Sonra Sen Geldin Bu hikâye senin için! 'Anlamak' kelimesini sözlüklerden çıkartıp elimle dokunacağım kadar somut hale getirdiğin ve yüreğime yerleştirmeme yardım ettiğin için... 'Anlamak' ve 'anlaşılmanın' en güzel denilen sevişmeleri kıskandırdığını bildiğin ve bana da öğrettiğin için... Durum ne olursa olsun, dilinde bu kadar güzel bir 'özgürlük' şarkısıyla yaşayabildiğin için... Senin için... ..................... Bu, insanın içinde yaşatıp zamanla sevdiği ve kendisine çok acı verse de, neredeyse bedenine bir organ gibi eklediği hüzün doğuran tüm uzun soluklu duyguları yerle bir eden kısacık bir hikâyedir! Sonra sen geldin. Yaşayıp gidiyordum... 'Yaşayıp gitmek!' Ne saçma! Bu fiili nedense, hayatımızın sıkıcı olduğunu, bir günün diğerinden farklı geçmediğini düşündüğümüzde kullanırız. Oysa tam tersi olması gerekmez mi? 'Yaşamak ve gitmek...' Yaşıyorum, gidiyorum, yol alıyorum. O halde şöyle demeliyim: "Yaşıyordum ama gitmiyordum" veya; "gidiyordum akıp zaman içinde kaybolmuş vaziyette ancak yaşamıyordum." Bir aşk hikayesine boyanmıştı bütün mevsimlerim Tuhaflığı yoktu yazın kazak giyip de Kışın denize girişimin Kazağımda da aşk kokusu vardı Acıma dokunan ve Nasıl kokacağını şaşıran Yosunlarda da Sonra sen geldin. “Hadi gel, hayatı anlayalım ve anlatalım" dedin. Çok konuştuk bu konuda, çok... Hem her duygunun tarifini almak istedin, hem de hepsi hakkında bildiğin ne varsa bana vermek. Seninle konuştukça, kendime dair son derece basit ama yine de hiç üzerinde durmadığım bir şeyler olduğunu görmek beni nasıl da şaşırtıyordu. 'Acı' konusunda çok konakladık... Kanattıkça beni böyle acı Ve sohbetler yetmeyince nefes almaya Ağlardım Yaralarımdan şiir yapardım Acı bir annedir, durmadan hüzün doğuran. Ahh, ben o hüzünlerle boğuşmak, azıcık nefes alabilmek için kaç kitap okudum, kaç film izledim, kaç hayat belledim bir bilseniz. Yooo! Dostlarıma haksızlık edemem şimdi. Turuncuya boyalı güney akşamlarından, fesleğen kokulu batı ikindilerinden, kuzeyin gri sabahlarına kadar kaç sohbet vardır yüreğimde daima saklayacağım. Ahh, benim kelimelerle beyinlerinde tepindiğim dostlarım... Nasıl da isterlerdi gözlerimden yanaklarıma dökemediğim gülüşleri görmeyi. Bence, dostlar daima 'gülmek' ve 'gülümsemek' arasındaki farkı bilirler, bu nedenle onlara arkadaş değil de 'dost' deriz zaten. Her sohbette yüreğimi yatırıp masaya, son derece dikkatli ve zarif hareketlerle, acı ve hüzün doğuran parçalarıma ulaşır, üzerini örterlerdi. İyi hissederdim bir süre. Apartmanların üzerinde uçuşan martıları fark ederdim en azından. Ancak sonra yine hüzün... Yüzsüz hüzün... Baktığım yerlerde gözlerim Bazen öyle uzun kalırdı İnanmazsınız ama Baktığım yerler sıkılırdı Sonra sen geldin. Geldin ve: “Hele şu yükünün birazını bana ver” dedin. Şaşırdım çünkü görünüşe göre senin yükünün benimkinden fazlası vardı ama eksiği yoktu. Sen anlatırken fark ettim ki içinde bir yerlerde bu yüklerle başa çıkmak için özel eğitimli bir parçan vardı. Bu parça, yükün niteliğini ya da niceliğini, yürekte en hafif duracak hale getirebiliyordu gerçekten. Konuşurken bir yandan da yüreğimin en tozlanmış ve uzun süredir de yanına hiç uğranmamış parçasını koydun masaya. “Bak,” dedin "bunlar hayat dostu parçalar. Şimdi bunları öyle güzel temizleyeceğiz ki bir daha canın içindeki parçalara dokunmak istediğinde ve hüzne giderken, bunların ışıltısına takılacaksın. Takılacaksın ki hüzün doğuran acı parçaları koyvereceksin yerinde tozlanmaya. Böylece de zamanla ağırlıkları, olması gerektiği kadar olacak. Oysa sen ha bire parlatıp parlatıp durmadan onlara bakıyordun önceden ve bu da onları olduğundan ağır hale getiriyordu. Oysa tam tersini de yapabiliriz hepimiz. Işıldayan parça daima daha ağırdır. Gel hayat dostu parçaları ışıldatalım durmadan.” Sen geldin Kelimelerini şekere batırarak Sen geldin Baktığın yerlere çiçekler bırakarak Acıya ve hüzne gereğinden çok yüz vermemeli insan. Ben artık hüznü içimde şişmanlatmamayı, başarıyorum galiba. Geçen gün ne gördüm dersiniz? Meğer ne kadar yakışıyormuş martılar denizin üzerine! Hikâye bu kadar... Merak edeceksiniz belki, bu değişiklikleri sağlayan dostum kimdi? Diyelim ki, kırk yaşını geçmiş veya otuzuna gelmemiş bir adamdı, seksen yaşında bir ihtiyar, hep otuzunda yaşayan bir kadındı ya da dört yaşında bir çocuk; hem hepsiydi, hem hiçbiri değildi. Ne fark eder ki? Bir can’dı. Canımın içi değil İçimin canı olup da Sen Geldin... Üstelik Aşk da Değildin... .............................. Hoş geldin! |
Güneş ve Rüzgar, hangisinin daha güçlü olduğu konusunda tartışırlar. Ve rüzgar "Sana benim daha güçlü olduğumu kanıtlayacağım "der. "Şuradaki yaşlı adamı görüyor musun hani su üstünde palto olan. Bahse girerim o paltoyu üstünden senden çok daha çabuk sokup alabilirim." Bu denemeye razı olan güneş bir bulutun arkasına gizlenir ve rüzgar bir fırtına gücüyle esmeye başlar. Ancak rüzgar şiddetini ne kadar artırırsa yaşlı adam da paltosuna o kadar sarınır. Sonunda rüzgar pes edip durulur ve güneş bulutun arkasından çıkarak yaşlı adama sıcacık gülümser. Bunu gören yaşlı adamın yüzünde bir hoşnutluk ifadesi belirir. Ve paltosunu çıkarır. İddiayı kazanan güneş rüzgara "DOSTLUK VE NAZİKLİK HER ZAMAN HAŞİNLİK VE ZORBALIKTAN DAHA GÜÇLÜDÜR.." der. |
Biz ve O I. (ömür; yokuş yukarı çıkmaksa eğer, delilik; çıkman gereken yokuştan inmektir.. batarken ayakların kuma, bir gül iliştirmelisin kamburuna; bir aşk, bir adam, bir ölü ve bir yalnızlık yaratmalısın cinnetinden, yoksul kalırsın bu kandırmacaların yoksa... her deli en az bir kez sevdiğine inandırmalı kendini...) yazılmadık hiçbir şey yok dedi ve çekildi minberden kız... bir insanın milyonlarca düşü vardı milyon insanın evrenlerce yükü ama aynı yumurtadan da olsalar ayrı parmak izleri bırakmazlar mıydı sayfalara... oysa yakıyorum şiirlerimi / kriminolojik izlerimi / emarem suskunluğum saçlarım uzamayı unutalı beri urgan da yapmıyorum isyanımı / itaatkar bir avcıyım / avım kanlı ağızların tuzağı dedi ve kapandı mabedine kız... (yaptıklarınızı hiç unutmayacağım, diye söylenen ihtiyar bir kadın geçti kökleri camekânların ardındaki boyunları sıkan ağaçlı yoldan masallar anlatarak...büyük düşlerdi yitirdiklerimiz... y a ş a m a k küçültüyordu bizi...) hiç bir tarih düşülmedi âna... II. sen son kuşların sesisin, sana doğru açılan en son kapım bilemeyeceksin, bir daha geri dönmeyeceğimi inerken eteklerinden doruğunun hazzıyla kız ölüleri ve devrimci sloganlar bırakacağım ardımsıra acımayacaksın, tadın yoktu zaten senin / küs doğdun küs öleceksin izafiyetinde köpüklü gözyaşları tadacağım, kırmızı, kalem ve şarapla örtülü hüzün dolu geceler bilemeyeceksin bir daha, geri dönmeyeceğimi dedi ve sarsılan öfkesini yuvaladı sevgisine... ('sevgim hiç eksilmedi ' diyebildi satır aralarına sıkıştırdığı altı çizilesi cümlelerde...sevgimin yanına iliştirdiğim itimatım, hürmetim, hayranlığım eridi, ehemle mühimin taraklandığı bu alemde... 'özlediğinde gelme öyleyse' dedi, iğneli bir topu tutan kız, yelemden son tüyü yolarken sesim çıkmadı hiç... güneşsiz ve susuzduk, sustuk, biz susunca geriye sadece şiir kaldı...) III. ellerimi avcuna al, bu kuşların mavi kanallarda parladığı gün kanatlarından ahiret havadisleriyle muştulandığımızda götür beni ona, sen de gel, ya da kal orada... yazılmadık hiçbir şey kalmamış olabilir ama seni ölüm gibi sevmem de ilk değildi zaten... seni sonsuz bedevi, seni ezanlı sabahlarca seni kıtalararası zamanlarca bekleyeceğim güllerin solduğu hazan mevsiminde umutla dedi ve içine fısıldadı hicranını kız... yankılanan dumanımda, ayak parmaklarımı acıtan ters terlik ömrüm mürekkebi bitmiş yalnızlıklar kartezyeniyim son sahnede perde inmesin diye inlediğim... şehir rüzgarları kuruturken dudaklarımı kendimi bilinmez soluklara atıyorum hasterim eylülî... seni çok unuttum ben en çok seni özlerken sürüler geçti serüvenlerini bırakarak etime ortalama hiçbir şeye inanmadım yine de ne kıyıcığına kandım, ne de enginini arzuladım... (sendin, etin arzuladığı zevkler kapısından hızla geçen... koridorları ağır ağır sindirmedin içine, vardığın odaların sarhoşluğuyla; yanıldın... günah küçük bahçelerde kırbaçlanacaktı, değişim ivedi yaşanırsa yıkım olacaktı, sustuk, biz susunca geriye sadece bedel kaldı...) bir gün hiç kimse üzülmesin diye hem de hiç kimse üzülmeden gideceğim hiç kimseden dedi ve ağladı kız depremler içinde... IV. cesetlerin kokusu tambûri bir gecede sızarken aramıza ne olur kalk giyin geceliğini bir zambak gibi eğil sulara sular ki sidik tortusu göğsünde dört zamanlık sancın tümör yalnızlıklar büyümese de neşende ölüm kanında usul usul salınacaktır... ("herkes gibi yaşasana sen "* yankılarında kırık orgazmı vaktin...çözümsüz kapama yaşamını ... kalk ... ne olur kalk...) ayağa kalkıp, ayakta kalmak istiyorum bir büyük sessizlik olmazdan evvel ilk kez dinlemek istiyorum kendimi dedi ve ayaklandı zindanında kız... yürüdün içime tırnaksızlığımın pençesindeydim sen yollarımı döşedin tuzaklarınla... yönsüzdü suratsızlığım / her elde başka dokunuşlarla başkalaşıyordum bilemezdin.../ bilemedik o en güzelindeydin çağının... / bilemedim... yüklü katarların gıcırtısı gibi yorgun geçse de ömrün hep gül istedim 'gülüşün; o bir kadını bir anda kız yapan yanaklarının kavisinde iki küçük dünya sunan gökyüzü gülüşlüm' bilmeyeceksin bir daha geri dönmeyeceğimi... V. kibrit gibi titredim / yaralı bir çocuğun masallarına kanarken koynumda namusunu ören saçsız kız kuş adımlarında bir kule bir ev ve bir deniz çiz hıdırellezde özlediğin taş, toprak, su değil bilirim vuran çanda ezan sesi bacaksız deniz böceği, iyotlu acısı bir elsizin iskambil kozunda mahfuz kaldı sevdası... ki yanağıma sıcağı değmedi sinenin boz tüylü bir deveydin hörgücünde taş mezarlar taşıyan hece hece gülen fransız kirpiklerin en aşık olanı unutup, riyaydı bilirim seni han kapılarında bekleyeceğim yalancı saki(n)... tek dostum sendin daimi gök dedi ve çıldırtan güzelliğini savurdu küllerinden... VI. iki kültürün karmaşık kızı çitlerine eğilemem uzatma çiçeklerini ruhun topalsa istanbuldandır , tenin yanıyorsa türkülerdendir , yüreğin çatırdamaya başlamışsa / ülkene dönmen gerekmektedir ardıç ağaçları, zeytin dalları ve erik çiçekleriyle bekleyeceğim seni... iki yeryüzü ve tek gök vadedemem sana bir aynam var üçümüzün bakışını saklayan yanlızca sekizinci yılda, sekizi düşlerken sırlı camın ardında bırakma beni kimsesizim / tükenirim...tuzla eriyen salyangoz böceğinim... duymak istediklerini söyleyemem şimdi beni dinleyecek misin? söylenmemiş tek bir söz olamaz dedi ve kapattı hiddetle kapıyı kız... sustuk, biz susunca geriye sadece gazap kaldı... (yaşam arkası arkasına kapanan kapıların yankısıyla yinelendi... "yeniden başlamalarla geçti ömrümüz / iyimserliklerimizi duvarlara çarptılar"** ..tanrı hırçın bir çocuktu,tuzunu serpiyordu bütün dünyaya, her acı yeniden üreme şevki katıyordu ölmesini bilmeyene, oysa en çok ölüm yakışıyordu şairlere, tuzla acıyla şiirde...) VII. kınalı gelin parmaklarıyla alev alev rakkase ne olur kalk ve kuşan kefenini gelinliğince yağmura durmuş yüreği sıkıca avcunda o sisli kederiydi dağıttığı "karakterimiz kaderimizdir"*** dedi ataları, atalarımız bir irtihal biçmişti gençliğine... oysa gözleri hiç de ölü değildi ela iki elmas çürüyen yüzünde 'buradayım, sizi bekliyorum' diyordu isli kazanları homurdarken zebanilerin... kalkıp bir bardak su veriyordum sana liflerini, yapraklarını, dallarını, köklerini suluyordum saksında susamışsın yüzünü avcuma alıyordum / yüzün çiçek yüzün taş oluklarda kurban saflığında iri gözlerini dikiyordun / tavana 'tavana bakmak iyiydi, tavanda kalmamak şartıyla...' 'o iyi midir' diyordun soluğunda yanıtını hiç de merak etmeyen işkilsiz kesinti... susuyorduk biz susunca geriye sadece gam kalıyordu.. 'onu yazdım' / 'ona ağladım' / 'onu özledim'.. diyordun son nefesinle çamurlu bir yağmura kayıyordu yüzümüz usumuzda kabusların diriliyordu / sanrıların sancılı boş mezarları çınlatan kız ölüleri yan yana uzanıyordu... (odamızda eşyalarla oynaşan mum, sarsıntıyla bir büyüyüp bir küçülüyordu, gözbebeklerimiz de bu ritme uyuyordu... fakat odada olan ne gözlerimiz ne de ruhlarımızdı artık...uzak gecelere dalmış, sendeliyorduk...sırtımız, çatlayan vazo, soğuğu usul usul çeken...düşlerimizde binlerce ses, görüntü karmaşasından ,ölümü hisseden kara sinekler gibi hiçbir görüntüye hiçbir sese konamadan, telaşlı bir gençlikten geçiyorduk, bir atın yavan kuyruğunu yemezden evvel... doğum gibi ölümün de hiçbir şatafatı yoktu ; herşeyi anlamlı kılma çabası olan sefahat düşkünlerini düşünürken, aklıma düşen közün kokusuyla irkildim... şehir ölülerine ve evlerine gömülmüştü, sen gitmiştin....) VIII. siyahı yarattı beşer / döne yakıla parçalandı anılar bütün renkler kirlendi birden... bir büyük büst gibi devrilirken geçmişim gençliğimin ince sızısı tının bir sonraki güne dağılırdı toprağım bedeni damarlarından sarsılan suyu tuzun... kirpikleri, opal çenesi, baldırları güçlü bir kadının o en çok kabaran tüylü ve ihtişamlı hayvana benzediği an kumunda herşeyden korkmanın tuhaf elzemi içinin dehlizlerinde anahtarlarını bir bir pasa salıp gitmiştin... belki de hiç gelmemiştin... sen küçük kadın yanaşma kız dünyaya iğnelenmiş ucuz ve kaba broşlar kadar parlayacaksın bütün yıldızlarınla dön orada üçümüz de su perileri gibi yanacağız... (ölüleri bol kentin, kaygan yağmurlarıyla aydınlanan kaldırımlarına bakıyorum şimdi, iki karpuz ışığı taşıyan iri memeli sokak lambalarına...kunduz gecelerdeyim / kurumsal sorumluklarımı unutup, disiplinsiz çocukça sevinçlerle hırpalanıyorum...yapıtlarım dediğim enkazımda gömüt sızılarla çürüyor,o çok bilindik sualle dışlıyorum içselliğimi ; 'varoluşumuzu manalı kılan nedir'... soru işaretleri kıvrılırken usuma 'sen ve şiirlerin' dedi kaktüslü teras 'iki gelecek korkutmasın seni her ikisi de insanî ya çocuklarını, ya da şiirlerini büyüteceksin seçim sensin'...) mangalın öteki yüzünü çevirdim birden, çeyrek asırlık ömrüm bir de böyle yansın diye cevşen asılı saati taşıyan duvar sıfır beşi vurdu çamurlarla sıvalı kederim dökülürken ker*** bedenimden , birden dünya ne kadar kimsesizdi sen ne kadar kimsesizdin, birden... ben ne kadar kimsesizdim birden... iki küçük saksıda boşluğa sarktı boyunlarımız, birden... sustuk, biz susunca geriye sadece gürültü kaldı... |
Yıl 2002 aynı evde oturduğumuz üst komşumuzun kızından çok hoşlanıyordum. onu nezaman görsem içimde birşeyler yer değiştiriyor sanki içim kıpır kıpır ediyordu.daha sonra üniversite sınavlarına hazırlanıcağım için dersaneye başlamıştım.komşumuzun benimle aynı dersanedeydi.hafta sonları sık sık karşılaşır ve konuşurduk. bu konuşmalar aylarca devam etmişti.artık ona olan aşkımı,onu ne kadar sevdiğimisöylemenin zamanı gelmişti.ama ne zaman onunla konuşmak istesem nezaman ona olan duygularımı anlatmak için cesaretlensem bir türlü açılamazdım.her karşılaşmamızda bana farklı şeylerden bahsederdi.ama bir türlü aşk konusunda konuşmak istemezdi.bana derslerinden bahsederdi ,bana da derslerimin nasıl olduğunu sorardı.bir türlü ona duygularımı açıklayamamıştım.çekingen ,içine kapanık birisi olduğum için hep korkmuştum.birgün arkadaşlarla sohbet ederken aşk konusundan konu açılmıştı.en yakın arkadaşım oğuzhanında onu sevdini öğrenmiştim o an dünya başıma yıkılmıştı sanki.adeta kahrolmuştum.ogece sabaha kadar uyuyamamıştım.en yakın dostum bunu bana nasıl yapabilmişti.ama bütün suçun bende olduğunu biliyordum.ona olan aşkımı anlatamamıştım,kimseye söyleyememiştim .bütün sevgim içimde kalmıştı daha sonra o kızın erkek arkadaşının olduğunu onun bir başkasına ait olduğunu öğrenmiştim ama geç kalmıştım.bunca olanlara rağmen ona kırgın değilim. çünkü bir suçlu varsa o da bendim. seni hala çok seviyorum |
Yar Molası..... Küçük bir pencereden ciğerlerime doldurduğum, esaret kokan bir bahar havası...Hani olur ya, bazen tele takılır uçurtmalar...Çocuk işte, yeniden yapar, bir türlü geçmek bilmez hevesi... Seni özlediğimi yazacaktım bugün, sensizliğimi yine karşı duvara asacaktım... Koca bir şehirden saklı, biraz durgun, biraz yasaklı, saçlarına dokunacaktım... Seni sevdiğimi...Seni sevdiğimi en çok...Kendime anlatacaktım... Olmadı yine.... Önce Yusuf çaldı kapımı...O siyah paltosuna sardığı sıcak somun ekmeği koydu masanın üzerine, gülümseyerek baktı gözlerime, -Adaş! dedi...Demle bakalım çayı, aç geldik yine, bu sabah da ortak olduk nevalene... Yusuf, Yozgat'lı...Dağ gibi bir oğlan...Zıvanadan çıkmasın bir kere, önüne geleni yıkar da yere, girer kavganın tam ortasına...Deliliği kadar, akıllılığı da meşhurdur herifin...Namussuzu gözünden tanır, kibrit çakar dibine her ********in...İyi adamdır ama, yolda bırakmaz, başını verir de, kardaşını çakallara yem etmez...Bir anası var şu koca dünyada, bir de bacısı...Saklar ama anlarım hemen, dalıp gittiği zaman gözünde tüter yavuklusu... -Yak bir cigara yokluğa kardaş! dedi...Gözleri nemlendi sonra, dudağının kenarında bir özlem birikti, yutkundu sessiz...Söyleyemedi... -Akşam! dedi...Yolculuk bu akşam.... Sarıldık.... Sonra Aysel girdi kapıdan...Taze bahar kokusu geliyordu omzuna dağılmış saçlarından...İpinceydi kazağının altından görünen çıplak bileği...Nasıl becerirdi hiç bilmem, dünyanın en tatlı lisanıyla "merhabalar" demeyi...Yörük kızı Aysel... Yoldaşım, kardeşim, arkadaşım... -Eveeeet abiler...Size pasta börek getirmek isterdim ama, elimizde kalan son parayı minibüse verdiğimden ve dergi satışları bir haftadan beri engellendiğinden, maalesef bu eşsiz ziyafeti başka zamana ertelemek zorunda kaldık! Böyle mi güzel anlatılır yoksulluk...Bu kadar mı meydan okurcasına...Bu kadar mı onurlucasına...Bu kadar mı narin...Mahpus damında çürürken ciğerlerin hep aynı mı baktı gözlerin? Ya sen Yusuf!...Ya sen!...Hangi dağ yamacında vurdular seni...Hangi namluya sırtını döndün, hangi Eylül vakitli ayazda üşüdün, soğudu tenin... Nasıl gömdün yar sineni mezara... ......................... Doldum ulan yine...Doldum!!! Boşaltın öfkenizi üstüme, destur çekin öyle gelin kastıma, küsüme yalaz değmiş, usuma deli tokmağı! Kim tanır ki benim gibi ahmağı, sürün gitsin.... .......................... Sürgün gitsin, uzasın yollar...Nasılsa memleket kokar bu esaret, bu zincir... Demir parmaklık dediğin nedir? Biraz Erdem...Biraz cesaret... Ya beynimi deşen, şu yüreğimle didişen hasret? ............................ Yar molası... Sana sustuğumu yazacaktım bugün...İçimde çığlık çığlık haykıracaktım!... Küçük bir pencereden nasıl maviye çalar odam, ranzamda nasıl koşuşturur çocuklar....Sana bunu anlatacaktım.... Olmadı yine... Gözlerine düş/tüm... Bir Eylül görmüştüm... Ben o gün gömülmüştüm... Yar saklı sözlerine........... |
TOPAL ALBATROS Sessiz ve sakin sabahlara büyüttüm yalnızlığın lafazan ve hayırsız çocuğunu…çaresizlik yuvadan düşen bir yavru kuşun karıncalara yem olan müntehasını anlatamadı,sürekli ağlayan bir çocuk vardı gözlerinin kapısında badire bir yağmur gibiydi ellerine…aşk kaldır(a)madı senin düşünün duvarlarını tırnaklarıyla söken zebun bedenini… Gözlerin söcüklerimin nefesinin kesildiği menattır,arkandan bakarken belki de hep bu yüzden öldüm…evet! gitmek gerideki için bir anlamda hayatı yarım solukla yaşamaktır…gözlerimin yağmurlarından yıkık bir şehri tezyin ediyorum aklımın tualine,acının payidar bir sancısını demirletiyor kalbimin kıyısına tüneyen kan kuşları…kapılarını suratıma çarptıkça aşktan utanmayan belahet bir insan olmalıyım ki yine gidiyorum…ağlıyorum ama,ben bunu hep yapıyorum!… Gece olunca eşk´imde İstanbul yüklü bir gemi batırır yalnızlığım…yokluk,aklımın batığında kırık bir amfora gibi keşfi bekler…hıçkırığımın kelebekleri içimin en sakil yanında mezarlıklarını çoktan kurmuştur ve öyleki ne vakit adın usumun duvarlarına çarpsa ölüme amade bir çocuk oturur gözlerimin pınarlarına…göğün uçuk mavisi gömleğini ütülediğimden beridir yağmurlu çocukların hemencecik öldürebileceği kadar aciz bir insan oluyorum…zifiri kutularımdan kanımı içen yarasa kanatlı sözcüklerim uçuştu ve her seferinde ölüme ihtibas etmem senin İstanbul´u paslı bir hançer gibi düşeme saplamandan oldu!… Suskunluk çeşm-i giryanımda çırpındıkça boğulan bir çocuk gibiydi,kedilerim koltuğumun altında hüzünden büyüyen bir aslan kesildi ve artık sensizliğin alameti olmalıydı şeytanın tuttuğu bir imamın sözcüklerimi yıkaması…bir düş düşmeliydi acılarımdan koynuma…mevsimlerin savaşında galip gelen hep zemheri olmamalıydı…bi çocuk sobelemeliydi İstanbul´un gözlerini yanaklarına…sessizlik meytinde doğrulan son vasiyeti kara bir sahife olmalıydı…ağlayınca gözlerine biriken bir ummandı belki mavi…hüzün acıdan yapılma öyle bir sözcüktür ki İstanbul´la bir olsanız kaldıramayacağınız kadar kallavi!… Ölüm şimalime dişi bir kılkurdu gibi girer,ben içlendikçe kemirir,ben “sen” dedikçe bitirir…eylül,şimdilerde şiirlerle kapıma gelipte ünlemlerimi dilenen bir yaprak dökümü değildir artık…aşkın fesleğen kokan terennümleri şimdilerde koca bir kentin dilinde beyhude bir türkü gibi söylenir…benim sözcüklerimin sonbaharı yok Mevt sevgilinin aklına dökülsün!…benim acılarımın değirmeninden ışıttığım şehirlerim çok!…sevgili git derse sen kal de Mevt!,bir kelebeğin ömrü kadar da olsa kal de!…beni kalın harflerle sevgilinin gamzelerine göm Mevt!… Artık senden sonra bedenimde muhibb bir benliği büyütmeliyim,gülüşümün ceketini unutmalıyım artık tebessümünün askılığında…vakur bir yalnızlığı İstanbul´un ceplerine bıraktım,harfler İstanbul´u nasıl kuşatır…konuşmamalıyım!… Ben boğazda topal bir albatrosum bana İstanbul´suzluğa tüne deme ey yar!… sesinin öfkesini öpeyim bana sus deme!… git! dersen,öl! demiş olursun… bana git deme ey yar!… |
ıÜüSen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım... Böyle başlardı bütün bildiğimiz mektuplar, Biliyor musun? Bu ikimizin hikayesi, Şu anda nerdesin, ne yapmaktasın; Bildiğim yerlerde misin yoksa hiç görmediğim bir evin penceresinde mi, Sevdiklerin özlemi sardı mı nicedir kalbini, Pişman mısın başlamadıkların için, iç çekiyorsundur şimdi Düşünüpte yazmadığın yazıpta yollamadığın mektupları saklıyor musun hala, Kafanda hep aynı cümle biliyorum ne olacak halim, Ah, biriktirdiğimiz bütün hevesler nasılda hızla tükendiler. En çok kimi özledin, en çok neyi bekledin? Şimdi düşlediklerimin neresindesin... Dedim ya. Bu ikimizin hikayesi... Islandığımız bütün yağmurları, dudak kanatan kalpli sızı aşklarımızı, Bizi buluşturan kaldırımları, İşte bütün bunları bütün bunları yazıyorum. Ben unutmadım diye Hatırlıyor musun sonunu değiştirmediğimiz filmleri Hayatın gerçeğidir sandığımız kabullenilmiş yenikliği Bir ağızdan söylediğimiz en kahraman cenkliği, Büyürken vazgeçtiklerimizi yada vazgeçirttirdikleri şeyleri, Ne Olacak Halim... Çabuk mu büyüdük dersin Biliyorum.. NE Olacak Halim... Sen bu satırları okurken, ben nerde olacağım kim bilir. Neleri bırakmış olacağım birde, Ne aşkları Ne başlangıçları Ne ayrılıkları tıpkı senin gibi. Biliyor musun... Tek sorum var kendimle şimdi Ahhh Ne Olacak Şimdi Halim.... ALACAĞI OLMASIN SENDEN HAYATIN Sıcak karlar yağsın kirpiklerine bahar aylarında. Umut bağla, bahar çiçeklerinin güneş rengi kokularına. Umudu yerlere serme, kokla çiçeğini bulduğun yerde. Dudaklarında takılı kalsın en güzel aşk şiirlerinin son mısraları. Tangoları mırıldan, geçip gidecek hayata inat. Eğme başını önüne, gözlerinden eksik etme gülümseyen bahar bakışlarını. Yüzünde yer verme kedere, üstüne üstüne yürü hüznün. Bırak duygularını, hüznünü savurduğun dizginsiz rüzgarlara, korkmadan. Ölüm, nasıl olsa çalacak kapını bir gün. O zaman hayatın karşısında eğilmek niye? Aşk tanrıçalarının elinden içmek varken aşk şarabını kana kana, aşktan kaçıp saklanmak niye? Sevişmelerini ayinleştir. Dağ çiçeklerine söylenen şarkılarla karşıla yeni günü. Seni ciddiye almayan hayatı sen de ciddiye alma, geç dalganı inceden. Büyük zannettiğin dertlerin Aslında küçük olduğunu öğretir sana zaman. Aldırma onun bunun ne dediğine, herkes hayata kendi gözlükleriyle bakar. Senden korktukları için, seni kıskandıkları için saldırırlar sana, başka bir nedeni yok. Siperlerde çürütme kendini sakın, dövüşmek için er meydanını seç. Ölüm istenmeyen, ölüm *****dir elbette ama şerefle gidilecekse ölüme, onun da aziz bir yanı olur. O kadar da korkma ölümden. Bir karanfil bulunsun masanda her gün. Kokla onu gün boyu, ay yüzlü sevgiliyi koklar gibi. İnsanları olduğu gibi gör. Katilin bile yüreğinin derinliklerinde insani bir yan olabileceğini unutma. Şiiri sev, sev ki hayatını şiir gibi yaşama isteği uyansın beyninde. Takma dertlerini bu kadar kafana. Her yeni doğan günün taze bir başlangıç olduğunu unutma. Zaman her şeyi düzene koyar. En büyük doktordur zaman, acılarını ancak o unutturur, üzülme, güven zamanın büyüklüğüne. Kılı kırk yarmaya kalkma sakın, ilk adımını atarken. Hata yapma hakkını kendine tanı, korkma. Saçmala bazen, boşalt yüreğine doldurduğun acı veren. ağırlıkları. Özgür ol, insan ol, borçlu kalma şu iki günlük dünyaya…. |
Symrna'lı Kadının Öyküsü... Kış güneşinin kartoplarına gülümsediği bir gündü. Soğuğu koynunda saklamıştı yalancı bahar ışıltısı...Kadın alımlıydı. Gözlerinin içinde dalgalar oynaşıyordu. Taşkın sevinçlere gebe hissediyordu kendi. Ve adamla gözgöze geldiği an yanılmadığını anladı. Aşkın miladıydı o gün. Öpüştü gözleri. Şaşırdılar. Yıldırım çarpmıştı kalplerini ışık hızıyla. Adamın gülüşü dudaklarına sığmıyordu. Gözbebekleri kucakladı kadını. İkisi de anlamışlardı ki artık hiçbir şey aynı kalmayacaktı. Bir dakika öncesine dönmek, bir damla suyu ateş topuna çevirmek kadar imkansızdı. Adam için kadın, kadın için adam'dı artık yarın. Öpüşen gözlerinin dışındaki her şey yitip gitmişti o an geri dönmemecesine... Aşkın buğusuyla kayboldular sislerin içinde. Gün geliyor firavunlar diyarında yabaninciri yapraklarının arasına saklanıyor, gün geliyor Venedik'te bir gündolun içinde hayal ırmaklarında yüzüyorlardı. Yüreklerine her gün bir kırık cam parçası saplanıyordu. Bilinen kavramlara taşınmayacak, tanımı zor, kabulü olanaksız bir aşktı yaşanan...Ama gönül kapıları açılmıştı kapanmamacasına. Sınırlar çizemezlerdi yakıcı tutkularına. Direndi kadın bu hacizli aşka, kendini ıskalamak pahasına. Kaybetmişti yön duygusunu. Hangi sokağa girse çıkmaz sokaktı. Tüm yollar tek bir noktada kesişiyordu. ADAM. Kadının çelişkilerine aldırış etmeyen doğa alışıldık düzenine uymuş, sarı saçlı beyaz tenli papatyalarını yollamıştı. Çingeneler Kakava Festivalini kutluyordu. Kadın balmumundan yaptığı kanatlarıyla güneşe uçmayı deneyen İkarus gibi güneşe yönelmişti. Her gün yeni bir doğumdu baharda. Kadın yeniden doğuyordu aşkın sıcağına. Geceler uykularını çalmıştı. Sahte yüzleşmelerin eşiğinde kıvranıyordu. Ve karadını verdi kadın. Yaşanacak ne varsa yaşayacaktı aşka dair adamla. Günah olmayacak kadar masum, masum olamayacak kadar günah doluydu yaşananlar. Bir kaosun ortasında birbirlerine dolanmışlardı gemici düğümleriyle... Adam dingindi. Yaşadığı her günün onu bu aşka hazırlamak için yaşandığına inanıyordu. Kadınsa çoktan vazgeçmişti direnmekten. Silip attı dayatılan tüm kuralları dimağından. Koca bir boşluğun umutlarını ele geçirmesine izin veremezdi. Vermedi de... Tadılmamış yasak meyveydi adam. Ve en güzeli tattıktan sonra bile tadılmamışlığını kordu kadının teninde. Kadın arzunun adıydo adamın yaşanmışlığında. Kattılar terlerini damla damla arzuyla yoğurarak mürdüm rengi gecelerine. Kaçamak saatlerden çalabildikleri her tılsımı yazdılar aşk defterinin sayfalarına... Güneş sadece kızgın kumları değil, aşklarını da dağladı bir sabah. Ay devraldığında dünyayı ateş kraliçesinin elinden, bir çağ bitti. Adem ve kadın başka diyarlarda uyandılar uykunun avutamadığı gecelerinden...Ama büyü bozulmadı. Tılsımlı üç harf muskaydı duygularına. A - Ş - K. Öğrendiler ki sığmazdı bu üç harf ne zamana ne mekana...İki yürek; ufuk çizgisinin başka olduğu dünyalarda, aynı sabaha uyanır oldular birbirlerine ait umutlarla. Çünkü "Hiçbir şey imkansız olamaz" dedi adam.." Attıkça yüreğim dolaşan senin kanın damarlarımda..." Yetti bu kadına. Doldurdu sevda adına bildiği ne varsa çıkınına, koyuldu inançlı adımlarla bilmediği yollara. Adamının yanına... Symrnalı güzel bir kadınla adı saklı, duygusu yasaklı bir adamın öyküsü bu...Yüreğime sıcacık dostluğunu kadan kadın, senin de bende saklı adın... Konunun devamı için bakınız: Hikayeler ve Öyküler -2- |
Saat: 20:57 |
©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık