MsXLabs

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Genel Mesajlar (https://www.msxlabs.org/forum/genel-mesajlar/)
-   -   Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv] (https://www.msxlabs.org/forum/genel-mesajlar/235-hikayeler-ve-oykuler-1-arsiv.html)

Misafir 23 Kasım 2006 23:40

AYRILIK


1994 Haziranının bir pazartesi sabahıydı. Küçük kasabanın mütevazi evinde gün erken başlamıştı. Güneşin ışıkları, bir vadiye kurulmuş olan kasabaya henüz vurmadan ,o yatağından kalktı. Sabah işlerine girişti. Ayaküstü bir kahvaltı yaptı. Sabah kahvesini içerken bir taraftan giyindi. Ayna karşısına geçti. Yüzü her zamankinden daha solgundu. Saçlarına, bir kuaför becerisiyle şekil verdi. Yüzünü biraz renklendirdi. Sonra kapıyı çekip, evden çıktı.

Sokaklar tenhaydı. Hafta sonu okullar tatil olmuştu. O nedenle, telaşlı adımlarla okula giden öğrenciler yoktu sokaklarda. Okulların tatile girmesiyle kasaba sanki sessizleşmişti. Çocuklar şimdi uykuda olmalılardı.

Yaklaşık on dakika sonra yıllardır öğretmenlik yaptığı okula geldi. Okul bahçesine girdi. Etrafta sanki bir ölüm sessizliği vardı. Her zaman çocukların sesiyle çınlayan bahçe, bugün sessizdi. Kendisini görünce önüne koşan, ” Günaydın Öğretmenim ! ” diyen sesler yoktu. O, öğrencilerini iki gün önce mezun etmişti. Onlarla vedalaşmıştı. Seminer çalışması için okula gelmişti.

Okulun kapısından koridora girdi. Boş okulda ayak sesleri yankılanıyordu. Buz gibi geldi okul ona. Çocuklarsız bir okul, susuz değirmene benziyordu. Okulda hizmetlilerden başka kimse yoktu. Sabahleyin okula erken gelme alışkanlığı vardı onun. Hatta bazen, hizmetlilerle birlikte geldiği de olurdu. Öğretmenler odasına girdi. Alışkanlığı olduğu üzere, kendine bir kahve yaptı . Ama, tiryakisi olduğu kahvenin bile tadını alamadı. İki gün önce temelli ayrıldığı öğrencilerini düşünürken kahve bitivermişti. On, onbeş dakika sonra arkadaşları birer-ikişer gelmeye başladılar.

Arkadaşlarının hemen hepsi neşeliydi. Bir öğretim yılı boyunca çok çalışmışlar, çok yorulmuşlardı. Tatili hak etmişlerdi. Birkaç günlük seminer çalışmasının ardından tatil başlayacaktı. Her günki normal konuşmalar başlamıştı. Kimi akşam televizyonda izlediği programın kritiğini yapıyor, kimi gazete sayfalarını karıştırıyordu. Konuşmalar beynini tırmalıyor, her zaman sohbet etmekten zevk aldığı arkadaşlarından bunalıyordu. Çünkü, aklı iki gün öncedeydi . İki gün önce ayrıldığı, yuvadan uçurduğu öğrencilerinde. Beş yıl boyunca birlikte olduğu öğrencileri, mezun olup gitmişlerdi. ...Sıkıldı o ortamdan. Öğretmenler odasından çıktı, koridorun sonundaki sınıfına yöneldi. Sınıfın kapısı kapalıydı. Sanki sınıfta öğrencileri onu bekliyorlardı. Gürültülerini duyar gibi oldu. Çocukların sesleri adeta kulaklarında yankılanıyordu.

Kapıyı açıp, içeri girdi. Sınıf nasıl da sessizdi. Masaların üzerinde, unutulmuş birkaç kitap duruyordu. Yazı tahtası, kendisine yazılmış iltifatlarla doluydu: “ Öğretmenim, sizi çok seviyoruz. Sizden ayrılmak istemiyoruz. ” gibi .Tahtanın önünde irili ufaklı tebeşirler duruyordu. Kimbilir en son hangi öğrenci tarafından kullanılmış renk renk tebeşirler.

Sınıftaki sessizlik onu rahatsız etti. Sessizliğin bir ağırlığı vardı. O ağırlık, omuzlarında bir yük gibiydi. Silkinmek, yükünü indirmek istiyordu. Pencere kenarındaki çiçeklere baktı. Susuzluktan boyunlarını bükmüşlerdi .Onun gözünde çiçekler, çocuklardan hemen sonra gelirdi. Çiçekler de aynı çocuklar gibiydi. Eğer onlara sevgiyle yaklaşır, gereken ilgiyi gösterirseniz, emeğinizin karşılığını hemen veriyorlardı. O nedenle çiçekleri çok seviyordu. Nereye gitse önce çocuklar dikkatini çekerdi, sonra çiçekler.

Öğrencisiz sınıf ona buz gibi geldi. Ne “ günaydın ” diyen vardı ne “ öğretmenim ” diyen. O anda kendini yaralı bir kuş gibi korkak, çaresiz ve zavallı hissetti. Oysa o , bu sınıfta iki gün öncesine kadar kral gibiydi. Sınıfa girdiğinde onlarca kişi ayağa kalkıyor, tüm gözler kendisine çevriliyor, başlar önünde saygıyla eğiliyordu. Oysa şimdi?...Şimdi o bir hiçti. Hem de koskocaman bir hiç. Bir öğretmen, ancak öğrencileriyle beraberken bir anlam ifade ediyordu. Çekip çevirdiği, yönlendirdiği, yıllardır emek verdiği öğrencileri neredelerdi? Kendini; tacı olan-tahtı olmayan, ülkesi olan-halkı olmayan bir krala benzetti, ya da kraliçeye. Bir öğretmenin, çocuklarsız bir hiç olduğunu anladı. Yılların birikimi nereye gitmişti? Meslekteki yirmi iki yılı, bir çırpıda sıfırlanmıştı. Omuzlarının çöktüğünü, dizlerindeki dermanın ayaklarının ucundan akıp gittiğini farketti.

Pencere kenarındaki çiçeklere baktı. Onlara sahip çıkabilmişti. Ama çocuklarını tutamamıştı. Beş yıl boyunca aynı havayı soluduğu öğrencileri, işte gitmişlerdi. Kendisini bu âciz durumda görseler acaba ne yaparlardı?...Masasına geçti, sandalyeye oturdu. Eski günler canlandı gözünde. Öğrencilerinin birinci sınıftaki hallerini düşündü. Annesiyle birlikte gelmişti birçoğu. Okuldan, öğretmenden korkuyorlardı. Birkaç gün velilerle birlikte ders yaptığı günler, öğrencileri okula alıştırmak için oynanan oyunlar,anlattığı maslalar, hiç de güzel olmayan sesiyle söylediği şarkılar. Ve o geçen koskoca beş yıl....Bunlar bir rüya mıydı yoksa? Hiçbir iz, hiçbir ses bırakmadan geçip giden koca beş yıla hayıflandı. Boş sıralara baktı. Her sırada birkaç öğrencisini görür gibi oldu. Artık onlar ortaokula gideceklerdi. O okulda bir değil, birden fazla öğretmenleri olacaktı. Onlara “ öğretmenim ” diyeceklerdi. Bunu istemiyordu. Onların öğretmeni sadece kendisiydi. Bu payeyi başkalarıyla paylaşmak istemiyordu.

İçini bir kıskançlık duygusu kapladı. Ya, gidecekleri okuldaki öğretmenlerini kendisinden daha çok severlerse...Ya kendisini unuturlarsa...O öğretmenleri şimdiden kıskanıyordu. Kendisinin diktiği, besleyip büyüttüğü fidanlara onlar sahip çıkacaklardı. Bu haksızlıktı. Kendisi onların ilk göz ağrısıydı. Anne kucağından almıştı onları. Birçoğunun ayakkabılarını bağlamış, yakalarını iliklemiş, dağılan saçlarını tokalamıştı. Bu kadar emek verdiği, sevdiği öğrencilerinin başkalarına “ öğretmenim ” demelerini kabullenemezdi. Kıskanıyordu o öğretmenleri. Hatta hepsinden nefret ediyordu. Onu ayıplayan ayıplasındı. Umurunda bile değildi.

Öğretmenler odasındaki arkadaşlarının konuşmaları, gülmeleri; sessiz koridordan süzülüp kulaklarına geliyordu. Onlar öğrencilerini bir üst sınıfa geçirmişlerdi. Birkaç aylık ayrılıktan sonra, yeniden öğrencilerine kavuşacaklardı. Keşke kendisi de onlar gibi olsaydı.

Ayağa kalktı. Sınıfın kapısını kapattı. Yeniden masasına oturdu. Keşke çocukları yanında olsalardı. Başına toplansalardı. Gürültü yapsalardı ,bağırıp çağırsalardı. O da onlara kızsaydı. Öğrencilerine kızmayı bile özlemişti...

Sonra ellerine baktı. Koyacak yer bulamadı onları. İlk kez elleri fazlalık geliyordu ona. Bu eller yıllarca kalem tutmuş, tebeşir tozuyla haşır neşir olmuştu. Hem eğiten, hem öğreten, hem okşayan ellerdi bunlar. Bu eller çocukları okşamıştı, ağlayan gözlere teselli olmuştu. O anda elleri yumuşacık geldi ona. Sıcacık yumuşacık, kadife gibi...

Sonra aklına gelen bir şeyle irkildi: Bu eller arada bir çocukların kulağına yapışmıştı. Onları incitmişti. Biraz önce yumuşacık, sıcacık gelen elleri şimdi birden büyümüştü. Büyümüş büyümüş , bir kürek gibi olmuştu. Sanki büyüyen ellerinin ağırlığını ve utancını duyuyordu....Ellerini masadan çekti. Masanın altındaki dizlerinin üzerine koydu Onları görmek istemiyordu. Dizlerinde, ellerinin buz gibi soğukluğunu hissetti.

Dışarıda pırıl pırıl bir hava vardı. Güneş yenice , kasabanın dar ve uzunca vadisini ısıtmaya çalışıyordu. Çiçeklerden ikisini kenara çekip pencereyi açtı. Havanın oksijeni ona yetmiyordu. Boğazı düğüm düğümdü. Sonra düşündü: Kendileri için bu kadar üzüldüğü öğrencileri acaba ne hissediyorlardı? Bu ayrılıktan onlar da kendisi kadar etkilenmişler miydi? Yoksa, çocuksu hayallere dalıp, onu unutmuşlar mıydı?...O, unutulacak biri olamazdı. Saçlarını onlarla çalışırken ağartmış; yüzündeki çizgiler, onlar için çalışırken derinleşmişti.

Birkaç ay sonra, yeni öğrenciler vereceklerdi ona. Yeni baştan, birinci sınıftan başlayacaktı. Belki yeni öğrenciler onu teselli edebilirdi. Hayır !...Başka öğrenci istemiyordu. Yine eski öğrencilerini istiyordu. Onlardan başkasını sevemezdi. Eğer severse, eski öğrencilerine ihanet etmiş olacaktı.

Onu ancak, kendisi gibi öğrencilerinden ayrılan bir öğretmen anlayabilirdi. Birilerinin tesellisine nasıl ihtiyacı vardı. İçinde bir şey büyüyordu. Koca sınıf ona dar geliyordu. Kendisini bir kibrit kutusuna sıkışmış gibi hissediyordu....Eline kâğıdı kalemi aldı. Aklından geçenleri, gönlünden taşıp dökülenleri kâğıda aktarmaya başladı. Yazdı yazdı. Yazdığı bir şiirdi. Sanki ezbere bildiği bir şiiri yazıyor gibiydi. Aklındakileri unutmamak için, bir makine hızıyla yazıyordu. Yazdıkça rahatlıyor, sanki yaz sıcağında aniden bastıran yağmur altında serinliyordu.

O, bu duyguları ilk kez yaşamıyordu. Her beş yılın sonunda yaşıyordu bunu. Tıpkı diğer meslektaşları gibi. Bunu da atlatacaktı. Kendisini yeni öğretim yılına hazırlamalıydı. Sınıftan çıktı. Öğretmenler odasına gitti. İster istemez seminer çalışmalarına girişti.





arwen 24 Kasım 2006 01:42

Bir zamanlar bir köyde mavi gözlü, sarı saçlı ve çok güzel bir kız yaşarmış. Bu kız hayata olan bağımlılığıyla bütün köyün sevgisini kazanmış. Bu kızın resime karşı büyük bir ilgisi varmış ve şehire resim okuluna gitmiş. Okuldan mezun olduktan sonra bu kız bir resme başlamış ama yaptığı resmi kimseye göstermemiş.

Birgün bu kız merdivenlerden düşmüş ve ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmış ama kız yolda ölmüş. Annesi de kızının gözlerini bir kuruma bağışlamış. İki hafta sonra kadının evine bir genç gelmiş.

Bu genç kızın gözleri ile dünyayı yeniden görmeye başladığını söylemiş ve kadına çok teşekkür etmiş. Kadının o anda aklına kızının yaptığı resim gelmiş. Kızının odasından resmi aldığında büyük bir sürprizle karşılaşmış... Kızın yaptığı portre aynı gelen çocuğa benziyormuş yalnız kızın resimde tek tamamlamadığı yer gözleriymiş..


SUNNYQUEEN 24 Kasım 2006 20:50

:broken: Senle başlayan cümlelerin kurduğu bir uygarlığın çöküşüydü aslında bu aşk hikayesi.
Kelimeleri sana iliştirince, adına aşk diyorduk.
Sonbaharda dökülen kelimelerden şiir yaptık biz;
Okunası belki…….
Yaşanmamış mevsimler yan yana gelince cümle diyorduk.
Ve cümle alem biliyordu aslında,
Koskoca bir hayatı sonbaharda idam ettiğimizi…
Ve ben, sensiz cümlelerin lirik sokağında vurmuştum kendimi;
Mevsimlerden sonbahara beş kala……………

-II-

Cümle….
İçinde bir şeyler gizli.
Arasam bulamam –ki az gizlemiştim;
Uğraşırsan göresin diye,
Açık seçik gizli….

Cümle….
Yüklemi bile vardı aslında,
Ve yüklemiştim seni tüm yüklemlerime.
Belki sevgi yükü ağır gelmişti….
Hangi kelime bu yükü kaldıracak kadar sağlamdı ki?
Dolaylı anlatımlar vardı içinde-
Ki hiçbir tümleç dolaysız olmazdı.
Öznel bir anlatımı vardı belki,
'Tanıştığımıza memnun oldum' cümlesinin.
Oysa belirtisiz sıfatı oynarken ben bu kurulası cümlelerde;
Hangi küskün zamirle açıklayabilirdim ki seni?

Hiçbir cümle senle başlamamıştı!
Oysa yükleminde de sen vardın;
Zamirler seni taklit etse de..
Görünmeyen bir öznesi vardı tüm cümlelerin,
Ve benim di(n) :
Sen benim gizli öznemdin….
Hiçbir belirtisiz sıfat cümle kurmaya cüret edemese de! .....


QUEEN


Misafir 24 Kasım 2006 22:40

Dört tarafı suyla ma´mur, mağrur bir okyanustu sürgün. Mavi, umutla aramızda menzildi. Özlemler devrişirirdi kah hüzünlü, kah heyecan kokan. Bizim halat çekmekten nasırlaşmış ellerimiz, boş kaldığı demlerde zulalardan ne hatıralar, ne düşler, ne rüyalar çıkarırdı bir görsen. Güverte bayram yerine dönerdi.

Ayın on dördüne adanmış beyaz bir sayfasına seyir defterinin, büyük tufanlardan kalma ne kadar tezat kalmışsa gönülde, yazardık bir bir.

Hepsinden birer çift olmalıydı muhakkak. Nuh´un gemisinde nasılsa, öyle yani. Birinin hayat bulması için diğeri iliştirilirdi hemen yanına. Hüzün ve mutluluk, ihanet ve sadakat, yalan ve hakikat... Hep bir şeyler eksik kalırdı, hissederdik.

Gönül çarpıntısı umutlar, liman dikizlerdi kuleden. Varacak bir liman. Çölde suya hasret kalanlar gibi, yürek bir tutam toprak arardı okyanusta. Sürgün bütün kozlarını bu kadar küçük bir şey üzerine oynamaktaydı.

Haritalar emrindeydi, şaşarlardı sinsice. Yanılmayacağı zannedilen pusula kendine gelemezdi bir türlü. Böylece mavi, akşamın ilk saatlerinde umut yükünü yıldızların omzuna şal yapardı. Korsan fikirlerin, ayağı prangalı mahkumları saflarına katmaya başladığı anların isyan dalgaları, serbestçe dolaşmaya başlardı güvertede. Sürgün, Lykurgos’tan ve Solon’dan daha ağır cezalar uygulardı her defasında. Bu gemide en büyük isyan, aşka en yakın olandı. En hafif cezaydı idam. Mavi solardı, yıldızlar sönerdi, umut bilmem ki nereye giderdi…
..

Aradan vakit geçmedi. Okyanusta vakit yoktur çünkü. Şuursuzca yaşanılan gece ve gündüzdür her şey..

İlerliyoruz yine. Yeniden umudu bulacağız, korkunun karanlık mahzeninden kurtulmak için. Varabileceğimiz nokta yok. Nokta, belki en fazla aradığımız şey. Ama umudu bulmadan istemeye gücümüz yok onu. Korku, bütün isteklerimizi olduğu gibi, ümitlerimizi de gasb eden zulmetin efendisi.

Tarık misali gemilerini yakanlarla, gemisi hiç olmamış olanlar, deniz tutanlar, denize tutkunlar, ne olduğunu anlayamadığı bu koca okyanusa tutuklular... Yine birileri eksik, hissediyoruz. Bu gidişte bir ahenk eksik, duruş, ilerleyiş…

Bizim noktaya hasret gözlerimiz, ufkun ince uzun çizgisini gördüğünde hayran kalır. Bulunduğumuz bu herhangi bir yerden ayrılırken, uzakların selâmet olduğunu düşünürüz o yüzden. Güneşin geldiği yere olan yolculuğumuz, güneşin gittiği yerin geldiğimiz yer olduğunu anlamamızla sukut-ı hayâl bulur. Zaten böyle hallerde umudu aramak, bir hayâleti bulmaktan kolay değildir.

Gecenin o zifiri karanlığına bakan yüreğimiz, “görünmeyen ve hissedilen”in getirdiği hassasiyetle burkulur. Şefkat yüklü bulut, şiddet dolu hallerle boşaltır içini aynı demlerde. Tam da gönüllerin, susuz sahralardaki kum taneciklerine, yani ufacık da olsun basılacak bir yere hasret kaldığı bekleyişlerdir bunlar. Her şey kaydedilir seyir defterine. Uzlete çekiliriz.

Bundan sonrası, anafor, kasırga…
..

Şimdi yağan kesif bir yağmur. Eğer yıldızlar olsaydı gökyüzünde, yüzümüzde hissettiğimiz ufak dokunuşlar arasından gözlerimizi açmak ve dimdik durup yükseklere bakmak zor olmazdı.

Sürgün, hiç tahammül edemez yeknesak melodisine yağmurların. İster ki şimşekler çaksın, gök gürüldesin. Balıklar hiç çıkarmasın başlarını sudan ve martılar çığlık çığlığa kaçışsın. Yağmur her yağdığında bir taraflara uçar onlar. Lakin aynı umutsuzluğun yorgunluğu mudur bilinmez, üzerimizde daireler çizip duruyorlar.

Gecenin bir yarısında gözlerimiz kapalı. Bir yanda yıldızların hayali, bir yanda kasırgayı bekleyen sürgün. Diğer tarafta aynı umutsuz bizler. Ve kimbilir nerelerde kayıp mavi..

Geceye sesleniyoruz ve bağırıldığı vakit, sese karşılık veren yankıyı dahi özlediğimizi fark ediyoruz birden:

“Gece..

Karanlıkların sultanı iken sen, seyrediyorsun suların fevkinde. Siyahınla setrediyorsun her şeyi. Hatıralarında kim bilir kaç bin türlü esrâr. İnhilâli bekleyen muammalar dolduruyor gelişinle mekânı. Meçhuller çıkıyor dehlizlerinden ve yine efsûnî bir örtü çekiliyor günün üstüne...”

Seslenişimizin aksini dahi bulamamanın kırgınlığı yaşıyoruz. Eğer umudumuz olsaydı, üzülmezdik bu kadar. Mavi olsaydı hele bir de, gülerdik belki de gecenin bu en ağrılı engebelerinde.

Bir kasırga beklemiyorduk. Beklediğimiz umuttu. Sayısız yıldız, elvan elvan mavi.

Umduğumuzu bulamadık.

Hiç beklemediğimiz kasırga vurdu hayallerimizi. Zaten umudu aramak da bir hayâleti bulmaktan kolay değildi.

Seyir defterine yazacak kimse yoktu. Herşey kasırgayla cenk halindeydi.

Savaş, kazanmak için ümit etmekti. Ümit, çetin bir savaşla geldi...
..

Aradan günler geçmedi..

Okyanusta zaman yoktu. Şuursuzca yaşanan gece ve gündüzdü her şey.. Ta ki, güneşin varlığındaki fevkaladeliği anladığımız an´la, an´ın bir zaman mefhumu olduğunu çözene kadar. Bütün o cengin verdiği yorgunluktan ve kesif bir kasırgadan sonra beliren güneşin gözlerimizi kamaştırdığı ân’dı, zamanı hissedişimiz.

Kasırga verdiği bütün zararlarla birlikte geri çekilmişti. İhânetin sürgünle yaptığı gizli anlaşma olmamış olsaydı, bu kadar zayiat vermeyecektik.

Savaşla gelen ümidin ağır yaralarını sarma vazifesi şefkate âitti. Şefkat: "Bu yarayı ben iyileştiremem, bu bir aşk yarasıdır.” Dediğinde kesildi teker teker soluklarımız. Sus-puslara karıştı kelimeler. Harfler yutuldu. Sonra herkes bir telaşa tutuldu. Zulalarda kalan ne kadar güzellik varsa döküldü ortaya. Bulamıyorduk. Biz bu gemiye ne zaman binmiştik bilmiyorduk ama, her birimizde bir şeyler eksikti hissediyorduk. Ama bir türlü bulamıyorduk.

Ümidi kazanmışken, çaresizliğe teslim olmuştu avuçlarımız.
Hepimiz sadece ona bakıyorduk şimdi. Umudun yüzüne çöken bütün kederlerin ardından, arada bir aralanan o engin bakışlarından milyarlarca yıldız serpildi etrafa. Parıltılar heyecanla yükselirken gökyüzüne, hilâl ürpertiyle öykünmeye başladı bütün o pırıl pırıl umutçuklara. Çareler azaldıkça bizde, mana veremiyorduk bu yeni yıldız kümelerine. Gözlerimizde bir teşrifat telaşı başlarken, seyir defterini açtık. Tek bir kelime meşk ettik, umudun gelişini resmetmek için. Kalem AŞK’ta kıldı kararını. Ve aşk, kağıda öyle bir mavilikte düştü ki, sürgün sultanlıktan kürek mahkumluğuna düştü o anda. Artık karar vermiştik: Yaşananlar ancak bir düştü. . Düşünce şaştı, hayretin hali pür-telaştı..

Sonra mavi, umudun tutarak ellerinden yükseldi, yükseldi… ve âsumâna ulaştı. Çaresizlikten sıyrılan gönüllerimizdeki bütün kötü kırıntılar kuş olup uçtu. Kelebek olup kanat çırptı. Teker teker uzaklaştılar bizden. Zaman ve mekan kendinden geçerken; güneş günle kucaklaştı, umut maviyle. Hemen ardından gemimiz yepyeni bir limana vardı. Sancaklarda tek bir bayrak dalgalanmaktaydı. Gemi halkı geride kalan her şeyi yaktı. Mavi umuda baktı, umut maviye. Anladık ki sonra: Aslında her birimiz aşkın türlü türlü halleriydik.
Kehânette bulundu en erdemli yanımız: Bu hikâye bir adamın sesinde yaşayacaktı. Her asırda yeni kahramanlar bulunacaktı muhakkak.

Adını koymak için çok zorlanılmadı. Çünkü, hikâyenin adı, sadece AŞKtı..



kambis 25 Kasım 2006 00:11


Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için hızla yürürken, ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm.. Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye acele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri yıpranmış eski bir zarftan başka birşey yoktu...

Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi, alıcı adresi yerinde bir posta kutusu numarası vardı. Bir ipucu bulabilmek belki biraz da merakımı giderebilmek için zarfı açtım ve içindeki mektubu okumaya başladım.Mektup, sol yanı çiçek resmiyle süslenmiş bir kağıda, özenli bir el yazısıyla yazılmıştı ve "Sevgili Michael" diye başlıyordu.. Ve "Annesi yasakladığı için onu bir daha göremeyeceğini" anlatarak devam ediyor.. "Ama sakın unutma, seni daima seveceğim" diye bitiyor.. İmza.. Hannah!..

Elimde yalnızca, mektubu yazan kişiyle, mektubun yazıldığı kişinin birinci adları vardı. Eve gider gitmez hemen telefon idaresini aradım.Görevli kisi, kendisine bildirdiğim adreste yaşayanların telefon numarasını vermesinin yasalara aykırı olduğunu söyledi. Fakat ısrarım karşısında: "Belki, size yardımcı olabilirim" dedi. "Bu adreste bulunan numaraya telefon ederim ve onlar Kabul ederlerse, sizi görüştürebilirim lütfen bekleyin.." dedi. İki üç dakika sonra görevlinin sesi geldi.. "Bağlıyorum efendim." Telefonda, karşıdaki hanıma "Hannah diye birini tanıyıp, tanımadığını" sordum.

"Bu evi, 30 yıl evvel, Hannah diye kızları olan bir aileden aldık" dedi. "Peki yeni adreslerini biliyor musunuz?.." "Hannah annesini bir huzurevine yatıracaktı. Oradan takip ederseniz, belki adres bulursunuz.." deyip bana huzurevinin adını verdi.. Hemen aradım.. Yaşlı anne yıllar önce ölmüş.. Ama kızına ait eski bir telefon numarası var. Belki ordan bilirlermiş.. "Bunların hepsi aptalca aslında" dedim kendi kendime.. İçinde sadece 3 dolar ve 60 yıl önce yazılmış bir mektup bulunan cüzdanın sahibini aramak için bunca zahmete ne gerek var ki.. Aradım numarayı..

Bir kadın "Şimdi Hannah'nın kendisi bir huzurevinde" dedi ve numarayı verdi. Hemen orayı çevirdim.. Ses; "Evet, Hannah burda yaşıyor" dedi.. Saat ona geliyordu ama hemen yola çıktım, Hannah'yı görmek için..Devasa bir binanın üçüncü katında şirin bir oda.. Gümüş saçlı, sıcak tebessümlü bir yaşlı kadın.. Gözlerinin içi ışıl ışıl ama.. Anlattım olanları.. Cüzdanı ve mektubu gösterip..Derin bir iç çekti mektuba bakarken ve "Genç adam" dedi, "Bu mektup, Michael ile son kontağımdı.. Onu öyle seviyorum ki.. Sean Connery gibi yakışıklıydı.. Hani şu meşhur aktör.. Ama ben 16 yaşındaydım.. Çok küçüğüm diye annem kesinlikle izin vermedi.." Derin bir nefes daha.. "Michael Goldstein harika bir insandı. Eğer bulabilirseniz ona söyleyin lütfen.. Onu hep düşündüm.. Hep.." Bir ufak sessizlik.. Bir derin nefes daha.. "Ve onu hep sevdim.." İki damla yaş damladı elindeki mektuba, ıslanan gözlerden.. "Ve hiç evlenmedim.. Michael gibi birisini bulamadım ki.." Hannah'ya teşekkür edip odadan çıktım.

Binadan çıkarken danışmada beni karşılayan kız "Hannah Hanım yardımcı olabildi mi size" dedi.." Hiç değilse bunun sahibinin soyadını öğrendim" dedim.. Cüzdanı elimde sallayarak.. O sırada yanımda dikilip duran hademe bağırdı.. "Hey baksana.. Bu Bay Michael'ın cüzdanı.. Üzerindeki bu kırmızı şeritten onu nerde görsem tanırım.. Cüzdanını hep kaybederdi zaten.. Üç kere ben buldum, koridorlarda..

"Michael sekizinci katta yaşıyordu.. Ok gibi fırladım tekrar asansöre. Michael yatmamıştı. Okuma odasında kitap okuyordu. Hemşire beni ve elimdeki cüzdanı gösterdi.
Michael elini arka cebine attı, hızla.. Sonra sevinçle "Evet bu benim cüzdanım" dedi. "Öğleden sonraki yürüyüş sırasında kaybetmiş olmalıyım. Size teşekkür borçluyum." "Hiçbirşey borçlu değilsiniz" dedim. "Ama özür dilerim. İpucu bulmak için açtım ve içindeki mektubu okudum." "Mektubu mu okudun?" "Sadece okumakla kalmadım. Hannah'yı da buldum.." "Buldun mu? Nerde? İyi mi? Hala eskisi gibi güzel mi. Söyle, lütfen söyle.." "Çok iyi.. Hem de harika" dedim, yavaşça.. "Bana onun telefon numarasını ver. Yarın onu hemen arayacağım." Elime sımsıkı sarıldı.. "O benim tek aşkımdı.. Onu öyle sevdim ki, asla evlenmedim.. Çünkü bu mektup geldiğinde hayatım, anlamsal olarak bitmişti." "Bay Goldstein" dedim.. "Gelin benimle.."

Asansörle üçüncü kata indik.. Odanın kapısı açıktı. Hannah sırtı kapıya dönük televizyon izliyordu..Hemşire ona yaklaştı, omzuna dokundu.. "Hannah" dedi.. "Bu bay'ı tanıyor musun?" Gözlüklerini ayarladı bir an baktı, tek kelime etmeden.. "Michael" dedi, Michael, kapıda, kısık sesle.. "Hannah.. Ben Michael.. Beni tanıdın mı?.." "Michael" diye yutkundu Hannah. "İnanmıyorum.. Bu sensin. Benim Michael'ım." Michael Hannah'ya doğru yürüdü yavaşça. Sarıldılar. Hemşire yanıma geldiğinde onun da gözleri yaşlıydı.. "Gördün mü, bak?" dedim "Yaşamda, yaşanması gereken herşey, er ya da geç, birgün kesinlikle yaşanacaktır."

***

Üç hafta sonra beni huzurevinden aradılar. Pazar günü bir nikah vardı.. Gelebilir miydim?

Harika bir nikah töreni idi. Hannah ve Michael beni nikah şahidi yaptılar üstelik. Hannah açık bej elbisesi içinde çok güzeldi.. Michael de lacivert takımı içinde hala çok yakışıklı.. Bir nikah tanığı olarak söylüyorum bu gözlemlerimi


Aşklarını onsekiz yaşın heyecanı ve duygusuyla yaşayan 76 yaşındaki gelin ile 79 yaşındaki damadın nikahında keşke siz de bulunsaydınız Altmış yıl önce bittiği sanılan bir aşk öyküsünün, altmış yıl sonra, kaldığı yerden nasıl filizlendiğine siz de tanık olacaktınız.

Çeviren: Nuray Bartoschek

Alıntı


Misafir 25 Kasım 2006 00:52

Tam bir dolar seksen yedi senti vardı. O kadar ne bir eksik, ne bir fazla. Della, paraları üç defa saydı. Bir dolar seksen yedi sent, o kadar. Halbuki ertesi gün yeni yıla adım atılacaktı. Della'nın evi, haftada sekiz dolara tutulmuş mobilyalı bir apartman. Tasvire değer bir hali yok. Tam bir fakirhane. Gözyaşları dindikten sonra Della eline bir ponpon alarak yüzünü pudraladı pencerede durarak apartmanın o kasvetli arka avlusundaki parmaklıklar üzerinde yürüyen bulut renkli kediyi aptal aptal seyretti. Ertesi günü Yılbaşıydı ve kocası, sevgilisi Jim'e hediye alabileceği sadece bir dolar seksenyedi senti vardı. Bu parayı da aylardır yavaş yavaş biriktirmişti . Halbuki şimdi hiçbirişe yaramadıklarını görebiliyordu. Sevgili Jim'ine güzel bir şey almak hususunda hülyalar kurarak birçok mesut anlar yaşamıştı. Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın karşısına attı. Gözleri pırıl pırıl parlıyordu, ama yirmi saniye içerisinde rengi uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü. İftar ettikleri iki şeyleri vardı. Biri Jim'in büyükbabasından kalan altın saat, diğeri de Della'nın omuzları üzerine dökülen saçları. Della'nın saçları altın renkli bir çağlayan gibi parlayarak ve dalgalanarak dizlerine kadar döküldü ve elbise gibi vücudunu örttü. Bir aralık bir an durdu. Tereddüt eder gibi oldu. Yerdeki kırmızı tüyleri dökük halıya iki damla gözyaşı aktı. Della, gözlerinin yaşı kurumadan kapıdan fırladı. "MM. Sofronie. Her nevi saç levazımı " ibaresi taşıyanbir tabelanın önünde durdu. Bir hamlede içeri girdi. "Saçlarımı satın alır mısınız ? " diye sordu. Madam, saçları pişkin bir alıcı eliyle yokladıktan sonra " 20 dolar " dedi. Della, "Peki,derhal" cevabını verdi. Ondan sonraki iki saati pembe bir bulut üzerinde uçar gibi sevinçle nasıl geçirdiğini bilmiyordu. Jim için almak istediği hediyeyi bulmak için dükkanların altını üstünü getirdi. Nihayet bulabildi. Altın saat zinciri. Zincir, Jim'in o emsalsiz saatine layık derecede güzeldi. Eve gitti, saçlarına baktı. Jim'in bu hayalini beğenmesi için dua etti. Az sonra Jim kapıyı açıp içeri girdi. Gözlerini sevgilisine dikmiş sadece bakıyordu. Sonra, hediyesini uzattı. Della paketi açtığında, ipek gibi saçları için uzun zamandır beğenip alamadığı bir çift tarak gördü. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Kendisini toparladı, tatlı bir tebessümle Jim'e hediyesini uzattı. Jim, paketi açtığında saat zincirini gördü. Ama artık saati yoktu. Çünkü, Della'nın güzelim saçlarına çok beğendiği tarakları alabilmak için o da saatini satmıştı. Üzülmediler... çünkü önemli olan tek şey vardı sevgileri.. O da ne satılır nede satın alınabilirdi....


arwen 25 Kasım 2006 01:08

Romantik olmalıyım. Gamze ile buluşurken romantik olmalıyım. Hiçbir zaman hiçbir kızla buluşurken romantik olamadım hep ayı oldum ama bu sefer başarmalıyım. Yapacağım tek şey güzel şeyler düşünmek. Hani nasıl Peter Pan’de uçmak için güzel şeyler düşünmek gerekiyorsa romantiklik içinde aynısı gerekli sonuçta romantiklikte bir çeşit uçmak sonuçta neden mi? Ha ha (Hafiften bir gülümseyişti bu içtendi açıkçası) çünkü aşk insanın ayağını yerden keser de ondan :)

Faruk aynaya bakarken bunları konuştu kendisiyle. İnsanın en iyi dostu kendisiydi Faruk’a göre. O yüzden aynaya bakarken bir dostuna bakıyormuş gibi bakardı ve bir dostuyla konuşurmuş gibi konuşurdu. Bugün ona çok ihtiyacı vardı açıkçası. Gamze’yi etkilemeliydi. Gördüğü en iyi kızlardan biriydi , tam tipiydi. Bilgisayarı sevmesi özellikle Faruk için yeterliydi. Ne sohbetler ederdi eğer onunla birlikte olabilse off off. Tabi şimdi bunları düşünmenin sırası değildi odaklanmalıydı buluşmaya hayatında bir kez olsun romantik olabilmeliydi. Yola çıktı bir sahilde buluşacaklardı.

-Merhaba Gamze bunlar senin için.
Bir demet gül getirmişti paraya kıyıp. Bari işe yarasaydı.
-Aman Allah’ım bunlar çok güzel şey ben ne diyeceğimi bilemiyorum ay rengide kırmızı…
İşe yaramıştı başaracaktı bu gidişle.
-Boşver önemli değil sadece bir gül.
-Güller en güzel çiçeklerdir. Aşkı sembolize ederler. (Hafiften kızarmıştı)
-Evet doğru (Faruk’ta kızarmıştı hafiften) Hatta Öyle güzellerdir ki güzellikleri kızlarla kıyas bile edilir. Kadınlar bir çiçektir falan yani. Tabi buradaki çiçek her zaman gülle tasvir edilir. Ama bence öyle değil.
-Ne demek istiyorsun? Sinirlenmişti Gamze haklı olarak..
-Dur yanlış anlama. Ben benzetmeye karşı çıktım. Çünkü sizlerde diken yok ki. (İşte bu dedi kendi kendine. Gamze’nin suratı değişmişti tebessümü artmıştı.)
-İşte bu güzel bir iltifattı. İstersen şöylece sahilde bir yürüyelim ne dersin.
-Onun yerine sahilde oturmaya ne dersin hem güneşin batışını da izleriz. Güneş battığı zamanki renkler beni çok duygulandırır da o zaman yanımda bir de sen olursan…
Yapmıştı işte başarmıştı umduğundan da romantik çıkmıştı.sahile oturmaya gittiler. Kumların üzerine yan yana oturdular. Güneşin batışını tüm ihtişamıyla izlemeye başladılar. Faruk elini yavaştan Gamze’nin omzuna koyuyordu ki telefonu çaldı.
-Efendim (Nedir bu şans be )
-Alo oğlum benim annen , eve gelirken iki ekmek al olur mu?
-Tamam anne alırım kapatıyorum telefonu evde görüşürüz. (Telefonu kapattı Gamze’nin yüz ifadesi hafif değişmişti yanağından hafif bir makas aldı gülümsedi)
Elini tekrar kaldırdı Gamze’nin Omzuna koydu Gamze de başını Faruk’a yasladı. Bu sırada gene telefon çaldı.
-Abi eve gelirken bana çukulata alsana.
-Tamam Cemre alırım çukulata (Sesini yükseltmişti burada. Gamze’nin irkildiğini hissetti.) kapatıyorum.
-Faruk cep telefonunu kapatsan da rahat rahat otursak.
-Üzgünüm Gamze bazı yerlerden telefon bekliyorum. Biliyorsun bir iki kısa film yarışmasına katılıyorum hazırlıklarımız var.
Gamze ses çıkartmadı ama suratı çok asılmıştı. Onu teselli etmek için bu sefer yanağından öptü. Az bir şey işe yaramıştı. Morali de bozulmuştu bu ailesi de her yerde zırt pırt arayıp duruyor arkadaşlarının yanında rezil ediyorlardı birkaç kız arkadaşını da bu yüzden kaybetmişti. Derken gene telefon çaldı. Arayan numaraya bakmadan cevap verdi seslice.
-Ne var be bir rahat bırakmadınız yahu.
-Lan Faruk ne biçim konuşuyorsun sen babanla neredesin eşekoğlueşşek.eve niye gelmiyorsun çabuk eve gel.
-Baba arkadaşlayım konuşamam müsait değilim.
-Ne müsait değil mi ? Bağırmaya müsaitsin ama.
-Yeter be (Çığırından çıkmıştı Faruk) bir rahat bırakmıyorsunuz adamı ne öyle dakka başı arıyorsunuz adamı be.
-Kim aradı? Hem sen nasıl konuşuyorsun benimle?
-Kız arkadaşımla bir güneşin batışını izleyecektim hayatımda ilk defa romantik olacaktım ettiniz içine.
Kapattı telefonu hışımla.
Gamze bakıyordu ona sert sert.
-Ne bakıyorsun be ben buyum işte başlarım romantikliğinize de size de bir güneş batışı izleyelim dedik onda da yelkenleri suya indirdik. Güneşi bile batıramadan kendimi batırdım yuh olsun bana. Sana da elveda.

Romantik olmak kolay değil ki…


arwen 25 Kasım 2006 23:59

Bu falda çıkmıyor bu sevdada bitmiyor yakamı bırakmıyor senin benimle olman kışın ortasında yazdan kalma bir günde denize girmek olsa gerek karşına çıkamaz oldum içimdeki his bana aşık oldun diyor ama öyle değil işte biraz yardım etsen bana ellerimden tutup denizden çıkarıp yanına alsan bu yalnızlık korkusunu daha yenemedim alıştım hep yanımda sen olunca yine seni bekleyeyim mi çamlık parkında yada o hep gittiğimiz sahildeki bankta sen yine omzuma başına koyup uyu ben ise özlediğim yüzüne bakayım sana gelirken çok sevdiğin o pastadan alıyım üzerine de gelin damat olsun yağmur altında o köşe başında seninle konuşmak için bekleyeyim marketten dönerken torbalarını taşıyıp hasret kaldığım gözlerine bakayım sana masal anlatayım aşk bahçesi o bahçede bir tek sen eksinsin çamların altında duran bir evim bile var ama sen yoksun geri dönersin diye bekledim ama sen gelmez oldun bu mevsimde bekledim seni ama takvim yaprakları biter oldu bu mevsimde yapraklardan silindi ama gelmedin belki öbür mevsim kuşlarla dönersin seni nerede bekleyeyim.aslında bilmediğim bir şeyi senin önüne serdim: Ruhumu sana teslim ettim yine gelmedin bedenimi de versem de gelmez misin?


Misafir 26 Kasım 2006 00:49

AMİN DE ÖLDÜR BENİ


Hüznümü yutan suskunluklarda gözlerimin parantezine kapandım…ellerim şeytanın yüzündeydi…gezdim …ürktüm…yokluğunun istanbul´una Fatih olamadım…hezimetindeyim!…
Gidişine virgül atarken,sesinin ünleminde intihar eden noktalara kırıldım…tırnaklarımla yüzümün parantezini açamadım…kalbimi kaşıyan soruların işaretinde kimsesizliğimi astım…kelimeler can kırıkları şimdi,konuştukça kanatır,kanattıkça konuşturur…
Kalemimin mülteciğili ile göçüyorum aklının kan damlayan mededhah ve berzah yanına,sığındığım tümcelerinden yorgun bir insan silueti çıkarıyorum, “kalırsam sende ölürüm,gidersem gidişimde” diyorsun…ben her türlü ölüme yakınım…bilmiyorsun!
Suskunluğun tınısından başı elleri arasında yoklukla boğuşan bir istanbul devşiriyorum…göğsümün elma şekerli çocuğuna gudubet bir anne oluyorum…”bir daha azimetler olmayacak” desende,ciğerime düşen nar-ı közlerle gözlerimi sisletiyorum…
Şimdi hangi el yıkar benim gözyaşımdan ıslak paslanan yanaklarımı…şimdi,o içinde sen olan,beklenen istanbul çıkıp gelir mi sabahıma?-o hayatın kalın harflerle yaşandığı büyük şehir- gelmez…gelen de bendeki istanbul´a değmez!…
Ceplerimde iki bilinmeyenli bir denklem gibi taşıyorum aşkı…hiçlendikçe karanfil kanıyorum,karanfil kokuyorum…akılsızlığın ortasına ebhem bir insan gibi düşüyorum…bu beladetliğim sensin..çık gel de yüzüm gülsün!…içimin cenazesi misin nesin!…öksürde doğrulsun Nemrut bakışlı leşin!…
Dilimin duvarlarında pişiriyorum kesavet içerikli ağlayışlarımı,şiirlerin kanatlarını kırıp göğe salıyorum…gözlerimin perdelerini yırtıyorum kirpiklerinin tellerinde,eteklerimi gamzelerinde tutuşturuyorum…Haydarpaşa´da güneşe ağlayan çocuğu kaçırıyorum,berdevam bir karanlığa düşüyor şehir…adının geçtiği bütün sokakların bedduasını yutuyorum…”hadi dön!” deme…zinhar ölüyorum!…
Şeytanın maksutunda şiirlere asılıyorum,söz kurşunlarına diziyor beni sayfalar…kalemimin cellatlığında son isteğim “sen!” diyorum…
Ağzı kan dolu beddualarla dayanır kapına istanbul,ölümümü ister…sözcükler dudaklarının titrekliğinde acı bir ağıttır…şeytan,içindeki çocukla beddualardadır…harlandıkça söndürür,söndürdükçe bitirir seni…
dışına taşar gözyaşı…
daha fazla bitmeden…

“amin!” de öldür beni!…
kasım yirmibir ikibinaltı


Misafir 26 Kasım 2006 18:09

eski bir atasözümüz vardır hani: ‘eceli gelen it cami duvarına işermiş...’ / bir de rahmetli ayşe ninemin bir sözü vardı ki unutamam asla: kov (dedikodu) yapanların dili davul gibi şişermiş!..

duydum ki bir masal anlatırlarmış
ilgisiz kulaklar çınlatırlarmış
işkembeden bol bol -masalmış bu ya-
atarak safları dinletirlermiş…

meğer bu masalcı hatun kişiymiş
hatunun yanında nursuz bir savruk
ona buna kına yakmak işiymiş
bir işveliymiş ki kıvrık mı kıvrık...

gel zaman git zaman komşu tükenmiş
elinde kınası kalmış öylece
şöyle bir savruğa bakmış, yekinmiş
yakıp da hızını almış böylece...

ey dost!.. sen şeytandan uzak ol aman!
gün gelir senin de çalar kapını
olur ki kapına geldiği zaman
hanya’ nın konya’ nın göster çapını!..

şairin ahını almaksa murat
buyrunuz, ökçeniz yükselsin biraz(!)
eşime dostuma höyküren surat:
sakın tekrarlama, damında dur az!..

turan, atasının sözünü bilir,
ve ıstırabının közünü bilir,
örtünün altında uslu durmayan
şeytanın; fikrini, özünü bilir!..
iyisi mi uslu otur da belki
varsa; kirlenmemiş yüzünü bilir...
kim bilir?..
___kim bilir?..
______kim bilebilir?!.


bu hiciv, adeta bir doğaçlama gibi yazıldı... ne var ki bir halk ozanı olmadığım için karmaşık bir hece düzeni oluştu şiir bütünlüğü içerisinde... üzerinde çalışma ihtiyacı da duymadım ve bilerek, isteyerek, taammüden bu şekliyle yayımladım:)) affınızı arz ederim... özellikle halk ozanlarımızın efendim..
http://www.cet.com/%7Enichols/feather.gifAhmet TURAN



Saat: 13:50

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık