MsXLabs

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Edebiyat (https://www.msxlabs.org/forum/edebiyat/)
-   -   Kitap Severler / E-book (ebook) / E-kitap (ekitap) (https://www.msxlabs.org/forum/edebiyat/232-kitap-severler-e-book-ebook-e-kitap-ekitap.html)

hikmett 15 Mayıs 2012 09:07

Cennetin Doğusu - John Steinbeck
 
İki üvey kardeşlerden birinin çiftliğini terketmeyip, birinin Salinas vadisine gitmesi ve oraya gitmeden önce bir çok kişinin ölümüne neden olan bir kadının kendi evlerine gelip, orada iki kardeşi de ayartıp, biri ile evlenerek, çiftlikten ayrılmasını ve gittkleri yerde doğum yapan kadının eşini ve çocuklarını terkedip şehre yerleşmesini, şehirde bir genel eve sahip olup, çocuklarının ve eşinin üstünde nasıl etkiler bıraktığını acı bir şekilde anlatıyor kitap.

Okuyucu bu kitabı okurken zaman zaman öfkeye kapılıp, kitabı bir kenara bırakma isteği duyarken, zaman zaman da kendini o iki çocuğun ve babanın yerine koyarak düşünmesine neden oluyor.


Kötülüğün sınırının olmadığını bu kitabı okuyanlar görürken, iyiliğin ve güzel düşünmenin de bir çok olumsuzlukları yok ettiğini görecek.


Kesinlikle okunması gereken bir kitap


bekirr 21 Mayıs 2012 15:43

BİLİNMEYEN HİTLER

Yazar: Aytunç ALTINDAL


BÜYÜKANNENİN GÜNAHI
" Bu insanlar benim gerçek kimliğimi hiçbir zaman öğrenmemelidirler. Benim nereden geldiğimi ve aile geçmişimi hiçbir zaman bilmemelidirler. "

Adolf HİTLER, 1930
5 Kasım 1937'de Almanya'nın Führer'i Adolf Hitler gizli bir savaş konseyi topladı. Bu "En üst düzeyde Gizli" toplantıya dışişleri bakanı Baron Konstantin von nurath, Savaş Bakanı General Wernal Von Blonberg, Genel Kurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı Frreiherr Wernel Von Fritsh, Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Erich Raeder ve Hava Kuvvetleri Komutanı Hermann Göring katıldılar. Hitler Almanya'nın ve Avrupa'nın geleceği ile ilgili gerçek düşüncelerini işte ilk kez bu gizli toplantı sırasında açıkça dile getirdi.
Gözlerini sessizce kendisini dinleyen Generallerin yüzlerinde gezdirdi. Hitler kendisi ile kolay çalışabilecek bir insan değildi. Her an duygularını önceden tahmin edilemeyecek bir öfke ve/veya coşku ile açığa vurulabilir ve isteklerini bir an önce yerine getirilmesi için çevresine baskı uygulayabilirdi.
Hitler bir süre suskun kaldı; sonra ondan beklenmeyecek kadar alçak fakat keskin kararlılık gösteren bir sesle sözlerini sürdürdü:
Bütün iktisadi ve toplumsal zorluklar, ırksal tehditler ve tehlikeler toprak yetersizliğinin üstesinden gelinmek sureti ile çözümlenebilir. Almanya'nın geleceği işte buna bağlıdır... Bu toprak eksikliğini gidermenin yolu Avusturyanın ve Çekoslavakya'nın Almanya tarafından en kısa zamanda ilhak edilmesinden geçmektedir. Almanya'nın toprak eksikliği sorununu çözümlemesi için güç kullanması tek çıkar yoldur. "
Hitlerin açıklamaları toplantıdaki generallerin üzerinde soğuk duş etkisi yaratmıştı. Bu sözler "Vasiyet" olmaktan çok bir ultimatomu çağrıştırıyordu. Generaller şaşkınlıktan dillerini yutmuş gibi oturuyorlardı. Acaba Führer durup dururken Almanca konuşan ve onun gibi katolik inanca sahip komşu Avusturya'yı ve hiçbir askeri tehdit değeri olmayan Çekoslavakya'yı niçin işgal etmek istiyordu? Üstelik Avusturya onun ana vatanı idi.
Tarihçe Sir Alon Bullock şöyle yazmıştı: "Hitler kendiside Avusturyalı olduğu için Almanlık ruhuna sahip bu iki ulusu birleştirmek arzusundaydı. Eğer 1934'te İtalya'nın faşist diktatörü Mussolini karşı çıkmasaydı, belkide ilhak o zaman gerçekleşecekti. Ne var ki o dönemde Mussolini zayıf ve korumasız Avusturya'nın üstünde hak iddia etti. 1935'te Hitler Avusturya'da Nazi birlikleri oluşturmaya başladı ve Almanya'yı yeniden silahlandırabilmek için zaman kazanmaya başladı. İki yıl içinde Bavyeradan gönderilen Naziler, Avusturya'da gizli birlikler kurdular, bu arada Hitler Alman basınında Avusturya'da ki Nazi faaliyetleri ile ilgili yazı, haber ve fotoğraf yayınlanmasını yasakladı. Avusturya'lı nazilere kendisinden gelecek emre kadar kimliklerini gizlemelerini emretti. "
Bu gizli toplantıdan yaklaşık 3 ay sonra, 4 Şubat 1938'te Hitler o ünlü beklenmedik kararlarından birini yürürlüğe soktu ve aynı gün Genel Kurmay Başkanı ile ona bağlı 14 Generali topluca görevlerinden uzaklaştırdı. Görevlerinden alınan Generaller Hitler'in Avusturya'lı Nazileri kullanarak seçimle iş başına gelmiş Hükümeti darbe yolu ile devrilmesine karşı çıkmışlardı. Bu darbeyi Avrupa'ya hükmeden İngiltere'nin, Fransa'nın ve Rusya'nın olumlu karşılamayacaklarını düşünüyorlardı.
4 Şubat günü Hitler planlarını sadakatla uygulayacak 15 yeni komutanı boşalan koltuklara oturtmuştu bile. Aradan bir ay kadar zaman geçmişti ki, 11 Mart Cuma sabahı saat:05.30'da Avusturya devletinin Şansölyesi Dr.Kurt Schuschnigg yatağının baş ucunda çalan telefonla uyandı. Telefonda Avusturya Polis ve Güvenlik Örgütünün başı Dr.Skubl vardı.
" Almanlar Sarzburg'daki gümrük kapısını tek taraflı olarak kapattılar. İki ülke arasındaki tren seferleri durduruldu. Alman birlikleri sınırlarımızda yığınak yapıyorlar. "
Ertesi gün 12 Mart 1938'te Alman birlikleri ellerindeki Pagan inançları simgesi "Toprağa ve kana tapınmayı" sembolize eden gamalı haçlı bayraklarıyla
Avusturya sınırını geçerek Ülkeyi işgale başladılar. İlginçdirki Hitler, Atalarının ve kendisinin eski vatanının işgaline, yeni vatanının ordularıyla ilkin kendi doğum yeri olan sınır kasabası Braunau am İnn'den geçerek başlamaları komutunu vermişti.
13 Mart günü Avusturya'nın işgali tamamlanmıştı ve hızla kimliklerini açıklayan Avusturya'lı naziler Führerr'lerini çılgınca alkışlayarak buyur etmişlerdi. Hitler
Avusturya'da imparator gibi karşılandı ve Leonding'de ki aile kabristanına giderek Annesinin ve Babasının mezarlarına çelenkler koydu.
Roman-Katolik takvimine göre 13 Mart Bitniyalı kutsal şehitler günüydü ve tüm kiliselerde yas vardı. Bu şehitler kiliselerini ve hristiyanlığı korumak istedikleri için Pagan askerlerce öldürülmüşlerdi.
Avusturya'nın şansöliyesi Dr. Schuschnigg Avrupa siyaset sahnesinde beyefendi, devlet adamı olarak tanınmıştı. Sofuluğa varacak kadar dindar bir katolikti. Polis şefinden gelen telefondan sonra doğruca kiliseye gitmiş ve daima dua ettiği “Our Lady of Perpetual Sucor” adlı Azize’nin heykeli önünde diz çökmüştü
Güzel Azize Şansölyeye büyük bir merhametle bakmış fakat ikisi Nazi dörü asker altı Alman tarafından makamından yaka paça indirilerek daha sonra çok ünlenecek olan daçhau toplama kampına atılmasını engelleyememişti.
Hitlerin Avusturya'yı ilhakından üç hafta kadar önce 1920'lerden beri Almanya'da görev yapan Amerika'lı kadın gazeteci Dorothy Teompson, 18 Şubat 1938'te ilginç bir makale yazmıştı:

Almanya niçin Avusturya'yı işgal etmek istiyor, doğal kaynakları için istiyor? Doğal kaynakları için deseniz, Avusturya'nın hiçbir ham maddesi yok, yoksul ve çok ciddi sorunları olan bir ülke, Avusturya bu hali ile Almanya'nın sırtına yük olur ve gelişmesini engeller, nedir ki, eğer Çekoslavakya işgal edilecekse önemli bir sıçrama noktasıdır. O durumda Çekoslavakya sarılmış olacaktır. Birkaç adım ötede ki Macaristanın zengin tarım alanları ve Romanya'nın petrol yatakları artık Alman ordularına direnemeyeceklerdir. "
Dorothy Teompson'ın, öngörüsü doğruydu. Hitlerin esas hedefi de Macaristan ve Romanya'ydı. Ancak Hitler hiçbir zaman tek taşla tek kuş vurmamıştı. Nitekim bir gün Avusturya ile ilgili olarak ta şeytanca bir gizli planı vardı ve bunu hiç kimse tahmin edememişti.
Ertesi yıl aynı günde, 13 Mart 1939'ta Bittniyalı kutsal şehitler gününde Adorff Hitler'in Pagan orduları ellerindeki gamalı haçlı bayrakları ile yıldırım savaşı (Blitskriek) taktiğini uygulayarak bu kez Çekoslavakya'yı işgal ettiler. 15 Mart'ta Çekler yenilgiyi kabul ettiler.

Hitler çok neşeli bir günündeydi. Sekreterlerini yanına çağırdı: "Hadi bakalım kızlar bana birer öpücük verin, bu benim hayatımdaki en güzel gündür, bugünden sonra tarihe en büyük Alman olarak geçeceğim."
Sekreterleri Hitleri öpücüğe boydu, gariptirki hitler kendisine dokunulmasından hele öpülmekten ve kucaklanmaktan hiç hoşlanmazdı. Kendisi ile görüşmeye gelen devlet başkanları ile bile zorla el sıkışır, sonra en az üç metre mesafe uzakta durarak konuşurdu. Hitlerin bu garip davranışı onun kokulara karşı aşırı bir duyarlılığı olduğu varsayımına bağlanmıştı. Ama o gün anlaşılan kendi "Vasiyetini" kendisi yerine getirdiği için çok mutlu olmuştu.
Bu iki işgal Hitlerin adını bütün dünyaya duyurdu. Gözü kara bir Nazi, Almanya'nın yeni tanrısını o günlerde şu sözlerle tanımlamıştı "Hitler bizim gözümüzde sadece 12 inançsız havarisi olan o bildik tanrıdan (İSA) çok daha yüce bir tanrı idi.
Gerçekten de Hitlerin şöhreti dünyaya yayılmıştı. Fotoğrafları dünya basınında artık birinci sayfalarda yer alıyordu. Oysa hitlerin geçmişte fotoğraf çektirme konusunda da çok yadırganan bir davranışı olmuştu. 1920-1930 yılları arasında Hitler hiçbir gazeteciye fotoğraf çektirmemiş ve görüntüsünün basında yer almasına izin vermemişti. Almanya'da herkes onu konuşuyordu, yazılarını okuyordu, nutuklarını dinliyordu. Ama gazetelerin fotoğraflarını basması yasaktı, Amerika'lı ünlü gazeteci William Shirer'ın ve yazar Ernest HEMİNGWAY'in dediklerine göre o yıllarda Hitlerin bir fotoğrafını elde edebilmek için neredeyse bir servet ödemek gerekiyordu. Avrupa'da adından en çok söz edilen siyasetçinin tek karelik fotoğrafının çekilmesine bile Naziler Führer'in emri ile engel olabilmişlerdi!
Avusturya'nın işgalinde iki ay sonra, Mayıs 1938'te Dünya bu işgali iki alman ülkesinin doğal birleşmesi şeklinde yorumlamış ve unutmuştu. Mayıs ayının ortalarında Avusturya'daki 17.nci Askeri bölge komutanı General Knittersched doğrudan doğruya Hitlerden gelen gizli bir emir aldı, buna göre Döllersheim adlı kırsal ve ormanlık köy alanının askeri manevralar için talim alanı olarak açılması isteniyordu.
İki ay sonra Temmuz 1938'te bu kezde Avusturya tapu kadastro müdürü benzer şekilde doğrudan Hitlerden gelen bir emir aldı, Müdürden en kısa sürede Döllersheim'in ve çevresinin tüm kayıtlarını toplaması isteniyordu. Emire göre Döllersheim tank talim alanı olarak seçilmişti, 1938 yılının başında bir sabah kimsenin bilmediği adı duyulmamış, yoksul Döllersheim köyünün sakinleri yataklarından kaldırıldılar. Köylüler önce köyün meydanında toplandılar. Sonrada yanlarında taşıyabilecekleri eşyaları alıp az ötedeki Çekoslavakya'ya göç etmeleri istendi. Öğleden sonra köye giren Alman tankları köyün okulundan başlayarak kilisesine ve mezarlığına kadar ne kadar yapı varsa tamamını yerle bir ettiler. Mezar taşları bile parçalanmaktan kurtulamamıştı. Yoksul Döllersheim hitlerin emri ile haritadan silinmişti.
Sonra ki yıllarda naziler böyle küçük köylerle yetinmeyip, koskoca kentleri de tankları ile dümdüz ettiler, haritadan sildiler.İkinci dünya savaşı süresince Almanların saldırganlığı o denli vahşice olmuşdu ki hiç kimse yoksul Döllersheim ise yaklaşık 25 yıl sonra tarihçilerin dikkatini çekebildi. Hitlerin acaba küçük Döllersheim köyü niçin yerle bir ettirmiştir? Eldeki belgelere göre yıkılan köyde tank talimi hiç yapılmamıştır. Kaldı ki bu tür askeri manevra ve talimler için Avusturya'nın sayısız boş alanı vardı, yeni alan açmaya hiç gerek yoktu. Üstelik Hitler Döllersheim'dan başka hiçbir Avusturya köyüne dokunmamış, tam tersine onları mali ve teknik destek sağlayarak kalkındırmıştı. Köyde nazilerin geleneksel düşmanları olan komünist, çingene ve yahudide yoktu, kendi halinde tamamı katolik bir köydü Döllersheim.
Öyle ise niçin haritadan silinmişti?
1971'te ünlü Alman tarihçi Wernel Maser, Döllersheim köyü ile ilgili bomba gibi patlayan bir açıklama yaptı. Maser'e göre Döllersheim hitler tarafından hiçbir zaman tank talim alanı olarak seçilmemiş dolayısıylada yerle bir edilmemişti! Maser'in dediğine göre Döllersheim gerçekten 1945'te Almanya içlerine doğru ilerleyen Stalin'in kızıl ordusu tarafından haritadan silinmişti. Döllersheim evleri, okulu, kilisesi ve mezarlığı ile yıktırıp yok eden Hitler değil bizzat Stalin'dir. Hiç kimsenin bilmediği ve önemsemediği bu köy Stalin tarafından yok edilmişti.
Maser'in açıklamaları üzerine, Döllersheim dünyanın ciddi gazeteleri tarafından ele alınmaya başlandı. Avusturya'da ki yoksul bir köy acaba niçin önce Hitler sonrada Stalin gibi iki acımasız diktatör tarafından haritadan silinmek istenmişti? Döllersheim'i esrarengiz yapan neydi? Gizli İstihbarat örgütleri, gazeteciler, araştırmacılar ve akademisyenler iki yıl süre ile görüşlerini bildirdiler. Sonun da Döllersheim'in sırrı çözüldü, küçük Döllersheim köyü Adorf Hitler'in babası Alois Hitler'in doğum kayıtlarının bulunduğu yerdi. Hitlerin babası belgelere bakılırsa bu köydeki kiliseye kayıtlıydı ve Hitler ailesinin geçmişi ile ilgili bir çok belgede burada saklanmaktaydı. Köy yıkılmadan önce bir SS Subayı gelerek tüm belgeleri toplamış ve bunları başkent Berlin'deki gizli bir devlet arşivinin kasasına taşımıştı.
Daha ilginci Hitlerin büyük annesi Maria Anna Schickelgrubel'de Döllersheim mezarlığında gömülüydü. Hitlerin emri ile mezarlık yok edilince büyük annesinin mezarıda sonsuza dek bulunmayacak şekilde ortadan kaldırılmıştı.
Hitlerin en kapsamlı biyografisini yazan G.L.Waite'in yazdığı gibi "Hitler Yok etmek için bu köyü rastlantı sonucu seçmiş değildi. Bilerek seçilmişti Döllersheim. "
Döllersheim'in esrarı çözülmüştü. Ama tarihçilerin kafalarını karıştıran bir çok soru yanıtsız kalmıştı. Bir insan hayatında hiç görmediği büyük annesinin mezarını acaba niçin barbarca yok ettirir? Büyük anne böylesine acımasızca cezalandırılmak için acaba nasıl bir günah işlemişti. Yoksa Hitlerin sonsuza dek bilinmesini istemediği bir sır mı vardı?
İkinci Dünya savaşının üzerinden yaklaşık 55 yıl geçti, tarihçiler hala kesin olarak Hitlerin ailesindeki "Kim Kimdir"'i çözebilmiş değiller. Almanya'nın yakın dönemindeki en ünlü tarih araştırmacısı Claus P.Fischer'in dediği gibi , "Bu konuda gerçeğe belki de hiçbir zaman ulaşılamayacaktır."
Avrupa'nın aile içi evliliklerin ve aile içi cinsel ilişkilerin en yaygın olduğu bu bölgesinde dahi Schickelgruber ailesi karmaşık aile içi ilişkileriyle olduğu kadar akıl hastalıkları ve bedensel bozukluklarıylada ünlenmişlerdir."

Robert Glwaite,
The Psychopathic God, 1977

Hitlerin esrarengiz aile geçmişi ile ilkel korku ve nefretini yansıtan Yahudi düşmanlığı dikkatlice incelenirse, onun ünlü devlet adamı Bissmarkch'ın, Hohenzonlern İmparatorları Kayzerlerin ve devlet başkanı General Hindenburg'un koltuğuna oturabilecek en son şahıs bile olmayacağı açıkça görülür. Ne var ki, Adolf Hitler bu koltuğa oturmuş ve bu koltuğa 12 yıl boyunca Alman halkı onda tanrısal ve ilahi bir güç bulunduğuna inanarak onun emirlerini tartışmadan yerine getirmeyi kabullenmişti. Adolf Hitler kendisini Führerr (Başbuğ) ilan ederek kendinden önce Almanya'nın başına geçmiş tüm devlet adamlarından daha fazla ünlenmiş, hepsinden daha fazla güce ve yetkiye sahip olmuş ve deyim yerinde ise Almanların yeni tanrısı olarak yüceltilmiştir.
Sadece Adolf Hitler değil, ilginçdir ki, belki de aynı "Alın Yazısı" nın bir oyunu olarak babası Alois'te kendi çapında tuhaf ve sır dolu bir yaşantının kahramanı olmuştur. Örneğin, Aloys Schickelgeruber'in nasıl olupta hiçbir yasal zorunluluğu yerine getirmeden 6 Haziran 1876 'da birden bire Döllersheim kilisesindeki doğum kayıt defterindeki adını Alois Hitler'e çevirebildiği hiçbir tarihçinin veya İstihbarat örgütünün çözemediği bir sır olarak günümüze kadar gelmiştir. Aloys bu işlemi yaptırmak için mevzuat gereği mahkeme kararı çıkartmak gibi yasal bir girişimde bulunmamıştı. Daha ilginci ad değişikliğini yapan Döllersheim kilisesinin yaşlı papazı Josef Zahnschirm'in yasalara göre bu değişikliği yapması için imza atması gerekirken atmamıştı. Hayrettir ki bütün bu eksikliklere rağmen ad değişikliği yasal sayılmıştı!
Benzer şekilde sadece İlkokul mezunu olan Aloys'un nasıl olupta 13 yaşında iken köyünden ayrılıp Viyana'ya yerleştiği ve iddialara göre hiç kimseden yardım görmeden hapsburg sarayının yönetimindeki imparator gümrükleri baş müfettişliğine yükselebildiği, Aloys'un hayatındaki halen çözümlenememiş sırlardan biridir.
Konu Hitlerin ailesine gelince tarihçiler ve araştırmacılar çaresiz kalmakta ve gerçek dünyadan koparak bir yalanlar ve yarı-gerçekli yalanlar alemine girerek bulanık sularda avlanmak zorunda kalmaktadırlar. Bu sular bizzat Adolf Hitler tarafından bulandırılmıştır ve onun verdiği bilgileri gerçek kabul ederek yola çıkanlar çoğunlukla ellerinin bomboş kaldığını gecikerekte olsa görmüşlerdir. Örneğin, Hitlerin babası Alois'in gümrük müfettişi olduğu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde kanıtlanmış bir gerçektir. Oysa, Adolf Hitler 21 Kasım 1921'de yazdığı bir mektupta babasının "Postacı" olduğunu altına imza atarak belirtmişti. Hitler on yıl kadar sonra da bir grup nazi bürokrata babasının yerel "Yargıç" olduğunu söylemişti. 22 Şubat 1933'te ailesinin ve kendisinin öz ve öz "Bavyeralı" olduklarını, 23 Eylül 1938'te de İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain'e ailesinin ve kendisinin Anglo-Sakson kökenli, yani saf kan İngiliz oldukları yalanını söylemişti.
"Benim ne düşündüğümü hiçbir zaman bilemeyeceksiniz" demişti. Hitler silah arkadaşı ve bir dönemin Genel Kurmay Başkanı General Ferans HOLDER'e "Çevresine hava atmak için benim aklımdan geçenleri bildiklerini yüksek sesle söyleyenlere ben hiç kimselere söylemediğim yalanları söylerim."
Hitlerin yalanları "Taktik" yalanlardı.
1930'a kadar basına fotoğraf çektirmekten kaçınan Adolf Hitler'in gerçek soyadının Schickelgruber olduğunu Nazi partisinin (NSDAP) üyeleri dahi bilmiyorlardı. Macar asıllı gazeteci, Hans HABE-sonra Amerikan İstihbarat elemanı olduğu-1932'de Adolf Hitler'in gerçek soyadının Schickelgruber olduğunu keşfedip yazınca Nazilerin boy hedefi haline geliverdi. Naziler öldürmek için Habe'yi aramaya başladılar, o da çareyi Amerika'ya kaçmakla buldu.
Habe'nin keşfi Almanya'da şaşırtıcı izler bıraktı, Hitler aile geçmişinin sorgulanmasından ciddi rahatsızlıklar duyuyordu, ailesi ile ilgili bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalar Hitler'i bir hayli yıpratmıştı. 1933 Şansölye seçilince yaptığı ilk iş ailesi ile ve özel hayatı ile ilgili soruşturmaların sürdürülmesini yasaklamak oldu.
Nazilerin Hitlerle ilgili çıkardıkları magazin haberlerinden biri de onun kadınlarla olan ilişkisine dairdi. Naziler Hitlerin özel hayatında kadına yer vermediğini ve papazlar gibi kadınsız yaşadığını yaymışlardı. Oysa hitlerin hayatına girdikleri bilinen belgelenmiş en az 6 kadın olmuştu. Daha ilginci bu 6 kadından 5'i yedi kez intihar girişiminde bulunmuş ve 3'ü hayatına son vermişti!
Adolf Hitlerin babası Aloys Schickelgruber'de (Babasız) doğmuş bir çocuktu. Babasının kim olduğu belli değildi. Annesi ise yazılanlara göre 41 yada 42 yaşında
bir kadındı. Adı Maria Anna Schickelgruber'di, Avrupa'nın bu bölgesinde aile içi evlilik çok yaygında ve yine çok sık olarak babası belli olmayan bebek doğumları yaşanırdı.
O yıllarda Avusturya'nın kırsal alanlarda doğan bebeklerin %40 kadarı evlilik dışı ilişkilerden peydahlanmışlardı.
Hiç kuşkusuz evlilik dışı çocuk doğumları sadece yoksul köylerin gerçekleştirdikleri bir günah değildi. Hapsburgların saraylarında da benzer bebek doğumlarıda sıkça yaşanmıştı.

Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Josef, Avrupa kraliyet ailelerinin en soylu ve güzel kadınlarından birisiyle evli olmasına rağmen tıpki kendi köylüleri gibi zaferler ve yenilgilerle dolu hayatından vakit bulup, demir yolu işletmesinde görevli bir memurunun Anna Nahowski adlı çok genç ve fettan karısı ile ilişki kurmuştu. Ayrıca o günlerin ünlü sanatçılarından Katerina Schratt'lada dostluğu vardı, Franz Josef'in oğlu veliaht prens Rudolf'ta, Prenses Stephanie ile evli olmasına rağmen 16 yaşındaki genç bir baronesi ayartarak kendisine metres tutmuştu.
yaşanmış olan bu yaygın evlilik dışı doğumlar konusu bazı kuşkuların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Halkın %40'ı arasında, hangi erkeğin hangi çocuğun babası olduğu kesin olarak bilinemediği gibi bazı durumlarda da hangi annenin hangi bebeğin gerçek annesi olduğu bilinemiyordu. Evlilik dışı ilişkilerde doğmuş bir çok bebek süt anne (Stievmutter) denilen kadınlara veriliyordu ve bir daha hiç aranıp sorulmuyorlardı. Bu süt anneler kayıtlara gerçek anneleri olarak geçiyorlardı. Bu durumda Maria anna Schickelgruber'in Aloys'un gerçek annesi olduğu kesin olarak öne sürülebilir miydi? Gerçi tersini kanıtlayabilmekte zordu ama yinede bazı ip uçları vardı,
Örneğin bir çok tarihçi aynı kaynaktan beslenen hatayı tekrarlayarak Hitlerin büyük annesi Maria Anna 40 yaşlarında iken doğduğu köyden ayrılarak Gras şehrine gittiğini ve burada hizmetçi olarak çalıştığını ve evin genç oğlu tarafından hamile bırakıldığını yazmışlardı. Üstelik onlara göre Gras'daki bu aile Frankenberger adlı bir yahudi ailesiydi ve Maria Anna'da bu Yahudi ailenin oğlu tarafından gebe bırakılmıştı. Dolayısıyla da Hitlerin babasıda bir yahudiydi.
Eksik araştırmadan kaynaklanan bu bilgi tümüyle geçersizdi. Şöyle ki 1965 sonrası ele geçen belgelere göre Maria Anna, Gras'a ömrü boyunca hiç gitmemişti. Nerde kaldı çalışması (!). Gras Polis kayıtlarında bu isime hiç rastlanmamıştı.
Gras şehrinin kayıtlarının gün ışığına çıkmasının Hitlerin ailesi ile ilgili kuşkuları daha da arttırdı. Maria anna, Gras'a gitmediğine ve bir Yahudi'den de hamile kalmadığına göre nerede ve kimden hamile kalmıştı? Kaldı ki , tüm hayatı yoksulluk ve zaruret içinde son derece yorucu ve yıpratıcı çiftçilik koşulları içinde geçmiş olan 42 yaşında bir kadının ilk kez hamile kalmak için epeyce gecikmiş bir bedensel yapıda olduğu da ortadaydı. Tarih araştırmacılarının bu konuya hiç değinmemiş olmaları da manidardı.
Başka sorularda vardır, Maria Anna Strones'de doğum yapmamış ve/fakat yanında çocuğu ile köyüne dönmüşse bu çocuğun onun çocuğu olduğunu kesin olarak nasıl saptanabilir? 42 yaşındaki hiç evlenmemiş bu köylü kadın kendisine emanet edilmiş bir bebekle köyüne dönmüş olamaz mıydı? Maria Anna'nın toplumda saygın yeri olan başka bir kadının evlilik dışı ilişkisinden doğma bebeğini büyütmekle görevlendirilmiş bir "süt anne" olmadığı nasıl bilinebilir ki.
Adolf Hitlerin karmaşık ruh halini ve nereden geldiğini anlayabilmek için, büyük annesi olduğu varsayılan ve fakat nedense mezarı torunu Adolf Hitler tarafından yerle bir edilerek yeryüzünden kaldırılan Maria Anna Schickelgruber'in yaşamındaki sırları çözmek gerekmektedir. Nedir ki, tarihçiler bu konuya da gereken ilgiyi göstermekten kaçınmışlardır.
Hitlerin ailesinde Yahudi kanı bulunduğuna dair iki yabancı gazetede yayın yapmıştı.
Hitler acaba, niçin büyük annesinin mezarını yok ettirmişti? Doğumundan kırk yıl önce ölmüş yoksul ve zavallı bir kadına duyduğu bu kin ve nefreti kaynağı neydi? Böylesine barbarca bir intikam için ortada akla uygun tek bir gerekçe vardı: Maria Anna Schickelgruber gerçekte babası Alois Hitler'i "Öz annesi " değildi, ona bakmakla ve büyütmekle görevli bir süt anneydi! Ve bu süt anne para karşılığında küçük Aloys'a 5 yaşına kadar bakmış evlendikten sonrada kocasının isteği ile "bir daha hiç görmemek" başka bir ailenin yanına terk edip gitmişti. Aloys'ta 13 yaşına gelince Yahudi aileden gelen ödemelerin sona ermesi ile birlikte bu ailenin yanından ayrılmış ve Viyana'ya göç etmiştir. Anlaşılan Adolf Hitler işte bunun, Maria Anna'nın kendisine emanet edilmiş çocuğu başkasına terk edip gitmesini hiçbir zaman affetmemişti. Kendi öz annesine Marezi bir düşkünlüğü hayranlığı olan Hitler'de beklenebilecek en doğal cezalandırma "Kötü Kadın" ve "Sadakatsız anne" Maria Anna'nın mezarını yeryüzünden sildirmek olurdu-ki o da bunu yapmıştı.
“Öğrenebileceğin kadar öğren, fakat kimliğini hiçbir zaman açıklama.”









bekirr 22 Mayıs 2012 13:43

TÜRK ALEVİLİĞİ
ANADOLU ALEVİLİĞİNİN KÜLTÜREL KÖKENİ


YAZAR: RIZA ZELYUT


KLASİK ALEVİLİK NEDİR?
Alevilik, genel anlamda; İslam dünyasında Hazreti Ali'nin tarafını tutan insanların dünya görüşüdür. Alevi sözü, başlangıçta
"Ali soyundan olanlar" anlamına gelirken, zamanla Ali yandaşı anlamını kazanmıştır. Ali yandaşı Arapça "Şiat-u Ali" demektir.
Bu terim Hazreti Ali ve İmam Hüseyin yandaşları için daha o dönemlerde kullanılmaya başlanmıştır. Zamanla "Şia" terimi yerleşmiştir.
İlahiyatta Alevi ise, Hz. Ali'nin imametini nas ile (Kur'an'a dayalı zorunlulukla) ve tayinle (peygamberin işareti ile) kabul eden insandır. Türkiye'de Ali yandaşları kendilerini "Şii" olarak değil, "Alevi" olarak anlatırlar.
Bugünkü anlamıyla örgütlü Şia, silahlı bir güç olarak 683 yılında Tevvebin Hareketi (Kerbela İntikamcıları) olarak ortaya çıkmıştır. Bunun çekirdeğini de Hz. Ali çevresinde birleşen sahabeler oluşturmuştur.
Aleviliğin tanımından da anlaşılacağı gibi, bu kavramın ortaya çıkması Hz. Ali dönemine değin uzanır. Alevilik, genel anlamda, İslamiyet içinde ortaya çıkan bir "yan tutma" olayıdır.
İslamiyet'in kuruluş mücadelesi Haşimoğulları ile Ümeyyeoğulları arasında bir egemenlik savaşı gibi yürütüldü. İslam tarihinin sonraki dönemlerinde de sürecek olan bu mücadele, iki akraba kabilenin kanlı savaşı haline geldi. Bu kavganın başlıca kişileri, aslında akrabadırlar. Haşim-oğullarının (Haşimiler) advericisi Haşim ile Ümeyyeoğullarının (Emeviler) atası Abduşems kardeştirler. Bunların babası Abdümenaf, dedeleri ise Kâbe’yi yeniden yaptıran Kusay'dır. Peygamberin babası Abdullah, Abdülmuttalib'in oğludur, o ise Haşim'in oğludur. Aynı biçimde Hazreti Ali, Ebu Talibin oğludur; Ebu Talib ise Abdülmuttalib'in oğludur.
Karşı kanadı oluşturan Ebu Süfyan, Muaviye'nin babasıdır. Ebu Süfyan, Harb'in oğludur; Harb ise kabileye ad veren Ümeyye'nin oğludur. Ümeyye'nin babası ise Abduşems olup Haşim ile kardeştir.
Haşimilere karşı mücadele eden isimlerden Osman da Ümeyyeoğulları'ndandır ve soyu şöyledir: Osman, Affan, Ebül Asi, Ümeyye... Bir başka kol olan Mervan ailesinin soyu da Ümeyye'ye çıkar ve şöyledir: Mervan, Hakem, Ebül Asi, Ümeyye... Yani, Hazreti Ali karşısındaki temel gücü oluşturan Muaviye, Osman ve Mervan yakın akrabadırlar.
İslamiyet, siyasal (yönetsel) ve ekonomik mücadelenin yeni bir biçimi olarak Mekke'ye ve Medine'ye damgasını vurmuştur. Bu mücadele peygamberin Hakka yürümesinden sonra da sert biçimde sürdürülmüştür. İşte Alevilik, Arabistan'da önce Peygamber ailesinin başlattığı mücadeleyi sürdürmek biçiminde, İslam'ı savunma ilkesi altında başlatılmıştır.
1- Alevilik İslamiyet'in içindedir.
2- Hz. Muhammet, İslamiyet'in kurucusu olarak Alevilikte de temeldir.
3- Bazılarının göstermek istediği gibi Alevilikten İslamiyet ve Hz. Muhammet dışlanamaz. Fakat İslam ve Muhammet kavramlarının yorumu Sünnilikten çok farklıdır. Sünnilikte zahir (dış/ şekil) önde iken Alevilikte batın (iç/öz) öndedir.
Hz. Ali, başlangıçtan beri Arap egemen kesimine karşı Muhammet'in militanlığını yapmış, İslamiyet uğruna canını pek çok kez tehlikeye atmıştı. İmam Ali, Hz. Muhammet ve yeni din için Arap ileri gelenlerinden birçoğunu da savaşlar sırasında öldürmüş, pek çok boyun düşmanlığını kazanmıştı. Bu düşman boyların içinde en önemlisi de, Mekke ticaretinin önemli bir bölümünü denetleyen Emevi ailesiydi.
Ali'nin düşünce yapısı, kişisel tavırları, aile yaşantısı yoksul kesimden yanaydı. Eşitliğe son derece önem veriyordu. Egemen kesime karşı tavır alan halk kesimi, kendilerine lider olarak Hz. Ali'yi görüyorlardı. Hz. Ali'nin peygamberin en yakını olması, aralarında maddi olduğu kadar manevi yakınlık da bulunması, Hz. Ali'nin yoksul kesimin lideri olarak seçilmesinde bir başka etken oluyordu.
Hz. Ali'nin İslamiyet'in yayılması, yerleştirilmesi için başlangıçtan beri savaşım veren kesimler tarafından manevi ve dünyevi lider olarak tercih edilmesi, bilinçli olarak yapılan bir seçimin sonucudur.
Açık biçimde vurgulamak gerekiyor ki, Alevilik (Ali yandaşlığı) başlangıçta şu veya bu biçimde ibadet etmek; şu veya bu biçimde inanmak olarak değil, sosyal ve siyasi tavır olarak ortaya çıktı. Bu siyasi tavrın altında eşitçe "yaşama isteği" yatıyordu.
Kabaca 1400 sene öncesinin koşullarında, insanlar, siyasal tavırlarını bazı dinsel kalıpların içine sokarak ortaya vuruyorlardı. Bu nedenle, Alevilik, siyasal bir tavır alış olmasına karşılık, bu tutumunu, dinsel ideolojiyle örerek dışa vurdu. Bugünkü açık siyasal anlayışın yerine, dinsel giysili ideoloji ile tavır takınan Aleviler, yüzyıllar boyunca bu ideolojilerini geliştirdiler.
Alevilik ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye, dönemden döneme gelişerek, değişerek, yeni biçimler alarak İslamiyet'in gittiği bütün ülkelere yayıldı.
Anadolu Aleviliği diye tanımlanan Alevilik de kültürel ve coğrafi açıdan özelleşerek, İslam içinde kendine özgü bir inanç ve yaşama biçimi olarak yüzyılları kapsayan bir süreçte şekillendi.
Aslında, başlangıçta Alevilik ile Sünnilik arasında inanç ayrılığından daha fazla siyasal tavır ayrılığı vardır. Siyasal mücadele kızıştıkça, inanca ilişkin ayrılıklar da derinleşmiştir.

ALEVİ SOZCUGUNUN ETİMOLOJİSİ

Alevi sözcüğünün kökeni, Arapçadır. Aslı "Ali"dir.
Ali; yüce, ulu anlamına gelen bir sözcüktür ve tarihte Hazret-i Ali'nin kimliği ile özdeşleşmiş bir isimdir.
Alevi kelimesi, Ali sözcüğüne, mensubiyet-aitlik-özdeşlik anlamı katan "-i" son ekinin eklenmesi ile oluşmuştur ve dilbilgisinde türemiş sözcükler grubundandır.
Ali, sözcüğüne yandaşlık, aitlik anlatan "-i" eki ulanırken araya "-v-" kaynaştırma sesi girer ve sözcük "Alevi" halini alır.
Alevi sözcüğünün bu etimolojisini bilmeyenlerle Alevi kavramını çarpıtmak isteyenler, "Alevi"yi, "Alev" sözcüğüne bağlamak yanlışlığına düşmüşlerdir. Böylece de Alevi sözcüğüne, "Aleve/ ateşe tapanlar" anlamım vermeye çabalamışlardır.
Bu oyuna başvuran iki kesim olmuştur. Birincileri, geçmişte Alevi düşmanlığını devam ettiren Sünni kesimden bazı yazarlar, sözde bilim adamlarıdır. Ne yazık ki sözlüklere, ansiklopedilere bile bu yakıştırma girmiştir.
Diğeri ise Aleviliğin Zerdüştlükten çıktığını iddia eden Kürt kökenli, bazı angaje yazarlardır. Aleviliğin Kürt kültürünün ürünü olduğunu ileri süren bazıları, tarihi gerçekleri güncel siyasal amaçlar uğruna değiştirmeye çabalamışlardır.
Aleviliği Kürtlere bağlamaya çalışanlar, giderek onun Hazreti Ali ile bile ilgisinin olmadığını iddia etmeye başladılar. Bu anlayışa bir başka kanattan da destek gelmektedir. Bunlar, Türkiye'de, Aleviliğin Hazret-i Ali ile ve sonuçta da İslamiyet'le ilgisi olmadığını iddia edecek kadar politikleşmiş tiplerdir.
"Alevi" sözcüğü, tarih içinde daha çok "Ali evladından olanlar"ı yani "Seyyidler"i anlatmak için kullanılmıştır. Örneğin, Emevi yönetimine isyan eden Küreliler için İbn Hallikan, Alevi diyor (İbn Kesir, c.10, s.63)
Harun Reşit, 782 yılında Ali soyundan gelen (Talibi) İbrahim-oğlu Hasan'ı öldürtmek isterken Vezir Yakub'a, "Şurada bir Alevi var, onun hakkından gel!" diyor. (İbn Kesir, c.10, s.248)
833'te ölen Halife Memun, vasiyetinde, kardeşi Mutasım'a, "Alevilere iyi davran, iyilik yapanların iyiliğini kabul et, kötülük yapanları bağışla ve onlara maaş ver." demişti (İbn Kesir, c.10, s. 473)
9. yüzyılda Mazanderan'da Aleviler bulunduğu vurgulanırken, bunların Alevi vatandaşlar değil, Hazreti Ali soyundan gelenler olduğu anlaşılmakta idi. Eski tarih kaynaklarında bu sözcük genelde yukarıdaki anlamda kullanılıyordu.
Bu sözcük zaman içinde hem Ali evladından olanları hem de onlara bağlı kitleleri anlatmaya başladı.
Anadolu'daki Alevi kitleler için resmi Osmanlı kaynaklarında Alevi nitelemesi kullanılmıyordu. Çünkü Alevi sözü, Ali'ye bağlı, onun yolunda giden anlamına geliyor, bu da onlara dinsel bir saygıyı zorunlu kılıyordu. Osmanlı Sünni yönetimi Alevi kitlenin ideolojik desteğini kırmak için Alevi nitelemesini kullanmadılar; bunun yerine genellikle "Kızılbaş" terimi ile yetindiler. Hâlbuki Alevilerin temsilcileri Alevi sıfatını 16. yüzyılda açık açık kullanıyorlardı. Örneğin Sivas'ta 1550'ler dolayında asılan Pir Sultan Abdal, bir şiirinde şöyle diyor: "Gidi Yezid bize Kızılbaş demiş/ Hüseyniyem Aleviyem ne dersin"
Şah İsmail'in askerlerinin 12 dilimli kızıl renkli külah takmaları yüzünden, Osmanlı, "Kızılbaş" sözcüğünü bunlar için kullanıyordu. Anadolu'daki Aleviler de Şah İsmail'e sevgi duydukları için "Kızılbaş" sözcüğü Osmanlı yönetimince hakaret/kötüleme için kullanılmaya başlanmıştı. Pir Sultan Abdal, bu kötülemelere karşı Alevi kitlenin tepkisini böyle ortaya koymaktadır.
Pir Sultan Abdal'dan bir yüzyıl sonra, Alevilerin Yedi Ulular diye andığı ozan kümesinde olan Kul Himmet, açık açık Alevi kimliğini dile getirir:
"Cümle bir mürşide demişler beli(evet)/ Teşbihleri (duaları) Allah-Muhammed-Alil Meşrebi Hüseyni ismi Alevi/ Muhammet Ali'ye çıkar yolları."
16. yüzyılın sonlarında yaşadığı sanılan Derviş Mehmet yine Kızılbaşlığı açıkça savunan ozanlardandır: "Gidi Yezid bize Kızılbaş demiş/ Bahçede açılan gül de kırmızı/ İncinme ey gönül ne derse desin/ Kur 'an 'ı dere eden dil de kırmızı"
Caferilik
Yazılı kaynaklara göre; Alevi kitle, Sünni çoğunluk karşısında kendisini, Caferi olarak adlandırmıştır. Bu Caferilik, günümüzdeki İran Şiası doğrultusunda kurgulanmış olan Caferilik ile ilintili değildir. Ortak yanlar sadece Ehlibeyt sevgisi ve saygısıdır. Aleviler, Sünni kesimin kendilerini geçmişteki bazı din bilginlerine bağlı olarak "Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbelî" olarak adlandırdıklarını görünce, onlar da kendilerine imam olarak İmam Cafer-i Sadık'ı temel almışlardır.
İmam Cafer-i Sadık, 765'de Hakk'a yürüyen büyük bir düşünürdür. O, Hanefi mezhebinin kurucusu sayılan Ebu Azam'a da hocalık yapmıştır. İşte onun adı, Alevilere mezhep kurucusu adı olmuştur. Caferilik, de sonuçta Ehlibeyt'e bağlanan sembolik bir isim olmuştur.
Bir Alevi, mezhep açısından kendisini anlatmak isterse, "Caferiyim!" diyebilir. Yakın zamanlara kadar köylerdeki Aleviler, Sünnilere karşı kendilerini böyle anlatıyorlardı.
Alevi-Sünni Evliliği
Günümüzde tartışılan konulardan birisi de Alevi ile Sünni'nin evlenip evlenemeyeceğidir.
Bu konudaki olumsuz önyargı, diğerleri gibi geçmişte oluşmuştur. Osmanlı Devleti'nin iki halk kesimini birbirine düşürmek için devlet kanalıyla uydurduğu yalan, Türk toplumunun sosyal hayatına büyük darbe vurmuştur. Devletin oyununa gelen Sünniler Alevileri dinsiz, ahlaksız görmeye başladılar ve onlardan uzaklaştılar. Aleviler de onlara "Yezid" dedi ve horladı. Böylece kız alıp verme bitti.
Aleviler, kızlarını Sünnilere verirlerse Alevi olduklarının anlaşılacağını biliyorlardı. Bu yüzden Alevi-Sünni evliliğini de mezhebe aykırı gibi görmeye başladılar. Evliliği engelleyen siyasal nedenler böylece dinselleşti.
Cumhuriyet kurulup eğitim yaygınlaştıktan sonra Aleviler, Sünnilerden kız almaya başladılar. Bu konuda Alevi kesimin duyduğu hiçbir rahatsızlık yoktur.
Gel gör ki Aleviler, Sünni aileye kız vermek niyetinde değiller. Bu tür evlilikler az ve ailelerin isteği dışında olan evlilikler.
Günümüzde bu evliliklerin yaygınlaşmasının önünde bazı engeller var:
Birincisi, Sünni kesimde, Aleviler için varolan olumsuz önyargı. Bir Alevi kızının Alevileri dinsiz, ahlaksız, pis sayan Sünni aileye gelin gitmesi, orada zamanla ciddi bir sorun yaşanacağını gösterir. Bu konuda yaşanan gözlemler; ne yazık ki hiç de olumlu değil. Özellikle 2002 yılından sonra Türkiye'de şiddetlenen Sünni muhafazakârlaşma; Alevi kızlarının Sünni aileler içinde yaşama alanını daha da daraltmıştır.
İkincisi, kız alacak ailenin düşünce ve demokrasi anlayışı... Alevi kızları, nispeten daha özgür bir ortamda yetişmektedir. Bu kızların gittikleri evlerde baskı altına alınması da ortaya problemler çıkartır. Alevi kızı alacak ailenin, öncelikle Alevi gerçeğini kabul etmesi ve önyargılarından kurtulması gerekiyor. Kısacası, sosyal ve kültürel ortam uygun olursa bu tür evlilikler olabilir.
Anlaşılacağı gibi, günümüzde Alevi-Sünni evliliğinin önündeki sorun dinsel değildir, psikolojik, sosyolojik ve demokratik bir sorundur. Bu sorun da toplumun eğitilmesi ve demokratik eğitimin yaygınlaştırılması ile aşılabilir.
Siyasal Farklılaşma
Aleviler, tek parti döneminde umduklarını bulamayınca 1950'lerde Demokrat Parti'ye yüklendiler ama bu partinin Sünniliğe sıkı vurgu yapması üzerine Cumhuriyet Halk Partisi'ne ve 1960'lardan itibaren de sola yöneldiler. Sol, Türkiye'de halkla ilişki kurmada Alevi edebiyatını ve yaşayan halk ozanlarını kullandı.
Alevilerin geleneksel muhalefet tavırları ve tepkicilikleri, solun hedefi ile uyuşum içinde görünüyordu. Bu yüzden, dinsel yönü gizlenmiş, siyasal yönü öne çıkartılmış bir Alevilik anlayışı filizlenmeye başlandı. 1960'ların ortasından başlamak üzere Türkiye solu, Aleviliğin kavramlarını ve terimlerini, bir cemaate özgü olmaktan çıkartıp genelleştiriyor, ulusallaştırıyordu. Sınıflaşmanın anlatımına ve propagandasının yapılmasına buradan ciddi göndermeler yapılıyordu.
Devlet bu durum karşısında, geçmişte din sapkını saydığı Alevileri bundan sonra düzen sapkını olarak görmeye başladı ve Türkiye için tehlikeli üç K'dan biri ilan etti (Komünizm, Kürtçülük, Kızılbaşlık). Bu dışlama, Alevileri kullanmak isteyenleri haklı çıkardı ve modern dönemlerin muhalefetiyle Alevilik birleştirilmek istendi. İşçi sınıfı ile Alevilik bir görülmeye başlandı. Bu süreçte; din karşıtlığı da kimi zaman Alevilik üzerinden tanımlanmaya çalışıldı. Geleneksel Alevilik; Alevi olduğunu söyleyen kimilerince, gericilik olarak gösterildi.

ALEVİLERDE SAYILAR, RENKLER VE KOKULAR

BİR: Yaratıcı, yaşatıcı olan Allah'tır, tektir. Vahdetin (birlik) sembolüdür. "Söz bir, Allah bir, yol bir" denir. ÜÇ: a) Üçlemedeki Allah, Muhammet, Ali.
b) Bektaşi terbiyesindeki, "eline, diline, beline" formülü.
c) Mürit-Rehber-Mürşit: (İstekli, yol gösterici, aydınlatıcı.) DÖRT: a) Dört kapı: Şeriat-tarikat-marifet-hakikat. b)Dört unsur: Toprak-Su-Ateş-Hava.
c) Dört melek, Dört Resul, Dört Kitap...
BEŞ: Pençe-i Al-i aba: Ehlibeyt... Bir elin beş parmağı. Bu, Arap yazısıyla Allah biçimindedir. (Aslı, Pençi Al-i aba’dır.)
YEDİ: a) İmam Ali'de bulunan üstün özelliklerin sayısı. Hz. Muhammet, Hz. Ali'ye, "Ya Ali! Sende bulunan yedi sıfat, başkasında bulunamaz. Kimse sana ahrette, 'Bizde de bu sıfat vardı' diyemez." buyurmuştur.
b) Gaip erenlerden en önemli 7 kişi.
c) Gökkuşağı. Fatma Ana kuşağı diye anılır, yedi renkli. SEKİZ: Cennet'in sekiz kapısı vardır, sekiz derece üzerindedir,
sekiz adı vardır.
ON İKİ: Bu sayıya altın zincir de denilir. a)Yolun altın zinciri olan On İki İmam'ı gösterir.
b) Alevi tacı (külahı) On İki terklidir (dilimli). Tacın tepesinde hakikat noktasında (gül veya mühür denen yuvarlak) toplanması, Allah'ın birliğine işaret sayılır.
c) Nasip alanın on iki huyu açık, on iki huyu kapalı gerek.
d) Aylar on iki, burçlar on ikidir.
ON DÖRT: a) On Dört Masumu pak (Bunlar Oniks İmamem küçük yaşta zehirlenerek veya katledilerek şehit edilen yavrularıdır).
b) Kur'an-ı Kerim'in on dört kıraat (okunuşu) tarz ve usulü vardır.
ON YEDİ: Hz. Ali, oğullarından on yedisine kemer bağlamıştır. Ayrıca on yedi savaşçı daha vardır ki, bunlara da kemer kuşatılmıştır. Bunlara 17 Kemerbest'ler derler.
KIRK: Kırklar Meclisi'nde geçer. Bunlar, yeryüzünde her zaman var olduğuna inanılan ulu kişilerdir.
RENKLER: Aleviler; beyaz rengi Hz. Muhammet'e, al rengi Hz. Ali'ye, siyahı Hz. Fatma’ya, açık yeşil ve sarıyı Hz. Hasan'a, açık kırmızı, pembe ve yeşili Hz. Hüseyin'e bağlarlar. Hz. Muhammet cuma günleri yeşil, savaşta siyah, öteki günler beyaz sarık taşırmış. Hz. Ali, savaşta kırmızı, bunun dışımda beyaz imame sararmış.
Koyu sarı renk de, Fatıma Ana rengidir. Sarı, kız sembolü olarak kullanılır. Aleviler, mavi rengi sevmezler; bu rengi, melun Muaviye ve Yezid kullanırmış diye inanırlar.
Kokular: Gül kokusu, Hz. Hüseyin'e, şebboy Hacı Bektaş Veli'ye, çeşitli güzel kokular da Hz. Muhammet'e, Hz. Ali'ye bağlanır...

YAZAR HAKKINDA:
Yazar Rıza Zelyut, 13.04.1948'de Tokat/Niksar'ın Ormancık Köyü'nde doğdu. 1970'de Trabzon Eğitim Enstitüsü'nü Türkçe öğretmeni olarak bitirdi. Yazı yaşamına 1967'de öykü ile giren Rıza Zelyut'un bu çalışmaları Kıyı, Hisar, Eflatun, Güney, Yelken, Türk Dili, Varlık, Öykü, Yansıma gibi dergilerde yayımlandı.
Daha sonra araştırmaya yönelen yazar, 1973 yılında Türk Dil Kurumu'nun Cumhuriyet'in 50. Yılı nedeniyle düzenlediği "Türkiye'nin Kalkınmasında Cumhuriyet'in Rolü" konulu yarışmada birinci oldu. 1976 yılında Hacı Bektaş Veli İnceleme Yarışması'nda ikinci olan yazar, bu arada bilimkurgu türünde çocuk romanları da yazdı.
Yazarın 1978 yılında yazdığı ve Kızıldere olayını anlattığı destan türü kitabı, 1980 darbesinden sonra suç sayıldı ve kendisi İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılandı. 18 ay 14 gün hapse mahkûm edilen Rıza Zelyut bu cezasını hapis ve 4 aylık sürgünle tamamladı. 1983 yılında Hürriyet Gazetesi'ne giren yazar buradan 1991'de ayrıldı. Yurt içinde ve yurt dışında Alevi toplumunun örgütlenmesi için çalışan Rıza Zelyut, Nefes Dergisi'nin yayımında danışmanlık yaptı ve 1996'da Cem Dergisi'nin yeni biçimde yayımını başlattı. 1994 yılında Akşam Gazetesi'ne köşe yazarı olarak giren Rıza Zelyut, bu görevini halen Güneş Gazetesi'nde sürdürmektedir.
Rıza Zelyut'un bir kitap hacmindeki öykülerinden başka 3 çocuk romanı bulunuyor. Yayımlanmış diğer kitapları şunlar: Halk Şiirinde Gerçekçilik, Osmanlı'da Karşı Düşünce ve İdam Edilenler, Halk Şiirinde Başkaldırı, Öz Kaynaklarına Göre Alevilik, Aleviler Ne Yapmalı? Alevilerde Mizah, Muaviye'den Erbakan'a Din ve Siyaset; Yabancı Kaynaklara Göre Türk Kimliği...
Yazarın Türk kültürü ile ilgili yayımlanmış birçok makalesi ve bildirileri de bulunmaktadır.






bekirr 23 Mayıs 2012 11:52

MUHAFIZ

Yazar: Selman KAYABAŞI



"Sultan Abdülhamit çok hasta, sizinle görüşmek istiyor Paşam!"
1917 İstanbul

Konağın ikinci katına çıkan merdivenleri, topuklarına basarak tırmanan hizmetçi kız, son basamağı adımlayıp küpeşteye yaslandığında nefesini tuttu:
Paşa hazretlerinin yatakta mı yoksa çalışma masasında mı olduğunu, ilaçlarını vaktinde alıp almadığını görmek istiyordu...
Kemal Paşa hazretleri, Adana tarafındaki vazifesinden döneli dört gün olmuştu. Konağa geldiği günden beri odasından hiç çıkmamıştı. Hastaydı. Uzun yoldan gelmesine rağmen hakkıyla istirahat etmemiş ve bedeni, yorgunluğa ve üzüntüye dayanamayıp güçsüz düşmüştü. Üstüne bir de yemekten içmekten kesilmişti, doğru dürüst beslenmiyordu. Aldığı ilaçlar da fayda etmez olmuştu. Akşamları cezveler dolusu kahve tüketiyor, sıkıntısını defetmek için sık sık tütün içiyor,
nihayet güneşin doğuşunu uykusuz gözlerle karşılıyordu.Genç kız, yerli yersiz konağa gelen misafirlerden şikâyetçiydi. Çoğu, vatanın içinde bulunduğu kötü durumdan dem vurur, Paşa'nın moralini iyice bozardı. Kahve ikramında bulunmak için odaya her girişinde, bu adamlara lanet okuyan genç kız, efendisinin sabrına hayran kalırdı. Hizmetçi kız, ziyaretçilerin hepsinden rahatsız değildi elbet. Paşa hazretlerinin, konağa gelişlerini heyecanla beklediği dostları da vardı; bu kişiler, hizmetçi kız için de sevinç kaynağı olurdu. Paşa hazretlerine huzur veren dostlar, son günlerde konağa gelip gitseler de Paşa'nın morali bir türlü düzelmiyordu. Belli ki bu kez durumu çok kötüydü.

En kederli günlerinde bile bu kadar zayıf düşmemiş, gözlerinin altı çökmemişti. En son, Sultan Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'a gönlünü kaptırdığında, izdivaç teklifinin Saray'dan geri çevrilmesiyle perişan olmuştu ya; efendisinin o zor günlerine şahit olan genç kız, bugünkü halinden daha çok endişe ediyordu.Sahi, Sabiha Sultan bu teklifi neden reddetmişti, hizmetçi kız ona da bir anlam veremiyordu. Efendisinden daha iyisini mi bulacaktı sanki? Güzellik arıyorsa güzellik, sadakat arıyorsa sadakat, akıl arıyorsa akıl... Alev alev yanan mavi gözleriyle efendisi bunların hepsine fazlasıyla sahipti. Hem kadınına, onu çalıştırmayacak kadar kıymet veren biriydi. Kız kardeşi Makbule çalışmak istediğinde çıkışmış, "Kadın dediğin evinde oturur!" diye, Makbule Hanım'ı azarlamıştı. Sabiha Sultan sadece bunu duysa, efendisinin teklifine hayır diyemezdi.
Gerçi Sabiha Sultan'da kabahat aramak da boşunaydı; bu evliliğe Sultan gönüllü olmasına rağmen, amcası Abdülhamit'in izin vermediği söyleniyordu. "Saray'da ikinci bir komutan doğru olmaz!" diyesiymiş, amcası. Enver Paşa'yı damat edinen Saray'ın, Mustafa Kemal Paşa'ya kapıyı kapaması olacak iş miydi? Belli ki Abdülhamit kadınların duygularını ya bilmiyor ya da görmezden geliyordu. Kim ne derse desin; efendisi Mustafa Kemal, Enver Bey'den hem daha yakışıklı hem daha akıllı hem de..."Offf, neler düşünüyorum!" diye, kendi kendine kızdı genç kız. Kafası allak bullaktı. Aslında kendisi de çok yorgundu. Efendisi bu haldeyken geceleri uyku tutmuyordu yatakta. Sabaha kadar bir o yana bir bu yana dönüyor, bir damla uyumadan sabahlıyordu.

****
"ASELSAN'a çalışan kardeşinin hayatı, senin bu raporu Ankara'ya ulaştırmana bağlı!"
2007 Kerkük

Kara bulutlar şehrin üstüne karabasan gibi çökmüştü Kerkük'te. Öyle ki gece, hiç olmadığı kadar karanlıktı; dinmeyen şiddetiyle yağmur, aralıksız yağıyordu ve gökyüzüne hâkim olan ses, her tarafı tarumar eden fırtınanın uğultusuydu.
Yüzünü pencereden çevirirken düşünceliydi Canfer. Nefes almıyordu sanki. Gözleri bir yere kilitlenmiş, zihninde canlanan resimleri okumaya çalışıyordu."Lokman Râfi" diye bir şey mırıldandı sadece. Bu gece bu ismi kaçıncı kez ağzına almıştı? On, yirmi, otuz...Belki bir dakika, belki daha fazla, Lokman Râfi ismini tekrarlayıp durdu genç istihbaratçı. Dişleri alt dudağıyla son kez buluştuğunda; gözleri, yatağının üstüne alelade saçılmış tomarlara kaydı. Bildiklerinin tamamı işte şu kâğıt parçalarına yazılmış şifreli notlarda saklıydı: İsimler, örgütler, ilişkiler, suikastlar...Canfer irkildi birden. Dışarıdaki hışırtıyı duymuştu. Çamurun içinde bata çıka yürümeye çalışan birinin ayaklarının şapırtısıydı bu. Kıvrak bir el hareketiyle gaz lambasının fitilini kararttı; bir eliyle silahını, diğer eliyle el fenerini kaptı ve her ikisini, kendisine siper yaptığı pervazdan sarkıtıp yolun ortasına doğru nişanladı. "Yulia! Yulia!"
Gök kubbe çıldırmış gibiydi, adeta çatırdıyordu. Nitekim bulutların gürültüsü Canfer'in gürleyen sesini yutuyordu.
Genç istihbaratçı, gaz lambasının fitilini ateşledikten sonra dış kapıya yöneldi. Gelenin yüzünü görene dek silahı elindeydi. Kapıyı açtı, "Geç kaldın Stella, çok az vaktimiz kaldı!" dedi, tedirgin halde.Stella, her gör(ün)düğünde gözleriyle Canfer'in yüreğini sızlatan kız, susmayı tercih etti. O da endişeliydi; hatta ilk kez Canfer'den daha tedirgin olduğunu bakışıyla ele verir gibiydi. İçeri girdiğinde yağmurluğunu aceleyle çıkardı ve ağır bir yükten kurtuluyormuşçasına kapının arkasına fırlattı.
İlk işi, yatağın üstündeki notlara şöyle bir bakmak oldu."Hemen buradan gitmelisin, Canfer!" dedi. Sesi titriyordu.
Şaşırdı Canfer, hayreti bakışlarına yansıdı."Neden Stella? Sorun nedir?"
"Sorun şu ki sen artık çok şey biliyorsun Canfer! Bu kadar keskin kılıçla bu topraklarda rahat dolaşamazsın.
Bu bakış, Canfer'in dikkatini dağıtıyordu: Stella, ona acıyor muydu, yoksa uzun zamandır sakladığı duyguları mı açığa çıkıyordu? Bu akıntıya kapılmamak imkânsızdı.
"Neyi biliyorum Stella?" diye sorabildi, yine de.
Rus ajan, birkaç adım gezindi odada. Kafası karışıktı. Gaz lambasının yanına yaklaştı ve ateşini azalttı.
"Bak, Canfer! Şu notların hepsi ikimizin de parçası olduğu bir oyunun kartları... Planı yapan bizim bir oyun oynamamızı istiyor ve kuralları kendisi koyuyor. Biz de onun kartlarıyla oyun kurmaya, oyun bozmaya çalışıyoruz."
"Otur ve dinle şimdi!"
Çaresizdi Canfer. Hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı.
"Lokman Râfi'nin intiharını araştırırken en son hangi isme ulaştın Canfer?"
"Sabbah'a"
"Sabbah kim?"
"Urfalı bir uyuşturucu baronu. İstanbul'da yaşıyor. Sizin teşkilata ve İran istihbaratına çalışıyor, kritik bir isim."
"Sabbah'ın intiharla ilişkisi ne peki?"
"Stella, Sabbah'ı tanıdığın halde neyi öğrenmeye…”
"Canfer! Senin hayatını kurtarmak için buradayım!"
******

"Evladım!" dedi, ihtiyar.
"Sen belki şimdi anlamayacaksın ama dünyadaki bütün savaşlar, yıkımlar, özünde Kudüs'teki bu mücadelenin yansımalarıdır."
"Tapınak’ın gerçek yerinin ortaya çıkarılması, Hazreti Süleyman'ın yedi kollu şamdanına ulaşıldığında mümkün olacak. Bu şamdan, şimdi, İstanbul'da, Çemberlitaş Sütununun altındaki gizli bir bölmede saklı."
Server Bey, soğukkanlılığını kaybetmeden yine sakince tezgâhın üstünden bir kâğıt aldı. Kulağına sıkıştırdığı kalemle kâğıda uzunca bir sütun resmi çizdi.
Sütun, iç içe geçmiş sekiz daireden ve sekiz dairenin tepesine yerleştirilmiş, içinde özel bir sembol olan dokuzuncu bölmeden oluşuyordu.
"9 bölme, Tapınak’ın dokuz şövalyesini temsil ediyor" diye başladı, konuşmaya.
Sütunun altında bir şeyler karalamaya devam ediyordu.
"Avrupa Birliği bayrağında, 3 büyük yıldızın etrafında 9 küçük yıldızın toplandığını bilirsin, mutlaka! Bu, Teslis inancının Tapınak’la birleşmesini
simgeler. Tapınak, Kiliseyi ele geçirdiği günden bu tarafa..."
Birden sustu, ihtiyar.
"Unuttum söylemeyi" dedi...
"Kanun, Sultan Süleyman'ın 1529'da Protestan Lideri Martin Luther'le yaptığı görüşme hakkında gizli bir bilgi de saklıyor. Bu, her daim aklında bulunsun!"
"Bu savaş, Hıristiyanlar ve Yahudilerle bizim aramızda değil. Bu savaş, Allah'a inananlarla şeytana tapanlar arasında yaşanan bir savaş!

Bugün, Tapınak’ın Vatikan'ı ele geçirmesi yarın da elinde tutacağı anlamına gelmiyor! Hıristiyanlar da bir gün şeytana tapanlara karşı bizimle birlikte mücadele edecek!".......



bekirr 6 Eylül 2012 13:07

YAZAR:WILLIAM ETON

Kitabın Adı:19.Yüzyılın Başında Osmanlı İmparatorluğu


Türklerin Yönetim Biçimi

Bir ülkenin genel özelliklerini toplumun genel yapısını tespit etmeyi değil bir milletin yükselmesinde veya gerilemesinde etki eden detaylı sebepleri
inceliyoruz. Bir milletin ilerlemesinin sadece müttefiki ile mümkün olmayacağı gibi gerilemesi de iç etkenler olmaksızın mümkün olmaz. Bu sebeple çalışmamız
öncelikle imparatorluğun iç durumu ile ilgili olacaktır.
Bunu yaparken de Türk ulusunun karakterini belirleyen etkenlerin temeline inilmelidir. Modern Avrupa da fethettikleri yerlerde ayrımcılık görülmemektedir
ayrıca kılıçla fethettikleri topraklarda bile bilime saygı duyulmuştur fakat Türkler de bu böyle olmamıştır. Araplar dahi bilimi geliştirirken kibirli
Türk kendisini üstün görmedi ve bu onların dininin getirdiği kibir ve zorbalıklardan kaynaklanmıştır. Yükselişe ve düşüşe sebep olan etkenler iklim, konum,
üretim ve nüfustur. Fakat Türklerde din bunların önüne geçmiştir. Despotizm için Türkiye en iyi tanım olmaktadır. Türkiye de bu kaynağını askeriyeden
almaktadır ve temel ideolojisini Kuran dan aldığı için teokrasi hakimdir. Osmanlıda sultan hem dine el atmıştır hem de kılıç kuşanmıştır. Ulemanın sultana
karşı çıkması imkânsız bir durum vardı. Savaşçılığı elinden giden sultanların ellerindeki tek siyasi güç olarak ulema sınıfı kalmıştır. Ve zamanla ulema
şeyhülislam sınıfı hükümranlığı sultanının elinden almış orduya ve halka hükmeder hale gelmiştir. Her türlü önemli karar divan tarafından alınır ve divanda
sultan ve ulema sınıfının sözü geçer. Görev yapan memurlarında göreve getirilişleri rastgele olduğu içi iyi bir siyasetçi olmaları beklenemez. Sultaların
sadık koruyucuları yeniçerilerde zamanla sultanlarını yetersiz görmeye başladılar ve hükümetin sistemi bozulmaya başladı. Zayıf gördükleri sultanın gücünü
sahiplenip sultanı indirip yerine sultan atamaya başladılar. Buna karşıda yeni gelen sultanlar bu yeniçeri hükümranlığını bozmak için ellerinden geleni
yaptılar ve yeniçerileri zayıflattılar. Hâlbuki ordu yönüyle zayıflayan yeniçeriler sultanın zayıflaması anlamına geliyordu. Türk yönetiminin yasama ve
yürütmesi bu şekildedir. Yargıda bundan çok farklı değildir. Temeli dindir. Türkiye de ki medeni ya da siyasi temel hukuk kurandır. Burada çoğu karar
kadıların yani hâkimlerin inisiyatifinde olmuştur. Buda rüşveti verenin lehine kararlar alınmasına sebep olmuştur. Sultan IV Murat’a denk bir sultan tahta
çıkmış olsaydı eğer ordudaki kaybolmuş savaşçı ruhu ortaya çıkarır ve isyankâr paşaları dize getirirdi. Ama bu bile ulemanın gücü karşısında etkisiz kalırdı.
Bu sebeple yönetimde bir birlik sağlayabilmek için bu dini erkin son bulması şarttır. Fakat böyle önemli bir olaya bir sultanın atılması ve gerçekleştirmesi
zor gözüküyor. Hele saraylarından bile çıkmayan ordudan ve cesaretten yoksun kalmış sultanlarla çok daha zor.


Türk Maliyesi

Bir ulusun gerilemesi ve çökmesinde ki en büyük etkenlerden biriside mali alanda gösterilen zafiyet ve başarısızlıktır. Türk mali sistemi kamu ve iç hazine
olmak üzere iki kısma ayrılır. Devlet hazinesi toplanan haraçlar ve vergi gelirleriyle tanımlanabilirler. Bütçe giderleri ise ordu ihtiyaçları saray
giderleri gibi belli kalemlerden oluşurlar. Mirinin gelirleri sabit olan ve olmayan şeklinde sıralanır. Bunun yanında da miktarı çok fazla olan sultanın
gelirleri vardır fakat bunların devletin acil ihtiyaçlarına pek katkıları yoktur. Genellikle sarayın giderlerine harcanmaktadır. İç hazinenin de gelirleri
sabit olan ve olmayan şeklinde sıralanabilir. Maliye konusunda net bir gelir gider hesabı yapılmadığı için burada çalışan memurların bu paraları yağmalama
durumları ve rüşvet alımının artması durumları ortaya çıkmıştır. Bu hiyerarşik bir şekilde valilerden memurlara kadar her yetkilinin başvurduğu yoldur.
Ayrıca kamu hazinesiyle sultan hazinesinin birbirinden ayrılmasından dolayı kamu hazinesi çok zayıf durumdayken en zaruri ihtiyaçları karşılayamıyorken
sultanın hazinesi dolu olup en lüzumsuz işlere harcanmaktadır.

Türk Askeri Gücü

Osmanlı imparatorluğunun bu denli güçlenmesinde yükselmesindeki temel güç olan Türk ordusu incelenecektir. Zamanla içinin kurumasına sebep olan sadece dış
heybeti kalan bu orduda zayıflamanın sebepleri ele alınacaktır. Daha sonra şimdiki ordu yapısı ele alınıp Türk ordusu ile ilgili genel bir portre çizilmiş
olacaktır.Türkler hem sayı bakımından hem de asker kurumları açısından düşmanlarından çok üstün bir toplumdu. 17.yy ortalarına kadar yenilmez bir güç olarak
boy gösteren Türkler bu tarihten sonra çöküşe başladı. Bunların sebepleri de açıkça görülmekteydi. Sultanlar zafiyet gösterdikleri vakit Yeniçeriler onları
tahttan indirip yenisini getiriyorlardı ve bundan rahatsız olan Sultan I.Mahmut yeniçerilerin kökten yok olması için çeşitli uygulamalar getirdi.
Yeniçerilere halkın ahlak seviyesi düşük insanlarını getirerek sayıyı artırıp kaliteyi düşürdü. Askerlikten uzaklaştırdı.
Savaşlara gidilirken mollalar ve imamlar camilerde fetvalar verir halkı galeyana getirirdi. Düzensiz ve disiplinsiz bir ordu teşkil ederdi savaşlarda.
Bunun farkında olan Gazi Hasan Paşa yeni bir savaş stratejisi geliştirdi ve bunu orduya aşılamaya gayret gösterdi. Fakat yetkilerinin kısıtlı olması
sebebiyle başarılı olamadı. Türkler ellerindeki topları kullanmada da yeterli bilgiye sahip olamadıkları için başarısız olmuşlardır fakat kılıç kullanma
konusunda kılıç seçiminde doğru tercih yaptıkları için başarılı olsalar da eskisi gibi usta değillerdir. Süvarilere nazaran Piyadeler kılıç kullanma
konusunda yetersiz kalmışlardır. Fakat esir aldıkları kişileri dinleri gereği kâfir diye sınıflandırarak vahşice öldürmüşlerdir.
Türk deniz donanması çok gelişmemiştir. Kıç yapıları nedeniyle hızlı olmalarına rağmen diğer yönlerden zayıflıklar göstermektedir gemileri. Fakat yeterli
sayıda kaliteli gemici bulunmadığından savaşlarda Yunanlardan yararlanmıştır Türkler Kaptanıderya Hasan Paşa Türk deniz donanmasını çok ilerilere kadar
götürmüş fakat yeterince desteklenmediğinden başarılı olamamıştır. Hasan Paşa aklıyla kalitesiyle savaşlardaki stratejisiyle ciddi başarılara imza atmıştır.
Onun güçlenmesinden rahatsız olanlarda olmuştur ordu içinde. Ruslarla o dönemlerde ciddi savaşlarda Hasan Paşa az sayıdaki ordusuyla mücadele etmiştir.
Fakat ordusu istediklerini yapacak kapasitede olmamıştır.
Çanakkale Boğazı söylendiği gibi geçilemeyen bir boğaz olmayıp yabancı bir donanma kolaylıkla geçebilir. Gemilerdeki bataryalar yeterli değilse veya büyük
toplar gemilere yüklenememişse sahile kurulacak bataryalarla bu kaleler yıkılabilir.
Tahta bulunan Sultan Selim Türk ordusunda, Avrupa ordusundaki disiplini sağlamaya ve yeniçeri ocağını kaldırmaya çalışmış, sonucu ne olursa olsun çok
önemli bir çığır adım atmıştır.

Türk Dini

Türk örf ve adetlerinin en çok öne çıkan özelliği hoşgörüsüz bir taassuptan kaynaklanan aşırı üstünlük duygusudur. Kendilerini Tanrının seçilmiş milleti
olarak gören, kendi dinlerinden olmayanları küçük gören ve aşağılayan milletler çıkmıştır tarih boyunca ama hiç birisi Türk Milletinde olduğu kadar ortaya
çıkmamıştır.
İslam dininden olmayan her bir tebaa, yalnızca vergi ödeme veya ölüm gibi cezalara maruz kalır. Hıristiyan olanlardan alınan kelle vergisinin tarifinde bu
vergi, o yıl için kellerini kurtarmaya karşılık alınan tazminat olarak adlandırılır. Hıristiyan ve Müslüman ayrıcalığı o kadar ileri safhalara
gelmiştir ki, Müslüman olmayanların kıyafetlerinde bile sınırlamalar vardır. Bir Hıristiyan Türklerin giymediği koyu renkli bir elbise, başlık ve siyah
deri terlik giymek zorundadır. Ayrıca evlerini siyah veya koyu kahverengiye boyamak zorundadır. Bu saçma kuralların ihlali ise ölümle cezalandırılır.
Kendilerinden daha gösterişli kıyafet giymesi nedeniyle tebdili kıyafetle gezen sultan veya vezir tarafından kafalarının kesilmesi emredilen Hıristiyanların
kelleleri sokaklarda sallandırılır.
Babıâli’ni tebaası durumundaki Hıristiyanlarda, ücretli veya fahri tercümanlar sarı, Osmanlı donanmasına hizmet eden Hıristiyanlarda kırmızı ayakkabı
giyme ayrıcalığı vardır. Bu ayrıcalıktan haberi olmayan yeni sultanların tahta çıkmasından sonraki ilk günlerinde kafa kesilmesi emri vermesine çok sık
rastlanır.Bir Hıristiyan bir müslümanı kendini korumak için bile öldüremez. Eğer bir Hıristiyan bir müslümana vurursa genellikle hemen orada öldürülür veya
ağır para cezasına çarptırılır ve ağır bir şekilde dayağa maruz kalır. Mahkemelerde Hıristiyanların şahitliğine önem verilmez. Hıristiyanlar yeni kilise
yapamazlar. Eski kiliselerini tamir ettirebilmek içinde yüklü miktarda para ödemek zorundadırlar.
Tahta bulunan Sultan Selimin babası olan Sultan Mustafa tahta çıktığı zaman imparatorluk sınırları içerisindeki bütün Hıristiyanların öldürülmesi emrini
vermiş ancak bu durumda devletin kelle vergisinden mahrum kalacağı sebebiyle son anda bu fikrinden vazgeçirilmiştir. Aynı sultanın tahta bulunduğu sürece
tam bir adalet duygusuyla hareket etmesi ise, böyle adil ve iyi niyetli bir insanın bir çok eyaletindeki nüfusun tamamını oluşturan savunmasız reayasını
katletmeye ne tür bir dinin ve prensiplerin sevk ettiği sorusunu akıllara getiriyor.
Türkler bütün yeryüzünün hükümdarı olma ve herkesi kendi dinlerine kabul ettirme hakkına sahipmiş gibi hareket ederler. Antlaşmalara, yeminlere veya
bağlayıcı hükümleri umursamadan kazanma şansı hissettikleri anda her ülkeye saldırabilirler.

Türklerin eski ihtişamının sebepleri kısaca şu başlıklar altında toplanabilir.

1)Bütün dünyayı elde etme hırsları ve dünyayı kendilerine ait görmeleri, din adamlarının kışkırtma amaçlı propagandaları, vicdani kaygılardan uzak olmaları, antlaşma ve yeminlere sadık kalmayarak bütün fırsatları değerlendirmeleri
2)Din ve devlet işlerinde gösterdikleri uyum,
3)Savaşlarda kazandıkları zaferlerle daha da artan cesaretleri ve dini arzuları,
4)Sultanlarına sadık olmaları ve itaat toplumu olmaları,
5)Geleneksel askeri disipline katı şekilde bağlı kalmaları, sadece askerlerin değil bütün halkın silahı çok erken yaşlarda kullanması
6)Sarhoş eden alkollü içeceklerden tamamen uzak durmaları sayesinde sağlıklı bir beden gücüne sahip olmaları
7)Düşmandan aldıkları ganimetler ve olağan üstü başarı gösterenlere verilen büyük mükâfatlarla birlikte ölmeleri durumunda onları bekleyen sehitlik tacı.
8)İtaatsizliğin ve başıbozukluğun anında çok ağır şekilde cezalandırılması
9)Daima ordularını başında olan ve güçleri sivil ve dini sınırsız olan padişahların askeri dehası,
10)Her müslümanın çağrıldığında orduya katılmasını mecbur hissetmesinden dolayı ordu toplamadaki büyük imkânlar,”

Osmanlı İmparatorluğu 1.Osman’dan 4.Murat’a kadar ard arda istisnasız büyük liderlerle yönetilmiştir. Bu sayede büyük ün kazanmış ve topraklarını
sürekli genişleten bir devlet olmuştur.
Asya da paşaların zorbalığı ve halkın çok yoksullaşması gibi nedenlerden dolayı nüfus azalması görülmüştür. Fakirlikten dolayı evlilikler azalmıştır.
İlk olarak kırsal kesimlerde görülmüştür bu durum. Zamanla topraklar terk edilmiş arasalar yabanileşmeye terk edilmiştir. Ayrıca Türk kadınlarının doğurganlığı ne kadar fazla olursa olsun veba ve hastalıkların getirmiş olduğu ölümlerle baş edemeyecek durumdadır. Türk ulusunun nüfusunda ciddi bir azalmanın görüldüğü ve bunun önümüzdeki yüzyılda daha da belirginleşeceğini öngörebiliriz. Türkler nüfusları hakkında çeşitli sayılar vermektedirler fakat bunun hesabını hiç tutmamışlardır. Bu sebeple verilen rakamların doğrulukları tartışılır.


yevvaioc 6 Eylül 2012 15:26

Kalemsiz Dergi 11. Sayısı

Web:
http://kalemsizdergi.com
Facebook:
Kalemsiz Dergi | Facebook
Twitter:
KalemsizDergi (KalemsizDergi) Twitter'da
Google+:
https://plus.google.com/108115969950454084173/posts
Mail:
info@kalemsizdergi.com


bekirr 7 Eylül 2012 12:29

57. ALAY FİLİSTİN (Susuz Aslanlar)

KİTABIN YAZARI İSMAİL BİLGİN’İN ÖZ GEÇMİŞİ
1964 yılında Gelibolu'nun Evreşe bucağında doğdu. îlk ve ortaokulu Evreşe'de, liseyi Gelibolu'da bitirdi ve İstanbul Üniversitesi Mühendislik Fakültesi,
Jeoloji Mühendisliği Bölümünü kazandı. Fakülteye devam ederken, iki sene süreyle Türkiye Çocuk dergisinde çalıştı. Daha sonra, mezun olduğu üniversiteye
asistan olarak girdi.
1993 yılında yüksek lisansını
1999 yılında doktorasını tamamlayarak jeoloji doktoru unvanını aldı.
2000 yılında, akademik hayatını sürdürdüğü İstanbul Üniversitesi'nden ayrıldı. Yayınlanmış makaleleri bulunan yazarın, edebî faaliyetlerinin yanı sıra
Çanakkale muharebeleri üzerine bilimsel çalışmaları da sürmektedir.

57. ALAY FİLİSTİN (Susuz Aslanlar)

Galiçya cephesinde savaşan 57. Alay trenle kendi vatanlarına dönerler. Erlerin komutanı Ahmet muzaffer bey’in tek düşüncesi bir an önce vatanına ve içini yakıp kavuran Gülnihal'e kavuşmaktır.
Uzun bir yolculuktan sonra tren Ayestofenos (yeşilköy) istasyona yanaşır. Herkeste büyük bir coşku bir birine sarılanlar, bağıranlar sevinç gözyaşları dökenler, bir bayram havası oluştururlar. Ama Ahmet Muzaffer beklediği Gülnihal’i göremeyince büyük bir hayal kırıklığı içinde köşeye çömelip oturur uzun bir bekleyişten sonra gelen Gülnihal’i görüce birden irkilir, koşarak ona sarılır ve birlikte istasyondan ayrılırlar.
Üç gün sonra filistine çatışmaya gidecek olan Ahmet muzaffer günlerini çok özlediği Gülnihal’i ile geçirir. Üç gün sonra askerleriyle birlikte Filistin cephesinde savaşmak üzere yola çıkarlar. Tümenin komutasında;
*19. Tümen Komutanı Yarbay Sedat Bey,
* Alay Komutanı Binbaşı Hacı Mehmet Emin Bey,
* 1. Tabur Komutanı Yzb. Ömer Fevzi Efendi,
* 2. Tabur Komutanı Yzb. Mehmet Salih Efendi,
* 3. Tabur Komutanı Yzb. Süleyman Efendi dir.
Alayın kuvveti ise 54 subay, 3689 Er ve Erbaş, 331 Hayvan, 2351 Tüfek ve 6 Ağır Makineli tüfekten ibarettir.
İstasyondan ayrılırken Gülnihal’e verdiği mektubu gittikten sonra okumasını ister. Trende derin düşüncelerle yol alırken Haydarpaşa Gar’ında herkesin treni boşaltması emri verilir. Verilen ihbara göre trende bomba yerleştirildiği söylenir. Tam bu sırada havada dolaşan uçaklardan bomba yağmaya başlar. İngilizler daha burada ilk saldırılarına başlarlar.(9-10 Temmuz 1917)
Uçak saldırıları sonucunda bir şehit, beş yaralı vardır. Ahmet muzafferin bölüğünden ise sadece Arnavut Badur alnından hafif yaralanır. Yapılan ihbarın doğru mu yoksa yalan mı olduğunu kimse bilmez. Tekrar trene binip yollarına devam ederler. Uzun bir yolculuktan sonra Pozantı’ya varırlar. Buradan Gülek’e yayan yürümeleri gerekir. Oradan da tekrar terene binip Mamure’ye gidilir. Hava gittikçe ısınır. Askerler çok yorulurlar. Kimi ise kaçmaya yeltenir ve “kaçan kim olursa olsun vurulacaktır” emri verilir.
Sabahın alacakaranlığında Mamure’ye varılır. Buradan da yine Halep’e yaya olarak gidilir. 29 Temmuz 1917 tarihine kadar Halep’te kalırlar. Yaklaşık bir ay burada kalan ordu birliklerde eğitim alırlar. 1238 Er’in firar etmesi komutanları büyük bir şaşkınlık içerisinde bırakır.
23 ağustos 1917 de Azaz’a hareket ederler. İki günlük bir yürüyüşten sonra Azaz’a varılar. 15 Ekim 1917 de ise Şam’a giderler. 10 Kasım’a kadar burada kalırlar.
Bu durum artık erlere sıkıntı vermeye başlar. Belirsizlik, durmadan yürümek, bazı yerlerde beklemek, oyalanmak istemezler. Bir sabah gelen posta erin getirdiği mektupla hemen hazırlanıp 11 Kasım 1917 de Vadi-yi Harar’a hareket etmeleri emri verilir. 57. Alay komutanlığı tarafından El Mugar Köyü ’ünde kolordu Komutanları Albay Rafet Bey’le buluşacak ve 22. Kolordunun ihtiyatını oluşturmaları gerekir. Hemen hazırlanan alay artık görev verildiği için Alay Sancağı açılır. El Mugar Köyü’ne ulaştıktan sonra Kolordu Komutanı ile buluşurlar.
Sıcak kayaların ardından zorla ilerleyen erler Miraba Vadisi’nde hiç beklenmedik bir şeyle karşılaşırlar. Biraz ileride büyük bir mermi infilak eder. Patlayan bombadan dolayı kayalardan saçılan parçalar sağa sola düşerler. Ateş kesildikten sonra kalkıp yoluna devam etmek isterler fakat büyük bir kaya daracık yolu tıkar. Bin bir zorluktan sonra kayayı aşağıya yuvarlarlar ve yola devam ederler.
Görev için 57. Alay iki taburuyla tetikte beklerler. Bütün geceyi hiç uyumadan geçirirler. Sabahın serin saatlerinde birden top atışları başlar. 7. Tümen’in Merkez Cephesi’ne şiddetli bir bombardıman yapılır. Hemen 2. Tabur 7. Tümen’e yardım için ilerlerken gelen habercinin 7. Tümenin çok iyi savaştığını ve yardıma gerek olmadığını söylemesi üzerine yarı yoldan geri dönerler.
Daha sonra 7. Tümen İngiliz saldırısını durdurur. Fakat bir gün arayla İngilizler denizden şiddetli bir şekilde bombalamaya başlarlar. Bunu üzerine 1. Tabur’u sağa, 2. Taburu ise sola alırlar. İki Tümen arasındaki küçük tepeyi İngilizlerin ele geçirmemeleri için Tabur Komutanı bu görevi iki takımla beraber Ahmet Muzaffer’e verir.
İngilizlerin ateş etmeye başlamasıyla patlayan bombalardan etrafa yayılan taş toprak 57. Alayın genizlerini yakar ve boğulma derecesine gelirler. Çatışmada İngilizler süvari yüzbaşısını vururlar. Hemen orayı terk eden taburun terk ettikleri yere bir top mermisi daha düşer. Patlama sebebiyle yere yuvarlanırlar. Bu kadar patlamanın sonucunda artık birlerlerini duyamaz olurlar. Ancak üzerinden bir iki saat geçtikten sonra normal olarak duymaya başlarlar.
Bir süre patlama olmayınca komutan bütün askerleri alıp tekrar bulundukları Yani tepeye geçerler. Can havliyle bütün askerler yerlerini almak için tepeye tırmanırlar. İngilizler o tepeye varmadan bizim askerlerin cephede yerlerini almaları gerekir. O cepheyi almak için elinden geleni yaparlar. Çatışmada 57. Alay’ın üstün çıktıklarını anlayan İngilizler yürüttükleri taarruzları durdururlar.
Kasım ayı olmasına rağmen artan sıcaklık ve susuzluk askerleri harap eder. Su bulması için komutan Saka Ömer’i görevlendirir. Tabur komutanları Yüzbaşı Mehmet Salih Efendi Ahmet Muzaffer’in bölüğünün 7. Tümen’e takviye gitmesini ister. Bulundukları tepeye ise 3. Takım yerleşir. İki üç günden beri canla başla savaştıkları tepeden ayrılmak askerleri hüzünlendirir.
Girdikleri üç tepede de hep tehlikeli görevler alan 57. Alay büyük kayıp verir. 11 Kasım 1917 950 kişiyken 13 Kasım 1917’de ise sayıları 250 kişiye düşer. 680 er kayıpları olur. Bir dönem dünya tarihine damga vuran bu koca devlet şimdi bu tarihte bu kumlara mı gömülecek düşüncesi sarmıştı bütün askerleri.
16. Tümen karargâhına Yani El- Ramle’ye gitme emri verilir. Oldukları yerden geri çekilirler. 14.15 Kasım 1917’de El-Lacun’a Çekilmeleri gerekir ve tekrar yola koyulurlar.
Hadar Köprüsün’de İngilizlerle çarpışan askerler köprüyü ele geçirirler. Bunun üzerine köprünün girişine alay sancağı dikilir. Son günlerde sürekli geri çekilen ordu için büyük bir başarı ve zaferdir. Akşama doğru 22. Kolordu’nun düşman süvarisi ve piyadesi ile yaptığı muhabereyi kazandığı haberi gelince ordunun coşkusu daha da artar. Herkes havalara zıplar ve birbirlerine sarılırlar. Bu muharebede 20 şehit verirler.
Alay sancağının köprünün girişinde dalgalanması herkesin kendini daha da güvende ve rahat hissetmesini sağlar. Sancaklarının gölgelerinde olmak bütün çektiklerine rağmen her şeyi unutturur.
Gündüz insanın beynini pişirecek derecede sıcak olan hava, geceleri ise yerini adeta buz gibi dayanılmaz soğuğa bırakır. Sıcaktan perişan bir halde olan askerlerin yüzlerinde yanıklar oluşur. Böyle bir anda bulutlanan havanın yağmur getireceğini beklerken birden kum fırtınası çıkar. Çıkan kum fırtınası askerleri, atları, develeri ve hecinleri kötü bir şekilde etkiler. Kayalıkların arkasına saklanıp başlarını örterek yere yatarlar. Çünkü çıkan kum fırtınası göze, yüze sert bir şekilde çarpar ve etrafa bakmak mümkün olmaz. Yattıkları yerde kumlar tozuyor ve nefes almakta güçlük çekerler. Bir iki saat süren fırtınanın azalmasıyla Ahmet Muzaffer Bey hemen köprüye doğru yol alır. Sancağın orada olup olmadığına bakmak ister. Gitmesiyle karşılaştığı manzara onu o kadar şaşırtmıştır ki… bir Er’in çıkan kum fırtınasına rağmen köprünün girişine gidip sancağı sıkıca topladığını ve ceketinin içine koyduğunu görür. Bu durum karşısında Ahmet Muzaffer çok duygulanır ve Er’e sarılıp öper. Böyle bir esnada ortalığı saran bir ses herkesi rahatsız eder. Bu İngilizlerin tankının sesidir. Yavaş yavaş köprüye yaklaşıp ateş etmeye çalışan İngilizleri, 57. Alay’ın Onbaşısı Veli ateş eder ve tankın vadinin yamacına doğru yuvarlanmasını sağlar. Bu arada Onbaşı Veli’de omuzun dan yaralanır.
Daha bu durumu atlatmadan bir kez daha motor gürültüsü duyarlar. Ama bu kez çıkan ses köprüye doğru alçalan uçak sesidir. Askerler hemen kendilerini sipere atarlar. Uçaklardan atılan bombalardan biri Rami’nin yanına düşer ve Rami orada şehit olur. Kimse yerinden kıpırdayamamıştır. Fakat İngilizleri püskürtmek için de ateş ederler. Bu hamleyi beklemeyen uçaklar hızla yükselirler ve ufuktan kaybolurlar. Bu saldırıdan 5 şehitleri ve 10 yaralıları vardır.
Sancağı bu kez alay komutanının olduğu yerde bir kayanın yanına dikerler. Sancağı daha sıkı koruma altına alırlar. Susuz kalan askerlere su bulmak için Ahmet Muzaffer Bey Saka Ömer’i görevlendirir. Saka Ömer yanında kılavuz ile birlikte su bulmaya gider. Kılavuz onu bedevilerin içine götürür. Bedeviler Saka Ömer’e önce işkence yaparlar. Sonrada üstünü soyduktan sonra atın üstüne bindirip gönderirler. Ahmet Muzaffer ve erler Saka Ömer’in hali görünce inanamazlar ve hemen yaralarını temizlerler. Bunun üzerine askerlerde susuzluğun yanında birde yalnızlık duygusu eklenir. Uçsuz bucaksız bu topraklarda yapayalnızlardır. Tuzaklar ve düşmanları artar. Bütün bu olanlara karşı hırsları daha da artar.
Susuzluğa en fazla iki gün dayanırlar. Gittikçe ölüme yaklaştıklarını düşünürler. İnançları ve güçleri kalmamıştır artık. Su bulmak imkânsızdır. Tam ümitsizliğe kapılacakken boşanırcasına yağan yağmur onları bir çocuk gibi sevindirir ve elindeki bütün kaplara su doldururlar. 3-4 saat yağan yağmur askerlere yeniden hayat verir.
Dinen yağmurun ardından Hadar köprüsünü bırakıp Milis Köyü’nün batısına gitmeleri emri verilir. 29 Kasım 1917 günü hep tahkimat ve siper açmak için çalışırlar. 20. Tümen’in bütün birlikleri öğleye doğru gelirler. Taarruz 29-30 Kasım 1917 gecesinde yapılacaktır. Her taburdan bir bölük kuvvet takviye edilir. Bu bölükler arasında Ahmet Muzaffer komutanın bölüğü yoktur. Alay komutanı onların biraz dinlenip tümenin yapacağı taarruzda yer almasını ister.
Taarruz başlar ancak İngilizler yan taraflara yerleştirdikleri makineli tüfeklerle bölüğü adeta biçerler. Bu taarruz başarısızlıkla sonuçlanır ve geriye sadece bir Subay ve 29 Er döner. Bir yığın hayal kırıklı. Ne ummuşlardı ne buldular.
27-28 Aralık 1917 gecesi düşman taarruz eder taarruzun sonucunda istihkâm tepesi ile kırmızı tepe İngilizlerin eline geçer. Destan yazdıkları Hadar köprüsünün İngilizlerin eline geçmesi Ahmet Muzaffer Bey’i bir kez daha yıkmıştır.
10 Mart 1918 tarihinde Alay’ın mensup olduğu 19. Tümen’in cepheye intikal etmesiyle sayıları 750 kişiye yükselir. 57. Piyade Alayı 19. Tümenin cepheye intikal etmesiyle cephenin merkezini tutmaya başlar. Sağında 72. Alay, solunda ise 77. Alay vardır. Alayları 7 Kilometrelik cepheden sorumludur.
Eylül ayında İngilizlerin saldırıya geçmelerini beklemek canlarını sıkar. Sabahın 05.30’unda ilk top mermisi ön siperlerine yakın bir yere düşer. Dört bir yanlarına düşen top mermileri onları zor durumda bırakır. Bir çok kişi yaralanır. Ellerindeki toplarda alınmış ve başka yere kaydırılmıştır. 19. Tümen 22. Kolordu ile haberleşemiyordu. 77. ve 72. Alay’ın kendilerinden yüksekte olmalarından dolayı haberleşemiyorlardı. Düşman gittikçe ilerliyordu. 7. Bölüğün savunduğu Sürügü Tepe den geri çekilir ve Sürgü Tepe düşman eline geçer. Gözler ve tüfekler tepeye çevrilir beklenir. Sağda da çok az sayıda askerleri vardır. Birden çok sayıda düşman askeri “Hurra” diyerek ateş eder edeler. Sipere yatan 7. Bölük askerleri ilk sıradaki düşman askerlerini yere indirir. İngilizlerin makineli tüfeklerini kurmalarına izin vermezler. Düşman askeri geri çekilir.
19 Eylül 1918 tarihinde 57. Alay komutanı Binbaşı Hacı Mehmet Emin Bey İhtiyat Taburunu kuzeye, yüksek tepeye çekilmesi emrini verir. 3. Tabur’un ve 10. Bölük Komutanının ve 2. Taburun cesareti sayesinde düşman sağ taraftan ilerleyemez. Sol taraftaki 77. Alay ile bağlantı tamamen kopar. İngilizler durmadan dört taraftan top mermileri atması ve gittikçe yaklaşmaları üzerine Öğlen vakti geri çekilme emri gelir. Bu emir herkesi üzer. 57. Alay’ın bütün kuvvetleri Şahin Tepe’nin gerisine çekilecektir. Bu arada 77. Alayda onlara destek için gelir ve Gurun sırtlarında İngiliz ilerlemesi durdurulur. 20 Eylül 1918 günü gelen emir geri çekilmedir. 16. Tümen ile birleşip kuzeye çekilip bu toprakları terk edeceklerdir. 16. Tümenin kurtarılmasının tek yolu taarruzdur. Mermi yağmuru altında İngilizlere doğru koşmaya, ölmeye giderler. Kuzeyde savaşan 7. Ordu Bisan’ın düşmesinden ötürü Beyt-i Hasan doğrultusunda geri çekilir. Kuzeyde savunmasız kalan 16. ve 19. Tümenler ise Nablus’u savunmaktan vazgeçerek bölgedeki tek geçiş yeri olan Şeria Nehrindeki Tel-Ahmer’den geçip kuzey doğuya ilerlemesi emredilmişti. Kuzeyden ilerleyen İngiliz birlikleri 16. Tümen’in üzerine taarruz etmiş ve tümen İngilizlere esir düşmüştür. 2. Tabur ise nehre yakın bir yerde İngilizlerle savaşır, karşı koymak ve dayanmak artık imkânsız olduğu için burada ölünceye dek savaşırlar.
Biraz sonra 19. Tümen’in yenildiği ve hayatta kalan Subay ve Erlerin esir düştüğü haberi her kesi can evinden vurmuştur. Artık Alaya ait ne varsa bütün evraklar yakılmıştır. Bu saatlerde Ahmet Muzaffer’in Rabbinden tek istediği onlara esareti göstermeden canlarını almasını istemesidir. Ölüm artık onlar için müjdeli bir haber olacaktır. Hem konuşuyorlar hem de birlikte gözyaşı dökerler. Bedel Raşit ise sancaklarını alıp getirir. Birden İngiliz askerlerin içlerinden biri elinde beyaz bir bayrak ile atın üstünde gelir. Bunun üzerine 57. Alay 7. Bölük Komutanı Hilmi’de çıkar, orta yerde buluşurlar, İngiliz askeri teslim olmalarını ister. Ama 57. Alay kabul etmez.
Sancakları korumak için canlarını vermeye hazırdırlar. Çok susamışlardı. Sonra teyemmüm edip kendi cenaze namazlarını kılmaya başladılar. İngilizler ise ne yapmaya çalıştıklarını anlama çabasındaydılar. Kimileri ise üzerinde ne var ne yok çıkarıp üstüne adreslerini yazıp bıraktılar. Belki birileri ailelerine gönderir ümidiyle bunu yaparlar. Cephaneleri de çok az kalmıştır. Bitene kadar kullanacaklardı. Birden makineli tüfek ön taraflarını tarar ve bir İngiliz Subayı Türkçe olarak “Teslim Olun” der. O anda 57. Alay karşıya ateş açar ve İngilizler de karşılık verir. İngilizlerin ateşi gittikçe şiddetlenir.
57. Alay da ellerindeki son mermileri ve güçleri tükenene dek çarpışırlar. İngiliz askerleri peşlerinde oldukları için sancağı imha etmeyi düşündüler. Hemen çalı çırpı toplayıp bazı evrakları Ahmet Muzafferin Gülnihal’e yazdığı birkaç mektubu alıp yakar. Sonra sancağı Remit’den ister titreyen bir sesle sancağı üç kere öpüp alnına götürdükten sonra ateşe bırakmak ister ama bunu bir türlü yapamaz. Elleri yanıncaya kadar sancağı ateşin üstünde tutar tam o sırda sancak bir avucundan tutuşur ve yanar. Ağlayan askerler hıçkırıklara boğulurlar. Künyelerini de alıp ateşe atarlar. Sonra yanan ateşten kalan külü toprağa bırakmadan bir kutunun içersine doldurup gömerler. Artık İngilizlere karşı koyarlar. Toplam sekiz kişi kalır. Etrafları ise 800 kişi ile birlikte sarılmıştır. Çok geçmeden kıs kıvrak yakalanırlar.
Önce 16. Tümen, sonra 19. Tümen ve en sonda Trablusgarp’ta Balkanlarda, Çanakkale’de Galiçya’da, Filistin’de savaşan destanlar yazan Susuz Aslanlar 57. Piyade Alayı teslim alınmış, Sancak düşman eline geçmiştir. Ahmet Muzaffer’in elleri bağlıydı. Künyesi yoktu. O anda aklına Gülniha’le yazdığı mektup gelir. Mektupta Gülnihal’e şehit olursam nişanlılığımız düşer demişti. Şu an yaşayan şehitlerdi.
Gözleri ufukta batmakta olan güneşe takılıp kalır Ahmet Muzaffer bu topraklarda onlarda kuma batmış ve tarihe gömülmüşlerdi. Güneş tepelerin ardından batıp kaybolur tıpkı 57. Alay gibi.
Tük tarihinde pek çok önemli yer tutan cephelerde (Trablusgarp, Balkanlar, Çanakkale, Galiçya, Filistin, Sakarya Muharebesi), günümüzde ise Sarıkamış'ta kendisine verilen görevleri büyük zayiatlar vererek yerine getiren 57. Piyade Alayı kuşkusuz daha çok anlatılmayı ve anılmayı hak ediyor.

Aziz şehitlerimizin ruhu şad olsun...


bekirr 10 Eylül 2012 12:01

ABDÜLHAMİT VE MASONLAR

Yazarı hakkında Bilgi;
Orhan KOLOGLU

1929'da Kadınhan (Konya)'da doğdu. Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Yüksek Gazetecilik Enstitüsü'nden mezun oldu.
Strasbourg Üniversitesi'nde doktora yaptı. 1947'de gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazetelerde muhabir, yazar ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı.
1964'de Basın Ataşesi oldu, Roma, Karaçi, Paris, Londra, Beyrut bürolarında çalıştı. Milliyet'in Almanya baskısını başlattı. 1974 ve 1978-79'da
Basın Yayın Genel Müdürü oldu. 1978'den itibaren değişik-üniversitelerin Tarih ve İletişim fakültelerinde ders verdi. Libya Al Fateh Üniversitesi'nde Doçent olarak çalıştı. Tarih ve Sosyal bilim konularında yayınlanmış elli iki kitabı var. Gazeteciler Cemiyeti (iki defa), Sedat Simavi, Yunus Nadi,
Afet İnan Sosyal Araştırma ödüllerini kazandı.
Yayınlanmış Eserlerinden Bazıları:
Le Turc Dans la Press e Française 1470-1815
Müthiş Türkler
İslam' da Başlık
Muzakkarat al Dubbat al Etrak Havle Maareke Libya
Mazlum Milletler Devrimleri ve Türk Devrimi
Takvimi Vekayi
Basımevi ve Basının Gecikme Sebepleri ve Sonuçları
Abdülhamit Gerçeği
Islamic Public Opinion During the Libyan War 1911-12
Abdülhamit Masanlar
İttihatçılar ve Masanlar
Türkiye' de Basın
Bedevi-Lavrens-Arap- Türk
Gazi' nin Çağında İslam Dünyası
Türk Çağdaşlaması
Kim Bu Mustafa Kemal?
Halka Doğru Bilim (Bilim Gazeteciliği)
Avupa' nın Kıskacında Abdülhamit
Reklamcılığımızın İlk Yüzyılı 1840-1940
1918: Aydınlarımızın Bunalım Yılı


ABDÜLHAMİT VE MASONLAR

Abdülhamit'e masonlukla ilişkisinde yapmadığı ve söylemediği şeylerle ilgili yanlış yakıştırmalar yapılıyordu.Bu kurumun kökünü kazımayı planladığı iddia
ediliyordu.Fakat araştırmalar sonucunda aksine ''Barış içinde bir arada yaşama '' fikrini benimsediği ve bu yönde çalışmalarının olduğu saptanmıştır.
Masonluk ilke olarak örgütlü bir kuruluştu,örgütle vardı.Bir kişi kendi isteğiyle ve bir örgüte bağlı olmadan müslüman yada komünist olabiliyor,fakat bir
örgüt tarafından onaylanmadan mason olamıyordu.Masonluğa tekris adı verilen bir törenle kabul ediliyordu.Bu kitap temel olarak masonluğun dünyada ve
Osmanlı topraklarında yayılışını ve Abdülhamit'e masonlukla ilgili yapılan yanlış yakıştırmaları açığa çıkarmak amacıyla yazılmıştır.


Abdülhamit’in ilk 33 yıllık Yaşamına Damgalayan Olaylar
Ülkede köklü bir değişimin gerekliliğini savunan ve ilk girişimleri yapan Sultan II.Mahmut’tur,fakat gerçekleştirmeden 1839 yılında ölmüştür.yerine tahta
geçen oğlu Abdülmecit babası gibi değişim konusunda kararlı olmuş ve Tanzimat-ı Hayriye2yi ilan etmiştir.Böylece de ülkede çağdaşlaşma dönemi başlamıştır.
Abdülmecit’ten sonra yerine geçen kardeşi Abdülaziz ve onun çocukları da bu ortamda yetiştiklerinden Tanzimat hareketi hep devam eden bir akım olmuş,asla
geriye gitmemiştir.Abdülmecit’in ikinci oğlu olan Abdülhamit 1876-1909 yılları arasında 33 yıl tahtta oturmuştur.Fakat Abdülhamit tahta geçmende önce bazı
siyasal ve toplumsal olaylardan etkilenmiştir.Bunları kısaca şöyle özetleyebiliriz:
--1854-1856 Kırım savaşıyla Osmanlı topraklarının Hıristiyan ordularıyla dolması ve buna karşı islamın halifesi ve sultanın işbirliği yapması,Avrupa’ya bağımlı hale gelme
--Islahat fermanı ve Paris antlaşmasıyla Avrupasız politika oluşturulamayacağı fikri
--1863’de amcasının yanında ağabeyi Murat ile Mısır’a gitmesi ve burada Hidiv ailesiyle yakın ilişkileri
--1867’de Avrupa gezisi yaparak çağdaş uygarlık yaşamını yerinde görmüş olması
--1876’da amcasının tahttan indirilişi ve ağabeyinin geçişiyle kendisinin veliaht olması

Abdülhamit olayları iyi izleyen, kendini koruyan ve eğilimlerini belli etmeyen bir kişiliğe sahipti.Abdülhamit’in masonluğuyla ilgili birçok söylenti ve
iddia olmasına karşın onun en mahrem ve en sevgili mabeyincisi Abdülhamit’in mısır gezisi sırasında mason olduğunu ileri sürmüş,fakat bununla ilgili
herhangi bir belgeye ulaşılamamıştır.

Bireysel Masonluk Döneminde Gayrimüslimler
Kırım savaşı Abdülhamit’i etkilemesinin yanı sıra Osmanlı topraklarında mason localarının da yaygın hale gelişinin başlangıcıdır.Osmanlı topraklarında masonluğa karşı ilk tepki ise papanın çıkardığı aforoz emri olmuştur.Ayrıca Babıali İstanbul’da masonların toplandığı yeri basarak yıkma emri vermiştir.Fakat masonlar haberi erken almış ve orayı terk etmişlerdir.Bu tepkilerin temel nedeni masonluğa dinsiz ve devrimci bir akım gözüyle bakılmasıydı.Bu olaylardan sonra hükümet Osmanlı’nın farmasonluğu ülkeye sokma girişiminden kaçınmasını istemiştir.Bunun nedeni olarak da ülke içinde ki din barışını korumak fikrinin etkili olduğunu iddia edilmektedir.İslam açısından bakıldığında Babıali’de tüm mezhepleri koruyan ve topraklarında din tartışmasını engelleyen bir tutum içinde olduğu görülür.Onlara göre bu sadece Hıristiyanlar arası bir sorundu.
Patrikhane ve Katolik kilisesinin ise masonluğa karşı tutumu çok sert idi.Masonluğu bütün Avrupa hükümetlerine ve dinlerine karşı komplo kurmakla nitelendiriyorlardı.Fransız devriminin şeytani bir sistem önerdiğine inanılıyordu.
Bireysel Masonluk Döneminde Türk ve Müslümanlar
Osmanlı devleti Batı dünyasında ki fikir hareketlerini izlemeyi,doğrudan kendisini hedef almadıkça Hıristiyanlar arası bir hesaplaşma olarak saydığından gereksiz buluyordu.Hatta bu durumu Avrupa’yı parçalayan bir unsur olarak düşünülüyor ve seviniyordu.Fakat Fransız devrimi propagandasını Osmanlının balkanlarda azınlıklarına yöneltince Babıali harekete geçti.Devrim dinsizlik ve fesatlık içeren bir akım olarak yayımlandı.Bu yayımlarda masonluk kelimesi hiç ağza alınmasa da devrimci akımlar kapsamında ele alındı
17820 yılında Berlin’de Musevi,Hıristiyan ve Müslümanları ortak bir dinde birleştirmek amacıyla bir mason locası kurulmuştur.Fakat İslamiyet diğer dinlere bakarak daha hoşgörülü olduğu için ilk bakışta böyle bir yaklaşıma gereksinme duymamıştır.Ayrıca İslamda esas eğilim daima Hazreti Peygamber ve dönemini örnek almaktı ve aksine bir yöneliş dinden çıkma sayılıyordu.Bu nedenlerle Müslümanlar bu yaklaşıma benimsememiştir.
Paris’te eğitim görmüş bir Rum mason raporunda 1842 yılında İstanbul’da hiçbir mason locası bulunmadığını iddia etmiştir.Bunun nedenini de Osmanlı ülkesinde masonluğun İslamı yıkmaya yönelik bir komplo olarak görülmesine bağlamıştır.
Yerel Mason Örgütlemesi Dönemine Geçiş
Kırım savaşıyla başlayan kaynaşma sonucunda Osmanlı topraklarına göç eden Avrupalılara özgürce ibadet yeri yapma izni verilmesi bireysel masonluğun örgütlü masonluğa geçişinde önemli rol oynamıştır.Fakat bu akım Müslümanları konuya dikkatli ve tedirgin yaklaşımları,Hıristiyanlarında kendi dinlerine olan katı bağımlılığı yüzünden sınırlı kalmıştır.
Gayrimüslimlerde Örgütlü Masonluğun Gelişmesi
Fransız Doğu Birliği locasından Schinas’ın raporu örgütlü masonluk dönemiyle birlikte dil sorununun da Osmanlı’da ön plana çıktığını gösterir.Bu nedenle Türk ve Müslümanları da localara çekmek için Türkçe kullanılmış,buda aydınlar arasında ulusçuluğu pekiştirmiştir.Fakat locaların ayakta kalmasını sağlayan asıl etken ulusçuluğun pekişmesi değil Büyük üstatların saygıdeğerlik dereceleri olmuştur.
Ayrıca azınlıklar arasında da aynı dili konuşanların loca kurmak istemeleri ulusçu akıma zemin hazırlamıştır.Tam bu sırada kurulan Ermenilerin ser locası buna güzel bir örnektir.Sırf Ermenilerin kabul edildiği ve dil olarak salt Ermeniceyi kullanan bir loca olarak açılmıştır.Fakat Ermeniler ‘’bünyelerinde yeterince kendi radikal gizli örgütleri bulunduğundan’’ masonluğa çok ilgi göstermemişlerdir.
Yine benzeri bir loca olan Rumlara ait İ.Proodos locası üye sayısını arttırmak amacıyla kapısını Türkler ve Musevilere açmış ve kısa sürede üye sayısını 15’den 89’a çıkartmıştır.Bunun asıl amacı olarak da Türkler ve Rumlar arası kaynaşmayı sağlayarak yeni Bizans Devletinin kurulması olarak değerlendirilmiştir.
Türk Müslümanlarda Örgütlü Masonluğun Gelişmesi
Osmanlıda örgütlü masonluğun belirdiği ilk yıllarda olumlu bir yaklaşım söz konusuydu.Çünkü İslam diğer dinler kadar katı ve sert tutumlu değildi,bu nedenle de masonluğa hoşgörüyle yaklaşılıyordu.bazı kesimlerde masonluğa tarikat olarak bile bakılıyordu,hatta masonlukla Bektaşiliği yakın sayan görüşler ileri sürülüyordu.Bektaşilik gibi tarikatların gizli olması ve tasavvufun felsefe yapmaya izin veren yapısı nedeniyle masonluğun yayılmasına ortam hazırladığı düşünülüyordu.İslamın masonluğa bakış açısında dini,politik ve benzeri öğelerden çok sosyal ve toplumsal öğe ağır basmıştır.Bu nedenle de İslam dünyasında Katolik ve ortodoks kiliselerinde yapıldığı gibi yasaklanmaya yada aforoza gidilmemiştir.

AÇIK ÇALIŞMA DÖNEMİ
Babıali’nin Masonluğu Evcilleştirme Girişimleri
İlk bakışta Osmanlı masonluğu nadiren siyasal bir rol oynamıştı.Fakat toplumda yaygınlaşmaya başlamasından 15 yıl sonra siyasal rol kazanmaya başladı.Farmasonluk kurumu; kurulu sosyal düzene karşı çıkıyor,fakat siyasal düzenle çatışmıyorlardı.Dini gerginlikleri ve mezhebi anlaşmazlıkları kendi yöntemleriyle ahlaki açıdan aşmayı tasarlıyorlardı.Devletin iktidara sahip olmasını önemsemeden ve sırlarını açıklamadan,toplumda ahlakı,tekellerine almayı ve kendi sosyal kurumları lehine şekillendirmeyi planlıyorlardı.Bu sırda ancak bütün burjuvalar birleşince gerçekleşebilirdi.
Tanzimatçı ve Yeni Osmanlı kadrolarında da benzeri davranışlara rastlanıyordu. Müslüman masonlar her seferinde siyaset yapmadıklarını ve kurulu düzeni değiştirmeye çalışmadıklarını söylüyor ve her yaptıklarının İslam'a uygunluğunu vurguluyorlardı.
Tanzimat İslami batı uygarlığıyla bağdaştırma çabasındaydı.Bu yüzdende düşünce ve uygulamalarda önceliği batılı öğelere veriyor,bunun sonucu olarak ta Tanzimat yöneticilerini ‘’gavur’’ olarak suçluyorlardı.
1877 temmuzunda İstanbul Hasköy’de bir mason mabedi için temeller atılmıştı.Fakat Yahudilerin en yoğun olduğu bu bölgede böyle bir açılış yapılmasına rağmen ne Babıali Yahudi cemaati herhangi bir tepki göstermemişti.bunun nedeni olarak da Yahudilerin 7-8 yılda epeyce yol kat etmeleri düşünülüyordu.
Sadrazam Ali Paşa’nın ölümünden sonra Doğu Birliği Locasının Büyük Üstatlığına getirilen Bordeano Avrupa çıkarlarının aksine kapitülasyonların kaldırılmasını,bütün insanların eşitliğini ve özgürlüğünü savunmuştu.ali Paşa’da kendi döneminde ülkenin ve toplumun çıkarlarına zarar vermedikleri ve aksine ittihad-ı Anasırı (Osmanlı ulusunu oluşturma) destekledikleri sürece masonlara hoşgörüyle bakmıştır.Bu düşüncede işin içine siyasetin karıştığını ve masonluğun evcilleştirilmeye çalışıldığının bir göstergesiydi.

Osmanlı Veliaht’ının Masonluğa Talip olması
Abdülmecit’in ölümünden sonra büyük oğlu Murat ve kardeşi Abdülaziz arasında taht kavgası başlamış,1861 yılında Abdülaziz tahta geçmişti.Abdülaziz 1863’te yeğenlerini de yanına alarak (Murat,Abdülhamit,Mehmet Reşat) Mısır’a gitmiştir.Burada Hidiv ailesiyle olan yakınlıkları dikkat çekmiştir.
Abdülaziz tahta geçtikten sonra,daha çok kendi oğullarını öz planda tutuyor,yeğenlerini önemli görevlere getirmiyordu.Özellikle Murat resmi görevlere verilmiyor ve her açıdan kontrol altında tutuluyordu.Sürekli kaçamaklar yapıyor,ölçüsüz para harcıyor ve borçlanıyordu.Bu davranışları göstermesinde Skaliyeri’nin katkısı büyüktü.Murat 20 ekim 1872’de Proodos locasında Büyük üstat Skaliyeri tarafından tekris edildi ve mason oldu.Murat’ın mason olduğu öğrenilmedi ama çevresindekilerin masonlarla ilişkide oldukları öğrenildi ve bunun sonucunda ilk anti-mason yayın belirdi.
İlk Anti-Mason Yayının Belirmesi
İlk anti-mason kitabın hangisi olduğu tam olarak bilinmemekle beraber Habname ve Lahika isimli kitaplar bu noktada önemlidir.Habname Pertev Paşa’ya ait 24 sayfalık bir kitaptır.Kitabında törenleri çok ürkütücü ve korkunç tasvirlerle anlatılmıştır.Habname’de Pertev Paşa kendi görüşlerini serbestçe anlatırken masonların cevaplarını da açıkça belirtmiştir.Bu durum kitapçığa bir ölçüde tarafsızlık kazandırır.lahika isimli kitap ise doğrudan farmasonluk ismini kullanır ve bu kurumu eleştirir.Bu kitapta amaç cemiyetin batıl olduğunu kanıtlamaktır.Kitap farmasonluğun kuruluş amacının hükümdar devirmek olduğunu iddia eder.Masonların fikirleri batıldır,yalandır.Üyelerin çoğu cahil ve dünyadan habersizdir.Bu tür yayınlarla masonluk konusunda bir panik havası oluşturulmaya çalışılmıştır.Fakat bir yandan da üst düzey Türk ve Müslümanların terkisine ara verilmediği de görülür.Buda gösteriyor ki yapılan anti-mason kampanya büyük bir etki yaratmamıştır.

Asgari Müştereklerde Buluşma Çabası
Abdülaziz Murat tarafından zehirlenip öldürüldükten sonra tahta kendisi geçmiştir.Bu durum çevrede bir mason komplosu olarak değerlendirilmiştir.3 aylık tahtta oturmasından sonra hastalanmıştır.Murat’ın hasta olduğu anlaşılınca da sırada tahta mason olmayan Abdülhamit yerine mason olan Kemalettin’in vekalet gösterilmesi bu inancı pekiştirmiştir.
Sonuç olarak Abdülhamit Murat’ın hastalığının ardından tahta geçmiştir.Sultanlığının ikinci ayında Stramboul isimli bir gazetede masonlukla ilgili bir yazı yayımlanmıştır.Bu yazıyla yeni tahta geçen sultana üç hatırlatma yapılmıştır.Birincisi masonluk islamla bağdaşamaz değildir,ikincisi masonluk ulus ve din açısından karmaşık bir yapıya sahip olan Osmanlı toplumunda birleştirici bir rol oynayabilir.üçüncüsü de Hükümdar kulübünün üyesi olmak isteyen bir kimse masonluğu dikkatten uzak tutamaz.
Abdülhamit masonluk bir eğlence ve hayır cemiyeti olarak kaldığı sürece dokunmamış,daha çok gizli,siyasi ve ihtilalci cemiyetlerle uğraşmıştır.
Masonlarda Bölünme;Murat İçin Savaşanlar,Savaşı Reddedenler
Murat’ın hastalığı döneminde tahttan indirilmesinde hastalığının değil de siyasi tercihlerin rol oynadığı iddia ediliyordu.Bundan dolayı da şüpheler yerine tahta geçecek olan Abdülhamit üzerinde yoğunlaşmıştı,Abdülhamit bu durumdan oldukça tedirgindi ve tahta yerleşmeden önce bu gölgeli durumu aydınlatması gerektiğinin farkındaydı.Murat oldukça hasta olmasına rağmen eski valide sultanı ve Skaliyeri durmadan Murat’ın tamamen iyileştiğini ve tekrar tahta geçeceğinin yayıyorlardı.Söylentilere göre Abdülhamit’i tedirgin eden en önemli şey Murat’ın yazdığı imzalı bir taahhütnameydi.İddiaya göre bu taahhütnamede Murat’ın sağlığına kavuşması halinde Abdülhamit’in tahttan çekilmesi vaadini içeriyordu.Abdülhamit’in bu belgeyi arattırdığı da söylentiler arasındaydı.Ayrıca Abdülhamit Murat’ın masonluğunu kanıtlayıp toplumun gözünden düşürmeye çalışıyordu.
Abdülhamit’in fikri özelliklerinden biride devlet adamından sokaktaki adama kadar herkesin bir fiyatı olduğu inancında olmasıydı.Kişilere biçtiği fiyatı da sadece paraya dayandırmıyor kültür ve sanatı da göz önünde bulunduruyordu.

Murat’ı Tahta Geri Getirmek İçin Bireysel Girişimler
Abdülhamit’in İngiliz elçiliğiyle ilişkisi iyice bozulmuştu.İngiliz elçileri kendilerine ülkelerin içişlerine karışma gücünü buluyorlardı.Her şeyden önce zaten bu neden arada soğukluk yaratıyordu.masonluğu kendi tekellerinde sayan,kendilerininkinden başkasını kusurlu bulan İngilizler için çözüm göreve çok birleştirici ve saygıdeğer birinin getirilmesiyle mümkündü.Bu iş için Galler prensi seçildi.Bu dönemde İngiliz diplomatlar sık sık murat’ın sağlığıyla ilgilenmişlerdi,bunu iyi niyetle yaptıklarını söyleseler de,Abdülhamit bu durumu siyasal nitelikte saymış ve İngiliz elçilerini düşman gözüyle değerlendirmişti.Masonlukla İngilizleri özdeşleştirmiş ve siyasal olaylar çıkabileceğine kanaat getirmişti.Ali Suavi,Skaliyeri ve Nakşibend Murat’ı kaçırmak,iyileştirmek ve tekrar tahta çıkarmak için bu dönem epeyce uğraşanlar arasındaydı.

Savaşa Tek Başına Devam Eden Kararlı Eski Büyük Üstat
Skaliyeri:Skaliyeri Büyük üstatlığı kaybettiğinden beri hiçbir yerden destek bulamıyordu ve parasızlıktan sefalete düşmek üzereydi.Sadece Murat’a bağlı olan Nakşibend grubundan destek sağlayabiliyordu.Bu örgütünde çok az sayıda üyesi kalmıştı.Masonluk sıfatını açıkça kullanarak Abdülhamit’e karşı tek başına savaşı sürdüren kimse Skaliyeri olmuştur.Skaliyeri sürekli mason localarını kışkırtarak olay çıkarmaya çalışmıştır.Skaliyeri’nin bu kampanyası artık Abdülhamit’le aralarında kişisel bir çekişmeye dönüşmüştür.Abdülhamit bu durumda boş kalmamış,ajanlarıyla sürekli Skaliyeri’yi rahatsız etmek,işlerini bozmak,elindeki Murat’la ve masonlukla ilgili belgeleri almaya çalışmıştır.Çabalarına masonlarda hiç destek göremeyen ve parasızlıktan sefalete düşen Skaliyeri bir süre sonra Abdülhamit’le anlaşma yoluna gitmiştir.Skaliyeri Murat’la ilgili belgeleri sultana göndermiş,sultanda bunun üzerine Skaliyeri’i ve Nakşibend’i affetmiştir.Böylece Skaliyeri bir köşede unutulmuş ve Atina’da 1891 de ölmüştür.
Abdülhamit’i Ürküten Mısırda ki Çok Kutuplu Masonluk
Mısır’da yapılan eylemlerin başında daha önce İstanbul’dan uzaklaştırılan Cemalettin Afgani vardı.Cemalettin mısır’da mason oldu ve doğu yıldızı locasının üstatlığına atandı.önceleri politikaya bulaşmamam ilkesine bağlı görünürken locanın başına getirilince locayı kendi amaçları doğrultusunda kullanma eğilimine girdi.Ayrıca çevresi tarafından dinsizlikle de suçlanıyordu.Bu durumlar üzerine arkadaşlarıyla birlikte Doğu yıldız locasından çıkartılan Cemalettin Fransız Büyük locasına bağlı yeni bir loca kurdu,bu girişim büyük ilgi gördü ve 300 üye topladı.Bu 300 üye arasında önemli olaylara imza atacak sivil askerlerde yer alıyordu.Beyrut’ta bulunan bir mason grubu da buraya katıldı ve böylece Mısır Milliyetçi Partisi kurulmuş oldu.Bu durum Mısır’ı takip eden Abdülhamit’i endişelendiriyordu.Ayrıca aynı anada Beyrut’ta ki masonlukta da gelişmeler oluyordu.Burada gizli cemiyet kuranların hepsi hıristiyandı ve amaçları Müslümanlarla eşit olmaktı.ancak amaçlarında tam bir fikir birliğine varılamadığı için çok tehlike oluşturmadı.
Barış İçinde Bir Arada Yaşama
Çok sınırlı bir grubun dışında masonlar Abdülhamit’e karşı eylemden çekiniyorlardı.Abdülhamit de masonlarla hiç uğraşmıyordu.özellikle mali krizin yaşandığı bu dönemde localar Anadolu’ya yardım kampanyası başlatmışlardı.1882 sonrasında her alanda gerginlik durulmuş,localarda huzur ve gelişme hakimdi.Uslu gibi görünen localar rahatsız edilmiyorlardı.Abdülhamit mason localarına eğlence ve hayır cemiyeti oldukları sürece kesinlikle karışmıyor,fakat politika yaptıkları zaman müdahale ediyordu.Bu yıllar da locaların toplantılarında sultana bağlılık ve saygı mesajları veriliyordu.
Bütün bu faaliyetlerde İtalyan locası ve Üstadı Geraci baş rolü oynuyordu.Geraci daha öncede 1877’de Abdülhamit’in Murat’a asla kötülük yapmayacağı yolunda İtalya’da ki merkeze garanti vermişti.İtalyan locası o dönemde sık sık yardım baloları yapıyor ve oldukça iyi çalışıyordu.Bu balolara Abdülhamit’te para göndererek katkıda bulunuyordu.Burada Abdülhamit’in iddia edildiği derecede mason düşmanı olmadığı anlaşılıyor.
Abdülhamit’in yumuşak politikası sebebiyle on seneden fazla bir süre boyunca masonların Abdülhamit aleyhinde bir kampanyalarına rastlanmamaktadır.Avrupa’da ise tam aksine ortalık kızışmaktaydı.Papa Leo XII,masonluğun kilise ve din için en büyük tehlike olduğunu ilan etmişti.Bu durum Osmanlıyı hiç etkilemedi,hatta Osmanlı topraklarında yeni localar bile açılmaya devam ediyordu,bu da Abdülhamit ve masonlar arasında dostça ilişkiler olduğunu gösteriyordu.
Masonların Sınırlı Katıldığı Anti-Abdülhamit Kampanya
Masonların bu uyumlu çalışmaları bir süre sonra kendi içlerinde tepkiler başlamasıyla sona eriyordu.Sosyal yapıyı değiştirmeye yönelik çabalar sarf eden bir kurum siyasetten uzakta kalamıyordu.1877-1878 Rus savaşını fırsat bilen Ermeniler bağımsız devlet kurmak amacıyla ayaklanmıştı.Başta İngiltere ve Rusya olmak üzere bu ayaklanmada Ermenilere yardımda bulundukları saptanmıştı.
Ayrıca 1880’lerin sonlarında masonluk adına Skaliyeri’nin etkisini kaybettiği bir dönemde Abdülhamit’e tek başına savaş açan ve Murat’ı tahta çıkarmak için kampanya sürdüren bir Fransız belirmişti.İsmi Desjardin’di. Desjardin sürekli Abdülhamit’i karalama kampanyaları yapıyordu.O dönemde Fransız basınında yoğun bir İngiliz düşmanlığı hakimdi.Abdülhamit ermeni olayında en büyük darbeyi İngilizlerden yediğine inanıyordu.Doğuda da her kötülüğün İngilizler ve masonlardan geldiği ve her iki tarafın tam bir işbirliği içinde oldukları köklü bir şekilde yer etmişti.Fransızlarda Murat’ı kurtarmaya çalışanın İngiliz masonluğu olduğu tezini defalarca tekrarlamıştı.
Desjardin konferans verdiği localarda murat’ı övüyor,Abdülhamit’i de suçlayan iddialarda bulunuyordu.
Bir Paris gazetesindeki iddiaya göre bütün bu olaylar sultana karşı bütün Avrupa mason localarının birleşmesi tehlikesini içeriyordu.Amacın Abdülhamit’i devirmek olduğu söyleniyordu.Desjardin her konferansında Abdülhamit’i sert bir dille karalıyordu.Bu yoğun çabalara rağmen doktor ancak bireysel destek sağlayabildi.Fakat bu dönem içerisinde mason locaları tamamen ayrı bir siyasal faaliyet içine girmiş bulunuyordu.
Locaların Politikaya Bulaşması
Abdülhamit bütün saltanatı boyunca ‘’fesat/ihtilal’’ cemiyetlerini soruşturmuştur.Aksi halde kurumları kendi hallerine bırakıyordu.masonluk içinde durum farklı değildi.Abdülhamit siyaset yapmayan bir locayı engellemekten iki nedenden dolayı sakınıyordu.Birincisi kurumlar eğlence ve hayır işinden uzaklaşırlarsa başka alanlara yönelebilirlerdi.İkincisi ise masonların çoğu Avrupalı hükümdarlar gibi saygıdeğer insanlardı.özel yaşamlarına karışmak Avrupa da tepki yaratabilir,sultan aleyhinde zaten var olan propagandayı daha da arttırabilirdi.
Ermeni locası özgür Ermenistan için çalışanların oyununa geliyordu.Her kurumun içinde ajanları olan Abdülhamit’in de siyasete böylesine bulaşan bir gruba hoşgörüyle bakması beklenemezdi.
1896 yılına ait bir muhtırada ‘’Beyrut ve Suriye’’ de farmason cemiyeti adıyla bazı cemiyetler kurulduğu ve doğrudan devlet aleyhinde bulundukları belirtilerek araştırma yapılması isteniyordu.
Ayrıca Kahire’de ki Beyrutlu mason grubundan iki kişi zamanın en önemli gazetesi olan ve işgalci İngiliz yönetimine tam destek veren Al Mukattam gazetesini kurmuşlardı.Bütün bu oluşumlar Kahire’de ki Beyrutlu masonların İngiliz politikasının aracı haline geldiklerini kanıtlıyor ve Abdülhamit’in karşı eylemelere hak kazandırıyordu.
Jurnalcilerin Hedefi; Anarşistler ve Fesat Cemiyetler
Abdülhamit bir çok locaya hafiyelerini sızdırmıştı. Daha tahta çıktığı ünden itibaren hep bunalımlar ve kendisini devirmeye yönelik komplolar kuşkusu içinde yaşamıştı.33 yıllık saltanatı boyunca 1880’e kadar oldukça liberal olmuş,fakat ondan sonraki dönemde giderek katılaşmıştır.Giderek artan bu katılaşma 1895’lerde Ermenilerin İstanbul içinde terörist eylemlere girişmesiyle zirveye ulaşmıştır.
Abdülhamit’in gizli polis sistemi iyi kadrolardan oluşmuyordu.herkese rastgele jurnal verebiliyor ve bunlar Yıldız’a ulaşıyordu.görevleri de sadece toplantıları bildirmekti.
Osmanlı hanedanında masonluğun bitmesi Murat’ın ölümüyle gerçekleşmiş oluyordu.Murat 28 Ağustos 1905’te 65 yaşında öldü,ölümü iç ve dış mason çevrelerinde ve Avrupa kamuoyunda fazla yankı bulmadı,çünkü Murat çoktan unutulmuştu.Murat’tan az sonrada şehzade Kemalettin’in ölümüyle masonluk macerası sona ermiş oluyordu..

MASONLUK İSLAMLA NASIL BAĞDAŞTIRILIR?
İslam kendini diğer dinlerden üstün,tek tanrılı dinlerin sonuncusu ve insanlığa gönderilmiş en mükemmel şey olarak tanımlıyordu.Bu nedenle de yabancı akımlarla bir arada anılması kabul edilemez olarak görülüyordu.Fakat buna rağmen dini bütün bir çok Müslüman da masonluğu kabul etmiş ve bu durumun imanlarını zedeleyeceğinden en ufak şüphe duymamışlardı.

Kur'an tek ve kesin bir metne bağlanmış olmakla birlikte hadislerin değerlendirilmesinde farklılıklar ortaya çıkıyordu.İslamiyet ortaya çıktığında daha eski toplumlarda yaygınlık göstermişti.Bu toplumlara kendi çizgisini kabul ettirdiği gibi onlardan da bazı şeyler almak zorunda kalmıştı.Bu suretle de Hz. Muhammet’in vefatından sonra İslam dünyasının yapısını yönlendiren ayrılıkların temelleri atılmış oluyordu.kent yaşamı kurallarının zorunlu kıldığı bu oluşum ''Klasik İslam '' olarak adlandırılıyordu.

İslam da felsefe ile uğraşmak dinsizlik sayılıyordu.Çözüm ise felsefeyi dfin damgası altında ele almaktı.Bununla birlikte tasavvuf ve ona bağlı tarikatlar İslam toplumunun içinde yayılmaya başlamıştı.

Bu tür değişimleri sağlayan en önemli etken ulema,din bilginleriydi.Ayrıca karizmatik bir lider çıkmaması ve Katolik kilisesinde olduğu gibi merkeze bağlı bir örgüt bulunmaması gibi nedenler de bölgelerde ulemanın birbirinden bağımsız olmalarını sağlamıştı.bunun bir sonucu olarak ta tüm İslami etkileyecek çözümlerden çok yerel gereksinimleri hedefleyen formüller bulunması yöntemi esas alınmıştı.İslam dünyasında oluşan tarikatların 400'e yaklaşması bunun en güzel kanıtıdır.Böylece de islamda islam damgası vurmak koşuluyla yabancı saydığı akımlarla uzlaşma yöntemi yerleşmiş oluyordu.
Masonluk o dönemde ''ahlaki, yardımsever insanlar arasında din-ırk-ulus farkı gözetmeden dayanışma ve eşitlik arama niteliğine sahip insanları bir araya getirme amacı güden bir kurum olarak tanımlanıyordu.Dinler arasında bir tercih bulunmamakla birlikte,bir dini inancın bulunması gerekiyordu.

önceki yıllarda islam da ulemalar asıl rolü oynamışken,19 yy.da ağırlık Avrupa eğitimi almış kişilerdeydi. Avrupa'da yaygınlaşan değişimlere ve yeni dünyaya uyum sağlama önerisi doğrudan siyasi güçten gelmişti.Osmanlı sultanları ve Tanzimatçı paşalar başı çekmiş fakat ''gavur'' olarak nitelendirilmişti. Osmanlı'da aydınlanma hareketi Avrupa’dakinin aksine direkt yönetim tarafından başlatılmış, entelektüel kadroları yönetimdekiler, yani mutlakiyetçi aydın kadrolar oluşturmuştu.Bu durumda yönetim izin verdiği kadar açık tartışma ortamı oluşturulabiliyordu.Ayrıca dinsel düşüncenin yerine aklı koymayı öneren bir sistem getirilmiş,dine bağlılık ön planda tutuluyordu. Doğuda ise farmasonlara halk tarafından dinsiz ve toplum düzenini karıştıracak kimseler olarak bakılıyordu.
İmanından şüphe edilmeyecek bir müslüman olan Abdülkadir 1864 yılında hac dönüşünde mason olmuştu.Verdiği demeçlerde masonluğu islamla uzlaştıma çabasında olduğu görülüyordu.Fakat bazı müslüman düşünerlerde masonluğun islamı bölmek,müslümanlar arasında fesat yaratmak için kurulmuş bir kurum olduğunu iddia ediyorlardı.
Bir ingiliz raporuna göre İslamın müslümanlar arasında kardeşlik ve karşılıklı yardımlaşmayı zaten emrettiğini bu nedenlede farmasonluğu gereksiz saydıklarını söylüyordu.Masonluk bu yüüzden Osmanlı topraklarında çok yayılmamıştı.Bu nedenledirki Masonluğun doğuya yönelik mesajlarında batının temelini oluşturan özgürlük kelimesi yerine kardeşlik kelimesi ön planda tutuluyordu.

Bazı araştırıcılara görede masonluğun Türkiye'de yayılmasında tarikatlerden Bektaşiliğin özel bir rolü bulunduğunu vurgulanıyordu.Batı düşüncesinin müslüman toplumuna girebilmesi için gizli cemiyetler ve tartışma özgürlüğü bulunan bir ortam gerekliydi. Bunu da Bektaşilik sağlamıştı.Masonlukta Bektaşiliğin hazırladığı bu zemin üzerine yerleşmişti.

Müslümanlar Ve Osmanlı gayrimüslimleri azı düşünce ve amaçlarla localara girmişti. Bunlar kısaca:

--Özgürlüklerini ve insan haklarını pekiştirmek amacıyla girenler:Masonluk politik baskılar sebebiyle açıkça söylenemeyen birçok düşünceye tartışma ortamı sağlıyordu.Bu grupta Mustafa Reşit Paşa,Namık kemal,Şinasi,Fuat Paşa gibi isimler sayılabilir.
--Salt siyasal amaçla katılanlar: Bizansı canlandırmak amaçlı Rumlar, bağımsız devlet kurmak amaçlı Ermeniler,taht savaşını kaybetmemek için savaşan Murat bu grupta sayılabilir. Bu grup masonluğu dış güçlerin desteğini sağlamak ve siyasal hedefleri gerçekleştirmek için istemişlerdi.
--Dost çevresi bulmak ve hayır işleri yapmak: Bu grupta başta Avrupa'ya görevle giden veya kaçan Müslümanlar sayılabilir.Gayrimüslimler arasında ise özellikle kendi cemaatlerinden olan fakirlere yardım için masonluğa yönelme çok görülmüştür.

--Çıkar amaçlı katılanlar: Birçok tüccarda çevre edinmek ve kendi çıkar hesapları nedeniyle masonluğa katılmışlardır.


bekirr 11 Eylül 2012 12:32

BİR HİLAL UĞRUNA ÇANAKKALE 1915

Yazar Hakkında Kısa Bilgi; Osman KOÇ, 1965 yılında Sivas'ın Şarkışla İlçesi'ne bağlı Konak yazı Köyü'nde dünyaya gelmiştir. İlk ve orta öğrenimini Sivas'ta, Yüksek Öğrenimini Eskişehir'de tamamlamıştır. Evli ve üç çocuk babasıdır. Halen, Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı'nda "Alan Kılavuzu" olarak hizmet vermekte, aynı zamanda "Çanakkale Savaşları Tarihi" ile ilgili konferans, seminer ve sanal gezi Organizasyonlarına konuşmacı olarak katılmaktadır.


BİR HİLAL UĞRUNA ÇANAKKALE 1915

"Donanmamız Sarayburnu önlerinde göründüğü an Osmanlı, ellerini havaya kaldırarak teslim olacaktır!" diyordu Churchill.
Yenilgi yüzü görmemiş mağrur zırhlılar, 18 Mart 1915'te hayâsızca Boğaz'a saldırıyor, tabyalara ölüm indiriyordu.
Güllelerin ateşini göğsünde söndüren Mehmetçik, takatinin son kerte¬sine kadar dayanmaya ve kemiği çeliğe üstün kılmaya kararlıydı.
Kim demişti "Osmanlı hasta" diye? İngiliz’in Bouvet'i, Kuen Elizabeth'i, Ocean'ı varsa bizim de Seyit'imiz, Alimiz, Ahmedimiz vardı. Ruhlarını gülle yapıp, namlulara süren Mehmetlerimiz vardı...
Evlatlarının başını kınalayıp, vatana kurban adayan analarımız vardı...
Mektebini bırakıp, cepheye koşan irfan ordumuz vardı...
18 Mart günü Boğaz'ın lacivert sularına kazılan mezarlar bir bir sahip¬lerini buluyor, Mehmet'e omuz veren "Nusret" Birleşik Donanma'nın altı¬nı üstüne getiriyordu.
Mağrurluğun yerini zavallılık alıyor, er meydanında altı saat dayana¬bilen düşman, can havliyle Boğaz'dan kaçıp, kurtuluyordu.
Churchill haklı çıkmıştı. Osmanlı, donanmayı görür görmez ellerini ha¬vaya kaldırmıştı. Ama teslim olmak için değil, ismiyle müsemma o meşhur tokadı düşmanlarının suratına patlatmak için. Yenilgiyi hazmedemeyen düşman, 25 Nisan 1915'te intikam hisleriyle bir kere daha geliyordu Çanakkale'ye.
Balıkesirli Adile Ana'da, biricik evladı Hasan'ı cepheye uğurluyordu:"Yavrum, aslanım, sütüm sana helal olsun, analık hakkım helal olsun, uykusuz gecelerim helal olsun. Ama düşmana sırtını dönersen, bizi utandırırsan haram olsun!" sözleriyle Anadolu'nun fedakâr anaları iç burkan nasihatler veriyorlardı evlatlarına.
"Minareler Ezansız, camiler Kuransız kalacaksa öl, fakat geri dön¬me!" sedaları çınlıyordu Bilecik İstasyon'unda.
"Git oğul git, sen de git! Ya gazi ol şehit!" diyenlerin haddi hesabı yoktu.
Hasanlar, Hüseyinler, Yahyalar ve daha nice erler analarına verdikleri sözü tutarak aslanlar gibi dikiliyorlardı düşmanın karşısına.
Hasan, şehitlik ve gaziliğin ne demek olduğunu iyi biliyordu. Yahya, dini, vatanı, bayrağı uğruna ölmeyi kayıp değil kazanç sayıyordu. Hüseyin, "Ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum" düşüncesiyle çıkıyordu harp mey¬danına. Cepheye geldiklerinde "Mehmet" oluyordu adlan her birinin. Ateş ve kan deryasına gül bahçesine girer gibi giriyorlardı. "Ölüm" ölmek değil, "ölümsüzlüktü" onlar için.
"Vurun! Allah aşkına vurun! Muhammed aşkına vurun!" haykırışını duydular mı bir kere önleri alınamıyordu. Metrekareye altı bin mermi dü¬şüyormuş, gökler ölüm indiriyormuş ne gamdı? Canlarını dişlerine takıp, ölesiye, öldüresiye savaşıyorlardı. Karaya ayak bastıklarına pişman edi¬yorlardı istilacıları. Yağmacı sloganlarını ağızlarına tıkarak, bir şamar daha yapıştırıyorlardı şamara doymak bilmeyen yüzlerine.
Çanakkale Savaşları kazanılıyor, burada ortaya çıkan ruh, kurtuluş mücadelesine ışık tutuyordu.
Savaşın baş mimarı Mustafa Kemal'in önderliğinde şahlanan millet, Sakarya'da, Afyon'da, Eskişehir'de şimşek gibi iniyordu yedi düvelin te¬pesine. Emsalsiz bir mücadele veriyordu yıllar yılı. Sonunda Anadolu düş¬mandan temizleniyor, "Türk Yurdu" yine Türklerde kalıyordu.
Çanakkale Ruhu, bir kahramanlık destanı olarak tarihin sayfalarına gö-mülmeyecek, ebediyen tazeliğini koruyacaktı. Yeni nesil o ruhu soluklayacak, o ruhtan ilham alarak vatanına, milletine ve mukaddeslerine sahip çıkacaktı.

Çanakkale şehitlikleri sizi 1915'lere götürür. O emsalsiz atmosferde bu topraklar için ödenen bedelleri görür, güzel vatanımızın ilelebet yaşatıl¬ması adına üzerinize düşen görevleri bir kere daha gözden geçirme ihti¬yacı hissedersiniz.
Milli ve manevi duygularınızı doruk noktaya ulaştıran bu toprak parçası, o günden sonra sizin için bir başka değer ifade etmeye başlar. "Hiçbir mektep, hiçbir öğreti milli duygularımı bu derece takviye edemez" diye düşünür, buraya daha önce gelmemiş olmanın üzüntüsünü yaşarsınız.
Türkün, Kürtün, Çerkez’in, Alevinin, Sünni’nin aynı amaçla bu toprak¬lara geldiklerini, aynı amaç için omuz omuza dövüştüklerini, buralarda hiçbir farklı tasnife tâbi tutulmaksızın, sadece "şehit" olarak anıldıklarını müşahede eder, birlik ve beraberlik mesajlarını doyasıya yudumlarsınız.
Bitti denilen bir milletin yeniden şahlandığı, kurtuluş meşalesinin alevlendiği, her metresinde bir şehit, her zerresinde kan olan bu aziz topraklardan ibretler çıkarır, bedeli Çanakkale'de ödenmiş bir hayat yaşadığınızın farkına varırsınız.
Öteden beri dillendirdiğiniz vatan, millet, bayrak gibi mukaddes kavramların içini burada doldurur, şuurun zirvelerinde gezinirsiniz.
Kana doymuş toprakların, şimdilerde gözyaşına ihtiyacı olduğunu keşfeder, bu ihtiyaca hatırı sayılır miktarda katkıda bulunursunuz.
Ayrılık vakti gelince gün batımında, etrafınızda birileri varmış gibi vedalaşma ihtiyacı hissedersiniz.
Çanakkale'de geçirdiğiniz günü unutulmaz bir anı olarak belleğinizde saklar, o günden sonra mukaddeslerinizin adı her anıldığında sıtmaya tutulmuşçasına titrersiniz.
Ve nihayet içinizdeki vatan sevgisinin karasevdaya dönüştüğünü görür, bu cennet vatanın muhafazası için üzerinize düşen vazifelerin ihmale gelmeyeceğini anlarsınız.

ÇANAKKALE SAVAŞI'NIN SONUÇLARI VE SAVAŞ SONRASI GELİŞMELER

Sekiz buçuk ay süren kara savaşlarında tarafların karşısına çıkan bilanço ağırdı.
Türk tarafı: 57.084 şehit, 20.297 hastalıktan ölen, 97.864 yaralı, 11.178 yitik, 14.000 hastaneye giden ve 13.459 hava değişimine gönde¬rilen olmak üzere toplam 213.882 zayiat vermişti, İtilafların zayiatı ise 252.000'i buluyordu.
Harp Tarihi Başkanlığı'nın kayıtlarına göre tarafların zayiatı böy¬leydi. Ama o günün koşullarında tutulan kayıtların sıhhati daima tartış¬maya açık olacak, zayiatın gerçek boyutu belki de hiçbir zaman tespit edilemeyecekti.
Çanakkale muharebeleri, sadece yenilmez orduların yenildiği ve kemiğin çeliğe üstün geldiği bir kahramanlık manzumesi değildi. Rusya'daki rejim değişikliği, Birinci Dünya Savaşı'nın iki yıl uzaması ve sömürge ülkelerinde bağımsızlık fikrinin doğması gibi daha bir yığın sonuç Çanakkale Savaşları'nın eseriydi.


bekirr 12 Eylül 2012 10:06

BİLİNMEYEN TARİH

Yazarları Hakkında Bilgi

MURAT KUTLU
1978 yılında İstanbul'da dünyaya geldi- ilk, orta ve lise tahsilini İstanbul'da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden 2000 yılında mezun oldu. Çeşitli kurumlarda öğretmenlik yaptı. Halen dersene öğretmenliğine devam etmektedir.
VOLKAN DİNÇER
1977 yılında İstanbul’da dünyaya geldi, ilk, orta ve lise tahsilini İstanbul’da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden 2000 yılında mezun oldu. Halen Yıldız Üniversitesi'nde Türkiye Cumhuriyeti Tarihi kürsüsünde yüksek lisans yapmakta olup Milli Eğitim Bakanlığı'nda Tarih Öğretmenliğine devam etmektedir.

önsöz
"Bilinmeyen Tarih" adını verdiğimiz bu kitap, bildiğimizi düşündüğümüz birçok tarihsel ayrıntının aslında çok farklı bir içeriğe sahip olduğunu ortaya koymak amacıyla yazılmıştır. Öğrenim hayatımız boyunca bizlere anlatılan tarihî kavramların bir kısmının ya anlatıldığı gibi olmadığını ya da eksik veya çelişkili olduğunu fark etmemiz bizi bu çalışmayı hazırlamaya yönlendirdi.
Örneğin; Patrona, Baltacı, Öküz, Kavanoz, Sokullu, Mezo-morta, Yedi Sekiz, Elmas, Damat, Köprülü, Düzmece, Demirbaş ve Börklüce gibi birçok lakabın önemli tarihî şahsiyetlere neden verildiğine dair bilgilerin az olduğunu fark ettik. Bunun yanında, bazı önemli yer ve eser adlarının -Bozdoğan Kemeri, El Hamra, Mescid-i Aksa, Dolmabahçe, Çtrağan, Kayunhisnc, Akabe, Galata, Mekke, İnebahtı ve İstanbul gibi- kökeninin va da veriliş nede¬ninin de çok fazla bilinmediğini gördük. İşte bu nedenle tarihsel süreçte anlatılan olaylar, şahıs ve yer adları, unvanlar, lakaplar ya da tarihî terimlerin etimolojik kökenlerini ve anlamlarını şimdiye kadar hiç bilmediğimiz vönleriyle tamamlayıcı bir şekilde vere¬bilmek amacıyla bu çalışmayı hazırlamaya karar verdik.

-A-

Abaza Mehmet Paşa (...-1634)

Abaza Mehmet Paşa, Osmanlı Devleti'nde silahtarlık yapmış; Halep, Maraş ve Erzurum valiliği ile Bosna beylerbeyliği gibi görevlerde bulunmuş bir devlet adamıdır.
Abhazya Türklerinden olan Mehmet Paşa, bu nedenle Abaza sıfatını kullanmıştır. (Abhazya, bugün Gürcistan'ın kuzeybatı kesiminde özerk bir cumhuriyettir.)

Acem

Arapların, Arap kavminden olmayanlara ve İranlılara verdikle¬ri isim olan Acem, Arapça kökenli bir kelime olup "ucme"den türemiştir. Ucme, "dili bozuk olmak, dil kurallarına uymamak" anlamlarına gelmektedir.
Afanasyevo

Altay bölgesinde bir yer adı olan Afanasyevo, Orta Asya'daki Tunç Çağı kültür çevrelerinden biridir.
Türkologlar, Altaylarda gelişmiş bu kültürün Orhun Nehri ve çevresini de etkisi altına alarak Orta Asya medeniyetinin temelini oluşturduğu fikrini benimsemişlerdir. Afanasyevo Kültürü de denen bu kültürü yaratan insanlar avcı ve savaşçı bir topluluktan gelip at, deve gibi hayvanları evcilleştirmişlerdir.
Ahuramazda

Eski Farsçada "bilginin efendisi" anlamına gelir. Zerdüşt dininin en yüce tanrısıdır. Ahuramazda bu dine göre iyiyi ve doğruyu temsil eden varlıktır. İslami kaynaklarda "Hürmüz" olarak ge¬çer. Bu inanışın kapsadığı dine Zerdüştlük veya Mazdaizm de denilmektedir.

Ben-i Ahmer (1232-1492)

Endülüs Emevi Devleti'nin yıkılmasından sonra merkezi Gırnata olmak üzere kurulan devlettir, Bu devletin kurucusu Muhammed bin Ahmer'dir. Ben-i Ahmer'in kelime anlamı "Ahmer oğullan" demektir.
Berid

Farsçadan Arapçaya geçen kelime, "haberci, ulak, postacı" an¬lamlarına gelmektedir.
Besarabya

Prut ve Dinyester ırmaklarının arasında yer alan ve bugünkü Moldova'yı oluşturan bölgedir. Besarabya adı 7. yüzyılda bu bölgeyi ele geçirmiş Bessoi (Bess) adlı bir Trak kavminden gelir. Üç yüzyıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan Besarabva, Bükreş Ant¬laşması (1812) ile Rusya'ya bırakılmıştır.
Beşliler

Osmanlı Devleti her beş haneden bir kişi alarak birlikler oluşturur ve bu birliklere de Beşliler adı verilirdi. Bu gruplar, sınırlardaki kalelerin korunmasında görevlendirilirdi.
Birun

Farsça bir kelime olan birun, "dışarı, haricî" anlamlarına gel¬mektedir.
Osmanlı sarayında Harem dairesinin ve Enderun'un dışında ka¬lan Sancak-ı Şerifin bulunduğu Akağalar Kapısı'na kadar olan ve geniş bahçesi bulunan kısma verilen addır. Dış .saray olarak da bilinmektedir.
Dürzi

Dürzilik, Fatımi halifesi Hâkim Biemrillah'ı Tanrı'nın insan su¬retindeki şekli olarak kabul eden inançtır. Bu fırkanın kurucusu Fatımi veziri İran asıllı Hamza b. Ali'dir. Dürzî (dürzü) adı, bu inancın yoğun bir şekilde propagandasını yapan Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail Anuştegin ed-Derezi'den gelmektedir. Dürziler daha çok Suriye'de ve Lübnan bölgesinde yaşamışlar¬dır. Etnik kökenleri hakkında kesin bir bilgi olmamasına rağmen Dürziler kendilerini Arap saymaktadırlar.

Ecnadeyn

Ecnadeyn, Filistin'de Kudüs'ün batısında Remle ile Beyt-i Cibrin arasında bir bölgedir.
Hz. Ebubekir döneminde İslam orduları 634 yılında Bizans or¬dusunu mağlup etmiş, böylece Suriye ve Filistin'in kapıları Müs¬lümanlara açılmıştır. İki yıl sonra yapılan Yermük Savaşı'yla da bu bölge tamamıyla fethedilmiştir (636).

Yezit (646-683)

Asıl adı Yezid bin Muaviye'dir. Kerbela'da Hz. Hüseyin'in öldü¬rülmesinden sorumlu tutulan Emevi halifesidir. Bu nedenle İslam dünyasında zulmün ve kötülüğün sembolü olarak anılmıştır.
Zağarcılar

Zağar bir cins av köpeğinin adıdır. Yirmiden fazla çeşidi vardır. Kuş avından çok köstebek, porsuk, gelincik gibi hayvanların avlarında kullanılır. Osmanlı Devleti'nde padişahlar tarafından avda kullanılan zağarları yetiştirdikleri için bu adla anılmışlar¬dır. Bu hizmet sınıfının başındaki görevliye de zağarcıbaşı adı verilmektedir.



Saat: 15:53

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık