devam etmisti. Yanindaki baskalari farkli farkli izlenimlerini anlatiyorlardi.

Türkiyede yasanan depremleri aranizda birisi yasadi ise benim ne dedigimi cok daha iyi anlar! Bilhassa dünya Metropolü Istanbul gibi bir sehri düsünüyorum. Türkiyemizde fay hatti sadece Marmara denizinden gecmiyor. 17 Ağustos 1999 da deprem Istanbul/Avcilar ilcesinde de yasanmadimi? Bu sekil bir senaryo düsünüyorum. Sayet gün gelir böyle bir sey gerceklesirse! Iste o an icin hazirlanmis olmaliyiz! Yazmis oldugum gibi bir durumda Dianetik ve Scientology bilgilerinin degeri ölcülemez sekilde degerli oldugunu anlarsiniz. En azinda o gazetesini okuyan adamin hayat ile alakasi kalmamis oldugu dikkat cekiyor. Depremden sonra bedensel hasar görmemis insanlarin vefat etmis olduklarini izleyeceksiniz. Hayatta kalanlarin ise suurlarini kayip etmis gibi ortalikta dolanarak ne yapmalari gerektigi bilemiyor halde oldugunu izleyebilirsiniz. Dianetik ve Scientology´nin amacida böyle bir ortamda insanlarin tekrar hayata katilmalarini saglamaktir ve insanlarin birbirine yardimci olmasini saglayacaktir.
Baska bir misal bahsedilecekse 11.09 ikiz kule olayini ele alalim. Tamamen mahvolmus itfayeciler ve insanlar yorgunluktan devam edemez hale gelip aglamaktan baska care bulamayanlar. Bu oluntu aninda nice gaz, toz ve cesitli maddeler tenefüs etmislerdi. Bunlar günlerce sonra bile halen normal hallerine dönememislerdi. Bu insanlara Amerika bile yardimci olamiyordu. Bu olaya el atan ve masraflarin cogunlugunu kendi bütcesinden ayiran Tom Cruise ve bircok oranda yardimci olan Scientologlar sayesinde bu insanlar ancak eski hallerine ve dahada iyi bir hale ulastirildilar. Dianetik ve Scientolognin kendi sayfalarinda bu bilgiler yazilidir ve nice arsivlerde bu bilgiler kayitlidir. Bu yazinin arkasindan Tom Cruise zengindir onun var ve yardimci olsa ne yazar ki diyenlerde cikacaktir. Bu konudaki benim sorum su; Tom Cruise kendi parasini harcamasini bilmiyormu? Laf yapmayi birakalim olayin ciddi boyutlarini ve ne yapilmasi gerekenlere göz atalim.

Bu arada düsündügüm diger bir soruda, Amerika Devleti nicin gerektigi oranda bu olaya yardimci olmadi veya Scientologlarin projesini sadece ufak miktarlarla destekledi? Dianetik ve Scientologyi anlamayanlar yardimci olacagi yerde malesef kritik gözlerle izliyor olayi kendisi bir sey yapamasa bile, yapanlarida kritik bakislarla izliyor.

Dianetik ve Scientology bilgilerinin Türkiye´ye getirilmis olmasi benim kendi dogrularim ve gerceklerim cercevesinde yukaridaki yazdigim anlamda önemlidir. Benim bütün cabalarimin sebebide Volunteer Minister anlamindadir. Volunteer Minister olayi bir iki insan ile olacak degil, binlerce insanin bu olaylar hakkinda bilgi edinip birbirlerine yardimci olmalari gerektigini varsaymaktadir
Dianetik ve Scientologlar din, irk, ülke ayrimi yapmadiklari icin insanlarin zarar gördügü her yere, sartsiz kosarlar. Zarar görmüs birisinede edilen yardim cevrilmemeli, yardimci olan Scientology ve bunun bilgileride olsa işe yaradigi süre işe yariyordur. Scientologlar yardimci olma amaci ile kossunlar bunun adinida “Depremzeler Fislendi” diyelim. Birazcik ciddi kalmak gerekiyor! Üstelik burada Milletvekilerine ulasilcagindan söz konusu ediliyor. Ben veya Umut milletvekillerinin pesinden kosacagimizi söylemedim ama bizim yaptigimizin degeri anlanirsa, belki milletvekilleri bize ulasip bizlere yardimci olurlar. 1992 Yilinda Yugoslavya savasi baslarken evvela Müslüman kardeslerimiz evinden, köyünden, sehrinden oluyordu. Adeta öldürülüyorlardi ve rehin aliniyorlardi. Kendileri izlemek zorunda birakiliyordu ve ailesine cocuklarina malesef tecavüz ediliyordu. Avrupa capinda yola cikip ilk yürüyüsleri yapanlar Dianetik ve Scientologlardi. Bunun gibi eylemleri Scientologlar Hamburg´ta yasayan müslüman toplumundan önce yapiyordu ve bunu izleyen Hamburg Türk toplumu Scientologlar ile dialoga baslamisti. Bunun daha sonrasinin neler getirmis oldugunu su anda bahsetmek istemiyorum.

Devletler tarafindan cözümler beklenilir, bu kadar büyük boyuttaki olaylara Devletler ani olarak fazla bir sey yapamazlar. Hasar görmemisler, hasar görmüslere yardimci olmaktadirlar. Dünyanin neresine giderseniz gidin her yerde ve her millet arasinda bu sekil baglanti oldugunu izleyeceksiniz!
Insanlarin ne kadar da birbirlerine benzer veya esit yönleri varmis?

Iste Scientologynin Gizemli Cihazi:
Bu basligi tasiyan yazida ritüelleri ögrenmeleri saglaniyor diye bir yazi var. Ben 1989 yilindan bu yana 10 yil Dianetik ve Scientology`den ayri kaldim ama Scientolog´tum. Bu güne kadar herhangi bir ritüel falan ögrenmedim nede ögretildi, nede varligindan haberim var. Acaba ayri ayri Scientology´imi konusuyoruz?
Karsiliksiz hic bir sey yok.
Bu basligi tasiyan yaziya yanit vermek istiyorum. Acaba Türkiyede okula gitmek ücretsizmi? Carsiya gittiginiz zaman elbise alirken ücretini ödemeden alip gitme imkaniniz varmi? Hastaneye girdiginiz zaman belli oranda masraflari ödemiyormusunuz? Insana faydasi olmayip sürekli insanlari ölmeye yöneten ve yer yer hizlica öldüren veya intihar etmesine sebeb olan Psikiyatri icin bile ücretini ödüyorsunuz. Adeta saglik sigortalari karsiliyor psikiyatrinin masrafini. Türkiye´de Camiye gittiginiz zaman sizden para alinmiyor ve siz yinede hoca ile görüsüyor ve yardim alabiliyorsunuz evet haklisiniz. Yillik raporlara göz atin, Türkiye Cumhuriyetinin yillik bütcesi ne sekilde dagitiliyor. Diyanet Bakanliginin bütcesinin miktarini görünce sok olmayin. Diyanet Vakfinin cirosuna hic bakmayin dünyanizi yönlerini anlatmayi severler, sasiriyorum. Bu olay kendi inancinda veya görüs birliginde olmayan topluma atilan iftiralara benziyor. Mesela; Almanlar gavur, Israilliler Yahudi veya her Amerikali emperyalisttir gibi yanlis düsünceler yaratilarak baskalarinin rencide edilmesine benzer. Bu tutum normal halimiz ise gülmekten baska bir sey yapamiyorum bu durumda!
Scientology´nin inanmakla hic bir alakasi yoktur, sizi kendi yasadiginiz ve kayidini yapmis oldugunuz arsiv ile yüzlestirir. Oradaki kayitlar sizin gerceklerinizdir. Kendi dogrulariniz ixin neler yapmadiniz bu güne kadar?


asla_asla_deme 9 Eylül 2007 22:11

Dünyayı Kimle Yönetiyor?Kimler Şekillendiriyor?Kimle Planlar İle Dünyayı Kendi Egemen
 
Nato
Natonun Kuruluşu Sırarsında Şu İfadelere Yer Verilir;

*Bu Antlaşma'nın Tarafları, Birleşmiş Milletler Yasası'nın amaçları ve ilkelerine olan inançlarını ve bütün halklar ve bütün hükümetlerle barış içinde bir arada yaşama arzularını teyid ederler.
*Demokrasi, bireysel özgürlük ve hukukun üstünlüğü ilkeleri temelinde bütün halkların özgürlüklerini, ortak miraslarını ve uygarlıklarını korumakta kararlıdırlar.
*Kuzey Atlantik bölgesinde istikrar ve refahın geliştirilmesini amaçlarlar.
*Toplu savunma ve barış ile güvenliğin korunması için çabalarını birleştirmekte kararlıdırlar.
*Bundan dolayı bu Kuzey Atlantik Antlaşması'nı kabul etmişlerdir

Şimdi Maddeleri Ele Alalım
Madde-1Barış İçinde Yaşamak Elbette Herkesin İsteğidir.Ama Nato Hiçbir Zaman Barış Örgütü Değil,Aksine Savaş Örgütü Olarak İşlevini Sağladı.
Madde-2Bütün Halkların Özgürlüğünü Ortak Miraslarını ve Uygarlıklarını Koruma Neden Savaş Örgütünün İşi?Her Millet Özgürlüğünü,Ortak Miraslarını ve Uygarlığını Kendileri Belirler ve Tayin Eder.Neden İkinci Bir Güçün İhtiyacına Gerek Duyulur.Nato Savaş Örgütü Olarak Dünya Kamuoyunu Kandırmakta ve Emeline Ulaşmaktadır.
Madde-3Kuzey Anlantik Bölgesi Neresi?Sadece Kuzey Anlantik Bölgesini Temel Alan Bir Savaş Örgütü Niçin Kendinden Uzak Ülkeleride Bu Savaş Örgütüne Dahil Eder?Bu Natonun Savaş Örgütü Olduğunun Açık Bir Göstergesidir.
Madde-4Toplu Savunma Nedir?ve Nato Neden Diğer Ülkelerin Savunmasında Söz Sahibi Olmak İster?Birleşmiş Milletler Örgütü Mevcut(Nasıl İşlediği Şüphe).
Madde-5Bu Anlaşmayı Kabul Eden Ülkeler Neyi Amaçlamaktadır?Neden Savaş Örgütünün İçinde Yer Almaktadırlar?

Nato'nun Asıl Kuruluş Amacı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin Genişlemesini Engellemektir.Çünkü Sscb Sosyalist Bir İdeoloji Savunmaktadır.Nato'yu Kuran Amerika Birleşik Devletleride Kapitalist Bir Sistem Savunmakta.Abd Kendi Çıkarları İçin Bir Savaş Örgütü Kurar ve Avrupa Devletlerinide İçine Alır.Bu Birliğin Kuruluş Amacına Bakıldığında Sscb'nin Genişlemesini Engellemek.Peki Şuanda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği Var mı?1991 Yılında Yıkıldı.ve Soğuk Savaş Dönemi Bitti.O Zaman Nato'ya Ne Gerek Var?Nato Varşova Paktına Karşı Kuruldu.Sscb Dağıldığına Göre Varşova Paktı Tarihe Karıştı.Nato İse Hala Günümüzde Var ve Dünya Genelinde Savaşlar Çıkarmakta.Varşova Paktı Olmadığına Göre 1991 Yılında Nato İşlevini Kaybetti.Ama Hala Var Ne Yazık ki.

Üye Olan Devletlere Baktığımızda Sadece Fransa Ordusunu Teslim Etmedi Nato'ya.Fransa Orduları Bağımsız Bir Ordu.Diğer Üye Ülkelerin Orduları Nato Egemenliği Altında.Türkiye Cumhuriyeti Ordusu Bile Nato Egemenliği Altında.ve Savaş Örgütünün Elinde.(Sadece Ege Ordu Komutanlığı Hariç.Oda Kıbrıs Barış Harekatı Zamanında Bülent Ecevit Tarafından Nato Bünyesine Dahil Edilmedi).

İşte Böyle Bir Savaş Örgütü Düşünün.Dünya Genelinde Yayılımcı Bir Politika Güden Bir Örgüt.Yeni Dünyanın Şekillenmesinde Büyük Rol Oynayan Bir Örgüt.
Kore Savaşlarında,Vietnam Savaşında,Domuz Burnu Çıkartmasında,Körfez Savaşlarında Binlerce İnsanın Ölmesine Yol Açan Bir Örgüt.ve Dünyanın Lokomotifi Konumunda ki Devletler Bu Savaş Örgütünün İçinde Yer Alıyor.Sözde Barışı Sağlamakla Yükümlü Olduklarını İdaa Ediyorlar.Ama Bunlar Sadece Yalan.

Birleşmiş Milletler
Evrensel bir örgüt olan Birleşmiş Milletler Örgütü (BM), hukuksal ve siyasal bakımdan Milletler Cemiyeti'nin bir devamı niteliğinde olmakla beraber, Milletler Cemiyeti’nden daha kapsamlı bir kuruluş olarak düşünülmüştür.
Birleşmiş Milletlerin Temel Amaçlarını Şöyle Özetleyebiliriz;
*Uluslararası barış ve güvenliği korumak ve sürdürmek.
*Uluslararası alanda dostça ilişkileri geliştirmek.
*Uluslararası ilişkilerin her alanında devletler arasında işbirliğini sağlamak.
*Devletlerin dış politikalarını uyumlaştıran bir merkez olmak.
*Dünyada sürdürülebilir bir refah ve adalet ortamı yaratmak ve bunun için değişik sektörler arasındaki ortaklıkların geliştirilmesinde kolaylaştırıcı rol oynamak.

Şimdi Bu Maddeleri Ele Alalım
Madde-1Uluslararası Barış ve Güvenliğini Korumak Elbette Çok İyi Bir Düşünce.Ama Her Ülkeye Eşit Mesafede Yaklaşılmıyor.Bunun En Güzel Örneği Bosna Halkının Gördüğü Zulüm ve Sırpların Yapmış Oldukları Vahşete Sadece Seyirci Kalındı.Eğer Dünya Barışını Korumak Bu İse Böyle Barış Olmaz Olsun.
Madde-2Dostça Kulağa Çok Hoş Gelen Bir Söz.Dost İfadesi Hangi Anlamda Kullanılıyor?
Madde-3İşbirliği Sağlamak Neden Bir Örgütün Güdümünde Yapılıyor.İşbirliğini Sağlamak Ülkeler Arasında ki Bir İştir.İkinci Bir Gücün Girmesi Ne Diye?
Madde-4Dış Politilarda Her Devlet Eşit mi?Abd Şuanda Dünya Genelinde Dış Politikada İnsanlık Suçu İşliyor.Buna Neden Seyirci Kalınıyor?Hani Barış İçin Kurulmuştu?Sırpların Yaptığı Vahşete Neden Seyirci Kalındı?
Madde-5Dünyada Refah Bir Ortam Yaratmak?Elbette Güzel Olurdu.İşte Sorunda Burda Başlıyor Zaten.Dünya Genelinde Barış Sağlanmak İsteniyor İse Bütün Dünya Devletlerine Eşit Davranılması Gerekmekte.Malesef Birleşmiş Milletler Bunu Uygulamıyor.Barış Sağlanıyor Sanılıyor Ama Irakta Hergün İnsan Ölüyor.Bu mu Barış?Böyle Barış Olmaz.

Sözde Dünya Devletlerinin Örgütü.Ama Bu Örgütü Kuranlar Abd ve İngiltere.
Şuanda da Örgüt Bu Ülkelerin Tekeli Altında.ve Her İstediklerini Yapıyorlar.Barış Adı Altında İstedikleri Yapıp Dünya Üzerinde Abd'nin Emellerini Destekliyor.Bu Barış Örgütü mü?

Amerika Birleşik Devletleri(Abd)
Nato ve Birleşmiş Milletlere Baktığımızda Hep Abd'yi Görüyoruz.İki Örgütünde İzlediği Strateji Belli ve Ortada.Yıllardı Abd Dünya Genelinde Kendi Çıkarları İçin Savaşlar Çıkarmaktadır.
Abd Sözde Barış Getirmek Düzeni Sağlamak Adı Altında Giriştiği Savaşlarda Binlerce İnsanın Ölümüne ve Yaralanmasına Sebeb Oldu.
Abd'nin Akıllarda Yer Edinen Savaşları Çok...
Kızıl Derilileri Yok Etmeleri,Kore Savaşı,Vietnam Savaşı,Afganistan Savaşı,Körfez Savaşları...Bu Savaşlar Ne İçin Yapıldı?Barış İçin mi?Çünkü Kamuoyuna Böyle Lanse Edildi.Ama Böyle Değil.Asıl Amaç Zengin Yer Altı Kaynaklarını Ele Geçirmek,Oluşacak Yeni Dünya Düzeninde Önemli Stratejik Bölgeleri Egemenliği Altına Almak.Bu Amaçlar Doğrultusunda Binlerce Sivil Halkın Dünyayanın Gözlerinde Önünde Acımadan Öldürdüler.Peki Sorarım Birleşmiş Milletler Nerede?Hani Dünya Barışı İçin Vardı?Sorarım Nato Nerde?Hani Dünya Barışı İçin Vardı?

Abd'nin Bir Çok Ülkede Üssü Bulunmaktadır.Yeni Bir Dünya Deriz Ama Savaşsız ve Silahsız.Abd Bu Üsslerini Savaşlar İçin Kullanmaktadır.Dünyada Sadece Seyirci Kalmaktadır.

Birde Ekonomik Yön Var.Imf Bu İşi Üsleniyor.Dünya Devletlerinin Yarısı Imf'ye Borçlu Konumunda.Abd Bunu Çok İyi Kullanıyor ve Borçlu Olan Ülkeleri Kendine Bağımlı Hale Getiriyor.

Abd Bugün Dünyayı Yönetenler Arasında Yer Alıyor.Hem Askeri Açıdan Hemde Ekonomik Yönden.

Japonya Teknolojinin En İyi Konumda Olduğu Ülke.Teknolojinin Dünyaya Açılan Kapısı Konumunda.Birde En Önemlisi Kapilalist Bir Sistemi Temsil Ediyor Olmaları.
Abd İle İkili İlişkilerine Bakıldığında Gerçekleri Anlamak Çok Kolay.


asla_asla_deme 9 Haziran 2008 17:47

Derin Devlet
 
Derin devlet, Prof. Dr. Baskın Oran'ın tanımına göre "devlet yetkisini şu veya bu biçimde kullanan kişi veya kurumların meşruluk sınırları dışına taştıkları zaman şiddet kullanmaları halinde ortaya çıkan" oluşumdur. Dr. Mümtaz'er Türköne'ye göre ise devlet görevlilerinin "eşkıyâ yöntemleriyle yetkilerini, kullandıkları kaynak ve imkanları 'gizlilik' zırhından istifade ederek devleti korumak için değil, kendilerine çıkar sağlamak için" kullanmalarına derin devlet adı verilir.

1996'da yaşanan Susurluk skandalıyla giderek yaygınlaşan bir kavram olan derin devletin kökeni ve ne anlama geldiği konusunda farklı savlar vardır. İleri sürülen bir teoriye göre, derin devletin başlangıç noktası Soğuk Savaş döneminde NATO'ya üye ülkelerde oluşturulan ve CIA tarafından yönetilen ve finanse edilen istihbarat ve silahlı operasyon örgütlerine dayanır.] Bu örgütün Türkiye'de Kontrgerilla adı altında faaliyet gösterdiği iddia ediliyor.1974 yılında, bu iddiayı destekleyen ilk devlet adamı Eski Başbakan Bülent Ecevit olmuştur. Bir diğer teoriye göre ise derin devletin kökleri, Osmanlı Devleti'nin son yıllarında İttihat ve Terakki yönetimi tarafından kurulan gizli istihbarat ve askerî operasyon örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa'ya kadar uzanır. Bu iddiayı destekleyenler arasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan vardır.

Derin devletin varlığına yönelik iddialar
Derin devletin varlığını dile getiren ilk devlet adamı Bülent Ecevit oldu. Ecevit, 26 Eylül 1974'te, Giresun'da yaptığı bir konuşmada şu ifadeyi kullandı:
“ 12 Mart sonrası dönemde adı sanı ortaya çıkan ve tedbirlerin ve hatta soruşturmaların hukukiliğine ve insaniliğine gölge düşüren Kontrgerilla adlı örgütün, bu resmi görüntülü fakat gayriresmi örgütün niteliği ve amacı üzerindeki örtü kaldırılamamıştır. ”

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise 17 Nisan 2005 tarihinde, CNN Türk'te yayınlanan Ankara Kulisi adlı programda konuyla ilgili şunları söyledi:
“ Derin devlet, devletin kendisidir. Askerdir, derin devlet. Cumhuriyet'i kuran askerler, devletin yıkılmasından daima korku duyar. Halk bazen sağlanan hakları suiistimal eder, yürüyüş hakkı verildiğinde gidip cam çerçeveyi indirerek, polisle çatışır. Derin devlete ülkenin muhtaç olması, ülkenin yönetilememesinden kaynaklanır. Derin devlet şu anda devrede değil. Derin devlet, kanaatlerine göre, devleti yıkılma sınırına getirmediğiniz sürece hareket halinde değildir. Onlar ayrı bir devlet değil, ama devlete el koydukları zaman derin devlet olurlar. ”

Demirel, NTVMSNBC'de yayınlanan Basın Odası programında "Devletin tekliği esastır, iki devlet olmaz. Bizim ülkemizde iki devlet var. Bir derin devlet var, bir devlet var. Asıl olması gereken devlet yedek, yedek olması gereken devlet asıldır" dedi. 12 Eylül 1980 askerî yönetiminin başı olan Kenan Evren, "Sayın Demirel doğru söylüyor. Derin devlet biziz. Devlet zaafa uğradığında el koyarız. 1980'de Demirel'in suçu yoktu. Daha yeni gelmişti, ne yapalım onun dönemine rastlamıştı" diyerek Demirel'in görüşlerine destek verdi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AGOS gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından, 26 Ocak 2007 tarihinde Kanal 7'de yayınlanan İskele Sancak adlı programda şu sözleri dile getirdi:
“ Derin devletin varlığına katılmıyorum diye bir şey yok, katılmıyorum olur mu, neden olmasın. O her zaman olmuş. Türkiye Cumhuriyeti döneminde başlamış bir şey de değil. Ta Osmanlı'dan. Bu gelenekten gelen bir şey zaten. Ama bunu minimize etmek, mümkünse yok etmek, bunu başarmak gerek. ”

Erdoğan, "kurumlar içi çeteleşme" olarak nitelediği derin devletle ilgili açıklamalarını şöyle sürdürdü:
“ Bu tür bir yapı var. Bugüne kadar bu tür bağlantıların üzerine gidilmediği için bedelini hem millet hem devlet olarak ödedik. Yürütme olarak belirli bir yere kadar gidebiliyoruz. Bu olayların üzerine yürütme, yasama, yargı birlikte gidilmeli. Meclis araştırma komisyonlarından bir sonuç çıkmıyor. Trabzon'da attığımız adım, bunun adımıdır. Vali ve emniyet müdürünün görevden alınması ve mülkiye müfettişleri göndermek bu işin altyapısını oluşturma çabasıdır. Geçmişte ne gibi yazışmalar oldu, müdahale yapıldı mı bakılacak. Bir başka ile sıçrayabilir. Şemdinli'deki netice herkesi tatmin etmemiş olabilir. Şemdinli'den sonra bir sürü olay oldu. Sauna, Atabey çetesi çıktı. Kurumların içindeki çeteleşme bağlantılarının üzerine ısrarla gidilmeli. ”

Eski Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener ise devlet içinde gayrimeşru oluşumların yer aldığını, fakat kullanımı yaygınlaşmış olan "derin devlet" kavramının yanlış olduğunu savunuyor:
“ Derin devlet öteden beri polemiklere konu olmuştur. Bir takım güvenlik birimleri, kamu sıfatına sahip kişiler kendilerine görev ve yetki biçiyor. Ülkenin geleceğini koruma görevini kendilerinde buluyor. Vatan ve memleketle ilgili olarak kendilerini daha imtiyazlı sayıyor. Kendilerini vatansever görüp bazı eylemler yapmaya adıyor. Bunlar var mı, yok mu bilemem ama hiçbiri yasadaki yetkileri içermiyor. Anayasadan, yasalardan alınmayan bir yetkinin devlet adına kullanımı "meşru yetki" değildir. Bu kişilerin resmi sıfatları da olabilir. Yasaya dayanmıyorsa, yapılan işi devlete ait bir iş olarak görmüyorum. Ben onu ne bilinen, ne de derin devlet olarak nitelerim. Bu tip şeylere devlet bile demem.


asla_asla_deme 12 Haziran 2008 14:51

Derin Devlet nedir, nasil olusur?
Baskin Oran
Aradaki ufak-tefekleri saymazsak, Susurluk’tan sonra bir de Semdinli patladi. Adina ister Kontrgerilla, ister JITEM, ister Özel Harp, ister ne derseniz deyin, “Derin Devlet” diye bir olgunun varligi zihinlerde kesinlesti.
Gerçi bu kavramin NATO tarafindan “Gladio” adiyla kurulmus bir gizli örgütten kaynaklandigi herkesin malumu; hatta, bizim Mülkiye’de çikardigimiz Türk Dis Politikasi kitabinin (Iletisim Yay.) ikinci cildinin 220. sayfasinda ayri bir “kutu” halinde anlatiliyor. Fakat örnegin Ittihat ve Terakki’nin “Teskilat-i Mahsusa”si içindeki kimi olusumlar da tipik bir Derin Devlet örnegi sayilmali.
Kavramin yerlesmesine paralel olarak, su siralarda kimi kalemler de “Nedir bu Derin Devlet? Nedir tanimi bunun? Nasil ortaya çikiyor? Ben böyle bir seyin hayal mahsulü oldugunu düsünüyorum” demeye basladilar. Gerçekten, bir kavram varsa, bir de tanimin gerekli oldugu ortada. Eger bu kavram çesitlilik arzediyorsa, o zaman tanimin da çesitlendirilmesi gerekir.

Bendeniz, böyle bir çesitlilik oldugunu, yani bu kavramin karmasik oldugunu düsünmüyorum. Tersine, alabildigine basit ve açik. Zaten, karmasik gibi gözüken seyleri söyle kendinizi biraz yukariya çeker de kusbakisi süzerseniz, çogu zaman basit seylerle karsilasirsiniz.
Tanimi nasil yapilabilir? Derin Devlet nasil ortaya çikar? Bu sorularin yanitini vermek için önce “devlet”in tanimindan baslamak lazim. Siyaset biliminde bu tanim söyledir:
“Devlet, mesru siddetin tekeline sahip kurumdur”.
Bu tanimdaki “siddet” kavraminin nedenini, “merkezî otorite” kavraminda aramak gerekir. Toplumda asayis sorunu varsa, en nihayetinde siddete basvurulacak ve toplum düzenine uyanlari taciz edenler hiçbir çare bulunamazsa siddet (güç) kullanarak yola getirilecektir. Bunu da ancak merkezî bir otorite yapabilir, yoksa kargasa çikar. Uluslararasi toplumda böyle bir merkezî otorite (“dünya devleti”) bulunmadigi içindir ki, oraya buraya (Bosna, Kosova, Afganistan, vb.) yapilan müdahaleler çok tartisma çikarmaktadir.
“Tekel” kavraminin sebebini, “egemenlik” kavraminda aramak gerekir. Eger anilan kurum bir siddet tekeli kuramamissa, yani birden fazla siddet merkezi varsa, o zaman egemenlik yoktur. Çünkü bölünmüs egemenlik, egemenlik degildir. Oysa devletin temel ögelerinden biri de disarida esitlik, içeride egemenliktir.
Gelelim, en önemli kavram olan “mesru”ya. Diger ikisi oldukça elle tutulur kavramlardir. Oysa mesru kavrami daha soyut ve tartismalidir. Mesru sayilmak için yalnizca “kanun”a uygun olmak yetmez (çünkü hukuka aykiri bir sürü kanun vardir), “hukuk”a da uygunluk gerekir. Hukuk da, ancak “akla, adalete, hakka uygun” ve “genel kabul görmüs olmak”la olusur. Bu da yetmez, zaman unsuru isin içine girer. Yani, bu son iki unsurun belli bir süre toplumdan ciddi itiraz gelmeden yasamis olmasi da gerekir.

Iste, üzerinde uzun zamandir düsünüyorum, Derin Devlet’in tanimi burada ortaya çikiyor ve basitligi de burada:
“Derin Devlet”, siddet kullanimi durumunda Devlet’in tanimindan ‘mesru’ kavraminin düsmesi sonucu meydana gelen olusumdur.
Bu tanim, bana en az üç kosulu pesinden sürükler gibi geliyor:
1) Derin Devlet, devlet yetkisini su veya bu biçimde kullanan kisi veya kurumlarin mesruluk sinirlari disina tastiklari zaman siddet kullanmalari halinde ortaya çikar. Yani, siddetin kullanilmadigi gayrimesru durumlar, örnegin sirf yolsuzluk yapilmasi durumlari buna girmez.
2) Derin Devlet mensubunun devlet temsilcisi olmasi veya kendini su veya bu biçimde devletle baglantili kilan bir pozisyonda olmasi gerekir. Yani devlet baglantisinin olmadigi durumlar, örnegin bir özel güvenlik sirketi mensubunun gayrimesru siddet kullanmasi Derin Devlet kavramina girmez.
3) Siddeti mesruluk disi kullanan devletle iliskili kisilerin kaç kisi oldugu önemli degildir; bir de olur birkaç da olur. Önemli olan, belli bir plan dahili çalismadir. Örnegin, bir veya birkaç polisin iskence uygulamasi Derin Devlet kavramina girmez. Ama bir tek polis tek basina belli bir gayrimesru planin parçasi olarak iskence yaparsa, bu Derin Devlet’e girer.

Iste, Derin Devlet kavraminin kimileri için bulanik olusu da buralardan geliyor. Bu kavramin illa belli bir örgüt semasinin bulunmasi gerekmez. Ilgili kisi zaman zaman mesruluk içinde, zaman zaman mesruluk disinda olabilir. Birinci durumda Devlet memurudur, ikinci durumda Derin Devlet mensubu. Bu kadar basit. Basit oldugu için de mücadelesi zor.
Bendenizden simdilik bu kadar. Tartismak için yeterli malzeme sayilabilir. Düsünmeye hep birlikte devam edelim.


asla_asla_deme 14 Haziran 2008 15:15

Ergenekon
 
Ergenekon, siyasi amaçlarına ulaşmak için yasadışı yollara başvuran aşırı milliyetçi örgüt. Derin devlet veya Türkiye Cumhuriyeti içinde devlet adına hareket ettiğini iddia eden bazı otoriteler tarafından kurulduğu ve yönetildiği öne sürülmektedir.

Örgütün tarihçesi
Avrupa'da II. Dünya Savaşı'ndan sonra muhaliflerin (o dönem komünistlerin) iktidara gelmesini önlemek için kurulan "Gladio" adlı kontrgerilla örgütünün Türkiye'deki uzantısına siyasi literatürde Kontrgerilla denilmektedir

NATO'nun Özel Harp talimnamelerine göre, üye ülkelerde kurulan NATO birimleri Türkiye'de önce Seferberlik Tedkik Kurulu adıyla örgütlenmiş sonra doğrudan Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı Özel Harp Dairesi çatısı altında ve bunun sivil uzantısı olarak faaliyet yürütmüştürDanıştay'a yönelik saldırı sonrasında çıkan ilişkiler ağıyla gündeme gelen "devlet yanlısı çete" yapılanmasının, uzun süredir Türkiye'de faaliyet gösterdiği ve devleti korumak amacıyla siyasi suikasttan naylon terör örgütü kurmaya" kadar birçok illegal eylemi onayladığı ortaya çıkmıştır.
Deniz Kuvvetlerinden ayrılma araştırmacı-yazar Erol Mütercimler, ilk kez 1980'de örgütün varlığından haberdar olduğunu dile getirmiştir.

Örgütlenme yapısı
12 Kasım 1996 tarihinde Anavatan Partisi Genel Baskani Mesut Yılmaz'ın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e verdigi, Cumhurbaşkanı tarafından da gereğinin tetkik ve tahkiki için Başbakan Necmettin Erbakan'a verilen mektupta;

``Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde Özel Harekat Dairesinin bulunduğu alınan duyumlara göre bu dairenin bazı elemanlarının uyuşturucu, kumarhane, haraç ve adam öldürülmesi gibi işlere karıştığı, son olay da bunun vehim olmadığını sanıldığından da kötü oldugunu gösterdiğini, Ömer Lütfi Topal'ı öldürenlerin itiraflarinin fevkalade enteresan oldugunu, bu kişiler suçu itiraf ettikleri halde Ankara'ya celb edilerek hâlen serbest gezdiklerini, İstanbul Emniyet Müdürlüğünde her türlü dökümanın hazır olduğunu, aşiret reisinin Devleti kullandığını, Devlette görevli bazı kişilerin Özel Harekat Dairesi Baskanı İbrahim Şahin'den talimat aldıkları ve bunun İçisleri Bakanı dahil bir takım yüksek yerlerin bilgisi dahilinde olduğunu, Devletin emrinde çalışan ve suça karışan 100-120 kadar kişi olduğunu, bu işin Devlet çapında soruşturulması gerektiğini, bu işe seyirci kalınır ise Demokrasinin işleyebileceğinden şüphe duyulacağını, bunların meydana çıkarılması hâlinde de Devletin zarar göreceğinden endişe ettiğini, normal Devlet mekanizmasına güvenin olmadığını, Devlet Denetleme Kurulu'nun böyle bir şeyi üstlenebileceğini... iddia etmiştir.

İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek Susurluk Komisyonuna gönderdiği 9 Aralık 1996 tarihli yazısının ekindeki (4) sahifelik Genel Çerçeve başlıklı yazısı, TBMM Başkanlığına yazılmış (15) sahifelik Mehmet Ağar ve Tansu Çiller hakkında suç duyurusu olduğunu iddia ettiği dilekçesi ve diğer eklerden olusan toplam 183 sayfalık metin, 2 adet fotoğraf ve 40 sahifelik gazete küpürlerinin ve 26 Aralık 1996 tarihinde Komisyona sunduğu dilekçesi ve eklerinin incelenmesinde;

DYP Genel Başkanı, İstanbul Milletvekili Tansu Çiller'in başta MİT, Emniyet, Jitem, Özel Kuvvetler Komutanlığı gibi devlet kurumlarının görevlileri olmak üzere mafya diye nitelenen bazı suç örgütlerinde yer almış kişilerden oluşan özel bir suç örgütünün kurulmasını azmettirdiği, bu örgütü eline geçirdigi, devlet olanakları ile beslediği, himaye edip, yönlendirdiği, bu örgütün ABD'nin CIA ve İsrail'in MOSSAD İstihbarat Örgütleriyle bağlantılı olduğu ve örgütün mensupları arasında Özel Büro diye anıldığı, Çillerin Özel Örgütü nün hâlen bir tanıtım ajansi biçiminde faaliyet yürüttüğü; çok geniş bir coğrafyayı hedef aldığı; İstanbul, Ankara, İzmir, Washington ve Tel Aviv'de büroları olduğu, Türk Silâhlı Kuvvetleri, Ülkücü Mafya, Emniyet Teşkilatı, Uyuşturucu silâh ve nükleer madde mafyası ve MİT içerisinde uzantıları olduğu ve toplam (700) kişiden oluştuğunu, başında (özellikle kendisinin yayınladığı Aydınlık isimli dergi) yer alan haber ve yorumlara dayandırarak iddia etmektedir. Bu iddiaya göre; örgütün lider kadrosu DYP Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili Tansu Çiller ve eşi Özer Çiller, Elazığ Milletvekili Mehmet Ağar, MİT Müsteşar Yardımcısı ve Kontr-Terör Daire Başkanı Mehmet Eymür, Emniyet Genel Müdürlüğü Müşaviri Emekli Yarbay Korkut Eken, Özel Harekât Dairesi Başkanı İbrahim Şahin, Ülkücü Mafya Şeflerinden Abdullah Çatlı ve Alaattin Çakıcı'dan meydana geldiği ileri sürülmektedir.

İddiaya göre; örgütün Emniyet içindeki uzantısının başında Mehmet Ağar yer almakta, örgütü onun müşaviri olan Korkut Eken ``sevk ve idare etmektedir. Yine iddiaya göre;

Örgütün MİT içindeki uzantısının başında ise; Kontr Terör Daire Başkanı Mehmet Eymür ve Tolga Atik yer almaktadır

İşçi Partisi Genel Sekreteri Vekili Av. Mehmet Cengiz Sabah Gazetesi'nin İşçi Partisi ile Ergenekon arasında asılsız bağlar kuduğu gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu.

Örgütün diğer bağlantıları
Örgüt karargahının ve kasasının Türk Ortodoks Patrikhanesi olduğu iddia edilmiştir.
Operasyonlarda gözaltına alınanlar
* Muzaffer Tekin
* Veli Küçük, Em. Tuğgeneral
* Ergün Poyraz, Araştırmacı yazar
* Oktay Yıldırım
* Ümit Oğuztan
* Bekir Öztürk
* Zekeriya Öztürk
* Taner Ünal
* Kemal Kerinçsiz, Avukat
* Fuat Turgut
* Sevgi Erenerol, Türk Ortodoks Kilisesi sözcüsü
* Fikri Karadağ
* Hüseyin Görüm
* Alparslan Arslan
* Fikret Emek
* Semih Günaltay
* Sedat Peker
* Güler Kömürcü, Gazeteci yazar
* Sami Hoştan
* Ali Yasak
* Doğu Perinçek, Hukuk Doktoru, İşçi Partisi Gn. Bşk.
* [Adnan Akfırat , Gazeteci Yazar araştırmacı]
* İlhan Selçuk, Gazeteci yazar
* Serhan Bolluk Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
* Ferit İlsever Ulusal Kanal Genel Yayın Yönetmeni
* Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu
* Emin Gürses, Öğretim görevlisi Doç. Dr.
* Vedat Yenerer, Gazeteci yazar
* Nusret Senem, Ankara Barosu Avukatı, İşçi Partisi Gn. Bşk. Yrd.


nigra 22 Temmuz 2008 11:47

Kuantum Fiziğine Karşı Yeni Dünya Düzeni
 
Birinci Aydınlanma Çağı’na hakim olan “atomistik” kâinat/dünya görüşü, “bütün’ün anlaşılabilmesi için parçalara bölünmesi ve parçaların arasındaki ilişkinin saptanması gerektiği” şeklindeydi. İkinci Aydınlanma Çağı’nın “bütüncü” kâinat/dünya görüşü ise, “bütün’ün parçalarının toplamından daha büyük” olduğu savından yola çıkıyor ve oluşumların ya da sistemlerin doğasını anlamak için tümüne bakılması gerektiğini söylüyor. Bütüncü düşüncenin desteklerinden birisi, kuantum mekaniğinin “Potinbağ Teoremi.” Potinbağ Teoremi, ne kadar bölünürse bölünsün, maddenin temel olarak nitelendirebileceğimiz bir parçasının olmadığını, hiçbir parçanın diğerlerinden daha vazgeçilmez olmadığını, “bütün”ün birbirleriyle örülü olayların devingen ağı olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor.

Potinbağ Teoremi’nin toplumsal yaşamdaki telmihi, “üstün ırk”, “üstün ulus” vb. kavramlarının yüceltilme nedenlerinin bilimsel değil, “politik” olmaları. Ve tabii, “en zeki”, “en çalışkan” vb. gibi kavramların da öyle. Bu çerçevede, toplumsal örgütlenmenin “üstünler”in dorukta yer aldığı piramitler, koniler yerine herkesin merkezden eşit mesafede durduğu daireler ve küreler olması gereği konuşuluyor. Potinbağ Teoremi doğrultusunda “madde”yi, yeryüzündeki yaşamın bütünü olarak yorumlamamız halinde, sadece insan ırklarının değil, milletlerin değil, tüm canlı türlerinin birbirlerinin yaşamlarıyla örülü birlikteliklerini gözetmek durumundayız. Hiçbir ulusun yaşam biçiminin diğerininkinden daha temel, dolayısıyla daha vazgeçilmez, dolayısıyla daha “üstün” olmadığını teslim etmek durumundayız.

21. yüzyılda kendinden giderek daha çok söz ettirecek olan “küreselleşme” eğiliminin temel entelektüel dayanaklarından birisini bu teoremde buluyoruz. Ne var ki, teori pratikten farklı ve her ne kadar “küreselleşme” ve “Yeni Dünya Düzeni” eşanlamlı oluşumlar olarak sunuluyorsa da, günümüzde oturtulmak istenen düzenin “bütüncü” düşünceye ters düştüğünün işaretleri ihmal edilemeyecek kadar çok. Bu işaretlerin başta geleni de, “dünya devleti” düşüncesi. “Dünya devleti”nin temellerinin daha 1877 yılında, John D. Rockefeller, John P. Morgan, Andrew Carnegie, Mayer A. Rothschild ve Cecil Rhodes beşlisi tarafından atıldığı iddia ediliyor.

John D. Rockefeller, petrol imparatoru, ünlü Standard Oil Tröst’ün sahibi, 1890’lı yıllarda Birleşik Devletler petrol endüstrisinin yüzde yetmiş beşi kendisine ait. Ayrıca demir madenleri, ormanları, imalat sanayiinde ve ulaşım sektöründe büyük iştirakleri var. Yaklaşık 150 yıllık bir “Rockefeller hanedanı”ndan bahsediliyor, servetlerinin 1–2 trilyon dolar olduğu hesap ediliyor. John P. Morgan, uluslararası banker ve gezegenimizin ilk milyar dolarlık (1901 yılı itibarıyla) endüstrisinin, U.S. Steel’in sahibi, “Amerika’yı Amerikan yapan adam” diye bilinen kişi. Andrew Carnegie, 1890’da İngiltere toplamından daha fazla çelik üreten Carnegie Çelik’in sahibi, ayrıca kömür ve demir madenleri, ticaret gemileri ve demiryolları var. Mayer Rothschild, ünlü Rothschild Hanedanı’nın kurucusu banker –Rockefeller’den daha zengin– 2000’li yılların başındaki servetlerinin 3 trilyon dolar olduğundan bahsediliyor. Ve Cecil Rhodes, ünlü elmas imparatoru. Güney Afrika elmas tarlalarını işleten, Güney Afrika’yı İngiltere adına fetheden adam. Rhodesia, adını onun soyadından alıyor. Ayrıca apartheid/ırk ayrımının mucidi.

Bu beş adamın akıl hocaları, Oxford Üniversitesi profesörlerinden John Ruskin. 1877’de “Yuvarlak Masa” adındaki gizli cemiyeti kuruyorlar. Amaçları: İngilizce konuşan dünyayı bir oligarşik federasyon halinde birleştirmek. Büyük Britanya İmparatorluğu’nu siyasi, ekonomik ve kültürel olarak yeniden yapılandırmak suretiyle, oligarşik dünya federasyonuna giden yolu açmak. Otuz yıl sonra, 1908 yılına gelindiğinde, ‘Yuvarlak Masa’yı çokuluslu, Anglo–sever bir yarı açık cemiyet olarak görüyoruz.

Bilderberg Grubu, 1954’te Avrupalı Rothschild hanedanı öncülüğünde kuruluyor, Amerikalı rakibi, Rockefeller hanedanı tarafından destekleniyor, ev sahipliğini eski SS–Nazi Hollanda Kralı Bernhard yapıyor. “Bilderberg” kralın sahip olduğu otelin adı. Bilderberg’ciler, 1954’ten itibaren her yıl dünyanın değişik şehirlerinde toplanıyorlar. Gündem gizli, katılanlar gizli, meğer ki patron olsunlar gazeteciler Bilderberg toplantılarına alınmıyorlar. Hatta, ABD ve Avrupa devletlerinin gizli teşkilatları, toplantıların yapıldıkları otellere gazetecileri sokmamak için olağanüstü önlemler alıyorlar. İçeri sızmayı başarabilen birkaç muhabirin feci şekilde tartaklandığı, tutuklandığı biliniyor.

Bilderberg’cilerin amaçlarının dünyayı sıkıca koordine edilmiş küçük, seçkin bir uluslar–ötesi bankerler ve sanayicilerden oluşmuş, entelijensiya destekli oligarşinin eline teslim etmek olduğu söyleniyor. Avrupa Birliği’nin Avrupa kıtası için yaptığını dünya için yapmak ve bir Dünya Devleti kurmak istiyorlar. David Rockefeller’in farklı zamanlarda farklı yerlerde (bu arada 1999 yılı Şubat’ında Newsweek International dergisine verdiği bir mülâkatta) “Hükümetlerin yerini alacak birileri olmalı ve bana öyle görünüyor ki, bunu da en iyi şirketler yaparlar...” demekten çekinmemiş olmasına işaret ediliyor ve yaygın söylemin aksine karşı çıkılmadığı takdirde önümüzdeki asırlarda dünyanın “yeni feodal lordlar”ın boyunduruğu altına gireceği hakkında uyarı yapılıyor. Uyaranlar, Yeni Dünya Düzeni muhalifleri.

Muhalifler, Yeni Dünya Düzeni’nin anlamının, dünyanın siyasi ve yasal hüviyetini tümüyle değiştirmek, ulus–devletlerin tarihi rollerini ortadan kaldırmak, kontrolü uluslar–ötesi tröstlere devretmek suretiyle millet kavramını ortadan kaldırarak, idareyi İngilizce konuşan Anglo–sever bir oligarşiye teslim etmek olduğundan eminler. Yarı şaka ileri sürdükleri bir iddiaları da Birleşmiş Milletler teşkilatının bundan böyle “Birleşmiş Tröstler Teşkilatı” olarak isim değiştireceği şeklinde. Bilderberg toplantılarına katılanların isimlerinin saklı tutulması, görüşmelerin basına kapalı olması, dünya ekonomisine ve siyasetine dair kararların kapalı kapılar ardında alınmasını ülkelerinin anayasalarının en galiz ihlâli şeklinde algılıyorlar. Ulusal politikacılarının, özgür iradeleriyle seçtikleri vekillerinin etkisizleştirilmesine tepki gösteriyorlar. Amerikan başkanlarından, Dünya Bankası guvernorlarına, diğer ülkelerin başbakanlarına varıncaya kadar, dünyanın kaderini etkileyen eşhasın kapalı kapılar ardında saptanmasına şiddetle karşı çıkıyorlar. Dünya basın devlerinin Bilderberg’cilerle işbirliği içinde oldukları gerekçesiyle, seslerini ya bağımsız basın aracılığı ile ya da internet üzerinden duyuruyorlar. Zaman zaman da, Seattle’da, New York’ta olduğu gibi gösterilerine de şahit oluyoruz.

“Yuvarlak Masa” cemiyetinin bir diğer uzantısının “Roma Kulübü” olduğu söyleniyor. Roma Kulübü, 1968’de kuruluyor. Kendilerine “özel think–tank” nitelemesini yakıştırıyorlar. İlân edilmiş amaçları, barışı desteklemek, insanların ‘tehlikeli’ uçlara, kısır milliyetçiliğe ve sınıf çatışmalarına yönelmelerini önlemek.” Roma Kulübü’nün güçlü adamı, SGI’nin başkanı, Daisaku İkeda, “İnsan ırkının sesi ve zekâsı... İnsanlığın yolunu aydınlatan bir deniz feneri, tüm dünyaya umut saçacak olan ışık...” olduklarından bahsediyor. SGI, “Soka Gakkai International”ın kısaltılmışı; Japon kökenli, Nichiren Daishonin Budist tarikatının uluslararası örgütü. Muhalifleri, Roma Kulübü’nün, kurulacak dünya devletinin resmi dinini oluşturduğunu söylüyorlar. Çokça Hıristiyanlık, biraz Budizm bir dinden bahsediliyor.

“Yeni Feodal Lordlar”ın ne denli güçlü olduklarını, ulusların kimliklerini kaybetmemek için ne denli direnebileceklerini kuşkusuz zaman gösterecek. Ancak, Yeni Dünya Düzeni, muhaliflerinin iddia ettikleri gibi “yeni bir toplumsal mühendislik projesi” ise, ki öyle görünüyor, ulusların işlerinin zor olduğunu kabul etmemiz lâzım. Bir yandan “İkinci Aydınlanma Çağı”nın reddettiği “tek doğru” anlayışı, öte yandan finans oligarşisi, bir arada yaşayamayacak oluşumlar gibi görünüyorlar. Nitekim, daha bugünden Birleşik Amerika’da iki bin beş yüz muhalif “kült”ün varlığından bahsediliyor.



Saat: 18:58

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık