MsXLabs

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Soru-Cevap (https://www.msxlabs.org/forum/soru-cevap/)
-   -   Tasavvuf düşüncesi nedir? (https://www.msxlabs.org/forum/soru-cevap/217835-tasavvuf-dusuncesi-nedir.html)

Ziyaretçi 16 Aralık 2008 23:13

Tasavvuf düşüncesi nedir?
 
tasavvuf düşncesi nedir?
en önemli eserleri nelerdir?


Keten Prenses 16 Aralık 2008 23:29

Tasavvufun ana düşüncesi şudur :

Yaradılış diye bir şey yoktur varlık birliği vardır. Varlık evrende ne varsa canlı cansız tümünde belirmektedir. Ne başlangıç vardır ne sonvar olan varlığın belirtileridir.. İnsan da hayvan da bitki de maden de aynı varlığın çeşitli görünüşleridir. Hiçbir şeyin kendine özgü bir varlığı yoktur..

Yukarıdaki Herakleitos’un düşüncesi ile tasavvuf düşüncesindeki ortak noktalar açık seçik bir şekilde görülmektedir..

Tasavvuf bilginleri akılcı ve bilimsel düşünür. İslam kurallarını akla ve çağlarının bilimsel verilerine göre yorumlamışlardır..

İlk tasavvufi düşünceler şöyle özetlenebilir.

Tanrı kitabında ben her şeyi kapsarım ben insanı ruhumdan üfledim. Önce ve sonra açık ve gizli benim. Yüzünüzü nereye dönerseniz beni orada görürsünüz demektedir. Bu sözlerin açık anlamının altındaki gizli anlamı her şeyin tek varlığın ürünü olgusudur. ( VAHDET-İ VUCUT ). Ama peygamberler karşısındakilere akıllarının alabileceği kadarını söyleyebilir. Putlara tapıldığı bir çağda o taşların bile gerçekte tanrının bir tezahürü olduğunu elbette söyleyemezlerdi. Gerçek anlamın bir süre gizlenmesi din iyice oturunca ve akıllar geliştikçe alıştıra alıştıra açıklanması gerekiyordu. Hz.Ali de bu gizli anlamları Peygamberden açıkça öğrenmişti. O da bunları açıklayamazdı. Ki onun sıfatlarından birisi de SIRRULLAH’dır. Hz. Ali’nin torunu Zeynelabidin de şöyle diyor. “ Nice bilim cevheri var ki eğer onları açıklayacak olsam beni puta tapmakla suçlar kafamı kesersiniz..

Bu ana düşünce gittikçe gelişerek tam bir maddecilik karakteri göstermektedir. “ Her şey tek şeydir. Ne başlangıç vardır ne de son ne yaratan vardır ne de yaratılan evrendekilerin tümü aynı varlığın tezahürleridir. Daha açık bir değişle aynı varlık.”

XIV. yüzyıl mutasavvufu Şayh Bedrettin Varidat adlı yapıtında ağacın ben tanrıyım demesi bir insanın da bu sözü söyleyebileceğini gösterir. Değil mi ki bütün evren Tarının görünüşüdür o halde kim ben O’yum derse yalan söylemiş olmaz..

Tasavvuf felsefesini “ Hiçbir şey yoktan var olmaz “ Parmanides ile “ Her şey karşıtı ile gelişir “ Heraklietos’un yaklaşımlarından etkilenmiştir..

Ben Tanrıyım diyen MANSUR..

Suyun rengi kabın rengidir diyen Cüneydi Bağdadi..

Tanrıyı görmek isteyenler eşyaya bakın diyen Muhuddin-i Arabi’nin bu sözleri gibi kimi tasavvuf bilginlerinin açık sözleri islam tasavvufundaki Tanrı ; evrenin toplamından başka bir şey değildir diyen Panteizme yaklaşmaktadır..

Muhyiddin-i Arabi ( 1165-1240 ) İrfan Aynası adlı yapıtında şöyle der. “ O bir elçi gönderdi. Kendisinden endisiyle kendisine..
“ Şu manaları da unutma ; Ezel şu andır ebed şu andır kıdem şu andır Yani ; Ezel ebed ıdem şu içinde bulunduğumuz ve göz açıp kapayacak kadar bir zaman içinde elden çıkardığımız vakte sığdırılmıştır. İŞ BU VAKTİN İÇİNDE KENDİNİ ARA..

Araz cevher ne varsa ; yani öz çekirdek ve bu çekirdeklerin sonradan meydana getirdikleri ki bunlar MÜKEVVENAT tabir edilir. Bütün bunlar Hakkın vücududur. Varlığıdır. ( Mükevvenat- yaratıklar varlıklar. ) Bütün bunların sırrı bir zerrenin içinde saklıdır. Zerrelerden herhangi birinin sırrı çözülsün işte o zaman görülecektir ki bütün mükevvenatın sırrı meydandadır..

Yüce Tanrının zatına bağlı sıfatlar her an bir değişik şekil almaktadır.

Şeyh Bedrettin ( 1357-1420 ) Varidat adlı yapıtında “ Her nesnede hatta her zerrede bütün alemler mündemiçtir. Görülmez ki tasavvuf itibariyle bir tanede bir ağacın hepsi gizlenmiş olduğu gibi tane dahi ağacın her cüzünde gömülüdür Alemler de böyledir. Bütün cüzleriyle kendi aslında o asıl da alemlerin her birinde mevcuttur.. Öyleyse bütün alemler her zerrede bulunduğu şüphesizdir. HER GÜZEL ŞEY CENNET VE HER KÖTÜ ŞEY CEHENNEMDİR


Muhabbetci 17 Aralık 2008 05:01

Arkadasimiz pek fazla birsey birakmamis bize , en güzel sekilde dile getirmis masallah..

Tasavvuf önceleri güzel ve dogrulugu bulmayi istemekle olsada, su anki Tasavvufcular( tarikatcilar) Islam ile pek alakasi kalmamisdir..Nitekim Rabitalik vesaire gibi deyimlerle , kurani kerim ile apacik celiskiler icindedirler...

Bunuda ekliyeyim dedim..Kisa olarak ...;)


Ziyaretçi 18 Aralık 2008 21:29

Tasavvuf düşüncesinin genel özellikleri nedir?
 
genel hatlarıyla tasavvuf düşüncesinin özellikleri


Ziyaretçi mert 23 Aralık 2008 18:34

Tasavvuf düşüncesinin özellikleri ve kavramları nelerdir?
 
Genel hatlarıyla tasavvuf düşüncesinin özellikleri nelerdir?
tasavvufi kavramlar nelerdir


Misafir 2 Aralık 2009 09:57

Tassavvuf düşüncesi nedir?
 
bana tassavvuf düşüncesini yazana + r3p


Alvarez Ocean 2 Aralık 2009 10:12

Alıntı:

Misafir adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 1586229)
bana tassavvuf düşüncesini yazana + r3p

Tasavvuf (Arapça: تصوّف taṣawwuf, Farsça: تصوف tasavvof) ya da Sufizm veya Sufilik (Arapça: صوفية ṣūfīya, Farsça: صوفی‌گری sūfīgarī), İslam inancında Allah'a ulaşmanın yollarından biridir. Bir başka tanıma göre, insanın akıl yoluyla erişemediği ilahî hakikatlere ve gayb alemine ait hakikatlere sezgiyle ulaşma yoludur.

Tasavvuf konu bakımından felsefenin alanlarına girmektedir. Ancak tasavvuf bir felsefi ekol değildir. Zaten tasavvuf akla değil ilhama dayanır. Ancak bu tasavvufun aklı reddettiği şeklinde algılanmamalıdır. Tasavvuf aklı yalnızca maddi dünya için bir delil olarak kullanır. Ancak metafizik alemin anlaşılması için aklın yetersiz olduğunu iddia eder. Çünkü akıl ürünü bilgilerin temelini meydana getiren düşünme ve tasavvur etme, algıya yani duyu organlarının çevre ile etkileşimine dayanır. Algılardan soyutlanmış bir tasavvur olamaz.

Akıl dışında bir diğer bilgi kaynağı da nakildir. Peygamberlerin getirdikleri bilgi dışındaki bilgileri güvenilir bulmayan bu kesime örnek olarak Hanbeli mezhebebinin kurucusu İmam Ahmed bin Hanbel verilebilir. İman, işte bu vahye dayalı nakle teslim olmak demektir. Bu görüşe göre, iman ispat gerektirmez.

Tasavvuf bu iki görüş arasında bilginin başka bir kaynağı olduğu iddiasındadır. Nefsi temizleyip Allah'tan gelen ilhamlara hazır hale getiren bir veliye Allah'ın izni ile bilinmeyenlerin kapısı açıldığına inanılır. Bu yola girenler ilerledikçe o kapıların teker teker açılışını izlemektedirler. Her ilerleyişinde yeni bir makama varır, bir önceki makamı geride bırakır. Her makamın kendine özgü pratiği vardır. Örneğin bazı makamlarda sürekli zikir yapılırken, bazı makamlar da kişi Kur'an okumayı bırakır ve yalnızca tefekkür eder.

Tasavvufun çok önemli teoretik yanı vardır, ama pratiksiz tasavvuf olmaz. Bu nedenle, tasavvufi gerçeğe kavuşmak için bu yola girmek ve nefsi arındırmak gerekir. Tasavvufi yöntemleri bilmekle kişiye Tanrı katından tartışmasız bilgi gelmez. Tasavvufi bilgi tefekkür-meditasyon ve Mürşiti Kâmil vasıtasıyla elde edilir.

Tasavvuf ile elde edilen bilgi şüphe içermez. Çünkü Tanrı'tan kendisine verilen bir bilgiden insan şüpheye düşemez. Ancak tasavvufun önde gelen temsilcileri Haris el-Muhasibi ve Gazali'ne göre insanları tasavvufa yönlendiren şey şüphedir. Diğer tassavvuf alimlerine göre ise insanları tassavvufa yönlendiren güdü içsel arayıştır (Mevlana Rumi). Tasavvuf ilerleyen safhalarında şüphe barındırmamasına rağmen, tasavvufa giriş başlangıcında şüphe ve insanın içine düştüğü zihinsel ve gönülsel boşluktan kaynaklanan arayış vardır(İmam Gazali).

Kaynak


Misafir 9 Aralık 2009 11:33

AYNI ŞEYİ DÖNDERİP DÖNDERİP YAZMIŞSINIZ TASAVVUF DÜŞÜNCESİNİ KISA ŞEKİLDE ÖZELLİĞİNİ BİLEN YOK MU


_KleopatrA_ 9 Aralık 2009 12:12

Alıntı:

Misafir adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 1597774)
AYNI ŞEYİ DÖNDERİP DÖNDERİP YAZMIŞSINIZ TASAVVUF DÜŞÜNCESİNİ KISA ŞEKİLDE ÖZELLİĞİNİ BİLEN YOK MU

tasavvuf

isim, felsefe Arapça ta¹avvuf
1 .
Tanrı'nın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akım:
"Bu dil derindir ve birçok tasavvuf deyimleri ile zengindir de!"- F. R. Atay.

2 .
din b. (***) Kur'an'da önerilen ve peygamberin hayatında uygulamaları görülen hayat tarzını yaşama gayreti, İslam gizemciliği.

Tasavvuf ve Tasavvufi düşünce

- Sağlam bir tasavvuf çizgisinde hangi özellikler bulunmalıdır?
- Bu sorunun tasavvuf konusundaki belirsizlikleri gidermek amacıyla sorulduğu anlaşılmaktadır. Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu için bunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için bir takım ölçülere ihtiyaç vardır. İşte o ölçüler şunlardır:

a- Ehl-i sünnet ve ve'l-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç,
b- Kitap ve sünnete uygun derin bir ibadet hayatı (salih amel),
c- Düzgün bir muamelat,
d- Muhammedî bir ahlak.
Tasavvuf bu ölçüler içinde şu özellikleri de taşır:
a- Tasavvuf manevi tecribe ile anlaşılan hal ilmidir,
b- Tasavvufî bilginin konusu ma'rifetullah'tır,
c. Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir,
d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübîdir.
e- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelam gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı kabul edilir.
f- Tasavvufî eğitim tarikat denilen özel yollarla kat'edilir.

el-Lüma' müellifi sûfîlerin sahtesini hakikisinden ayırmak için şöyle bir ölçü koyar:
1- Haramlardan kaçınmak,
2- Farzları ifa etmek,
3- Dünyayı ehl-i dünyaya bırakıp dünya-perest olmamak.
- Tasavvufun muhteva açısından mertebeleri nelerdir?
- Tasavvufun tahalluk ve tahakkuk olmak üzere iki mertebesi; yani boyutu vardır. Tahalluk, tasavvufun eğitim boyutudur. Tasavvufi hayat, tarikat, manevi makamlar, seyr u sülûk ve adab gibi konuları kapsar. Tahakkuk ise tasavvufun ma'rifet, işaret ve bilgi boyutudur. Bu da insanın ma'nevî eğitim sayesinde ahlak ve takva açısından yükselişi ve Allah'a yaklaşması sonucu kainattaki bazı ilahî sırlara aid elde ettiği bilgilerdir. Nitekim Kur'an'daki: "Allah'tan korkun Allah size öğretsin." (el-Bakara.2/282) ayeti takvanın bir takım manevî bilgilere erme vesilesi olduğuna işaret etmektedir. Bir kudsî hadisteki: "Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Hatta ben onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı... olurum"(Buhari, Rikak, 3 ibareleri, kulluk ve nafile ibadet ile insanın kainattaki ilahî kudretin etkisini anlamaya başlayacağını anlatmaktadır. Aslında ehl-i sünnet inancına göre bütün insanların fiillerinin gerçek mutasarrıf ve halikı Allah'tır. Ancak insanlar gözlerindeki dünya ve masiva perdesi sebebiyle bunu görememektedir. Yani bir başka ifade ile herkesin gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı Allah'tır. Çünkü bütün fiillerde yaratıcı O'dur. İnsanlar bu gerçeği nafile ibadetlerle Hakk'ın sevgilisi olacak konuma geldikleri zaman farkedebilirler. Kur'an'da Allah'ın, kulların fiillerini kendine izafe etmesi bundandır. Nitekim "Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı." (el-Enfal, 8/17) buyrulur. "Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir.'' (Hilyetü'l-evliya, X, 15) hadisinde de aynı konuya işaret edilmektedir.
Tasavvufun bu iki özeliği tasavvufi hayat ve tasavvufi düşünce olmak üzere iki mertebenin meydana gelmesini sağlamıştır. Bunların ikisi de birbirine bağlı olmakla birlikte; aslolan kulluğa yardımcı tasavvufi hayattır.
- "Tasavvuf, tefsir, hadis ve fıkıh ilmi gibi bir ilimdir" deniyor. Tefsir İbn Abbas ile; hadis, hadis rivayet eden bir çok sahabi ile; fıkıh yine fakih sahabîler ile Peygamberimiz zamanından bu yana sabit ilimlerdir. Ama Peygamberimiz, ve hulefa-i raşidin döneminde tasavvufun isminden bile bahsedilmemiştir, ne dersiniz?
- Evet tasavvuf, İslamî ilimler mozaiğinin bir parçasıdır. Nasıl tefsir, hadis ve fıkıh asr-ı saadette var olan bir ilim ise tasavvuf da muhtevası itibarıyla öyledir. Çünkü İslam'ın ihsan boyutunu, îmanın îkan yani yakînî bir kıvamda yaşanmasını sağlayan tasavvuftur. Kur'an'da bahsi geçen takva, zikir, huşu, tevbe ve rıza gibi kalb amellerinin nasıl gerçekleşeceğini Kur'an ve sünnetten alıp tatbiki olarak öğreten zahidlerdir, sûfîlerdir. Tasavvufun asr-ı saadetteki adı belki zühddür, ihsandır, rabbanîliktir ama; tasavvuf öz ve muhteva itibarıyla o gün de vardı.
- Günümüzde tasavvufun içine pekçok hurafeler karışarak bozulduğu görülmektedir. Özellikle menkıbeler konusunda sıkıntılar var. Net bir tasavvuf ortaya konmuyor? Bu konuda neler yapılabilir?
- Bu soruda herhalde tasavvufun bozulup gerilediğine işaret edilmek istenmektedir. Aslında İslamî ilimler ve sosyal kurumlar bileşik kaplar gibidir. Birinin yükselmesi ve diğerlerinin yerinde sayması veya birinin seviyesinin düşüp diğerlerinin yukarda kalması mümkün değildir. İslam dünyasında gerileme ve çözülme başlayınca bütün ilimler ve kurumlar bundan nasîbini almıştır. Medrese, tekke ve ordu üçlüsünün oluşturduğu sosyal müesseseler birbiriyle ahenkli biçimde çalıştıkları, birbirlerini rakip görüp dışlamadıkları zamanlar yüksek seviyede hizmet vermişlerdir. Bu müesseseler birbirini bütünleyen özelliklerini kaybedip rekabetle birbirini yıpratmaya başlayınca genel bir gerileme başlamıştır. Tekke ve tasavvufi kurumların parlaklığını kaybettiği dönemde, medrese veya ordunun hala parlak hizmetler verdiğini söylemek mümkün değildir. Bu itibarla gerileme ve çözülme bütün kurumlarda birlikte yaşanmıştır.
Günümüzde tasavvufî hayatın içinde bulunduğu öne sürülen bid'at ve hurafeler aslında İslam toplumunun ortak problemidir. Tasavvuf, ya da başka İslamî çevrelerde görülen bir takım bid'at ve hurafelerin temel sebebi bilgi eksikliğidir. Çünkü bugün insanlarda manevi hayata ilgi, bilginin çok önündedir. Bu ilgiyi doyurup iyiye kanalize edecek gerekli kurumlar olmadığı ve dini bilgilenmede problemler olduğu için insanlar din adına çoğu zaman hurafelere takılıp kalmaktadır. Hurafe ve bid'atin tek sebebi vardır o da cehalettir. Ehl-i sünnet çizgisinde müteşerri ve cehaletten kurtulmayı görev sayan tarikatler hurafelerle mücadele etmektedir. Nitekim XIX. yüzyılda başta Nakşbendiyye'nin Halidiyye kolu olmak üzere pek çok tarikat, ilim ve medrese çevrelerinin de desteğiyle bir tecdid, yenilenme ve ıslahat hareketi başlatmışlardır.
Menkıbelerle ilgili sıkıntılara gelince işe önce menkıbenin ne olduğundan başlayalım. Menkıbe (doğrusu menkabe) lügatte övünülecek fazilet, hüner ve meziyet demektir. Istılahta ise peygamberler, sahabîler, tarihî şahsiyetler, mezheb imamları ve süfîlerin övülecek fazîlet ve meziyetlerini anlatan rivayetler, demektir. Kur'an'da geçmiş peygamberiere ve ümmetlerine aid bir takım kıssaların yer alması, hadislerde de böyle rivayetlerin bulunması "kıssacılık" diye bir mesleğin meydana gelmesini sağlamıştır. Kıssacılara "kussâs" denilir. Halk kıssalardan hoşlandığı için bunlar, vaaz ve irşadda bir eğitim aracı olarak kullanılmıştır. Sofîler başlangıçtan beri bu tür kıssalardan oluşan, peygamberler, sahabîler ve ilk devir süfîlerinin kıssa ve menakıbını yazılı ve sözlü olarak nakledegelmişlerdir. Tabiî, bir meslek haline gelen bu alanda halk muhayyilesinin de katkılarıyla zaman zaman abartılı rivayetler de gündeme gelmiş, hatta zamanla işin özünü ve nasihat değerini ihmal eden bazıları, sadece kıssa ve menkıbe yazıp nakletmeyi ve olağanüstü bir takım olaylardan bahsetmeyi daha önemli görür olmuştur. Halbuki kıssa ve menkıbelerde gaye, okuyan ve dinleyenlere bir mesaj ve öğüt vermektir. Bu gayeye uygun olarak yazılan ve anlatılan menkıbelerin yararlı olduğunda şüphe yoktur. Tayy-ı zaman ve tayy-ı mekan gibi bir takım olağanüstülüklerin bulunduğu keramet ve menkıbeleri, halkın kahramanlık duygularını tatmîne yarayan şeyler olarak görüyorum. Kesikbaş hikayeleriyle savaşta orduya yardım eden yeşil sarıklı velilere bu gözle bakılmalıdır. Bugünün materyalist ve pozitivist dünyasında îcad edilen süpermen filmlerinde verilmek istenen nedir? Seyircinin gizli kalmış bir takım macera, kahramanlık ve intikam duygularını tatmin değil mi? Herhalde menkıbelerde de böyle bir etki bulunduğu için çokça tutulmuştur. Nasıl bir kurgubilim filmini gerçek sanmak yanlış ise, menkıbelerde anlatılan bazı şeyleri de böyle doğrudan dinin temel esası sanmak ve öyle sunup algılamak da yanlıştır. Bugün Batı'da -ruh hastalıklarının tedavisinde süfî menkıbelerinin kullanıldığına ilişkin bir takım yayınlar göze çarpmaktadır. Bu da bize bunların bir takım fonksiyonlar icra edebilecek önemini göstermektedir. Önemli olan sap-saman ile danenin birbirine karışmamasıdır. Bugün gerek menkıbeleri nakledenler, gerekse okuyup dinleyenler, zaman zaman ana hedefi birbirine karıştırdıklarından problemler doğmaktadır. Yerine göre kullanılır ve dînî bir nass gibi görülmezse menkıbelerin de yararlı olabileceğinde şüphe yoktur.
İslamî ilimlerin hepsinde meydana gelen canlanma, yenilenme tasavvuf muhitlerinde de görülmektedir. Ancak nasıl fıkıh, tefsir ve hadiste bugün müslümanlar dün oldukları seviyeyi henüz yakalayamamışlarsa tasavvufta da yakalayamamışlardır. Kaldı ki tasavuf bir ilim olduğu kadar manevî ve ruhî bir hayattır. Bu yüzden bu konudaki gelişmeler daha çok zamana ihtiyaç göstermektedir. Bu konuda neler yapılabileceği konusunda şunları söyleyebiliriz. Önce tasavvufun ilim boyutu tasavvuf klasikleri denilen Kuşeyrî Risalesi, İhya, Kutü'l-kulûb, el-Lüma', et-Taarruf ve Keşfu'l-mahcûb gibi müteşerri kaynaklar ile tasavvufi düşünce ürünü klasik eserlerden yararlanılarak ortaya konmalıdır. Ardından tasavvufun eğitim yönü demek olan seyr u sülûk boyutu, işi tezgahtarlığa vardırmayan liyakatli ve şerîata merbut mürşidlerce hem yazılı eserler, hem de fiilî örneklerle takdim edilmelidir. Böyle bir ortamın gerçekleşmesinden sonra belli bir süreç içinde mutlaka gelişmeler olacaktır. İslamın hukuk sistemi bile henüz bugünün ihtiyaçlarına cevap verecek bir biçimde tam olarak ortaya konulamamış ve bununla ilgili gerekli ve yeterli çalışmalar yapılamamışken bütün eksiklik ve kusur sadece tasavvufta imiş gibi önyargılı davranmak haksızlık olur diye düşünüyorum.
- Bazıları "Tasavvuf, Yunan mistisizminden alınmıştır." diyorlar. İslam literatürüne girmiş bir ilim olan tasavvufun kaynağını açıklar mısınız?
- Tasavvufun kaynağını yabancı kültürlerde arama kaygısı, daha çok müsteşriklerin gayretleriyle ortaya çıkmıştır. Muhtelif dinlerin mistik yapılarındaki bir takım benzerlikler onları, bunların birbirinden alınmış olması düşüncesine sevketmiştir. Bir takım müsteşrikler tasavvufun sadece Yunan mistisizminden değil, Hind, İran, Mısır, Hristiyan ve Yahudî mistisizminden etkilendiği düşüncesini öne sürmüşlerdir. Aralarındaki bir takım benzerlikler sebebiyle bu görüşleri öne sürenler, bu benzerliklerin insan fıtratından kaynaklanan özellikler olduğunu; her nerede bulunursa bulunsun ve hangi çağda yaşarsa yasasın insanın bu tür ihtiyaç ve temayüllerinin bulunduğunu görmezden gelmişlerdir. Nasıl din olgusu tarihi boyunca insan için bir gerçekse, din için tasavvuf ve ruhî hayat da öyledir. İslam'da bulunan ibadet ve muamelata aid bir takım ahkam ve kuralların Hristiyanlık ve Yahüdîlikteki adab ve ahkama benzemesi, nasıl bunların oradan alındığı anlamına gelmezse, tasavvufi hayat ve tasavvufi düşüncelerdeki benzerliklerin de böyle bir takım dış kültürlerden aktarılmış olması anlamını taşımaz. Rengi, dili, kavmiyeti ne olursa olsun, insanların belli ruhî anlayışları hiç yabancılık çekmeden algılaması mesela bir Japon'un İslam tasavvufuna dair yazılmış bir eserden zevk alması, bu ortak özellikten kaynaklanmaktadır.
Bir ilmin İslamî olup olmadığını anlamak için önce adına, sonra muhtevasına, sonra da o ilim mensuplarının kendilerini şeriat karşısında hangi noktada gördüklerine bakmak gerekir. Bu üç esasa göre tasavvufu sırasıyla ele alacak olursak:
a- Tasavvufun adının genellikle ashab-ı suffenin "suffe" sinden, "safvet"ten ve "sûf" kökünden geldiği kabul edilir. Bu kelimelerin üçü de İslamî menşelidir. Tasavvufun kökü olarak "Sofia" kelimesinden bahsedilmişse de, gerek süfîler ve gerekse araştırıcılar tarafından reddedilmiştir. Hatta bir takım müsteşrikler bile tasavvuf ve sufi kelimesinin sofia kökünden geldiğine karşı çıkmış, bunun yerine yün anlamına gelen "sûf" kökünden geldiği görüşünü benimsemişlerdir.
b- Tasavvufun iki önemli muhtevası vardır: Eğitim ve bilgi. Tasavvuf, eğitimde temel olarak benimsediği zikir, tezkiye, tasfiye, rabbanîlik, mücahede gibi esaslar ye üsve-i hasene - model şahsiyet - ilkesiyle bir yaşama biçimidir. Kur'an'da 250'den fazla yerde geçen zikir lafzı ve bu konudaki emirler, "nefsini tezkiye edenin kurtuluşa ereceğini" haber veren ayet (eş-Şems, 91/9); safvete ermiş kalb-i selim (eş-Şuara, 26/88-89) ve rabbanîlik (Alü İmran, 3/79) riyazat ve mücahede konusundaki ilahî emir ve nebevi tavsiyeler aslında tasavvufi hayatın Kur'an ve sünnet menşeli olduğunu göstermektedir.
c- Sûfîlerin kendilerini şer'i açıdan hangi noktada gördükleri mes'elesine gelince ilk sûfîlerden itibaren meşayıh, ilimlerinin şerîata bağlılığını sık sık vurgulamışlardır. Nitekim Cüneyd: "Tasavvuf bir evdir, kapısı şeriattır," Seriy Sakatî: "Tasavvuf kitap ve sünnetin zahirine ters bir batın ilminden bahsetmez." ve Sehl b. Abdullah Tüsterî: "Bizim yolumuzun temeli şu yedi şeydir. Allah'ın kitabına sarılmak, Rasûlü'nün sünnetine uymak, helal lokma, başkalarına eziyet ve yük olmamak, günahlardan kaçınmak, tevbe ve hukuka riayet" der. Bu tür söz ve uygulamaları çoğaltmak mümkündür. Mes'eleye bu açıdan bakıldığında da görülen süfîlerin İslamî bir yapı içinde olduklarıdır.
- Tasavvufu ayrı bir din gözüyle bakanlar var. Bu konudaki fikriniz nedir?
- Bir önceki soruda saydığımız deliller, tasavvufun İslamî bir ilim olduğunu göstermek için kafidir. Tasavvufun ayrı bir din olduğu görüşünü savunanlar, ya gerçek tasavvuf çevrelerinin de kabul etmediği, birtakım istismarcı ve sapıkların durumuna bakıp bir genelleme yaparak yanılıyorlar, ya gerçek tasavvufu yeteri kadar bilmiyorlar, ya da hasmane bir tavır içindedirler. Birinci grupta bulunanlar, bugün piyasada tasavvufu bir istismar aracı olarak kullanıp bir takım maddi ve dünyevi çıkarlar sağlamak isteyenlere bakıp tasavvuf hakkında genel bir hüküm vermektedirler. Aslında gerçek sûfîler, böylelerini tasavvuf ehli olarak görmemektedir. İkinci grupta yer alan ve müteşerri tasavvufun temel esaslarını bilmeyen kişilere, müteşerri mutasavvıfların eserlerini ve hayatlarını okuyup incelemelerini tavsiye ederiz. Bir Kuşeyrî'yi, bir Gazzalî'yi, bir İmam-ı Rabbanî'yi ve diğerlerini okusunlar. Üçüncü grupta bulunanları ise biraz insafa davet ederiz.
Sûfîlerin yeni bir din ihdası ile ortaya çıkan kimselere karşı yaptıkları mücadele, tasavvufu bir din gibi görme bir iddiasının doğru olmadığını göstermek için yeterli bir delildir. Nitekim İmam-ı Rabbanî döneminde yaşayan devrin sultanı Ekberşah, İslam, Hristiyanlık ve Hinduizm'den karma bir din ihdas etmeye kalkışmıştı. Bu zatla amansız bir mücadele sürdürüp ona engel olan İmam-ı Rabbanî hazretleridir. Kendisine "ikinci bin yılının yenileyicisi" anlamına - Müceddid-i elf-i sanî - denilmesinin sebebi bu mücadelesi ve hizmetidir. Her biri bir Allah ve peygamber aşıkı, İslam hadimi olan sûfilerin temsil ettiği tasavvufun bir başka din gibi takdim edilmesinin ilmîlik ve insaf ölçüleri ile bağdaşır yanı yoktur.
- İslam'ı tasavvuf, cihad ve nur gibi ekol ve fırkalara ayırmak acz ifadesi değil midir?
- Bu soruyu soran kardeşimiz herhalde bugün ülkemizdeki tasavvufa tarikat ve Risale-i Nur adıyla anılan cemaatlara ve bazı İslam ülkelerindeki tanzîm-i cihad gibi bir takım kuruluşlara bakarak bu soruyu sormuş olmalıdır. Bugün ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde bulunan İslamî cemaat ve fırkalar bir arayış içindedirler, İmamesi kopmuş tesbih taneleri gibi dağılan müslümanları yeniden toparlamaya çalışmakta; zor bir dönemden geçen insanımızın yeniden toparlanışına katkıda bulunmaktadır. Farklı yapıdaki bu cemaatlar, birbirleriyle uğraşmadığı ve önündeki hizmet planına göre birşeyler yaptığı sürece faydalıdırlar. Hatta onların farklı gruplar halindeki hizmetleri kendilerini hizmet yarışına sürükleyen bir motivasyondur. Allah Teala: "Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getiririr." (el-Bakara, 2/148) buyurmaktadır. Her grup birbiriyle çekişmeden hayır yarışına girince Allah, onları bir araya getirecektir. Dolayısıyla bu tür grupları bir hizmet dağılımı gibi görmek gerekir. Çünkü her grubun meşreb ve meslekıne göre hizmet önceliği vardır. Bu da toplumda değişik konuların değişik gruplarca ele alınmasını sağlamakta; dolayısıyla İslam toplumunun inşasına katkıda bulunmaktadır. Ayrıca gruplar arası iç çekişme genellikle dış mücadeleye güç olmadığı zamanlarda olur. Dış düşmanlarla mücadele edebilecek bir kıvama gelen İslamî topluluklar zaten çekişmez.
- Tasavvuf alanında zaman zaman görülen bozulma çizgisinin nedenleri nelerdir? Tasavvufta otokontrol mekanizması var mıdır? Nasıl işler?
- Bütün bilim dallannda ve kurumlarda olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman asıldan uzaklaşmalar ve bir takım sapmalar olmuştur. Bozulmanın temel sebebi liyakatsizlik ve cehalettir. Babadan oğula intikal eden şeyhlik anlayışı, liyakatsiz ve ehliyetsiz kimselerin kolayca şeyhlik makamına oturmalarını sağlamış, bu da tabiî olarak bozulma sürecini hızlandırmıştır. Önceleri tasavvufî eğitim için belli bir dînî altyapı sağlanır, ondan sonra tarîkata girilirdi. Önce, tekke ve medrese arasındaki soğukluk bu yapıyı belli bir biçimde menfi olarak etkiledi. Ardından ehliyet ve liyakatine bakılmadan şeyh çocukları tekkelere şeyh olmaya başladılar. Liyakatsizlikler sonucunda yanlışlık hızla artmaya başladı.
Tasavvuf ve tarikatlerin iki otokontrol mekanizması vardı. Bunlardan biri tekkelerin kendi içinde seyr u sülûk ile işleyen ve sadece hilafet alanlara irşad imkanı sağlayan mekanizma. Özellikle büyük merkez tekkeler kendilerine bağlı taşra tekkelerine halifeler gönderir, meydana gelebilecek şikayetlere göre bu kişilerin azl ve tayinleri için meşihat ve saltanat makamına arîzalar takdim ederlerdi. Yetki ve sorumluluk asitane tabir edilen merkez tekkelerde olurdu. Teftiş ve murakabe de onlar tarafından yapılırdı.
ikinci otokontrol sistemi ise sosyal kontrol mekanizması olan halkın ve tarikat bağlılarının tepkisi ve kontrolü idi. Bütün sosyal kurumlarda olduğu gibi tekkelerde de bu mekanizma son derece önemliydi. Halkın eğitim düzeyinin yüksek olduğu dönemlerde etkili bir biçimde çalışır ve ehil olmayan kimselerin işbaşına gelmesini önlerdi. Ama halkın eğitim düzeyi gerileyince bu mekanizmanın etkisi de azaldı. Tekkelerin kendi içindeki otokontrol mekanizmasının zaafa uğraması ve halkın şikayetleri, yöneticileri bir takım ıslah çalışmaları ile bu mekanizmaya işlerlik kazandırmaya yönlendirmiştir. Nitekim II. Abdülhamid Han tarafından kurdurulan "Meclis-i meşayıh"ın amacı otokontrol sistemini daha sağlıklı bir biçimde hayata geçirmekti. Bu amacı gerçekleştirmek için bir takım çalışmalar yapılmış ve tekke şeyhlerinin dini ve tasavvufi eğitimleri için belli esaslar vaz'edilerek icazet zorunluluğu getirilmiştir.


Misafir 10 Nisan 2010 21:29

off evet tasavvufi düşünce ve ortaya çıktığı dönem hakkında detaylı bilgi istiyorum lütfen acil yardımcı olun :(


Misafir 11 Ağustos 2010 15:42

tasavvuf
 
tasavvufta bir mürşit önderliginde gercek kulluk ve güzel ahlak için gereken manevi latifelerin temizlenmesi amacıyla çıkılan egitim yolculugunun adı nedir?


ener 11 Ağustos 2010 17:12

Alıntı:

Misafir adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 1811415)
tasavvufta bir mürşit önderliginde gercek kulluk ve güzel ahlak için gereken manevi latifelerin temizlenmesi amacıyla çıkılan egitim yolculugunun adı nedir?

Letaif ; Arabça 'Latife' kelimesinin çoğulu olup "Latifeler" anlamındadır. Latife insan vücuduna yerleştirilmiş manevi, nuranî cevherlere verilen isimdir.

Gizli, sırlı ve iç bünyede saklı cevherler olan Letâif, baş gözüyle görülmezler, ancak gördükleri vazifelerden varlıkları anlaşılır. İnsanın aslı bunlardır. Bu cevherler mümin-kafir her insanda mevcuttur. Kâmil mürşidler bu cevherleri ilim, tecrübe ve müşahede ile tanıyıp yerlerini ve görevlerini tespit etmişlerdir.

Latife, Kur'an-ı Kerim kaynaklı insanın psikospiritüel duyuüstü melekelerinden her biridir. Geleneksel Çin tıbbında akupunktur meridyenleri veya şakraları andırır.

Cenab-ı Hakk (c.c) insanı on asıl şeyden yaratmıştır. Beşi mahlukat alemi denilen hâlk alemindendir. Bunlar toprak, su, hava, ateş ve nefstir. Bunların başkanı ve hakimi nefstir.

Âlem-i emrden olan letâif, rûhani ve nûrani, âlem-i halktan olan letâif ise cismâni ve zulmânidir.

Bir mü’minin nefsi, yedi sıfatında terakki edebilmesi için vücûdunun müştemil bulunduğu letâif-i seb’a denilen letâifin de; zikir, fikir ve tefekkürle tasfiye ve terbiye görmesi lazımdır.

O yedi sıfat da: Kalp, Sır, Ruh, Hafi, Ahfa ve Nefs-i natıka ile tüm bedendir. İnsanı diğer canlılardan ayıran fark âlem-i emrden olan rûhâni ve nûrani letâif-i hamse (letaifden beş tanesi) kalb, ruh, sır, hafi, ahfa âlem-i emrdendir. His, hayal, yön ve mekanla sınırlanmayan, mesafe ve maddesi olmayan, Allah’ın ‘ol’ emri ve iradesinin tecelli etmesiyle yaratılan şeylerden oluşan Âlem-i emr(=emir alemi)'den olan letâif, rûhani ve nûranidir.

Nefs ile cesedin ihtiva ettiği anâsır-ı erbaa (=Dört Unsur) –ki ateş, hava, su ve toprak- da Ölçü ve hesap ile bilinebilen, gözle görülen ve incelenebilen cisimlerden oluşan âlem-i halktandır. Halk aleminden olan letâif cismâni ve zulmânidir.

Diğer beş unsur ise, asılları alem-i emirden olan insani kalb, ruh, sır, hafi ve ahfadır. Bunların başkanı ve hakimi kalptir.

Allah, kudreti ve hikmetiyle aşk yoluyla her iki alemin latifelerinin aralarını birleştirmiş ve kaynaştırmıştır. Öyle ki bunlar birbirinden ayrılmak istemezler. Bu aşktan dolayı hâlk aleminin latifeleri emir aleminin latifelerini hükmü altına almıştır.


Letaİfİn VücuDDa YERLEŞİM Yerlerİ:



1. Kalb, sol memenin dört parmak altındadır. İlahi huzur ve tecelliyat mahâllidir.

2. Ruh, sağ memenin dört parmak altındadır. İlahi aşk ve muhabbet mahâllidir.

3. Sır, sol memenin iki parmak üstündedir. İlahi marifet mahâllidir.

4. Hafi, sağ memenin iki parmak üstündedir. ilahi tecelli ve nurlar içinde kaybolma mahallidir. Buna istiğrak denir.

5. Ahfa, göğüs kafesinin üst ucundan yani gırtlak çukurundan iki parmak kadar aşağıdır. İlâhî sır mahallidir. Gizli ilimler ve tecelliler merkezidir. Burada elde edilen duruma izmihlal denir.

6. Nefs-i natıka (külli) latifesinin yeri iki kaşın ortasıdır.

7. Nefs-i Külli ( Tüm Beden ) : Sultani Zikir Makamı.



Kalb bütün latifelerin merkezi olup "Ruh"un sarayıdır. Ruh kalbde egemen olunca, bedeni "Ruh"un emirlerine göre yönetir; ruh vasıtasıyla aldığı ilâhi feyiz ve terbiyeyi bedenin bütün işlerine yansıtır. Kalbde yakîn nûru parlamaya başlayınca dünya hayatı fâni ve değersiz görünür. Çünkü kalb, marifetullah nûrunun parlayacağı yegâne mahaldir ki, iman güneşi o burçtan doğar. Bütün ilâhi sırlar orada gizlidir. Kalbde o hakiki, lâhutî güneşin doğmasıyla bu yüksek tecellinin nurlu eserleri insanın bütün azalarında zâhir olur. O zaman kulluk vazifelerini; derin ve derûni bir zevk ve neş’e içinde seve seve îfa eder. Kalbin salahının cesede sirayetini Buhari’deki şu Hadis-i Şerif izah etmektedir: “Dikkat ediniz ki, insanın cesedinde bir et parçası vardır ki, o et parçası sâlih oldukça bütün vücuddaki âzalar sağlam olur. Eğer o fasid olursa bütün cesedi bozulur. O et parçası kalptir.”

Terbiye olmamış nefs, devamlı kötülüğü emreden sıfatıyla kalbi tamamen hükmü altına aldığı zaman, kalbden Allah için hiç bir hayırlı amel çıkmaz. Bu durumda ruh da, nefsin arzularına bağımlı hâle gelir. Artık kalb ve ruh asli vazifelerinden uzaklaşmış ve ölmüşçesine gaflete düşmüş olurlar. Bu hâl kalbin perdelenmesi ve günahlarla kararmasıdır.

İnsanın bu durumdan kurtulması için çok ciddi bir tedaviye ihtiyacı vardır. Bu tedavinin en güzel ve en kolay yolu bir mürşid-i kâmilin elinden tövbe alıp, kendisine intisap edip manevi terbiyeden geçmektir.

Mürşid-i kâmil, kendisine intisap eden müride önce güzel bir tövbe yaptırır. Sonra zikir telkin eder. Letaifleri hakiki vazifelerine döndürmek gevşemeyi gidermek için onların zikir nurları ile aydınlanması, temizlenmesi ve beslenmesi gerekir.

ZİKİR VE LETAİF

Zikrin nuru ilk olarak kalbe, sonraları diğer letaife sirayet eder. Zikre devam edildiğinde kalpten Allah’ın sevmediği ve razı olmadığı düşünceler silinip gider. Zikir kalbe iyice yerleşince her hâlde zikretme hâline geçer, böylece gaflet yok olur. Zikir sayesinde insanın sıfatları değişir, insanda Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu ahlak ve sıfatlar oluşur.

Vücuttaki su unsurunun nefsin kötü sıfatlarından birisi olan nifak özelliği ile irtibatlıdır. Suda, bulunduğu kabın şeklini ve rengini alma özelliği ve bulunduğu şartlara göre değişme sıfatı vardır. Bu sıfat, insana münafıklık olarak yansır ve iki yüzlülük meydana gelir. Ancak bu sıfat, mürşid-i kâmilin terbiye, himmet ve tasarrufu ile alçakgönüllü olmaya dönüşür. Kalbden nifak ve yalancılık gider, yerini samimiyet ve mertlik alır.

Ateş unsurundan kaynaklanan zulüm ve hiddet sıfatı, İslam’ın emir ve hükümleri karşısında gayret, ince davranma ve rahmani taraftarlığa dönüşür.

Hava unsurundan ileri gelen kibir ve üstünlük taslama sıfat, izzet, vakar ve heybete dönüşür.

Toprak unsurundan kaynaklanan tembellik, uyuşukluk gibi durumlar, sabır ve itidal sıfatına dönüşür.

Letaif Zikri

Nakşbendî tarikatında silsileyle gelen zikir hafî (gizli-sessiz) zikir, yani kalb ile yapılan zikirdir. Bu da Zat ismi olan ism-i Celâli "Allah" "Allah" diye kalble zikretmektir.

Hadîka'da der ki: "Zikrin birçok âdabı vardır. Fakat biz onların en önemli olanlarını ve mürid için herhalde lâzım olanları söyleyeceğiz: "Önce beden temizliği geliyor. Allah'ın emrettiği şekilde temizlen. Sonra kalbini heva, hırs, şehvetlere düşkünlük ve mâsivâya eğilim göstermekten istiğfar ile temizle. Sonra güzelce abdest al, halvethanene gir. İki rek'at abdest-şükür namazı kıl. Dua et ve namaz kılarken yaptığın gibi kıbleye doğru otur. Dilinle istiğfar ederken kalbin de istiğfar etsin. (Verilen sayı kadar).

Sonra alabildiğine bir mahviyet, inkisar ve huşu ile kusurlarını ve günahlarını hatırla. Sonra çok yakında muhakkak gelecek olan ölümünü gözün önüne getir. Şu anda alıp verdiğin nefeslerini dünya hayatındaki son nefeslerin olarak kabul et. Kabre yalnız başına konulduğunu ve orada bırakılıp gidildiğini bütün safhalarıyla düşün.

Sonra bir defa Fatiha-i şerifeyi ve üç defa İhlâs-ı şerifi okuyup sevabını Hazret-i Nakşbend kuddise sirruh'un rûhâniyetine hediye et. Sonra mürşid-i kâmilin simasını kendi nâsiyene bağlı olarak düşün. Gözlerini kapa, dilini damağına yapıştır, dişlerini dişlerine , dudaklarını dudaklarına yapıştır. Nefesini kendi haline bırak. Sol memenin altında bir et parçası olan kalbine yönel. Zikrinin mânâsını derinden derine düşünerek Hak Teâlâ hazretlerinin Zât ismini zikret. Zikrin başlangıcında kalb diliyle zikreder.

Eğer bir ihtiyaç için konuşmaya mecbur olursan zikrini kesmeden birkaç kelime konuş ve devam et. Hiçbir an kesilmemesi gereken bu zikre Nakşbendî büyükleri "vukûf-i kalbi" derler. Eğer bu layıkıyla yapılırsa kalb zikrettiğini müşahede ederek rüsuh peyda eder."

KALB ZİKRİ

Zikir dersi isteyen müride ilk olarak kalp zikri verilir. Kalbin üzerinde Lafza-i Celal (Allah) zikri çekilir. Bu zikrin sayısı mürşid tarafından bildirilir. Bu sayının altına düşülmez; üzerine de çıkılmamalıdır. Hafi zikrin nasıl çekileceğini bizzat mürşid veya görevlendirdiği vekili tarif eder. Bu zikir şu şekilde yapılır:

Mürid, abdestli olarak kıbleye karşı adab üzere oturur. Zikre başlarken, günahların kalbi sardığı, bu hâlle gerçek zikrin çekilemeyeceği, ilahi yardıma muhtaç olduğunu düşünerek 25 defa estağfirullah der. Peşinden Fatiha okuyup bağışlar.

Kalbin uyanması, toplanması ve zikre hazırlanması için biraz (beş dakika kadar veya daha kısa) mürşid rabıtası yapar, mürşidden manevi destek ve feyz bekler. Sonra, sağ elindeki tespihini elinin başparmağı ile orta parmağını birleştirip sol memenin dört parmak aşağısındaki insani kalbinin üzerine kor. Dilini damağına yapıştırıp şehadet parmağı ile tespihi çevirirken kalbiyle "Allah", "Allah" ,"Allah" ... diye zikreder.

Yüzlük tespihi sonuna kadar çevirince, diliyle kendi duyacağı bir sesle: “ilahi ente maksûdî ve rızâke matlubî” der. Bunun anlamı şudur: ‘Allahım! Benim maksadım sensin, aradığım ise senin rızandır.’ Bu duayı her yüz zikirden sonra söyler. Bunu söylerken, aynı anda bu sözünde sadık olmadığını, nefsinin yalancı olduğunu düşünür. Tekrar azimle zikrine devam eder.

Virdin sonunda, "dersimi hakkıyla yapamadım" diye üzülür, Allah’ın rahmetine güvenir, zikir esnasındaki kusurları için 25 defa estağfirullah der ve gözlerini açar.

Vird esnasında rabıta yapılmaz, bu tehlikelidir. Virdde kalb sadece zikre bağlanır; alemlerin Rabbini zikrettiğini düşünür, bütün dikkatini kalbindeki zikirde toplar.

Kalb zikrinin sayısı ancak salikin mürşidi tarafından arttırılabilir. Alınan bir zikrin vücuda yerleşmesi ve vücudun zikre alışması için en az kırk günden dört aya kadar çekilmesi güzel olur. Ancak özel durumlar ve gelişmeler olursa bu süreden önce de mürşide veya vekiline danışılır. Bundan sonra gerekirse salikin mürşidi tarafından zikrin sayısı arttırılır.

Kalb zikrinden sonrası diğer Letâif virdlerine geçer ve bu geçiş zamanını mürşid belirler.

Sonra zikrini Ruh'a nakleder. Latîfe-i ruh, göğüste sağ memenin altındadır.

Sonra zikrini Sırr'a nakleder. Latîfe-i sırr, göğüsün sol tarafındadır.

Sonra Hafî'ye nakleder. Latîfe-i hafî, göğüsün sağ tarafındadır.

Sonra Ahfâ'ya nakleder. Latîfe-i ahfâ, göğüsün tam ortasındadır.

Muhammed Ma'sum kuddise sirruh hazretleri el yazısıyla şunları yazmıştır: "Bu letâiflerin nurlarına gelince: Latîfe-i kalbin nuru sarı, Latîfe-i ruhun nuru kırmızı, Latîfe-i sırrın nuru beyaz, Latîfe-i hafînin nuru siyah, Latîfe-i ahfânın nuru yeşildir.

Bu beş letaif (letâif-i hamse), Cenab-ı Hakk'ın "kün" yani "ol" emriyle yarattığı âlem-i emirdendir ki maddeden yaratılmamıştır. Cenab-ı Hak, bunları maddeden yarattığı halk âleminin beş latifesiyle terkib etmiştir.

Sonra zikrini beyindeki nefs-i natıkaya nakleder. Sonraki letaif de nefs-i natıka ve bağlı olduğu maddi bedendeki dört unsur olan toprak, su, hava, ateşdir. Bu dört unsurun tümü nefs-i natıkada dürülüdür.



SULTANİ ZİKİR:

Bu yerlerden her birisi, yukarıda zikredilen tertib üzere zikir mahallidir. Zikir, latife-i nefs-i natıkada yerleşince latîfe-i cesede intikal eder. Bu da zikri, bedenin tamamıyla yapmaktır. Artık o hale gelir ki bedenindeki bütün zerreleriyle zikreder. Zikretmeyen hiçbir uzvu kalmaz. Bundan sonra sultân-ı zikr, yani zikrin bütün varlığına hakim olması gerçekleşir. İnsanın her tarafında artık zikrullah hakimdir. Bundan sonra çevresindeki herşeyin de Allah'ı zikrettiğini müşahede eder ve varlıkların zikirlerini duyar: "Kâinatta hiçbir şey yoktur ki O'nu hamdiyle tesbih etmesin" (İsrâ suresi/44) hakikatini anlar.

Mürid Hazret-i Rasulullah'ın (s.a.v.) : "Sanki sen O'nu görüyormuşsun gibi ibadet et" emrine bundan sonra lâyıkıyla riayet etmeğe başlar. Buna sabırla ve dikkatle devam eder.

kaynak


Misafir 8 Kasım 2011 16:27

cebap için cokkkkkkkkk tesekkürler ama benm istediğim bu bilgi değil tasavvuf düşüncesi hakkında istediğim bilgi bu değil litfen acil yardım :(


Hilla 8 Kasım 2011 16:50

Alıntı:

Misafir adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 1597774)
AYNI ŞEYİ DÖNDERİP DÖNDERİP YAZMIŞSINIZ TASAVVUF DÜŞÜNCESİNİ KISA ŞEKİLDE ÖZELLİĞİNİ BİLEN YOK MU

Tasavvuf Nedir?

İslâmiyet, ana hatlarıyla iman, ibadet ve ahlaktan ibarettir Kelâm ilmi imanı, fıkıh ilmi ibadeti, tasavvuf ilmi de ahlakı ele alır Tasavvuf, İslâmı derûnî bir şekilde yaşamaktır Ruhî ve vicdanî bir duyuşun mahsulüdür Şekilden mânâya geçmek, kabuktan öze ulaşmaktır Kâlin hâl olmasıdır (1)

İnsanın aklı, kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır Nuranî bir cevherdir Akl-ı selîm mertebesine ulaştığında, Rabbanî bir mürşittirHakikat güneşine açılan bir penceredir

Kalb dahi, insanın manevî hayatının merkezidir Binler âlemin manevî bir haritasıdır Kâinatın hadsiz hakikatlerinin mazharı, medarı, çekirdeğidir (2) Cenab-ı Hakka parlak bir aynadır Gayb âlemlerine karşı bir penceredir Rabbanî bir latifedir

İşte, aklın işletilmesiyle pek çok ilimler ve fenler otaya çıktığı gibi, kalbin işletilmesiyle de, tasavvuf ilmi ortaya çıkmıştır

İslâm tasavvufunun menşeini inceleyen bazı zâtlar, İslâm öncesi tasavvufî akımlarda da benzeri esasları gördüklerinden, onu ya Hint’te, ya İran’da, veya daha başka yerlerde aramışlardır Halbuki, İslâm tasavvufunu doğrudan doğruya Kur’ânda ve Resulullah’ın (asm) hayatında aramak lâzım gelir (3)

Çünkü tasavvufta yer alan “zikir, fikir, nefis terbiyesi” gibi esaslar, Kur’ânda çokça bahsedilen konulardır “Yaşayan Kur’ân” durumunda olan Resulullah ise, tasavvufî hayatın en zirve tatbikini göstermiştir"

KAYNAK


Misafir 16 Kasım 2011 18:03

biraz daha ayrıntılı bilgi istiyrm :(


nisancitrk 4 Aralık 2011 17:35

VAHDET-İ VÜCUD:Evren yaratılmadan önce tek ve mutlak güzellik vardır.İnsan Allah'ın bir parçasıdır.Ondan ayrılmıştır ve tekrar ona dönecektir.Buna vahdet-i vücud yani varlığın tek oluşu denir.
Tasavvuf inancına göre bu dünya geçicidir.Ve Allah'tan ayrılan ruh ona dönmeye çalışmaktadır.Allah'a ulaşmak için dünyevi zevklerden vazgeçip aşkla Allah'a bağlanmak gerekir.İnasana duyulan aşk mecaziAllah'a duyulan aşk gerçek aşktır.
Tasavvufçular Allah'a ibadetle değil sevgiyle ulaşabileceklerine inanırlar.Cennet ve cehennem önemsizdir.Onlar için cennet Allah'a kavuşmacehennem ise Allah'tan ayrı kalmaktır.
asavvuf kelime manasıyla gönlünü Allah'a bağlamak demektir.
Tasavvuf vahdet-i vücudu işler.

Mutasavvıf Tasavvuf ehli olan herhangi bir tasavvuf yolunda mertebe katetmiş kişidir.

Mürşit: Tasavvufta tabi olunan kâmil insan örneği. (Kelime anlamı: irşad eden.)
Mürit: Arapça kelime anlamı olarak öğrenci demektir. Tasavvufta mürşide tabi olan bireylere verilen addır.
Vird: tasavvufta bir zikir çeşididir.
Tasavvufta belirli sayıda Allah denilerek nefsin durulmasını hedefleyen zikir çeşidine vird denir

Tekke:tarikat etkinliklerinin yürütüldüğü yapılardır. Tekke anlamında dergâh hankâh âsitane sözcükleri de kullanılır

Fenafişşeyh: Tasavvuf terimi. Bu makamda bulunan mürit yaptigi her işi şeyhinden bilir. Nereye baksa hep onu görür daima onun huzurunda bulunduğu hissiyle ahlakını düzeltip güzelleştirir

Fenafillah: "Ölmeden önce ölmek" anlamına gelir. Tasavvuf inancına göre evrende gerçekte Tanrı'nın vaelığından başka ebedi olan gerçek varlık yokturvarlıklar onu gösteren birer aynadır. insan er ya da geç Tanrı'ya geri dönecektir


Pir :yaptığı işin her ayrıntısına vakıf olan usta üstat anlamına gelen bir terim olmakla beraber Tasavvuf litaratüründe tarikat kurma selahiyeti olan evliyalara Hz. Pir denilmiştir. Pir Haktan aldığını yaşadığı zamana uygun insanlara sunan anlamını da taşır. Bu sebeple Müctehid ya da Mücedidin olarakta anılmışlardır. Zıtların ahengindeki uyumu sağlayan herkese ve her kesime barış huzur güven ve esenlik götüren Allahın Rahmetine vesile olarak inanılmıştır. Çoğul olarakta Piran diye anılmışlardır..


Zübde-i âlem: Zübde kelimesi çekirdek öz anlamına gelmektedir. Âlem de dünya kainat evren anlamlarında kullanılmaktadır. Bu tamlama ise kainatın özü anlamında kullanılmaktadır. Tasavvufi anlamı olan bu terime göre insan kainatın özüdür kainatta ne varsa aynı oranda insanda da vardır. Bir diğer ifade ile insan kainatla denk kabul edilmektedir. Zaten kainatın varlık sebebi de insandır.


EVRAD : Îtiyad alışkanlık hâlinde nâfile olarak devamlı yapılan ibâdet tesbîh ve duâlara vird (çoğulu evrâd) denilir. İmâm-ı Gazâlî; "Duâ zikir Kur'ân-ı kerîm okuma ve tefekkür (mahlûklardaki ve kendi bedenindeki ince sanatları düzenleri birbirine bağlılıklarını düşünerek Allah'ın büyüklüğünü anlaması insanın günâhlarını hatırlayıp bunlara tövbe etmesi lâzım geldiğini ibadetlerini ve tâatlerini düşünerek bunlara şükretmesi gerektiğini hatırına getirmesi) sabah namazından sonra âhiret yolcusu kulun virdi olmalıdır." demiştir. Yine İmâm-ı Gazâlî; "Okunmalarında fazîlet olduğu bildirilen bâzı âyet-i kerîmeleri vird edinip okumak da müstehabtır. Fâtihâ Âyete'l-Kürsî ve Bekara sûresinin son iki âyeti (Âmener-Resûlü) bunlardandır

DERGÂH: Farsça. Kapı eşik kapı yeri sığınılacak yer makam tekke gibi mânâları vardır. Tarikat mensubu şeyhlerle dervişlerin ikâmetgâhı olan büyük tekkelere dergâh denir. Hürmeti arttırmak için şerif sıfatı eklenerek Dergâh-ı Şerîf de denilir. Kelime hafifletilerek "dergeh" şeklinde de telaffuz edilir.


DERVİŞ: Farsça. Fakir dilenci dünyadan yüz çeviren kendini Allah'a veren kişi. Tarikat mensublarının çoğu fakir olduğu için bu isimle anıldığı ileri sürülür


orhan aydemir 8 Mart 2014 07:54

cebap için cokkkkkkkkk tesekkürler ama benm istediğim bu bilgi değil tasavvuf düşüncesi hakkında istediğim bilgi bu değil litfen acil yardım


gonca snmz 18 Kasım 2014 19:53

ana hatlarıyla tasavvuf düşüncesi ve tasavvuf kavramları
 
Tasavvuf kelime manasıyla gönlünü Allah'a bağlamak demektir.
Tasavvuf vahdet-i vücudu işler.

VAHDET-İ VÜCUD:Evren yaratılmadan önce tek ve mutlak güzellik vardır.İnsan Allah'ın bir parçasıdır.Ondan ayrılmıştır ve tekrar ona dönecektir.Buna vahdet-i vücud yani varlığın tek oluşu denir.
Tasavvuf inancına göre bu dünya geçicidir.Ve Allah'tan ayrılan ruh ona dönmeye çalışmaktadır.Allah'a ulaşmak için dünyevi zevklerden vazgeçip, aşkla Allah'a bağlanmak gerekir.İnasana duyulan aşk mecazi,Allah'a duyulan aşk gerçek aşktır.
Tasavvufçular Allah'a ibadetle değil sevgiyle ulaşabileceklerine inanırlar.Cennet ve cehennem önemsizdir.Onlar için cennet Allah'a kavuşma,cehennem ise Allah'tan ayrı kalmaktır.
asavvuf kelime manasıyla gönlünü Allah'a bağlamak demektir.
Tasavvuf vahdet-i vücudu işler.

Mutasavvıf, Tasavvuf ehli olan, herhangi bir tasavvuf yolunda mertebe katetmiş kişidir.

Mürşit: Tasavvufta tabi olunan kâmil insan örneği. (Kelime anlamı: irşad eden.)
Mürit,: Arapça kelime anlamı olarak öğrenci demektir. Tasavvufta mürşide tabi olan bireylere verilen addır.
Vird: tasavvufta bir zikir çeşididir.
Tasavvufta belirli sayıda Allah denilerek nefsin durulmasını hedefleyen zikir çeşidine vird denir

Tekke:tarikat etkinliklerinin yürütüldüğü yapılardır. Tekke anlamında dergâh, hankâh, âsitane sözcükleri de kullanılır

Fenafişşeyh: Tasavvuf terimi. Bu makamda bulunan mürit yaptigi her işi şeyhinden bilir. Nereye baksa hep onu görür, daima onun huzurunda bulunduğu hissiyle ahlakını düzeltip güzelleştirir

Fenafillah: "Ölmeden önce ölmek" anlamına gelir. Tasavvuf inancına göre, evrende gerçekte Tanrı'nın vaelığından başka ebedi olan gerçek varlık yoktur,varlıklar onu gösteren birer aynadır. insan er ya da geç Tanrı'ya geri dönecektir


Pir :yaptığı işin her ayrıntısına vakıf olan usta, üstat anlamına gelen bir terim olmakla beraber Tasavvuf litaratüründe tarikat kurma selahiyeti olan evliyalara Hz. Pir denilmiştir. Pir Haktan aldığını yaşadığı zamana uygun insanlara sunan anlamını da taşır. Bu sebeple Müctehid ya da Mücedidin olarakta anılmışlardır. Zıtların ahengindeki uyumu sağlayan, herkese ve her kesime barış huzur, güven ve esenlik götüren, Allahın Rahmetine vesile olarak inanılmıştır. Çoğul olarakta Piran diye anılmışlardır..


Zübde-i âlem: Zübde kelimesi çekirdek, öz anlamına gelmektedir. Âlem de dünya, kainat, evren anlamlarında kullanılmaktadır. Bu tamlama ise, kainatın özü anlamında kullanılmaktadır. Tasavvufi anlamı olan bu terime göre, insan kainatın özüdür, kainatta ne varsa, aynı oranda insanda da vardır. Bir diğer ifade ile insan kainatla denk kabul edilmektedir. Zaten kainatın varlık sebebi de insandır.


EVRAD : Îtiyad, alışkanlık hâlinde nâfile olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbîh ve duâlara vird (çoğulu evrâd) denilir. İmâm-ı Gazâlî; "Duâ, zikir, Kur'ân-ı kerîm okuma ve tefekkür (mahlûklardaki ve kendi bedenindeki ince sanatları, düzenleri, birbirine bağlılıklarını düşünerek, Allah'ın büyüklüğünü anlaması, insanın günâhlarını hatırlayıp, bunlara tövbe etmesi lâzım geldiğini ibadetlerini ve tâatlerini düşünerek bunlara şükretmesi gerektiğini hatırına getirmesi), sabah namazından sonra, âhiret yolcusu kulun virdi olmalıdır." demiştir. Yine İmâm-ı Gazâlî; "Okunmalarında fazîlet olduğu bildirilen bâzı âyet-i kerîmeleri vird edinip, okumak da müstehabtır. Fâtihâ, Âyete'l-Kürsî ve Bekara sûresinin son iki âyeti (Âmener-Resûlü) bunlardandır

DERGÂH: Farsça. Kapı, eşik, kapı yeri, sığınılacak yer, makam, tekke gibi mânâları vardır. Tarikat mensubu şeyhlerle, dervişlerin ikâmetgâhı olan büyük tekkelere dergâh denir. Hürmeti arttırmak için şerif sıfatı eklenerek Dergâh-ı Şerîf de denilir. Kelime hafifletilerek "dergeh" şeklinde de telaffuz edilir.


DERVİŞ: Farsça. Fakir, dilenci, dünyadan yüz çeviren, kendini Allah'a veren kişi. Tarikat mensublarının çoğu fakir olduğu için, bu isimle anıldığı ileri sürülür


beni benimlebir 21 Temmuz 2015 10:19

Din geldi inanmak lazım demek inanmak değildir, muhabbetle olaya bakmak lazım. Muhabbetle Allah’a inanmanın adı tasavvuftur.


runeşya 21 Temmuz 2015 13:29

Tasavvuf: İslam’ın inanç, ibadet ve ahlak esaslarına dayanarak nefsi her türlü kötülüklerden arındırma; ahlakı güzelleştirerek dini yaşama ve ruhun olgunlaşıp kemale ermesine çalışarak Allah’a ulaşma düşüncesidir.

Temel amaç; İbadetlerin samimiyet ve ihlasla yapılması yanında zikir, sabır, şükür ve tezkiye gibi eylemlerle Allah’a ulaşmaktır.

Tasavvufun Aşamaları

Züht Dönemi: Hz. Peygamberimizin vefatını takip eden I. asır ve II. asrın ilk dilimindeki dönemlerde Peygamberin yaşam tarzından uzaklaşıldığını düşünen bazı Müslümanlar kendilerini ibadete, kalp temizliğine, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak durmaya önem vermişlerdir. Tasavvufi düşüncenin temeli bu dönemde oluştuğu hâlde kurumsallaşmaya rastlanmaz. Hasan Basri ve Rabia Adeviyye bu dönemin önemli zahitleridir.

Tasavvuf Dönemi: Hicri III ve IV. yüzyıl tasavvufun kendine özgü terim, yöntem ve teorilerinin oluşturulduğu; klasik eserlerin yazılıp, ilim dalı olarak ortaya çıktığı dönemdir. Cüneyd-i Bağdadi, Beyazid-i Bes-tami, Hallac-ı Mansur ve Gazzali bu dönemin önemli tasavvufi şahsiyetleridir.

Tarikat Dönemi: Hicri XII ve XIII. asır tasavvufun düşüncenin kurumsal bir yapı kazanıp öğretildiği ve uygulama alanına geçildiği dönemdir. Abdülkadir Geylani, Ahmet Rıfai ve Ahmet Yesevi gibi ünlü mutasavvıflar tarikat döneminin öncüleridir.

TASAVVUFİ DÜŞÜNCEDE ALLAH – VARLIK İLİŞKİSİ

► Tasavvufi düşünceye göre evrende var olan her şeyde, Allah’ın güzellik sıfatı vardır. Bu nedenle yaratılan varlıklar sevgiye layıktır. Ancak sevgiyle bağlanılması gereken varlık Allah’tır.

► Tasavvufi düşüncede insanın sınırlı da olsa Allah’ın bazı sıfatlarına sahip olması, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak görülmesi gibi nedenler onu diğer varlıklardan üstün kılar. Kişi bu özelliklerini kemale erdirerek insan-ı kâmil olur. Bu anlamda insan-ı kâmil Hz. Muhammed‘dir.

► Sufilere göre kişi, ibadet ederek cennete girer; tasavvufi ruh eğitiminden geçerek ilahî hakikatlere ulaşır.

► Tasavvufi düşünceye göre her varlık Allah’ı tespih eder. Allah, varlık ve sıfatlarıyla evreni kuşatmıştır.

TASAVVUFİ DÜŞÜNCENİN AHLAK BOYUTU

► Tasavvufi düşüncenin önemli amaçlarından biri de ahlakı güzelleştirip olgunluğa erdirmektir.

► Tasavvufun konusu da olan ahlak anlayışında örnek ahlak Hz. Muhammed‘in ahlakıdır.

► Sufiler, tasavvufu “güzel ahlak” olarak İfade eder ve onun ahlaktan ibaret olduğunu savunmuşlardır.

► Tasavvufi düşüncede ihlas, sabır, kanaat gibi kavramlar önemli yer tutarken tasavvufu nefsin terbiyesi olarak görmüşlerdir. İnsanın nefsini kötülüklerden arındırıp düştüğü konumdan tekrar aynı yere dönmesi gerektiği savunulur.


İlimPeşindeyiz 26 Ağustos 2016 00:21

Tasavvuf nedir ve İslam'da tasavvuf var mıdır?
 
Tasavvuf nedir ve İslam'da tasavvuf var mıdır?
Evet soru açık ve net.



Saat: 23:06

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık