MsXLabs

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Soru-Cevap (https://www.msxlabs.org/forum/soru-cevap/)
-   -   1920 yılından günümüze Türk denizciliği hakkında bilgi verir misiniz? (https://www.msxlabs.org/forum/soru-cevap/240573-1920-yilindan-gunumuze-turk-denizciligi-hakkinda-bilgi-verir-misiniz.html)

caneryurtseven 28 Mart 2009 09:02

1900 lerden sonra Türkiye de denizcilik 2009 2008 farketmez ama 2000 gibi çokta abartı olmasın sosyal performans ödevim yardımlarınızı esirgemeyin k.i.b simdiden tskler


Keten Prenses 28 Mart 2009 10:44

Türk Denizciliği'ne tarihsel bir bakış

Orta Asya'da kara hakimiyeti stratejilerine dayalı olarak varlıklarını sürdürmüş olan Türk Devlet ve Topluluklarından farklı olarak, coğrafi durumu ve iklim şartları böylesine güzel bir deniz ülkesini yurt edinebilmiş atalarımız, gelecek nesilleri, Anadolu'yu vatan olarak seçmekle ödüllendirmişlerdir. Selçuklular; Marmara Denizi, Karadeniz, Ege Denizi ve Doğu Akdeniz'e ulaşarak, deniz ve Anadolu gerçeği ile yaşamaya başlamışlar, denizci devlet olma yolunda ilk adımları atmışlar ve önemli başarılar göstermişlerdir. Bununla birlikte, denizlerle ve denizlerde büyüyerek cihan imparatorluğu olma başarısını Osmanlı Devleti gösterebilmiştir. İyi yönetildiği ve yönlendirildiği takdirde Türklerin denizci olabilecek karakterde bir millet olması gerçeği bu başarıda önemli rol oynamıştır. Ancak, deniz gücüyle büyümüş ve bazı batılı yazarların ifadesi ile bir deniz imparatorluğu ve dünya güç merkezi olabilmiş bir devletin, denizci devlet politikalarının etkisiyle denizci kimliğini ön plana çıkarabilmiş bir milletin, kendi kıyılarına hapsedilişinin ve sırtını denize dönüşünün de bir hikayesi, bir açıklaması olmalıdır.
Selçuklulardan sonra XIV. Yüzyılın ortalarında Anadolu kıyılarından ilk defa denizlere ulaşan Osmanlı Devleti'nin denize ve denizciliğe verdiği önem ölçüsünde büyüdüğü, Karadeniz ve Ege Denizi'ni bir Osmanlı iç denizi haline dönüştürmek suretiyle jeopolitik ve stratejik önemi tartışmasız olan Türk Boğazları'nın güvenliğini sağladığı ve Türk Boğazları'nda yaklaşık üç asır mutlak egemenlik devri yaşayarak dünya güç merkezi kimliğini muhafaza edebildiği, Girit Adası'nı Çanakkale Boğazı'nın güney karakolu haline getirdiği, Karadeniz ve Ege Denizi'nde deniz hakimiyeti tesis edip Akdeniz'de tam anlamıyla deniz kontrolü sağlayarak o günkü şartlarda Kızıldeniz ve Basra Körfezi ile okyanuslara ulaştığı tarihi bir hakikattır. XV. Yüzyılın sonlarından itibaren bir deniz imparatorluğu olarak gelişmeye başlayan Osmanlılar, deniz hakimiyet teorisinin temelini oluşturan ünlü Türk Amirali Barbaros Hayreddin Paşa'nın "Denizlere hakim olan cihana hakim olur" özdeyişini hayata geçirerek rakipsiz bir deniz imparatorluğu olabilmiştir. Ancak, Osmanlı Devleti denize ve denizciliğe verdiği önemin azalması ölçüsünde küçülmüş ve yüzlerce yıl sonra bir gün gelmiş başladıkları yere, Anadolu kıyılarına geri dönmüşlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk "En güzel coğrafi vaziyette ve üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifade etmeyi bilmeliyiz. Denizciliği, Türk'ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız." diyerek hem mevcut durumun bir analizini yapmış hem de denizci devlet ve denizci millet idealini ortaya koyarak, ulaşılması gereken hedefi göstermiştir. Bu hedef doğrultusunda 1 Temmuz 1926 tarihinde Kabotaj Kanunu yürürlüğe sokulmuş ve Türk denizcilik gücünü toparlamaya ve geleceğe taşımaya yönelik önemli adımlar atılmıştır. Bununla birlikte, dünya denizciliğindeki gelişmeler paralelinde değerlendirildiği zaman, Cumhuriyet Türkiye'sinin, Osmanlının bıraktığı yerde Anadolu kıyılarına hapsedilmiş vaziyette kalmaya devam ettiğini, Türk Deniz Kuvvetleri'ndeki gelişme ve büyüme dışında 80 yılda değişen çok şey olmadığını müşahade etmekteyiz. Denizle bütünleşmiş bir coğrafyada, bir deniz ülkesinde yaşıyoruz. Ancak, denizci bir ülke olduğumuz söylenemez. Çevre denizlerimizi politik, stratejik ve ekonomik bakımdan olması gereken düzeyde değerlendirebilmiş değiliz. Denizciliği Türk'ün büyük milli ülküsü olarak düşünerek onu başardığımız ve denizci bir millet yetiştirdiğimiz söylenemez.

Türkiye'yi çevreleyen denizler ve Türk Boğazları
Üç asır Türk gölü hüviyetinde olan, 1774'de Türk-Rus denizine dönüştürülen ve bugün altı devletin kıyıdaş olduğu Karadeniz'in yaklaşık yarısı bu denize kıyısı bulunan devletlerle yapılan andlaşmalarla Türkiye'nin kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesi olarak, diğer bir ifade ile Türkiye'nin belirli egemen haklara sahip olduğu alan olarak tescil edilmiştir. Bununla birlikte uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımız ile bu denizdeki ekonomik değerlerimizi nasıl koruyup kollayacağımızı düzenleyen bir "Münhasır Ekonomik Bölge Kanunu"nu hazırlayıp yürürlüğe koyabilmiş değiliz. Karadeniz'deki Türk kıta sahanlığının araştırılması ve potansiyel kaynakların tespit edilerek işletilmesine yönelik milli bir tavır ve duruş sergileyemiyor, yapılması gereken işlem ve uygulamaları yapamıyoruz.
Asya ile Avrupa kıtalarını coğrafi olarak ayırmasına rağmen siyasi olarak iki kıtayı birbirine bağlayan Türk Boğazlarına sahibiz. Rusya'nın Karadeniz'e inip Rus ticaret gemilerinin Boğazlardan serbest geçiş hakkı elde ettiği 1774 Küçük Kaynarca Andlaşması'ndan itibaren Türkiye'ye yöneltilen tehditlerin başlıca kaynağı gibi görünmesine rağmen, Türkiye'nin jeopolitik ve jeostratejik önemini artırıcı fonksiyonunu her zaman muhafaza eden Türk Boğazları'nın bu niteliğinden yeterince istifade edebiliyor muyuz? Unutulmamalıdır ki Türk Boğazları sadece Karadeniz'e kıyısı bulunan devletlerin değil, Tuna-Ren su yolunu saymazsak Karadeniz havzası devletlerin de ana giriş-çıkış kapısıdır ve bu kapının sahibi Türkiye'dir. Bu kapının Karadeniz'e giriş-çıkış yapılan ve 10 milyondan fazla insanın yaşadığı İstanbul Boğazı'ndan her 9 dakikada 1 gemi ve her 51 dakikada 1 tehlikeli yük taşıyan gemi geçiş yapmaktadır. İstanbul Boğazı'ndan 2005 yılında taşınan tehlikeli yük miktarı yaklaşık 144 milyon tondur. Çanakkale Boğazı'nda bu miktar 150 milyon tona ulaşmaktadır. Türk Boğazlarının fiziki yapısı değişmezken geçiş yapan gemi sayısı ve taşınan tehlikeli yük miktarı her geçen yıl artış eğilimi göstermektedir. Bir başka ifade ile Türkiye, Boğazlar yoluyla taşınan ham petrol ve petrol türevleri neticesinde kuzey-güney enerji koridoru haline gelmiştir. Taşınan bu yükün %35'inin Avrupa Birliği üyesi devletlere gitmesi de ayrı bir önem arz etmektedir.
Bazı bilim adamlarınca Asya ile Avrupa'nın denizaltındaki sınırı olarak kabul edilen Ege Denizi'ndeki kıtasal ayırım bölgesinin doğu yarısındaki kıyıdaş devlet Türkiye'dir. Karmaşık teknik ve hukuki problemleri içeren ve çözüm arayışları devam eden çok sayıda sorun bulunan Ege'deki haklarımız ile temel milli çıkarlarımızı koruma ve kollamaya yönelik kararlı ve tutarlı bir duruş ile denizci bir yaklaşım sergileyebildiğimizi söyleyemiyoruz. Ege Denizi'ndekiler de dahil olmak üzere Türkiye ile Yunanistan'ın yaşamsal çıkarlarını birbirine uyumlu hale getirerek her iki devlet arasında siyasi ve askeri bir denge kurulmasını amaçlayan ve Ege'nin hukuki statüsünü belirleyen Lozan Barış Andlaşması'na göre Ege'nin yaklaşık %75'ini açık deniz oluşturmakta ve kıyıdaş devletlerden biri olarak Türkiye, başta ulaştırma ve uçuş hakkı olmak üzere balıkçılık ve bilimsel araştırma gibi açık deniz serbestilerinden istifade edebilmekteydi. Bugün Lozan'ın, Ege Denizi'nde tesis ettiği statüden Türkiye aleyhine fazlasıyla uzaklaşıldığını, Türkiye'nin bu denizdeki haklarının gasp edilmesi sonucunu doğurabilecek fiili durumlar ile ciddi siyasi teşebbüslerle karşı karşıya bırakıldığımızı görmekteyiz.
Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasında sıkışmış yarı kapalı bir deniz olan ve dünya su kütlesinin yaklaşık %1'ini oluşturmasına rağmen dünya deniz taşımacılığının %30'unun, ham petrol ve petrol ürünleri taşımacılığının ise %28'inin gerçekleştiği Akdeniz'in önemli bir bölümüne Türkiye kıyıdaştır. Bu denizde tartışmalı bir şekilde bazı bölgelerde 6 mil ve bazı bölgelerde 12 mil olarak uygulanmakta olan karasularımıza, ekonomik manada hapsedilmiş vaziyette yaşamayı sürdürüyoruz. Doğu Akdeniz'de deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin adlaşmaların olmaması nedeniyle diğer devletler, bu denizdeki açık deniz serbestilerinden ve bu bağlamda bilimsel araştırma ve avlanma haklarından istifade edebilmekte, Türkiye kendi kıta sahanlığının araştırılması ve işletilmesi hakkından halihazırda mahrum yaşamaktadır.

Türkiye'nin yakın deniz havzasındaki katma değerden aldığı pay
Denizler ve okyanusların gerek doğal kaynak olarak gerekse sunduğu hizmetler açısından tüm dünyada yaklaşık 23 trilyon dolar/yıllık bir katma değer sağladığı hesap edilmektedir. Bu katma değer içerisinde deniz ulaştırmasının payı yaklaşık 300 milyar dolar olup bunun da yaklaşık %30'u Akdeniz havzası taşımacılığından sağlanmaktadır. Toplam ithalat ve ihracatının yaklaşık %90'ını deniz yolu ile gerçekleştiren Türkiye'nin bu pastadan aldığı pay %1'dir. Bununla birlikte dünya yüklerinin %3.4'ünü taşımaktayız. Bunun anlamı dünya standartlarına göre 3.4 kat daha ucuz yük taşımaktayız. Dış ticaret taşımacılığında milli filonun payının %25'lerin altında gerçekleşmesi, dünya sıralamasında 1 Ocak 2000'de 18'inci olan Türk deniz ticaret filosunun, 2001'de 20'nci, 2004'de 23'üncü ve 2005'de ise 24'üncü sıraya düşmesi, seyir emniyeti ve deniz güvenliği bakımından gençleştirilme ihtiyacı açık olan Türk deniz ticaret filosunun mevcut 20 yaş ortalaması, irdelenmesi gereken diğer önemli konulardır.
Deniz taşımacılığı ile mukayese edildiği zaman demiryolu taşımacılığının 3 kat, karayolu taşımacılığının 7 kat ve havayolu taşımacılığının 21 kat daha pahalı olduğunu görmekteyiz. Türkiye kıyı şeridinin belirli bölgelerinde, özellikle Batı Karadeniz ile Doğu Akdeniz'de Gazipaşa-Silifke arasında kara ulaştırmasında ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Yüzyıllar boyunca denizle iç içe yaşamış bir coğrafyanın insanları olarak, denizin doğal otobanından yeterince istifade edemiyoruz. Karayollarında yaşanan bütün zorluklara, telafisi mümkün olmayacak düzeydeki acılara, can ve mal kayıplarına rağmen taşımacılığı denize kaydırabilmiş değiliz. Hala deniz kıyısında, denize ve kıyı şeridine büyük zararlar vererek, kıyılarımızın doğal yapısını ve güzelliklerini düzeltilemeyecek şekilde bozarak yüksek maliyetli otoyollar inşa etmek için uğraşıyoruz. Kara ulaştırmasının ağırlıklı ve yoğun olarak kullanılması nedeniyle yol bakım ve onarım maliyetleri çok yüksek değerlere ulaşmakta ve bu durum ülke kaynaklarının büyük ölçüde israfına sebep olmaktadır. Karayolu, demiryolu ve havayolu taşımacılığına rağmen çok daha ucuz olmasının yanında güvenli, düşük yatırım maliyetli ve çevre dostu olan deniz taşımacılığının ülkenin ekonomik gelişmesine sağlayacağı katkı ve oluşturacağı istihdam, üzerinde önemle ve gecikmeksizin durulması ve devlet eliyle değerlendirilmesi gereken bir konudur.
Kara ülkemizi çevreleyen denizler ile yakın deniz havzamızdaki katma değerden, 23 trilyon dolarlık yıllık pastadan; deniz ulaştırması, liman ve kıyı tesisleri işletmeciliği, gemi inşa ve tersanecilik, deniz turizmi, balıkçılık, denizcilik eğitimi, amatör denizcilik ve en önemlisi doğal kaynak işletmeciliği ile denizlerin canlı ve cansız kaynaklarından ve enerji imkanlarından bu coğrafyanın hak ettiği payın çok azını temin edebiliyoruz. Kuşkusuz bunun birinci nedeni deniz ülkesiyiz ama denizci ülke değiliz. Yüzümüzü denize dönebilmiş, deniz sevgisi ve tutkusu olan, deniz bilinci ve kültürü olan ve bunu nesilden nesile aktarabilen bir millet görünümünde değiliz. Denizci devlet kimliği ile dünya güç merkezi ve bir deniz imparatorluğu olan atalarımızı yeterince örnek aldığımızı söyleyemeyiz. Unutulmamalıdır ki üzerinde yaşadığımız coğrafya, denizci olmayan devletleri ve sırtını denize dönen milletleri affetmemiştir.

Türkiye'nin idari yapısı içerisinde denizcilik idaresi
Başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak üzere yürürlükteki yasalar ile ulusal düzenlemelerimiz Türkiye'nin idari yapısını ve işleyişini belirlemektedir. Bu yapı ve işleyiş içerisinde, denizcilik idaresi olarak 1993 yılında, Cumhuriyetin 70'inci yılında kurulan Denizcilik Müsteşarlığı'nın yeri ve konumu; genel olarak kamu hukuku, özel olarak idare hukuku bakış açılarıyla bellidir. Bugün Türk denizciliği çok sayıda bakanlık, kamu kurum ve kuruluşu ile sayısı her geçen gün değişerek artan ve yüzlerle ifade edilen kanun, tüzük, yönetmelik ve diğer düzenleyici işlemlerle idare edilmektedir. Denizcilikte var olan çok başlılık ile ulusal ve uluslararası ölçekte ve platformlarda yaşanan görev ve yetki çatışmaları bu durumun doğal bir sonucudur. Denizcilik idaresi Türkiye Cumhuriyeti idari yapısı içerisinde hak ettiği yeri alamazsa, denizciliğimize ve Türkiye'ye sağlayabileceği katkılar da sınırlı olacaktır. Denizcilik Müsteşarlığı'nın kuruluşundan bugüne kadar yaşanan süreç ve kazanılan tecrübeler bu durumu teyit etmektedir.
Bu çerçevede; bazı başarılı faaliyetlere ve atılmış olumlu adımlara rağmen, denizcilikten sorumlu bir Devlet Bakanlığı uhdesinde 1993'den Kasım 2002'ye kadar yaşanan Müsteşarlık deneyimi ve önemli ölçüde harcanan 10 yıl, 2003'den itibaren Denizcilik Müsteşarlığı'nın gayretli çalışmalarına ve önemli başarılarına rağmen Hükümetin karakteri ve denizciliği bağlı ve küçültülmüş bir idari yapı içerisinde yönetme arzusu ile Türkiye'yi çevreleyen denizleri ufuk mesafesi derinliğinde mücavir alan olarak algılayan bakanlık, kurum ve kuruluşların aktif müdahaleleri ve denizciliği daha fazla yönetme girişimleri, denizciliğimizin bugünü ve geleceği üzerine konulmuş bir ipotek hüviyetini muhafaza etmektedir. Bu bakış açıları ve yaklaşımlar değişmediği ve bu bağlamda yasal değişiklik yoluna gidilerek güçlü bir denizcilik idaresi oluşturulamadığı takdirde, ehil ellerde ve gayretli çalışmalarla sağlanabilecek başarılar da sınırlı ve taktik düzeyde olacaktir. Halbuki Türk denizciliğinin sorunu politik ve stratejiktir. Barbaros Hayrettin Paşa ve Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği hedeflere politik ve stratejik düzeyde gösterilecek irade ve kararlılıkla varılabilir.

Kaynak: ortadogugazetesi.net


Keten Prenses 28 Mart 2009 10:45

Türk Denizciliği
Malazgirt savaşının (1071) ardından Ege ve Marmara kıyılarına ulaşan Türkler, Bizans'tan ve İtalyan’lardan öğrendikleri teknikle -büyük olasılıkla yerli ustalar kullanarak- gemi yapmaya başlamışlardı. İzmir beyi Çaka, kurduğu donanmayla Bizans'tan 1089'da Midilli'yi, 1090'da Sakız'ı aldı. İznik egemeni Ebülkasım zapt ettiği Gemlik'te bir donanma inşasına başladıysa da, tehlikeyi fark eden Bizans harekete geçerek, yapılmakta olan gemileri yaktı. Anadolu Selçukluları, Anadolu ticaretinin güvenliğini sağlamak için Karadeniz'de Sinop; Akdeniz'de Antalya ve Alanya tersanelerinde gemi inşa ettiler ve donanma oluşturdular.
Karadeniz donanması 1225'te denizaşırı bir seferi gerçekleştirerek Kırım'da Sudak'ı aldı. Anadolu Selçuklu devletinin çöküş döneminde Batı Anadolu'da kurulan Karesi, Aydın, Saruhan, Menteşe beylikleri, denize doğru genişlediler ve oluşturdukları donanmalarla Ege adalarına ve Balkanlar'a akınlara başladılar.
Bunlar Venedik ve Ceneviz ticaretini tehdit ettikleri gibi adalardaki Latin prensleri için de tehlike oluşturuyorlardı. Özellikle Aydınoğlu Umur Bey deniz gazalarıyla büyük ün kazandı. Öte yandan Karadeniz'de de Candaroğulları'nın bir donanması bulunuyordu. Osmanlılar’ın ilk dönemlerinde Karamürsel'de, Karesi beyliğinden alınan Edincik'te, Bizans' tan alınan İzmit’te küçük de olsa tersaneleri bulunuyordu. Rumeli'ye yerleştikten sonra Gelibolu'da da bir tersane oluşturdular.

Gelibolu tersanesi, Rumeli'nin elde tutulması, Çanakkale boğazı ve Marmara'nın savunmasında önemli rol oynadı. Osmanlılar, Batı Anadolu beyliklerini (Saruhan, Aydın, Menteşe) ve Candaroğulları beyliğini ortadan kaldırdıktan sonra bunların tersane ve donanmalarından da yararlandılar. Stratejik anlamda bir deniz gücü oluşturan Mehmet II İstanbul’un fethinde donanmadan da yararlandı. Gelibolu tersanesinde yaptırdığı gemilerle önce Midilli'yi (Lesbos), ardından Sakız ve Eğriboz'u zapt etti. Kaptanıderya Gedik Ahmet Paşa, Kefe'yi ve Kuzey Karadeniz kıyı kentlerini alarak Karadeniz'i bir iç deniz durumuna getirdi; denizaşırı bir seferle de Otranto'yu aldı. Bayezit II ve Selim l dönemlerinde gelişmesini sürdüren donanma kara ordusunun Mısır harekâtını denizden destekledi. Osmanlı denizciliği asıl gelişmesini Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Cezayir hükümdarı Barbaros Hayrettin Paşa'nın ülkesini Osmanlı devletine bağlayıp kaptanıderyalığı kabul etmesinden sonra gösterdi. Haliç'te inşa edilen büyük bir donanmanın başında Akdeniz'e açılan Hayrettin Paşa, ünlü amiral Andrea Doria komutasındaki Hıristiyan donanmasını Preveze önlerinde yendi. Barbaros'un öğrencileri Turgut Reis, Piyale Paşa vb. Türk denizcileri Akdeniz kıyıları ve adalarında etkinliklerini sürdürdüler.
1565 baharında donanma Malta'ya büyük bir çıkarma yaptıysa da adayı zapt etmeyi başaramadı. Türkler 1570'te Kıbrıs'ı fethettiler. Hıristiyan donanması Kıbrıs'ın zaptını engelleyemediyse de Osmanlı donanmasını İnebahtı'da ağır bir yenilgiye uğratmayı başardı. Türk donanması bu ağır darbeden sonra sadrazam Sokullu Mehmet Paşa ve yeni kaptanıderya Kılıç Ali Paşa'nın çabalarıyla kısa sürede yeniden kuruldu. Öte yandan Kuzey Afrika' da Garp ocakları'na bağlı filolar Batı Akdeniz'de etkinliklerini sürdürüyorlardı.

Mısır ve Suriye'yi Memluklar'dan alan ve Akdeniz'de (özellikle Doğu Akdeniz'de) egemenliklerini pekiştiren Osmanlılar Kızıldeniz'i de Portekiz tehdidinden kurtardılar. 1551'de Aden'i, 1552'de Maskat'ı ele geçirdiler. Ancak Portekizlilerin Hint denizi’ndeki egemenliğine son veremediler. Murat Reis, Piri Reis ve Seydi Ali Reis'in seferleri başarısızlıkla sonuçlandı. Onları doğu sularında yenen, daha güçlü gemiler, daha çok top ve daha iyi bir denizcilikti.
15. yy.'ın ikinci yarısında kudretinin doruğuna ulaşan Osmanlı denizciliği, Kılıç Ali Paşa ile Uluç Hasan Paşa'nın ölümlerinden sonra gerilemeye başladı. Bunda denizcilikten yetişmeyenlerin kaptan-ı deryalığa getirilmesinin de payı vardı. Öte yandan denizcilikte ortaya çıkan yenilikler gereğince izlenmemiş, batı donanmalarının esas öğesini oluşturan kalyonlara gereken önem verilmemişti. Kalyon, Osmanlı donanmasında da kullanılmakla birlikte ağırlığı kadırgalar ve öteki kürekli gemiler oluşturuyordu. 17. yy. sonunda kalyonlara ağırlık verildi ve kürekli gemiler yerini kalyonlara bırakmaya başladı. Bu Osmanlı denizciliğinin bir süre için canlanmasına yol açtı. Ancak, Venedik'i kendisine rakip gören ve donanmasının gelişmesini ona uyduran Osmanlı devleti, öteki Avrupa devletlerinin bu alandaki gelişmelerine yabancı kaldı. 1770'te Akdeniz'e çıkan bir Rus filosunun Çeşme'de bulunan Osmanlı donanmasını yakması, denizciliğin çağdaş biçimde örgütlenmesi zorunluluğunu ortaya çıkardı. 1773'te denizcilik için bir okul (Mühendishanei bahrii hümayun) açıldı.
Kaptanıderya Cezayirli Hasan Paşa ve Küçük Hüseyin Paşa, Fransız mühendis ve ustaların yardımıyla Fransız tipinde gemiler yaptırdı. Ancak bu ıslahat girişimleri yeterli olmaktan uzaktı. Türk donanması 1827'de Navarin'de, 1853'te Sinop'ta ağır kayıplar verdi. Kırım savaşı'ndan sonra yelken denizciliğinin yerini buharlı makinelerle işleyen gemilere bırakması, teknolojiyi izleyemeyen Osmanlı devletini batılı devletlerden satın aldığı gemilerle donanma oluşturmak durumunda bıraktı.
Abdülaziz döneminde çoğu gemisi dışardan alınarak dünyanın önemli deniz güçleri arasında yer tutan Osmanlı donanması, Abdülhamit II döneminde, 1877-1878 Türk-Rus savaşı'ndan sonra Haliç'te hapsedilerek çürütüldü.

İkinci meşrutiyetin ilanından sonra hükümet ve 1909'da kurulan "Donanmayı Osmani Muaveneti Milliye Cemiyeti"nin çabalarıyla bir deniz gücü oluşturulmaya çalışıldı. Balkan ve Birinci Dünya savaşlarında elinden gelen çabayı gösteren bu donanma, Kurtuluş savaşı'nda ulusal kuvvetlerin emrine geçebildiği kadarıyla yararlı hizmetler gördü.
Osmanlılar deniz ticaretine gereğince önem vermediler ve bu alanı verdikleri imtiyazlarla başta Venedik ve Fransa olmak üzere öteki devletlere bıraktılar. Osmanlı devletinin ilk ticaret filosu, İkinci Meşrutiyet'ten az önce kuruldu. Daha sonra "Seyri sefain idaresi" adını alan bu kuruluşu birer ikişer gemiye sahip özel şirketler izledi. Bunların en önemlileri İstanbul içinde sefer yapan "Şirketi Hayriye" ile "Haliç şirketi" idi.


Kaynakça: Büyük Larousse


Keten Prenses 28 Mart 2009 10:46

4.3. Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn

Anadolu'daki Türk denizciliği XI. yüzyılda gerek Çaka Bey gerekse Sinop ve Antalya tersaneleri ile önemli bir gelişme gösterdi. Osmanlılar zamannda de Akdeniz tamamen Türklerin denetimine girdi. Hatta bir ara Osmanlı deniz kuvvetleri Hint Okyanusuna bile açıldılar. Osmanlı Devleti'in yükselme devrinde Türk denizcileri açık denizde korsanlık usullerine göre yetişiyorlardı. Ancak XVII. yüzyılın sonlarına doğru korsanlık ortadan kaldırıldı. "Kürekli" donanma yerini yelkenli kalyonlara bıraktı. Ancak Osmanlılar Batıdaki denizcilik gelişmelerine yetişemediler. Osmanlı donanmasının XVIII. yüzyılda seri yenilgiler alması üserine ve özellikle Çeşme'de Osmanlı donanmasının Rus donanması tarafından yakılması üzerine, Cezayirli Hasan Paşa'nın önerisi üzerine, Tersane-i Amire'de bir askerî okul açıldı. Okulun açılmasında Baron de Tott'un tavsiyelerinin de önemli payı olmuştur.
Okulun açılış tarihi üzerine, konuyla ilgilenenler iki tarih verirler: 1773 ve 1776. Esasen okulun ilk isimleri de karışıktır. "Hendesehane" "Humbarahane", "Mühendishene" gibi adlar hep aynı kuruma verilmektedir. Aslında çeşitli adlar alan bu okullarda, askerî öğrenciler karışık olarak okumaktaydı. Kırım meselesinden dolayı Osmanlı-Rus ilişkilerinini sıkıştığı bir dönemde, Türk ordusunda kale ve istihkam öğretmeni olarak çalışmak üzere gelen öğretmenler de bu okulda öğretim yapamaya başladılar (1784). Ancak dört yıl sonra, Rus ve Avusturya baskısı karşısında Fransa öğretmenlerini çekince, Okulda Türk öğretmenler görev aldılar. 1790-1800 arasında Tersane çevresinde askerî okullar yapılmaya başlandığı görülmektedir.
Daha sonra, o sırada yeni açılan Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn'un ders araçları daha mükemmel olduğundan, Deniz Okulu öğrencileri haftada iki kere bu okulda teorik öğretimi kara öğrencileri ile ortak görmüşlerdir.
Ancak bir süre sonra, III. Selim zamanında Okul tekrar ayrıldı ve gemi yapımı mühendisleri yetiştirmeye ağırlık verildi. Okul, seyr-i sefain ve gemi inşaiye şubeleri olarak teşkilâtlandırıldı.
Deniz okulu II. Mahmut döneminde bazı isim değişikleriyle devam etmiştir. Bu arada binalarında da bazı değişiklikler oldu. Heybeliada'ya gidip geldi. 1838 yılından itibaren okulda mecburî yabancı dil Fransızca yerine İngilizce oldu. Okulda, ingilizler öğretmenlik yapamaya başladılar.
Deniz okuluna bir ara lise sınıfları da eklenerek öğretim süresi sekiz yıla çıkarıldı. Daha sonra ortaokul (rüşdiye) sınıfları da Heybeliada'da kuruldu. Zaten Okul, 1851 yılında toptan Heybeliada'ya taşınmıştır.
Güverte, makina ve inşaiye zabitleri yetiştiren Deniz Harp Okulu (Bahriye Mektebi) 19l0 yılında İngiliz Deniz Okulu sistemine göre yeni bir düzenlemeye sokuldu ve başına İngiltere'den Mister Holand getirildi. Zaten daha önoe de Okul, Amiral Williams'ın elinde idi. Son ıslah çalışmaları içinde İngiltere'den iki öğretmen getirilmişti.
Dünya Savaşı yıllarında Deniz Okulu'nda çeşitli değişiklikler oldu; Bahriye rüştiyesi, idadisi, Çarkçı ve Güverte okulları, Kâtip mektebi vs gibi çeşitli yandaş okullarla kâh birleşti, kâh ayrıldı.
Cumhuriyetten sonra bir süre Deniz Lisesi Heybeli'de, Harp Okulu Kasımpaşa'da bulundu. Sonra tümden Heybeliada'ya taşındı (1929). 1940-46 yıllarında Mersin'de, sonra tekrar Heybeliada'da öğretim yaptı


Keten Prenses 28 Mart 2009 10:56



Keten Prenses 28 Mart 2009 10:56

Türkiye Denizcilik Tarihi

İstanbul, Marmara Denizi, Haliç ve Boğaz kıyılarına yayılmış olan konumu nedeniyle bugün olduğu gibi Osmanlı döneminde de bir deniz kenti olmuştur. 15., 16., 17. yüzyıllarda deniz ulaşımı kayık, pereme (Yolcu ve miktarı az yükleri taşımakta kullanılan küçük deniz teknesi) ve mavnalarla sağlanmaktaydı.

Fatih Sultan Mehmet döneminde 1455 yılında gemi yapımı amacıyla Tersane–i Amire kurulmuştur.

Osmanlı dönemi gemileri, Osmanlı tarafından kurulan İzmit, Gelibolu, Gemlik, Sinop ve Kasımpaşa tersanelerinde (Bugünkü adıyla Taşkızak Tersanesi, Haliç Tersanesi, Camialtı Tersanesi) yapılırdı.

Bugünkü Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin ilk temel taşı olan bu gemiler, Tersane-i Amire’nin malıydı.


Osmanlı döneminde ilk buhar makineli BUĞ adlı gemi, 1827 yılında satın alınmıştır. 1837 yılında, bugünkü Taşkızak Tersanesinin bulunduğu Aynalıkavak’tan denize indirilen ESER-İ HAYIR ise tersanelerimizde inşa edilen ilk buharlı yolcu gemisidir.

Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin ilk nüvesini 1843 yılında kurulan Fevaid-i Osmaniye teşkil eder. İşletme Kadıköy ve Adalar’a yolcu taşımacılığı ile faaliyetlerine başlamıştır. 1870 yılında ise İrade-i Şahane ile İdare-i Aziziye unvanını almıştır.

1878 yılında İdare-i Aziziye unvanı İdare-i Mahsusa olarak değiştirilmiştir. İdare-i Mahsusa 1851 yılında Fuad ve Cevdet Paşaların gayretleriyle Boğaziçi’ne vapur işletme amacıyla kurulan Şirket-i Hayriye (Bu günkü Şehirhatları) ve Şark Şimendiferleri şirketleriyle yaptığı anlaşmalar gereğince yolcu ulaşım hatlarını genişletmiştir. Galata Köprüsü’nden Haydarpaşa’ya, Beşiktaş’tan Üsküdar ve aydarpaşa’ya olmak üzere iki hat açmıştır.

1909 yılında siyasi ve ekonomik sebeplerden gemi işletme imtiyazı bir İngiliz şirketine devredilmiştir. Ancak İngiliz şirketi yükümlülüğünü yerine getirmeyince 1910 yılında İdare-i Mahsusa’nın unvanı değiştirilerek Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi olmuştur.
Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi 1925 yılında 597 sayılı Kanunla Türkiye Seyr-i Sefain İdaresi haline getirilmiştir. Bu dönemde filoya ilave edilen gemilerle Köprü - Pendik ile Köprü - Yeşilköy arasında hatlar oluşturulmuş ve seferler konmuştur. Daha sonraki yıllarda İstanbul - İzmit ile İzmit Körfezi hattı açılmış ve bu hat Yalova’ya kadar uzatılmıştır.
1933 yılında 2248 sayılı Kanun’la, Türkiye Seyr-i Sefain İdaresi, üç işletme durumuna getirilmiştir.
Bu işletmeler;
1- AKAY, (İstanbul ve civarı iç hatlar ile Yalova),
2- Denizyolları (Marmara, Akdeniz ve Karadeniz dış hatlar),
3- Fabrika ve Havuzlar Müdürlükleri,
isimlerini almıştır.
AKAY İşletmesi, Ülev ve Suvat gemilerini inşa ettirmiş ayrıca, Şirket-i Hayriye’den Göztepe, Erenköy, Anadolu, Bağdat, Denizyolları’ndan Bağdat, Halep, Basra gemilerini alarak filosunu genişletmiştir.
1937 yılında 3295 sayılı Kanun’la, Denizyolları, AKAY, Fabrika ve Havuzlar Müdürlükleri, İstanbul, İzmir, Trabzon Liman İşletmeleri, Tahlisiye Müdürlüğü ve Van Gölü İşletmesi İktisat Vekaletine bağlı olarak kurulan Denizbank’a bağlanmıştır.
Ancak, faaliyetini 1,5 yıl sürdüren Denizbank, 1939 yılında 3633 sayılı Kanunla kaldırılarak yerine Devlet Limanları İşletme Umum Müdürlüğü ile Devlet Denizyolları ve İşletmeleri Umum Müdürlüğü olarak iki umum müdürlük kurulmuştur.
1944 yılında 4571 sayılı Kanunla, Devlet Limanları İşletme Umum Müdürlüğü kaldırılarak görevleri, Devlet Denizyolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğüne verilmiştir.
1944 yılında 4571 sayılı Kanunla, yeni bir hüviyet kazanan Devlet Denizyolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğü, Kıyı Emniyeti İşletmesi ismi altında Fenerler ve Cankurtaran Teşkilatı’nı bünyesine almış ve Şirket-i Hayriye’nin de 94 yıllık müstakil faaliyetine son verilmiştir. Ayrıca,1945 yılında Şehirhatları İşletmesi de bu Umum Müdürlüğe dahil edilmiştir.
Denizcilik Bankası T.A.O. 1951 yılında, 5842 sayılı Kanun’la kurularak 01.03.1952 tarihinden itibaren faaliyete geçmiştir.
Denizcilik Bankası T.A.O.’nın Ana Sözleşmesinde yer alan faaliyet konuları aşağıdaki şekilde belirlenmiştir;
- Bankacılık,
- Türkiye kıyılarında ve yabancı denizlerde nakliyat,
- Şehirhatları,
- Liman işleri,
- Denizde can ve mal güvenliği işleri (Kıyı Emniyeti),
- Denizde gemi kurtarma işleri,
- Fabrika ve havuzlar (Tersanecilik ),
Denizcilik Bankası T.A.O.’nın ismi 1983 yılında 117 sayılı KHK ile Türkiye Denizcilik Kurumu Genel Müdürlüğü olarak değiştirilmiştir.
Türkiye Denizcilik Kurumu Genel Müdürlüğü’nün adı, 1984 yılında yürürlüğe giren Kamu İktisadi Teşebbüslerinin yeniden düzenlenmesi ile ilgili 233 sayılı KHK gereği Türkiye Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürlüğü olarak değiştirilmiştir.
Türkiye Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürlüğü’nün faaliyetleri arasında bulunan tersanecilik hizmetleri, 1985 yılında bünyeden ayrılarak Türkiye Gemi Sanayi A.Ş. ‘ne bağlanmıştır.
Türkiye Denizcilik İşletmeleri, T.C. Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı olarak faaliyetlerine devam ederken özelleştirme kapsamına alınarak 24.11.1994 tarihinde kabul edilen 4046 sayılı Kanun gereği kurulan, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na bağlanmış ve adı TDİ Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş. olarak değiştirilmiştir.
TDİ Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş. bünyesinde bir müdürlük olarak yer alan, Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma Müdürlüğü, 1997 yılında Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 97/12 sayılı Kararıyla, 393 personeli ile birlikte, bila bedel olarak T.C. Başbakanlık Denizcilik Müsteşarlığı’na devredilmiştir.
Son olarak, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın 08.02.2002 tarih ve 1206 sayılı yazıları doğrultusunda, Türkiye Gemi Sanayii A.Ş.’nin tüzel kişiliği sona ermiş ve TDİ Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş. bünyesine dahil edilmiştir.


cibel 13 Nisan 2009 16:08

Türk denizciliği
 
1920 yılında günümüze türk denizciliğinde meydana gelen değişim ve gelişim


Keten Prenses 13 Nisan 2009 17:10

Üstte yeterince mesaj mevcut inceleyiniz


Misafir 12 Aralık 2009 09:34

1920 den günümüze türk denizciliğin gelişimi ve önemi
 
bu bulmama yardım edermisiniz acaba türk denizciliği ve günümüze kadar gelişimi ve önemi


Hi-LaL 12 Aralık 2009 10:04

Konu başlığındaki diğer mesajları inceleyiniz .... Ayrıca;

Alıntı:

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk "En güzel coğrafi vaziyette ve üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifade etmeyi bilmeliyiz. Denizciliği, Türk'ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız." diyerek hem mevcut durumun bir analizini yapmış hem de denizci devlet ve denizci millet idealini ortaya koyarak, ulaşılması gereken hedefi göstermiştir.
Konunun devamı için yandaki linke tıklayınız >>> Türk Denizcilik Tarihi


Misafir 12 Ocak 2010 19:52

1920 den günümüze kadar gelen türk denizciliğinde değişim ve gelişim


by85 19 Nisan 2010 21:49

1920 yılından günümüze Türk denizciliği
 
1920 yılından günümüze türk denizciliğindeki gelişmeler


Misafir 25 Nisan 2010 11:05

YARDIM EDİNİZ BANA!..?
 
ben sizden 1920 yılından günümüze Türk denizciliğinde meydana gelen değişim ve gelişi mi istiyoruuuum (onunla ilgili şeyler yazın ltfeen)..


Misafir 29 Nisan 2010 18:59

1920'den günümüze türk denizciliğindeki değişim ve gelişim nasıl olmuştur?
 
xxxxxxxxxxxxxxxxxxddddddddddddddddddddddd


fadedliver 29 Nisan 2010 19:04

inceleyiniz
Alıntı:

Keten Prenses adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 1358357)
Türk Denizciliği'ne tarihsel bir bakış

Orta Asya'da kara hakimiyeti stratejilerine dayalı olarak varlıklarını sürdürmüş olan Türk Devlet ve Topluluklarından farklı olarak, coğrafi durumu ve iklim şartları böylesine güzel bir deniz ülkesini yurt edinebilmiş atalarımız, gelecek nesilleri, Anadolu'yu vatan olarak seçmekle ödüllendirmişlerdir. Selçuklular; Marmara Denizi, Karadeniz, Ege Denizi ve Doğu Akdeniz'e ulaşarak, deniz ve Anadolu gerçeği ile yaşamaya başlamışlar, denizci devlet olma yolunda ilk adımları atmışlar ve önemli başarılar göstermişlerdir. Bununla birlikte, denizlerle ve denizlerde büyüyerek cihan imparatorluğu olma başarısını Osmanlı Devleti gösterebilmiştir. İyi yönetildiği ve yönlendirildiği takdirde Türklerin denizci olabilecek karakterde bir millet olması gerçeği bu başarıda önemli rol oynamıştır. Ancak, deniz gücüyle büyümüş ve bazı batılı yazarların ifadesi ile bir deniz imparatorluğu ve dünya güç merkezi olabilmiş bir devletin, denizci devlet politikalarının etkisiyle denizci kimliğini ön plana çıkarabilmiş bir milletin, kendi kıyılarına hapsedilişinin ve sırtını denize dönüşünün de bir hikayesi, bir açıklaması olmalıdır.
Selçuklulardan sonra XIV. Yüzyılın ortalarında Anadolu kıyılarından ilk defa denizlere ulaşan Osmanlı Devleti'nin denize ve denizciliğe verdiği önem ölçüsünde büyüdüğü, Karadeniz ve Ege Denizi'ni bir Osmanlı iç denizi haline dönüştürmek suretiyle jeopolitik ve stratejik önemi tartışmasız olan Türk Boğazları'nın güvenliğini sağladığı ve Türk Boğazları'nda yaklaşık üç asır mutlak egemenlik devri yaşayarak dünya güç merkezi kimliğini muhafaza edebildiği, Girit Adası'nı Çanakkale Boğazı'nın güney karakolu haline getirdiği, Karadeniz ve Ege Denizi'nde deniz hakimiyeti tesis edip Akdeniz'de tam anlamıyla deniz kontrolü sağlayarak o günkü şartlarda Kızıldeniz ve Basra Körfezi ile okyanuslara ulaştığı tarihi bir hakikattır. XV. Yüzyılın sonlarından itibaren bir deniz imparatorluğu olarak gelişmeye başlayan Osmanlılar, deniz hakimiyet teorisinin temelini oluşturan ünlü Türk Amirali Barbaros Hayreddin Paşa'nın "Denizlere hakim olan cihana hakim olur" özdeyişini hayata geçirerek rakipsiz bir deniz imparatorluğu olabilmiştir. Ancak, Osmanlı Devleti denize ve denizciliğe verdiği önemin azalması ölçüsünde küçülmüş ve yüzlerce yıl sonra bir gün gelmiş başladıkları yere, Anadolu kıyılarına geri dönmüşlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk "En güzel coğrafi vaziyette ve üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifade etmeyi bilmeliyiz. Denizciliği, Türk'ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız." diyerek hem mevcut durumun bir analizini yapmış hem de denizci devlet ve denizci millet idealini ortaya koyarak, ulaşılması gereken hedefi göstermiştir. Bu hedef doğrultusunda 1 Temmuz 1926 tarihinde Kabotaj Kanunu yürürlüğe sokulmuş ve Türk denizcilik gücünü toparlamaya ve geleceğe taşımaya yönelik önemli adımlar atılmıştır. Bununla birlikte, dünya denizciliğindeki gelişmeler paralelinde değerlendirildiği zaman, Cumhuriyet Türkiye'sinin, Osmanlının bıraktığı yerde Anadolu kıyılarına hapsedilmiş vaziyette kalmaya devam ettiğini, Türk Deniz Kuvvetleri'ndeki gelişme ve büyüme dışında 80 yılda değişen çok şey olmadığını müşahade etmekteyiz. Denizle bütünleşmiş bir coğrafyada, bir deniz ülkesinde yaşıyoruz. Ancak, denizci bir ülke olduğumuz söylenemez. Çevre denizlerimizi politik, stratejik ve ekonomik bakımdan olması gereken düzeyde değerlendirebilmiş değiliz. Denizciliği Türk'ün büyük milli ülküsü olarak düşünerek onu başardığımız ve denizci bir millet yetiştirdiğimiz söylenemez.

Türkiye'yi çevreleyen denizler ve Türk Boğazları
Üç asır Türk gölü hüviyetinde olan, 1774'de Türk-Rus denizine dönüştürülen ve bugün altı devletin kıyıdaş olduğu Karadeniz'in yaklaşık yarısı bu denize kıyısı bulunan devletlerle yapılan andlaşmalarla Türkiye'nin kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesi olarak, diğer bir ifade ile Türkiye'nin belirli egemen haklara sahip olduğu alan olarak tescil edilmiştir. Bununla birlikte uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımız ile bu denizdeki ekonomik değerlerimizi nasıl koruyup kollayacağımızı düzenleyen bir "Münhasır Ekonomik Bölge Kanunu"nu hazırlayıp yürürlüğe koyabilmiş değiliz. Karadeniz'deki Türk kıta sahanlığının araştırılması ve potansiyel kaynakların tespit edilerek işletilmesine yönelik milli bir tavır ve duruş sergileyemiyor, yapılması gereken işlem ve uygulamaları yapamıyoruz.
Asya ile Avrupa kıtalarını coğrafi olarak ayırmasına rağmen siyasi olarak iki kıtayı birbirine bağlayan Türk Boğazlarına sahibiz. Rusya'nın Karadeniz'e inip Rus ticaret gemilerinin Boğazlardan serbest geçiş hakkı elde ettiği 1774 Küçük Kaynarca Andlaşması'ndan itibaren Türkiye'ye yöneltilen tehditlerin başlıca kaynağı gibi görünmesine rağmen, Türkiye'nin jeopolitik ve jeostratejik önemini artırıcı fonksiyonunu her zaman muhafaza eden Türk Boğazları'nın bu niteliğinden yeterince istifade edebiliyor muyuz? Unutulmamalıdır ki Türk Boğazları sadece Karadeniz'e kıyısı bulunan devletlerin değil, Tuna-Ren su yolunu saymazsak Karadeniz havzası devletlerin de ana giriş-çıkış kapısıdır ve bu kapının sahibi Türkiye'dir. Bu kapının Karadeniz'e giriş-çıkış yapılan ve 10 milyondan fazla insanın yaşadığı İstanbul Boğazı'ndan her 9 dakikada 1 gemi ve her 51 dakikada 1 tehlikeli yük taşıyan gemi geçiş yapmaktadır. İstanbul Boğazı'ndan 2005 yılında taşınan tehlikeli yük miktarı yaklaşık 144 milyon tondur. Çanakkale Boğazı'nda bu miktar 150 milyon tona ulaşmaktadır. Türk Boğazlarının fiziki yapısı değişmezken geçiş yapan gemi sayısı ve taşınan tehlikeli yük miktarı her geçen yıl artış eğilimi göstermektedir. Bir başka ifade ile Türkiye, Boğazlar yoluyla taşınan ham petrol ve petrol türevleri neticesinde kuzey-güney enerji koridoru haline gelmiştir. Taşınan bu yükün %35'inin Avrupa Birliği üyesi devletlere gitmesi de ayrı bir önem arz etmektedir.
Bazı bilim adamlarınca Asya ile Avrupa'nın denizaltındaki sınırı olarak kabul edilen Ege Denizi'ndeki kıtasal ayırım bölgesinin doğu yarısındaki kıyıdaş devlet Türkiye'dir. Karmaşık teknik ve hukuki problemleri içeren ve çözüm arayışları devam eden çok sayıda sorun bulunan Ege'deki haklarımız ile temel milli çıkarlarımızı koruma ve kollamaya yönelik kararlı ve tutarlı bir duruş ile denizci bir yaklaşım sergileyebildiğimizi söyleyemiyoruz. Ege Denizi'ndekiler de dahil olmak üzere Türkiye ile Yunanistan'ın yaşamsal çıkarlarını birbirine uyumlu hale getirerek her iki devlet arasında siyasi ve askeri bir denge kurulmasını amaçlayan ve Ege'nin hukuki statüsünü belirleyen Lozan Barış Andlaşması'na göre Ege'nin yaklaşık %75'ini açık deniz oluşturmakta ve kıyıdaş devletlerden biri olarak Türkiye, başta ulaştırma ve uçuş hakkı olmak üzere balıkçılık ve bilimsel araştırma gibi açık deniz serbestilerinden istifade edebilmekteydi. Bugün Lozan'ın, Ege Denizi'nde tesis ettiği statüden Türkiye aleyhine fazlasıyla uzaklaşıldığını, Türkiye'nin bu denizdeki haklarının gasp edilmesi sonucunu doğurabilecek fiili durumlar ile ciddi siyasi teşebbüslerle karşı karşıya bırakıldığımızı görmekteyiz.
Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasında sıkışmış yarı kapalı bir deniz olan ve dünya su kütlesinin yaklaşık %1'ini oluşturmasına rağmen dünya deniz taşımacılığının %30'unun, ham petrol ve petrol ürünleri taşımacılığının ise %28'inin gerçekleştiği Akdeniz'in önemli bir bölümüne Türkiye kıyıdaştır. Bu denizde tartışmalı bir şekilde bazı bölgelerde 6 mil ve bazı bölgelerde 12 mil olarak uygulanmakta olan karasularımıza, ekonomik manada hapsedilmiş vaziyette yaşamayı sürdürüyoruz. Doğu Akdeniz'de deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin adlaşmaların olmaması nedeniyle diğer devletler, bu denizdeki açık deniz serbestilerinden ve bu bağlamda bilimsel araştırma ve avlanma haklarından istifade edebilmekte, Türkiye kendi kıta sahanlığının araştırılması ve işletilmesi hakkından halihazırda mahrum yaşamaktadır.

Türkiye'nin yakın deniz havzasındaki katma değerden aldığı pay
Denizler ve okyanusların gerek doğal kaynak olarak gerekse sunduğu hizmetler açısından tüm dünyada yaklaşık 23 trilyon dolar/yıllık bir katma değer sağladığı hesap edilmektedir. Bu katma değer içerisinde deniz ulaştırmasının payı yaklaşık 300 milyar dolar olup bunun da yaklaşık %30'u Akdeniz havzası taşımacılığından sağlanmaktadır. Toplam ithalat ve ihracatının yaklaşık %90'ını deniz yolu ile gerçekleştiren Türkiye'nin bu pastadan aldığı pay %1'dir. Bununla birlikte dünya yüklerinin %3.4'ünü taşımaktayız. Bunun anlamı dünya standartlarına göre 3.4 kat daha ucuz yük taşımaktayız. Dış ticaret taşımacılığında milli filonun payının %25'lerin altında gerçekleşmesi, dünya sıralamasında 1 Ocak 2000'de 18'inci olan Türk deniz ticaret filosunun, 2001'de 20'nci, 2004'de 23'üncü ve 2005'de ise 24'üncü sıraya düşmesi, seyir emniyeti ve deniz güvenliği bakımından gençleştirilme ihtiyacı açık olan Türk deniz ticaret filosunun mevcut 20 yaş ortalaması, irdelenmesi gereken diğer önemli konulardır.
Deniz taşımacılığı ile mukayese edildiği zaman demiryolu taşımacılığının 3 kat, karayolu taşımacılığının 7 kat ve havayolu taşımacılığının 21 kat daha pahalı olduğunu görmekteyiz. Türkiye kıyı şeridinin belirli bölgelerinde, özellikle Batı Karadeniz ile Doğu Akdeniz'de Gazipaşa-Silifke arasında kara ulaştırmasında ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Yüzyıllar boyunca denizle iç içe yaşamış bir coğrafyanın insanları olarak, denizin doğal otobanından yeterince istifade edemiyoruz. Karayollarında yaşanan bütün zorluklara, telafisi mümkün olmayacak düzeydeki acılara, can ve mal kayıplarına rağmen taşımacılığı denize kaydırabilmiş değiliz. Hala deniz kıyısında, denize ve kıyı şeridine büyük zararlar vererek, kıyılarımızın doğal yapısını ve güzelliklerini düzeltilemeyecek şekilde bozarak yüksek maliyetli otoyollar inşa etmek için uğraşıyoruz. Kara ulaştırmasının ağırlıklı ve yoğun olarak kullanılması nedeniyle yol bakım ve onarım maliyetleri çok yüksek değerlere ulaşmakta ve bu durum ülke kaynaklarının büyük ölçüde israfına sebep olmaktadır. Karayolu, demiryolu ve havayolu taşımacılığına rağmen çok daha ucuz olmasının yanında güvenli, düşük yatırım maliyetli ve çevre dostu olan deniz taşımacılığının ülkenin ekonomik gelişmesine sağlayacağı katkı ve oluşturacağı istihdam, üzerinde önemle ve gecikmeksizin durulması ve devlet eliyle değerlendirilmesi gereken bir konudur.
Kara ülkemizi çevreleyen denizler ile yakın deniz havzamızdaki katma değerden, 23 trilyon dolarlık yıllık pastadan; deniz ulaştırması, liman ve kıyı tesisleri işletmeciliği, gemi inşa ve tersanecilik, deniz turizmi, balıkçılık, denizcilik eğitimi, amatör denizcilik ve en önemlisi doğal kaynak işletmeciliği ile denizlerin canlı ve cansız kaynaklarından ve enerji imkanlarından bu coğrafyanın hak ettiği payın çok azını temin edebiliyoruz. Kuşkusuz bunun birinci nedeni deniz ülkesiyiz ama denizci ülke değiliz. Yüzümüzü denize dönebilmiş, deniz sevgisi ve tutkusu olan, deniz bilinci ve kültürü olan ve bunu nesilden nesile aktarabilen bir millet görünümünde değiliz. Denizci devlet kimliği ile dünya güç merkezi ve bir deniz imparatorluğu olan atalarımızı yeterince örnek aldığımızı söyleyemeyiz. Unutulmamalıdır ki üzerinde yaşadığımız coğrafya, denizci olmayan devletleri ve sırtını denize dönen milletleri affetmemiştir.

Türkiye'nin idari yapısı içerisinde denizcilik idaresi
Başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak üzere yürürlükteki yasalar ile ulusal düzenlemelerimiz Türkiye'nin idari yapısını ve işleyişini belirlemektedir. Bu yapı ve işleyiş içerisinde, denizcilik idaresi olarak 1993 yılında, Cumhuriyetin 70'inci yılında kurulan Denizcilik Müsteşarlığı'nın yeri ve konumu; genel olarak kamu hukuku, özel olarak idare hukuku bakış açılarıyla bellidir. Bugün Türk denizciliği çok sayıda bakanlık, kamu kurum ve kuruluşu ile sayısı her geçen gün değişerek artan ve yüzlerle ifade edilen kanun, tüzük, yönetmelik ve diğer düzenleyici işlemlerle idare edilmektedir. Denizcilikte var olan çok başlılık ile ulusal ve uluslararası ölçekte ve platformlarda yaşanan görev ve yetki çatışmaları bu durumun doğal bir sonucudur. Denizcilik idaresi Türkiye Cumhuriyeti idari yapısı içerisinde hak ettiği yeri alamazsa, denizciliğimize ve Türkiye'ye sağlayabileceği katkılar da sınırlı olacaktır. Denizcilik Müsteşarlığı'nın kuruluşundan bugüne kadar yaşanan süreç ve kazanılan tecrübeler bu durumu teyit etmektedir.
Bu çerçevede; bazı başarılı faaliyetlere ve atılmış olumlu adımlara rağmen, denizcilikten sorumlu bir Devlet Bakanlığı uhdesinde 1993'den Kasım 2002'ye kadar yaşanan Müsteşarlık deneyimi ve önemli ölçüde harcanan 10 yıl, 2003'den itibaren Denizcilik Müsteşarlığı'nın gayretli çalışmalarına ve önemli başarılarına rağmen Hükümetin karakteri ve denizciliği bağlı ve küçültülmüş bir idari yapı içerisinde yönetme arzusu ile Türkiye'yi çevreleyen denizleri ufuk mesafesi derinliğinde mücavir alan olarak algılayan bakanlık, kurum ve kuruluşların aktif müdahaleleri ve denizciliği daha fazla yönetme girişimleri, denizciliğimizin bugünü ve geleceği üzerine konulmuş bir ipotek hüviyetini muhafaza etmektedir. Bu bakış açıları ve yaklaşımlar değişmediği ve bu bağlamda yasal değişiklik yoluna gidilerek güçlü bir denizcilik idaresi oluşturulamadığı takdirde, ehil ellerde ve gayretli çalışmalarla sağlanabilecek başarılar da sınırlı ve taktik düzeyde olacaktir. Halbuki Türk denizciliğinin sorunu politik ve stratejiktir. Barbaros Hayrettin Paşa ve Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği hedeflere politik ve stratejik düzeyde gösterilecek irade ve kararlılıkla varılabilir.

Kaynak: ortadogugazetesi.net

Alıntı:

Keten Prenses adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 1358366)
Türkiye Denizcilik Tarihi

İstanbul, Marmara Denizi, Haliç ve Boğaz kıyılarına yayılmış olan konumu nedeniyle bugün olduğu gibi Osmanlı döneminde de bir deniz kenti olmuştur. 15., 16., 17. yüzyıllarda deniz ulaşımı kayık, pereme (Yolcu ve miktarı az yükleri taşımakta kullanılan küçük deniz teknesi) ve mavnalarla sağlanmaktaydı.

Fatih Sultan Mehmet döneminde 1455 yılında gemi yapımı amacıyla Tersane–i Amire kurulmuştur.

Osmanlı dönemi gemileri, Osmanlı tarafından kurulan İzmit, Gelibolu, Gemlik, Sinop ve Kasımpaşa tersanelerinde (Bugünkü adıyla Taşkızak Tersanesi, Haliç Tersanesi, Camialtı Tersanesi) yapılırdı.

Bugünkü Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin ilk temel taşı olan bu gemiler, Tersane-i Amire’nin malıydı.


Osmanlı döneminde ilk buhar makineli BUĞ adlı gemi, 1827 yılında satın alınmıştır. 1837 yılında, bugünkü Taşkızak Tersanesinin bulunduğu Aynalıkavak’tan denize indirilen ESER-İ HAYIR ise tersanelerimizde inşa edilen ilk buharlı yolcu gemisidir.

Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin ilk nüvesini 1843 yılında kurulan Fevaid-i Osmaniye teşkil eder. İşletme Kadıköy ve Adalar’a yolcu taşımacılığı ile faaliyetlerine başlamıştır. 1870 yılında ise İrade-i Şahane ile İdare-i Aziziye unvanını almıştır.

1878 yılında İdare-i Aziziye unvanı İdare-i Mahsusa olarak değiştirilmiştir. İdare-i Mahsusa 1851 yılında Fuad ve Cevdet Paşaların gayretleriyle Boğaziçi’ne vapur işletme amacıyla kurulan Şirket-i Hayriye (Bu günkü Şehirhatları) ve Şark Şimendiferleri şirketleriyle yaptığı anlaşmalar gereğince yolcu ulaşım hatlarını genişletmiştir. Galata Köprüsü’nden Haydarpaşa’ya, Beşiktaş’tan Üsküdar ve aydarpaşa’ya olmak üzere iki hat açmıştır.

1909 yılında siyasi ve ekonomik sebeplerden gemi işletme imtiyazı bir İngiliz şirketine devredilmiştir. Ancak İngiliz şirketi yükümlülüğünü yerine getirmeyince 1910 yılında İdare-i Mahsusa’nın unvanı değiştirilerek Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi olmuştur.
Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi 1925 yılında 597 sayılı Kanunla Türkiye Seyr-i Sefain İdaresi haline getirilmiştir. Bu dönemde filoya ilave edilen gemilerle Köprü - Pendik ile Köprü - Yeşilköy arasında hatlar oluşturulmuş ve seferler konmuştur. Daha sonraki yıllarda İstanbul - İzmit ile İzmit Körfezi hattı açılmış ve bu hat Yalova’ya kadar uzatılmıştır.
1933 yılında 2248 sayılı Kanun’la, Türkiye Seyr-i Sefain İdaresi, üç işletme durumuna getirilmiştir.
Bu işletmeler;
1- AKAY, (İstanbul ve civarı iç hatlar ile Yalova),
2- Denizyolları (Marmara, Akdeniz ve Karadeniz dış hatlar),
3- Fabrika ve Havuzlar Müdürlükleri,
isimlerini almıştır.
AKAY İşletmesi, Ülev ve Suvat gemilerini inşa ettirmiş ayrıca, Şirket-i Hayriye’den Göztepe, Erenköy, Anadolu, Bağdat, Denizyolları’ndan Bağdat, Halep, Basra gemilerini alarak filosunu genişletmiştir.
1937 yılında 3295 sayılı Kanun’la, Denizyolları, AKAY, Fabrika ve Havuzlar Müdürlükleri, İstanbul, İzmir, Trabzon Liman İşletmeleri, Tahlisiye Müdürlüğü ve Van Gölü İşletmesi İktisat Vekaletine bağlı olarak kurulan Denizbank’a bağlanmıştır.
Ancak, faaliyetini 1,5 yıl sürdüren Denizbank, 1939 yılında 3633 sayılı Kanunla kaldırılarak yerine Devlet Limanları İşletme Umum Müdürlüğü ile Devlet Denizyolları ve İşletmeleri Umum Müdürlüğü olarak iki umum müdürlük kurulmuştur.
1944 yılında 4571 sayılı Kanunla, Devlet Limanları İşletme Umum Müdürlüğü kaldırılarak görevleri, Devlet Denizyolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğüne verilmiştir.
1944 yılında 4571 sayılı Kanunla, yeni bir hüviyet kazanan Devlet Denizyolları ve Limanları İşletme Umum Müdürlüğü, Kıyı Emniyeti İşletmesi ismi altında Fenerler ve Cankurtaran Teşkilatı’nı bünyesine almış ve Şirket-i Hayriye’nin de 94 yıllık müstakil faaliyetine son verilmiştir. Ayrıca,1945 yılında Şehirhatları İşletmesi de bu Umum Müdürlüğe dahil edilmiştir.
Denizcilik Bankası T.A.O. 1951 yılında, 5842 sayılı Kanun’la kurularak 01.03.1952 tarihinden itibaren faaliyete geçmiştir.
Denizcilik Bankası T.A.O.’nın Ana Sözleşmesinde yer alan faaliyet konuları aşağıdaki şekilde belirlenmiştir;
- Bankacılık,
- Türkiye kıyılarında ve yabancı denizlerde nakliyat,
- Şehirhatları,
- Liman işleri,
- Denizde can ve mal güvenliği işleri (Kıyı Emniyeti),
- Denizde gemi kurtarma işleri,
- Fabrika ve havuzlar (Tersanecilik ),
Denizcilik Bankası T.A.O.’nın ismi 1983 yılında 117 sayılı KHK ile Türkiye Denizcilik Kurumu Genel Müdürlüğü olarak değiştirilmiştir.
Türkiye Denizcilik Kurumu Genel Müdürlüğü’nün adı, 1984 yılında yürürlüğe giren Kamu İktisadi Teşebbüslerinin yeniden düzenlenmesi ile ilgili 233 sayılı KHK gereği Türkiye Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürlüğü olarak değiştirilmiştir.
Türkiye Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürlüğü’nün faaliyetleri arasında bulunan tersanecilik hizmetleri, 1985 yılında bünyeden ayrılarak Türkiye Gemi Sanayi A.Ş. ‘ne bağlanmıştır.
Türkiye Denizcilik İşletmeleri, T.C. Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı olarak faaliyetlerine devam ederken özelleştirme kapsamına alınarak 24.11.1994 tarihinde kabul edilen 4046 sayılı Kanun gereği kurulan, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na bağlanmış ve adı TDİ Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş. olarak değiştirilmiştir.
TDİ Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş. bünyesinde bir müdürlük olarak yer alan, Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma Müdürlüğü, 1997 yılında Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 97/12 sayılı Kararıyla, 393 personeli ile birlikte, bila bedel olarak T.C. Başbakanlık Denizcilik Müsteşarlığı’na devredilmiştir.
Son olarak, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın 08.02.2002 tarih ve 1206 sayılı yazıları doğrultusunda, Türkiye Gemi Sanayii A.Ş.’nin tüzel kişiliği sona ermiş ve TDİ Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş. bünyesine dahil edilmiştir.

Alıntı:

Misafir adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 1653166)
1920 den günümüze kadar gelen türk denizciliğinde değişim ve gelişim

Alıntı:

by85 adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 1761702)
1920 yılından günümüze türk denizciliğindeki gelişmeler

Alıntı:

Misafir adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 1764349)
ben sizden 1920 yılından günümüze Türk denizciliğinde meydana gelen değişim ve gelişi mi istiyoruuuum (onunla ilgili şeyler yazın ltfeen)..

Alıntı:

Misafir adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 1767287)
xxxxxxxxxxxxxxxxxxddddddddddddddddddddddd



Misafir 2 Mayıs 2010 17:41

1920'den günümüze türk denizciliğindeki değişim ve gelişim
 
başlığa uygun bilgi lütfen


Misafir 25 Mayıs 2010 19:06

ödev
 
bana acil lazım olan bir ödev var konu 1920 2010 yılları arasındaki ekonomik ve kültürel değişimi ve önemli olaylarını gösteren yazı


Misafir 25 Mayıs 2010 21:47

1920 yılından günümüze türk denizciliğinde meydana gelen değişim ve gelişim..?..(=..
 
ama (1920) olacak yukardakinde bahsetmiyor sadece 1925 ama ltfen yha 1920 yılından günümüze türk denizciliğinde meydana gelen değişim ve gelişim..?..(=..ltfen bulun perşembe gitcek 1 gün kaldı yha..:((


Misafir 31 Ekim 2010 21:32

önemli
 
'son 10 yılda türkiyede denizcilik ' hiç bi yerde bulamadım :S


ener 31 Ekim 2010 21:44

Alıntı:

Misafir adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 1853980)
'son 10 yılda türkiyede denizcilik ' hiç bi yerde bulamadım :S

İnceleyiniz.


Misafir 15 Şubat 2011 16:30

Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu Mustafa Kemal Atatürk "En güzel coğrafi vaziyette ve üç
tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile
en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifade etmeyi
bilmeliyiz. Denizciliği, Türk’ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu
az zamanda başarmalıyız." diyerek hem mevcut durumun bir analizini yapmış
hem de denizci devlet ve denizci millet idealini ortaya koyarak,
ulaşılması gereken hedefi göstermiştir. Bu hedef doğrultusunda 1 Temmuz 1926
tarihinde Kabotaj Kanunu yürürlüğe sokulmuş ve Türk denizcilik gücünü toparlamaya
ve geleceğe taşımaya yönelik önemli adımlar atılmıştır. Bununla birlikte, dünya
denizciliğindeki gelişmeler paralelinde değerlendirildiği zaman, Cumhuriyet Türkiye’sinin, Osmanlının bıraktığı yerde
Anadolu kıyılarına hapsedilmiş vaziyette kalmaya devam ettiğini, Türk Deniz Kuvvetleri’ndeki
gelişme ve büyüme dışında 80 yılda değişen çok şey olmadığını
müşahade etmekteyiz. Denizle bütünleşmiş bir coğrafyada, bir deniz ülkesinde yaşıyoruz.
Ancak, denizci bir ülke olduğumuz söylenemez. Çevre denizlerimizi politik, stratejik
ve ekonomik bakımdan olması gereken düzeyde değerlendirebilmiş değiliz. Denizciliği Türk’ün
büyük milli ülküsü olarak düşünerek onu başardığımız ve denizci bir
millet yetiştirdiğimiz söylenemez.
Türkiye’yi çevreleyen denizler ve Türk Boğazları
Üç
asır Türk gölü hüviyetinde olan, 1774′de Türk-Rus denizine dönüştürülen ve
bugün altı devletin kıyıdaş olduğu Karadeniz’in yaklaşık yarısı bu denize
kıyısı bulunan devletlerle yapılan andlaşmalarla Türkiye’nin kıta sahanlığı ve münhasır
ekonomik bölgesi olarak, diğer bir ifade ile Türkiye’nin belirli egemen
haklara sahip olduğu alan olarak tescil edilmiştir. Bununla birlikte uluslararası
hukuktan kaynaklanan haklarımız ile bu denizdeki ekonomik değerlerimizi nasıl koruyup
kollayacağımızı düzenleyen bir "Münhasır Ekonomik Bölge Kanunu"nu hazırlayıp yürürlüğe koyabilmiş
değiliz. Karadeniz’deki Türk kıta sahanlığının araştırılması ve potansiyel kaynakların tespit
edilerek işletilmesine yönelik milli bir tavır ve duruş sergileyemiyor, yapılması
gereken işlem ve uygulamaları yapamıyoruz.
Asya ile Avrupa kıtalarını coğrafi olarak
ayırmasına rağmen siyasi olarak iki kıtayı birbirine bağlayan Türk Boğazlarına
sahibiz. Rusya’nın Karadeniz’e inip Rus ticaret gemilerinin Boğazlardan serbest geçiş
hakkı elde ettiği 1774 Küçük Kaynarca Andlaşması’ndan itibaren Türkiye’ye yöneltilen
tehditlerin başlıca kaynağı gibi görünmesine rağmen, Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik
önemini artırıcı fonksiyonunu her zaman muhafaza eden Türk Boğazları’nın bu
niteliğinden yeterince istifade edebiliyor muyuz? Unutulmamalıdır ki Türk Boğazları sadece
Karadeniz’e kıyısı bulunan devletlerin değil, Tuna-Ren su yolunu saymazsak Karadeniz
havzası devletlerin de ana giriş-çıkış kapısıdır ve bu kapının sahibi
Türkiye’dir. Bu kapının Karadeniz’e giriş-çıkış yapılan ve 10 milyondan fazla
insanın yaşadığı İstanbul Boğazı’ndan her 9 dakikada 1 gemi ve
her 51 dakikada 1 tehlikeli yük taşıyan gemi geçiş yapmaktadır.
İstanbul Boğazı’ndan 2005 yılında taşınan tehlikeli yük miktarı yaklaşık 144
milyon tondur. Çanakkale Boğazı’nda bu miktar 150 milyon tona ulaşmaktadır.
Türk Boğazlarının fiziki yapısı değişmezken geçiş yapan gemi sayısı ve
taşınan tehlikeli yük miktarı her geçen yıl artış eğilimi göstermektedir.
Bir başka ifade ile Türkiye, Boğazlar yoluyla taşınan ham petrol
ve petrol türevleri neticesinde kuzey-güney enerji koridoru haline gelmiştir. Taşınan
bu yükün %35′inin Avrupa Birliği üyesi devletlere gitmesi de ayrı
bir önem arz etmektedir.
Bazı bilim adamlarınca Asya ile Avrupa’nın denizaltındaki
sınırı olarak kabul edilen Ege Denizi’ndeki kıtasal ayırım bölgesinin doğu
yarısındaki kıyıdaş devlet Türkiye’dir. Karmaşık teknik ve hukuki problemleri içeren
ve çözüm arayışları devam eden çok sayıda sorun bulunan Ege’deki
haklarımız ile temel milli çıkarlarımızı koruma ve kollamaya yönelik kararlı
ve tutarlı bir duruş ile denizci bir yaklaşım sergileyebildiğimizi söyleyemiyoruz.
Ege Denizi’ndekiler de dahil olmak üzere Türkiye ile Yunanistan’ın yaşamsal
çıkarlarını birbirine uyumlu hale getirerek her iki devlet arasında siyasi
ve askeri bir denge kurulmasını amaçlayan ve Ege’nin hukuki statüsünü
belirleyen Lozan Barış Andlaşması’na göre Ege’nin yaklaşık %75′ini açık deniz
oluşturmakta ve kıyıdaş devletlerden biri olarak Türkiye, başta ulaştırma ve
uçuş hakkı olmak üzere balıkçılık ve bilimsel araştırma gibi açık
deniz serbestilerinden istifade edebilmekteydi. Bugün Lozan’ın, Ege Denizi’nde tesis ettiği
statüden Türkiye aleyhine fazlasıyla uzaklaşıldığını, Türkiye’nin bu denizdeki haklarının gasp
edilmesi sonucunu doğurabilecek fiili durumlar ile ciddi siyasi teşebbüslerle karşı
karşıya bırakıldığımızı görmekteyiz.
Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasında sıkışmış yarı
kapalı bir deniz olan ve dünya su kütlesinin yaklaşık %1′ini
oluşturmasına rağmen dünya deniz taşımacılığının %30′unun, ham petrol ve petrol
ürünleri taşımacılığının ise %28′inin gerçekleştiği Akdeniz’in önemli bir bölümüne Türkiye
kıyıdaştır. Bu denizde tartışmalı bir şekilde bazı bölgelerde 6 mil
ve bazı bölgelerde 12 mil olarak uygulanmakta olan karasularımıza, ekonomik
manada hapsedilmiş vaziyette yaşamayı sürdürüyoruz. Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının
sınırlandırılmasına ilişkin adlaşmaların olmaması nedeniyle diğer devletler, bu denizdeki açık
deniz serbestilerinden ve bu bağlamda bilimsel araştırma ve avlanma haklarından
istifade edebilmekte, Türkiye kendi kıta sahanlığının araştırılması ve işletilmesi hakkından
halihazırda mahrum yaşamaktadır.
Türkiye’nin yakın deniz havzasındaki katma
değerden aldığı pay
Denizler ve okyanusların gerek doğal kaynak olarak gerekse
sunduğu hizmetler açısından tüm dünyada yaklaşık 23 trilyon dolar/yıllık bir
katma değer sağladığı hesap edilmektedir. Bu katma değer içerisinde deniz
ulaştırmasının payı yaklaşık 300 milyar dolar olup bunun da yaklaşık
%30′u Akdeniz havzası taşımacılığından sağlanmaktadır. Toplam ithalat ve ihracatının yaklaşık
%90′ını deniz yolu ile gerçekleştiren Türkiye’nin bu pastadan aldığı pay
%1′dir. Bununla birlikte dünya yüklerinin %3.4′ünü taşımaktayız. Bunun anlamı dünya
standartlarına göre 3.4 kat daha ucuz yük taşımaktayız. Dış ticaret
taşımacılığında milli filonun payının %25′lerin altında gerçekleşmesi, dünya sıralamasında 1
Ocak 2000′de 18′inci olan Türk deniz ticaret filosunun, 2001′de 20′nci,
2004′de 23′üncü ve 2005′de ise 24′üncü sıraya düşmesi, seyir emniyeti
ve deniz güvenliği bakımından gençleştirilme ihtiyacı açık olan Türk deniz
ticaret filosunun mevcut 20 yaş ortalaması, irdelenmesi gereken diğer önemli
konulardır.
Deniz taşımacılığı ile mukayese edildiği zaman demiryolu taşımacılığının 3 kat,
karayolu taşımacılığının 7 kat ve havayolu taşımacılığının 21 kat daha
pahalı olduğunu görmekteyiz. Türkiye kıyı şeridinin belirli bölgelerinde, özellikle Batı
Karadeniz ile Doğu Akdeniz’de Gazipaşa-Silifke arasında kara ulaştırmasında ciddi sıkıntılar
yaşanmaktadır. Yüzyıllar boyunca denizle iç içe yaşamış bir coğrafyanın insanları
olarak, denizin doğal otobanından yeterince istifade edemiyoruz. Karayollarında yaşanan bütün
zorluklara, telafisi mümkün olmayacak düzeydeki acılara, can ve mal kayıplarına
rağmen taşımacılığı denize kaydırabilmiş değiliz. Hala deniz kıyısında, denize ve
kıyı şeridine büyük zararlar vererek, kıyılarımızın doğal yapısını ve güzelliklerini
düzeltilemeyecek şekilde bozarak yüksek maliyetli otoyollar inşa etmek için uğraşıyoruz.
Kara ulaştırmasının ağırlıklı ve yoğun olarak kullanılması nedeniyle yol bakım
ve onarım maliyetleri çok yüksek değerlere ulaşmakta ve bu durum
ülke kaynaklarının büyük ölçüde israfına sebep olmaktadır. Karayolu, demiryolu ve
havayolu taşımacılığına rağmen çok daha ucuz olmasının yanında güvenli, düşük
yatırım maliyetli ve çevre dostu olan deniz taşımacılığının ülkenin ekonomik
gelişmesine sağlayacağı katkı ve oluşturacağı istihdam, üzerinde önemle ve gecikmeksizin
durulması ve devlet eliyle değerlendirilmesi gereken bir konudur.
Kara ülkemizi
çevreleyen denizler ile yakın deniz havzamızdaki katma değerden, 23 trilyon
dolarlık yıllık pastadan; deniz ulaştırması, liman ve kıyı tesisleri işletmeciliği,
gemi inşa ve tersanecilik, deniz turizmi, balıkçılık, denizcilik eğitimi, amatör
denizcilik ve en önemlisi doğal kaynak işletmeciliği ile denizlerin canlı
ve cansız kaynaklarından ve enerji imkanlarından bu coğrafyanın hak ettiği
payın çok azını temin edebiliyoruz. Kuşkusuz bunun birinci nedeni deniz
ülkesiyiz ama denizci ülke değiliz. Yüzümüzü denize dönebilmiş, deniz sevgisi
ve tutkusu olan, deniz bilinci ve kültürü olan ve bunu
nesilden nesile aktarabilen bir millet görünümünde değiliz. Denizci devlet kimliği
ile dünya güç merkezi ve bir deniz imparatorluğu olan atalarımızı
yeterince örnek aldığımızı söyleyemeyiz. Unutulmamalıdır ki üzerinde yaşadığımız coğrafya, denizci
olmayan devletleri ve sırtını denize dönen milletleri affetmemiştir.
Türkiye’nin idari yapısı içerisinde denizcilik idaresi
Başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak
üzere yürürlükteki yasalar ile ulusal düzenlemelerimiz Türkiye’nin idari yapısını ve
işleyişini belirlemektedir. Bu yapı ve işleyiş içerisinde, denizcilik idaresi olarak
1993 yılında, Cumhuriyetin 70′inci yılında kurulan Denizcilik Müsteşarlığı’nın yeri ve
konumu; genel olarak kamu hukuku, özel olarak idare hukuku bakış
açılarıyla bellidir. Bugün Türk denizciliği çok sayıda bakanlık, kamu kurum
ve kuruluşu ile sayısı her geçen gün değişerek artan ve
yüzlerle ifade edilen kanun, tüzük, yönetmelik ve diğer düzenleyici işlemlerle
idare edilmektedir. Denizcilikte var olan çok başlılık ile ulusal ve
uluslararası ölçekte ve platformlarda yaşanan görev ve yetki çatışmaları bu
durumun doğal bir sonucudur. Denizcilik idaresi Türkiye Cumhuriyeti idari yapısı
içerisinde hak ettiği yeri alamazsa, denizciliğimize ve Türkiye’ye sağlayabileceği katkılar
da sınırlı olacaktır. Denizcilik Müsteşarlığı’nın kuruluşundan bugüne kadar yaşanan süreç
ve kazanılan tecrübeler bu durumu teyit etmektedir.
Bu çerçevede; bazı
başarılı faaliyetlere ve atılmış olumlu adımlara rağmen, denizcilikten sorumlu bir
Devlet Bakanlığı uhdesinde 1993′den Kasım 2002′ye kadar yaşanan Müsteşarlık deneyimi
ve önemli ölçüde harcanan 10 yıl, 2003′den itibaren Denizcilik Müsteşarlığı’nın
gayretli çalışmalarına ve önemli başarılarına rağmen Hükümetin karakteri ve denizciliği
bağlı ve küçültülmüş bir idari yapı içerisinde yönetme arzusu ile
Türkiye’yi çevreleyen denizleri ufuk mesafesi derinliğinde mücavir alan olarak algılayan
bakanlık, kurum ve kuruluşların aktif müdahaleleri ve denizciliği daha fazla
yönetme girişimleri, denizciliğimizin bugünü ve geleceği üzerine konulmuş bir ipotek
hüviyetini muhafaza etmektedir. Bu bakış açıları ve yaklaşımlar değişmediği ve
bu bağlamda yasal değişiklik yoluna gidilerek güçlü bir denizcilik idaresi
oluşturulamadığı takdirde, ehil ellerde ve gayretli çalışmalarla sağlanabilecek başarılar da
sınırlı ve taktik düzeyde olacaktir. Halbuki Türk denizciliğinin sorunu politik
ve stratejiktir. Barbaros Hayrettin Paşa ve Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği
hedeflere politik ve stratejik düzeyde gösterilecek irade ve kararlılıkla varılabilir.


Misafir 18 Nisan 2011 20:33

1920 den buyana türk denizciliğindeki değişiklikler lasım lütfen yardım


06 ceza 06300 1 Mart 2013 15:09

1920 den beri denizciliğin gelişimi
 
Alıntı:

Misafir adlı kullanıcıdan alıntı (Mesaj 1781345)
ama (1920) olacak yukardakinde bahsetmiyor sadece 1925 ama ltfen yha 1920 yılından günümüze türk denizciliğinde meydana gelen değişim ve gelişim..?..(=..ltfen bulun perşembe gitcek 1 gün kaldı yha..:((




1920 Yılından Günümüze Türk Denizciliğinde Meydane Gelen Değişim Ve Gelişim

Milli Mücadele Dönemi

Bu dönem, geçmişi parlak zaferlerle dolu olan Türk denizciliğinin acı ve hüzün dolu sayfalarından birisini teşkil etmektedir. Ancak Milli Mücadelemiz esnasındaki olumsuz koşullar, Türk denizcisinin doğasında var olan vatan ve millet sevgisini yok edememiş; bazı denizciler gizlice Anadolu’ya geçerek kara savaşlarına fiili olarak katılmış; bazıları ise Karadeniz’de ve Marmara’da ülkenin harbe devam azim ve iradesini güçlendirecek lojistik nakliyatı kanları ve canları pahasına idame etmişlerdir. Diğer taraftan, İstanbul’da kalan denizciler, Muavenet-i Bahriye Cemiyeti’ni kurarak, Milli Hükümetin deniz gücünü personel ve materyal olarak desteklemiş ve aynı zamanda Milli Kuvvetlere istihbarat desteği sağlamışlardır.
Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince, TURGUTREİS, HAMİDİYE ve MECİDİYE Kruvazörleri, İşgal Kuvvetleri tarafından duruş ve vuruş güçleri zayıflatılarak Haliç’te atıl olarak tutulmuş; YAVUZ Zırhlısı ise, Haliç’te deniz trafiğini aksatabileceği endişesi ile cephanesi alınmış ve topları sökülmüş olarak İzmit’e nakledilmiştir. Bu dönemde sadece, Marmara’da sahil güvenlik hizmetleri için kullanılan AKHİSAR ve DRAÇ Torpidobotları ile aynı görev için İzmir’e gönderilen HIZIRREİS Gambotu ve Saros Körfezi’nde mayın temizleme faaliyeti ile görevlendirilen NUSRET ve TİR-İ MÜJGAN mayın gemileri görev yapmıştır.

Bununla birlikte, İstiklal Harbi başlamadan Bahriye Nezareti tarafından karakol görevi ile 1919 yılının Şubat ayında PREVEZE Gambotu Sinop’a, AYDINREİS Gambotu Trabzon’a gönderilmiştir. PREVEZE ve AYDINREİS Gambotları 1919 yılı sonlarına kadar kömür sağlanamadığı için limanda kalmıştır. İstiklal Harbi başladığında ise bu iki gambot, İstanbul Hükümeti’nin bütün zorlamalarına rağmen İstanbul’a geri dönmeyip, Milli Hükümetin emrine girmiş ve İstiklal Harbi Nakliye Filosunun çekirdeğini oluşturmuştur. İstiklal Harbi’nin gelişim sürecine paralel olarak çeşitli yollardan sağlanan büyüklü, küçüklü teknelerle bir Nakliye Filosu kurulmuş ve bu Filo, Milli Cepheleri harp boyunca bütün gücüyle desteklemiştir.
İstiklal Harbi 1920 yılında ana çizgileriyle ortaya çıkmış ve kazanılan başarılardan sonra kesin zafere ulaşmak için Batı Cephesi’nin önem ve önceliği daha da artmış ve bunun neticesinde Karadeniz üzerinden silah, cephane ve her türlü malzemeyi ihtiva eden lojistik nakliyatı idame yaşamsal bir boyut kazanmıştır. Bu maksatla, Karadeniz’de kaçak olarak bir deniz nakliyat teşkilatının meydana getirilmesi hayati bir harekat ihtiyacı olarak ortaya çıkmıştır. Bu kapsamda, 10 Temmuz 1920 günü Milli Müdafaa Vekaleti (Milli Savunma Bakanlığı)’ne bağlı olarak “Umur-u Bahriye Müdürlüğü” teşkil edilmiş ve bu Kuruluşa, öncelikle Karadeniz’deki deniz nakliyatını tesis ve idame etme görevi verilmiştir. Ayrıca mevcut deniz teşkilleri de bu Müdürlüğe bağlanmıştır. Bu Kuruluş, mahalli tekneler ve gönüllüleri son derece başarılı bir şekilde örgütlemiş; düşman gemilerinin hareketlerini izlemek üzere güvenilir bir istihbarat ağı tesis etmiş ve bu nedenle lojistik nakliyat, en uygun zaman ve mekan koordinesi ile başarıyla sürdürülmüştür.
Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Rusya ile askeri malzeme yardımı konusunda anlaşma sağlamıştır. Bu maksatla, 21 Eylül 1920 tarihinde kurulan Trabzon Kaçakçı Müfrezesi, Milli Müdafaa Vekaleti’nin 26 Ekim 1920 tarihli talimatı ile Trabzon Nakliyat-ı Bahriye Müfreze Kumandanlığı adını almıştır.

İstiklal Harbi’nin müteakip safhalarında Deniz Kuvvetlerine, özellikle de deniz nakliyatına olan ihtiyacın artması ve bu yönde kullanılan deniz vasıtalarının nitelik ve niceliğinin büyümesi sebebiyle “Umur-u Bahriye Müdürlüğü” teşkilatı genişletilmiş ve bu Müdürlük, 01 Mart 1921 tarihinde Milli Müdafaa Vekaletine bağlı olarak, “Bahriye Dairesi Reisliği” adını almış; İzmit, Samsun, Amasra Bahriye Kumandanlıkları ile Trabzon Nakliyat-ı Bahriye Müfreze Kumandanlığı, Karadeniz Ereğli Nakliyat-ı Bahriye Kumandanlığı, Eğirdir Gölü Bahriye Müfrezesi ve Fethiye Bahriye İhtiyat Grubu, bu Reislik emrine verilmiştir.

Marmara Denizi’nde nakliyat faaliyetlerinin önem kazanması ve İzmit Körfezi’nin savunulması maksadıyla 28 Haziran 1921 günü İzmit Bahriye Kumandanlığı kurulmuştur. İzmit Bahriye Kumandanlığı bölgedeki deniz nakliyatını idame faaliyetlerinin yanı sıra, I.Dünya Harbi’nde tahrip edilmiş olan demiryolu köprülerini onararak, kara nakliyatına da önemli katkılar sağlamıştır.
Deniz Subayları tarafından 01 Ocak 1921 tarihinde kurulmuş olan Samsun Bahriye Kumandanlığı ise, daha ziyade diğer deniz birliklerinin er ihtiyacını karşılayacak çalışmalar yapmış ve bu birliklere eğitimli deniz erleri sevk etmiştir. Pontus Rum çetelerine karşı da büyük mücadeleler veren bu Komutanlık, 1929 yılında lağvedilmiştir.
Amasra Bahriye Kumandanlığı: Karadeniz’in Batı kısmında ve Boğaz bölgesinde düşman unsurlarına yönelik olarak öncelikle keşif gözetleme faaliyetleri icra etmiş; çıkan fırsatlardan istifade ile zaman zaman taarruzi roller üstlenmiştir.
Karadeniz Ereğli Nakliyat-ı Bahriye Kumandanlığı, İstanbul-Akçakoca ve Trabzon-Akçakoca arasında yapılan deniz nakliyatını sevk ve idare etmek; aynı zamanda bölgesindeki nakliye gemi ve araçlarına lojistik destek ve üs kolaylıkları sağlamak üzere, 17 Nisan 1921 tarihinde Ereğli’de kurulmuştur. Bu Komutanlık, Batı Karadeniz’de nakledilen askeri malzemeye ilişkin kayıtları da tutmuş ve Bahriye Dairesi Reisliğine bu konuda günlük raporlar vermiştir.
Ege ve Doğu Akdeniz Bölgelerinde, 16 Mart 1921 tarihinde kurulmuş olan Fethiye Bahriye İhtiyat Grubu ile Liman Reislikleri, kıyı kontrolü, istihbarat toplama, nakliye ve sahil güvenlik görevleri icra etmişlerdir. Diğer taraftan, Eğridir Gölü Bahriye Müfrezesi ise Antalya’ya gelen askeri malzemenin Batı Cephesine Eğridir Gölü üzerinden nakledilmesinde görev almıştır. Ülke çapındaki tüm bu lojistik destek faaliyetleri, Ankara’da ana karargahı bulunan Bahriye Dairesinin üstün görev anlayışı ve titizlikle yaptığı planlamalar sayesinde başarı ile yürütülmüştür.
Hem Karadeniz’de hem de Marmara’da görev yapan nakliye gemileri, yaşlı ve düşük süratli olmalarına, tahkim edilmemiş üs ve limanlara istinaden harekat icra etmelerine ve korunmasız olarak seyir yapmalarına rağmen, adeta mucizeler yaratmış; üstün bir görev anlayışı, cesaret ve feragatla deniz nakliyatını sürdürmüşlerdir.
Milli Mücadele süresince Karadeniz’deki lojistik nakliyat faaliyetleri kapsamında, irili ufaklı 26 tekne ile toplam 300 bin ton malzeme Sovyetler Birliği’nin Karadeniz limanlarından Türk limanlarına taşınmış ve bu suretle Anadolu’daki cepheler desteklenmiştir. Ayrıca, düşmanın ağır baskı ve engellemelerine rağmen, bir avuç kahraman denizcinin çabaları ile İstanbul’dan denizyolu ile İnebolu, Samsun, Yalova, Karamürsel ve İzmit’e gizli ve kaçak yollarla cephane ve malzeme sevkedilmiş; bu girişimler Milli Kuvvetlerin hem direncini artırmış; hem de moral ve motivasyonunu en üst düzeye çıkarmıştır. Türk Denizcileri, İstiklal Harbi’nde belki de harbin kaderini değiştiren stratejik nakliyatı başarıyla tesis ve idame etmenin haklı gururunu taşımakta, o dönemin kahramanlarını saygı ile anmaktadırlar.

Tüm gemilerin büyük çaba ve fedakarlıklarının yanı sıra ALEMDAR Römorkörü’nün kahramanlığı Türk Denizciliğinin gurur abidelerinden birisini teşkil etmektedir. ALEMDAR, İstanbul’dan işgal kuvvetlerinin kontrolünden gemi kurtarma bahanesi ile Karadeniz Ereğli’ye kaçırılmış; Fransızlar daha sonra gemiyi yeniden kontrole alarak İstanbul’a geri götürme planları yaparlarken personel kahramanca gemiye el koyarak, 09 Şubat 1921 günü ALEMDAR’ı Ereğli’de baştankara etmiştir. Daha sonra ALEMDAR, Trabzon’a intikal etmiş ve çok değerli hizmetlerde bulunmuştur. İstiklal Harbi başlangıcında Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ü İstanbul’dan Samsun’a getiren BANDIRMA Vapuru da tarihimizin şanlı sayfaları arasında yerini almıştır. ATATÜRK, bu dönemdeki Deniz Kuvvetleri’nin faaliyetini şöyle açıklamıştır:

“Düşman ablukasına ve sahip olduğu kısıtlı deniz araçlarına rağmen, Bahriyemizin mensupları Karadeniz’de bir kaç gemi ile harikalar göstererek, hiçbir şey kaybetmeksizin deniz nakliyatını sağlamak suretiyle teşekküre değer hizmetler yapmışlardır.”

CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK DENİZ KUVVETLERİ

Bahriye Vekaleti Dönemi :
Türk Deniz Kuvvetleri, Osmanlı Devleti’nden miras olarak sadece harekat imkan ve kabiliyeti son derece sınırlı, az sayıda gemi devralmıştır. Bu gemilerin önemli bir kısmı Kurtuluş Savaşı süresince Haliç’te enterne edilmiş; Haliç trafiğini aksatabileceği düşüncesiyle, Kontrol komisyonunun talebiyle İzmit’e gönderilen YAVUZ Muharebe Kruvazörü, İstiklal Harbi sırasında İngilizler tarafından İzmit’ten Tuzla’ya çekilmiştir.

Mudanya Mütarekesi’nin 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanması ile birlikte 14 Kasım 1922 tarihinde Kasımpaşa’daki Bahriye Nezareti binası “İstanbul Bahriye Kumandanlığı” karargahı haline getirilmiş ve küçük tonajlı harp gemilerinin (BURAKREİS, SAKIZ, İSAREİS ve KEMALREİS gambotları ile “TAŞOZ” Sınıfı üç muhrip) bakım ve onarımlarının yaptırılarak “harekata hazır” hale getirilmesi için çalışmalar başlatılmıştır.
Ayrıca, bu çalışmalar paralelinde okul gemisi olarak kullanılması planlanan HAMİDİYE Kruvazörü onarıma alınmıştır.
Lozan Antlaşması gereği, Boğazlar bölgesinin özel bir komisyon tarafından idare edilecek tarafsız bir statüde olması nedeniyle Marmara Denizi içinde Donanmaya ait üs teşkil edecek bir liman yapılmasına karar verilmiş ve bu maksatla en elverişli bölge olan İzmit Körfezi’nde uygun yerlerin fizibilite çalışmaları yapılmıştır. 1923 yılında “Marmara Üssü Bahri ve Kocaeli Müstahkem Mevki Kumandanlığı” adı altında yeni bir komutanlık İzmit’te teşkil edilmiş ve aslında Kilise olan Fransız okul binası satın alınarak, Komutanlık Karargahı bu binaya nakledilmiştir. İzmit Bahriye Kumandanlığı ise bu Komutanlığa bağlanmıştır.
İzmir Bahriye Kumandanlığı Karargahı, İstiklal Harbi’ni takiben Kordon Boyu’nda kiralanan bir bina içinde kurulmuştur. Bu Komutanlık deniz emniyet ve müdafaa işlerini yürütmüştür. Emrine Mayın Grubu, Müstahkem Mevki Bahriye Müfrezesi, Uzunada İşaret İstasyonu, İzmir Atölyeleri ve Tayyare Bölüğü verilmiştir.
Donanma Komutanlığı, İstanbul Bahriye Komutanlığı binasında küçük bir bölümde faaliyet göstermiştir. Gemilerin hemen hepsi hurda durumda olduğundan bu Komutanlık öncelikle çalışmalarını gemilerin bakım ve onarımı üzerinde yoğunlaştırmıştır.
Cumhuriyet’in ilanından bir yıl gibi kısa bir süre sonra ATATÜRK, 11-21 Eylül 1924 tarihleri arasındaki Karadeniz seyahatini Cumhuriyet Donanmasının denize çıkan ilk gemisi olan HAMİDİYE Kruvazörü ile yapmış ve 20 Eylül 1924 günü, geminin şeref defterine Deniz Kuvvetlerimiz açısından tarihi belge niteliğinde olan şu sözlerini kaydetmiştir:

HAMİDİYE Kruvazörü, maziden kalan Donanma aksamı içinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin denizlerinde faaliyete geçen ilk gemisi oldu. Beş seneden beri mütehassiri olduğum deniz hayatını bana yaşatan bu gemi oldu. Türk Donanması kumanda ve zabitan heyetini bu gemide ve buna refakat eden PEYK-İ ŞEVKET Torpido Kruvazörü’nde tanıdım.
Temas ettiğim, ruhu genç, mefküresi genç, bu istikbal kumandan ve zabitleri bende Bahriyemiz için kuvvetli ümitler hasıl etti. Bu kıymetli, şedit arzulu heyeti yadigarı mazi olan bu gemi içinde bırakmakla iktifa olunamaz. Onları, müsait ve müstahak oldukları kadar inkişafa mazhar edebilmek için bugünün icabatına başvurmak lazımdır.
Hudutlarının mühim ve büyük aksamı deniz olan Türk Devleti’nin Donanması da mühim ve büyük olmak gerektir. O zaman Türkiye Cumhuriyeti daha müsterih ve emin olacaktır. Mükemmel ve kaadir bir Türk Donanmasına malik olmak gayedir. Bunun ilk azimet noktası, sefain-i harbiye tedarikinden evvel onları muvaffakıyetle sevk ve idareye muktedir kumandanlara, zabitlere, mütehassıslara malikiyettir.

HAMİDİYE’de ve PEYK-İ ŞEVKET’te tanıdığım arkadaşlar, gayeye yürüyebileceğimizin canlı ve kıymetli delilidirler.
Bugün için bu güzide heyet büyük alaka ile muhafaza olunacaktır. Mevcut büyük, küçük gemilerimizden yalnız kabili istifade olanlar tefrik ve ihya edilebilir. Donanmamız Heyet-i Umumiyesi’nde, faal ve nafi unsurlardan mütevazı bir bahri cüz’ü tam vücuda getirmek imkanına kani oldum.
Bunun için Hükümet-i Cumhuriyetin, tedbir ve teşebbüsleri ile şahsen alakadar olacağım. Esaslı ve kıymetli bir nokta-i azimeti bulduktan sonra ondan muazzam gayeye yürümek ve ona vasıl olmak elbette müyesser olacaktır.”

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Karadeniz gezisinin ardından ATATÜRK, Deniz Kuvvetlerine verdiği önem ve önceliği, 01 Kasım 1924 günü Türkiye Büyük Millet Meclisinin yeni dönem açılış toplantısında şöyle ifade etmiştir:
Efendiler!
Bahriye’yi esaslı ve ciddi bir biçimde geliştirip, düzenlemek düşünülmelidir. Bu konuda başlangıç noktası, özellikle seçkin elemanları hak ettikleri gibi yetiştirip, onlardan memleketin ivedi gereksinimlerinde yararlanmak ve herhalde memleketin gücünün üzerinde hayallerden de uzak durmak olmalıdır.

Asırların nadiren yetiştirdiği bir dahi olan ATATÜRK, Deniz Kuvvetleri gibi çok pahalı bir yatırım ve zaman gerektiren bir gücün bir anda oluşturulamayacağını çok iyi bilmekteydi. Bu nedenle, Deniz Kuvvetlerinin mevcut durumunu geliştirecek ve geleceğini planlayacak özerk bir Vekaletin kurulması gerekliliğine içtenlikle inanmaktaydı. ATATÜRK’ün bu açık ve kesin desteğinden sonra, Kastamonu Milletvekili Ali Rıza Beyin önerisi ile Türkiye Büyük Millet Meclisinden 30 Aralık 1924 tarihinde Bahriye Vekaleti (Denizcilik Bakanlığı) yasası çıkarılmıştır. Bahriye Vekaleti, Milli Müdafaa Vekaletinden ayrı bir kuruluş olarak görev yapmaya başlamış, eğitim, tatbikat, denetleme gibi alanlarda Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği (Genelkurmay Başkanlığı)’ne bağlanmıştır.
Bahriye Vekaletinin öncelik verdiği konu, ülkedeki ekonomik koşulları da gözardı etmeden, mevcut imkanlar dahilinde Donanmanın çekirdeğini meydana getirmek olmuştur. Bu çalışmalarında Bahriye Vekaleti kararlı ve emin adımlarla mesafe almış ve Deniz Kuvvetlerinin gelişimini uzun vadeli bir programa dayandırmıştır. Başlangıçta yurt dışı gemi alımından ziyade, mevcut gemilerin onarılarak, Donanmaya kazandırılması hedeflenmiştir. İlk olarak, YAVUZ Muharebe Kruvazörü’nün onarımı için bir Fransız şirketi ile anlaşma yapılmıştır. Ancak İstanbul’da YAVUZ’u havuzlayacakkapasitede büyük bir havuzun bulunmaması nedeniyle, öncelikle bir Alman şirketinin Gölcük Bölgesinde YAVUZ için uygun bir yüzer havuz yapmasına, daha sonra geminin bir Fransız şirketi tarafından onarılmasına karar verilmiştir. YAVUZ’un havuzlanma ihtiyaçları, bir anlamda Gölcük’ü Deniz Kuvvetleri ile özdeşleştirecek olan yolun başlangıcı olmuştur. Gölcük’te havuzu yapan Alman Flender Şirketi ile müştereken çeşitli onarım atölyeleri, barınma barakaları ile mayın, akümülatör ve torpido fabrikaları kurularak, faaliyete geçirilmiştir.
Bu tesisler Deniz Kuvvetlerinin Gölcük’teki ilk onarım teşkilleri olarak tarihi bir misyon üstlenmiş; daha sonraki yıllarda ard arda yapılan yeni tesisler ve modernizasyon projeleri ile o dönemlerde büyük bir bataklık, küçük bir göl ve fındık tarlaları ile kaplı olan bugünkü Poyraz Rıhtımı ve Gölcük Tersanesinin bulunduğu alan, Türk Deniz Kuvvetlerinin ağırlık merkezini oluşturan görkemli bir yapıya kavuşturulmuştur. Diğer taraftan, Lozan Antlaşması’nın Boğazlar bölgesini askerden arındırması nedeniyle Haliç’te ve İstinye’de bulunan Deniz Kuvvetlerine ait alt yapı tesisleri ilerleyen yıllar içinde bir plan dahilinde Gölcük’e transfer edilmiştir. Gölcük, bu dönemde ana üs olarak belirlenmiştir.
İzmit açıklarında demirli ve yaralı bulunan YAVUZ Muharebe Kruvazörü’nü ziyarete giden ATATÜRK, 1925 yılının Eylül ayında Donanma Komutanı Yarbay Necati’ye şunları söylemiştir:

YAVUZ Gemisine ilk defa geliyorum. Yaralı da olsa bugünkü şekli o zamandan daha pek çok değerlidir. Bu gemiyi Türk Milleti’nin ihtiyacı olan sağlam ve kudretli bir zırhlı şekline sokacağız. Bu kudret, silah bakımından sizlere, dış politika bakımından da bizlere büyük hizmetler görecek, gurur sağlayacaktır.
YAVUZ Muharebe Kruvazörü, 1927 yılında Gölcük’te havuzlanarak overhol edilmiştir. Halihazırda dünya çapında fırkateynler ve denizaltılar inşa eden Gölcük Tersanesinin ilk filizleri de bu dönemde atılmıştır.
Bu çalışmalara paralel olarak, Donanma personelinin eğitim ve öğretimine özel bir önem verilmiş; çeşitli konularda talimnameler hazırlanarak, kurumsallaşma yönünde ilk adımlar atılmıştır. Ayrıca, o döneme göre modern sayılabilecek yabancı ülke Deniz Kuvvetleri ile irtibat kurularak, yenilikler takip edilmeye çalışılmış ve Hollanda ile iki adet denizaltı inşası yönünde sözleşme imzalanmıştır.

Bahriye Vekaleti, 27 Aralık 1927 tarihinde lağvedilmiştir. Ancak, günümüzün modern ve çağdaş Türk Deniz Kuvvetlerine erişimde Bahriye Vekaletinin oynadığı tarihi ve yaşamsal rol bugün daha da iyi anlaşılmaktadır. Bu dönem, Türk denizciliğinin, ancak denizi tanıyan ve denizcilikten gelen yöneticilerin mevcudiyeti durumunda mesafe kat edebileceğini sergilemesi yönünden de önem arz etmektedir. Bahriye Vekaletinden sonra Türk Deniz Kuvvetlerinin gelişim süreci daha güvenli ve bilinçli olarak devam ettirilmiştir.

Deniz Müsteşarlığı Dönemi :

Genelkurmay Başkanlığında Milli Müdafaa Vekaletine bağlı olarak 1928 yılı Ocak ayında Deniz Müsteşarlığı kurulmuştur. Bu yeni teşkilatlanma ile Donanma Komutanlığı, idari ve lojistik bakımından Genelkurmay Başkanlığına bağlanmıştır.


Bu dönemde, envanterinde YAVUZ, TURGUTREİS, HAMİDİYE, MECİDİYE Kruvazörleri, PEYK-İ ŞEVKET ve BERK-İ SATVET Torpido Kruvazörleri ile SAMSUN, BASRA ve TAŞOZ Muhriplerini bulunduran Donanmamız, ana unsurları ile Gölcük’te faaliyet göstermiştir. Hollanda’ya sipariş verilen ve Kurtuluş Savaşı’nın coşkusunu yansıtan I.İNÖNÜ-I ve II.İNÖNÜ-I Denizaltıları da 1928 yılında Deniz Kuvvetlerimize katılmıştır.
Kurmay subay yetiştirmek üzere, 02 Kasım 1930 tarihinde Deniz Harp Akademisi Yıldız Sarayı’ndaki binasında eğitim/öğretim faaliyetine başlamıştır.

İtalya’da yapılmış olan ADATEPE-I, KOCATEPE-I, TINAZTEPE-I ve ZAFER-I Muhripleri, DUMLUPINAR-I ve SAKARYA-I Denizaltıları ile MARTI-I, DENİZKUŞU-I ve DOĞAN-I Hücumbotları 1931 yılında Deniz Kuvvetlerine katılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayı ile 1933 yılında Donanmanın ana üssünün Gölcük olmasına karar verilmiştir. Aynı yıl Gölcük Tersanesinde inşa edilen ilk gemi olan GÖLCÜK Tankeri kızağa konmuş ve bir yıl içerisinde denize indirilmiştir.
Bu dönemde YAVUZ Muharebe Kruvazörü, 1930 yılında onarımının tamamlanmasından sonra Deniz Kuvvetlerinin Sancak Gemisi olarak, 1950 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin denizlerdeki gücünün bir simgesi olmuş; bir çok devlet büyüğü ve yabancı konuk bu gemide ağırlanmıştır.

Bu kapsamda, YAVUZ Muharebe Kruvazörü, ZAFER-I ve TINAZTEPE-I Muhripleri ile birlikte 1933 yılında Başbakan İsmet İNÖNÜ’nün Bulgaristan’ı ziyareti münasebetiyle Varna’ya, 1936 yılında ise beş muhrip, dört denizaltı ve bir denizaltı ana gemisi ile eğitimler yapmak ve Akdeniz’de varlık göstermek maksadıyla Malta ve Yunanistan’a ziyaretlerde bulunmuştur. YAVUZ Muharebe Kruvazörü, tarihindeki belki de en acı görevini 19 Kasım 1938 tarihinde ATATÜRK’ün naaşını İstanbul’dan İzmit’e nakletmekle yapmıştır.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 1936 yılında imzalanması ile birlikte Boğazlar üzerindeki Türk egemenliği pekiştirilerek, uluslararası topluma kabul ettirilmiş ve bu sözleşmeyi takip eden günlerde İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nda birer Müstahkem Mevki Komutanlığı ve bu komutanlıklara bağlı olarak Deniz Komutanlıkları kurulmuştur.

II.Dünya Harbi için tehlike çanları çalmaya başladığında, Türk Deniz Kuvvetleri kendisini geliştirmiş ve o döneme göre küçümsenemeyecek bir güce erişmiştir. İngiltere’ye 1939 yılında 4 muhrip, 4 denizaltı, 2 mayın gemisi sipariş edilmiştir. Aynı yıl, Almanya’da inşa edilmiş olan SALDIRAY-I Denizaltısı Donanmaya katılmıştır. Ayrıca, Taşkızak Tersanesinde inşa edilen ve isimleri bizzat ATATÜRK tarafından verilen ATILAY-I ve YILDIRAY-I Denizaltıları denize indirilmiştir. BATIRAY Denizaltısına 1939 yılı Eylül ayında Alman Deniz Kuvvetleri tarafından el konulmuştur.

II.Dünya Harbi yıllarında Deniz Okulları emniyet açısından İstanbul’dan Mersin’e nakledilip, eğitim ve öğretim bu bölgede sürdürülmüştür. Savaş sırasında, 23 Haziran 1941 günü, REFAH Şilebi, İngiltere’den 4 denizaltı gemisini teslim alacak personel ve staj yapmak üzere İngiltere’ye gönderilen 20 Pilot adayı Kara Harp Okulu öğrencisi ile Mersin’den İskenderiye’ye intikalde iken bir denizaltı gemisinin attığı torpido ile batmış ve 167 kişi şehit olmuştur. Çanakkale Boğazı çıkışında sualtı savunma sistemleri ile ilgili denemeler yapan ATILAY Denizaltısı, 14 Temmuz 1942 tarihinde I.Dünya Harbi’nden kalma mayınlara çarparak batmış ve 39 denizaltıcımız şehit olmuştur. II.Dünya Harbi’nin bütün dünyayı kan ve gözyaşına çevirdiği bu karanlık günlerde meydana gelen bu iki olay, Türk Ulusu’nu derinden yaralamış ve yasa boğmuştur.
Türk Deniz Kuvvetlerini geliştirme ve modernizasyon çabaları, II.Dünya Harbi’nin sona ermesi ile birlikte hız kazanmış ve daha büyük atılımlarla yeni hedeflere yönelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nden temin edilen suüstü gemisi ve denizaltı sayısında önemli bir artış sağlanmış ve bunun yanı sıra özellikle, eğitim, personel ve lojistik konularında reform niteliğindeki projeler hayata geçirilmiş ve gerçek anlamda günümüzün modern deniz gücüne erişim yönünde köklü adımlar atılmıştır.


Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Dönemi :

Genelkurmay Başkanlığı Karargahında 1928 yılından 1949 yılına kadar Deniz Müsteşarlığı olarak temsil edilen Deniz Kuvvetleri, Yüksek Askeri Şuranın 15 Ağustos 1949 günü almış olduğu tarihi bir kararla Deniz Kuvvetleri Komutanlığı olarak teşkil edilmiştir. Bu yeni teşkilatlanma, Türk Deniz Kuvvetlerinin çağdaş ve güçlü bir yapıya kavuşması yönünde önemi bir dönüm noktası, bir mihenk taşıdır. Bu tarihten itibaren Deniz Kuvvetinin tüm yönetimini üzerine alan Deniz Kuvvetleri, mevcut kaynaklarını en rasyonel şekilde kullanarak her geçen gün daha da büyümüş, dünyadaki tüm gelişmeleri titizlikle takip ederek, emin ve kararlı adımlar atmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 18 Şubat 1952 tarihinde Kuzey Atlantik Savunma Paktı (NATO)’na üye olması ile birlikte, Türk Deniz Kuvvetleri de NATO’ya üye olan ülkelerle ilişkilerini artırmış; kuvvet yapısını, eğitim doktrinini, imkan ve kabiliyetlerini geliştirmiş ve NATO standartlarında harekat icra edebilen bir hüviyet kazanmıştır.
Bu dönemde, 04 Nisan 1953 tarihinde DUMLUPINAR-II (D-6) Denizaltısı’nın Çanakkale Boğazı’nda İsveç Şilebi NABOLAND ile çarpışması sonucu 81 denizaltıcımız şehit olmuş ve bu olay Türk Deniz Kuvvetlerine ve Türk Ulusu’na derin acılar yaşatmış; adeta yasa boğmuştur. Bu acı olay, Türk Ulusu ile Türk Denizcisi arasında bir gönül köprüsü kurmuş; Türk Milleti son nefeslerini, “Vatan Sağolsun” diye veren kahraman denizcileri için şiirler yazmış; şarkılar bestelemiştir.

Deniz Kuvvetlerinin büyüyen ve gelişen ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla 1961 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı:

* Donanma Komutanlığı
* Kuzey Deniz Saha Komutanlığı
* Güney Deniz Saha Komutanlığı
* Deniz Eğitim ve Öğretim Komutanlığı

şeklinde dört ana ast komutanlık olarak yeniden teşkilatlandırılmıştır. Deniz Eğitim Komutanlığının ismi 1995 yılında “Deniz Eğitim ve Öğretim Komutanlığı” olarak değiştirilmiştir.

Kıbrıs Sorunu 1960’lı yıllarda yoğun olarak ülke gündemini işgal etmeye başladığında çeşitli ihtimaliyat planları yapılmış ve güçlü bir Çıkarma Filosunun tesis ve idamesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler paralelinde, yurt içinde amfibi gemi ve araçlarının inşasına öncelik verilirken, yurt dışından da özellikle tank çıkarma gemisi tedariki yönünde planlamalar yapılmıştır. Türkiye’nin son derece yapıcı davranışları ve ikazlarına rağmen, Kıbrıslı Rumların katliama varan tek taraflı uygulamaları Türkiye’yi Ada’da bir amfibi harekat yapmağa mecbur bırakmıştır.

Türk Deniz Kuvvetleri, Yüce Ulusunun kendine olan sınırsız güvenini boşa çıkarmamış; sınırlı imkanlarına rağmen, 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı’nda kilit rol oynamış ve askeri açıdan tartışmasız en zor harekat olarak kabul edilen amfibi harekatı başarı ile gerçekleştirerek, amfibi ve kara birliklerinin emniyetle Kıbrıs’a çıkmasını sağlamış; aynı zamanda hem Kıbrıs’a yönelik düşman takviyesini engellemiş hem de Kara Harekatına deniz top ateş desteği sağlayarak, askeri ve siyasi hedeflerimizin ele geçirilmesinde büyük rol oynamıştır. Türk Deniz Kuvvetleri bu göz kamaştırıcı başarısına karşın, 67 mensubunu (54 denizci, 13 deniz piyadesi) ve KOCATEPE-II (D-354) Muhribini bu ulvi gaye uğrunda kaybetmiştir.
1980’li yıllar Türk Deniz Kuvvetlerinin Cumhuriyet dönemindeki gelişiminin tepe noktasına doğru ivme kazandığı yıllar olmuştur. Bu yıllarda, muhtelif modernizasyon projeleri gerçekleştirilmiş; Deniz Kuvvetlerinin harp silah ve araçlarında tek kaynağa bağlı kalmamak hedefine yönelik önemli adımlar atılmıştır. Gölcük Tersanesinde 1980 yılında inşa edilen 1000 tonluk “AY” Sınıfı denizaltı, Türk denizaltıcılığının gelişim sürecinde önemli dönüm noktalarından birisini teşkil etmiş; yine Gölcük’te 1988 yılında inşa edilen ilk modern fırkateyn olan TCG FATİH-(II) (F-242), Gölcük Tersanesinin uluslararası arenadaki prestijini daha da artırmıştır.
Bazı alanlardaki imkan ve kabiliyetlerini 1980’li yıllarda istenilen seviyeye çıkaramayan Türk Deniz Kuvvetleri, 1990’lı yılların sonunda gerçek anlamda bir açık deniz kuvveti hüviyeti kazanmıştır. Türk Deniz Kuvvetleri bu yıllarda harbe hazırlık seviyesi ve harekat kabiliyetini önemli ölçüde geliştirmiştir. Bu dönemde, Kara ve Hava Kuvvetleri ile yapılan müşterek harekata yönelik büyük ilerlemeler kaydedilmiş; Hava Kuvvetleri uçakları ile Orta ve Doğu Akdeniz de dahil olmak üzere, açık denizlerde müşterek harekat icra edebilme yeteneği artırılmıştır.

Bu dönemin en önemli gelişmelerinden birisi de, 1987 yılında Aksaz Deniz Üssü’nün Ege ile Akdeniz’i buluşturan stratejik bir mevkide tesis edilmesi olmuş; böylece, hem Türk Deniz Kuvvetleri hem de dost ve yabancı ülke gemilerini üs ve liman kolaylıkları açısından desteklemek üzere ilave bir yetenek kazanılmıştır.
Son yıllarda Akdeniz’deki sayılı Deniz Kuvvetleri arasında yer alan Türk Deniz Kuvvetleri, Somali’den Japonya’ya, Cebelitarık’tan Panama’ya, Kuzey Atlantik’ten Hint Okyanusu’na kadar, tüm denizlerde Türk Sancağı’nı şerefle dalgalandırmış ve dalgalandırmaya devam edecektir.
Türk Deniz Kuvvetlerinin rotası, ATATÜRK’ün çizmiş olduğu çağdaş ve aydınlık yoldur. Deniz Kuvvetlerimiz, Yüce Ulusunun sevgi ve güveninden almış olduğu sınırsız güç ile ülke ve milletimizin denizlerdeki hayati hak ve çıkarlarını azim ve kararlılıkla sonuna kadar savunacaktır.
Cumhuriyet Tarihi, Türk Deniz Kuvvetleri açısından bir şaha kalkış dönemidir. Türk Deniz Kuvvetleri, köklü ve saygın tarihinden aldığı büyük güçle, mevcut kaynaklarını, ülkenin de koşullarını göz ardı etmeden, yüzyıllar içinde oluşturduğu tarih bilinciyle en sorumlu şekilde kullanarak bugünkü çağdaş, güçlü ve modern kuvvet yapısına erişmiştir. Türk Deniz Kuvvetleri, ülkedeki diğer tüm denizcilik birimleri ile kol kola girerek, 21’inci yüzyılda ülkemizi denizci bir devlet yapmak yolunda tüm gücüyle çaba gösterecektir..



Saat: 23:29

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık