MsXLabs

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Osmanlı İmparatorluğu (https://www.msxlabs.org/forum/osmanli-imparatorlugu/)
-   -   Osmanlı'da Teknoloji (https://www.msxlabs.org/forum/osmanli-imparatorlugu/6472-osmanlida-teknoloji.html)

Mystic@L 1 Mayıs 2006 22:33

XVI. Yüzyıl'da Osmanlı Astronomisi ve Müesseseleri

XVI yüzyıl Osmanlı Devleti'nin her alanda zirveye ulaştığı bir asırdır. Bir taraftan sınırları üç kıtada en son noktasına varmış, karada ve denizde zamanının en güçlü ordularını meydana getirmiş, diğer taraftan sahip olduğu düzenli gelirler ve sağlam ekonomi ile belirli bir refah seviyesine ulaşmıştır. XVI. yüzyılda böylesine maddi bir kudreti yakalayan Osmanlı Devleti, bilim, kültür ve sanatta da en mütekâmil dönemini yaşamıştır. Osmanlı astronomi literatürünü oluşturan 600 astronom veya astronomi eseri müellifinin seksen beşi XVI. yüzyılda yaşamış ve bu asırda Osmanlı astronomisinin önemli eserleri yazıldığı gibi Türkçe'de altmışa yakın eser kaleme alınmıştır.


XIV. yüzyılın başında İznik'te kurulan ilk Osmanlı medresesi ile başlayan ve Fatih Sultan Mehmed'in fetihten sonra İstanbul'da tesis ettiği Semaniye Medreseleri ile devam eden ve yine İstanbul'da Kanuni Sultan Süleyman tarafından kurulan Süleymaniye Medreseleri ile tam anlamıyla yerleşen Osmanlı yüksek eğitim sistemi, artık en olgun noktasına varmıştı. Fatih edreselerinin kurulmasıyla astronominin de içinde bulunduğu akli ilimlerin eğitimi medrese tahsilinin bir unsuru haline gelmiştir. Diğer taraftan, klasik İslâm biliminin Kahire-Şam, Meraga ve Semerkant gibi ana bilim geleneklerinin birikimleri İstanbul'a aktarılmıştı. Böylece İstanbul, İslâm dünyasının sadece siyasî başkenti olmasının yanında aynı zamanda bilim ve kültür başkenti de olmuştu. Osmanlı âlimleri de devraldıkları klasik İslâm bilimini geliştirmiş ve üzerine orijinal eklemelerde bulunmuşlardır.
Bu yüzyılda ilmi müesseseler yönünden de bir klasikleşme müşahede edilmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz medreseler son hâlini almış ve Dârültıp Medresesi tesis edilmiştir. Aynı durum astronomi müesseseleri için de söz konusudur.


İstanbul Rasadhanesi kurucusu Râsıd Takiyüddin Beyoğlundaki Rasadhanesi önünde yardımcısı ve öğrencileri ile
XVI. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı Devleti'nde, doğrudan Osmanlı saray teşkilâtının bir unsuru olan ve Osmanlılarda resmî astronomi işlerini yürüten müneccimbaşılık, Zîc-i İlhanî ve Uluğ Bey Zîci'nin tashihi için kurulan ve astronomik gözlemleri esas alan İstanbul Rasathanesi ve daha çok camilerin bir unsuru olarak vakit tayini ile ilgilenen muvakkıthaneler zikredilmesi gereken üç önemli klasik astronomi müessesesidir. Osmanlı astronomi literatürünü oluşturan 600 astronom veya astronomi eseri müellifinin seksen beşi XVI. yüzyılda yaşamış ve bu asırda Osmanlı astronomisinin önemli eserleri yazıldığı gibi Türkçe'de altmışa yakın eser kaleme alınmıştır.
Müneccimbaşılık
Osmanlı Devleti'nde ve hususiyle saraydaki müneccimlerin başında bulunan kişiye "müneccimbaşı" denilmektedir. Müneccimbaşılık, arşiv belgeleri ve kaynaklardaki bilgilere göre, XV. yüzyılın sonları ile XVI. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış bir müessesedir. Osmanlı sarayında bîrun erkânından olan müneccimbaşılar, aslen ilmiye sınıfına mensup, medrese mezunu kişiler arasından seçilmekteydi.
XVI. yüzyılda Seydi İbrahim b. Seyyid, İshak Sa'di Çelebi, Yusuf b. Ömer, Mustafa b. Ali, Takiyüddin Râsıd gibi kişiler müneccimbaşılıkta bulunmuşlardır. Mustafa b. Ali astronomi ve coğrafya sahasında oldukça mühim bazı eserler telif etmiştir. Takiyüddin Râsıd da astronomi ve matematik sahasında birçok önemli eser vermesinin yanında İstanbul'da bir de rasathane açmış ve bazı gözlemlerde bulunmuştur. XVI. yüzyılda müneccimbaşıların astronomi ve astroloji alanında saraya ait bir çok vazifesi bulunmaktaydı.

Müneccimbaşılar XVI. yüzyıldan itibaren saray ve ileri gelen devlet adamları için takvim, imsakiye ve zâyiçe gibi işler yapmaya başlamışlardır. Müneccimbaşının en önemli vazifesi takvim hazırlamaktı. Takvimler 1800 senesine kadar Uluğ Bey Zîci'ne göre, bu tarihden sonra da Jacques Cassini Zîci'ne göre hesap edilmiştir. Ayrıca her Ramazan ayından önce imsakiye hazırlanması ve zâyiçe hazırlamak da müneccimbaşıların vazifeleri arasında bulunmaktaydı. Başta cülus olmak üzere savaş, doğum, düğün, denize gemi indirilmesi, has atların çayıra salınması, padişahın yazlık ve kışlığına gitmesi gibi birçok önemli, önemsiz konuda müneccimbaşılar ve bazen müneccim-i sânîler uğurlu saat tesbit ederlerdi. Başta padişahlar olmak üzere birçok devlet adamı müneccimbaşıları zâyiçelerine göre değerlendirmiş ve zâyiçelerinin isabetli çıkması üzerine onlara birçok ihsanlarda bulunmuşlardır. Bununla birlikte Sultan I. Abdülhamid ve III. Selim gibi uğurlu saate ve zâyiçeye itimat etmeyen padişahlar da bulunmaktaydı. Ancak uğurlu saat uygulaması âdet haline geldiği için bu padişahlar inanmadıkları bu işin önüne geçememişlerdir.


Diğer taraftan kuyruklu yıldızların geçişi, zelzele, yangın, Güneş ve Ay tutulmaları gibi önemli astronomi hâdiseleri ile fevkalade olayları da müneccimbaşılar takip eder ve yorumları ile birlikte saraya bildirirlerdi.

Muvakkıthanelerin idaresi müneccimbaşılara ait idi. Bunun yanında Dârü'r-rasadü'l-cedid adıyla İstanbul'da kurulan rasathanenin idaresi Müneccimbaşı Takiyüddin Râsıd'ın idaresindeydi. XIX. yüzyılın ilk yarısında kurulan Mekteb-i Fenn-i Nücûm adlı mektep de Müneccimbaşı Hüseyin Hüsni ve Müneccimbaşı Sadullah Efendi'nin idaresinde bulunmaktaydı.

Ulemâ sınıfına mensup saray memurlarından olan müneccimbaşılar, silahtar ağaya bağlı olan hekimbaşının maiyyetinde bulunduklarından tayin ve azilleri de onun tarafından yürütülürdü. Müneccimbaşılar, XVI. asırda saraya takvim takdim etmelerinden dolayı 2000 akçe, müneccimler ise 1000 akçe ücret almaktaydılar (4). Osmanlı Devleti'nde otuz yedi kişi müneccimbaşılıkta bulunmuştur. Bunların arasında Takiyüddin Râsıd (ö. 1585) İstanbul'da kurduğu rasathane ile, Müneccimbaşı Derviş Ahmet Dede (ö. 1702) de yazdığı Arapça tarih kitabı Camiü'd-Düvel ile meşhur olmuştur. Müneccimbaşı Hüseyin Efendi (ö. 1650) ise zâyiçelerinin isabetiyle tanınmıştır. Müneccimbaşılar ilmiye mensubu olduklarından dolayı müderrislik ve kadılık gibi birçok vazifelerde bulunmuşlardır.

XVI. yüzyıldan sonra belirli bir sisteme göre devam eden müneccimbaşılık Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar faaliyetlerini sürdürmüştür. Müneccimbaşı Hüseyin Hilmi Efendi'nin vefatına kadar gelen bu müessese, onun 1924 yılında vefatıyla yerine tekrar müneccimbaşı tayin edilmeyerek lağvedilmiş ve 1927 senesinde baş muvakkıtlık makamı tesis edilmiştir.
İstanbul Rasathanesi
Osmanlılarda ilk rasathane İstanbul'da Sultan III. Murad döneminde (1574-1595) Takiyüddin Râsıd tarafından kurulmuştur. Şam'da 932/1526 senesinde doğan Takiyüddin, Şam ve Mısır'da eğitimini tamamladıktan sonra bir müddet kadılık ve müderrislik yapmış, bu arada astronomi ve matematik alanında önemli çalışmalarda bulunmuştur. l570'te Mısır'dan İstanbul'a gelen Takiyüddin, bir sene sonra (1571) vefat eden Müneccimbaşı Mustafa b. Ali'nin yerine müneccimbaşılığa tayin edilmiştir.

http://www.akat.org/ast_tarihinden/osmanli_astronomisi/r3.jpg
"1577 de İstanbul semasında bir ay görülen, Takiyüddin tarafından izlenen Kuyruklu Yıldız."

http://www.akat.org/ast_tarihinden/osmanli_astronomisi/r4.jpg

Takiyüddin el-Rasıd tarafından kurulan İstanbul Rasathanesinde bulunan "Zâtu'l-Halak Şehinşahname
İstanbul'da başta Hoca Sadeddin Efendi olmak üzere meşhur ulemâ ve önemli devlet adamları ile yakınlık sağlayan Takiyüddin, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa vasıtasıyla da Sultan III. Murad ile tanışmıştır. Takiyüddin, astronomiye meraklı olan padişaha kullanmakta oldukları Uluğ Bey Zîci'nin yaptığı hesaplara kâfi gelmediğini ve yeni bir zîcin hazırlanması gerektiğini anlatarak rasathane kurulması fikrini açtı. Sultan Murad, atalarına nasip olmayan ve ilk defa kendisine nasip olacak bu işi memnuniyetle karşılayarak rasathanenin hemen inşa edilmesini ister ve ayrıca gerekli olan maddî desteği de verir. Bu arada çalışmalarına Galata Kulesi'nden devam eden Takiyüddin, 985/1577'den itibaren de kısmen tamamlanan Dâru'r-rasadü'l-cedîd adındaki yeni rasathanede faaliyetlerini sürdürür.
Bir büyük bir de küçük iki ayrı binadan müteşekkil olan rasathane, Tophane sırtlarında bir yerde inşa edilmiştir. Takiyüddin eski İslâm rasathanelerinde kullanılmış olan aletleri büyük bir titizlikle imal etmiştir. Bununla birlikte bazı yeni aletler de icat etmiş ve gözlemlerinde ilk defa kullanmıştır. Rasathane'de çoğunluğu astronomi ve matematik kitaplarından oluşan büyük bir kütüphane de kurulmuştur. Rasathanenin sekizi râsıd, dördü kâtip ve diğer dördü de yardımcı olarak vazife yapan Takiyüddin ile birlikte on altı kişilik bir kadrosu bulunmaktaydı.

Rasathane'de bulunan aletler ise şunlardı: Zâtü'l-halak (armillae zodiak), kadran (mural quadrant), zâtü's-semt ve'l-irtifâ (azimuthal semicircle), zâtü'ş-şubeteyn (triquetrum), rub'u mıstar (rub -u deffe), zâtü's-sekbeteyn (dipotra), zâtü'l-evtâr, el-müşebbehe bi'l-menâtik (sextant).

Şam ve Semerkant astronomi ekollerini şahsında birleştiren Takiyüddin, rasathanede ilk olarak Uluğ Bey Zîci'nin tashihi işine başlamıştır. Bununla birlikte Güneş ve Ay tutulmaları ile çeşitli gözlemler de yapmıştır. Ramazan 985/Eylül 1578 tarihinde İstanbul'dan bir ay süreyle gözlenen kuyruklu yıldızı da rasathaneden gece gündüz uyumadan gözlemiş ve gözlemlerinin neticelerini padişaha sunmuştur. Takiyüddin yeni geliştirdiği teknikler ve aletler vasıtasıyla gözlemlerinde yeni uygulamalar ve astronomi problemlerinde orijinal çözümler getirmiştir. İlk defa mekanik saat kullanarak çok dakik gözlemler yapmıştır. Diğer taraftan da astronomi hesaplarında altmış tabanlı sayı sistemi yerine on tabanlı sayı sistemini kullanmakla ve ondalık kesirlere göre trigonometri cetvelleri hazırlamakla dikkat çekmiştir. Ekliptik ile ekvator arasındaki 23° 27' lik açıyı 1 dakika 40 saniye farkla 23° 28' 40" bularak ilk defa gerçeğe en yakın ve doğru dereceyi hesaplamıştır. Güneş parametreleri hesabında da yeni bir yöntem uygulamıştır. Sabit yıldızların boylamlarının tesbitinde ise Ay yerine Venüs'ü kullanarak daha dakik neticeler elde etmeyi planlamıştır. Osmanlılarda otomatik makineler üzerine ilk eseri de Takiyüddin yazmıştır.

Rasathane, çok kısa sayılabilecek bir zamanda oldukça önemli faaliyetlere sahne olmuştur. Takiyüddin gözlemlerini Sidrot Muhtaha'l-Efkâr fi Melekût al-Felek al-Devvâr veya al-Zîc al-Şehinşâhî adlarıyla bilinen eserinde bir araya toplamıştır. Ancak Takiyüddin rasathanede yaptığı gözlemlerle Güneş ile ilgili cetvellerini tamamlayabilmiş ise de Ay ile ilgili cetvelleri tamamlayamamıştır. Takiyüddin kendisi ile aynı zamanda yaşamış ve rasathane kurmuş olan Tycho Brahe ile karşılaştırıldığında Brahe'den daha net ve dakik rasatlar yaptığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca onun rasathanesinde bulunan bazı aletler Brahe'nin aletlerinden daha üstündü. Ancak Takiyüddin rasatlarını tamamlayamazken Tycho Brahe uzun süre rasat yapmış ve 777 yıldızın yerini tesbit etmiştir.

İslâm âlimlerinin astronomi eserlerini inceleyen Takiyüddin, eserlerinde yeni unsurlar yanında eskilerin tenkidini de yapmıştır. Rasathane bazı siyasi çekişmeler sebebiyle ve dini gerekçeler ileri sürülerek 4 Zilhicce 987/22 Ocak 1580 tarihinde Padişah'ın emriyle Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından yıkılmıştır .
Muvakkıthaneler
Osmanlı-Türk medeniyetinde, imaret adıyla bilinen kamu binalarından olan muvakkıthaneler, hemen her şehir ve kasabada cami veya mescidlerin bahçesinde bir iki oda hâlinde bulunan kurumlardır. Muvakkıthaneler bulundukları külliyenin vakfı tarafından idare edilmekte olup, buralarda vazife yapan kişilere ise muvakkit denilirdi.

Emeviler döneminde (661-750) ortaya çıkan muvakkıthaneler, Osmanlılarda özellikle İstanbul'un fethinden sonra yaygınlaşmıştır. İstanbul'da ilk inşa edilen muvakkıthane 1470 tarihli Fatih Camii Muvakkıthanesidir . Osmanlılar İstanbul'da birçok muvakkıthane kurmuşlardır. Bunlardan en meşhuru, XVI. asırda kurulan Bayezid Camii Muvakkıthanesi idi. Evliya Çelebi bu ünün, muvakkıthane saatlerinin çok dakik olmasından ileri geldiğini söylemektedir. Yavuz Selim, Fatih, Şehzade, Eminönü'nde bulunan muvakkıthaneler de İstanbul'un diğer meşhur muvakkıthaneleri idi. Özellikle namaz vakitlerini belirlemek için kurulmuş olan muvakkıthanelerde bu iş güneş saatleri ile yapılırdı.

http://www.akat.org/ast_tarihinden/osmanli_astronomisi/r5.jpg
"İstanbul semalarında bir ay görünen 1577 Kuyruklu Yıldızın bir başka resmi"

Ayrıca muvakkıtlar, isteyenlere basit astronomi dersleri de verirlerdi. Bazı muvakkıtlar senelik takvim ile Ramazan ayı için imsakiye hazırlarlardı. Muvakkıtların hemen hemen tamamı basit astronomi aletlerini kullanmayı bildikleri gibi içlerinde bu sahada eser verecek seviyede bilgi sahibi olanlar da vardı.
Muvakkıthaneler, muvakkıtların bilgisine göre hem bir astronomi eğitimi yeri ve hem de basit bir gözlemevi idi. Bu yüzden İstanbul'daki bazı muvakkıthanelerin, mü-neccimbaşıların yetişmelerinde önemli bir yeri bulunmaktaydı. Zira bir kısım muvakkıtlar, muvakkıthanelerdeki başarılı çalışmaları ve faaliyetleri sebebiyle müneccimbaşılığa kadar yükselmişlerdir.

Bu kurumların idaresi ve görevlilerin maaşı, bağlı bulundukları vakıf tarafından karşılandığı halde tayinleri müneccimbaşı tarafından yapılırdı. Vefat eden muvakkıtın yerine oğlu tayin edilir, eğer muvakkıtın evladı yoksa isteklilerden imtihanla biri tayin edilirdi. Muvakkit olacak kişilerin ehliyetli olmasına dikkat edilirdi. Bu husus vakfiyelerde de belirtilirdi. Muvakkıthaneler, XIX. asırda mekanik saatlerin yaygınlaşmasına rağmen Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar varlıklarını muhafaza etmişlerdir. Cumhuriyetin ilânı ile başmuvakkıtlık (1927) adı altında kurulan yeni bir müesseseye devredilen muvakkıthaneler, 20 Eylül 1952'de kapatılmıştır. Bugün bazı muvakkıthanelerin binaları hâlen mevcut olmakla beraber, çoğu metruk ya da başka amaçlarla kullanılmaktadır.


lionhead 23 Haziran 2006 09:54

Osmanlılar'da Teknoloji
 
Türkiye'de Şimdiye Kadar Olan Teknoloji Serüveni
Osmanlı Sarayı için geliştirilen Otomatlardan biri de 1769 Yılında Baron Von Kempelen tarafından yapılan satranç oynayan adamdı.Bu otomat Viyana ve Moskova fuarlarında sergilenmişti.Ancak daha sonraları bu otomatın içinde insan gizlendiği iddia edilmiştir.Bir Zemberekten güç alan metal silindir ve üzerindeki kamlar sayesinde olasılıkları hesaplayabilen karmaşık bir mekanizması vardı.O yıllarda Laterna mekaniğinin benzeri olan bu sistemler daha sonraları Thomas Alva Edison'a da ilham kaynağı olacak ve Edison üzerinde sabitlenmiş kamları bulunan silindirin yerine üzerine yazılabilir balmumu silindiri koyarak gramafonu icad edecekti.Bu örnek tarihte icatların öyle gökten düşmediğine ilişkin çarpıcı bir örnektir.

Robotik biliminin babası: El Cezeri
Batı Literatüründe M.Ö 300 Yıllarında Yunan Matematikçi Archytas tarafından buharla çalışan bir Güvercin yapılmış olduğu belirtilsede robotikle ilgili bilinen en eski kayıt Anadolu'ya aittir. Artuklu Türklerinin Diyarbakır’da hüküm sürdüğü yıllarda yaşayan El Cezeri’nin ( Ebu el İz İbni İsmail İbni Rezzaz El Cezeri) 1136-1206 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir.Dünya bilim tarihi açısından bugünkü sibernetik ve robot biliminde çalışmalar yapan ilk bilim adamı olan Ebû’l İz El Cezeri, çalışmalarını Artukoğulları Sultanı için yazdığı Kitab’ül-Cami Beyn’el İlmi ve el-Ameli’en Nafi fi Sınaati’l Hiyel (Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap) adlı eserinde ortaya koydu. 50’den fazla cihazın kullanım esaslarını, yararlanma olanaklarını çizimlerle gösterdiği bu olağanüstü kitapta Cezeri, “Tatbikata çevrilmeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında kalacağını” söyler. Bu kitabın orijinali günümüze kadar ulaşamadıysa da, bilinen 15 kopyasından 10’u Avrupa’nın farklı müzelerinde, 5 tanesi Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde yer almaktadır. Kısaca Kitab-ül Hiyel adıyla bilinen eseri 6 bölümden oluşur. Birinci bölümde binkam (su saati) ile finkanların (kandilli su saati) saat-ı müsteviye ve saat-ı zamaniye olarak nasıl yapılacağı hakkında 10 şekil; ikinci bölümde çeşitli kap kacakların yapılışı hakkında 10 şekil, üçüncü bölümde hacamat ve abdestle ilgili ibrik ve tasların yapılması hakkında 10 şekil; dördüncü bölümde havuzlar ve fıskiyeler ile müzik otomatları hakkında 10 şekil; beşinci bölümde çok derin olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten aletler hakkında 5 şekil; 6. bölümde birbirine benzemeyen muhtelif şekillerin yapılışı hakkında 5 şekil yer alır. Teorik çalışmalardan çok pratik ve el yordamıyla ampirik çalışmalar yapan Cezeri’nin kullandığı bir başka yöntem de yapacağı cihazların önceden kağıttan maketlerini inşa edip geometri kurallarından yararlanmaktı. İlk hesap makinesinden asırlar önce aynı sistemle çalışan benzer bir mekanizmayı, geliştirdiği saatte kullanan Cezeri, sadece otomatik sistemler kurmakla kalmamış, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştı. Cezeri, Jacquard’ın otomatik kontrollü makinelerin ilki sayılan otomatik dokuma tezgahından 600 yıl önce değişik haznelerdeki suyun seviyesine göre ne zaman su dökeceğine, ne zaman meyve ve içecek sunacağına karar veren otomatik hizmetçiyi geliştirdi.

Bazı makinelerinde hidro mekanik etkilerle denge kurma ve harekette bulunma sistemine yönelen Cezeri, bazılarında ise şamandıra ve palangalar arasında dişli çarklar kullanarak karşılıklı etkileme sistemini kurmaya çalıştı. Kendiliğinden çalışan otomatik sistemlerden sonra su gücü ve basınç etkisinden yararlanarak kendi kendine denge kuran ve ayarlama yapan dengeyi oluşturması, Cezeri’nin otomasyon konusundaki en önemli katkısıdır. Bugün sibernetiğin ve bilgisayarın ilk adımlarını attığı ve ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilen Ebû’l İz El Cezeri, Anadolu’da yaşadı.

Kitab-ül Hiyel 6 bölümden oluşmaktadır:


Konu başlıkları
  • 1 Tanım
  • 2 Robot (ik) kelimesinin Kökeni
  • 3 Endüstriyel Robotik
  • 4 Operasyonel Robotik
  • 5 Tıp ve Sağlıkta Robotik
  • 6 Sibernetik
  • 7 Sinemada Robotik
  • 8 Oyuncak Robotlar
  • 9 Hobi Amaçlı Robotik
  • 10 Robotik biliminin babası: El Cezeri
  • 10.1 Kitab-ül Hiyel den örnekler
  • 10.2 18. ve 19.Yüzyılda Avrupa'da Robotik
Kitab-ül Hiyel'den örnekler:
  • Otomatik Kuşlar
  • Filli saat
  • Otomatik yüzen kayık ve çalgıcılar
  • Birbirine şerbet ikram eden iki şeyh
  • Dört çıkışlı iki şamandıralı otomatik sistem
  • İki bölümlü testi (termos)
  • Otomatik su akıtma , ikramda bulunma ve kurulama makinası
  • Su çarkı kepçe mekanizması
  • Motor-kompresör mekanizması
  • Su çarkı su dolabı
Yapay Zeka Ve Robotik

Anadolu'nun Dahi Mühendisi: Cezeri

İki yüzyıl önce sanayi devrimini yapmış Batı dünyasıyla karşılaştırıldığında Türkiye’nin tasarlayıp, yapma anlamında makinelerle geçmişinin çok eskiye dayanmadığı, Anadolu insanının icatlarının son derece sınırlı kaldığı çok yaygın bir kanı. Elbette üretim süreçlerini dönüştürme, kitlesel üretime olanak tanıma ve endüstriyel gelişimi hızlandırma anlamında çok da yanlış bir kanı değil. Ama... İşte her şeyin bir “ama”sı var. Tarihin gölge düşmüş yaprakları arasından Bediüzzaman Ebû’l İz İbni İsmail İbni Rezzaz El Cezeri bize bakarken, bunları söylemek hiç de kolay değil. Çünkü Artuklu Türklerinin Diyarbakır’da hüküm sürdüğü yıllarda Artukoğulları Sultanı Mahmut bin Mehmet bin Kara Aslan’ın sarayında 32 yıl mühendislik yapan Cezeri’nin buluşları, asırlar sonra hayat bulan birçok teknik aracın temelini oluşturdu.

Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmemekle birlikte 1136-1206 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen Cezeri’nin su saatleri, su robotları, otomatik termos gibi birçok teknik ve mekanik buluşu yaşadığı dönemde de izleyenleri şaşırtırdı. Ama asıl ilginç olan Cezeri’nin bilgisayarın dayandığı sistemin ve sibernetik biliminin temellerini atan bilim adamı olmasıdır. Ebû’l İz El Cezeri, bilgisayarın babası olarak bilinen İngiliz matematikçi Charles Babbage’den 6 yüzyıl önce aynı sisteme dayalı makineler ve otomatik aletler yaptı ve bunları çalıştırdı; sibernetiğin kurucusu olarak bilinen nörolog Ross Ashby’den 800 yıl önce de sibernetik ve otomatik makinelerin kendi kendine çalışması konusunda bilimsel çalışmalar yaptı; bu bilimin temellerini attı.

Dünya bilim tarihi açısından bugünkü sibernetik ve robot biliminde çalışmalar yapan ilk bilim adamı olan Ebû’l İz El Cezeri, çalışmalarını Artukoğulları Sultanı için yazdığı Kitab’ül-Cami Beyn’el İlmi ve el-Ameli’en Nafi fi Sınaati’l Hiyel (Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap) adlı eserinde ortaya koydu. 50’den fazla cihazın kullanım esaslarını, yararlanma olanaklarını çizimlerle gösterdiği bu olağanüstü kitapta Cezeri, “Tatbikata çevrilmeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında kalacağını” söyler. Bu kitabın orijinali günümüze kadar ulaşamadıysa da, bilinen 15 kopyasından 10’u Avrupa’nın farklı müzelerinde, 5 tanesi Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde yer almaktadır.
Kısaca Kitab-ül Hiyel adıyla bilinen eseri 6 bölümden oluşur. Birinci bölümde binkam (su saati) ile finkanların (kandilli su saati) saat-ı müsteviye ve saat-ı zamaniye olarak nasıl yapılacağı hakkında 10 şekil; ikinci bölümde çeşitli kap kacakların yapılışı hakkında 10 şekil, üçüncü bölümde hacamat ve abdestle ilgili ibrik ve tasların yapılması hakkında 10 şekil; dördüncü bölümde havuzlar ve fıskiyeler ile müzik otomatları hakkında 10 şekil; beşinci bölümde çok derin olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten aletler hakkında 5 şekil; 6. bölümde birbirine benzemeyen muhtelif şekillerin yapılışı hakkında 5 şekil yer alır.

Teorik çalışmalardan çok pratik ve el yordamıyla ampirik çalışmalar yapan Cezeri’nin kullandığı bir başka yöntem de yapacağı cihazların önceden kağıttan maketlerini inşa edip geometri kurallarından yararlanmaktı. İlk hesap makinesinden asırlar önce aynı sistemle çalışan benzer bir mekanizmayı, geliştirdiği saatte kullanan Cezeri, sadece otomatik sistemler kurmakla kalmamış, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştı. Cezeri, Jacquard’ın otomatik kontrollü makinelerin ilki sayılan otomatik dokuma tezgahından 600 yıl önce değişik haznelerdeki suyun seviyesine göre ne zaman su dökeceğine, ne zaman meyve ve içecek sunacağına karar veren otomatik hizmetçiyi geliştirdi. Bazı makinelerinde hidro mekanik etkilerle denge kurma ve harekette bulunma sistemine yönelen Cezeri, bazılarında ise şamandıra ve palangalar arasında dişli çarklar kullanarak karşılıklı etkileme sistemini kurmaya çalıştı. Kendiliğinden çalışan otomatik sistemlerden sonra su gücü ve basınç etkisinden yararlanarak kendi kendine denge kuran ve ayarlama yapan dengeyi oluşturması, Cezeri’nin otomasyon konusundaki en önemli katkısıdır.

Bugün sibernetiğin ve bilgisayarın ilk adımlarını attığı ve ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilen Ebû’l İz El Cezeri, Anadolu’da yaşadı.


lionhead 25 Haziran 2006 23:05

Hangi Tarih? - Avrupa, Türkiye ve Atatürk
 
Hangi Tarih? - Avrupa, Türkiye ve Atatürk
Ahmet Taner Kışlalı'nın, 11.7.1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bu makalesi güncelliğini koruduğu için 21.10.2000 tarihinde bir kez daha yayımlanmıştı.
Şu sözler daha çok yeni. Prof. Justin McCarty'ye ait:
"...Atatürk olmasaydı, Türk belki Özbekistan'da olurdu, ama Trakya ve Anadolu'da kalmazdı. 100 yılda tüm civar büyük coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş Türklerin Konya Ovası'ndan sürülmeleri ve atılımları ne kadar sürerdi sanıyorsunuz?"
Ve Amerikalı tarihçi devam ediyor:
"...Ne Türk ne de Türkiye kalırdı. Mustafa Kemal sadece ülkeyi kurtarmadı, Türk neslini de kurtardı!"
Bu sözler İstanbul'da, Haliç Rotary Kulübü'nün düzenlediği bir toplantıda edildi. Konuşmacı somut konuştu. Rakamlar verdi. Kanıtlar gösterdi. Tarihin nasıl tersyüz edildiğini sergiledi.Ama basın, numaracı cumhuriyetçilerden esirgemediği ilgiyi, bu olaydan esirgedi. Prof. McCarty'ye göre, Türkler Hıristiyanları katletmedi. Tersine, Hıristiyanlar Türkleri ve Müslümanları katlettiler.

1821'de patlak veren Yunan milliyetçiliği; bulunan, yakalanan her Türkün öldürülmesine neden olmuştu. Yunan etkisiyle, Arnavutluk ve Romanya'da da ele geçen tüm Müslümanlar katledilmişlerdi. O dönemde öldürülen Türklerin sayısının 25 bin dolayında olduğu tahmin ediliyordu. Bulgaristan'daki 1876 ayaklanmasında da Türkler kitle halinde yok edilmişlerdi. Türk köyleri yakılıp yıkılırken bir-iki kişinin kaçmasına izin veriyorlardı. Amaç, onların olanları diğer köylerde anlatmaları ve Türklerin kaçıp topraklarını terk etmelerinin sağlanmasıydı. Savaş bittiğinde 675 bin Türk sürgüne zorlanmış ve yüzde 17'si yollarda ölmüştü. Manastır'da ve Kavala'da yapılan katliamı, İngiliz elçileri de raporlarında doğruluyorlardı.

Ermeni katliamını ise Fransız kaynakları belgeliyordu.Prof. McCarty'ye göre, Doğu Anadolu'daki nüfusun yaklaşık yüzde 7-9'u Ermenilerce öldürülmüştü. Amerikalı tarihçinin kanıtlara dayanarak çizdiği tablo çok açık. 19'uncu yüzyılın başlarından 20'nci yüzyılın başlarına kadar, Balkanlar'dan Kafkaslar'a kadar 5 milyon 60 bin Türk öldürülmüş. 5 milyon 381 bini de sürgün edilmiş, yerinden yurdundan olmuş.
Peki bu vahşet ne zaman ne kadar sürmüş?
Yanıtını Prof. McCarty çok net veriyor:
"...Türk bağımsızlık savaşında bir şey oldu ve plan artık yürümedi!.. Yunanlılar bozguna uğrayınca, kaçarken her yeri yaktılar, yıktılar, herkesi öldürdüler. Amerikan elçisi ve Amerikan kaynakları bu olayı doğruluyorlar... Sadece Batı'da Rumlar tarafından 1 milyonun üzerinde Türk öldürüldü, 1-2 milyonu da sürgüne zorlandı."
Ve ekliyor:
"...Çok kötü bir yüzyıl olmuştur. Müslüman ülkesi yok edilmiştir. 1800-1922 arasında Yunanlılar 950 bin göçmen, 320 bin ölü verdiler. Ermeniler 910 bin göçmen ve 580 bin ölü verdi. Oysa aynı dönemde 5 milyon Müslüman göç etmek zorunda kaldı, 5 milyondan fazlası da öldü."
Sonuç?
"...Bu ibret tablosunun karşısında, kim suçlu diye sormak gerekiyor. Mustafa Kemal'in itildiği Konya Ovası'nı gözler önüne getirin. Bir yüzyılda nereden nereye gelinmiş! Ben size diyorum ki, Atatürk olmasaydı, Türk kalmazdı... Diyebilirdi ki, ben Selanik'e kadar gidiyorum. Herkes arkasından giderdi. Hayır, büyük önder Türklerin ne kadar acı çektiğini, ne bedel ödediğini biliyordu. O tam tersine düşmanlıkları, nefreti unutmasını ulusa telkin etti. Ve sadece büyük bir insanın söyleyebileceği 'Yurtta barış, dünyada barış' dedi."

Prof. McCarty, "Kürt sorunü'na da -alışılmış Batı'dan- farklı bir açıdan bakıyor. 1926'dan sonra "Kürt liderler'in güçlerini korumalarına izin verilmesinin hata olduğunu söylüyor. Kürtlerin Türkiye'de cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, general bile olabildiklerini Batı'ya anlatmak gerektiğini savunuyor.
Ve konuşmasını noktalarken şöyle diyor:
"...Yüzyıllık tarihte Türkler hakkındaki yalanların iki kaynağı var. Misyonerler ve İngilizler. İngilizler -propaganda büroları aracılığı ile- bugün bile inanılan yalanlar yayıyorlar... Benim söylediklerimi bir Türk söylese, kimse inanmaz. İnsanlar dışarıda Türklere karşı önyargılılar."
Amerikalı tarihçi, Atatürk'ün diktatör olduğunu söyleyenlere de karşı çıkıyor. Ve Attilâ İlhan'ın "Hangi"li kitap dizisine bir yenisini eklemek gerektiğini düşündürüyor: Hangi Tarih?

1 Eylül 2000 tarihli Müdafaa-i Hukuk gazetesinin birinci sayfasına, vaktiyle Atatürk'ün Hâkimiyeti Milliye gazetesinde neşredilen şu sözlerini koymuşlar.
Atatürk diyor ki:
"Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan istiklal aşkı ile yaratılmış bir adamım. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın kalıcı olması, mutlaka o milletin istiklale sahip olmasıyla mümkündür. Ben şahsen bu saydığım niteliklere çok önem veririm. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli istiklal benim için bir hayat meselesidir. Milletimin menfaatleri gerektirdiği takdirde her milletle medeni ölçüler içinde dostluk yapmaya özen gösteririm. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanı olurum."
Necip Mirkelâmoğlu, adı geçen eserinde şu bilgileri de veriyor:
Atatürk, henüz yirmi üç yaşında bir yüzbaşıdır, bir toplantıda arkadaşlarına, "Bu bedbaht memlekete karşı mühim vazifelerimiz vardır, onu kurtarmak yegâne hedefimizdir" sözleriyle "tarihi misyonunun" ilk işaretlerini verdikten sonra, 1907 yılında, 27 yaşında, 'kolağası' (ön yüzbaşı) rütbesinde iken "yegâne hedefimiz" dediği "misyon"un detaylarını, Bulgar Türkologu İvan Manolov'a, şu sözlerle açıklamıştı:
"Gün gelecek, şimdi hepinizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet bana inanacak. Sultanlık kaldırılmalıdır. Devletin yapısı mütecanis (tek türlü) bir temele dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız.

Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız. Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı medeniyetine girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız. Latin alfabesini kabul etmeliyiz. Kıyafetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz. Emin olunuz ki, bir gün, bu hedeflere ulaşacağız." (Atatürk Bir Çağın Açılışı, Prof. Dr. Sadi Irmak, s. 5.)

1951'de Amerika'da yayımlanan Caucasus dergisinde "Hayret verici siyasi kehanetler" başlığı altında bir yazı yayımlanıyor. Bu yazı Atatürk'le General McArthur arasında 1932 yılında yapılmış olan bir konuşmayı naklediyor. Generalin sorusu üzerine Atatürk, yakın gelecekteki savaş ihtimalleri üzerine şu tahlil ve tahminlerde bulunuyor: "Almanya, kısa sürede büyük bir ordu meydana getirebilecek ve İngiltere ile Rusya hariç, bütün Avrupa'yı işgal edebilecek yetenektedir. Savaşın patlaması 1940-1945'ten daha sonraya kalmayacaktır. Fransa büyük bir askeri güç oluşturma yeteneğini kaybetmiştir. İngiltere artık, adalarının savunması bakımından Fransa'yı hesaba katamaz. İtalya Mussolini'nin yönetiminde şüphesiz önemli ölçüde yükselmiş ve ilerlemiştir. Mussolini, gelecek savaşa katılmaktan kaçınırsa, İtalya'nın dış görünüşündeki büyüklüğün yarattığı tehditten yararlanarak, barış konferansı masasında ana rollerden birini oynayabilir. Ama, korkarım ki, İtalya'nın bugünkü şefi, bir Sezar rolü oynamanın cazibesine dayanamayacak ve İtalya'nın bir askeri güç olma yeteneğinden uzak olduğu gerçeğini hemen ortaya koyacaktır. Amerika, tıpkı geçen savaşta olduğu gibi, tarafsız kalamayacak ve Almanya, Amerika'nın savaşa katılması sonucu yenilecektir. (...) Avrupa'da patlayacak savaşta, zafer kazanacak olan İngiltere, Fransa ve Almanya değil, fakat, Bolşevik Rusya olacaktır." (Cemal Erginsoy, Atatürk'ü Araştırma Merkezi Dergisi, sayı 2, s. 538.)

Amerikan dergisi, bu konuşmayı "hayret verici kehanet" olarak vasıflandırıyor. Sonradan gelişen olayların, bu yorumları 'yüzde yüz' oranında doğrulamış olması karşısında, dergi, daha başka nasıl bir niteleme yapabilirdi?
Arnold Toynnbee diyor ki:
"Bir an için tahayyül ediniz ki: Batı dünyasındaki rönesans, reformasyon, bilim ve düşünce ihtilali, Fransız inkılabı ve sanayi devrimini, Atatürk, bir insan ömrüne sığdırmıştır." (s.559)
Prof.Dr. Herbert Melzig diyor ki:
"Büyük Yunan filozofu Platon'un, 'Krallar filozof olsa ve filozoflar kralların tahtında otursaydı...' şeklindeki dileği, iki bin yıllık tarihte gerçekleşmedi. Halbuki, 20. yüzyılda ilk defa olarak Atatürk'ün şahsında Platon'un istediği gibi kelimenin tam anlamıyla bunu görmekteyiz. O, dâhi bir fikir adamı olarak bir miletin, yani Türk milletinin mukadderatını ele almış ve bu milletiyle atıldığı Kurtuluş Savaşı, bu milletin medeni durumunu değiştirmiş bir inkılap ve diğer milletlerin haklarını da koruyan barış ile insanlığa muhteşem bir örnek vermiştir."

Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti Teknolojinin Belirleyiciliğini Nasıl "Iskaladı"?

Tınaz Titiz
Otomasyon Dergisi, Ekim 1998, syf: 172-173


Bugün tüm bilimadamlarımız, düşünürlerimiz ve politikacılarımız, önemli saydıkları uğraşılarını bir yana bıraksalar, bütçe kaynaklarımızın tamamı, halen harcanmakta oldukları yerlere sarf edilmekten vazgeçilse; bununla da yetinilmeyip bizleri bizden daha iyi bilen yabancı uzmanlar -ki sayıları tahminimizden fazladır- davet edilse ve hepsine birden, "toplum yaşamının kalitesini belirleyen ana değişkenin teknoloji ve onun ikiz kardeşi olan rekabete dayalı girişimcilik olduğu gerçeği, hem Osmanlı, hem onun mirası üzerinde yeni bir devlet kuranlar, hem de şimdi yaşayanlarımız tarafından nasıl ıskalandı?.. Bu bir rastlantı mıdır yoksa başka neden(ler) mi vardır?" sorusunun cevabını bulma görevi verilip, kaynaklar da bu iş için ayrılsa.

Bu soruya bu denli önem verilmesi doğru mudur? Bence doğrudur, hatta daha fazla önem verilse daha da doğru olur; çünkü bu gerçek anlaşılmadığı sürece tüm kaynaklarımız boşuna harcanmaya devam edecek, boşa harcanmakla kalmayıp kendi başımıza yeni yeni sorunlar üretmemize yol açacaktır.
Altından, petrolden ya da filanca dış kaynaktan gelecek uzun vadeli dış krediden çok daha değerli olan zamanımızı, teknolojinin belirleyiciliğini idrak edip bu yolda çaba harcamak yerine, beşinci sınıf insanların beşinci sınıf tartışmalarına ayırma hastalığımız nasıl oldu da kültürel kodumuza işledi?
Osmanlıyı ilerleme devrinde "ileri", duraklama ve gerileme devirlerinde de "geri" bıraktıran öğenin, rakiplerimizin teknoloji alanındaki göreli durumu olduğu, gerek o zaman, gerek imparatorluk yıkıldıktan sonra, gerekse bugün nasıl olup da anlaşılamıyor? Yoksa anlaşılıyor da, gelişebilmenin başka yolları mı keşfedilmeye çalışılıyor?

Geri kalmışlığımızı bugüne kadar, üzerinde pek kafa yormadığımız kalıplarla açıklamaya çalıştık. Matbaanın benimsenmesindeki gecikme, kılıç kuvvetiyle sağlanan egemenlikler, dinin softalar elinde aldığı şeklin felsefe ve bilimi dışlaması ya da benzer "kalıp'lar... Acaba bunlar ne denli doğrudur, hepsi bu kadar mıdır, başkaları da var mı?
S.F. Markham, 1947 yılında yazdığı "İklimler ve Ulusların Enerjileri" (Climate and Energy of Nations-Oxford Univ. Press) adlı kitabında, antik medeniyetlerin daima 21 °C eşsıcaklık çizgisi üzerinde yer aldığını, ayrıca, kancalı kurt ve malarya'nın da toplumların enerjilerini belirleyici öğeler olduklarını göstermektedir. 1987 yılında Uppsala ACTA Üniversitesi'nde yapılan bir doktora çalışması, 1858-1976 arasında İsveç'te yapılan 49 önemli buluşun, bu ülkeyi bir buz çölünden endüstri ötesi ülke konumuna getirdiğini gösteriyor.

Alman bilimci E. Sachau, X. yüzyılın İslam dünyasında egemen olan düşüncenin bir dönüm noktası oluşturduğunu, El-Eş'ari ve Gazali bu düşünceye yeni bir yön vermemiş olsalardı, Arapların Galile'leri, Kepler'leri, Newtonian yetiştiren bir ulus olabileceklerini savunur (TEZ, Z., Ortaçağ islam Dünyasında Bilim ve Teknoloji). Acaba bu sav doğru mudur? I. Dünya Savaşı sırasında başlıca enerji kaynağı ve ayrıca da Demir-Çelik sektörünün girdisi olan taşkömürü üretimini artırmak zorunda olan Almanya'da yapılan bir araştırma, kömür işçilerinin beslenmeleri ile üretim arasında bire bir ilişki olduğunu kanıtlamıştır. 1977'de Zonguldak'ta kömür işletmelerinde yapılan bir beslenme araştırması, çalışanların kötü beslendiklerini, ayrıca da çeşitli parazitler nedeniyle aldıkları besinlerden yararlanamadıklarını göstermiştir. Markham'ın bulguları bu etütle çakışmaktadır. Peki, kömür işçileri arasında yapılan bu araştırma tüm toplum içinde geçerli midir? Eğer geçerliyse genel bir "enerji yetmezliği" ile yaşaya geliyoruz demek değil midir?

Lozan Antlaşması'na konulan ve üzerinde hemen hiç tartışma olmayan bir madde ile 1929 yılına kadar, o günün ileri teknolojisi sayılan elektrik motoru ve benzeri donanımın gümrük ve vergilerinin belirli sınırları aşamayacağı (ve böylece yerli teknoloji üretiminin caydırılacağı) acaba kaç kişinin dikkatini çekmiştir? İnsanların çoğunda ve özellikle okumuş kesimde mevcut olduğu neredeyse kesin olan "buluşçuluk antipatisi" nereden kaynaklanmaktadır? Kültürel kod'a işleyecek kadar etkili olan sebep(ler) nelerdir?

İş yaratmanın kaynağı olarak yeni yatırım yapmayı -ki kolay değildir- ve mevcut kamu kadrolarını şişirmeyi -ki çok kolaydır- icadedebilmiş olan yönetim elitimiz ve onların danışmanları, sonuçta ortaya çıkan "Kalabalık Kamu Kadroları" -"Düşük ücret" - "Düşük Nitelik" sarmalının sorumluları değiller midir?
Tüm sistemlerimiz ve onların işlerliğini sağlayacak olan mevzuatımız bu yarı cahil kadrolar tarafından yapıldığına göre, "buluşçuluk antipati-si"nin önemli bir nedeni "iş yaratamamak" olgusu değil midir?
Bu ve benzeri soruların cevaplarını kahve sohbetleri sırasında değil, en akıllı insanlarımızı, en güçlü kurumlarımızı seferber ederek aramak ve hastalığımıza yol açan nedenleri bulmak zorundayız.
Bu araştırmanın en kritik yanı, basma kalıp, kişilerin kendilerine "pek doğal" görünen şablonlara saplanmalarıdır. Bilimin tüm kuralları, bu araştırmanın hiç bir evresinde göz ardı edilmemelidir.
Bunlar yapılana kadar diğer alanlarda harcanacak çabaların neye hizmet edeceğini şimdiden bilmek mümkün görünmüyor?


lionhead 3 Temmuz 2006 20:55

Akli İlimlerin İhmali Meselesi Üzerine Bazı Mülahazalar
 
Akli İlimlerin İhmali Meselesi Üzerine Bazı Mülahazalar
Yaşar SARIKAYA


Medreselerle ilgili tartışmalar, bu kurumlar üzerine yapılan değerlendirme ve tenkitler içersinde en çok göze çarpan hususlardan birisi, aklı ilimler olarak tanımlanan derslerin bu okullarda özellikle 16. yüzyılın sonlarından itibaren ihmal edildikleri, hatta programdan çıkarıldıkları ve bu durumun, medreselerin inkırazına sebep olduğu şeklindeki görüşlerdir .Biz bu makalemizde medreseleri, işte bu açıdan, okutulan dersler bakımından ele alacak, özellikle de aklı ilimler olarak nitelendirilen derslerin­ klişeleşmiş ifadeyle­ medreselerde ihmali meselesini inceleyeceğiz. Hangi ilim dalları ulum-i akliye kategorisine girer? Bu ilimler , medreselerde okutulmuşlar mıdır? Yoksa ihmal mi edilmişlerdir? Medreselerin gerilemesiyle, aklı ilimlerin bir alakası var mıdır? Bu soruların cevaplarını bulmaya çalışacağız.


Ulum-i Akliye
Osmanlı medreselerinde okutulan dersler , ait oldukları ilmi disipline göre çeşitli isimler altında tasnif edilmişlerdir. İlimlerin tasnifinde en yaygın kullanılan tanımlama, ulum-i nakliye ve ulum-i akliye ifadeleridir. Ulum-i nakliye, '.şeriatı vaz' edenden nakil ve rivayet edilen haberlere'' dayanan ilimler olarak tarif edilmektedir ki bunlar, Esas olarak Kur'an ve Hadis ilimleri dediğimiz, Tefsir, Kıraat, Hadis, Fıkıh ve Kelamdır. Nakli ilimler için ''ulum-i diniye'' veya, ''ulum-i şer 'iye'' tabirleri de sıklıkla kullanılagelmiştir.


İslam alimlerinin ilimlerin ta'rif ve tasnifinde kullandıkları ikinci terim '' Ulum-i akliye'' dir ki bunlar , dini ilimlerin dışında kalan ve antik devire ait oldukları için ulum el-avail ve ulum el-kudama adıyla da anılan bilim dallarıdır. Daha ziyade insan aklına dayanan, akıl ve fikir yürütme yoluyla elde edilen ve öğrenilen aklı ilimler, felsefe'nin yanında riyazı ve tabii ilimleri de kapsar.


Gazali ve daha sonra İbn Haldun gibi İslam alimlerinin ilimler hakkında kullandıkları bu terminoloji, günümüz modern tarih, eğitim ve bilim tarihi araştırmacıları tarafından da genel kabul görmüştür. Nitekim, Emin Beğ ''Tarihçe-i Tarik-i Tedris'' adlı makalesinde, okutulan dersleri, ulum-i şer'iye ve ulum-i akliye olarak iki ana grupta incelemektedir, Emin Beğ'in ulum-i akliye kategorisine aldığı dersler tab'iyyat, riyaziyat ve tababettir.1 Emin Beğ'in aklı ilimler içinde gösterdiği dersler, Uzunçarşılı'nın tasnifinde ulum-i aliye kategorisinde inceleniyor. Uzunçarşılı, bu kategoriyi daha geniş tutuyor ve buna, Emin Beğ'den farklı olarak kelam, mantık, belagat gibi dersleri de ekliyor. Uzunçarşılı'nın kullandığı ulum-i aliye tabiri ve buna dahil ettiği dersler, aynen Ş.Tekindağ'da da karşımıza çıkıyor, Mustafa Bilge, ''İlk Osmanlı Medreseleri''nde okutulan dersler için ulum-i nakliye ve ulum-i akliye tasnifi yapıyor. M. Bilge'nin aklı ilimler sınıfına aldığı dersler kelam, mantık, belagat ve hey'ettir. Akyüz ise, felsefe, matematik ve hey'et derslerini ''ulum-i akliye'' olarak değerlendiriyor.


Şu halde, Osmanlı medreseleri ve ders programları hakkında makale veya kitap şeklinde çalışması olan yazar ve araştırmacılar, Hikmet, Mantık, Hey'et, Hesap ve Hendese gibi direkt nassa dayanmayan disiplinleri, akli ilimler olarak değerlendirmektedirler, Ulum-i akliyeden yukarda zikredilen ilim dalları anlaşıldığına göre şimdi şu soruları sorabiliriz, Bu derslerin, Osmanlı medrese sistemindeki yeri nedir'? Bunlar , medrese ders programlarında yer almışlar mıdır?


Akli İlimlerin İhmal Edilmeleri Meselesi
Bu soruların yanıtlarına geçmeden önce genel geçer hükmü burada hatırlatmakta yarar olduğu kanısındayım. -Bir kısmı yukarda zikredilen­ pek çok araştırmacıya göre akli ilimler kategorisinde gösterilen ilmi disiplinler, 16. y.yılın başlarına kadar nakli ilimlerle büyük bir ahenk içersinde okutulurken, nasıl olduysa daha sonra bu ahenk akli ilimler aleyhine bozulmuş ve bunlar , giderek tedrisat programından bile tamamen çıkarılmışlar ve nihayet bu durum, ilmi sahada büyük bir duraklama ve gerilemeye zemin hazırlamış ve hatta medreselerin bozulmasının başlıca nedeni olmuştur.


Nitekim Emin Beğ, Fatih'in kurduğu ve kendi ismiyle anılan medreselerde, Haşiye-i tecrid ve Şerh-i mevakıf' gibi aklı derslerin okutulmasının tensib edildiğini, ancak Kanuni'den sonra bu dersler ''bunlar felsefiyattır'' denerek kaldırılıp, yerlerine Hidaye ve Ekmel gibi dini-fıkhı derslerin konduğunu, bu durumun medrese tedrisatının inkırazına sebep olduğunu ifade etmektedir. Uzunçarşılı ise, İlmiye Teşkilatı'nda şunları yazmaktadır. ''Medreselerin bozulmasında tefekkürü faaliyete getirecek olan matematik, kelam ve felsefe (hikemiyat) gibi akli ilimlerin terk edilerek bunların yerine tamamen nakli İlimlerin kaim olması birinci derecede amil olmuştur''. Aynı görüşler Ş. Tekindağ tarafından da dile getirilmektedir ''. ..Medreselerin bozulmasında Matematik, Kelam ve Hikmet (felsefe) gibi aklı ilimlerin terk edilerek bunların yerlerine tamamen nakli ilimlerin konması birinci derecede rol oynadığı anlaşılmaktadır...''.


Aklı ilimler hakkında ileri sürülen bu tür ifadeler, H. Atay tarafından da dile getirilmektedir. Atay, medreselerin gerileyiş sebeplerini açıklarken ''Medreselerin gerilemesinde rol oynayan başlıca sebeplerden biri de tecrübi ve akli ilimlere karşı çıkılmasıdır'' görüşünü savunmuştur .Parmaksızoğlu da Matematik, Hendese, Astronomi ve Felsefe'nin 16. asrın sonlarına doğru kaldırıldığı görüşünü paylaşmaktadır .Konuyla ilgili benzer görüşler , Pakalın , Akyüz ve Akgündüz tarafından da tekrar edilmektedir.


Görüldüğü gibi, değerli araştırmacılarımız, birbirine benzer ifadelerle, medreselerde aklı ilimlerin l6. y.yıldan sonra yavaş yavaş terk edildikleri; bu durumun ilmin inkırazına ve medreselerin gerilemesine neden olduğu konusunda adeta hemfikirdirler. Peki neye dayanarak böylesine büyük iddialar ileri sürülmektedir?


Medreselerin gerilemesini akli ilimlerin terk edilmesine bağlayan görüşler , şüphesiz, Katip Çelebi (öl. 1656)'nin iki değişik eserinde yer verdiği eleştiri ve rivayetleri referans olarak almaktadırlar. K.Çelebi, Keşfü'z-zünan adlı eserinde şunları söyler:


''Derim ki, Felsefe ve Hikmet Rum'da (Anadolu) fetihten sonra, Osmanlı Devleti (tarihinin) ortalarına kadar revaç buldu. (Bu devirde) bir kimse, aklı ve nakli ilimleri tahsili ve ihatası ölçüsünde şeref ve i'tibara sahip olurdu. ...Gerileme devri ile birlikte ilimler de duraklama devrine girdi. Bu sırada Şeyhü'l-İslamlardan biri hikmetin okutulmasını menetti... Pek azı dışında felsefi ilimler söndü.''


Katip Çelebi, benzer eleştirilerini Mizanü'l-fiak'da da dile getirmektedir. Burada, Kanuni devrine kadar hikmet ile şeriat ilimlerini uzlaştıran alimler vardı, der ve şöyle devam eder:


''... Ebu'l-Feth Sultan Muhammed Han, Medaris-i Semaniye'yi yaptırıp, kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış ve Haşiye-i tecrid ve Şerh-i mevakif derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler, bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp (bunların yerlerine) Hidaye ve Ekmel derslerini okutmayı akla uygun gördüler .


Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı, ne Hidaye kaldı ne de Ekmel...''


K.Çelebi'nin bu rivayetlerinin çelişkilerle dolu olduğu ve elde ettiği bilgileri birbirine karıştırdığı, son yapılan çalışmalarda ortaya konmuştur. Pek çok araştırına ve çalışmaya kaynaklık teşkil ettiğinden ve büyük sonuçların çıkarılmasına neden olduğundan dolayı, bu çelişkiler ve yanlışlıkların özellikle konumuzu ilgilendiren tarafına kısaca değinilmesinde fayda vardır. Önce, ilk rivayette sözü edilen Felsefe ve Hikmetin fetihten Osmanlı'nın ortalarına kadar revaç bulması meselesine değinelim.

Eğer söz konusu olan antik yunan bilimleri ve felsefesi ise, bunun İslam dünyasında revaç bulmasının, IX.-X. asırlara tekabül ettiği, bilinen bir gerçektir. Özellikle XI. asırdan sonra sünni İslam anlayışının egemen olmasıyla birlikte ve sünni kelamcıların etkileriyle saf (antik /Yunan) felsefe öğretimi, İslam eğitim-öğretim kurumlarına giremediği gibi, bununla özel iştigal için bile, büyük cesaret gerekmekteydi. Mesela, Osmanlı medreselerine numune teşkil eden Selçuklu medreselerinde Felsefe öğretimine yer verilmedi.

Her ne kadar ilk dönem Osmanlı medreselerinin ders programlarıyla ilgili herhangi bir kaynak mevcut değilse de, buralarda, Uzunçarşılı'nın da ifade ettiği gibi, daha önceki devirlerdeki medrese programlarının uygulandığı muhakkaktır. Öyleyse Katip Çelebi'nin yukarıdaki ifadelerinin, Felsefe dersinin herhangi bir dönem medreselerde okutulup daha sonra kaldırıldığı anlamına gelmesi mümkün değildir Bu rivayet, -dikkatlice okunduğunda görüleceği gibi­ esasında medreselerle de ilgili değildir .Zaten 0, yukarıdaki ifadelerinde, Felsefenin medresede okutulduğunu iddia etmiyor; buna mukabil, hem akli hem de nakli bilimleri tahsil eden ve bu ikisini kendinde meczeden bazı alimlerden söz ediyor. İsmini verdiği alimler, felsefe sahasında değil, akli ilimlerin diğer kollarını teşkil eden Matematik ve Astronomi sahasında isim yapmışlardır. Dolayısıyla Keşf'z-zünan'daki ifadelerden, Çelebi'nin bugün bizim anladığımız manada Felsefe'yi kastettiği de şüphelidir. Eğer burada söz konusu olan Felsefe dışındaki Matematik ve Astronomi gibi diğer akli ilimler ise, -ki isimlerini zikrettiği Osmanlı alimleri bu sahalardaki çalışmalarıyla meşhur olmuşlardır­ bu durumda, 14. asırdan itibaren hakikaten bir revaç bulmadan sözedilebilir.

Fakat, bu sahalarla ilgili çalışmaların 16. asırdan sonra İnkıta'a uğradığını ve akli ilimleri bilen alimlerin artık yetişmediğini söylemek de kolay değildir. Zira, sonraki devirlerde akli ilimlerdeki çalışmalarla isim yapmış Davud el-Antaki (öl. l008/1599), Recep b. Hüseyin elfeleki (öl. 1087/1614), Ebubekir b. Behram ed-Dimeşki (öl. 1102/1692), Yanyah Es'ad Efendi (öl. 1143/1730), Hasan el-Ceberti (öl. 1188/1774) ve Gelenbevi ismail Efendi (öl. 1205/1791) gibi pek çok Osmanlı alimi vardır. Dolayısıyla bu tür rivayetleri, bir aydının, bilime verilen ehemmiyetle ilgili genel değerlendirmeleri olarak görmek gerekmektedir .Kaldı ki bu tür ifadeler , her çağda, o çağın entellektüellerince ileri sürülmesi doğal olan ve hatta beklenen birer yakınmadır.

K.Çelebi, ''bu sırada şeyhü'l-İslamlar'dan biri hikmetin okutulmasını menetti'' diyor ama bu kişinin kim olduğunu belirtmiyor. Atay'ın da işaret ettiği gibi, Osmanlı medreselerinde hikmet veya aklı ilimlerin tahsilini ve tedrisini men eden bir şeyhü'l-İslam fetvası veya bir ferman henüz bulunabilmiş değildir. Dolayısıyla bu rivayeti de ihtiyatla ele almak gerekmektedir.


Mizanü'l-hak'taki rivayete gelince: K.Çelebi, burada ''Ebu'l-Feth Sultan Muhammed Han, medaris-i semaniyeyi yaptırıp, kanuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış ve Haş'iye-i tecrid ve Şerh-i mevakii derslerinin okutulmasını bildirmişti'' der. Oysa bugün elimizde mevcut Fatih külliyesine ait on vakfiye içersinde -ki bunlardan en meşhuru III. Murad döneminde kaleme alman ve 1938'de ''Fatih Mehmet II Vakfiyeleri'' adıyla K. Edip Kürkçüoğlu tarafından incelenip Vakıflar Umum Müdürlüğü'nce basılan Türkçe vakfiyedir­ hiç birisinde Çelebi'nin ifadelerini doğrulayacak bilgiler bulunmamaktadır. Bu vakfiyelerde külliye ile ilgili genel hususlardan bahsedilmekte; ders türleri ve kitap isimleri zikredilmemektedir .Yalnız,müderrisler için, akli ve nakli ilimlerde şöhret bulmuş ehliyetli kişiler olmaları istenmektedir.


O halde K. Çelebi'nin ifade ettiği bilgiler, en azından şu an elde bulunan kaynaklara göre doğru değildir ve çelişkilerle doludur. Çelişkilerle doludur; zira, Fatih'in vakfiyesinde okunmasını istediği ifade edilen eserlerden ilki olan Haşiye-i tecrid'in, aynı isimle anılan en alt düzeyli medreselerde (yirmili veya yirmibeşli) okutulduğu, şerh-i mevakıfın da bizzat kendisinin Cihannüma'sında belirttiği gibi Kırklı medreselere ait bir kitap olduğu bilinen bir husustur. Buna göre her iki eserin de en yüksek medrese kabul edilen Medaris-i Semaniye'de okutulması, ihtimal dahilinde gözükmemektedir.


Yukarda kısaca ele alman rivayetler, aklı ilimlerin medreselerde ihmal ve terk edildiklerini göstermekten çok uzaktır. Kaldı ki, Çelebi'nin kaldırıldığını iddia ettiği kitaplar, kelam ilmine aittir. Pek çok yazarın dini ilimler kategorisinde gösterdiği Kelam'ın ve buna ait kitapların program dışı kalması -ki bu medrese tarihinde hiç vaki olmamıştır­ nasıl oluyor da aklı ve felsefi ilimlerin ihmali anlamına geliyor? Bu ifadeleri birer tarihi gerçekmiş gibi kabullenip, bunlardan büyük sonuçlar çıkaran ve bir kısmı yukarda ismen zikredilen araştırmacıların görüşleri, böylece sağlam dayanaktan yoksun bulunmaktadır. Zira biraz sonra etraflıca ele alacağımız çok sayıda belge ve kaynak, program dışı bırakıldığı iddia edilen derslerin, sonraki yüzyıllarda medreselerde hala okutulduklarını açık bir şekilde göstermektedir. Kanaatimce yapılan yanlış değerlendirmelerin temelinde medrese kurumunun ne olduğuyla ilgili soru yatmaktadır. Medrese değimiz kurum nedir? Ne için kurulmuştur? Bu kurumda verilen eğitim ve öğretimin maksadı nedir? Bu sorulara verilecek doğru cevaplar , mezkur kurumlar hakkında daha sağlam konuşmaya imkan sağlayacaktır.


Her şeyden önce medreseler, esas itibariyle fıkıh başta olmak üzere İslam ilimlerinin tedris ve tahsil edildikleri müesseselerdir .Başka bir ifadeyle medreseler , Nizamü'l-mülk'le beraber kurumlaşmasından itibaren, gerek Selçuklular devrinde ve gerekse Osmanlı'larda, ilk planda devletin müderris, kadı ve müftü ihtiyacını karşılamaya matuf faaliyet gösteren kurumlar olarak dikkat çekmektedirler. Bu bakımdan medreseleri, G .Makdisi'nin de ifade ettiği gibi esas itibariyle, kurucunun mensup olduğu mezhebe göre fikıh öğretimi yapılan bir eğitim-öğretim kurumu, bir okul (College of law) olarak tarif etmek abartılı olmayacaktır. Bu özellik Osmanlı medreseleri için de geçerlidir.


Bazı yerlerde hadis, kıraat ve tıp gibi ilimlerin öğretimi için kurulan özel medreseleri bir tarafa bırakırsak, medreseler genellikle, devletin ihtiyaç duyduğu müderris, müftü ve kadıların yetiştirilmesine hizmet etmişlerdir. Hem müftülerin hem de kadıların vazifeleri icabı İslam hukukunu iyi bilmeleri gerekmekteydi .Bunun için medreseler , başta fıkıh olmak üzere hadis, tefsir, akaid ve ahlak gibi ulum-i nakliye olarak nitelendirilen dini-hukuki derslerin tedris ve ta'lim edildikleri kurumlar olarak faaliyet göstermişlerdir. Bir araştırma enstitüsü ya da bir akademi olmaktan çok, devlet kurumlarına eleman yetiştiren birer eğitim kurumu olarak çalışmışlardır. Bundan dolayı, medreselerde bilimsel çalışmalar , ilmi etüdler ve araştırmalar istisnaidir. Esas olan, var olan bilgileri muhafaza etmek ve bunu yeni nesillere ­gerekirse küçük ilavelerle (şerh ve haşiye şeklinde) aktarmaktır.


Peki, akli ilimlere, medrese ders programları arasında hiç yer verilmedi mi?
Ulum-i akliye kategorisinde yer alan derslerin 16 .yüzyıla kadar okutulduğunda bir şüphe olmadığına göre ve sorun bu derslerin mezkur asırdan sonra ihmal edildiği iddiası olduğuna göre biz, söz konusu derslerin sonraki asırlardaki durumunu inceleyeceğiz. Hemen belirtelim: Akli ilimler olarak bilinen dersler , medrese tedrisatının esasını teşkil etmezler, ancak bu, mezkur derslerin hiç okutulmadığı anlamına da gelmez. Akli ilimler , medreselerde, asıl ilimlere hazırlayıcı veya yardımcı ilimler olarak tahsil ve tedris edilmişlerdir. Bu durum, medresenin kurumsallaşmasından beri hem Selçuklularda, hem de Osmanlı döneminde geçerli olmuştur. Bu görüşümüzü destekleyen pek çok malzeme bulunmaktadır. Bu belgelerden biri medrese mezunlarına ait otobiyografilerdir.


Nitekim Taşköprülü-zade (öl, 968/1561), eş-Şaka'ik en-nu'maniye'de, Şeyhü'l­islam Feyzullah Efendi (öl. 1115703) kendi hal tercümesinde, Abdullah b. Muhammed el-Ahıskavi (öl. 1218/1803) Revamizu'z-a'yan adlı eserinde okudukları ve okuttukları dersler hakkında bilgiler vermişlerdir.


Taşköprülüzade, eş'-Şaka'ik en-Nu'maniye fi Ulemai'd-Devleti'l­ Osmaniye adlı eserinin sonunda, kendi haltercümesini verir. Burada tahsil ve müderrislik hayatı boyunca okuduğu ve okuttuğu derslerden bahseder. Buna göre O, nakli ilimlerin yanında akli ilimlere ait Mantık'tan İs'agoci'yi Hüsameddin el-Kati'nin şerhiyle birlikte, Şerhu's-şemşiye'yi Şerif el-Cürcani'nin buna yazdığı haşiyesiyle birlikte okumuş ve Şerif el-Cürcani'nin Şerhu'l-matali' inin bazı bölümlerini de tahkik ve itkan etmiştir .


Taşköprülüzade, Hikmet'ten Şerh-i Hidayeti'l-hikme'yi Hocazade'nin buna yazdığı haşiyeleriyle birlikte okumuştur. Hey'et'le ilgili olarak Kadızade-i Rumi'nin Şerh-i muzahhas fi'l-hey'e'sini , Mirim Çelebi'nin Risale fi semti'l-kıble'sini ve Ali Kuşçi'nin el-Fethiyye fi'l-hey'e'sini okumuştur.


Hendese'den, Kadızade-i Rumi'nin Şerh-i eş'kali't-te'sis'ini ve hisab'tan Şerhi't-tecnis fi’l-hisab'ı okumuştur. Bu durum bize, sözü edilen derslerin, Semaniye Medreseleri'nin kuruluşundan bir asır sonra, XVI. yüzyılın ortalarında hala medreselerde okutulmaya devam edildiklerini gösterir.


XVII. yüzyılın ikinci döneminde okuduğu anlaşılan Şeyhü'lislam Feyzullah Efendi kendi haltercümesi'nde akli ilimlerden şu kitapları okuduğunu zikretmektedir, Mantık dersinde, Şerh-i tehilbu'l-mantık ve haşiyesini; Hikmet'ten Şerh-i hidayeti'l-hikme ve Şerh-i hikmeti'l­ 'ayn ; Hey'et'ten Şerh-i muzahhas fi'l ­hey'e ve haşiyesi; Hisab'tan Hulasatu'l-hisab ; Hendese'den Eşkali't-te'sis'i okumuştur ki bu, şikayet konusu olan derslerin XVII. yüzyılın ikinci yarısında da medrese okutulmaya devam edildiklerini gösterir, Daha da ilginci, Feyzullah Efendinin, Çelebi'nin kaldırıldığını iddia ettiği Kelam'a ait Şerh-i tecrid ve Haşiye-­i tecrid'i de okuduğu dersler arasında zikretmesidir.


Akli ilimlerin 18. asırda da okutulmaya devam edildiklerini, Abdullah b, Muhammed el-Ahıskavi (öl. 1218/1803)'nin ''Revamizu'l-ayan'' adlı eserde verdiği bilgilerden de anlıyoruz. Kur'an'ı babasından öğrenen el-Ahıskavi, daha sonra Kars'a gelerek burada Arap dili ve edebiyatıyla diğer klasik dini-nakli ilimleri tahsile başlamış, bu esnada akli ilimlerden şerh-i isagoci'yi; el-Fenari fi'l ­mantık'ı tanınmış şerhleriyle; Kadımir'in haşiyesi Lari'yle birlikte; Şerh-i hikmeti'l­'ayn'ı diğer şerhlerle birlikte okumuştur, Daha sonra Amid'e gelen Ahıskavi, burada Hulasatü'l-hisab'ı okumuş ve riyaziye, hendese, ilm-i mikat, usturlab'la ilgili bilgileri öğrenmiştir, Kendisi, Şerh-i şemşiyye ve Eş'kalü't-te'sis ile şerh-i çağmini fi'l-hey'e'yi de okuduğu dersler arasında zikretmektedir.


Medrese mensuplarına ait hal tercümelerinden başka bir takım eserler daha vardır ki, bunlar bize bir taraftan dönemin genel geçer ilim anlayışını yansıttıkları gibi, diğer taraftan tedavülde bulunan dersler hakkında da ışık tutmaktadırlar.


Bunlar arasında İshak b. Hasan et­ Tokadi (öl 1689)'nin Nazmu'l-ulum'u , Saçaklı­zade (öl. 1732)'nin Tertibu'l-ulum'u ve Erzurumlu İbrahim Hakkı (öl, 1780)'nın Tertibu'l-ulum'u oldukça dikkat çekicidir. 17. asır sonları ile 18. asra ait bu eserlerin ortak yönü, bir kemal sahibi olabilmesi için tahsil etmesi önerilen ilim dalları arasında ulum-i akliye kategorisinde yer alan derslere de yer vermeleridir. Bu eserlere bakıldığında, akli ilimlerin mezkur asırlarda tedavülde oldukları ve ulema ve medreseliler tarafından okunup işlendikleri anlaşılmaktadır.


Medreselerde okutulan dersler ve kitaplarla ilgili bilgilerimize ışık tutacak kaynaklar arasında batılı yazarların, araştırma ve gözlemlerine dayanan eserler de vardır. Bunlardan birisi, 1679/80'de İstanbul'da bulunan İtalyan Comte de Marsigli'nin gözlemlerine yer verdiği eserdir, Osmanlıların en önemli meşguliyetlerinden birisinin ilim tahsili olduğuna dikkat çeken yazar, okullarda dini ilimleri öğrenenlerden ilerlemek ve yükselmek isteyenlerin mantık, antik çağ bilimleri ve bilhassa tıp sahalarına büyük ilgi gösterdiklerini, geometri, astronomi, coğrafya ve ahlak dersleri üzerinde İlgiyle durduklarını belirtiyor, Yine, 17 y. yılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti'ne gelen İngiliz seyyah Wheler, İmparatorluğun bütün büyük şehirlerinde geometri ve diğer ilimlerde ders veren müderrisler'in varlığından söz etmektedir. 1741 yılında Fransa'nın İstanbul elçiliğince hazırlattırılan Kevakib-i Seb'a (Yedi Yıldız) adlı eser de bize, konumuz açısından çok çarpıcı bilgiler sunmaktadır. Bir medrese öğrencisinin, sırasıyla aldığı dersleri ayrıntılarıyla veren eser, nahivden sonra Mantık ilmine başladığını, bu dersle ilgili olarak sırasıyla önce İs'agoci risalesini, daha sonra bunun şerhi Hüsam-ı Kati ve haşiyesi Muhyiddin risalesi'ni, sonra Fenari ve haşiyesini, sonra Şemsiyye kitabını, sonra Tehzib'i ta'lik ve şerhleriyle, sonra Şemsiyye'nin şerhi Kutbuddin-i Şirazi, haşiyesi Seyyid ve Kara Davud ile okuduğunu ve Mantık tahsilini, Şerh-i matali' ile tamamladığını belirtir.


Esere göre, daha sonra, Nazari Hikmet ilmine başlanır. Bu derse Hidayetü'l-hikme'yi okuyarak başlayan talebe, daha sonra bunun şerhi Kadımir ve haşiyesi Lari'yi de geçerek, bu ilmi Hikmetül­ 'ayn kitabıyla tamamlar .
Bundan sonra Kelam ilmine geçilir. Esere göre bu derste, Ömer Nesefi risalesi, Şerh-i aka'id ve haşiyesi Hayali, İsbat-ı Vacip, Aka'id-i celal gibi kelam kitaplarıyla temel bilgileri elde edenler, daha sonra Mevakif veya Şerh-i mevakıf'a geçerler ve bu ilmin tahsilini Şerh-i makasıd ile tamamlarlar.

Eserde, Hikmet, Hey'et, Hendese ve Hisabla ilgili olarak da şunlar belirtilmektedir:

''Şerh-i Mevakıf ve Makasıd her ne kadar kelam ilmiyse de alet ilimlerinin cümlesini, hikmet, hey'et, hendese ve hisabı zikreder. Hendese ve hisab ''mahsusat'' kabilinden olup çok fikre muhtaç olmadığından onu müstakilen ders edip okumazlar. Hemen zikrolunan ilimler arasında müzakere ederler. İktisar rütbesinde hendese ilminde Eşkal-i te'sis adlı bir kitap vardır; onu okurlar. Ondan sonra istiksa rütbesinde delilleriyle Öklidis kitabını okurlar. Hisabda dahi iktisar rütbesinde Bahaiyye vardır; onu okurlar. Üzerine Ramazan Efendi2 ve Çulli'si dahi takrir olunup iktisadın yukarı rütbesine yakın olur...''


Eser talebelerin tatil günleri ve bu günlerdeki meşguliyetleriyle ilgili aktardığı bilgiler arasındaki şu ifadeler konumuz açısından oldukça önemlidir.


“...Malum ola ki alimler, öğrencilerin tabiatlarına melal gelmeyip daima ilme teşvik etmek için Salı ve Cuma günlerini tatil etmişlerdir. Bu iki günde öğrenciler bazı malzemelerini hazırlar , yaz günü ise mesire yerlerine gezmeğe giderler. Orada da yine pek boş durmayıp hisab, hendese ilmi, usturlab, rub', misaha, Hind, Kıbt ve Zenc hisabı, parmak hisabı, ağırlıkları kaldırma ilmi (=mekanik) ve bunlar gibi müstakilen derse ihtiyaç duyulmayan ilimleri müzakere ederler. Kış günü ise, geceleri sohbet edip, muamma, bilmece, muhadarat, tarih, şiir , aruz ve divan müzakere ederler ...”


Bu ifadeler , aklı ilimlerin 18. yüzyılın ilk yarısında da okutulmakta olduklarını hatta tatil günlerinde bile öğrencilerin, Matematik, Geometri, Astronomi ile ilgili bilgilerini geliştirmek ve uygulamakla meşgul olduklarını, açık bir şekilde göstermektedir.


Ders programlarını tesbit etmemize ışık tutacak bir diğer mühim kaynak, medrese tahsilini bitiren talebelere hocaları tarafından verilen İcazetname'lerdir. Hem okunan İlim dallarını, hem kullanılan ders kitaplarını tesbit etmede son derece sağlam bilgiler sunan bu belgelerden bir kısmı genel (İcazet-i amme) ve uzun olup, icazeti veren hoca ve alan akli ve nakli ilimleri başarıyla tahsil ettiklerini İfade eder .Bazı İcazetnamelerde ise İlimler ve dersler hakkında tafsilatlı bilgiler verilmemekte; sadece İcazeti alanın akli ve nakli ilimleri başarıyla tamamladığı zikredilmektedir. Bir de belli br ilim dalıyla ilgili olarak verilen hususi icazetnameler (İcazet-i hassa) vardır. Bunlar akli veya nakli ilimlerden birinden (mesela Feraiz, Hadis, Kıraat v.s.) aldığı icazetlerdir. Aklı ilimlere ait verilen veya alınan İcazetlere örnek olarak şunları vermek mümkündür. Ahmed ibn İsa eş-şafi'i, hocası Kemaluddin b. Takiyyüddin eş-şafi'i el-Halebi'nin aritmetik ile ilgili eserini okumuş ve 17 Recep 1054 yılında bu dersten icazet almıştır. Yine Muhammed Hasib b. Ahmed el-Kıbrısi, Muhammed b. Ali el-Bozkırı el ­Mağnisavi'den hisab ve feraiz okutma icazeti almıştır. Osman b. Salim el­ Vardani el-Hayyat diye tanınan hocası Ebu'l-İtkan Mustafa el­ Vefa'i (öl. 1203/1789)'den astronomi ve matematik ilimleri için bir icazetname almıştır.


Genel İcazetnamelerde konumuz açısından dikkat çekici olan, icazeti alan ve verenin hususiyetlerinden bahsedilirken genellikle onların, hem ulum-i nakliye'yi hem de ulum-i akliyeyi okumuş kimseler oldukları belirtilmektedir. Nitekim Mustafa Da'fi b. İbrahim el­ Giridi adlı bir şahsa verilen İcazette bu kimsenin ilimlerin cüz'iyyatını ve külliyatını; fenlerin aklı ve naklisini tahsil ettiği belirtilmektedir. Aynı İcazetnamede sözü edilen şahsın müderrisler zincirinde yer alan katip, şair ve hatip olan Mevlana Haki Abdurrahman Efendi’den fünün-i hikem ve tabi'iyat, ilahiyat ve riyaziyat okuduğu zikredilmektedir. H. 1260 yılında ibrahim Edhem b. İsmail el-Balıkesri'ye verilen bir İcazetnamede bu şahsın, akli ve nakli ilimleri başarıyla okuduğu belirtilmektedir. Erginli Muhammed Hulusi Efendi'ye verilen 1298/1881 tarihli icazetnamede, mezkur şahsın dini ilimler yanında Kelam, Belagat, Mantık, Hikmet, Edebiyat vesaire okuduğu belirtilmektedir.Tarihi okunamayan bir icazetnamede Kastamonulu Muhammed Vasfı Efendi'nin nakli ilimler yanında Mantıktan İs’agoci, Tasavvurat ve Tasdikat; Kelam'dan Tehzib okuduğu görülmektedir. Bir başka İcazetnamede Hasan Tahsin el-Rizevi adlı şahsın nakli ilimler yanında akli ilimlerden İsagoci şerhini, el-Fenari'yi, el-Hayali ve Kadımir'i; Şerhu'l-metali'; Şerh-i mevakıf ve Şerh-i çağmini'yi tahsil ettiği yazılmaktadır.


Bu örneklerden bize, aklı ilimler olarak nitelendirilen derslerin bazılarının veya tamamının, 19. yüzyılda da medreselerde okunmuş veya okutulmuş olduklarını göstermektedir. Mezkur asrın ikinci yarısına ait ve Mübahat Kütükoğlu tarafından yayınlanan ''1869'da Faal İstanbul Medreseleri'' listesinde mevcut 5369 talebeden 1101'nin mantık (374 Fenari, 610 Tasavvurat, 117 Tasdıkat); 287'sinin Aka'id şerhi; 108'inin hikmetten Kadımir 3, 182'si ise kelam'dan Celal 4 okumakta olduğu görülmektedir. Bu, aklı ilimlerden Mantık, Kelam ve Hikmet'in, İstanbul medreselerinde, 19 y.yılın ikinci yarısında da tahsil edilmeye devam edildiğini göstermektedir .Ancak bu listede, Hendese ve Hey'etin yer almadığı dikkat çekmektedir. Bundan, söz konusu dersleri, mezkur öğretim döneminde okuyan bulunmadığı anlaşılabilir. Fakat, listenin bütün öğretim dönemini kapsamadığı ve İstanbul'daki medreselerle sınırlı olduğu da unutulmamalıdır. Bir başka husus, mezkur derslerin, 18. asrın sonlarına doğru kurulmaya başlayan ve 19. asrın ortalarından itibaren hızla yayılan Medrese dışı eğitim-öğretim kurumlarına kaydırılmış olabileceğidir.


Aklı ilimlerin terk veya ihmalinin doğru olmadığının bir başka delili, bu derslere ait kitapların medreselerde, değişik zamanlarda, defalarca istinsah edilmeleridir. Örneğin Hisab ilmine ait Hulasatü'l-hisab adlı eser, ilki 1064'te olmak üzere, çeşitli bölgelerde bulunan 14'den fazla medresede istinsah edilmiştir Yine Kadızade-i Rumi'nin Hendeseye ait Tuhfetü'r-re'is adlı eseri de, aralarında İstanbul Semaniye ve Şehzade medreseleriyle Bursa Sultaniye medresesinin de bulunduğu 30'dan fazla yüksek dereceli medresede istinsah edilmiş ve üzerine çok sayıda şerh ve haşiye yazılmıştır. Kadızade-i Rumi'nin, Astronomiyle ilgili Şerhü'l-mulahhas fi'l-hey'e'si de 20'den fazla medresede istinsah edilmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür .İstinsahların en yoğun olduğu dönem 18 yüzyıldır. Bu kitapları istinsah edenler, müderrisler veya kısmen de talebelerdir. Bir Müderris veya talebe, kullanmayacaksa bir kitabı neden yazmak veya kopyalamak ihtiyacı duysun. O halde, bu kitaplar kullanılıyordu, işleniyordu, isteniyordu ki, istinsah edildiler.


Görüldüğü gibi, pek çok kaynak, aklı ilimlerin -hiç değilse bazılarının ­medreselerde sürekli bir şekilde tedris ve tahsil edildiklerini gösteriyor. Sözkonusu derslerin ihmal edilmelerine dair K.Çelebi'ye ait rivayetler okutulduklarına dair pek çok rivayet, delil ve belge bulunmaktadır.


Medreselerin Gerilemesinde Akli İlimlerin Rolü Meselesi
Akli İlimlerin İhmal edildiğinden hareket eden yazarlar , İfadelerinin devamında, bu durumun, İlmin İnkırazına yol açtığını ve medreselerin gerilemesine birinci derecede sebep olduğunu ileri sürmektedirler. Yukarıda ayrıntılı olarak verdiğimiz bilgi, belge ve kaynaklar bize, aklı ilimlerin program dışı bırakılmalarının söz konusu olmadığını, tersine medrese tedrisatında bir sürekliliğin, büyük bir geleneğin mevcut olduğunu gösteriyor. Kaldı ki, medreselerin gerilemesi ile akli ilimler arasında bir bağ kurma, bu kurumların kuruluş, amaç ve işleyişleri dikkate alındığında anlamsız -hatta imkansız ­kalmaktadır. Medreselerin gerilemesinden söz edildiğine göre, bu kurumlar için bir gelişme, bİr yükselme dönemi kabul ediliyor demektir. Öyleyse şu soruyu sormak gerekir. Medreselerin yükselmesi, akli ilimlerin buralarda okutulması neticesinde mi olmuştur? Osmanlı medreselerinin, 15. asırda yükseldiği ve 16. asırda en parlak dönemine ulaştığı genel olarak kabul edilirse, o durumda, bu yükselmeyi sağlayan temel dinamiklerin akli ilimler olduğu söylenebilir mi? Bu sorulara doğru cevaplar verebilmek, Medrese sistemini, amaç, içerik ve işleyiş açısından iyi anlamak ve doğru değerlendirmekle mümkündür. Yukarda kısaca değinildiği gibi, medrese tedris sisteminde, esas olan dini/nakli ilimlerdir. Akli ilimler ise araçtır , asli ilimlere hazırlayıcı ve yardımcı derslerdir. Bu itibarla, medreselerin gerileyişi, hangi devirlerde ne kadar akli ilimlerin okutulup okutulmaması ile ilgili bir durum değildir. Böyle bir kriter, asıl gayesi, dini kaynaklardan yararlanarak görev yapacak yargıç, müftü ve müderris yetiştirmek olan bir eğitim kurumu için geçerli olamaz. Medrese kendisinin asli görevi olan İslam ilimlerinin eğitim ve öğretimi görevini, pek çok dış etkenler tarafından etkilenmiş olmasına rağmen, tarih boyunca kesintisiz bir şekilde sürdürmüştür. Dolayısıyla medresenin gerileyişi ve çöküşü, iddia edildiği ve sanıldığı gibi kendi bünyesi içine giren, yavaş yavaş bütün organları kemiren ve nihayet ölüme götüren hastalık gibi bir İflas süreci değildir. Medresenin İ'tibarının kaybının sebebİ daha çok, bu kurumun devlet için arzettiği fonksiyonda aranmalıdır. İslami bir eğitim kurumu olarak medrese başlangıçta devlet elitinin, memurların, müderrislerin, müftü, hakim ve yargıçların ve diğer önemli devlet görevlilerinin eğitiminde ve yetiştirilmesinde çok önemli bir rol oynuyordu. Osmanlı yönetimi, meşruiyetini, şer'i esaslarda arıyordu. Eğitimle beraber yönetim, hukuk, adalet ve yargı sistemleri de, şer-i şerif esaslarına göre biçimlendirilmişti. Bu esasların tesbiti, yorumu ve uygulaması, medreselerden yetişen ulemanın yetkisi altındaydı. Ulema ve medrese, sistemin ortasında, tam merkezinde yer alıyordu. Ulemanın başı Şeyhü'I-islam, protokolde Vezir-i A'zam'ın arkasında kalmasına rağmen hem Sultan hem de vezirleri, önemli kararlarlarını ve icraatlarını, onun onayına sunmak zorundaydı. Medresenin ürettiği zihniyet ve kültür , sistemin arzu ve hedefleriyle çelişmiyordu. Sistem için medrese, medrese için de sistem gerekliydi. Bu durum, Tanzimata kadar -daha doğru bir İfade ile modernleşme sürecinin başlamasına kadar­- devam etti.


Tanzimattan sonra devlet, kendini yeniden tanımladı; klasik Osmanlı sisteminde gedikler açılmaya ve buralara, Avrupa uygarlığının ürünü kurum ve kuruluşlar yerleştirilmeye başlandı. Batı'ya yöneliş, Avrupa'nın sadece tekniğini değil, aynı zamanda zihniyetini, İdeolojisini, felsefesini, bilimini, kültürünü... de beraberinde getirdi. Bu yeni değişim ve dönüşümle medrese, kendini bir anda sistemin merkezinden uzaklaştırıldığını gördü. Yerine batı modeline göre kurulan eğitim kurumları geçti. Medreseliler de, hem kıyafetleriyle, hem zihniyet ve ideolojileriyle gücü ve İktidarı elinde bulunduranların yanında ve yeni sistem içersinde ahengi bozan bir görüntüye sahipti. Medreselerin işlevsizliği, İflası,itibar kaybı v.s. İşte burada, bu değişim ve dönüşümde aranmalıdır. Evet, İlim zihniyeti, program, disiplin, devamlılık v.s. gibi hususlar bir sistemin sağlıklı işlemesi açısından önemli faktörlerdir. Ancak, Medreselerin gerilemesi çerçevesinde öne sürülen nedenler, 16. asırdan sonra birdenbire ortaya çıkmış değildir.


Sonuç
Bütün bu bilgi ve belgelerin ışığında konumuzu şu şekilde sonuçlandırabiliriz:

  • Akli ilimlerin ihmal ve terkiyle ilgili K.Çelebi'nin tenkitleri doğruyu yansıtmamaktadır. Konuyla ilgili yeni çalışmalar ve bilhassa Prof. Dr. İhsanoğlu, K.Çelebi'nin rivayetlerindeki çelişkileri detaylarıyla incelemiştir.
  • K. Çelebi'nin ''sonradan gelenler, bunlar felsefiyattır'' diyerek programdan çıkardıklarını iddia ettiği Haşiye-i tecrid ve Şerh-i mevakıf, Kelam ilmine ait olup, sonraki devirlerde de elden düşmediği anlaşılmaktadır. Medrese eğitim sisteminin doğal bir parçası olan Kelam ilmi, ya yukarda zikredilen eserler veya bu ilme ait diğer standart ders kitapları vasıtasıyla kesintisiz tedris ve tahsil edilmiştir.
  • Akli ilimlerin diğer kollarım teşkil eden derslerin ve bu derslere ait klasik eserlerin, 16. yüzyıldan sonra da okutuldukları görülmektedir. Ancak bu derslerin, medrese eğitim sisteminin temelini teşkil etmedikleri, dini-nakli ilimlere 'yardımcı ders '' olarak değerlendirildikleri açıktır.
  • Medrese sistemi (program, amaç, işleyiş, içerik v.s.) içersinde bir bütünlük, bir süreklilik, değişmeyen uzun bir gelenek mevcuttur. Dolayısıyla 15., 16. asırlarda tahsil ve tedris edilen ilimler, bu süreklilik ve gelenek gereği, 17 ., 18., 19. asırda da vardır, okunmuştur ve okutulmuştur. Medrese sistemi içinde ilk esaslı değişmeler, ancak II. Meşrutiyetten sonra gerçekleşmiştir.
  • Akli ilimler sahasında geçerli olan derslerin kalitesi, içeriği, amacıyla müderris ve talebelerin bu alandaki ilmi performansları, esasında medrese sitemini kavramak açısından araştırılması gereken önemli sorular olmakla beraber , bu tebliğin sınırını ve konusu aşan bir konudur.
  • Ulum-i akliyenin program dışı bırakılmaları söz konusu olmadığına göre, medreselerin gerilemesinde bu ilimlerin ihmalinin birinci derecede amil olduğu tezi de havada kalıyor, demektir. Esasen, medreselerin yükselmesi veya gerilemesini akli ilimlerin okutulup okutulmamasına bağlamak mümkün değildir.
  • Bu söylenenlerden, Medrese sisteminin her devirde mükemmel işlediği, hiç bir kusuru olmadığı, burada çok kaliteli eğitim-öğretim faaliyeti yürütüldüğü, hiç bir eleştiriyi hak etmediği anlaşılmamalıdır.
Ruhr-Universitaet-Bochum
  1. Emin Beğ: ''Tarihçe-i Tarik-i Tedris'', İlmiye Salnamesi, s. 647.
  2. Aslı " Hallu'l-Hulasa li-ehli'r-riyasa" dır ve Ramazan b. Ebi Hureyre el-Cezeri el-Kadiri (1076/1665'te sağ)'nin Hulasatu'l-hisab'a yazdığı bir şerhtir.
  3. Hidayetü'l-hikme'nin bir şerhi olan Kadımir, aynı adla meşhur Hind'li Mir Hüseyin el-Meybudi'ye aittir.
  4. Celal, Celaleddin ed-Devvani'nin, Taftazani'nin Tehzibu'l-kelam ve'l-mantık adlı eserine yazdığı bir şerhtir.

Osmanlı Medreselerinde Mantık Eğitimi Üzerine
Osmanlı Döneminde Bir İmparatorluk Dili Olarak Türkçe
Osmanlı Devleti'nde Eğitim Hizmetlerinin Finansmanı
Osmanlı Medreselerinde Tartışma Metodolojisi
Akli İlimlerin İhmali Meselesi Üzerine Bazı Mülahazalar
Son Dönem Taşra Medreseleri Üzerine Bazı Düşünceler
Osmanlı Sıbyan Mekteplerinde Okutulan Dersler
Osmanlılar Bilime Set Çekmedi
Bizi Bilimde Geri Bırakan Sebepler Nelerdir?
Amerikan Eğitimine Bir Bakış

Muhammed Abdüh'ün Osmanlı Eğitim Sistemi Hk. Görüşleri


lionhead 3 Temmuz 2006 20:57

Puslu Kıtalar Atlası’yla birçok okuru şaşırtan ve sevindiren İhsan Oktay Anar’ın ikinci romanı Kitab-ül Hiyel, “eski zaman mucitlerinin inanılmaz hayat öyküleri”ni anlatıyor.
Yafes Çelebi, Calud ve Lalezar Necef Bey’den Angilidis Efendi’ye, Samur ve Yağmur Çelebiler’den Uzun İhsan Efendi’ye bir sürü mucit, hiyelkar, aktarıcı, "rivayet edici", mağdur, sarhoş, meyhaneci, kahveci. Okuyanın okumayanlara kolay anlatamayacağı ama insanın birileriyle paylaşmak isteyeceği romanlardan, Kitab-ül Hiyel.


lionhead 3 Temmuz 2006 21:01

Üstün insanlar, mensup oldukları milletlerin değil, insanlığın malıdır. Bütün uluslar onlarla gururlanırlar. İşte Ebu'l-İz de bunlardan biridir.

Buharlı otomatik sistemler 1780 yılında, İskoçyalı Mühendis James Watt tarafından bulunduğu halde, Ebu'l-İz Hidromekanik otomatik cihazları, çok önceden 1206 yılında, tam 574 yıl önce, Artuklular devrinde Diyarbakır'da (Hasankeyf) geliştirmiştir.


lionhead 3 Temmuz 2006 21:09

21’nci yüzyılda yaşanacak teknolojik gelişme hızı, gelişmekte olan ülkelerin bu alanda politikalar üretemedikleri sürece çok hızlı bir şekilde geride kalacaklarını ortaya koymaktadır. Bütün bu koşullar, Türkiye’nin çağdaş mühendislik eğitimini yaygınlaştırmasının yanı sıra sanayileşmeden,teknolojik öngörü’den teknoloji üretiminden, araştırma ve geliştirmeden,üniversite-sanayi işbirliğinden yana politikalara duyduğu gereksinimi çok açık bir şekilde göstermektedir.

Bu nedenle ülkemizdeki mühendis ve mimarların daha donanımlı birikimli ve bilinçli olarak yetiştirilmesinin yanı sıra toplumsal ve teknik işbölümü içerisinde mesleki eğitimleri ile uyumlu üretken bir konuma sahip olmaları için gerekli politikaların uygulanması da çok büyük bir önem ve öncelik taşımaktadır.

Bu nedenle çağdaş bir mühendislik eğitimi formasyonunun deformasyona uğramadan ülkenin kalkınmasına yöneltilebilmesinin, üretim ekonomisi, üniversite sanayi işbirliği ve bilim ve teknoloji politikaları ve insan kaynakları planlaması temelinde uygulanan kalkınma stratejileri ile ilişkisi analiz edilmelidir.

Çağdaş bir mühendislik formasyonundan beklenecek olan faydaların enformasyon formasyon - deformasyon çevriminde bütüncül bir yaklaşımla ele alınması gereklidir.


lionhead 3 Temmuz 2006 21:14

Az Gelişmişliğin Kıskacındaki Türkiye ve Mühendislik Enformasyon - Formasyon - Deformasyon

Giriş

Çok hızlı yaşanan teknolojik gelişim 21.yüzyılın mühendislik profilini de hızla değiştirmektedir. Mühendislerin eğitimi, mesleki, toplumsal sorumlulukları ve üretim süreçlerindeki vazgeçilmez yerleri de bu değişimden aynı ölçüde etkilenmektedir ve etkilenmeye devam edecektir. Bu nedenle yaşanan bu süreçte eğitimi de içerecek şekilde mühendisin değişen profiliyle ilgili değerlendirmeler yapılmalıdır .Ancak bunun yanı sıra azgelişmişliğin ve istikrarsızlığın kıskacındaki ülkemizde mühendislerden beklenen temel işlevlerin bilgi toplumuna evrilme sürecindeki sanayi toplumlarında hızla değişen mühendislik profili ve işleviyle ne ölçüde örtüştüğü veya neden örtüşemediği de ele alınmalıdır.
Bu süreçte mühendislik eğitiminin kalitesinin yanı sıra uygulamada mühendislik birikiminin kullanılma düzeyi ve mühendislerden ne beklendiği de sebep-sonuç ilişkileri içerisinde analiz edilmelidir. Mühendislerin teknoloji üretecek,teknolojik ve bilimsel gelişmeleri takip edecek bir formasyonda yetiştirildiklerini varsaysak bile, mezuniyet sonrasında üretim süreçlerindeki çalışma koşulları ve konumları da bu analize konu olmalıdır.

21’nci yüzyılda yaşanacak teknolojik gelişme hızı gelişmekte olan ülkelerin bu alanda politikalar üretemedikleri sürece çok hızlı bir şekilde geride kalacaklarını ortaya koymaktadır. Bütün bu koşullar, Türkiye’nin çağdaş mühendislik eğitimini yaygınlaştırmasının yanı sıra sanayileşme için teknolojik öngörü, teknoloji üretimi için de araştırma – geliştirme ve üniversite-sanayi işbirliğinden yana politikalara duyduğu gereksinimi çok açık bir şekilde göstermektedir. Bu nedenle ülkemizdeki mühendis ve mimarların daha donanımlı birikimli ve bilinçli olarak yetiştirilmesinin yanısıra toplumsal ve teknik işbölümü içerisinde mesleki eğitimleri ile uyumlu üretken bir konuma sahip olmaları için gerekli politikaların uygulanması da çok büyük bir önem ve öncelik taşımaktadır.
Yaşanan tüm gelişmeler, konunun bütün parametreleriyle birlikte ilgili tüm tarafların, Üniversitelerin, Sivil Toplum Kuruluşlarının ve Meslek Odalarının ilgi ve çalışma alanı içerisinde yer alması zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Bu konuda kaybedilen zamanın bedeli 21 yüzyılda ülkemiz için çok yüksek olacaktır


Bilim Teknoloji ve Refah

Bilimsel buluşların ve teknolojik ilerlemelerin ekonomik büyüme ve toplumsal refah için yarattığı fırsatlardan yararlanmanın başlıca koşulu, yeni bilimsel bilginin yenilikçi ürünlere, proseslere, organizasyonlara, pazarlara ve hizmetlere dönüştürülebilmesidir. Küresel ortamda toplumsal refah artışı sağlayabilmek için endüstriyel rekabette üstünlük ve bunun içinde teknoloji yeteneğinin üst seviyede olması gerekmektedir. Üst seviyedeki teknoloji yeteneği için önkoşul da bilgi temeli ve üniversite-sanayi işbirliğini de kapsayacak şekilde Ar-Ge çalışmalarındaki derinlik olmaktadır.

18.yüzyıl sonlarından bu yana çok hızlı gelişen teknolojik yeniliklerin itici gücünün bilimsel temelli bilgi olduğu bilinmektedir.Bundan sonraki gelişmelerde bilimsel bilginin etkisini değerlendirebilmek için şu veriye bakmak yeterli olacaktır; 1760 yılında üretilen bilgi,1760-1950 yılları arasında ikiye katlanmış ve artık her 2-3 yılda bir tekrar ikiye katlanmaktadır. 21’nci yüzyılın hemen başlarında kullanılacak teknolojilerin %70’inin henüz bilinmediği buna karşılık bu dönemde bugünkü çalışan nufusun %70’inin çalışmaya devam edeceği savı, üzerinde önemle durulması gereken bir öngörüdür. Bilim ve teknolojideki çok hızlı değişim sonucu yeni bir transformasyon döneminin yaşandığı ve jenerik teknolojilerin büyük önem kazandığı gözlenmektedir. Jenerik teknolojiler kapsamında özellikle çok kısa bir süre içinde insan yaşamını ve kalitesini etkileyecek olan moleküler biyoloji ile ilişkili olarak genetik bilimi ve mühendisliği, nöro-fizyoloji ve beyin bilimine bağlı olarak yapay zeka, uzay fiziği ile güneş sistemi çalışmalarına bağlı uzay ve enerji ile ileri malzemeler ve sanayi odaklı ileri bilgisayar uygulamaları öne çıkmaktadır[1].

Gelişmiş ve Geri Kalmış Ülkeler Arasındaki Belirleyici Unsur

Teknolojik Farklılık, Teknoloji Transfer Mekanizmaları ve Teknolojinin Derinliği
"Teknik" ve "Teknoloji" terimleri iki ayrı kavrama işaret eder. "Teknik", üretimde kullanılan, bilimsel bilgiye dayalı, metodik süreçlere (proseslere) ilişkin bir bilgi ve deneyim kümesini; ‘ Teknoloji ’ ise, söz konusu teknikleri ve bu tekniklerin uygulanması ile ilgili alet, makina ve malzemeleri geliştirebilmenin bilgi ve deneyimini ifade eder.

Burada önemli olan nokta, teknolojik bilginin faydaya ve uygulamaya yönelik olmasıdır. Teknolojik bilgiyi, bilimsel bilgiden ayıran nokta budur. Kısaca, bilim doğanın nasıl işlediğinin (doğa yasalarının) bilgisi iken, teknoloji doğayı dönüştürebilmenin ve ona egemen olabilmenin bilgisidir.

Bu açıklamalar ışığında daha geniş tanımı ile; Teknoloji; ‘araştırma-geliştirme, tasarım, üretim, pazarlama, satış ve satış sonrası hizmeti kapsayan bir endüstriyel sürecin, etkin ve verimli bir biçimde gerçekleştirilmesi için kullanılması gereken bilgi ve becerilerin tümü’ şeklinde olmaktadır. Gelişmiş ve geri kalmış ülkeler arasındaki sınırı belirleyen en temel unsur olan teknolojik farklılık ise teknoloji transfer sistemlerinde kendini göstermektedir.

Gelişmiş ülkelerde bu sistem, temel bilim, temel ve uygulamalı araştırma ve teknoloji geliştirme kurumlarından, ulusal endüstriye bilgi akış sistemi diğer bir deyişle yatay teknoloji transferi olarak gözlenirken, az gelişmiş ülkelerde teknoloji transferi dikey teknoloji transferi olarak da algılanabilecek gelişmiş ülkelerden üretim teknik ve bilgilerinin aktarılması olarak karşımıza çıkmaktadır.
Diğer bir deyişle, gelişmiş ülkelerde sahip olunan teknolojinin derinliği fazla, az gelişmiş ülkelerde ise sığdır. Teknolojinin derinliği arttıkça yaratılan katma değerin ivmesel bir artış gösterdiği bilinmektedir. Aynı şekilde teknolojinin derinliği ile bilimsel bazlı bilginin doğrudan ilişkisi vardır ve gelişmiş ülke sistemlerindeki yatay teknoloji transferi mekanizmalarına anlam kazandıran açıklamanın özü budur.

Bu iki sistem arasındaki gelişmişlik ve az gelişmişlik sınırını da belirleyen en önemli farklar şunlardır:

a) Yaratılan Katma Değer / Maliyet oranındaki fark,
b) Teknoloji içindeki gömülü bilgiye (tacit knowledge) sahip olma,
c) Zaman.
Bu üç unsurun gelişmişlik sürecindeki etkilerinin daha iyi anlaşılabilmesi için Şekil 1 ve Şekil 2’de verilen diyagramların ulusal teknoloji haritaları ile çakıştırılması ve sahip olunan ya da olunduğu düşünülen teknolojilerin hangi aralığa geldiğinin bilinmesi gerekmektedir.
Az gelişmiş ülkelerin, Şekil 1’de taralı alan zaman limitinde- uygun maliyetle ve hala mevcut olan bir pazarda pay sahibi olabilmek için optimum aralık- teknoloji transfer etmeleri ve Şekil 2’de belirtilen teknoloji transferinden teknoloji üretme çevrimini amaç edinerek bir politika oluşturmaları zorunludur.

Şekil 1. Teknoloji Başvuru Spekturumu
Kaynak: Hruby. F.Michael, Technoleverage, AMACOM.

Şekil 2. Teknoloji İzdüşümü
Kaynak:Kim Linsu,Prof.,Krea’s Experience,Jan.2000

Teknoloji üretme çevrimi başlıca şu aşamalardan oluşur:

a- Gereksinim duyulan teknoloji tanımı ve satın alabilme (transfer edebilme)
b- Kopyalama ve tekrarlar
c- Yaratıcı kopyalama
d- Tasarım Yeteneği kazanma
e- Teknolojiyi Özümseme
f- Teknoloji Geliştirme
g- Teknoloji Üretme
h- Teknoloji satışı.
Tüm bu süreçlerde gelişmiş ülkelerde uygulanan yatay teknoloji transfer mekanizmaları
Ar-Ge ve üniversite sanayi işbirliği uygulamaları vb.-gerçekleştirilmek zorundadır. Teknoloji üretme çevriminde yer alan tüm süreçlerin yapılabileceği zaman dilimi de Şekil 1’de belirtilen taralı alan limiti olmak zorundadır. Çünkü, Bilimsel bilginin artış hızına paralel olarak teknolojinin yarı ömrü de çok kısalmış durumdadır. Daha önce en ucuz ve en pahalı tanımı şarap için yapılırken, şimdi bu ünvanı teknoloji almıştır. Günlük hayatımızda cep telefonları ve benzer pek çok örnekte olduğu gibi çok yüksek bedeller ödeyerek aldığımız teknoloji tabanlı ürünler pek kısa bir süre sonra alıcı bile bulamaz olmaktadırlar.

Teknolojinin Toplumsal Denetimi:
Bir bilim adamı teknolojiyi mükemmel bir otomobile benzetiyor ve şöyle devam ediyor; ‘ancak bu aracın yol haritası, geri görüş aynaları ve farları bulunmamaktadır.’
Özellikle deneysel bilimin teknolojiye uygulanması ile son 300 yılda çok hızlı yaşanan teknolojik gelişmelere paralel olarak teknolojinin toplumsal denetimi sadece bu teknolojilerin denetim dışı gelişmesinden ve kullanılmasından çekinen gelişmiş ülkelerde değil aynı zamanda az gelişmiş ülkelerde de en uygun teknolojinin (Apropriate Technology) seçimi açısından önemli bir gündem oluşturmaktadır.
Daha önceleri bilime dayalı, bilimden etkilenen ve birbirini destekleyen bilim teknoloji ilişkisinin özellikle son 25 yılda teknoloji ağırlıklı geliştiği gözlenmektedir. Evrensel ve kamusal ağırlığı temsil eden bilimin yerine, sahibinin çıkarlarına ağırlık veren teknoloji lehine bozulan bu denge, teknolojinin toplumsal denetimini ya da dayatmaların kıskacında yaşayan azgelişmiş toplumlarda kamu ve ülke çıkarları adına denetim yapması gerekli unsurları önemli kılmaktadır.

Ülkemizde de pek çok yansıması bilinen sosyo- kültürel yapıya uygun olmayan teknolojilerin etkilerine ilişkin en çarpıcı örneklerden biri Meksika deneyimidir.
Meksika 1988 yılına kadar, geleneksel tarımsal ürünleri ile kendini besleyebilen bir ülke iken, çok uluslu şirketlerle ve yüksek teknolojili tarımsal yöntemlerle ihracata yönelik değişik ürünler üretmeye yöneltilmiş ve 1992 yılında buna ödediği bedel, tarım ürünlerinin 1/3’ünü ithal eder duruma düşerek bu ürünleri ithal edebilmek için petrol gelirlerinin yarısını harcamak olmuştur.

Teknoloji-Mühendis İlişkisi
‘Uygulamaya dönüşmeyen bilim, doğru ile yanlış arasında bir yerdedir’El-Cezeri
ABD’ de mühendislik eğitimi programlarının uygunluk değerlendirmesini yapan ABET (Accreditation Board of Engineering and Technology) tanımına göre;
‘Mühendislik; eğitim, deneyim ve uygulama ile edinilen matematik ve doğa bilimler bilgisinin, doğal güç ve kaynakların insanlık yararına ve sürdürebilirlik ilkeleri dikkate alınarak ve mühendislik etiği gözetilerek kullanılması için yöntemler geliştirilme uğraşıdır.’

Fransız Mühendisler ve Bilim İnsanları Ulusal Konseyi (CNISF) ise Mühendisi;
Toplumun beşeri, toplumsal ve ekonomik ögelerini göz önünde bulundurarak, belirtilmiş bir gereksinime, kararlaştırılmış rasyonel kriterlerden hareketle, mümkün olan en iyi yanıtı vermek üzere, kişiler, soyut veriler ya da maddi araçlar organizasyonu sistemini tasarlamak, gerçekleştirmek ya da işletmek için, bilimsel ya da teknik ağırlıklı bilgi ve yetenek kullanan bir ekonomik öge’ olarak tarif etmektedir.

Bu tanımlardan hareketle bir tanımlama denemesi yapacak olursak; ‘Eğitim, deneyim ve uygulama ile, matematik, doğa ve mühendislik bilimleri bilgileri sonucu edinilen formasyonun, insanlık yararına bir gereksinmeye yanıt vermek üzere ekonomiklik ögeleri de göz önünde bulundurularak; teknik ağırlıklı ekipmanların, ürünlerin, proseslerin, sistemlerin ya da hizmetlerin tasarımı, hayata geçirilmesi, işletilmesi, bakımı, dağıtımı, teknik satışı ya da danışmanlık ve denetiminin yapılması ve bu amaçlarla araştırma-geliştirme etkinliklerinde kullanılması işlevine mühendislik denir’ diyebiliriz.
Yapılan incelemeler mühendislik bilgisinin yarı ömrünün de, farklı mühendislik dallarına göre 2,5-7,5 yıl arasında değiştiğini göstermektedir.

Mühendis, en kısa şekilde ‘bilimi teknolojiye, teknolojiyi uygulamaya dönüştüren’ olarak tanımlanıyorsa, teknoloji yarı ömrü ile mühendislik bilgisinin yarı ömrünün çakışması bir rastlantı değildir. Günümüzde inşaat mühendisliği alanında bu yarı ömrün 3-4,5 yıl arasında olduğu öne sürülmektedir. [4]. Yapılan araştırmalara göre Mühendislik mezuniyet bilgisinin %5’i her sene eski ve geçersiz hale gelmektedir.
Bu hızla gelişen teknolojinin etkisi ile mühendislerin ve mühendisliğin profilinde yaşanan değişimde rol oynayan başlıca faktörler ise;
  • Bilim ve teknolojideki değişim
  • Mühendisin çalıştığı fiziki ve sosyal ortamdaki değişim ve
  • Bilginin artan rolü
olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yaşanan bu gelişmeler “mühendislik” mesleğinde çok büyük değişikliklere yol açmış ve açmaya devam etmektedir. Örneğin “Doku Mühendisliği, canlı hücreler ve sentetik polimerlerden/liflerden yarı sentetik, canlı doku ve organların tasarım ve imalatını konu almaktadır. Bu mühendislik disiplini ilk ticari ürünlerini 1998 yılında vermiştir. Kısaca günümüzde malzeme teknolojisi ve biyoteknolojide yaşanan ilerlemeler pek çok mühendislik kavramını kökten değiştirmektedir. Bir diğer deyişle mühendislik konusu malzeme, ürün ve sistemlerin, proseslerin doğası değişmekte ve birçok mühendislik disiplini hızla birbirine yaklaşmaktadır.

Mühendislikte tasarım ortamı yarım yüzyıl gibi bir sürede T cetveli ve sürgülü hesap cetvellerinden bilgisayar destekli tasarım ortamına(CAD) ilerlemiştir. Artık mühendisler farklı mekanlarda elektronik ortamda eşzamanlı olarak birlikte ürün geliştirebilmektedir. Bilgisayar Destekli Tasarımın yanı sıra Bilgisayar Destekli İmalat (CAM) ve Bilgisayar Destekli Mühendislik(CAE) artık günümüzün mühendislik ortamını karakterize eden kavramlar olmuştur.


Hangi Bilgi?


Mühendislik Yaşamaında Üç Kavram

Günümüzde bilgideki artış hızının yanı sıra enformasyon ve telekominikasyon teknolojilerindeki çarpıcı gelişmeler ‘bilgi’ye erişimi de kolaylaştırmaktadır. Ancak burada her türlü bilgiye erişimin kolaylaştığı yanılgısına düşülmemelidir. Kolaylaşan ‘enformasyon yani işlenmemiş bilgi’ye ya da en fazla “codified” yani ‘kodlanmış/açık bilgi’ ¹ ye erişimdir. Ama “tacit knowledge” yani ‘gömülü /örtük bilgi’ 2'ye erişim eskisinden çok daha zor hale gelmiştir.

İşte yaşanan tüm bu süreçler bilginin kaynağı ve değerlendirilmesinin yanı sıra mühendislik yaşamında yukarıda sayılan bazı kavramların incelenmesini de gerekli kılmaktadır. Ancak burada bilgi ile enformasyonu (”knowledge” ve “information”ı) karıştırmamak gerekmektedir. Bu iki kavramın, sonunda aklın oluşumuna ulaşan bir sürecin iki farklı aşamasını oluşturduğu ileri sürülmektedir. Bu süreç ise: veri(data) ® işlenmemiş bilgi(information) ® bilgi (knowledge) ®akıl/bilgelik(wisdom) olarak tanımlanmaktadır.

Günümüzde eğitim sistemleri artık öğrenme yerine öğrenmeyi öğrenme, okur-yazar yerine bilgi okur- yazar yaklaşımı üzerine kurulmaktadır. Öğrenmeyi öğrenen ve verilere ulaşmaktaki zorlukları aşan bir mühendisin bu enformasyon’u (information) bilgi’ye (Knowledege) ve bilgeliğe (wisdom) dönüştürmesi ve en etken bir şekilde kullanabilmesinin en temel şartı bir formasyon sahibi olmasıdır. Diger bir deyişle alınan enformasyon’un yani işlenmemiş bilginin işlenerek en uygun çözüme ulaşmak için kullanılabilmesi, kazanılmış formasyon’ undüzeyi ile doğru orantılı olarak artacaktır.

Enformasyon - Formasyon - Deformasyon
Mühendis, mesleki yaşamında bize bilgi diye sunulan şeyleri eleştirip değiştirebilmeye çalışabilir. Teknolojik gelişmelerin çeşitlendirdiği çözümler arasından çoğu zaman bir seçim yapmak durumunda kalabilir. Bu nedenlerle mühendisin bilimsel ve toplumsal açıdan en uygun değerlendirmeyi- teknolojinin toplumsal denetimi de dahil olmak üzere- ve en uygun seçimi yapabilmesi için bağımsız düşünme ve sorgulama yeteneği temelinde şekillenmiş bir bilimsel ve toplumsal mühendislik ‘formasyon’ una sahip olması gereklidir. Enformasyon toplumu, bilgi toplumuna geçiş süreci, öğrenen toplum, yaşam boyuöğrenim,sürekli eğitim gibi kavramlar günümüzde geçmişten daha farklı bir mühendislik formasyonu gereğini ortaya koymaktadır. Mühendisler-mimarlar mesleklerini mesleki yaşamları boyunca ve değişen ve gelişen teknolojilere sahip olabilmek için öğrenmeye devam ederler. Bu da öğrenme alanında sürekliliğin ve deneyimin önemini ortaya koyar.

Kodlanmış Bilgi

Bazı kodlar (örneğin, bir dil) kullanılarak, iletilebileceği, saklanabileceği ve taşınabileceği bir ortama aktarılan bilgidir. Diğer bir deyişle bir sisteme göre düzenlenerek, bir bildiriye dönüştürülen ve böylece herkese açık hale gelen bilgidir.

Örtük Bilgi
Bir sisteme göre düzenlenmiş olarak hazır bulunmayan, açıkça ortaya konmamış olan bilgidir. “Know-how” olarak andığımız türden bilgiler ya da bir ustanın marifetinin ardındaki bilgiler ‘örtük bilgi’dir Mühendislik-mimarlık alanında yaşanan teknolojik gelişimin hızı gözönüne alınırsa mühendisçe bir yaşam, öğrenme ve üretim alanında sürekliliğe zorunlu bir yaşam olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sürekliliğin sağlanması için de mühendislik eğitiminde temel bilgilerin sağlıklı ve tam olarak verilerek bir mühendislik formasyonu kazandırılması büyük önem taşımaktadır.. Bir diğer deyişle mühendis hayat boyu öğrenmenin ve ortak öğrenmenin metodolojisini öğrenmiş olmak zorundadır. Diğer taraftan sürekli eğitim ile mühendislik bilgisinin geliştirilerek üretime yansıtılabilmesi temel mühendislik formasyonunun düzeyi ile doğrudan bağlantılı bulunmaktadır.

Mühendislik eğitimi veren okullar kitlesel eğitim veren kurumlara dönüştüğü ölçüde ve kalite yönetimi ve değerlendirmesinden uzaklaştığı ölçüde böyle bir mühendislik formasyonu verebilmekten de uzaklaşmaktadır. Uzaklaşılan bu kavram, bilimsel bilgi ve teknik nosyonlar kazandırmanın yanı sıra öğrenciyi öğrenim süresinde aynı zamanda gelişmiş bağımsız düşünebilme yeteneğine sahip, katılımcı ve sorumlu bir vatandaş olmaya da yönlendirecek olan formasyon kavramıdır.

İşlenmemiş bilgi (enformasyon) üniversite eğitimi dışında çeşitli kurs, bilgi erişim olanakları ve diğer programlarla elde edilebilir ama mühendisi daha önce tanımlanan bilgi setini (know-how) edinebilme isteğine, yeteneğine ve becerisine sahip kılacak bir mesleki formasyon altyapısının sonradan alınması zor görünmektedir. Bu formasyon, mühendisçe düşünerek üretmek için mühendisliğin temel ilkelerini benimsemiş olmanın yanısıra toplumsal sorumluluk bilinci taşımayı da kapsamalıdır. Diğer bir deyişle mühendis üretim ve yenilikleri yaratma sürecindeki temel konumunda nihai amacının insanların mutluluğu ve refahı için üretmek olduğunu bilmek ve bunu bilince çıkartmak zorundadır. Bu durum mühendisin katıldığı sürecin her aşamasını , hangi toplumsal yarara katkı sağlayacağı ve hangi sonuca ulaşacağı açısından değerlendirmeye almasını gerekli kılmaktadır.
Diğer taraftan yukarıda tanımlanan formasyon ile mezun olunsa bile özellikle azgelişmiş ülkelerde uygulama alanında mühendisi yine birçok sorun beklemektedir.
Türkiye’deki bazı üniversitelerden mezun olan birçok mühendisin gelişmiş ülkelerde çok başarılı oldukları bilinmektedir. Bir başka ortamda başarılı olabilen mühendislerin içinden çıktığı ortamda neden başarılı olamadıkları ya da başarı için gerekli hangi koşulların olmadığı kompleks bir sistemler bütünü analizinin konusudur.

Özellikle az gelişmiş ülkelerde mühendislik eğitiminin ,üretim ve istihdam ilişkilerinin gerçekteki durumuyla uyum içinde olmaması,eğitim modelinin toplumsal ve teknik işbölümünün örgütlenişine uyumlu ulusal bir model üzerine oturmamış olması sorunlar yaratmaktadır. Bu durumda mühendisin mesleki öğreniminde edinmiş olduğu bilgilerin önemli bir bölümü bu ilişkiler içerisinde boşlukta kalmakta pratik karşılığını bulamamaktadır. Bu da mühendisin genellikle mesleki eğitim ve formasyonu ile uyumlu bir toplumsal konumu elde edememesi sonucunu doğurmaktadır. Diğer bir deyişle toplumsal yapı içinde eğitim ve üretim arasında dengeli bir ilişki kurulamamışsa- sanayileşmede gerilik ,açık ve gizli işsizlik ve iş ortamında tatminsizlik- eğitilen bireyin mesleki tatmin içerisinde üreterek,toplumla bütünleşerek yaratıcı, sorumlu bir kimliğe sahip olması mümkün olmaz ve bu durumda bireyin kendisine ve bazı temel değerlere yabancılaşması süreci başlar.

Mevcut ekonomik ilişkilerin şekillendirdiği toplumsal değerler, “yetkin-yeterli” değil “yetkili”, “değerli” değil de “önemli” olmayı öne çıkardığı sürece bu yabancılaşma hızlanacaktır. Mühendis, teknolojiyi takip etmeye, üretime ve çözüm bulmaya endeksli bir yaşam tarzı yerine doğmalar ve katı kabuller arasına sıkışmış durağan bir yaşam tarzına mahküm edildiğinde ise mesleki bir deformasyon sürecine girecektir.
Toplumsal ve teknik işbölümündeki kaos’un istikrarsızlık unsurları lehine sürdüğü, üretimin durduğu, sanayileşmenin norm ve standartlarından uzaklaşıldığı ve çağdışı yönetim anlayışının hakim olduğu ortamlarda mühendis, mesleki eğitimi ve beklentileri ile uyumlu bir konumu bulamaz , mesleki kimliğini yeterince ifade edemez ve kendisini geliştiremez. Yaşanan bu süreç, alınan formasyonun deformasyona uğramaya başladığı süreçtir. Bu sürecin uzun veya kısa olmasının ötesinde esas olan başlamış olması ve plastik bir deformasyon şeklinde yaşanıyor olmasıdır. Yani genellikle geri dönüşü yoktur. Tıpkı teknoloji gibi.

Ülkemizde özellikle kamu kesiminde çalışan onbinlerce mühendis ve mimarın yanısıra ,diğer kesimlerde de piyasadaki talebin düzeyine yönelik olarak mühendislik mimarlık hizmetleri veren meslek mensupları yukarıda tanımlanan süreçi yaşamaktadır. Bunun yanısıra donanım ve deneyim kazanabilecekleri en aktif dönemlerini gizli ve açık işsiz olarak geçiren veya mesleğinin dışındaki işlerde çalışanlar da doğal olarak bu sürecin içinde yer almaktadırlar.

Pozitif bilimlerle sonuç almak için formasyon kazandırılan mühendislerin en kolay deforme olabilecekleri ortam mesleki eğitimi ile uyumsuz bir konumda üretimden ve mesleki tatminden uzak kaldıkları ortamdır. Mühendislik formasyonu kazanmış bir kişinin özellikle bilimsel bilginin ve çözüm alternatiflerinin çok hızlı arttığı çağımızda mesleğini uygulamadan ve üretimden uzak kalarak mühendis kalabilmesi çok zordur Çünkü mühendis mesleğini uygularken öğrenmeye devam eder ve mesleki tatmin boyutunu ancak uygulamada yaşar.

Türkiye İçin Genel Değerlendirme

Dünyada bilim ve teknoloji alanında bu hızlı gelişmeler sürerken ülkemizde ise mühendislerin eğitiminden çalışma koşullarına kadar birçok olumsuzluk yaşanmaktadır. Bir ülkenin
  • Toplumsal ve teknik işbölümü ile uyumlu bir mühendislik eğitimi modeli istihdamı politikası yoksa,
  • Üretim ekonomisine ve sanayileşmeye uzaksa,
  • Bilim ve Teknoloji politikası yoksa,
böyle bir kaostan öncelikle etkilenecek meslek gurubu hem sosyal statü, hem mesleki tatmin, hem de ekonomik düzey olarak mühendis ve mimarlar olacaktır. 21 nci yüzyılın başında mühendis ve mimarlarımızın %35’inin açık işsiz olduğu veya meslekleri dışında bir işte çalıştıkları, çalışanların büyük bir bölümünün ise mesleki tatmin ve mühendislik heyecanı duymadan mesleklerini uyguladıkları bilinmektedir. Bir diğer bilinen gerçek ise ülkemizdeki 200 000 e yakın küçük ve orta ölçekli sanayi işletmesinde mühendis ve mimar istihdam etme geleneğinin oluşmamış olmasıdır.

Uygulamadaki genel politik ve ekonomik tercihlerle,1991 yılında %14 olan yatırım bütçesinin konsolide devlet bütçesi içindeki oranı sürekli azalarak 2000 yılında %5’e düşmüştür. Bugünkü durumumuz ise ortadadır .Bu ekonomik ve politik tercihler ile azgelişmişliğin kıskacına sokulan Türkiye’de çağdaş bir mühendislik formasyonu almış dahi olsalar,uygulamada mühendislerimizi bekleyen koşulların çok olumlu koşullar olmadığı açıktır. 21 nci yüzyılda yaşanacak teknolojik gelişme hızı gelişmekte olan ülkelerin bu alanda politikalar üretemedikleri sürece çok hızlı bir şekilde geride kalacaklarını ortaya koymaktadır. Bütün bu koşullar, Türkiye’nin çağdaş mühendislik eğitimini yaygınlaştırmasının yanısıra sanayileşmeden,teknolojik öngörü’den teknoloji üretiminden, araştırma ve geliştirmeden,üniversite-sanayi işbirliğinden yana plan ve politikalara duyduğu gereksinimi çok açık bir şekilde göstermektedir. Bu nedenle ülkemizdeki mühendis ve mimarların daha donanımlı birikimli ve bilinçli olarak yetiştirilmesinin yanısıra toplumsal ve teknik işbölümü içerisinde mesleki eğitimleri ile uyumlu üretken bir konuma sahip olmaları için gerekli politikaların uygulanması da çok büyük bir önem ve öncelik taşımaktadır.

Konu bu açıdan ele alındığında;
  • Ülkemizde her yıl mezun olan 25 000 mühendis ve mimarın büyük bir bölümünün mühendislik formasyonu açısından yaşadığı sorununun sadece üniversitelerimizdeki yetersizliklerden kaynaklanıp kaynaklanmadığı incelenmelidir.
  • Çağdaş bir mühendislik formasyonu ile mezun olan bir mühendisten mevcut toplumsal işbölümünde ve uygulanan politikalar içerisindeki beklentilerin ne olduğu düşünülmelidir.
  • Eğitimin üretime yönelik olduğu dikkate alınarak çağdaş bir mühendislik formasyonuna sahip mühendislerin deformasyona uğrama sürecinde etkili olan faktörlerin ortadan kaldırılmasının önemi değerlendirilmelidir.
  • Teknolojide yaşanan hızlı gelişmelerin mühendislik eğitiminde formasyon kazandırma sürecini etkilediği kadar, uzak kalındığında deformasyonu hızlandıran bir süreç olduğu da dikkate alınmalıdır.
  • Çağdaş bir mühendislik formasyonunun deformasyona uğramadan ülkenin kalkınmasına yöneltilmesinin üretim ekonomisi,üniversite sanayi işbirliği ve bilim ve teknoloji politikaları temelinde uygulanan kalkınma stratejileri ile ilişkisi analiz edilmelidir.
  • Mühendislik eğitiminde kalitenin arttırılması, kalkınma stratejilerimize yönelik planlama ve teknolojik öngörü yaklaşımları içerisinde ele alınarak mutlaka atılması gereken önemli bir adımdır.Ancak diğer taraftan başdöndürücü bir hızla çoğalan işlenmemiş bilgiyi (enformasyon) işleyebilecek donanım (formasyon) sahibi mühendis şayet üretimden kopartılırsa ve enformasyon hızının gerisinde kalırsa, deformasyon hızlanacak ve bir süre sonra artık arayı kapatmak mümkün olmayacaktır.
  • Bu nedenle çağdaş bir mühendislik formasyonundan beklenen faydalar enformasyon formasyon-deformasyon çevriminde bütüncül bir yaklaşımla ele alınarak dğerlendirilmelidir.
Kaynakça
1. I. Ay ‘Üniversite Öncesi Eğitim ve Araştırmaya Yönelim’- Mühendislik Mimarlık Eğitimi Sempozyumu, MMO,İstanbul. Ekim 1999
2. Teknoloji Ödülü Tanıtım Kılavuzu-Tübitak-Tideb-Ankara
3. A.Göker “Bilim ve Teknolojide Değişim.Değişen Mühendislik Profili, Geleceğin Mühendisi” Seminer Notu.Bilkent Üniversitesi”Science, Technology and Society Course -8 Kasım 2000.Ankara.

4. D.Yıldız “Türkiye 2000’li Yıllara Yaklaşık 340 000 Mühendis ve Mimarla Girecek” İMO Ankara Bülten Eylül-Ekim Bültenleri 1997-TMMOB-İMO - Ankara Şubesi
5. D.Yıldız, M. Kiper “Mühendislik Mimarlık Eğitimi Alanında Kaos-Kalite-Kantite Üzerine” TMMOB MMO Mühendislik Mimarlık Eğitimi Semp.Bildiriler Kitabı.Ekim 1999.İstanbul.
6. “Türkiye’de İnşaat Mühendisliği Öğretiminin Tarihçesi” Türkiye Mühendislik Haberleri-Ekim 1993 Sayı: 368.TMMOB.İMO
7. VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı. DPT Yayını 2000 –Ankara.
01-02 Kasım 2001 tarihinde düzenlenen IV. Ulusal Makina Mühendisliği ve Eğitimi Sempozyum’nda bildiri olarak sunulmuştur.



lionhead 3 Temmuz 2006 21:23

...::: MÜSLÜMAN İLİM ÖNCÜLERİNDEN BAZILARI:::...
İslam Bilim ve Teknolojiye Nasıl Yön Verdi?
Dünyanın bugünkü medeniyet seviyesinde büyük payı olan bilim ve teknolojinin tarihi gelişimi de son derece hızlı oldu. Peki, bilim ve teknolojinin önderliğini üstlendiği uygarlık ve kültür alanındaki bu değişimin tarihsel başlangıcı hangi dönemlerde başlamıştır?
Yukarıda saydığımız keşiflerin tamamı, dokuzuncu yüzyıldan on dördüncü yüzyıla kadar uzanan dünya tarihinde, dönemin en ileri uygarlığı olan "İslam Uygarlığı"nın ürünüdür. Tüm yaşamlarını, dolayısı ile bilime dair tüm çalışmalarının temelini Kuran ayetlerine dayandıran Müslümanlar o dönemde bile bilime sahip çıkmışlardır. Akıla ve bilgiye dayanan uygarlıkları, dünyanın bugün sahip olduğu pek çok değere de kaynaklık etmiştir.
Kuran'da, evrenin yaratılışı ve kainatın düzeni ile ilgili ayetlerin bildirilmesi, bilgi sahibi olmaya büyük önem verilmesi, doğada Allah'ın varlığının delillerinin görülmesi, evrendeki her nesne ve varlığın birbirine olan uyum ve bağlılığı; söz konusu dönemde bilimin ilerlemesine yol göstermiştir.
Teknik ilimler, tıp, astronomi, cebir ve kimya gibi birçok alanda önemli neticeler elde eden Müslüman bilim adamları, medeniyet ve kültür sahasında kısa zamanda kendilerini tüm dünyaya kanıtlamışlardır. Buluşlarıyla uygarlığın ilk adımlarının atılmasına vesile olan Müslümanlar, ilerlemenin yolunu açmışlardır. İslam tarihinde, bilim dallarını tek tek incelediğimizde, hepsinin kaynağının Kuran-ı Kerim olduğunu, bilimin maddi-manevi herşeyin Allah'ın yarattığı sistemin bir parçası olduğunu defalarca ispat ettiğini görmekteyiz.
Müslüman bilim adamları öncelikle, Batı'da Roma ve Doğu'da başta Çin olmak üzere, diğer devletlerde geliştirilen bilim ve teknolojiyi rehber almışlar ve önemli kaynakları tercüme etmişlerdir. Bu bilgi birikiminin içinden imanî ve teknik anlamda yanlış ve tutarsız olan noktaları çıkartarak, kendilerine fayda sağlayacak duruma getirmişlerdir. İlk adım niteliğindeki çalışmalarının ardından, elde ettikleri bilgileri değerlendirip yorumlayarak bilim ve teknolojiye katkıda bulunmaya başlamışlardır.
Beşinci yüzyılın ikinci yarısında doğup gelişen İslamiyet, deneye ve gözleme dayalı bilimin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.
İslam dünyasında yetişen bilim adamlarından Cabir Bin Hayyan, 'Kimyasal maddeleri, uçucu maddeler, uçucu olmayan maddeler, yanmayan maddeler ve madenler' olarak dört grupta toplar. Cabir Bin Hayyan'ın bu çalışması, modern kimyanın kurucusu olarak bilinen Lavoisier'e öncülük eder.
El-Kindi, Einstein'dan 1100 yıl önce 800 yılında, izafiyet teorisi ile uğraşır. El-Kindi, 'Zaman cismin var olma süresidir, zamanla bilinebilen ve ölçülebilen hız ve yavaşlık da hareketin sonucudur. Zaman, mekan ve hareket birbirinden bağımsız değildir, göğe doğru çıkan bir insan ağacı küçük görür, inen insan ise büyük görür' der.
Tıp ve eczacılıkta İbn-i Sina ve Razi gibi alimler, anatomi ve tedavi alanına pek çok yeni bilgi eklerken; tarih ve coğrafya bilimlerinde Idrisi, Hamevi ve Taberi ve adını bu satırlara sığdıramayacağımız pek çok İslam âlimi, bilimsel teorilerde önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. Özellikle optik alanında, on birinci yüzyılda İbn-i Heysem, bu bilim dalını tek başına yeniden inşa etmiştir. Dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan Sabit bin Kurra, astronomi alanındaki ilk büyük yeniliği gerçekleştirmiş, Batlamyusçu sisteme dokuzuncu yıldızsız küreyi eklemiştir. Onüçüncü yüzyılda, bu sistemin karşılaştığı güçlükleri fark eden yine Müslüman astronomlar olmuş ve Batlamyusçu olmayan gezegen modellerini geliştirmişlerdir. Bunlar, gerçekten zamanlarının çok ilerisinde çalışmalardır. Söz konusu çalışmaları ile bilim tarihine adlarını yazdıran Müslüman bilim adamları, devlet tarafından maddi-manevi destek görmüş, teşvik edilmiş, halk arasında itibar kazanmışlardır. Aynı dönemin Avrupa'sında ise durum tamamen farklıdır. Bilime hizmet eden Avrupalı bilim adamları, pek çok engelleme ile karşılaşıp kısıtlanmakta, hatta çalışmaları tamamen durdurulmak istenmekteydi. (Harun Yahya, Kuran Bilime Yol Gösterir)

Dünyanın Eğimini Hesaplayan Fergani

Harezmi, Hint rakamlarına sıfır rakamını ekleyerek bugün kullandığımız rakamları oluşturuyor; fen bilimlerinde, deneyle sabit olmayan bilgilere itibar edilmemesi gerektiğini söyleyen Ahmet Fergani, enlemler arasındaki mesafeyi hesapladığı gibi, Dünya'nın eksenindeki eğimi en doğru şekilde hesaplıyordu.
Trigonometrik bağlantıları bugünkü kullanılan şekliyle formülleştiren El-Battani, 877 yılından 929 yılına kadar sürekli astronomik gözlemler yapar; Tanjant ve Kotanjant'ın tanımını yaparak Sinüs, Tanjant ve Kotanjant'ın sıfırdan doksan dereceye kadar tablosunu hazırlar.
Ebubekir er-Razi, cerrahide dikiş malzemesi olarak ilk kez hayvan bağırsağını kullanır; tıp biliminde deney ve gözlemin çok önemli olduğundan bahseder ve başhekimi olduğu hastanede görev alacak olan doktorların uzmanlaşmaları gerektiğini söyler.
Ebü'l-Vefa trigonometriye Sekant ve Kosekant kavramlarını kazandırır. Gözün görülebilir cisimler doğrultusunda ışınlar yaydığını söyleyen Öklid ve Batlamyus'a karşı; 'Görülecek cismin şekli, ışık vasıtasıyla gözden girer ve orada mercekler vasıtası ile nakledilir' diyerek, yaptığı sayısız denemelerle 'göze gelen uyarıların görme sinirleri ile beyne iletildiğini' söyleyen İbnü-l-Heysem ise optik biliminin öncüsüdür.
Çeşitli maddelerin birbirinden ayırt edilme yollarından birinin, maddelerin özgül ağırlıkları olduğunu söyleyerek, sıcak su ile soğuk su arasındaki özgül ağırlık farkını tespit eden el-Beyruni; 973 yılında 'Bilimsel çalışmaların, deneylerle ispat edilmesi gerektiğini ve belgelere dayanmasının zorunlu olduğunu' söyler. İbnu'n-Nefis, 1200'lü yıllarda, küçük kan dolaşımını keşfeder.
Bütün İslam ülkelerinde matematik, tıp, uzay bilimleri ve daha birçok ilimin okutulduğu eğitim kurumları, rasathaneler; dönemin en gelişmiş teçhizatları ile donatılmış hastaneler, herkese açık kütüphaneler bulunmaktaydı. Bağdat, Harran ve Endülüs başta olmak üzere Mısır, Kuzey Afrika ve Doğu Fırat çevresindeki birçok İslam şehrinde, eğitim sistemi ve ilim, söz konusu döneme örnek teşkil edecek düzeyde geliştirilmişti. Müslümanlar, yaşadıkları şehirleri uygarlık merkezleri haline getirmişlerdi. Bunlardan biri olan Kurtuba, hastaneleri, kütüphaneleri ve Orta Avrupa'dan öğrencilerin eğitim görmek üzere geldiği okulları ile Avrupa'nın en modern şehri olarak bilinmekteydi.

Bilimin Müslüman Öncüleri Ebul İz El Cezeri
XIII. yüzyılın başında, Diyarbakır Artuklu Sarayı'nda 32 yıl başmühendislik görevi yaptı. El Cezeri, su saatleri, otomatik kontrol düzenleri, fıskiyeler, kan toplama kapları, şifreli anahtarlar ve robotlar gibi, pratik ve estetik birçok düzeni tasarlayan ve bunların nasıl gerçekleştirileceğini anlatan "Kitab-el Hiyal" adlı kitabın yazarıdır.
Cezeri, tarihte sibernetiğin kurucusudur. Sibernetik; haberleşme, denge kurma ve ayarlama bilimidir. İnsanlarda ve makinelerde bilgi alışverişi, kontrolü ve denge durumunu inceler. Bu bilim, zamanla gelişerek bilgisayarların ortaya çıkmasına imkan tanımıştır.
Sibernetik ve otomatik sistemlerin başlangıcı konusunda; Fransızlar Descartes ve Pascal'ı; Almanlar Leibniz'i, İngilizler de R. Bacon'ı öne sürseler de, aslında Cezerî bunu ortaya koyan ve i-lim dünyasına sunan ilk bilgindir.


Hazini
Hazinî, ölçü ve tartı teorilerine yaptığı katkı ile tanınır. Bilime yaptığı diğer bir önemli katkı da yerçekimi hakkındaki görüşleridir. Hazinî, Newton'dan 500 yıl önce, "her cismi yer kürenin merkezine doğru çeken bir güç" olduğunu söylemiştir. Roger Bacon'dan yüzyıl önce de, dünyanın merkezine doğru yaklaştıkça, suyun yoğunlaştığı fikrini ortaya atmıştır.
Hazinî, kimyasal maddelerin yoğunluk ve özgül ağırlıklarını ölçmek amacıyla icat ettiği hassas terazilerle, kimya bilimine de önemli katkılarda bulundu. Öyle ki, icat ettiği ve "Mizanü'l-Hikme" (Hikmet Terazisi) adını verdiği bu hassas terazi ile yaptığı yoğunluk ve ağırlık ölçümleri, günümüz teknolojisi kullanılarak yapılan ölçümlerden pek farklı değildir.
Elementler ** ****
Altın 19.05 19.26
Civa 13.56 13.59
Bakır 8.66 8.85
Pirinç 8.57 8.40
Demir 7.74 7.79
Kalay 7.32 7.29
Kurşun 11.32 11.35

** Hazini'ye göre ** Modern kimyaya göre
Hazinî, Zîc-i Sanacarî (Yıldız Kataloğu) adlı eserinde, yıldızlar ve gezegenlerle ilgili bilgilere ve Selçuklu Devleti'nin enlem ve boylamlarına da yer vermiştir. ‘Risale fi'l-Âlât' (Aletler Bilgisi) adlı kitapçığında ise gözlem aletlerini konu almıştır.


Musaoğulları
Benu Musa kardeşler, Abbasi Halifesi Memun (M.S. 813-833) ve onu izleyen halifeler zamanında, matematiksel bilimlerin gelişmesi yönünde etkin rol oynamış kişilerdi.
Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi'nde bulunan eserlerinde (A3474), sihirli kaplar, fıskiyeler, kandiller, bir dansimetre, bir körük ve bir kaldırma düzeninden bahsedilmektedir.


Hârizmi
9. Yüzyıl'da Hârizm'de dünyaya geldiği için Hârizmî adıyla tanınan ve büyük bir olasılıkla Türk olan Muhammed ibn Musa, Memun'un Bağdat'ta kurduğu Bilgelik Evi'nde bulunmuş ve bu kurumun kütüphanesinde matematik ve astronomi alanlarında araştırmalar yapmıştır. Aritmetik ve cebirle ilgili iki yapıtı, matematik tarihinin gelişimini büyük ölçüde etkilemiştir.
Hârizmî'nin cebirle ilgili bu yapıtı, 12. Yüzyıl'da Chesterlı Robert ve Cremonalı Gerard tarafından Latinceye tercüme edilmiştir. Yapıtların en ilginç yönlerinden biri, açıların, trigonometrik fonksiyonlarla ifade edildiğini gösteren bir takım tablolar ihtiva etmesidir. Bunların dışında, Hârizmî'nin yön bulmada kullanılan usturlabın biri yapımını ve diğeri de kullanımını anlatan iki eseri daha mevcuttur. Hârizmî, Batlamyus'un Coğrafya adlı yapıtını, ‘Kitâbu Sureti'l-Ard' (Yer'in Biçimi Hakkında) adıyla Arapça'ya tercüme etmiş ve böylece, Yunanlıların matematiksel coğrafyaya ilişkin bilgilerinin İslâm dünyasına girişinde önemli bir rol oynamıştır..

Ali Kuşçu
Semerkant Rasathanesi'nin Müdürlüğü'nü yaptığı sırada, Akkoyunlular adına Osmanlılarla barış görüşmelerinde bulunmak için İstanbul'a geldi. Fatih Sultan Mehmet'in büyük desteğini gördü ve Ayasofya Medresesi'nde görevlendirildi. Burada, Mirim Çelebi, Sarı Lütfü, Sinan Paşa gibi değerli bilim adamlarını yetiştirdi.
Bilhassa, astronomi ve matematik konularında çağının sınırlarını aşacak kadar önemli eğitim ve öğretim çalışmalarında bulunan Ali Kuşçu; Ayasofya Medresesi'nin çalışma programlarını da yeniden düzenlemiştir.
Semerkant Rasathanesi'nde iken ‘Zic-i Uluğ Bey' (Uluğ Bey'in Yıldız Kataloğu) adlı eserin hazırlanması için gerekli gözlem ve hesaplamaları yaptı. Söz konusu eser, çağının en ileri kurumsal matematik bilgilerini içerir.
‘Risaletü'l-Fethiye' adlı eseri ise 19. yüzyılda, İstanbul Mühendishanesi'nde (İstanbul Teknik Üniversitesi) ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu eserde, gök cisimlerinin yere olan uzaklığına yer vermiş; ayrıca dünya haritasını da kitabının sonuna eklemiştir. Burada yer kürenin eksenindeki eğikliği 23o30'17" olarak tespit etmiştir. Bu, günümüz modern astronomi verilerine oldukça yakın bir tespittir.

Şerafeddin Sabuncuoğlu
Fatih Sultan Mehmet döneminin ünlü doktoru ve tıp bilginidir. ‘Mücerrebname' adlı eserinde, kendi deney ve gözlemlerine yer vermiştir. Asıl çalışma alanı cerrahlık ve deneysel fizyolojidir. ‘Cerrahiyatü'l-Haniye' isimli eserinde, cerrahlıkla ilgili çalışmalarına yer vermiş ve yaptığı cerrahi müdahaleleri resimlerle tasvir etmiştir.

Bursalı Ali Münşi
Tıp bilimine yaptığı en önemli katkılardan biri ‘Kınakına' hakkındaki çalışmasıdır. Burada bu ağacın kabuklarının humma, sıtma gibi hastalıklara iyi gelmesi ile ilgili gözlemlerine yer vermiştir.


...::: islam,barış,humanizm,bilim,kadın hakları,sol,din,demokrasi :::...


lionhead 4 Temmuz 2006 00:11

MAKİNENİN İZİNDE OSMANLILAR

Dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu’da da özellikle su ve havadan yararlanılarak geliştirilen geleneksel makineler yüzyıllar boyu insanların yaşamlarını kolaylaştırdı. Ama doğu dünyası, Avrupa’da ortaya çıkan Rönesans ve Bilim Devrimi sonrasının teknolojik gelişmeleri karşısında önderliği kaybetti. Bu süreçte Osmanlılar’ın temel hedefi teknoloji açığını kapatmak ve çağı yakalamak oldu.

Prof Dr Atilla Bir
İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi
Doç Dr Mustafa Kaçar
İÜ Edebiyat Fakültesi Bilim Tarihi A.B.D


Makine, belirli bir işin gerçekleştirilmesinde ya da fiziksel bir işlevin yerine getirilmesinde, insan ya da hayvan gücüne yardımcı olarak kullanılan ya da tümüyle onların yerini alan bir düzen. Günümüz dünyasında belirli bir işte çalışırken hemen hemen hepimiz belli makinelerden yararlanırız. Örneğin, her evde bir elektrikli süpürge, dikiş makinesi, elektrikli tıraş makinesi yani yapılan işleri kolaylaştıran makineler bulunur. Makineleri kullananlar genellikle makinelerin nasıl çalıştığını bilmediğinden, içgüdüsel olarak onların çok karmaşık olduğuna hükmederler. Ancak en karmaşık makine bile aslında belirli bir amaca yönelik basit elemanlardan oluşan cihazlardır.
Makine kelimesi başlangıçta basit temel elemanları ifade etmede kullanıldı; ancak makine elemanları tek bir sınıflandırmaya tabi tutulmadı. İskenderiyeli Heron (İ.Ö. 1. yüzyıl) beş temel basit makineden bahsetti: kaldıraç, vinç, makara, kama ve vida. Heron, dişli çarkı kuramsal olarak vince eşdeğer kabul etti ve eğik düzlemi makine elemanlarından saymadı. Diğer yazarlar vidayı kendi başına bir elemandan çok eğik düzlemin bir uygulaması olarak değerlendirdiler. Geniş makine tanımı, bugün yukarıda söz konusu edilen beş basit makinenin yanı sıra günümüz karmaşık mekanik sistemlerini de kapsıyor. Günümüzde genellikle basit makineler kaldıraç, eğik düzlem, makara, vinç ve bocurgat, vida, dişli çark ve kama olmak üzere 7 başlık altında toplanıyor.
Tarihin uzun bir döneminde bu basit makinelerden oluşan belirli türden karmaşık düzenlerin türleri ve gelişim evrelerinin öyküsü, insanoğlunun öyküsüne yol gösterdi. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu da özellikle su ve havadan yararlanılarak geliştirilen geleneksel makineler yüzyıllar boyu insanların yaşamlarını kolaylaştırdı. Kuyu çıkrığı, Arşimet burgusu ya da su salyangozu, tambur, kova dizisi, kepçeli çarklar, bölmeli çarklar, Takiyüddin’in altı silindirli pompası gibi su kaldırma düzenleri, geleneksel makine elemanlarının ikinci uygulama alanı olan su değirmenleri, aralarında El Cezeri’nin de bulunduğu çeşitli mucitlerin yaptığı su saatleri, çeşitli işlevlere sahip otomatlar ya da daha çok eğlence ve estetik zevkleri doyurmaya yönelik çeşitli otomatlar ve Benû Musa kardeşlerin geliştirdiği sihirli kaplar Anadolu’da da geniş bir kullanım alanı buldu.
Ama teknolojiye bağlı ihtiyaçlarını geleneksel makinelerle karşılayan doğu dünyası, Avrupa’da Rönesans, Bilim Devrimi sonrasında meydana gelen teknolojik gelişmeler karşısında bu konudaki önder vasfını kaybetti.

TEKNİĞİN PEŞİNDE OSMANLILAR
Bu süreçte tarihleri boyunca sınırdaş oldukları Avrupalılarla sürekli mücadele içinde geçen ilişkilerinde Osmanlı İmparatorluğu da bu değişimden payını aldı. Ama Osmanlı İmparatorluğu, Batı dünyasıyla arasındaki teknoloji açığını kapatmak için Avrupa’da gelişen her türlü tekniği transfer etti ve günümüze kadar devam eden çağı yakalama çabası içine girdi. Öncellikle harp tekniklerinde ve ateşli silah teknolojisinde Avrupa’yı yakından takip eden Osmanlılar, coğrafya, tıp, saatçilik, madencilik gibi konularda da bilgileri transfer ettiler.
Osmanlılar kendi mensup oldukları kültür ve medeniyetin teknolojik bilgilerinden istifade etmenin yanında kendisinde olmayıp da başka medeniyetlerde bulunan teknikleri de hiçbir engelleme olmadan edindiler. Örneğin 15. yüzyılda Leonardo da Vinci, II. Beyazıt’a (saltanatı 1481-1512) yazdığı mektupta birkaç teknik projeden bahseder. Bunlar arasında gemilerden suyu boşaltmak için yeni bir dolap (pompa) projesi de bulunmaktadır. Aynı şekilde 17. yüzyılda İstanbul’da Azapkapı’da Avrupalılardan öğrenilen çam ağacından tulumbalar yapıldığını ve tulumbalarla kuyulardan ve küplerden kovasız su çekildiğinden bahsedilir. 1717 yılında İstanbul’a gelen ve Müslüman olduktan sonra Gerçek Davut adını Fransız asıllı David adlı bir kişi ülkesinde emme basma tulumba yapmış, İstanbul’da bu yeni sistemle çalışan bir tulumbacı ocağı kurmuştur.
Orta Çağ’ın başlarında daha çok un öğüten değirmenler için güç sağlayan su çarkları, giderek madenlerdeki yeraltı sularının yüzeye pompalanması, maden cevherinin işlenip ezilmesi, maden eritme ocağının körüğünün çalıştırılması, demir dövme çekicinin kaldırılması, tel çekilmesi, çırpıcı dibeği ile bıçkıhane testerelerinin çalıştırılması gibi teknolojik makinelere uygulanmıştır. Böylece bir taraftan su gücü İngiliz sanayileşmesinin lokomotifi görevini gören kömür ve demir üretiminde enerji gereksinimini karşılarken, diğer taraftan tekstil sektöründe otomatik iplik eğirme çıkrıkları ile otomatik kumaş tezgahlarının çalıştırılmasında kullanılmıştır. Buharlı makinenin keşfinden çok sonralarına kadar önemini yitirmeyen su çarkı, gerek Avrupa’da ve gerekse Kuzey Amerika’da en önemli güç kaynağı olmaya devam etmiştir. Aslında sanayi devrimi su çarkını devre dışı bırakmak yerine su çarklarında önemli düzeltmelere ve gelişmelere yol açmıştır. Bu açıdan incelendiğinde 18. yüzyıl sonunda Osmanlı sanayileşmesi için yaygın su gücü kullanımı ile enerji teknolojisi alt yapısının yeterli düzeyde olduğu anlaşılmaktadır.

ÖNCE ORDU
Sanayide büyük atılımlar yaşayan Avrupa ülkelerinde olduğu gibi 18. yüzyılın ikinci yarısı, Osmanlı devleti için de ıslahat dönemi olmuş ve bu konuda bizzat padişah ve idareciler ciddi gayretler göstermişlerdir. İlk ciddi ıslahat gayreti, daha 18. yüzyılın ilk yarısında askeri alanda başlatılmış ve 1735’te yeni bir Humbaracı Ocağı kurulmuştur. Başına aslen bir Fransız olan ve İslamiyeti kabul ederek Osmanlı Devleti hizmetine giren Humbaracı Ahmet Paşa (Alexander Comte de Bonneval) getirilmiştir. Avrupa örneğinde kurulan bu ilk askeri teşkilat 1775 yılında yine bir Fransız subayı olan Baron de Tott’un idaresinde açılan Mühendishane’nin ilk nüvesini oluşturmuştur. Bu dönemde Avrupa’dan çok sayıda uzman ve teknisyenin Osmanlı hizmetine girdiği ve bunlardan Avrupa’daki son gelişmeler konusunda bilgi ve teknoloji transferi konularında faydalanıldığı görülmektedir.
Her konuda olduğu gibi Avrupa kaynaklı teknoloji ve sanayi konusunda da Osmanlılar’da en büyük atılımlar Sultan III. Selim döneminde (1789-1807) gerçekleşmiştir. III. Selim, 1774’te tahta geçen amcası Abdülhamit I döneminde ıslahatçı babasının yolunda ilerlemiş ve veliaht sıfatı ile elindeki olanakları kullanıp saltanata geldiğinde yürürlüğe koyacağı ıslahat tedbirleri konusunda kendisini yetiştirmiştir. İstanbul’daki Fransız elçisi Gouffier’in vasıtası ile yakın adamlarından İshak Beyi Fransa’ya göndererek hem Avrupa devletlerinin durumu hakkında, hem de Fransa’nın askeri durumunun, “kara ve deniz kuvvetlerinin, kalelerinin, tophanelerinin, tersanelerinin” durumu hakkında bilgi toplamış, aynı zamanda Kral Louis XVI ile mektuplaşmıştır. Neticede 1789 yılında başa geçtiğinde Sultan Selim III, ufku genişlemiş ve devlette ıslahat yapılması hususunda fikirleri kuvvetlenmiş bir padişah olarak tahta çıkmıştır.
Osmanlı ordusunun 18. yüzyıl boyunca sürekli bir başıbozukluk ve kargaşa yaşaması, aynı sıkıntıların silah ve mühimmat fabrikalarına sirayet etmesine yol açmıştır. Sultan Selim ve yardımcıları, bu nedenle ıslahat planları hazırlarken, askeri teknolojiye önemli bir yatırım yapmayı ön plana almışlardır. Bu amaçla bir yandan 1793 yılı başında Fransa’daki Valence top dökümhanesi direktörü Guion Pompe-lonne yönetiminde top ve hafif ateşli silahlar için çalışmalar başlatırken, diğer yandan Bakırköy’deki Baruthane-yi Amire ile Selanik, Gelibolu, Bağdat, Kahire, Belgrad ve İzmir’deki yerel baruthanelerin ıslah edilmesi için 1790 yılından itibaren gayret içine girilmiştir. Özellikle 1794 yılı başlarında Evakil Efendi adlı bir Ermeni ustanın yönetiminde Küçükçekmece’nin hemen kuzeyinde Azadlı mevkiinde inşa ettirilen yeni ve büyük baruthanede gerçekleştirilen başarılı üretim, Bakırköy, Gelibolu, Selanik ve İzmir’deki tesislerin devre dışı bırakılması sonucunu getirmiş ve 1795’den itibaren Osmanlı ordusu ve donanmasının cephane gereksinimleri sorunsuz olarak karşılanabilmiştir. Azadlı tesislerinin en önemli özelliğinin ise tüm makine aksamının enerji ihtiyacının su çarkları ile sağlanmasıydı.
1795-1798 yılları arasında yeralan Napolyon Bonapart’ın Mısır çıkartmasına kadar Hasköy hariç diğer tüm Osmanlı silah fabrikalarının yönetimi Aubert ve Cuny adlı iki Fransız uzmana bırakılmışken, bu tarihten sonra İngiliz ve İsveç subayları bu görevleri devralmışlardır. Bu dönemde silah teknolojisi için yapılan çalışmalar kısıtlı sonuçlar vermişse de bunun yan alanları olan madencilik (bakır ve demir üretimi) ve döküm teknolojisi konularında önemli düzenlemeler gerçekleştirilebilmiştir. Kara ordusundaki ıslahatın güç ve yavaş ilerlemesine karşılık donanmada ve Tersane-i Amire’deki ıslahatlar çok daha hızlı sonuçlanmaştır. 1793 yazından itibaren gerek Tersane-i Amire’deki yeniden yapılanma, gerekse gemi inşaatının bir Fransız denizcilik mühendisi olan Jacque Balthasard Le Brun ve iki yardımcısı Jean Baptiste Benoit ve Toussauit Petit ile gerçekleştirilen çok modern bir donanma, Osmanlı deniz kuvvetlerini inanılmaz bir şekilde ıslah etmiştir. 1804 yılına kadar Osmanlı donanmasına 45 yeni savaş gemisi katılmış, gerek gemi mühendisleri ve gerekse Hasköy’deki Mühendishane’de yetiştirilen deniz subayları en üst düzeyde becerilerle donatılmışlardır.

AVRUPA’DAN TEKNOLOJİ TRANSFERİ

Avrupalı bilim adamlarının yanında yetişen ve daha sonra Mühedishânelerde hocalık yapan ilk nesil Osmanlı modern bilim adamları, Avrupa teknolojilerinin ülkeye transferinde etkili olmuşlardır. Bunlar ilk buharlı makineleri almak ve kullanmak üzere görevlendirilmişlerdir. Mühendishane-i Berri-i Hümayun’un ilk hocalarından Hüseyin Rıfkı Tamani (öl. 1816), Yahya Naci Efendi gibi bilim adamları 18. yüzyılın sonlarında Sanayi Devrimi’ni Osmanlı Devleti’nde ilk tanıtımını gerçekleştirmişlerdir. Yine aynı dönemde Mühendishane halifelerinden aslen bir İngiliz olan Mühendis Selim Ağa Kaptan-ı Derya Gazi (Küçük) Hüseyin Paşa’nın emriyle Osmanlı Tersanesinde inşa edilmekte olan “büyük havuz”da ve diğer projelerde kullanılmak üzere buhar gücüyle çalışan tulumba almak üzere İngiltere’ye gönderilmiştir. 1803 yılında gerçekleşen bu olay, Osmanlı tarihinde Avrupa’daki Sanayi Devrimi’nin sonuçlarının transferi konusunda bilinen ilk teşebbüstür.
Önceleri doğrudan Avrupa’dan ithal yoluyla elde edilen buhar makinelerinin çok geçmeden İstanbul’da imal edilmesi yoluna gidilmiştir. Padişah’ın emriyle “saye-i şevket-vaye-i mülukanelerinde Avrupa’da yapılan şeylerin cümlesi ma´ ziyade burada dahi yapılması müyesser olmakda olduğu misillü bu husus içün dahi hezarfen bir kulları tedarik olunub da gerek kazgan ve gerek sa´ire edevat ve çarhların suret-i i´maliyesi tahsil olunmak mümkün olacağı hatır-güzar ve ma´lum-ı hümayun-ı mülukaneleri” Avrupa’da yapılan her şeyin fazlasıyla Osmanlı’da da yapılma yolları aranmıştır.
1830-1836 yılları arasında Mühendishane-i Berri-i Hümayun’un başında bulunan Başhoca Hafız İshak Efendi (öl. 1836) modern batı bilimlerinin Osmanlı devletinde tanıtılmasını ve Osmanlı eğitim müesseselerine girişini sağlayan en önemli simalardan birisiydi. Çalışkanlığı ve hızlı tercüme yapma yeteneği ile ömrünün 1824-1836 yılları arasındaki döneminde 11 ciltten oluşan 7 eser verdiği bilinmektedir. Bu eserlerinden en önemlisi de 4 ciltlik Mecmu-i Ulûm-ı Riyâziye’sidir. Bu eser, matematik, fizik, kimya, astronomi, biyoloji, botanik, zooloji, mineraloji, gibi birçok tabii ve riyazi bilimlerin basılı Türkçe metinlerini bir arada sunan ilk kitap, ilk teşebbüs olması bakından önemlidir. Onun bu mecmuasında yer alan mekanik ve hidrolik konusundaki yazısı bugüne kadar incelenmemiştir. İshak Efendi, ayrıca top dökümcülüğü, jeodezi aletleri ve istihkamcılık gibi askeri teknikler sahasında geniş bir yelpazede eserler vermiştir.
Osmanlı döneminde Türkiye’de hiçbir zaman tam manasıyla sanayi devrimi yaşanmazken, devlet özellikle askeri ihtiyaçları göz önünde bulundurarak Zeytinburnu Demir Fabrikası, Beykoz Deri Fabrikası gibi büyük sanayi işletmeleri kurmuştur. Bunlar dışında harp sanayine yönelik olarak Tersane’de buharlı gemi yapımı da bir ölçüde gerçekleştirilmiştir.
Sivil sahada ise ekonomisi toprağa bağlı bir ülke olan Osmanlı’da tarımda makineleşme dönemi başladığında özellikle zirai aletler ve makineler Avrupa’dan ithal yoluyla getirtilmiştir. Ender olarak büyük çiftlik sahibi aydınlar tarafından geliştirilen tarım makinelerine de rastlanmaktadır. Bunlardan Bursa’da ziraatla uğraşan Rauf Paşa bir harman makinesi icat etmiş ve bunu kullanmıştır.
MEKTEB-İ BAHRİYE-İ ŞAHANE’DE BAŞLAYAN EĞİTİM
Türkiye’de makine mühendisliğine yönelik eğitim ve öğretim, ilk kez bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi’nin temelini oluşturan Mekteb-i Bahriye-i Şahâne’de başlamıştır. Bahriye Mektebi’nin yeniden düzenlenmesi sonucunda okulun öğretim süresi dört yılı idadî (lise), iki yılı harbiye ve iki yılı da denizde eğitim olmak üzere sekiz yıl olmuştur. Harbiye sınıflarını bitirenler mühendis (teğmen) rütbesini alıp iki yıl daha denizde eğitim görüyorlardı. Harbiye bölümünde 1866 yılından başlayarak harp sınıfı olarak adlandırılan “güverte” ve “inşaiye” sınıfları yanında “buhar (makine)” sınıfı açılmıştır. Bu yıl harbiye sınıflarına geçen öğrenciler 1870’de güverte, inşaiye ve makine mühendisleri olarak mezun olmuşlardır. Bahriye Mektebi’nde açılan “buhar (makine)” sınıfından mezun olanlar aslında makine mühendisi olmayıp “gemi makineleri işletme mühendisi”dirler. Bu makine mühendislerinden Ahmed [Besim] Efendi (Paşa ; 1850 - 1828) mezun olunca Tersane-i Âmire’de başmühendis olan Shanks’ın yanına yardımcı olarak atanmış, 1873’de onun ayrılması üzerine başmühendis olmuş ve bu görevini 1909 yılına kadar sürdürmüştür. Ahmet Besim Paşa bu dönemde buhar makinesi tasarımları yapmış ve bu makineler imâl edilerek çeşitli gemilere takılmıştır. Osmanlı döneminde Ahmed Paşa dışında makine tasarımı yapan bir başka mühendis bilinmemektedir.
Türkiye’de 1926 yılına gelinceye kadar makine ve elektrik mühendisliği alanında Bahriye Mektebi dışında eğitim ve öğretim söz konusu olmamıştır. Bu dönemde Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde öğrenim görmüş olan az sayıda makine ve elektrik mühendislerine rastlanmaktadır. Cumhuriyet’in ardından bir yandan Avrupa’nın çeşitli ülkelerine mühendislik öğrenimi görmek üzere öğrenci gönderilmeye başlanmış, öte yandan da ihtiyaç duyulan mühendislik alanlarında (makine, elektrik ve maden) öğretim kurumları açılması yoluna gidilmiştir.
Sanayi devrimi sürecinde Avrupa ile arasında meydana gelen uçurumu kapatmak ve tekrar teknolojide eski önder konumuna ulaşmak ümidiyle büyük gayret gösteren Osmanlılar, yine de teknolojinin hızına hiçbir zaman yetişemediler. Çok nadir, küçük teşebbüsler de seri üretime dönüşmeden ferdi uğraşlar olarak kaldı. Bunun yanında satın alma yoluyla dünya teknolojisini çok yakından takip ve taklit etme noktasında büyük başarı gösterdiler. Sürecin böyle gelişmesinin nedeni, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik, kültürel ve siyasi pek çok özelliğinde saklıdır.


lionhead 4 Temmuz 2006 00:14

YALNIZ TÜRKİYE’NİN DEĞİL DÜNYANIN TEKNOLOJİ DEVİ: TEI

TUSAŞ Motor Sanayii AŞ (TEI), askeri ve ticari havacılık sanayiinde ileri teknolojiye sahip ürünleri ve modern üretimiyle yalnız ulusal değil, uluslararası başarılara da imza atıyor. NASA, GEAE, TÜBİTAK gibi araştırma geliştirme kurumlarıyla ortak faaliyetler yürüten TUSAŞ Motor Sanayii AŞ, 7 Avrupa ülkesinin ‘Geleceğin Büyük Uçağı’ projesinde de yer alıyor. TEI’nin her geçen gün gelişen teknolojik gücünü TUSAŞ Motor Sanayii Aş Genel Müdürü Tayfun Mutlu anlatıyor...

Askeri ve ticari havacılık sanayiinde yüksek teknolojiye sahip ürünleri, kalitesi ve modern üretimiyle TEI, uluslararası alanda isim yapan kuruluşlarımızdan biri. Bize TEI’yi anlatır mısınız?

Tusaş Motor Sanayii A.Ş. (TEI), Türk ortaklar ve General Elektrik (ABD) arasında imzalanan ortaklık anlaşması ile 1985 yılında kurulmuş olan bir anonim şirket. TEI’nin Türk ortakları, TUSAŞ - Türk Uçak Sanayii A.Ş., Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı ve Türk Hava Kurumu. TEI, öncelikle F-16 uçaklarının F110-GE-100/129 motorları olmak üzere, uçak motorları üretim teknolojisinin transferi, parça üretim kabiliyetinin kazanılması, uçak motorlarının montajı, kontrolü ve test kabiliyetinin kazanılması amacına yönelik kuruldu. Bugün başlangıç hedeflerini aştı, havacılık ve uzay sanayii gibi yoğun rekabete dayalı bir alanda teknoloji ve kalitesi ile bir dünya şirketi konumuna geldi. TEI’nin ana faaliyet alanlarını, uçak/helikopter motorları ve gaz türbinleri için parça imalatı, motor montaj ve testi, satış sonrası hizmetler ve araştırma-geliştirme çalışmaları olarak özetlemek mümkün. Şirketimiz, Hava Kuvvetleri Komutanlığına teslim edilmiş F110-GE-100/129 motorunun montaj ve testinin yanısıra, 17 değişik motor programına ait 363 değişik konfigürasyonlu uçak/helikopter motor ve gaz türbin parçası üretiyor ve ürettiği parçaların yüzde 90’ını ABD, Fransa, Avustralya, Romanya ve İsviçre’ye ihraç ediyor. 1987-2002 yılları arasında gerçekleşen toplam ihracat miktarımız 450 milyon dolar.
TEI, 1998 yılında tamamladığı F110 projesinin ardından gerek askeri gerek ticari motor aksamları üretiminin yanı sıra NATO AWACS uçaklarına ait “TF33 Motoru Depo Seviyesi Bakımı”, “Cougar Helikopteri Makila 1A1 Motor Montajı -Testi” ve “Ejektör Sistemi Geliştirme” gibi projeleri yürüttü. TEI, Türkiye’de uçak motor sanayiinin odak noktası oldu; dahası ufku dünyaya açık bir kuruluş. Gerçekleştirdiği üretim ve ihracat sonucu sağladığı döviz girdisinin yanı sıra, günümüze kadar yaptığı işler ve yarattığı istihdamla da ülkemiz ekonomisine ciddi katkı sağlıyor.

TEI, TÜBİTAK, GEAE ve NASA ile birlikte mühendislik tasarım ve geliştirme projelerini de yürütüyor. Örneğin J85 Ejektör Sistemi Geliştirme Projesi. Bu projeyle de 2002 İhracat Teşvik ödülünü ve General Elektrik Uçak Motorları tarafından “2002 Brian H.Rowe Mühendislik Ödülü”nü kazandı. Bu projeyi ana hatlarıyla anlatır mısınız?

Kalıcı uçak motor sanayiinden bahsedebilmek için vazgeçilmez önemde olduğuna inandığımız ürün geliştirme konusunda yıllardan bu yana büyük gayretler sarfediliyor, çok önemli adımlar atılıyor. Geçtiğimiz dönem içinde ürün geliştirme konusunda çok önemli aşamalar kaydedildi. J85 Ejektör Sistemi Geliştirme projesi bunlardan biri. Bu projeye, AR-GE çalışmalarımız kapsamında ağırlıklı olarak gerçekleştirilen bilgisayar destekli tasarım ve bilgisayar destekli mühendislik uygulamaları çerçevesinde somut projeler üretme çabasıyla 1996 yılında başladık. T38 ve F5 uçaklarında yakıt tasarrufu sağlayacak ve motor tepkisini artıracak bir ejektör ‘nozul’un tasarımı, geliştirilmesi, uçuş ve yer testleri, sertifikasyonu, imalatı ve pazarlanması amacıyla yürütmekte olduğumuz bu proje, fiziksel üretimden bilgi üretimine geçiş döneminin en önemli adımlarından biri.
J85 Motoru Ejektörünün prototip tasarımı, TEI ve GEAE mühendisleri tarafından planlanan bir işbölümü içinde gerçekleştirildi. Prototip imalatı, TEI’de geliştirilip tamamlandı; 1998 yılında, yer ve uçuş testleri yapıldı ve beklenilen performans değerleri başarıyla elde edildi. 1998 yılı ortalarında kalifikasyon parçası tasarımı yapıldı; yeni tasarımın üretimi 2000 yılında TEI’de tamamlandı ve prototiplerin son testlerinin yapılmasının ardından, seri üretim çalışmalarına geçildi. Bu projede üretim halen yoğun olarak devam ediyor. Bugüne kadar toplam 107 uçaklık ejektör kit üretildi ve müşteriye teslim edildi.

TEI, yedi Avrupa ülkesi tarafından desteklenen bir konsorsiyum projesi olan A400M Geleceğin Büyük Uçağı/FLA programına da katılıyor. Bu projeden söz eder misiniz? TEI’nin bu projeye katkısı ne olacak?

TEI olarak son yıllarda özellikle AR-GE bölümünün büyütülmesi ve altyapısının sağlamlaştırılması için çalışmalara hız verdik; gerekli her türlü donanımı da sağladık. Ejektör Sistemi Geliştirme Projesi ile mühendislik, tasarım ve geliştirme konularında çok önemli olan altyapıyı oluşturduktan sonra yeni projelere yöneldik. Geçtiğimiz günler içinde gerek ulusal havacılık sanayimiz gerekse şirketimiz açısından önemli olan Geleceğin Büyük Uçağı (FLA) Projesi ile ilgili bir süreden beri devam eden yoğun çalışmaları sonuçlandırdık. TEI, Avrupa’nın önde gelen uçak motor firmaları ile birlikte, Airbus Military Corporation tarafından üretilecek Geleceğin Büyük Uçağı (FLA)’nın TP400-D6 motorlarının tasarım, geliştirme ve üretim faaliyetlerini gerçekleştirecek. FLA projesi, halihazırda Avrupa ülkelerinde kullanılmakta olan askeri nakliye uçaklarının yerini alacak bir uçağın hem tasarımı, hem geliştirilmesi hem de üretimi faaliyetlerini içeriyor. Proje kapsamında uçak tasarım ve üretim faaliyetlerini yürütmek üzere ana yüklenici olarak Airbus Military Corporation firması kuruldu ve 2009-2021 yıllarında Türkiye, Almanya, Fransa, İngiltere, İspanya, Belçika ve Lüksemburg için uçak üretimi yapılması planlandı. Projede Avrupa’lı motor üreticileri var. Fransa’dan Snecma Moteurs, İngiltere’den Rolls Royce, Almanya’dan MTU ve İspanya’dan ITP oluşturduğu EPI (EuroProp International) grubunun teklif ettiği TP400-D6 motoru, Airbus Military Corporation tarafından 6 Mayıs’ta seçildi. “Three-Shaft Turboprop” teknolojisi ile üretilecek motor projesinde, TEI ve ITP (Industria de Turbo Propulsores-İspanya) firmaları işbirliği yapıyor. TEI, ITP firmasıyla Haziran’da “Endüstriyel İşbirliği Anlaşması” imzaladı. TEI, motorun tasarım ve geliştirme çalışmalarına, TEI-Eskişehir tesisleri ile İspanya’nın Madrid ve Bilbao şehirlerinde iştirak edecek.
Uçağın stratejik ve taktik görev performansını karşılayabilmek üzere, her uçakta dört adet kullanılacak yeni jenerasyon TP400-D6 motorunun tipi Three-Shaft Turboprop, gücü 11.000+ shp (Deniz Seviyesi), maksimum pervane hızı 840 rpm, basınç/sıkıştırma oranı 25, ağırlığı 1,830 (Kuru), uzunluğu 3,500 mm, pervanesi 17,5 feetpropeller, 8 blades olacak. TEI, uluslararası TP400-D6 motor projesinde Front Structure Modül tasarımını, bunun geliştirilmesini, sertifikasyon testlerinin yapılması ve üretimini üstlenecek. Ayrıca Turboprop Nozzle Modülü’nün de aynı şekilde tasarımını, geliştirilmesini, sertifikasyon testlerinin yapılması ve üretimini yürütecek. Avrupa’da 5 farklı motor bremzesinde gerçekleştilecek motor test faaliyetleri için “Özel Test Ekipmanları (ÖTE)” tasarımı ve tedariği de TEI’nın bu projedeki görevleri içinde. Bu noktada TEI, tasarım teknolojileri edinimi kapsamında uçak motorlarına ait soğuk bölgelerin tasarımı konusunda “Aerodinamik Tasarım, Mekanik Tasarım, Detaylandırma, Yapısal Analiz, Termal Analiz, Ağırlık Hesapları, Ömür Hesapları, Malzeme ve Prosesler ile Hava ve Yağlama Sistemleri Tasarımı” kabiliyetlerini kazanarak, uluslararası projelerde söz sahibi olacak. İleri teknoloji mühendislik yazılım ve donanımlarının kullanılacağı Ar-Ge çalışmaları, TEI’nin mühendis ve teknisyenleri tarafından 2009 yılına kadar Türkiye ve İspanya’da sürdürülecek. Seri üretimi, 2009 yılından itibaren başlayacak ve TEI-Eskişehir tesislerinden motor modüllerinin sevkiyatları gerçekleştirilecek. İş bölümü çerçevesinde, TEI tarafından tasarlanıp, geliştirilen ve üretilen modüller ve motorun ömrü boyunca yedek parça ihtiyaçları da TEI tarafından sağlanacak.
TEI’nin üretim tesisleri gerçekten bu kadar büyük projelerin altından kalkabilecek ölçüde, en yüksek teknoloji, tezgah ve teçhizatla donatılmış durumda. Burada ürettiğimiz yüzbinlerce motor aksamı ile modülün çoğunda tek tedarikçi TEI. Kurulduğumuz tarihten itibaren yüklendiğimiz bütün projeleri başarıyla yerine getirdik. Sonuçta da havacılık ve uzay sanayii gibi yoğun rekabete dayalı bir alanda kullandığımız ileri teknoloji ve kaliteli üretimle bir dünya şirketi haline geldik.

ABD ile İngiltere’nin ortaklaşa yürüttükleri, 2008 yılından itibaren servise girecek olan Müşterek Taarruz Uçağı (JSF) Projesi’ndeki TEI’nin faaliyetleri hakkında bilgi verebilir misiniz?

TEI, 1998 yılından beri proje kapsamındaki tüm faaliyetlere iştirak ediyor. Lockheed Martin, Boeing, General Electric ve Pratt & Whithey firmalarıyla muhtelif görüşmeler yapıldı ve projede gerek araştırma ve geliştirme gerekse üretim ve satış sonrası faaliyetlerden iş payı almak hususunda çalışmalar sürdürüldü. Havacılık sektöründe 21.yüzyılın en önemli projelerinden biri “Joint Strike Fighter Projesi” olacak. Bu projede de Türkiye’nin önde gelen motor ve motor aksamı üreticisi olarak TEI yer alıyor. Sistem geliştirme ve uygulama fazından itibaren ürün geliştirme, üretim ve satış sonrası hizmet alanındaki tüm faaliyetlerde bulunmak amacıyla çalışma ve temaslarımız devam ediyor.


lionhead 4 Temmuz 2006 00:18

ANADOLU’NUN DAHİ MÜHENDİSİ: CEZERİ

İki yüzyıl önce sanayi devrimini yapmış Batı dünyasıyla karşılaştırıldığında Türkiye’nin tasarlayıp, yapma anlamında makinelerle geçmişinin çok eskiye dayanmadığı, Anadolu insanının icatlarının son derece sınırlı kaldığı çok yaygın bir kanı. Elbette üretim süreçlerini dönüştürme, kitlesel üretime olanak tanıma ve endüstriyel gelişimi hızlandırma anlamında çok da yanlış bir kanı değil. Ama... İşte her şeyin bir “ama”sı var.
Tarihin gölge düşmüş yaprakları arasından Bediüzzaman Ebû’l İz İbni İsmail İbni Rezzaz El Cezeri bize bakarken, bunları söylemek hiç de kolay değil. Çünkü Artuklu Türklerinin Diyarbakır’da hüküm sürdüğü yıllarda Artukoğulları Sultanı Mahmut bin Mehmet bin Kara Aslan’ın sarayında 32 yıl mühendislik yapan Cezeri’nin buluşları, asırlar sonra hayat bulan birçok teknik aracın temelini oluşturdu.
Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmemekle birlikte 1136-1206 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen Cezeri’nin su saatleri, su robotları, otomatik termos gibi birçok teknik ve mekanik buluşu yaşadığı dönemde de izleyenleri şaşırtırdı. Ama asıl ilginç olan Cezeri’nin bilgisayarın dayandığı sistemin ve sibernetik biliminin temellerini atan bilim adamı olmasıdır. Ebû’l İz El Cezeri, bilgisayarın babası olarak bilinen İngiliz matematikçi Charles Babbage’den 6 yüzyıl önce aynı sisteme dayalı makineler ve otomatik aletler yaptı ve bunları çalıştırdı; sibernetiğin kurucusu olarak bilinen nörolog Ross Ashby’den 800 yıl önce de sibernetik ve otomatik makinelerin kendi kendine çalışması konusunda bilimsel çalışmalar yaptı; bu bilimin temellerini attı.
Dünya bilim tarihi açısından bugünkü sibernetik ve robot biliminde çalışmalar yapan ilk bilim adamı olan Ebû’l İz El Cezeri, çalışmalarını Artukoğulları Sultanı için yazdığı Kitab’ül-Cami Beyn’el İlmi ve el-Ameli’en Nafi fi Sınaati’l Hiyel (Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap) adlı eserinde ortaya koydu. 50’den fazla cihazın kullanım esaslarını, yararlanma olanaklarını çizimlerle gösterdiği bu olağanüstü kitapta Cezeri, “Tatbikata çevrilmeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında kalacağını” söyler. Bu kitabın orijinali günümüze kadar ulaşamadıysa da, bilinen 15 kopyasından 10’u Avrupa’nın farklı müzelerinde, 5 tanesi Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde yer almaktadır.
Kısaca Kitab-ül Hiyel adıyla bilinen eseri 6 bölümden oluşur. Birinci bölümde binkam (su saati) ile finkanların (kandilli su saati) saat-ı müsteviye ve saat-ı zamaniye olarak nasıl yapılacağı hakkında 10 şekil; ikinci bölümde çeşitli kap kacakların yapılışı hakkında 10 şekil, üçüncü bölümde hacamat ve abdestle ilgili ibrik ve tasların yapılması hakkında 10 şekil; dördüncü bölümde havuzlar ve fıskiyeler ile müzik otomatları hakkında 10 şekil; beşinci bölümde çok derin olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten aletler hakkında 5 şekil; 6. bölümde birbirine benzemeyen muhtelif şekillerin yapılışı hakkında 5 şekil yer alır.
Teorik çalışmalardan çok pratik ve el yordamıyla ampirik çalışmalar yapan Cezeri’nin kullandığı bir başka yöntem de yapacağı cihazların önceden kağıttan maketlerini inşa edip geometri kurallarından yararlanmaktı. İlk hesap makinesinden asırlar önce aynı sistemle çalışan benzer bir mekanizmayı, geliştirdiği saatte kullanan Cezeri, sadece otomatik sistemler kurmakla kalmamış, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştı. Cezeri, Jacquard’ın otomatik kontrollü makinelerin ilki sayılan otomatik dokuma tezgahından 600 yıl önce değişik haznelerdeki suyun seviyesine göre ne zaman su dökeceğine, ne zaman meyve ve içecek sunacağına karar veren otomatik hizmetçiyi geliştirdi. Bazı makinelerinde hidro mekanik etkilerle denge kurma ve harekette bulunma sistemine yönelen Cezeri, bazılarında ise şamandıra ve palangalar arasında dişli çarklar kullanarak karşılıklı etkileme sistemini kurmaya çalıştı. Kendiliğinden çalışan otomatik sistemlerden sonra su gücü ve basınç etkisinden yararlanarak kendi kendine denge kuran ve ayarlama yapan dengeyi oluşturması, Cezeri’nin otomasyon konusundaki en önemli katkısıdır.
Bugün sibernetiğin ve bilgisayarın ilk adımlarını attığı ve ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilen Ebû’l İz El Cezeri, Anadolu’da yaşadı.


lionhead 4 Temmuz 2006 00:19

TEKNOLOJİK GELİŞMELERİN EKONOMİYE KATKILARI

Üretim süreçlerindeki farklılaşmanın yol açtığı dönüşüm sonucunda ortaya çıkan ürün geliştirme ve yeni teknolojilerin yaygın kullanımı, ülkelerin ekonomik büyüme süreçlerinde çok önemli rol oynuyor. Türkiye’nin hızlı ekonomik kalkınması ve global pazarlarda rekabet gücüne ulaşmasının yolu da, her sektörde ileri teknolojilerin yarattığı yönelimleri göz önünde bulundurmak ve doğru stratejileri, teknoloji politikalarını oluşturmaktan geçiyor.

Prof. Dr. Hacer Ansal
İTÜ, İşletme Fakültesi

1970'lerde dünya kapitalizminin içine girdiği ekonomik krizle birlikte, sanayide yeniden yapılanmaya gidildiği ve üretimde yeni paradigmaların ortaya çıktığı gözleniyor. Özellikle Batı ülkelerinde kriz, üretkenlik artışında büyük bir yavaşlama, imalat sektöründe fazla kapasite ya da kapasite kullanım oranlarında düşüş, artan enflasyon ve rekor düzeylere ulaşan işsizlik oranları biçiminde kendini gösteriyor.

Dünya ekonomisindeki bu çalkantı ve ekonomik durgunluk ortamında bir yandan hızlı teknolojik değişimin yarattığı baskı, öte yandan sermayenin ve üretimin globalleşmesi, ülkeler ve firmalar arasındaki rekabeti büyük ölçüde kızıştırdı. Bu ekonomik ortamın yarattığı belirsizlik, özellikle teknolojik değişim karşısında hem firmalar hem de hükümetler açısından doğru değerlendirmeler yapılıp, doğru politikalar ve stratejiler saptamayı çok önemli kılıyor.

Dünya ekonomisinde kriz sonrası ortaya çıkan tüm bu gelişmeler rekabetin koşullarını da değiştirdi ve Batılı ülkelerin sanayilerini bir yeniden yapılanmaya zorladı. 1970'lerden bu yana, dünya pazarlarında dalgalanan ve sürekli değişen talebe karşı esneklik kazanma çabası içinde üretim süreçlerinde teknolojik bir dönüşüm gerçekleştiriliyor. Bu teknolojik dönüşüm, geçen yüzyıldan özellikle de 1945'den bu yana egemen olan Fordist kitle üretimi sistemine dayalı ekonomik ve sosyal gelişim modelinden bir sapma göstererek yeni bir teknolojik paradigma ortaya çıkarıyor. Daha önce genellikle fiyat bazında rekabet edilir; başarı, büyük ölçeklerde ucuz ve standart mal üreterek elde edilirken, uluslararası rekabet gücü artık fiyatın yanı sıra yaratıcılığa, değişen talebe hızla cevap verme yeteneğine dayanmaya başladı. Bu da, bir yandan mikroelektronik esaslı teknolojilerin giderek daha yoğun bir şekilde nihai ürünlere ve üretim süreçlerine adaptasyonu ile bir yandan da, yeni, esnek üretim organizasyon biçimleri uygulanarak başarılmaya çalışılıyor.

Üretim süreçlerinde ortaya çıkan bu teknolojik dönüşümün doğası, yönü, nedenleri ve sonuçları üzerine farklı alanlarda yapılan çeşitli çalışmalar, bu dönüşümün çok farklı yanlarını ön plana çıkarıyor. Ama bu çalışmaların hemen tümünün vurguladıkları nokta, ürün geliştirmenin ve yeni teknolojilerin yaygın kullanımının ülkelerin ekonomik büyüme süreçleri üzerinde çok önemli rolleri olduğu. Genellikle gelişmiş ülkelerde yapılan bu çalışmalarda ulaşılan teknolojik yeniliklerin ekonomik büyümenin itici gücü olduğu sonucu, artık yaygın bir kabul görmüş durumda.

Öte yandan, gelişmekte olan ülkelerde yürütülen çalışmalar, teknolojik açıdan belli bir gelişmişlik düzeyine ulaşılmadıkça, hızlı bir ekonomik büyümenin gerçekleşemediğini gösteriyor. Bu ülkelerde -Türkiye'de de olduğu gibi- teknolojik gelişme, yerel olarak yürütülen Ar-Ge çalışmalarına bağlı olarak değil, genellikle gelişmiş ülkelerden teknoloji transferi yolu ile başlıyor ve transfer edilen bu teknolojinin yerel koşullara adaptasyonu faaliyetlerine bağlı olarak teknolojik yeteneğin oluşturulması yolu ile sağlanabiliyor. Bir ülkenin teknolojik yeteneğini ölçebilmek için geliştirilen bazı göstergelerle teknolojik yeteneklerine göre ülkeler çeşitli kategorilere ayrılarak bu kategoriler arasında ekonomik büyüme, kişi başına düşen milli gelir, ve çeşitli sektörlerdeki yurt içi hasıla arasında ilişkiler irdeleniyor. Yapılan bu çalışmalarda teknolojik gelişkinlikle, ekonomik büyüme arasında ciddi bir ilişki olduğu görülüyor.

Son dönemlerde uluslararası ticaret alanında yürütülen teorik ve ampirik çalışmalarda da, ülkelerin rekabet gücü kazanmasında teknolojinin önemi vurgulanıyor. Örneğin, OECD ülkelerinde 40 sanayi dalında yürütülen bir inceleme, bir ülkenin ihracat performansının o ülkelerde alınan patentlerin toplam patentler içindeki payının bir fonksiyonu olduğunu gösteriyor. İngiltere ve Almanya'da yürütülen bir başka çalışma, bu ülkelerin farklı sanayi dallarındaki Ar-Ge faaliyetlerinin yoğunluğu ile ihracat yoğunluğu arasında sıkı bir ilişki olduğunu ortaya çıkarıyor.

Hindistan, Brezilya gibi bazı ülkelerde yürütülen çalışmalarda, teknolojinin bu ülkelerin ihracat performansları üzerinde önemli bir rolünün olmadığı görülüyor. Çünkü bu ülkelerin ihracatları, teknolojik üstünlüğe değil, genellikle vasıfsız ve ucuz emek avantajı ile üretilmiş standart mallara dayanıyor.
Gelişmiş ülkelerde mikroelektronik teknolojinin üretim süreçlerine yaygın olarak adaptasyonu sonucunda, yeni ürün geliştirme açısından artan teknolojik yenilik hızına bağlı olarak, ürün ömür çevrimi giderek kısalıyor. Bu yüzden gelişmekte olan ülke firmalarının yüksek teknoloji sektörlerinde, kendilerinin yerel olarak yürüttüğü Ar-Ge faaliyetlerine bağlı olarak bir rekabet gücü kazanmaları henüz pek mümkün gözükmüyor. Ancak düşük ve orta teknoloji sektörlerinde, o sektörlerdeki yeni teknolojileri bünyelerine adapte edebildikleri ölçüde rekabet üstünlüğü sağlayabiliyorlar. Bütün bu bulgular, prodüktivite artışı ve ekonomik büyüme sağlanabilmesi için gelişmekte olan ülkelerde teknolojik gelişmeyi sağlamanın, yani teknolojik yeteneklerin ileri bir düzeye çıkarılması ve yeni teknolojilerin üretim süreçlerine ve ürünlere başarı ile adapte edilmesinin zorunluluğuna işaret ediyor.

Gelişmekte olan ülkelerin global pazarda rekabet üstünlüğü yakalayabilecek, lider olabilecek ürün çıkaramaması, bu ülkelerde sınai üretimin lisans anlaşmaları çerçevesi içinde sürdürülmesi, ürün geliştirme ile özgün tasarımların yaratılamaması, tasarlanan ürünlerin üretiminde de kulllanılan temel teknolojilerin olgunluk dönemindeki teknolojiler olması gibi nedenlere dayanıyor. Dolayısıyla ülkelerin ekonomik büyüme sağlayabilmelerinin yanı sıra, dış pazarlarda rekabet üstünlüğü sağlayabilmeleri de yine firmaların yeni teknolojileri hem ürün tasarımı, hem de üretim süreçlerinde başarı ile kullanabilmelerine bağlı. Prodüktivite artışı ile ekonomik büyüme arasındaki ilişki, büyük ölçüde mikroelektronik teknolojinin yaygınlaşma hızına ve bilgi birikimine bağlı.

"Mikroelektronik teknoloji devrimi" ve "bilgi çağı" kavramları yaygın olarak kullanılmaya başlandı. "Bilgi çağı" ya da "bilgi toplumu" kavramlarıyla bilginin, üretim süreçlerindeki öneminin giderek arttığı vurgulanmaya çalışılırken, bir yandan da "bilgi-yoğun" sektörlerin ülke ekonomilerinin, özellikle çıktı ve istihdam artışı açısından, en dinamik kısmını oluşturduğu anlatılıyor. Ancak bilgi çağını yakalayabilmenin en temel ön koşulunun, mikroelektronik altyapının sağlanması olduğu açık. Ekonomide mikroelektronik teknolojinin yaygınlaşması ve firmalarda başarı ile uygulanması, firma performansına, dolayısıyla ekonomik büyümeye katkı sağlıyor.

Mikroelektronik Teknoloji Devrimi
Mikroelektronik teknolojisinin ürünlere uygulanması ve üretim süreçlerinde yoğun bir biçimde mikroelektronik bazlı teknolojilerin kullanımı, gelişmiş ülkelerde 1970'lerden bu yana gözlenen yeniden yapılanmanın ve teknolojik dönüşümün en önemli gücünü oluşturuyor. Almanya, İngiltere, Fransa, İsveç, Danimarka ve Finlandiya'da yürütülen ve her bir ülkede bin 200 firmayı kapsayan bir çalışma, 1973-1987 yılları arasında üretim süreçlerinde mikroelektronik bazlı ileri imalat teknolojilerinin kullanımının ortalama yüzde 1.5 (İngiltere) - yüzde 20 (İsveç)'lerden yüzde 70-85 'lere çıktığını gösteriyor. Bu çalışmaya göre, teknolojinin yayılmasının erken dönemlerinde firmaların yeni teknolojinin yarattığı fırsatlardan haberdar olmamaları, yaygınlaşmayı çok büyük ölçüde geciktiriyor.

Aynı çalışma, mikroelektronik teknolojisi uygulamasının hem ülkeler arasında hem de firma büyüklüklerine göre çok büyük farklılık gösterdiğine dikkat çekiyor. Ülke ekonomilerindeki ortalama yaygınlık oranları biraz daha derinlemesine irdelendiğinde, yeni teknolojilerin yaygınlık derecelerinin sektörler arasında da büyük farklılıklar göstereceği açık. Ancak genel olarak elektrik-elektronik ve makine mamullerinde ve üretim süreçlerinde mikroelektronik teknolojisi kullanım oranı, tüm sektörler arasında en yüksek düzeyde iken, tekstil ve hazır giyim sektörlerinde bu oran çok daha sınırlı kalıyor.

Firmaların yeni teknolojileri adapte etme nedenlerine bakıldığında büyük farklılıklar olduğu gözlenmekle birlikte, genellikle işçilik maliyetlerini aşağıya çekmek, bazı alanlarda karşılaşılan işçi yetersizliği, üretim süreçlerinde daha sıkı bir kontrol sağlayarak verimliliği arttırmak, üretilen mal ve hizmetin kalitesini arttırmak, müşteri istekleri doğrultusunda imalata yönelmek, sürekli değişen ve dalgalanan talebi karşılama kapasitesini/yeteneğini arttırmak olarak sıralandığı görülüyor. Yeni teknolojilerin adaptasyonunun en yaygın amacı işçilik maliyetlerinin aşağıya çekilmesi doğrultusunda.

Ayrıca, geleneksel vasıflı işçilerin üretim süreci üzerindeki kontrolü, mikroelektronik bazlı makinelerle ortadan kaldırılabiliyor. Dolayısıyla, özellikle makine sektöründe yeni teknolojiler sayesinde vasfın ve bilginin kaynağının işçilerden yönetime transferi gerçekleştirilebiliyor. Artan kontrol ile birlikte de çok daha yüksek verimlilik sağlanıyor. Ancak yeni teknolojilerin genel olarak emeği ikame edici yönünün, özellikle gelişmekte olan ülkelerde işsizliğin çok büyük düzeylere ulaştığı bir ortamda ekonomiye katkı olarak değerlendirmek mümkün değil.

Mikroelektronik-bazlı yeni teknolojilerin firma bazında yaptığı olumlu etkilerin en başında, konvansiyonel tezgahlara kıyasla çok daha büyük hassasiyetle ve hızla çalışmalarından ötürü üretilen mal ve hizmette büyük bir kalite artışı sağlaması geliyor. Bu nedenle de özellikle makine sanayiinde yeni teknolojiler giderek artan bir hızda yaygınlaşıyor. Diğer yandan şiddetlenen rekabetle birlikte, müşteri istekleri doğrultusunda, siparişe göre üretim taleplerini karşılamak, firmalar açısından zorunlu hale geliyor. İleri imalat teknolojileri sayesinde firmalar, üretimlerini büyük ölçüde esnekleştirebiliyor, tek bir birimle çok çeşitli işlemler minimum maliyet ve sürede gerçekleştirilebiliyor. Böylece hem çeşit hem de sayı olarak hızla değişen pazar taleplerini karşılamak mümkün olabiliyor. Ayrıca örneğin bir CNC tezgahının ortalama 3-4 konvansiyonel tezgahı ikame ettiği düşünülünce, yeni teknolojiler firma bazında -istihdamın yanı sıra- enerji kullanımı ve fabrika alanını da büyük ölçüde azaltabiliyor.

Mikroelektroniğin yarattığı esnekliğin çeşitli malların üretimini olanaklı kıldığı gibi, model üretme ve değişik modele makineleri hazırlama süresini de azalttığını görüyoruz. Dolayısıyla, sık model değişiminden ve mal çeşitlemesinden doğan maliyetler büyük ölçüde düştü, ürün ve çeşit ekonomisinin altyapısı oluştu. Örneğin metal sektöründe yapılan bir çalışma, 1980'lerde İsveç'te 1-1.5 saatte yapılan bir kalıp hazırlama işleminin Japonya'daki fabrikalarda bir kaç dakikaya indirildiğini gösteriyor.

Mikroelektronik teknolojinin bir de üretim ölçeğine etkisi açısından ekonomiye olan katkısını değerlendirmeye çalışırsak, pek çok iktisatçı, mühendis ve yönetici tarafından geniş kabul gören, "optimum fabrika ve firma ölçeği, yeni teknoloji ile küçüldüğü için, küçük ölçekli esnek üreticilerin sektörlere girmesi mümkün olabilmektedir" görüşü özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından önemli sonuçlar yaratacak nitelikte. Mikroelektronik teknoloji ile birlikte küçük ölçekli üretim artık verimli hale geldiğinden, ölçek çeşitli sektörlere giriş için bir engel oluşturmuyor; çok sayıda küçük üretim biriminin işbirliğine dayanan, adem-i merkeziyetçi, esnek uzmanlık modelindeki gibi bir sanayileşmeyi mümkün kılıyor. Özellikle pazarın ve müşterilerin çok çeşitlendiği sektörlerde, yeni teknolojiler sayesinde ürün ölçeğinin düşmesi, gelişmekte olan ülkelerin firmalarına özel talep dilimlerinde başarı fırsatı yaratıyor.

Ancak yeni teknolojinin yarattığı tüm olanaklarla birlikte üretim süreçlerine adaptasyonunun çok kolay bir iş olmadığı da unutulmamalı. Önemli ölçüde "yaparak" ve "kullanarak öğrenme" süreci gerektiriyor. Yeni makinelerin kullanımının öğrenilmesinin ötesinde, yeni ürünler ya da üretim süreçleri tasarımı yapmak, firmada farklı işlevler/birimler arasında entegrasyonu sağlamak ve bunu tasarım ve yönetimle bağlamak, hala gelişmekte olan ülkeler için çok sorunlu alanlar.
Sonuç olarak Türkiye açısından baktığımızda, hızlı ekonomik kalkınmanın ve global pazarlarda rekabet gücüne ulaşmanın yolunun, her sektörde ileri teknolojilerin yarattığı yönelimlerin göz önünde bulundurulması ve doğru stratejilerin, eğitim ve teknoloji politikalarının oluşturulması ve uygulanmasından geçtiği çok açık. Dolayısıyla, bu konuda hem firmalarımıza hem de hükümetlere büyük görevler düşüyor.


lionhead 5 Temmuz 2006 21:30

ALİ KUŞÇU
http://www.akat.org/ast_tarihinden/ali_kuscu.jpg Türk-İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, XV. yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu. Babası Muhammed, ünlü Türk Sultanı ve astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu olduğu için, ailesi ‘Kuşçu’ lakabıyla meşhur oldu. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duyan Ali Kuşçu, devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızâde Rumî, Gıyâseddin Cemşîd ve Muînuddîn Kâşî’den matematik ve astronomi dersi aldı.

Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti. Burada Hall-ü Eşkâl-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrîd adlı eserini yazdı.Ali Kuşçu, Semerkant ve Kirman'da eğitimini tamamladıktan sonra Uluğ Bey'e yardımcı ve rasathanesine müdür olmuştu. 1449'da hacca gitmek istedi. Tebriz'de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Fatih'le barış görüşmelerinde yardımını istedi. Ali Kuşçu, Uzun Hasan'ın sözcülüğünü yaptıktan sonra Fatih'in davetiyle İstanbul'a geldi. XV. yüzyılın ilk yarısında, Semerkant, dünyanın en önemli bilim merkeziydi. Uluğ Bey Rasathanesi, gök bilgisi araştırmaları için en doğru sonuçları alıyordu. Rasathanenin genç müdürü Ali Kuşçu, gece gündüz demeden çalışıyor, bilimsel gerçeklere yenilerini katmak için uğraşıp didiniyordu.

Gökyüzü bilgisi (astronomi), hem değişmez kuralların, kanunların tespit edilmesine yarıyor, hem de gözlemlerle kontrol edilebiliyordu. Otuz yıla yakın bu işte çalışan Ali Kuşçu, bir gün ansızın her şeyi yüzüstü bırakarak hacca gitmeye karar vermişti. Buna da sebep, en olmayacak bir zamanda, sevgili hükümdarı Uluğ Bey'in 1449 yılında öldürülmesiydi. Gürgân tahtının bu bilgin ve kudretli hûkümdarı, kendi öz oğlu Abdüllâtif'in ihânetine uğramıştı.

Uluğ Bey, Ali Kuşçu için bambaşka bir mânâ taşıyordu. Her şeyden önce hocasıydı. Ondan matematik ve astronomi dersleri almış, eserlerini uzun uzun incelemiş, sohbetlerinde bulunmuş, hâttâ Doğancıbaşısı olduğu için, adının ucundaki “Kuşçu” lâkabı bile böylece yadigâr kalmıştı.Uluğ Bey, kendi kurduğu rasathaneye de müdür olarak Ali Kuşçu'yu lâyık görmüş, henüz tecrübesiz bir çağdayken bu dev rasathanenin başındaki çalışmalarda, ona bizzat yardımcı olmuştu. İşte Uluğ Bey'in bir ihanete kurban giderek öldürülmesi Ali Kuşçu'yu can evinden vuran bir olaydı.

Ali Kuşçu bu olayla çok kırıldı. Çoluk çocuğunu toparlayıp Tebriz'e geldi. Uzun Hasan kendisine o kadar saygı gösterdi ki, Konstantiniye Fâtih'i, bir devri kapayıp yenisini açan genç cihangirle ihtilâfında aracılık etmesini istedi. Genç Fâtih'in de bilgin olduğunu, bilginlere büyük saygı gösterdiğini biliyordu. İstanbul'da olup bitenler, kuş kanadıyla Tebriz'e ulaşıyordu. Şiîlerin casusları ve habercileri yalnız padişahın savaş niyetlerine ve hazırlıklarına dair haberler ulaştırmakla kalmıyorlardı.

Bunun üzerine Ali Kuşçu, kendisine bunca itibar eden Uzun Hasan'ın dileğini kırmayarak yol hazırlıklarını tamamladı. Semerkant'ta Kızıl Elma olarak bilinen eski Bizantium'a ulaştı. Haberciler; onun geleceğini daha önceden saraya uçurmuşlardı. Huzura kabul edildiği zaman Osmanlı hükümdarından beklemediği kadar iltifat gördü. Çünkü, kendisinden önce, eserleri İstanbul'ca biliniyordu. Uluğ Bey Rasathanesi'ndeki çalışmalarından, Semerkant'a aylarca uzak bulunan İstanbul'daki hükümdarın haberi vardı.

Osmanlı tahtında oturan II. Mehmet (Fatih), gayet dikkatli, bilgili, uyanık bir padişahtı. Âdet olan merasimle Uzun Hasan'ın elçisini kabul etmiş, dileklerini dinlemiş, ama hemen geri dönmesine izin vermemişti. Ondan, gelip artık batıya kaymış olan ilim merkezlerini aydınlatmasını, bilgisiyle İstanbul medreselerinde ilim heveslisi gençleri yetiştirmesini rica etti.

Bu teklif, Ali Kuşçu için beklenmedik bir iltifattı. Cefâlı olduğu kadar şefkatli olduğunu da bildiği Fatih'in isteği, onun için emir demekti. Ama, ahlâkı dürüst bir ilim adamı olduğunu şu sözlerle ispat etti: “Hünkârım izin verirlerse önce Tebriz'e döneyim. Çünkü burada bulunuşumun gerçek sebebi, Akkoyunlu Hükümdarı'nın elçisi olmaktır. Elçiye zeval yoktur. Gerektir ki, hünkârımın lütûfkâr davetini kabul etmeden önce vazifemi iyi bir sonuca ulaştırdığımı, beni gönderen, bana güvenmiş olan insana bildireyim...”

Ali Kuşçu'nun bu mazereti, Fatih'e son derece akla yakın göründü. Padişah; iki şeye birden sevinmişti: Kuşçu, davetini kabul etmişti, gelip buradaki ilim öğrencilerini yetiştirecekti. İkincisi ise, son derece mert ve ahlâklı bir insandı. Her haliyle, medreselerde yetiştireceği gençlere örnek olacaktı. Bu sebeple, bir müddet daha misafir ettikten sonra kendisine izin verdi.

Değerli matematik ve astronomi bilgini Ali Kuşçu, sözünü tuttu. İki yıl sonra, ailesini de alarak Tebriz'den hareket etti. Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarından karşılanarak ihtişam içinde İstanbul'a getirildi. Ölümüne kadar da gençleri yetiştirmekle uğraştı. Kuşçu’nun ders vermeye başlamasıyla, İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik alanında büyük gelişme oldu.

Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelişi önemlidir; çünkü o zamana kadar İstanbul’da astronomi ile uğraşan güçlü bir bilgin yoktu. Ali Kuşçu, Osmanlılar arasında astronomi bilimini yaydı.


Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti.


lionhead 5 Temmuz 2006 21:30

Bilimin Dikenli Yolları

Ortaçağda en güçlü kurumlardan biri olan Katolik Kilisenin yeni astronomik bilgileri şiddetle reddetmesinin sebebi, bu bilgilerin kilisenin otoritesini zedelemesiydi. Bu bilgilerle, bütün ervrenin sadece insanlar için yaratıldığı ve dünyanın evrenin merkezi olduğunu savunan incilin "tartışılmaz tek fikirliliği" çürütülmüş oldu. Buna bağlı olarak da kilisenin otoritesi sarsıldı. Bunun için Katolik dünya bütün güç ve olanaklarını kullanarak Kopernik fikirlerinin savunucularını yakalayıp ölümle cezalandırmaya başladı.

1600 yılında, Roma'da bulunan "Çiçekler meydanı"nda İtalyan filozof ve "Kopernikçi" Jordano Bruno, dinsizlikle suçlanıp yakılarak idam edildi. Bruno, Koperniğin görüşlerini daha da geliştirmiştir. O, evrenin bir merkezinin olamayacağını, güneşin sadece güneş sisteminin merkezi olduğunu, diğer yıldızların da bizim güneş gibi olduğunu ve onların da çevresinde akıllı yaratıklar barındıran gezegenlerin var olduğunu savunmuştur. Ne engizisyon mahkemelerinin işkenceleri ne de ona verilen ölüm cezası onu bu fikirlerinden vazgeçirmeye yetmiştir.
Sadece 10 yıl sonra. bir başka büyük İtalyan bilim adamı Galileo Galilei teleskopuyla yaptığı gözlemlerle Koperniğin görüşlerinin doğruluğunu bir kez daha kanıtlamıştır. O Venüs'ün Ay'a benzer fazlarının olduğunu, onun yuvarlak bir yapıya sahip olduğunu ve Güneş'in ışınlarını yansıtarak parladığını gözlemlerle kanıtlamıştır. Ayrıca Samanyolu galaksisinin de normal gözle seçilemeyen milyonlarca yıldızdan oluştuğuna inanmıştır. Dolayısıyla evrenin Bruno'nun söylediği kadar muazzam olduğuna da kanıt getirmiştir. Bütün bu muhteşemliğin dünyanın etrafında döndüğünü kabul etmek de enayilik olurdu. Galile'nin bu buluşları Kopernik gibi düşünenlerin artmasına yol açmıştır. Buna paralel olarak da kilise takiplerini arttırmış ve cezalarını ağırlaştırmıştır. 1616'da Koperniğin kitabı yasaklanmıştır. Galile'ye de, her ne kadar Papa ile yakın dost olsa da fikirlerini savunması yasaklanmıştır. Ama o bu yasağa uymayarak Engizisyon Mahkemesi tarafından yargılanmıştır. Galile Papa ile olan dostluğunu kullanarak fikirlerinden vazgeçmesine karşılık olarak idamdan kurtulmuştur. Hayatının sonuna kadar da gözetim altında yaşamıştır. Katolik kilise Galile'nin doğruluğunu da ancak 1992(!) yılında kabul etmiştir.


lionhead 5 Temmuz 2006 21:31

XVI. YÜZYILDA OSMANLI ASTRONOMİSİ VE MÜESSESELERİ
Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu İ.Ü. Edebiyat Fakültesi


XVI yüzyıl Osmanlı Devleti'nin her alanda zirveye ulaştığı bir asırdır. Bir taraftan sınırları üç kıtada en son noktasına varmış, karada ve denizde zamanının en güçlü ordularını meydana getirmiş, diğer taraftan sahip olduğu düzenli gelirler ve sağlam ekonomi ile belirli bir refah seviyesine ulaşmıştır. XVI. yüzyılda böylesine maddi bir kudreti yakalayan Osmanlı Devleti, bilim, kültür ve sanatta da en mütekâmil dönemini yaşamıştır. Osmanlı astronomi literatürünü oluşturan 600 astronom veya astronomi eseri müellifinin seksen beşi XVI. yüzyılda yaşamış ve bu asırda Osmanlı astronomisinin önemli eserleri yazıldığı gibi Türkçe’de altmışa yakın eser kaleme alınmıştır.
XIV. yüzyılın başında İznik'te kurulan ilk Osmanlı medresesi ile başlayan ve Fatih Sultan Mehmed'in fetihten sonra İstanbul'da tesis ettiği Semaniye Medreseleri ile devam eden ve yine İstanbul'da Kanuni Sultan Süleyman tarafından kurulan Süleymaniye Medreseleri ile tam anlamıyla yerleşen Osmanlı yüksek eğitim sistemi, artık en olgun noktasına varmıştı. Fatih edreselerinin kurulmasıyla astronominin de içinde bulunduğu akli ilimlerin eğitimi medrese tahsilinin bir unsuru haline gelmiştir. Diğer taraftan, klasik İslâm biliminin Kahire-Şam, Meraga ve Semerkant gibi ana bilim geleneklerinin birikimleri İstanbul'a aktarılmıştı. Böylece İstanbul, İslâm dünyasının sadece siyasî başkenti olmasının yanında aynı zamanda bilim ve kültür başkenti de olmuştu. Osmanlı âlimleri de devraldıkları klasik İslâm bilimini geliştirmiş ve üzerine orijinal eklemelerde bulunmuşlardır.
Bu yüzyılda ilmi müesseseler yönünden de bir klasikleşme müşahede edilmektedir. Yukarıda zikrettiğimiz medreseler son hâlini almış ve Dârültıp Medresesi tesis edilmiştir. Aynı durum astronomi müesseseleri için de söz konusudur.
http://www.akat.org/ast_tarihinden/osmanli_astronomisi/r1.jpg
Takiyüddin el-Rasıd tarafından kurulan İstanbul Rasathanesihttp://www.akat.org/ast_tarihinden/osmanli_astronomisi/r2.jpg
İstanbul Rasadhanesi kurucusu Râsıd Takiyüddin Beyoğlundaki Rasadhanesi önünde yardımcısı ve öğrencileri ile
XVI. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı Devleti'nde, doğrudan Osmanlı saray teşkilâtının bir unsuru olan ve Osmanlılarda resmî astronomi işlerini yürüten müneccimbaşılık, Zîc-i İlhanî ve Uluğ Bey Zîci'nin tashihi için kurulan ve astronomik gözlemleri esas alan İstanbul Rasathanesi ve daha çok camilerin bir unsuru olarak vakit tayini ile ilgilenen muvakkıthaneler zikredilmesi gereken üç önemli klasik astronomi müessesesidir.
Osmanlı astronomi literatürünü oluşturan 600 astronom veya astronomi eseri müellifinin seksen beşi XVI. yüzyılda yaşamış ve bu asırda Osmanlı astronomisinin önemli eserleri yazıldığı gibi Türkçe’de altmışa yakın eser kaleme alınmıştır.

Müneccimbaşılık
Osmanlı Devleti'nde ve hususiyle saraydaki müneccimlerin başında bulunan kişiye "müneccimbaşı" denilmektedir. Müneccimbaşılık, arşiv belgeleri ve kaynaklardaki bilgilere göre, XV. yüzyılın sonları ile XVI. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış bir müessesedir. Osmanlı sarayında bîrun erkânından olan müneccimbaşılar, aslen ilmiye sınıfına mensup, medrese mezunu kişiler arasından seçilmekteydi.
XVI. yüzyılda Seydi İbrahim b. Seyyid, İshak Sa'di Çelebi, Yusuf b. Ömer, Mustafa b. Ali, Takiyüddin Râsıd gibi kişiler müneccimbaşılıkta bulunmuşlardır. Mustafa b. Ali astronomi ve coğrafya sahasında oldukça mühim bazı eserler telif etmiştir. Takiyüddin Râsıd da astronomi ve matematik sahasında birçok önemli eser vermesinin yanında İstanbul'da bir de rasathane açmış ve bazı gözlemlerde bulunmuştur. XVI. yüzyılda müneccimbaşıların astronomi ve astroloji alanında saraya ait bir çok vazifesi bulunmaktaydı. Müneccimbaşılar XVI. yüzyıldan itibaren saray ve ileri gelen devlet adamları için takvim, imsakiye ve zâyiçe gibi işler yapmaya başlamışlardır. Müneccimbaşının en önemli vazifesi takvim hazırlamaktı. Takvimler 1800 senesine kadar Uluğ Bey Zîci'ne göre, bu tarihden sonra da Jacques Cassini Zîci'ne göre hesap edilmiştir. Ayrıca her Ramazan ayından önce imsakiye hazırlanması ve zâyiçe hazırlamak da müneccimbaşıların vazifeleri arasında bulunmaktaydı. Başta cülus olmak üzere savaş, doğum, düğün, denize gemi indirilmesi, has atların çayıra salınması, padişahın yazlık ve kışlığına gitmesi gibi birçok önemli, önemsiz konuda müneccimbaşılar ve bazen müneccim-i sânîler uğurlu saat tesbit ederlerdi. Başta padişahlar olmak üzere birçok devlet adamı müneccimbaşıları zâyiçelerine göre değerlendirmiş ve zâyiçelerinin isabetli çıkması üzerine onlara birçok ihsanlarda bulunmuşlardır. Bununla birlikte Sultan I. Abdülhamid ve III. Selim gibi uğurlu saate ve zâyiçeye itimat etmeyen padişahlar da bulunmaktaydı. Ancak uğurlu saat uygulaması âdet haline geldiği için bu padişahlar inanmadıkları bu işin önüne geçememişlerdir.
Diğer taraftan kuyruklu yıldızların geçişi, zelzele, yangın, Güneş ve Ay tutulmaları gibi önemli astronomi hâdiseleri ile fevkalade olayları da müneccimbaşılar takip eder ve yorumları ile birlikte saraya bildirirlerdi.
Muvakkıthanelerin idaresi müneccimbaşılara ait idi. Bunun yanında Dârü'r-rasadü'l-cedid adıyla İstanbul'da kurulan rasathanenin idaresi Müneccimbaşı Takiyüddin Râsıd'ın idaresindeydi. XIX. yüzyılın ilk yarısında kurulan Mekteb-i Fenn-i Nücûm adlı mektep de Müneccimbaşı Hüseyin Hüsni ve Müneccimbaşı Sadullah Efendi'nin idaresinde bulunmaktaydı.
Ulemâ sınıfına mensup saray memurlarından olan müneccimbaşılar, silahtar ağaya bağlı olan hekimbaşının maiyyetinde bulunduklarından tayin ve azilleri de onun tarafından yürütülürdü. Müneccimbaşılar, XVI. asırda saraya takvim takdim etmelerinden dolayı 2000 akçe, müneccimler ise 1000 akçe ücret almaktaydılar (4). Osmanlı Devleti'nde otuz yedi kişi müneccimbaşılıkta bulunmuştur. Bunların arasında Takiyüddin Râsıd (ö. 1585) İstanbul'da kurduğu rasathane ile, Müneccimbaşı Derviş Ahmet Dede (ö. 1702) de yazdığı Arapça tarih kitabı Camiü'd-Düvel ile meşhur olmuştur. Müneccimbaşı Hüseyin Efendi (ö. 1650) ise zâyiçelerinin isabetiyle tanınmıştır. Müneccimbaşılar ilmiye mensubu olduklarından dolayı müderrislik ve kadılık gibi birçok vazifelerde bulunmuşlardır.
XVI. yüzyıldan sonra belirli bir sisteme göre devam eden müneccimbaşılık Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar faaliyetlerini sürdürmüştür. Müneccimbaşı Hüseyin Hilmi Efendi'nin vefatına kadar gelen bu müessese, onun 1924 yılında vefatıyla yerine tekrar müneccimbaşı tayin edilmeyerek lağvedilmiş ve 1927 senesinde baş muvakkıtlık makamı tesis edilmiştir.

İstanbul Rasathanesi
Osmanlılarda ilk rasathane İstanbul'da Sultan III. Murad döneminde (1574-1595) Takiyüddin Râsıd tarafından kurulmuştur. Şam'da 932/1526 senesinde doğan Takiyüddin, Şam ve Mısır'da eğitimini tamamladıktan sonra bir müddet kadılık ve müderrislik yapmış, bu arada astronomi ve matematik alanında önemli çalışmalarda bulunmuştur. l570'te Mısır'dan İstanbul'a gelen Takiyüddin, bir sene sonra (1571) vefat eden Müneccimbaşı Mustafa b. Ali'nin yerine müneccimbaşılığa tayin edilmiştir.
http://www.akat.org/ast_tarihinden/osmanli_astronomisi/r3.jpg
1577 de İstanbul semasında bir ay görülen,
Takiyüddin tarafından izlenen Kuyruklu Yıldız.http://www.akat.org/ast_tarihinden/osmanli_astronomisi/r4.jpg
Takiyüddin el-Rasıd tarafından kurulan
İstanbul Rasathanesinde bulunan
"Zâtu'l-Halak Şehinşahname
İstanbul'da başta Hoca Sadeddin Efendi olmak üzere meşhur ulemâ ve önemli devlet adamları ile yakınlık sağlayan Takiyüddin, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa vasıtasıyla da Sultan III. Murad ile tanışmıştır.
Takiyüddin, astronomiye meraklı olan padişaha kullanmakta oldukları Uluğ Bey Zîci'nin yaptığı hesaplara kâfi gelmediğini ve yeni bir zîcin hazırlanması gerektiğini anlatarak rasathane kurulması fikrini açtı. Sultan Murad, atalarına nasip olmayan ve ilk defa kendisine nasip olacak bu işi memnuniyetle karşılayarak rasathanenin hemen inşa edilmesini ister ve ayrıca gerekli olan maddî desteği de verir. Bu arada çalışmalarına Galata Kulesi'nden devam eden Takiyüddin, 985/1577'den itibaren de kısmen tamamlanan Dâru'r-rasadü'l-cedîd adındaki yeni rasathanede faaliyetlerini sürdürür.
Bir büyük bir de küçük iki ayrı binadan müteşekkil olan rasathane, Tophane sırtlarında bir yerde inşa edilmiştir. Takiyüddin eski İslâm rasathanelerinde kullanılmış olan aletleri büyük bir titizlikle imal etmiştir. Bununla birlikte bazı yeni aletler de icat etmiş ve gözlemlerinde ilk defa kullanmıştır. Rasathane'de çoğunluğu astronomi ve matematik kitaplarından oluşan büyük bir kütüphane de kurulmuştur. Rasathanenin sekizi râsıd, dördü kâtip ve diğer dördü de yardımcı olarak vazife yapan Takiyüddin ile birlikte on altı kişilik bir kadrosu bulunmaktaydı.
Rasathane'de bulunan aletler ise şunlardı: Zâtü'l-halak (armillae zodiak), kadran (mural quadrant), zâtü's-semt ve'l-irtifâ (azimuthal semicircle), zâtü'ş-şubeteyn (triquetrum), rub'u mıstar (rub -u deffe), zâtü's-sekbeteyn (dipotra), zâtü'l-evtâr, el-müşebbehe bi'l-menâtik (sextant).
Şam ve Semerkant astronomi ekollerini şahsında birleştiren Takiyüddin, rasathanede ilk olarak Uluğ Bey Zîci'nin tashihi işine başlamıştır. Bununla birlikte Güneş ve Ay tutulmaları ile çeşitli gözlemler de yapmıştır. Ramazan 985/Eylül 1578 tarihinde İstanbul'dan bir ay süreyle gözlenen kuyruklu yıldızı da rasathaneden gece gündüz uyumadan gözlemiş ve gözlemlerinin neticelerini padişaha sunmuştur. Takiyüddin yeni geliştirdiği teknikler ve aletler vasıtasıyla gözlemlerinde yeni uygulamalar ve astronomi problemlerinde orijinal çözümler getirmiştir. İlk defa mekanik saat kullanarak çok dakik gözlemler yapmıştır. Diğer taraftan da astronomi hesaplarında altmış tabanlı sayı sistemi yerine on tabanlı sayı sistemini kullanmakla ve ondalık kesirlere göre trigonometri cetvelleri hazırlamakla dikkat çekmiştir. Ekliptik ile ekvator arasındaki 23° 27' lik açıyı 1 dakika 40 saniye farkla 23° 28' 40" bularak ilk defa gerçeğe en yakın ve doğru dereceyi hesaplamıştır. Güneş parametreleri hesabında da yeni bir yöntem uygulamıştır. Sabit yıldızların boylamlarının tesbitinde ise Ay yerine Venüs'ü kullanarak daha dakik neticeler elde etmeyi planlamıştır. Osmanlılarda otomatik makineler üzerine ilk eseri de Takiyüddin yazmıştır.
Rasathane, çok kısa sayılabilecek bir zamanda oldukça önemli faaliyetlere sahne olmuştur. Takiyüddin gözlemlerini Sidrot Muhtaha'l-Efkâr fi Melekût al-Felek al-Devvâr veya al-Zîc al-Şehinşâhî adlarıyla bilinen eserinde bir araya toplamıştır. Ancak Takiyüddin rasathanede yaptığı gözlemlerle Güneş ile ilgili cetvellerini tamamlayabilmiş ise de Ay ile ilgili cetvelleri tamamlayamamıştır. Takiyüddin kendisi ile aynı zamanda yaşamış ve rasathane kurmuş olan Tycho Brahe ile karşılaştırıldığında Brahe'den daha net ve dakik rasatlar yaptığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca onun rasathanesinde bulunan bazı aletler Brahe'nin aletlerinden daha üstündü. Ancak Takiyüddin rasatlarını tamamlayamazken Tycho Brahe uzun süre rasat yapmış ve 777 yıldızın yerini tesbit etmiştir.
İslâm âlimlerinin astronomi eserlerini inceleyen Takiyüddin, eserlerinde yeni unsurlar yanında eskilerin tenkidini de yapmıştır.
Rasathane bazı siyasi çekişmeler sebebiyle ve dini gerekçeler ileri sürülerek 4 Zilhicce 987/22 Ocak 1580 tarihinde Padişah'ın emriyle Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa tarafından yıkılmıştır .

Muvakkıthaneler
Osmanlı-Türk medeniyetinde, imaret adıyla bilinen kamu binalarından olan muvakkıthaneler, hemen her şehir ve kasabada cami veya mescidlerin bahçesinde bir iki oda hâlinde bulunan kurumlardır. Muvakkıthaneler bulundukları külliyenin vakfı tarafından idare edilmekte olup, buralarda vazife yapan kişilere ise muvakkit denilirdi.
Emeviler döneminde (661-750) ortaya çıkan muvakkıthaneler, Osmanlılarda özellikle İstanbul'un fethinden sonra yaygınlaşmıştır. İstanbul'da ilk inşa edilen muvakkıthane 1470 tarihli Fatih Camii Muvakkıthanesidir . Osmanlılar İstanbul'da birçok muvakkıthane kurmuşlardır. Bunlardan en meşhuru, XVI. asırda kurulan Bayezid Camii Muvakkıthanesi idi. Evliya Çelebi bu ünün, muvakkıthane saatlerinin çok dakik olmasından ileri geldiğini söylemektedir. Yavuz Selim, Fatih, Şehzade, Eminönü'nde bulunan muvakkıthaneler de İstanbul'un diğer meşhur muvakkıthaneleri idi.
Özellikle namaz vakitlerini belirlemek için kurulmuş olan muvakkıthanelerde bu iş güneş saatleri ile yapılırdı.
http://www.akat.org/ast_tarihinden/osmanli_astronomisi/r5.jpg
İstanbul semalarında bir ay görünen 1577 Kuyruklu Yıldızın bir başka resmi
Ayrıca muvakkıtlar, isteyenlere basit astronomi dersleri de verirlerdi. Bazı muvakkıtlar senelik takvim ile Ramazan ayı için imsakiye hazırlarlardı. Muvakkıtların hemen hemen tamamı basit astronomi aletlerini kullanmayı bildikleri gibi içlerinde bu sahada eser verecek seviyede bilgi sahibi olanlar da vardı.
Muvakkıthaneler, muvakkıtların bilgisine göre hem bir astronomi eğitimi yeri ve hem de basit bir gözlemevi idi. Bu yüzden İstanbul'daki bazı muvakkıthanelerin, mü-neccimbaşıların yetişmelerinde önemli bir yeri bulunmaktaydı. Zira bir kısım muvakkıtlar, muvakkıthanelerdeki başarılı çalışmaları ve faaliyetleri sebebiyle müneccimbaşılığa kadar yükselmişlerdir.
Bu kurumların idaresi ve görevlilerin maaşı, bağlı bulundukları vakıf tarafından karşılandığı halde tayinleri müneccimbaşı tarafından yapılırdı. Vefat eden muvakkıtın yerine oğlu tayin edilir, eğer muvakkıtın evladı yoksa isteklilerden imtihanla biri tayin edilirdi. Muvakkit olacak kişilerin ehliyetli olmasına dikkat edilirdi. Bu husus vakfiyelerde de belirtilirdi.
Muvakkıthaneler, XIX. asırda mekanik saatlerin yaygınlaşmasına rağmen Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar varlıklarını muhafaza etmişlerdir. Cumhuriyetin ilânı ile başmuvakkıtlık (1927) adı altında kurulan yeni bir müesseseye devredilen muvakkıthaneler, 20 Eylül 1952'de kapatılmıştır. Bugün bazı muvakkıthanelerin binaları hâlen mevcut olmakla beraber, çoğu metruk ya da başka amaçlarla kullanılmaktadır.

Kaynak:
Osmanlı imparatorluğunun doruğu 16. yüzyıl teknolojisi, Editor Prof. Dr. Kazım Çeçen, İstanbul 1999, Omaş ofset A.Ş.


lionhead 5 Temmuz 2006 21:33

OSMANLILARDA ZAMAN
Prof. Dr. Atilla Bir
İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi

Zamanın Tanımlanması
Zamanın nasıl belirleneceği sorunu insan zekasını çok eski çağlardan beri sürekli meşgul etmiş bir sorundur (Resim 1). M.Ö. 150'de Hipparkhus stereometrik projeksiyon kavramını geliştirerek tüm uzay hareketlerinin düzlemsel trigonometriye ne şekilde iz düşürülebileceğini göstermiş bulunuyordu. Bu önemli kuramsal bilgi Ptolemaios'dan sonra da kullanılmıştır. Yöntem 9. yüzyılda İslam ülkelerinde benimsenerek özellikle namaz vakitlerinin belirlenmesi, karada ve denizde yön tayini, arazi ölçümlerinin yapılması, yüksekliklerin ve derinliklerin belirlenmesi gibi değişik konularda yaygın uygulama alanı bulmuştur. Bu sorunlarla uğraşırken küresel geometri ve gök cisimlerinin hareketi ile ilgili konularda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir.
İslamda zamanın belirlenmesi sorunuyla uğraşılırken daha önce bilinegelen ve temeli stereometrik izdüşümüne dayanan usturlaplardan yararlanılmıştır. Bu alet yüzyıllar boyunca geliştirilerek özel sorunların çözümüne daha uygun biçimlere getirilmiştir. Saat ayarının kuramsal temelleri bulunulan yerdeki güneşin konumuna ve bir çubuğun gölgesine bağlı olarak 8. yüzyılda belirlenmiş bulunuyordu. Zamanla ilgili tanımlar gözle görülen olaylara dayandırıldığından herkes tarafından kolaylıkla soruşturulabilir nitelikteydi.
Zamanın bulunulan tarihe ve yere bağlı olarak tanımlanmış olması, nüfusun yoğun olduğu yerlerde, konunun muvakkit adı verilen uzman kişilerce belirlenmesini zorunlu hale getirmiştir. Sultanlar zamanın doğru tespiti için, merkezi camilerde muvakkithaneler kurmuş, burada görev alacak kişilerin yetişmesini sağlamış, bu müesseseleri gerekli araç ve gereçlerle donatmışlardır. İslam dünyasının liderleri hükmettikleri eyaletlerin her bölümü için namaz vakitlerini hesaplatmayı görev edinmişlerdir.
Resim 1. İstanbul Sultanahmet Meydanındaki III. Tutmosis'e ait (M.Ö. 1500) dikilitaş.

Fatih Sultan Mehmet'in 1456'da Semerkantlı astronom Ali Kuşçu'yu tüm imparatorlukta namaz saatlerinin hesaplaması için görevlendirdiği bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun 17. yüzyılda en geniş topraklara eriştiği dönemde İstanbul'da bir rasathane kuran Takiyüddin'e de benzer bir görev verilmiştir.
1- Hicri ve Rumi Takvim
İslam ülkelerinde kullanılan Hicri takvim Hz.Muhammed'in M.S. 622'de Mekke'den Medine'ye hicretiyle başlar. Hicri - Kameri takvim, ayın dünyanın etrafında dönüşüne göre tanımlanır. Bir yıl Muharrem, Sefer, Rebiyülevvel, Rebiyülahir, Cemaziyülevvel, Cemaziyülahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkaade ve Zilhicce adı verilen 12 aydan oluşur. Her bir Kameri ay yaklaşık 29.5 gün sürer ve bir Kameri yıl 354 gün olarak elde edilir. Bu nedenle Kameri takvimde 6 adet 29 günlük 6 adet 30 günlük ay bulunur. Hangi ayların 29 ya da 30 gün süreceği ayın fazı göz önünde bulundurularak Şeyh ül İslam tarafından belirlenir.
Ancak gerçek Kameri ay 29.5 günden 44 dakika 3 saniye daha uzun olduğundan 12 Kameri ayın belirlediği 354 günlük kuramsal Kameri yıldan 8 saat 48 dakika 36 saniye daha uzundur. 30 yılda bu hata 11 gün 0 saat 18 dakika 0 saniye olacağından eşzamanlılığı sağlamak için 30 yıl boyunca 19 adet 354 gün süreli ve 11 adet 355 gün süreli sene oluşturulur. 355 günlük seneler son aya bir gün ilave edilerek gerçeklenir. Böylece eşzamanlık sağlanır ve ancak 2400 senede bir takvime tekrar 1 gün ilave etmek gerekir.
Kameri yılın ortalama süresi günlerin yıllara göre dağılımından (19x354+11 x 355) / 30=354 gün 8 saat 48 dakika olarak hesaplanır. Bugün kullanılan güneş yılı yaklaşık 365 gün 5 saat 48 dakika olduğundan Kameri yıl güneş yılından yaklaşık 10 gün 21 saat daha kısadır. Buna göre, 1 Kameri yıl güneş yılının 0.9702 katına, 1 güneş yılı Kameri yılın 1.0307 katına karşı düşer. Ayrıca hicret 15 Temmuz 622'de gerçekleştiğinden, kameri takvimin miladi takvimine göre 621.536 yıl kadar faz farkı bulunur. Eğer örneğin 1 Ocak 1993'ün hicri takvimdeki karşılığını bulmak istersek yukarıdaki değerlerden (1992-621.536) x l.0307=1412.5372 buluruz. Hicri takvime göre 1412 yıl geçmiş olduğundan bu tarih hicri 1413 yılına karşı düşer.
Hicri takvimin haricinde Osmanlı devletinde 1678'den sonra maliye ile ilgili işlerde Rumi takvim de kullanılmaya başlanmıştır. Mali yılın başlangıcı 1 Mart olarak kabul edilir. Rumi yıl 365 gün olup güneş yılına karşı düşen miladi seneyle eş uzunluktadır. Rumi sene her 33 yılda 354 gün olan hicri seneyi bir yıl geçer. Bu farkı gidermek için Rumi seneden her 33 yılda bir hicret yılı düşülür; buna sıvış senesi denir. Her iki takvim arasında ayrıca 13 günlük bir fark bulunur. Ayrıca Rumi sene miladi 584'te başlatıldığından Rumi seneyi bulmak için Miladi seneden 584 çıkarmak gerekir. Aylar Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Teşrini-evvel, Teşrini-sani. Kanuni-evvel. Kanuni-sani, Şubat olarak adlandırılır. Örneğin Miladi 1 Ocak 1993 tarihi Rumi 19 Kanuni-evvel 1408 tarihine karşı düşer. Osmanlı devletinin sonuna kadar mali işlemlerde kullanılan Rumi sene 1925'te Miladi takvim yılının kabul edilmesi üzerine terk edilmiştir.
2- Gün ve Saat Tanımı
İslam dünyasında yeni gün güneşin batışıyla başlar. Güneş ufukta kaybolunca saat 12 ya da 0'dır. Bir sonraki güneş batışına kadar geçen süre 2x12 saate ayrılır. Ezani saat adı verilen bu saat tanımında, günün başlangıcı değişmekte ancak gün boyunca bir saatlik süre aynı kalmaktadır.
Bunun dışında Helenistik çağdan kalma başka bir saat kavramı, Zamanı saat'ta kullanılır. Bu saat kavramında gündüz ve gece süreleri kendi başlarına ayrı ayrı 12 eşit parçaya bölünür. Tanım gereği bir günün süresi aynı kalmakla birlikte, gündüz ve gece saatlerinin süreleri mevsime bağlı olarak değişir.
3- Namaz Vakitlerinin Tanımı
Namaz vakitleri aşağıda belirtilen şekilde belirlenir (Sekil 1) :
Şekil 1: Namaz vakitlerinin güneşin konumuna göre tanımlanması

3.1.-Akşam namazı: Akşam namazı güneşin 625 metre rakımlı bir yerde gözlenen batış anında kılınır. Bu durumda ezani saate göre saat 12'dir ve yeni bir gün başlamış olur.
3.2.-Yatsı namazı: Güneş merkezinin ufkun 17° altında bulunduğu sırada kılınır.Bu zaman öznel olarak yan yana duran beyaz ve siyah renkli iki cismin ayırdedilemez olduğu an olarak tanımlanır.
3.3.- Sabah namazı: Sabah namazı, güneş ufukta doğduğunda bitmesi gerektiğinden, başlangıcı da buna göre ayarlanır.
3.4.- Öğle namazı: Ufka göre dik duran bir çubuğun gölgesi uzamaya başladığı an kılınır (Şekil 2).
3.5.- İkindi namazı: "Asr'ı evvel" ve "Asr' ı sani" olarak adlandırılan iki zaman arasında kılınır (Şekil 2)
Şekil 2: Öğle, asr'ı evvel ve asr'ı sani zamanlarının bir çubuğun gölgesine göre tanımlanması

"Asr'ı evvel": Çubuk gölgesinin, aynı günün öğle vaktindeki en kısa gölge uzunluğu ile kendi uzunluğu toplamı kadar olduğu an olarak tanımlanır.
"Asr'ı sani": Çubuk gölgesinin, aynı günün öğle vaktindeki en kısa gölge uzunluğu ile kendi uzunluğunun iki katı kadar olduğu an olarak tanımlanır.
Bu tanımlardan başka Ramazan ayında oruç şafak vaktinde "imsak" 'ta başlar: Bu anda güneş ufkun 19° altındadır ve güneşin doğması için 1 saat 16 dakika kadar bir zaman vardır (l° = 4 dakika). Bu zaman da öznel olarak yan yana duran beyaz ve siyah cisimlerin ayırt edilmeye başlandığı an olarak tanımlanır. Oruç güneş batıncaya kadar sürer. Bayram namazı (iyd) camilerde güneş ufkun 5° üzerine çıkınca, ya da doğduktan 20 dakika sonra, kılınmaya başlanır.
Kesin zaman belirlenmesi sadece öğle ve ikindi namazlarında mümkün olduğundan diğer namaz vakitleri ve oruca başlama vakti için 10 dakikalık bir hoşgörü tanınır. Buna göre sabah namazı ve oruca başlama 10 dakika erken, akşam ve yatsı namazları ile iftar vakti 10 dakika geç olabilir.
Şeker bayramı 29 gün süren ramazan ayının sonunda hilalin görünmesiyle başlar. Kurban bayramı 68 gün sonra kutlanır. Şu halde Şeker bayramı 1. Şevval'de, Kurban bayramı ise 2 ay 10 gün sonra 10. Zilhicce'de kutlanır.

Kaynak:
Osmanlı imparatorluğunun doruğu 16. yüzyıl teknolojisi, Editor Prof. Dr. Kazım Çeçen, İstanbul 1999, Omaş ofset A.Ş.


lionhead 5 Temmuz 2006 21:39

OSMANLILARDA GÜNEŞ SAATLERİ



Prof. Dr. Atilla Bir
İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi


İslamda zamanın belirlenmesinde güneş saatlerinden yaygın olarak yararlanıldığı bilinmekle birlikte, bugün özgün güneş saat örneklerine, cami duvarlarına işlenmiş bulunan saatler dışında, çok ender rastlanmaktadır . Mekanik saatlerin 17.yüzyıldan itibaren yaygınlaşması ile birlikte önemlerini yitiren güneş saatleri dış etkenlerin etkisiyle hızla aşınarak yok olmuşlardır.

Yatay Güneş Saatleri

Konumu nedeniyle korunmuş bulunan bir yatay güneş saatine örnek olarak Topkapı Sarayı'nın 3. avlusunda III. Ahmet Kütüphanesi'nin yanındaki saat verilebilir (Resim 1).



Resim 1: Topkapı Sarayı 3. avlusundaki III. Ahmet kütüphanesinin yanındaki güneş saati


Bir kaidenin üzerindeki saate bakmak için dört basamaklı mermer bir merdivene tırmanmak gerekir. Saatin doğu tarafında bulunan cetvelin altında "Ameli Süleyman Katib-i evvel", yani Hazinenin birinci katibi Süleyman tarafından yapılmıştır, ibaresi görülmektedir. Saatin batı tarafında ise "Vaz-ül basıta fi zaman-ı Ebül-Feth Sultan Mehmet Han ve ceddede Seyyid Abdullah Silahtar Sultan Selim bin Sultan Mustafa Han ebede mülkehu i lâ âhirüd devran; Sene 1208 Şaban" yazılıdır. Bugünkü dile çevrilirse "Bu güneş saati Fatih Sultan Mehmet devrinde yerleştirilmiş ve Sultan Mustafa'nın oğlu Sultan Selim'in, hükmetme zamanları ahirete kadar uzansın, silahtarı Seyyid Abdullah tarafından yenilenmiştir, sene 1794, Şubat/Mart" ifadesi okunur

Bu kayıtlara göre bu güneş saati Fatih Sultan Mehmet döneminde (1453-1481 yıllarında) hazine katibi Süleyman Bey tarafından çizilmiş ve Sultan III. Selim döneminde Silahtar Seyyid Abdullah tarafından Hicri 1208 senesinde restore edilmiştir. Nitekim Topkapı Sarayı arşivinde Hicri 1208 (1794) senesinden kalan bir masraf belgesine göre, adı geçen güneş saatinin tamiri için, o senenin Mart ayında 1000 kuruş (bir altın) harcama yapıldığı görülmektedir .



Şekil 2: Topkapı sarayında III. Ahmet kütüphanesi yanındaki yatay güneş saatinin üzerindeki çizimler.


Saatin kadranı kuzey-güney doğrultusuna yerleştirilmiştir (Şekil 2). Mermerden yapılmış olan saat kadranının ortasında toplanan yağmur sularının akması için bir delik bulunur. Kadranın 65x44 cm2 'lik kısmında 2 adet güneş saati yer alır. Bu saatlerde zaman, güneydeki 5 cm uzunluğundaki kısa dik çubuğun gölgesi ve kuzeydeki oyma işlemeli çubuğa bağlı, kadranın güneyindeki bir noktaya 4l°'lik eğimle gerilmiş, çelik bir telin gölgesinden yararlanılarak belirlenir.

Bu kadranda bulunan iki saatten ilkin kelebek biçiminde olanını ve ekrana dik bir çubukla ölçüm yapılanını inceleyelim. Düzlemsel saatlere kitabede belirtildiği gibi 'basıta' adı verilir. Bu isim güneş saatlerinde 'basit düzlemsel saat' anlamına gelir. Saatin kuzey ve güneyi birer hiperbolik eğriyle sınırlıdır. Bu eğrilerden kuzeyde bulunanı 22 Aralık kış dönencesi Oğlak burcuna ve güneyde bulunanı 21 Haziran yaz dönencesi Yengeç burcuna aittir. İleride gösterileceği gibi düzlemsel saatlerde bir çubuğun gölgesi genelde gün boyunca bir hiperbol çizer. Sadece senede iki kez gündüz ve gecenin eşit olduğu 21 Mart (Koç burcu) ve 23 Eylül'de (Terazi burcu) bu eğri bir doğruya dönüşür. Bu özel günlerde zaman güneş saatinin ortasında batı-doğu yönünde uzanan doğru üzerinde okunur .

Kelebek biçimindeki bu güneş saati ezani saatleri belirlemeye yarar. Tanım gereği ezani saate göre güneş battığında saat 12 ya da 0'dır. Saatin okunabilmesi için gölgenin ekrana aksetmesi gerekir. Güneş doğar ve batarken gölge sonsuz uzun olduğundan sıhhatli bir belirleme ancak güneş doğduktan 1 saat sonra yapılabilir ve bu durum güneş batmadan 1 saat öncesine kadar sürer. Rakamlar kadranın güney batı ucunda 10 ile başlar sırasıyla batı doğrusunu takip ederek 11,12, 1, 2, 3 ve 4 ile ekranın kuzey-batı ucuna erişir. Bu noktadan itibaren rakamlar kuzeydeki kış hiperbolünü (22 Aralık) takip ederek 5'ten 11 'e kadar sıralanarak kadranın kuzey-doğu ucuna erişir. Güneş ezani saat gereği her gün saat 12'de battığından kadranda her gün güneş batmadan l saat önce okunabilecek son rakam 11 'dir.

Dünya dönüş ekseninin eğikliği nedeniyle güneş mevsime bağlı olarak her gün farklı bir saatte doğar. Ancak gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart ve 23 Eylül'de ezani saate göre güneş saat 12'de doğar ve batar. Buna göre yaz ve kış dönencesinde çubuğun gölgesi kadranda batı-doğu eksenini izler. Güneş doğduktan 1 saat sonra çubuğun gölgesi eksenin batı ucundaki 1 rakamı üzerine düşer. Saat 2 olduğunda gölgenin nereye düşeceği belirlenmek istenirse, 2 rakamının bulunduğu yerden güney-doğu yönüne uzanan doğru izlenir ve bu doğrunun batı-doğu eksenini kestiği nokta belirlenir. Her saat aralığı dört parçaya ayrılmış bulunduğundan aynı şekilde çeyrek saatlere ait noktalar ve aradaki değerler de iç değer biçimle (enterpolasyonla) kolaylıkla belirlenir. Saat 6 olduğunda benzer şekilde 6 rakamından güneydoğu yönüne doğru uzanan doğru izlenirse bu doğrunun batı-doğu ekseni ile kesiştiği noktadan kuzey-güney ekseninin de geçtiği görülür. Bu durumda öğle olmuş ve çubuğun gölgesi yaz ya da kış dönencesinde en kısa boya erişmiştir. Öğleden sonra çubuğun gölgesi simetrik olarak eksenin doğu yarısını izler ve güneş batmadan 1 saat önce gölge, saatin kuzey-doğu ucundaki 11 rakamının belirlediği ve saatin doğu sınırını oluşturan doğruyla kesiştiği noktaya ulaşır.

Yazın 21 Haziranda çubuğun gölgesi güney hiperbolünü izler. Güneş 9'da doğar ve 1 saat sonra gölge batıdaki 10 rakamı üzerine düşer. Gölgenin en kısa olduğu öğle saatinde saat 4.30 ve batmadan önce saat yine 11 'dir.

Kışın 22 Aralık'ta çubuğun gölgesi kuzey hiperbolünü izler. Bu tarihte güneş 3'te doğduktan 1 saat sonra 4, gölgenin en kısa olduğu öğle saatinde saat 7.30 ve güneş batmadan 1 saat önce saat yine 11 'dir.

21 Mart ilkbahar ve 23 Eylül sonbahar dönence doğrusu, 21 Haziran yaz ve 22 Aralık kış hiperbolleri dışındaki bir noktaya ait saat belirlenirken aynı ezani saatleri birleştiren doğrultuların batı-doğu ekseninin üzerinde ve altında, 12 eşit parçaya bölündüğünü göz önünde bulundurmak gerekir. Buna göre çubuğun gölgesi belirli bir saat için bir sene boyunca saat doğrusunda 12x4=48 taksimatlık devrini tamamlar. Gölge her bir taksimat aralığında yaklaşık olarak 365/48= 7.6 gün ≈ 1 hafta kalır. Eğer daha doğru bir belirleme yapmak istenirse

21 Mart ile 21 Haziran tarihleri arasında 92 gün,
21 Haziran ile 23 Eylül tarihleri arasında 94 gün,
23 Eylül ile 22 Aralık tarihleri arasında 90 gün,
22 Aralık ile 21 Mart tarihleri arasında 89 (88) gün,

bulunduğunu değerlendirmek gerekir

Örnek olarak saat kadranındaki A noktasını ele alalım (Şekil 2). Bu nokta 10 ile 10 15' doğrulan arasında yer almakta ve 22 Aralık hiperbolüne kadar 5 taksimatlık bir mesafede bulunmaktadır. Eğer yukarıdaki gün farklarından yararlanarak 22 Aralığa 89 x ( 5 / 12 ) = 37 gün ilave edilirse 28 Ocak, ya da 23 Eylül'e 90 x ( 12-5 ) / 12 = 53 gün ilave edilirse 14 Kasım bulunur. Buna göre çubuğun gölgesi 28 Ocak ve 14 Kasım'da ezani saate göre tam saat 10 07' 30" da A noktası üzerine düşer (10 + 1/8 taksimat = 10 + 15' / 2 = 10 07' 30" ).

Bu saat ile gölgenin her bir konumu için güneşin kaçta doğduğu, doğuştan itibaren ne kadar zaman geçtiği ve güneşin batışına kadar ne kadar zamanın kaldığı kolaylıkla belirlenebilir. Çubuk gölgesinin A noktasına düştüğü gün güneş 2 45' da doğmuş (4 rakamının altındaki 5. taksimat), güneş doğduktan sonra (10 07' 30") - (2 45')= 7 22' 30" kadar zaman geçmiş, güneşin batışına 12- (10 07' 30") = 1 52' 30" kadar zaman kalmıştır.



Şekil 1: Öğle, asr'ı evvel ve asr'ı sani zamanlarının bir çubuğun gölgesine göre tanımlanması


Kadranın doğu tarafında eğri bir çizgi vardır. Bu eğri çizgi ikindi namazının kılınacağı zamanı belirlemeye yarayan "asr" eğrisidir. Tanıma göre ikindi namazı (Bkz. Şekil 1) çubuk gölgesinin kendi uzunluğu ile aynı günün öğle vaktindeki en kısa gölge uzunluğu toplamı kadar olduğu vakit başlar (asr'ı evvel), çubuk gölgesinin kendi uzunluğunun iki katı ile aynı günün öğle vaktindeki en kısa gölge uzunluğu kadar olduğu vakit sona erer (asr'ı sani). O halde ezani saat ayarına göre ikindi namazı (asr'ı evvel) 22 Haziranda 8 32', 22 Aralıkta 9 48' ve 21 Mart, 23 Eylülde ise 9 25' de kılınmalıdır. Nihayet gölgenin A noktasına düştüğü tarihte ikindi namazı 9 40'ta (kuzey hiperbolünün altında 5. taksimat) kılınmalıdır.



Şekil 3: Yatay güneş saatinde kartezyen koordinat sisteminin yerleştirilişi.


Kadranda çizilmiş bulunan eğrileri analitik olarak inceleyebilmek için koordinat merkezini çubuğun bulunduğu noktaya, OX eksenini kuzey yönüne, OY eksenini batı yönüne yerleştirelim (Şekil 3). Yükseklik açısı h ve kuzey-güney eksenine göre azimut açısı olan güneşe göre, q boyundaki bir çubuğun gölgesine ait x,y koordinatları

olarak bulunur.


Şekil 4: s-zaman açısının, bulunulan yerin enlemi, deklinasyonu, azimut açısı ve h güneş yüksekliği cinsinden belirlenmesi.


Güneşin hareketini gök küresinde bulunduğumuz yer O'ya göre belirlemeye çalışalım (Şekil 4). Bulunduğumuz yerin enlemi olduğuna göre, K kuzey kutbu ufka göre İstanbul'da 'lık açı yapmaktadır. S güneşi KOG dünya ekseni etrafında gün boyunca ekvator düzlemine paralel bir düzlemde döner. Ancak dünyanın dönüş ekseni güneş düzlenime göre kadar eğik olduğundan, güneş 21 Mart ve 23 Eylül günlerinde ekvator düzleminde, 21 Haziranda ekvatora göre ve 22 Aralıkta lık bir açıyla dünyayı aydınlatır. Ara değerleri deklinasyon açısıyla tanımlanır.
Zaman, güneşin KOG etrafında dönüşüne karşı düşen, s zaman açısıyla belirlenebilir. ZKS küresel üçgeninde K açısı s, Z açısı KZ yayı , KS yayı , zs yayı olduğundan, bu üçgene küresel sinüs teoremi uygulanırsa

kosinüs teoremi uygulanırsa

ve nihayet kotanjant teoremi uygulanırsa, ilişkileri elde edilir.

Eğer (2) ilişkisindeki h ve a açıları (3) ve (4) yardımıyla yok edilirse

(5) ile birlikte,

bağıntıları bulunur.

Amaç s zaman açısını yok etmek olduğuna göre (7)'den cos s çözülür ve (6)'ya uygulanırsa gölgenin gün boyunca izleyeceği hiperbolün analitik ifadesi elde edilir:

Bu eğri (İstanbul enlemi) ve için 21 Haziran güney yaz hiperbolünü, için 22 Aralık kuzey kış hiperbolünü, için 21 Mart ve 23 Eylül doğu-batı doğrusunu verir. Bu doğrunun denklemi (8)'den

olarak bulunur.

Ezani saat güneşin batışına göre tanımlandığından, günün başlangıcı bulunan yere ( açısına) ve güneş düzleminin ekvatora göre yaptığı açıya ( açısına) bağlıdır. Güneş battığında (6) ve (7) denklemleriyle verilen y ve x koordinatları sonsuza gider. Bu bağıntılarda paydayı sıfırlayan zaman açısı

günün başlangıcını belirler. Belirli bir ezani saatte, belirli bir enlemi, güneş deklinasyonu için güneş saatindeki çubuğun gölgesine ait koordinatları bulmak istersek, zamanını (6) ve (7) ifadelerine yerleştirmek gerekir. Denklemlerde açısı yok edilirse kadrandaki doğruların analitik ifadesi bulunur(17, 18). Bu ifadeler çok karmaşık olduğundan burada verilmemiştir

Kadrandaki ikinci güneş saatinde zaman, kadranın batı, kuzey ve doğu kenarını çevreleyen bir taksimat ve ufka göre 41° eğimle gerili bir telin gölgesinden yararlanılarak belirlenir (Resim 1 ve Şekil 2). Kadrandaki taksimat batıda 0'dan başlar, kuzey-güney ekseninde 6'ya erişir ve doğuda 12'de sona erer. Yer küresi kendi ekseni etrafında 24 saatte 360° döndüğüne göre, her saatte yer küresi 15°'lik bir dönüş yapar. Buna göre 1°'lik açı dakikaya karşı düşer.



Şekil 5: Dünya eksenine paralel 41 °lik telin konumu.


Kadranda her saat aralığı 30'a bölündüğüne göre, taksimatlarda kısa olanlar 2', uzun olanlar 4', daha uzun olanlar 20' ve nihayet en uzun olanlar 60' ya da saat başlarını gösterir. Sonuncu taksimatın yanına saatler rakamla yazılıdır.

Gölgesinden zamanın belirleneceği tel kuzeye yönelik ve ufukla 4l°'lık bir açı yaptığından enlemi olan İstanbul'da dünya eksenine paraleldir (Şekil 5). Güneş gün boyunca dünya ekseni etrafında döndüğünden tel eksenin de etrafında dönmüş olur. Tele dik bir düzlemde telin gölgesi s saat açılarını verir. Ancak kadran tele dik olmayıp ufka paralel olduğundan s saat açıları eğimi 41° olan bir düzleme iz düşürülmüş haldedir.



Şekil 6: a) Bulunulan yerde güneşin ufuk düzlemi üzerinde mevsimlere bağlı olarak gök kubbesinde izlediği yörünge,
b) Güneş yörüngesinin bahar dönencelerinde ufuk düzlemine izdüşümü ve yatay güneş saatlerindeki taksimatın elde edilişi.


Tek taksimatlı ikinci güneş saatinde zaman karakteristik bir tarih için verilmiştir, hakiki zaman okunan değere zaman farkları ilave edilerek bulunur. Kadrandaki taksimat gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart ve 21 Eylül'e aittir. Güneş bu tarihlerde ufukta D noktasında doğar, öğleyin en yüksek S noktasına erişir ve akşam B noktasında batar (Şekil 6a). Güneşin bu tarihlerde izlediği DSB yayında I5°'lık saat açıları alınır ve bunlar ufka iz düşürülürse kadranda görülen taksimat elde edilir (Şekil 6b). Bu taksimat KG ekseninde DB eksenine göre daha sıkışıktır. Şu halde kadranda sadece bahar dönencelerinde ezani saat telin gölgesinden doğrudan doğruya okunabilir.

Bahar dönenceleri dışındaki ezani saatleri belirleyebilmek için iki yöntemden yararlanılır.


Tablo 1 Hakiki zamanı belirlemek için bahar dönencesine göre ölçeklendirilmiş saat kadranında okunan değere ilave edilmesi
ya da çıkarılması gereken zaman farkına ait tablo .

Tablo 2 Latince, Eski ve Yeni Türkçe isimleriyle burç simgeleri ve başlangıç tarihleri.



İlk yöntemde senenin her günü için bahar dönencesine göre zaman farkı bir tablodan okunur. Bu tablo güneş saatinin doğu kenarında bulunmaktadır (Tablo 1). Okuma yapılacak günün tarihi burçlara göre belirlenir. Burçlar güneşin hareket ettiği ekliptik kuşağındaki 12 takım yıldızına göre adlandırılır. Bunların simgeleri, Latince, eski ve yeni Türkçe isimleriyle başlangıç tarihleri Tablo 2'de verilmiştir.

Örnek olarak 27 Şubat gününü ele alalım. Yukarıdaki listeye göre güneş 19 Şubat Balık Burcuna girer. Verilen bu tarih Balık burcunun 8. günüdür. Tablo 1 'de Balık (Hut) 8'in karşılığında okunur. Buna göre, dakikaya karşı düştüğünden kadranda öğleyin okunan 6 yerine saat dır, yani kadranda okunan değere dakika ilave etmek gerekir.

1 Temmuzda güneş 10 günden beri Yengeç (Sertan) burcundadır. Tablo 1'de Sertan 10 karşılığında okunur. Buna göre telin gölgesinde okunan zamandan
çıkarmak gerekir. Örneğin öğle saatinde okunan 6 yerine ezani saat dır.

Zaman farkını bulmada kullanılan ikinci yöntem güneşin bahar dönencelerine göre doğuş ve batış zaman farklarını belirlemektir. Şekil 6a'da görüldüğü gibi 21 Haziranda güneş doğuda noktasında doğar, öğleyin ye yükselir ve akşam batıda B2 noktasında batar. 22 Aralıkta güneş doğuda noktasında doğar, öğleyin 'e yükselir ve akşam batıda noktasında batar. Şekil 6b'de güneşin hareketi ufuk düzlemine iz düşürülmüş olarak gösterilmiştir. En uzun gün ile en kısa gün arasındaki açı farkının olduğu görülmektedir. Eğer dik üçgeninde (Şekil 6b) olarak alınırsa

yazılabilir.
Benzer şekilde OMS2 dik üçgeninde (Şekil 6a) olduğundan OS2 = R, OM = q

ve nihayet OMO2 dik üçgeninde(Şekil a) olduğundan OO2 = x

yazılabilir. (12) ve (11) ilişkileri oranlanır ve (13)'e eşitlenirse,

elde edilir. Özellikle enlemi olan İstanbul ve ekliptik açısı için olarak bulunur.

Elde edilen fark açısı telin saat ekranına bağlandığı nokta merkez olmak üzere saatin güney-doğu ve güney-batı yönüne doğru uzanan iki yay üzerine işlenmiştir (Şekil 2). açısının yönü kuzey kış ve güney yaz hiperbollerinin asimptotlarına paraleldir. Yayların üzerine işlenmiş bulunan 1 saat 30 dakikalık taksimat, en uzun gün (21 Haziran) ve en kısa gün (21 Aralık) ile 21 Mart ve 23 Eylül dönence günleri arasındaki zaman farkına karşı düşer.

Bu saat ile senenin herhangi bir gününde zaman belirlenecek ise o gün güneşin hangi açıda doğduğu ya da battığını belirleyip taksimat üzerindeki saat farkını okumak gerekir. Bu fark yaz aylarında okunan saat değerine ilave edilirken, kış aylarında çıkarılmalıdır.

Dikey Güneş Saatleri

Dikey güneş saatleri genellikle camilerin güney-batı cephelerinde bulunur ve namaz vakitlerinin belirlenmesinde kullanılır. Camilerde kıble Mekke'ye yönelik bulunduğundan güneş saatlerinin yer aldığı duvarlar da kıble yönüne paralel(güney-batı) ya da kıble yönüne dik (güney-doğu) yönündedir.


Şekil 7 Kıble yönünün belirlenmesi


Kıble yönünü belirlemek için Şekil 7'de görüldüğü gibi İstanbul ve Mekke'den geçen boylam daireleri ve bu iki şehri birleştiren büyük daire çizilirse küresel IKM üçgeni elde edilir. Bu üçgende K açısı boylam farkları, I açısı kuzeye göre kıble açısı. IK yayı İstanbul ve KM yayı Mekke enlem açısı cinsinden ifade edilebilir. IKM üçgenine kotanjant teoremi uygulanır ve düzenlenirse kıble açısı için

ilişkisi elde edilir.
İstanbul boylamı , Mekke’nin boylamı
olduğuna göre İstanbul'da kıble yönü güneye göre olarak hesaplanır.



Şekil 8: Camilerin kıble yönüne göre konumları.


İstanbul camilerinin güney-doğu duvarları doğuyla , güney-batı duvarları güneyle 29°'lik bir açı yapar (Şekil 8). Namaz saatlerinde öğle ve ikindi vaktinin belirlenmesi önem taşıdığından camilerdeki güneş saatleri genellikle güney-batı duvarında yer alır. Bu durumda güneş açısı 119° ile 229° arasında yer alır. q boyundaki duvara dik çubuğun bulunduğu nokta dikey saatin koordinat merkezi olarak alınırsa, y ekseni yere dik. x ekseni batı yönüne yönelik, bulunulan yerin enlemi, deklinasyon açısı ve nihayet çubuğun güneyle yaptığı açı olmak üzere çubuğun gölgesi

hiperbolünü izler.
Bahar dönenceleri için alınırsa;

doğrusu elde edilir. Denklemlerde İstanbul için enlem açısı . caminin güney-batı cephesi için güneye göre açı olarak alınmalıdır.



Şekil 10 Dikey güneş saatindeki duvara dik ve dünya eksenine paralel çubuklar arasındaki ilişki.


Öğleyin güneş tam güneyde bulunduğundan çubuğun gölgesi ( Bak Şekil 10)

öğle doğrusu, akşam ufukta batarken y = 0 doğrusu üzerine düşer. Gölgenin mevsime göre konumu (16) ilişkisinden hesaplanabilir.



Şekil 9 Üsküdar Mihrimah Camiindeki dikey güneş saati üzerindeki çizimler.


Dikey güneş saatlerinin kadranlarında, süresi mevsimlere göre değişen öğle ile akşam saatleri arasındaki zaman farkını belirleyebilmek için, genellikle yatay güneş saatlerinde olduğu gibi, dünyanın kuzey-güney dönüş eksenine paralel bir ikinci çubuk daha bulunur (Şekil 9. Dünya dönüş eksenine paralel çubuğun gölgesinden belirlenecek zamanın duvara dik çubuğun gölgesinden okunan zamanla uyuşması için eksene paralel çubuğun kadrana öğle doğrusu üzerinde tutturulması gerekir. Şekil 10'deki konstruksiyondan kolaylıkla hesaplanabileceği gibi noktası (18) ve

ilişkisinden belirlenebilir.



Resim 2. İstanbul Üsküdar MihrimahCamiinde bulunan dikey güneş saati.


İstanbul'daki dikey güneş saatleri Murat Paşa, Fatih, Sultan Selim, Sultan Ahmet, Beyazıt, Süleymaniye, Ayasofya camilerinde bulunur. Bu saatlerin çoğunda cami duvarına doğrudan çizilmiş bulunan işaretler silinmiş, çubuklar kopmuş, eğritmiş ya da düşmüş haldedir. İstanbul'daki en güzel dikey saat Üsküdar'da Mihrimah Camiinde bulunur (Resim 2, Şekil 9. Mermer bir levhaya çizili ve duvara demir tırnaklarla tutturulan saatin sağ alt köşesinde Muvakkit Derviş Yahya Muhittin tarafından yeni Merkez Camiinde kullanılmak üzere 1183 (1770) senesinde yaptırılığı belirtilmektedir. Kadranın üst tarafında "Eser-i Saitzade Mehmet Arif Elmemur bi Hizmetül Evkat" başlığı yer almaktadır. Bu saat, Sultan 1. Abdülhamit'in inşa ettirdiği Beylerbeyi Cami Muvakkithanesinde bulunmaktayken, sonraları İskele Camii de denen Mihrimah Camii'nin duvarına yerleştirilmiştir. Yatay çubuk 1970'de yenilenmiş ancak kutup eksenine paralel çubuğun yeri belli olmakla birlikte takılmamıştır.


Kaynak:
Osmanlı imparatorluğunun doruğu 16. yüzyıl teknolojisi, Editor Prof. Dr. Kazım Çeçen, İstanbul 1999, Omaş ofset A.Ş.
arkadaslar burda verılen sekıller ve resımleri veremıyorum eger cok arzu edıyorsanız lınkı tıklamınız yeterlı olacaktır ... Gunes Saati


lionhead 5 Temmuz 2006 21:40

TAKİYÜDDİN'İN İSTANBUL GÖZLEMEVİ

Yavuz Unat

On altıncı yüzyılın ikinci yarısında, III. Murat döneminde, İstanbul'da Tophane sırtlarında Takiyüddin tarafından kurulan gözlemevinin Osmanlı bilim tarihinde önemli bir yeri vardır. Osmanlı'nın en önemli bilginlerinden olan Takiyüddin el-Râsıd, 1526 yılında Şam'da doğmuş, Mısır ve Şam'da yetişmiştir. 1550 yılında İstanbul'a gelen Takiyüddin, ekonomik nedenlerden dolayı yargı alanında çalışmayı seçerek Mısır'a gitmiş (1555), bir süre yargı görevinde bulunduktan sonra tekrar İstanbul'a dönmüştür (1570). Bir yıl sonra müneccim başı Mustafa Çelebi'nin ölümüyle II. Selim tarafından müneccim başılığa getirilen Takiyüddin, bu görevdeyken Hoca Saadettin Efendi ile dostluk kurmuş ve 1574'te Galata Kulesi'nde gözlem çalışmalarına başlamıştır. 1577 yılında III. Murat'ın fermanlıyla Tophane sırtlarında bir gözlemevi kurmuş, ancak ne yazık ki bu gözlemevi, Şeyhülislam Kadızâde'nin "Gözlemevleri Bulundukları Ülkeleri Felakete Sürükler" şeklindeki fetvası üzerine 1580'de yıkılmış ve bu olaydan beş yıl sonra da Takiyüddin ölmüştür.

Takiyüddin, matematik ve astronomi başta olmak üzere bilimin çeşitli alanlarında örneğin optik ve tıp araştırmalar yapmıştır. Özellikle trigonometri alanındaki çalışmaları övgüye değerdir. 16. yüzyılın ünlü astronomu Copernicus (1473-1543) daha sinüs,kosinüs, tanjant ve kotanjantın sözünü dahi etmezken, Takiyüddin bunların tanımlarını vermiş, kanıtlamalarını yapmış ve cetvellerini hazırlamış; ayrıca çok eskiden beri kullanılmakta olan altmışlık kesirlerin yerine ondalık kesirleri kullanmaya başlamıştır. Aynı zamanda yetenekli bir teknisyendir. Güneş saatleri ve mekanik saatler yapmış; göllerden, ırmaklar ve kuyulardan suları yukarı çıkarmak için çeşitli araçlar tasarlamış ve bunları bir eserinde ayrıntılarıyla tanıtmıştır.
Takiyüddin, 1570 yılında İstanbul'a gelir gelmez gözlemevi kurma arzusunu gerçekleştirmek üzere dönemin önemli bilginleriyle temasa geçmiş, bu ilgi ve isteği Vezir Sokullu Mehmet Paşa ve Hoca Saadettin tarafından desteklenmiştir. Bu ikisi, III. Murat'ı Takiyüddin'in yönetimi altında bir gözlemevi kurulması konusunda ikna etmeyi başarmışlar, konu sonunda Divân'a götürülerek onaylanmış ve böylece Takiyüddin, padişahın adıyla anılacak bir zîc hazırlamakla görevlendirilmiştir (1575).İnşası 1577'de tamamlanan ve bir süre gözlemlere ev sahipliği yapan İstanbul Gözlemevi'nin ömrü ne yazık ki uzun olmamış; bina 1580'de yıktırılmıştır. 1577 senesinin Kasım ayında, İstanbul semalarında ünlü 1577 kuyrukluyıldızı gözlemlenmişti. Takiyüddin kuyrukluyıldız gözlemi vesilesiyle Sultan Murat'a dair kehanetlerde bulunmuş ve bu olayı iyi haberler müjdeleyicisi olarak yorumlayarak, Türk kuvvetlerinin İranlılara karşı başarılı olacağını söylemiştir. Ancak bu gözlemin ardından İstanbul'da 1578'de bir veba salgını baş göstermiş,gözlemevine karşı olumsuz bir tavır oluşmaya başlamış ve saraydakiler bu fırsattan yararlanarak, bir gözlemevinin kurulduğu her yerde felaketlerin birbirini kovaladığını Uluğ Bey'in (1394-1449) ölümünü de örnek göstererek kanıtlamaya çalışmışlardır. Devrin şeyhülislamı Ahmed Şemseddin Efendi padişaha bir rapor sunmuş ve bu raporunda "gözlem yapmanın uğursuz, feleklerin esrar perdesini küstahça öğrenmeye cüret edenin akıbetinin meçhul olduğunu ve eğer bir memlekette zîc hazırlanacak olursa, o memleket mamur iken harap hale geleceğini ve devletin binalarının zelzele ile yıkılacağını" bildirmiştir. Bunun üzerine Kaptan-ı Derya Kılıç Ali paşa'ya bir Hatt-ı Hümayun gönderilmiş; bunun sonucunda Kılıç Ali Paşa gözlemevini yıkmıştır. Takiyüddin muhtemelen, Hoca Saadettin Efendi sayesinde hayatını kurtarmıştır.
Bu gözlemevinde 16. yüzyılın en mükemmel gözlem araçlarının inşa edildiğini biliyoruz. Yapılan araştırmalar, bu gözlemevinde inşa edilen gözlem araçları ile, ünlü astronom Tycho Brahe'nin (1546-1601) Danimarka Kralı Frederic H'nin himayesinde Hven'de 1576 yılında kurduğu gözlemevindeki gözlem araçları arasında tam bir benzerlik olduğunu göstermiştir.
Bu aletler; gökcisimlerinin enlem ve boylamlarının bulunmasında kullanılan "zât el-halâk" (halkalı araç, ar-millary sphere), yıldızların meridyen geçişlerini gözlemekte kullanılan duvar kadranı (l****, mural quadrant), gökcisimlerinin yükseklik ve azimutla-rını bulmaya yarayan "zât el-semt" ve "l-irüfâ" (azimut yarım halkası, azimuthal semicircle), her yönde yükseklik ölçebilen "zât el-şu'beteyn" (cetvelli araç, turquetuni), yıldızların yükseklik ve zenit yüksekliklerini ölçmeye yarayan tahta cetvelden yapılmış "rub-ı mıstara" (rub-ı defe, tahta kadran, cetvelli kadran), Güneş'in ve Ay'ın çaplarını, Güneş ve Ay tutulmalarını hesap etmekte kullanılan "zât el-sakbeteyn" (iki delikli araç, dioptra), ılım noktalarının (ekinoks) saptanmasına yarayan ve Takiyüddin'in kendi icadı olan "zât el-evtar" (kirişli araç), açısal yükseklik ölçen "müşebbehe bi'l-menâtık" (mushabbaha bi'l-manâ-tık) ve aletlerin dakikliğini artırmak için kullanılan "sindi cetveli"dir. Bu aletler dışında Takiyüddin mekanik saati de kullanmıştır. Âlât-ı Rasadiydde ve Sidret el-Müntehâda. saatten bir astronomik alet olarak söz edilir. Bu saatlerin en önemli özelliği, dakik olmaları; dakikayı ve saniyeyi verebilmeleridir. Avrupa'da ilk dakika ve saniye bölümlenmesi, 1550 'li yıllarda yapılmıştır. Takiyüddin de, 1556 yılında kaleme aldığı el-Kevâkib el-Düriyye adlı eserinde "dakika taksimat'ından söz etmiştir.
Yıldızların sağ açıklıkları, Güneş'le yıldızlar arasında geçen süreyle ölçülür. Bunun için de dakik saatlere ihtiyaç vardır. Saatler, ancak 16. yüzyılın ikinci yansında bir gözlem aracı olarak kullanılabilecek dakikliğe ulaşabilmişlerdir.
TAKİYÜDDİN'İN İSTANBUL GÖZLEMEVİ'NDE KULLANDIĞI SAAT
Tycho Brahe, gözlem amacıyla üç saat yaptırtmıştır. Takiyüddin de gözlemevinde saati bir gözlem aracı olarak kullanmıştır. Âlât-ı Rasadiye'de Batlamyus'un (MS 150'ler), "Zamanı dakik olarak ölçmeyi başarsam, gözlemde tamamiyle bir tasarruf yapabilirdim" dediği nakledilir. Takiyüddin, Sidret el-Müntebâ'nın aletler bahsinde de Batlamyus'un dakika bir tarafa, dakiklikte dereceye bile ulaşmak için bir yöntem bulamadığını ve bundan dolayı dakiklikten "sarfı nazar ettiğini" yazar. Buna karşılık Takiyüddin, astronomik saati yapmakla, Batlamyus'un başaramadığını başarmıştır.
Takiyüddin'in kendi icadı olan bu alet, zamanı belirlemek için kullanılan bir tür mekanik saattir. Sidret el-Müntebâ dan anlaşıldığı üzere, üç ayrı saat makinesi takımını kapsamaktadır. Her takım, geniş bir rota üzerinde iki akreple bir yelkovanı döndürür. Her üç takımı birden hareket ettiren kuvvet ise, kısa bir ipe bağlanmış olan büyük bir ağırlık tarafından sağlanmaktadır. Akrebin biri saati, diğeri derecelere bölünmüş bir daire üzerinde Güneş'in saat açısını, yelkovan ise dakikaları işaret etmektedir. Yelkovanın bulunduğu daire 360'a bölündüğünden, her taksimat arası 10 saniyeyi gösterir. Böylece bunun yansını alarak 5 saniyeye kadar zamanı tayin etmek mümkün olabilmektedir.
TAKİYÜDDİN'İN EL-KEVÂKİB EL-DÜHİYYE Fİ BEN-GÂMÂTEL-DEVRİVYEMM ESERİ
Takiyüddin'in bu yapıtı, İslam dünyasında mekanik saatlere ve saat yapımına ilişkin bilinen ilk kuramsal eserdir. Kanunî Süleyman devrinde İmparator Ferdinand'ın sefiri olarak Osmanlı İmparatorluğu'na gönderilen Baron Busbecq'in, seyahatnamesinde Türklerin mekanik saatlere ilgi duymadığını belirtmesinden üç yıl sonra kaleme alınmıştır. Takiyüddin'in cep, duvar, masa saatlerinin yanında astronomik saatlerle gözlem saatlerini de anlattığı bu kitabı, Batı dünyası da dahil olmak üzere, bu yüzyılda bu konuda kaleme alınmış en kapsamlı eserdir.
Kitabın girişinde saatlerin tanımını ve kapsamını veren Takiyüddin, bunları üçe ayırır kum saatleri, su saatleri ve mekanik saatler. Kitabın birinci makalesi, ağırlık sistemine göre çalışan saatlere ilişkin; ikinci makale ise, zemberekli saatlerin yapımı üzerinedir. Makalenin başında, bir zembereğin yapılışı tarif edilir; sonuç bölümünde ise saat yapımının püf noktaları verilir. Takiyüddin yine bu kitabında, 1561 senesinde, namaz vakitlerini bildiren bir saat yaptığından söz etmektedir.
Takiyüddin, Kitâb el-Turuk el-Seniyyefî el-Âlât el-Rûhâniyye (Otomatlar Üzerine Yüce Yöntemler, 1585) adlı eserinde de, makalenin başında sözünü etmiş olduğumuz gibi, çeşitli mekanik saatler, kaldıraçlar, göllerden, ırmaklardan ve kuyulardan suları yukarı çıkarmak için çeşitli araçlar ve fıskiyeler tasarlamış ve bunları ayrıntılarıyla tasvir etmiştir. Burada tasvirleri verilen mekanik aletler, hava, boşluk ve denge prensipleri üzerine yapılan çalışmalara dayanmaktadır.
Takiyüddin, kitabın giriş kısmında mekanik bir göksel saatin yapımını anlatır. Bu mekanik saatle, Ay ve Güneş'in boylamları, hangi ayda ve hangi günde bulunulduğu, Güneş'in hangi burçta olduğu belirlenebilmektedir. Kitabın birinci bölümü, saatler üzerinedir ve bu kısımda kum saatleri ve mekanik saatler hakkında bilgi verilir. Bu bölümün ikinci faslı ay saatinin, üçüncü faslı ışıklı saatin, dördüncü faslı kum saatinin yapımı hakkındadır.
KUM SAATLERİ
Ortadoğu kökenli olan kum saatlerinin, ilkçağlardan beri kullanıldığı sanılmaktadır; Ortaçağ'da -1300lerde- ise yaygın olarak kullanılmışlardır. Bu saatlerde, bir cam bölmedeki kum, dar bir delikten belirli bir zaman diliminde yavaş yavaş alt bölmeye akar ve altta toplanan kumdan zaman belirlenebilir. Bu saatlerin atası su saatleridir. Kum saatindeki prensip su saatindekiyle aynıdır; yalnızca burada suyun yerini kum alır. Kullanımı su saatlerine göre daha kolay olmasına karşın kum saatlerinde saat ölçümü yapmak zordur, zira bu saatler 5, 10, 15, 60 dakika gibi ancak belirli zaman aralıklarını sayacak biçimde geliştirilmişlerdir.
Osmanlılarda bu saatlerin ne zaman kullanılmaya başlandığını bilmiyoruz, ancak denizciliğin yükseliş dönemi olan 16. yüzyıldan itibaren yaygın olarak benimsendikleri bilinmektedir. Osmanlılarda kum saatlerinin hem astronomide hem de namaz vakitlerinin tayininde kullanıldığı da biliniyor.
USTURLAP
Usturlap, Güneş ve yıldızların ufuk yüksekliklerini ölçüp buradan zaman hesabı yapmayı sağlayan bir gözlem aracıdır. 3 ana kısımdan oluşur:
Birinci kısım, genellikle pirinçten yapılan dairesel bir levhadır. Bunun üzerinde göksel kürenin görünen yarısını temsil eden bir veya iki yay ailesi yer alır. Bunlar yükseklik ve azimutu gösterirler. Bu iki yay ailesi de yerel ufka göre yerleştirilir.
İkinci kısım, diğerleriyle aynı çapa sahip ek bir levha üzerinde yer alan ve "rete" adı verilen kısımdır. Bu kısım ekliptiğin derecelerini ve önemli sabit yıldızların bir kısmının haritasını içerir. Dönüşü, yıldızların gökyüzündeki hareketini temsil eder.
Üçüncü kısım ise birinci levhanın dış kısmı üzerine yerleştirilmiştir ve "alidade" (veya el-hidada) olarak adlandırılır. Birinci levhanın dış kısmına çizilmiş olan taksimatlı kısımdır ve bununla Güneş'in ve gökcisimlerinin yükseklikleri ölçülür.
Usturlap, astronomide gökcisimlerinin yükseklikleri ve zaman hesaplarında oldukça yaygın olarak kullanılmış bir araçtır. Ancak 18. yüzyıldan sonra Avrupa'da kullanılmamış ve Osmanlılarda ise, aynı yıllarda, yapımı usturlaba göre daha kolay olan rub'u tahtası tercih edilmiştir.
RUB'U TAHTASI
Astronomik amaçlarla yapılan gözlemlerde kullanılan duvar kadranının (l****) taşınabilir şekli olan rub'u tahtası, özellikle muvakkitlerin kullandığı bir zaman ölçme aracıdır. Tahtadan imal edilen bu alet, yıldızların yükseklik ve zenit yüksekliklerini ölçmeye yarayan bir çeyrek dairedir. Aletle ilgili ilk bilgiler, Harezmî'nin (MS 780-850 civarı) Mefatih el-Ulûm adlı eserinde yer alır. Rub'u tahtası üzerindeki "zamaniyye yayları" ile gündüz zamanlarını bulmak mümkündür. Yine bu alet yardımıyla trigonometrik fonksiyonlar da belirlenebilmektedir.
KIBLENÜMALAR
Kıblenüma, genellikle yolculuklar sırasında kıble yönünün bulunması ve namaz vakitlerinin belirlenmesine yarayan bileşik bir alettir. Tahtadan ve genellikle pirinçten ve gümüşten imal edilmiştir ; yuvarlak bir kutu içinde pusula ve Güneş saatinin bir arada bulunmasından oluşur. Mekanik cep saatleri çıkmadan önce yaygın olarak kullanılmış ve bir cep saati gibi ihtiyaçlara cevap vermiştir. Üzerindeki pusula ile yön tayin edilebilmekte, meridyen doğrultusu belirlenebilmekte ve meridyen doğrultusuna yerleştirilen bir gnomon ile gündüz saatleri tespit edilebilmekteydi.
Osmanlılarda çok uzun süreden beri tanınan bu alet, İslam ülkelerinde muhtemelen 11. yüzyıldan itibaren zaman ve yön belirlemede kullanılmıştır. Avrupa'da mekanik saatler ortaya çıkmadan önce, cepte taşınan güneş saatleri mevcuttu. Ancak bu saatlere pusula ilavesi 1500'lü yıllarda yapılmıştır.
Cepte taşınabilecek kadar küçük kıblenümaların yanı sıra, muvakkithanelerde ve gemilerde kullanılmak üzere daha büyük boyutlarda kıblenümalar da yapılmıştır. Bu alet, Osmanlılarda 19. yüzyıl sonlarında mekanik aletlerin ortaya çıkışına kadar kullanılmıştır.
Kaynak: İstanbul, Zaman İçinde İstanbul, Ekim 2004, Sayı 51


lionhead 5 Temmuz 2006 21:49

ALİ KUŞCU
İslam aleminin büyük astronomu. Doğum yeri kesin olarak bilinmemekte; 15 yy.'ın başlarında Semerkant'da doğduğu kabul edilmektedir. Ölümü ise 16 Aralık 1474 olup, mezarı Eyüp Sultan Türbesi yanındadır.
Uluğ Bey'in hükümdarlığı sırasında Semerkant'da ilk ve dini öğrenimini tamamladı. Küçük yaşta Matematik ve Astronomiye karşı aşırı bir ilgi duydu. Devrinin en büyük alimleri olan Uluğ Bey, Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddin Cemşid ve Muniüd'den aldığı ilimlerle yetinmeyip, daha fazlasını öğrenme arzusu ve isteği ile kimseye haber vermeden, sinesinde ünlü alimlerin toplandığı Kirman'a gitti. Kirman'da bulunduğu sırada akli ve nakli ilimleri üzerinde çalışmalara devam edip, burada "Hall-ül Eşkalil Kamer" risalesini, "Şerh-i Tecrid" adlı eserini hazırladı.
Kirman'dan tekrar Semerkant'a dönen Ali Kuşçu, Kazazade Rumi'nin ölümü üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkant Rasathanesi'ne müdür olarak tayin edildi.
Uluğ Bey'in katledilmesinden sonra Semerkant Medresesi'ndeki dersleri ile rasathanedeki çalışmalarına son vererek, Semerkant'dan ayrılıp Tebriz'e, bir müddet sonra da İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'a geldiğinde II. Mehmet kendisini Ayasofya Medresesi'ne müderris olarak tayin etti. Bunun yanında kendi hususi kütüphanesinin müdürlük görevini de verdi.
İstanbul Medreseleri'nde astronomi ve matematik ilimlerinde Ali Kuşçu'nun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görüldü. Derslerine İstanbul'un meşhur alimleri de katılırdı. İlim sahasında hizmet ve adları il ün yapmış olan Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfi ve Ali Kuşçu'nun oğlu Mirim Çelebi gibi alimler onun derslerinde yetiştiler. Ali Kuşçu yalnız telif eserleriyle değil, çalışma ve yol göstermesiyle devrini aşan büyük bir alimdir.

Eserleri:

Risale Fi'Hey'e: 1457 yılında, Semerkant'da, Farsça olarak yazmıştır. Osmanlı
Mühendishanesi'n de XIX. asır başlarında ders kitabı olarak okutuldu.
Risale Fi'l-Fethiye: Astronomiden bahseden bu eser, bir önceki eserin eklerle
Arapça'ya çevrilmişidir. Bu eserde, ekliptiğin eğimini hesap eden
Ali Kuşçu, "23 30 17 " olarak bulmuştur. Bugün bulunan değer ise, "23 27 00" dır. Bu iki değer arasındaki küçük fark, Ali Kuşçu'nun Astronomi'deki üstün bilgisini ortaya koyar.
Risale Fil Hesap: Matematik kitabıdır.
Risale Fil Muhammediye: Cebir ve hesap konularından bahseder. Eserin son sayfasında Ali Kuşçu'nun kendi el yazısı ile bir imzası ve eserin 1472 yılında bittiğini belirten bir kayıt vardır.Bunlardan başka Uluğ Bey Ziya'ine yazdığı şerh en mühim eseri olup, çok kıymetlidir.


lionhead 5 Temmuz 2006 21:59

Ali Kuşçu0000-...Biyografi Onbeşinci yüzyılda yaşamış olan önemli bir astronomi ve matematik bilginidir. Babası Timur'un (1369-1405) torunu olan Uluğ Bey'in doğancıbaşısı idi. "Kuşçu" lâkabı buradan gelmektedir.

Ali Kuşçu, Semerkand'da doğmuş ve burada yetişmiştir. Burada bulunduğu sıralarda, Uluğ Bey de dahil olmak üzere, Kadızâde-i Rûmî (1337-1420) ve Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşî (?-1429) gibi dönemin önemli bilim adamlarından matematik ve astronomi dersleri almıştır. Ali Kuşçu bir aralık, öğrenimini tamamlamak amacı ile, Uluğ Bey'den habersiz Kirman'a gitmiş ve orada yazdığı Hall el-Eşkâl el-Kamer adlı risalesi ile geri dönmüştür. Dönüşünde risaleyi Uluğ Bey'e armağan etmiş ve Ali Kuşçu'nun kendisinden izin almadan Kirman'a gitmesine kızan Uluğ Bey, risaleyi okuduktan sonra onu takdir etmiştir.

Ali Kuşçu, Semerkand'a dönüşünden sonra, Semerkand Gözlemevi'nin müdürü olan Kadızâde-i Rûmî'nin ölümü üzerine gözlemevinin başına geçmiş ve Uluğ Bey Zîci'nin tamamlanmasına yardımcı olmuştur. Ancak, Uluğ Bey'in ölümü üzerine Ali Kuşçu Semerkand'dan ayrılmış ve Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanına gitmiştir. Daha sonra Uzun Hasan tarafından, Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında barışı sağlamak amacı ile Fatih'e elçi olarak gönderilmiştir.

Bir kültür merkezi oluşturmanın şartlarından birinin de bilim adamlarını biraraya toplamak olduğunu bilen Fatih, Ali Kuşçu'ya İstanbul'da kalmasını ve medresede ders vermesini teklif eder. Ali Kuşçu, bunun üzerine, Tebriz'e dönerek elçilik görevini tamamlar ve tekrar İstanbul'a geri döner. İstanbul'a dönüşünde Ali Kuşçu, Fatih tarafından görevlendirilen bir heyet tarafından sınırda karşılanır. Kendisi için ayrıca karşılama töreni yapılır. Ali Kuşçu'yu karşılayanlar arasında, zamanın ulemâsı İstanbul kadısı Hocazâde Müslihü'd-Din Mustafa ve diğer bilim adamları da vardır. İstanbul'a gelen Ali Kuşçu'ya 200 altın maaş bağlanır ve Ayasofya'ya müderris olarak atanır. Ali Kuşçu, burada Fatih Külliyesi'nin programlarını hazırlamış, astronomi ve matematik dersleri vermiştir. Ayrıca İstanbul'un enlem ve boylamını ölçmüş ve çeşitli Güneş saatleri de yapmıştır. Ali Kuşçu'nun medreselerde matematik derslerinin okutulmasında önemli rolü olmuştur. Verdiği dersler olağanüstü rağbet görmüş ve önemli bilim adamları tarafında da izlenmiştir. Ayrıca dönemin matematikçilerinden Sinan Paşa da öğrencilerinden Molla Lütfi aracılığı ile Ali Kuşçu'nun derslerini takip etmiştir. Nitekim etkisi onaltıncı yüzyılda ürünlerini verecektir.

Ali Kuşçu'nun astronomi ve matematik alanında yazmış olduğu iki önemli eseri vardır. Bunlardan birisi, Otlukbeli Savaşı sırasında bitirilip zaferden sonra Fatih'e sunulduğu için Fethiye adı verilen astronomi kitabıdır. Eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde gezegenlerin küreleri ele alınmakta ve gezegenlerin hareketlerinden bahsedilmektedir. İkinci bölüm Yer'in şekli ve yedi iklim üzerinedir. Son bölümde ise Ali Kuşçu, Yer'e ilişkin ölçüleri ve gezegenlerin uzaklıklarını vermektedir. Döneminde hayli etkin olmuş olan bu astronomi eseri küçük bir elkitabı niteliğindedir ve yeni bulgular ortaya koymaktan çok, medreselerde astronomi öğretimi için yazılmıştır. Ali Kuşçu'nun diğer önemli eseri ise, Fatih'in adına atfen Muhammediye adını verdiği matematik kitabıdır.

Eserleri

Ali Kuşcu'nun özellikle, matematik ve astronomi ile ilgili eserleri, gerçek ilmi kişiliğini ortaya koymaktadır. Bu eserlerinin adları şunlardır;

Risale-i fi'l Hey'e (Astronomi Risalesi)

Risale-i fi'l Fehiye (Fetih Risalesi)

Risale-i Hisap (Aritmetik Risalesi)

Risale-i Muhammediye (Cebir ve Hesap konularından bahseder)

Tecrid'ül Kelam (Sözün Tecridi)

Risale-i Adu diye Unkud-üz zvehir fi Man-ül Cevahir (Mücevherlerin Dizilmesinde Görülen Salkım) Vaaz İstiarad

http://www.biyografi.info/images/spacer.gif - http://www.biyografi.info/images/id4.gif http://www.biyografi.info/images/lite_brown_line.gifhttp://www.biyografi.info/images/spacer.gif


lionhead 5 Temmuz 2006 22:05

: Takuyiddini
berti
Takuyiddini
Insanlarin gökyüzüne ilgi duymalari zamanin çok eski dönemlerine rastlasa da bu ilginin bilimsellikten uzak ortamlarda, daha çok gelecekle ilgili kehanetlerde bulunmak ya da olacaklariönceden kestirmek amaciyla gelistirildigini biliyoruz. Bilimsel bilgi birikimi artana ve dogayla ilgili yeterli veri elde edilene kadar geçen sürede düsünürler, Dünya'yla Ay ve Günes gibi yakin gökcisimleri arasindaki iliskiyi ve bunlarin Evren içindeki konumunu açiklamaya yönelik birçok yanlis görüs ileri sürmüslerdi.Bütün bu yanilgilari düzelten ilerlemeler 1500'lü yillarda saglandi. 1500'lü yillarin Avrupa'sinda astronomi ve bilim dünyasindaki en önemli gelismelerden biri hiç kuskusuz, Polonyali Copernicus'un De Revolutionibus adli eserini yayinlamasi olmustur. Copernicus'un ileri sürdügü heliosantrik sistem (Günes merkezli gezegenler sistemi) gökbilimde yeni bir çigir açmakla kalmamis, Kilise'nin bilim üzerindeki dogmalara dayali denetim gücünü de temelinden sarsmisti. Yine de Copernicus'un ileri sürdügü görüsün kuskuyla karsilanan taraflari vardi. Cevaplanamayan sorular Dünya'nin nasil rüzgâr yaratmadan dönebildigi ve Dünya'nin dönmesine ragmen havaya atilan bir cismin nasil ayni noktaya düstügüydü. Bu sorularin cevaplari Copernicus'tan sonra gelen Kepler, Galile ve Newton tarafindan verildi.

16. yüzyilda Avrupa'da bu gelismeler olurken, konu hakkinda yeterli arastirma olmadigindan, gökbilimin Osmanli Imparatorlugu'ndaki durumuna iliskin bilgiler açik degildir. Islam dini, namaz vakitlerini belirlemek için Günes ve Ay'in konumlarini temel almisti. Ancak, kible yönünün saptanmasi ve sivil takvimin olusturulmasi için gökbilim gözlemlerinden ve ölçümlerinden yararlanilmistir. Böylece, Islam devletlerinde rasathane kurumlari olusmus ancak, yasamlarini fazla sürdürememislerdir. Islam devletlerinde rasathanelerin yasamlarinin hep kisa olmasinin ilk nedeni, kurumlarin birincil amaçlarinin günlük yasayisa iliskin sorunlari çözmek olmasidir. Takvimin olusturulmasindan ve kible yönüyle ilgili gerekli saptamalarin yapilmasindan sonra rasathanelerin birincil amaci da ortadan kalkmis oluyordu. Gökbilim çalismalarinin kurumsallasip devlet politikasi haline getirilmemesi de rasathanelerin kisa ömürlü oluslarinin ikinci nedeniydi. Islam devletlerinin yönetimlerinde meydana gelen degisiklikler rasathanelerle ilgili politikalarin da degismesine neden oluyor, rasathaneler ilgisizlik ve ödenek yetersizliginden gözlemlere kapaniyordu.




1500'lerin gökbilim çalismalari konusundaki arastirmalarin yetersizligine bakarak, Osmanli Imparatorlugu'nda gökbilimle ilgili hiçbir çalisma yapilmadigini ileri sürmek dogru olmaz. Ne yazik ki, bu çalismalarin çogu ya baska yapitlardan yapilmis derlemeler ya da çevirilerdir. Bu derleme ve çeviriler arasinda Seydi Ali Reis'in Muhit adli yapiti önemli bir yer tutar. On bölümden olusan yapitin bes bölümünde cografya ve gökbilimle ilgili bilgiler aktarilmistir. Yapitta, 1. Bölüm: Yön bulma, azimut ve yildizlarin yüksekliklerinin hesaplanmasi, 2. Bölüm: Zaman hesabi, takvim, Ay'a ve Günes'e bagli tanimlanan. yillar, 5. Bölüm: Denizcilikte bazi önemli yildizlarin dogmalari, batmalari ve adlari, 7. Bölüm: Önemli limanlarla adalarin enlemleri, 8. Bölüm: Gökbilime ait bilgiler ve bazi limanlar arasindaki uzakliklari konu alir. Önemli diger bir yapit da Mustafa Zeki imzasiyla çevirilmis Süllemü's Semâ'dir. Bu yapitta gökbilimle ilgili açiklamalarin yani sira bazi gök cisimlerinin Dünya'dan uzakligi da yer alir.

Takiyüddin ve Tyco Brahe
16. yüzyilda gökbilim çalismalari bu düzeylerde sürdürülürken, Avrupa ve Osmanli'da rasathane kuran iki çagdas gökbilimci ortaya çikar. 1546- 1601 yillari arasinda yasayan Danimarkali Tyco Brahe, kral II. Frederick'i ikna ederek Hveen adasinda 1576 yilinda ortaçag sonrasinin ilk rasathanesini kurdu.

Tyco Brahe, Copernicus'un Günes merkezli gezegenler görüsünü destekleyenlerden bir noktada ayriliyordu. Brahe'ye göre, Dünya hareketsizdi ve Günes'le Ay Dünya'nin etrafinda, gezegenler de Günes'in etrafinda dönüyorlardi. Brahe kendi gözlemevinde kullandigi, döneminin en gelismis aletleriyle duyarli gözlemler yaparak gökcisimlerinin koordinatlarini saptamakla kalmadi, nova ve kuyruklu yildizlari da gözledi. O'nun yaptigi gözlemler ve elde ettigi bulgular, Kepler'in ünlü kanunlarini gelistirmesine ve günümüzün Günes Sistemi modelini kurgulamasina neden oldu. Brahe, 1563 yilinda Jüpiter ve Satürn kavusum gözlemelerini içeren Tabulae Prutenicae adli katalogunu yayinladi. 1577 yilinda görülen kuyrukluyildizi da inceledi ve Liber de Cometa adli yapitini yazdi.

Tyco Brahe, Copernicus sistemini reddetmesine ve astrolojiye inanmasina karsin 16. yüzyilin en önemli gökbilimcilerinden biri olarak kabul edilir. Brahe'nin kurdugu rasathane, rasathanesinde kullandigi ölçüm araçlari ve yaptigi ölçümler bilim tarihi açisindan son derece önemlidir. Çünkü, Tyco Brahe Hveen adasindaki çalismalarini sürdürürken, çagdasi bir gökbilimci de Istanbul'da çalismalarini sürdürmekteydi.

1521 yilinda Sam'da dogan Takiyyüddin, Misir ve Sam'da döneminin taninmis hocalarindan fikih, hadis ve tefsir dersleri aldiktan sonra ders vermek üzere yine Misir'a atandi. Bundan sonra Takiyüddin iki kez Istanbul'a gitti ve yine Misir'a döndü. Istanbul'a ilk gidisinde Ali Kusçu'nun torunu Kutbeddinzade Muhammed Efendi gibi bilge kisilerle dostluk kurdu ve bilgisini artirdi. Müderris olarak geri döndügü Misir'dan ikinci kes Istanbul'a geldi. Edirnekapi'daki Medreseye atanmasina karsin kabul etmeyerek tekrar Misir'a döndü. Misir'da kadilik yapmakta olan Abdülkerim Efendi, eski gökbilimcilerden kalma risaleleri verdigi Takiyüddin'e gerekli gözlem aletlerini ve aletlerin yapimlarina iliskin bilgileri de vererek matematik ve gökbilimle ilgilenmesini sagladi. Gökbilim konusundaki deneyimini ve yetkinligini artiran Takiyüddin 1570 yilinda üçüncü kez Istanbul'a geldi.

Takiyüddin'in Istanbul'a yerlestigi 1570 yilina kadar, gökbilimle ilgilenmek amaciyla rasathane kurulmamis oldugundan, gökbilimle ilgili bilgiler eskiden kalma Arapça ve Farsça kitaplardan ögrenilmekteydi. Gözlemle ilgili hesaplar da eskiden hazirlanmis olan gözlem kataloglarindan yararlanilarak yapiliyordu. Bu gözlem kataloglarina dayanilarak yapilan hesaplar dogru sonuçlar vermekten uzakti. Yeni bir gözlem katalogu düzenlenmesi için bir rasathane kurulmasi gerekiyordu. Takiyüddin, matematik ve gökbilim konusundaki yetenegine büyük önem veren Hoca Sadettin Efendi'nin yardimlariyla Padisah III. Murat'tan rasathanenin kurtulmasi için izin, yer ve ödenek aldi. Kendiside rasathanenin müdürlügüne atanarak insasina da nezaret etmekle görevlendirildi. Bugün, Cihangir Tophane sirtlarinda kurulmus olan Istanbul Rasathanesi'nin yapimina kesin olarak ne zaman baslandigina dair kanit niteliginde her hangi bir belge bulunmamasina karsin, rasathanenin aletleri ve yapimi tamamlanmamis da olsa 1575-1580 yillari arasinda gözleme açik oldugu kesindir.

berti
Takiyüddin’in Ondalik Kesirleri Trigonometri ve Astronomiye Uygulamasi Remzi Demir Bilindigi gibi, Türk bilim tarihine iliskin arastirmalarin yetersiz olmasi, Türklerin tarihlerinin hiçbir döneminde bilgin yetistirmedikleri gibi yanlis bir anlayisin dogmasina ve yayilmasina neden olmustur; "Türklerin kalem ehli degil ama kiliç ehli olduklari" biçiminde özetlenen bu anlayis, son yillarda özellikle EI-Hârezmî, Abdülhamid ibn Türk, Fârâbî, Ibn Sinâ, Ulug Bey ve Ali Kusçu gibi bilginlerin yapitlari üzerinde yapilan arastirmalar sonucunda sarsilmissa da yikilmamistir. Bu yazinin konusu olan ve XVI. yüzyilda Istanbul Gözlemevi’ni kurarak gözlemler yapan Taküyiddin ibn Manif (1521-1585) yukaridaki bilginler kadar da taninmamaktadir; ancak matematik, astronomi ve optik konularinda yazmis oldugu yapitlar incelendiginde onlardan hiç de asagi kalmadigi görülmektedir. Ondalik kesirleri, Ulug Bey’in Semerkant Gözlemevi’nde müdürlük yapan Giyâsüddin Cemsid el-Kâsî’nin Aritmetigin Anahtari (1427) adli yapitindan ögrenmis olan Takiyüddin’e göre, el- Kâsî’nin bu konudaki bilgisi, kesirli sayilarin islemleriyle sinirli kalmistir; oysa ondalik kesirlerin, trigonometri ve astronomi gibi bilimin diger dallarina da uygulanarak genellestirilmesi gerekir. Acaba Takiyüddin’in ondalik kesirleri trigonometri ve astronomiye uygulamak istemesinin gerekçesi nedir? Osmanlilarin kullanmis olduklari hesaplama yöntemlerini, yani Hint Hesabi denilen onluk yöntemle Müneccim Hesabi denilen altmislik yöntemi tanitmak maksadiyla yazmis oldugu Aritmetikten Beklediklerimiz adli çok degerli yapitinda Takiyüddin, ondalik kesirleri altmislik kesirlerin bir alternatifi olarak gösterdikten sonra, dokuz baslik altinda, ondalik kesirli sayilarin iki katinin ve yarisinin alinmasi, toplanmasi, çikarilmasi, çarpilmasi, bölünmesi, karekökünün alinmasi, altmislik kesirlerin ondalik kesirlere ve ondalik kesirlerin altmislik kesirlere dönüstürülmesi islemlerinin nasil yapilacagini birer örnekle açiklamistir. Ancak Takiyüddin’in tam sayi ile kesrini birbirinden ayirmak için bir simge kullanmadigi veya gelistirmedigi görülmektedir; örnegin, 532.876 sayisini, "5 Yüzler 3 Onlar 2 Birler 8 Ondabirler 7 Yüzdebirler 6 Bindebirler" biçiminde veya "532876 Bindebirler" biçiminde sözel olarak ifade etmekle yetinmistir. Takiyüddin, bu yapitinda göksel konumlarin belirlenmesinde kullanilan altmislik yöntemin hesaplama açisindan elverisli olmadigini bildirir; çünkü altmislik yöntemde, kesir basamaklari çok olan sayilarla çarpma ve bölme islemlerini yapmak çok vakit alan ****** ve güç bir istir; bugün kullandigimiz onluk çarpim tablosuna benzeyen altmislik kerrat cetveli bile bu güçlügün giderilmesi için yeterli degildir. Oysa onluk yöntemde, kesir basamaklari ne kadar çok olursa olsun, çarpma ve bölme islemleri kolaylikla yapilabilecegi için, Ay ve Günes’in yaninda gözle görülebilen Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn’ün gökyüzündeki devinimlerini gösterir tablolari düzenlemek ve kullanmak eskisi kadar güç olmayacaktir. Bu önerisiyle gökbilimcilerinin en önemli güçlüklerinden birini gidermeyi amaçlayan Takiyüddin, açilari veya yaylari ondalik kesirlerle gösterirken, bunlarin trigonometrik fonksiyonlarini altmislik kesirlerle gösteremeyecegini anlamis ve ondalik kesirleri trigonometriye uygulamak için Gökler Bilgisinin Siniri adli yapitinda birim dairenin yariçapini 60 veya 1 olarak degil de, 10 olarak aldiktan sonra kesirleri de ondalik kesirlerle göstermistir. Zâtü’l- Ceyb olarak bilinen bir gözlem aletini tanitirken, "Bir cetvelin yüzeyini altmisli sinüse göre, digerini ise bilginlere ve gözlem sonuçlarinin hesaplanmasina uygun düsecek sekilde kolaylastirip, yararliligini ve olgunlugunu arttirdigim onlu sinüse göre taksim ettim." demesi bu anlama gelir. Takiyüddin, ondalik kesirlerin trigonometri ve astronomiye nasil uygulanabilecegini kuramsal olarak gösterdikten sonra, 1580 yilinda bitirmis oldugu Sultanin Onluk Yönteme Göre Düzenlenen Tablolarinin Yorumu adli katalogunda uygulamaya geçmistir. Istanbul Gözlemevi’nde yaklasik bes sene boyunca yapilmis gözlemlere göre düzenlenen bu katalog, diger kataloglarda oldugu gibi kuramsal bilgiler içermez; yalnizca ortaçag Islam Dünyasi’nda Batlamyus adiyla taninan Ptolemaios’un kurmus oldugu Yermerkezli sistemin ilkelerine uygun olarak belirlenmis gezegen konumlarini gösterir tablolara yer verir. Takiyüddin, 1584 yilinda Istanbul’da tamamlamis oldugu Inciler Toplulugu adli baska bir yapitinda, son adimi atmis ve birim dairenin yariçapini 10 birim almak ve kesirleri, ondalik kesirlerle göstermek kosuluyla bir Sinüs -Kosinüs Tablosu ile bir Tanjant - Kotanjant Tablosu hesaplayarak matematikçilerin ve gökbilimcilerin kullanimina sunmustur. Eger Takiyüddin bu tablolari hazirlarken birim uzunlugu 10 birim olarak degil de, 1 birim olarak benimsenmis olsaydi, bugün kullanmakta oldugumuz sisteme ulasmis olacakti. Bati’da ondalik kesirleri kuramsal olarak tandan ilk müstakil yapit, Hollandali matematikçi Simon Stevin (1548-1620) tarafindan Felemenkçe olarak yazilan ve 1585’de Leiden’de yayimlanan De Thiende’dir (Ondalik). 32 sayfalik bu kitapçikta, Stevin, sayilarin ondalik kesirlerini gösterirken hantal da olsa simgelerden yararlanma yoluna gitmis ve ondalik kesirleri, uzunluk, agirlik ve hacim gibi büyüklüklerin ölçülmesi islemlerine uygulamistir. Ancak, De Thiende’de ondalik kesirlerin trigonometri ve astronomiye uygulandigina dair herhangi bir bulgu yoktur. Bu durum, Takiyüddin’in yapmis oldugu arastirmalarin matematik ve astronomi tarihi açisindan çok önemli oldugunu göstermektedir.
Rasathanede Kullanilan Ölçüm Araçlari
Takiyüddin'in Istanbul Rasathanesi'nde ölçüm yapmak için kullandigi belli basli dokuz alet insa ettigi saptanmistir. Bunlardan Zâ-tül-Halâk gökcisimlerinin ekliptige göre enlem ve boylamlarinin bulunmasinda kullanilmaktaydi. Bu aletin ilk tanimi usturlap adiyla Batlamyus'un Almagest'inde verilmistir. Takiyüddin'de bu aleti özgün halindeki gibi alti halkali olarak düzenlemistir. Bunlardan ikisi esit çaptadir ve birbirlerine dik olarak sabitlenmislerdir. Birbirine dik olan bu halkalardan biri ekliptigi digeri kutuplar halkasini belirtir. Aletin üzerine küçük boylam halkasi, büyük boylam halkasi, meridyen halkasi ve enlem halkasi olarak adlandirilan dört halka daha takilir ve enlem halkasinin yüzeyine iki dogrulayici yerlestirilir. Zât-ül-Halâk'la Günes ve Ay ufuk çizgisi üzerinde bulundugu zaman gözlem yapilarak Ay'in ekliptikteki enlem ve boylami, saptanabilir. Zât-ül-Halâk kullaniminda asil güçlük, gözlem aninda aleti gökyüzündeki konumuna oturtmaktir. Yildizlarin ekliptik enlem ve boylamlarini saptamak için zodyak üzerindeki takimyildizlara ait bazi yildizlarin ekliptikal boylamlarinin bilinmesi gerekir.
Takiyüddin'in rasathanede kullandigi önemli araçlardan biri de L****'dir. L**** basit olarak çeyrek daire seklindedir ve gökcisimlerinin meridyen, dogrultusunda yüksekliklerini ölçmekte kullanilir. Bu aletle gökcisimlerinin ekvatoral koordinatlari saptanabilir. Takiyüddin ortaçag boyunca kullanilan L****'nin bir varyasyonunu kendisi için insa etmistir. Takiyüddin L**** yardimiyla gökcisimlerinin yüksekligini gözleyerek, gözlem yerinin enlemi bilindiginden gökcisminin deklinasyonunu ve Günes'in meridyen düzleminde en büyük ve en küçük yüksekligini gözleyerek de ekliptigin egimini hesaplamistir.
Takiyüddinin kullandigi üçüncü aletin adi Zâtü's-Semt ve’l-Irtifâ’dir. Bu alet eski Islam gökbilimcileri tarafindan Sam’da da kullanilmistir. Zâtü’s-Semt ve’l-Irtifâ, silindirik bir kule üzerine yatay bakir bir halka ve bu halkanin üzerine ayni çapli bakirdan dikey bir yarim halka konulmasiyla elde edilir. Bu bakir yari halkanin üzerinde derece ve dakika bölümleri isaretlenmistir. Yatay halka da baslangici meridyende olmak üzere 360 dereceye bölünmüstür. Yarim halkanin merkezindeki bir eksen etrafinda dönebilen ve yatay halka üzerinde kayabilen ikiser delikli iki küçük dogrulayici bulunur. Zâtü’s- Semt ve’l-Irtifâ’yla günes gözleniyorsa, cetvel yari halka, yari halka da yatay halka üzerinde kaydirilarak alet, Günes isinlari yari halkanin merkezine düsecek biçimde ayarlanir. Bu yöntemle gözlem zamani için Günes’in yüksekligi yari halka üzerinden ve azimutu da yatay halka üzerinden okunur.

berti
Zâtü’s- Semt ve’l- Irtifâ ortaçag gökbilimcilerinin gelistirdigi bir araçtir. Bu alet günümüzde kullanilmakta olan teodolitin ilkel ve büyük boyutlu halidir. Alet gökcisimlerinin her konumunda kullanilabilmektedir. Takiyyüddin Zâtü’s- Semt ve’l- Irtifâ’yi Merkür ve Venüs gezegenlerinin Günes’ten en uzakta bulundugu zamanki konumu ile diger gökcisimlerinin yükseklik ve azimutlarini bulmakta kullanmistir.

Zat-ü’s- su’beteyn Takiyüddin’in kullandigi dördüncü alettir. Alet olusmaktadir. Ilk cetvel, bulunan eksenler etrafinda dönebilecek sekilde düseylestirilir. Cetvelin üst ucunda bir çiviye asilan çekül yardimiyla düseyligi kontrol edilir. Ikinci cetvel birincinin üst ucuna takilmistir. Böylece hem düsey düzlem içinde rahatça hareket edebilir hem de birinci cetvel boyunca açilmis oyuga girebilir. Bu cetvel üzerinde gözlemi kolaylastirici iki dogrulayici bulunur. Üçüncü cetvel ikincinin aksine birinci cetvelin alt ucuna baglanmistir. Ikinci cetvel ölçüm için hareket ettirildiginde, üçüncü cetvel de onunla birlikte ve ayni düzlemde hareket eder. Ikinci cetvelin hareketi sirasinda alt uç, üçüncü cetvel üzerindeki bölümlü yüzeyde hareket eder ve üç cetvel bir üçgen olusturur. Üçüncü cetvel diger iki cetvelden daha uzundur. Birinci ve ikinci cetveller birbirlerine dik hale geldiklerinde, üçüncü cetvel hipotenüs konumundadir. Takiyüddin Zât-ü’s- su’beteyn’i betimlerken bazi bilim adamlarinin üçüncü cetvel yerine bir daire yayi kullandiklarini ancak, cetvelin daha kullanisli oldugunu belirtiyor.

Rasathane’de kullanilan aletlerden besincisi Rub-i mistar’dir. Aletin sekli dörtte bir dairedir. Aletin tahta oldugunu anlatabilmek için Rub-u Deffe (tahta kuadrant) adi verilmistir. rub- i mistar’i yapmak için 4,5 m uzunlugunda üç tahta cetvel alinir. Bunlardan ikisi aralarindaki açi 90° olacak sekilde uç kisimlarindan birbirine eklenir. Yariçapi 4,5 m olan dörtte bir çember yayiyla bosta kalan iki uç birlestirilir ve üçüncü cetvel bir ucu daire yayinin orta noktasinda, bir ucu kuadrantin tepe noktasinda olmak üzere sisteme eklenir. Bu üçüncü cetvelin tam ortasindan geçirilen bir eksenle sistem yer düzlemine dik bir sütuna sabitlenir. Sistemin düseyligini saglamak ve yükseklik açisini ölçmek için kuadrantin tam merkezine bir çekül asilir. Böylece gökcisimlerinin yükseklik açilari dereceli yay üzerinde okunabilir.

Rasathanede kullanilan altinci alet Zatü’1-ceyb’dir. Zat-ü’s-su’beteyn gibi iki cetvelden yapilmistir. Ayni uzunlukta iki cetvel bir eksen etrafinda hareket edebilecek sekilde uçlarindan birbirine tutturulmus ve merkezden baslayarak 60’a kadar bölümlenmislerdir. Cetvellerden birinin üzerinde, kolay gözlem yapabilmek için, iki dogrulayici ve bölümlemenin son çizgisine de bir çekül yerlestirilmistir. Bazen çekül yerine üçüncü bir bölümlü cetvel konur. Bu durumda yildizin yüksekliginin sinüsü bu cetvel üzerinden okunabilir.

Zatü’1-evtar Takiyüddin’in kullandigi aletlerden yedincisidir. Takiyüddin kendi bulusu oldugunu söyledigi bu aleti Günes’in ekinoks noktasina geldigi ani saptamak için kullanmistir.

Takiyüddin’in buluslarindan biri de Müsebbehetü bi’1-monatik’dir. Bu alet yardimiyla iki yildiz arasindaki açisal uzakliklar ölçülebiliyordu. Müsebbehetü bi’1-monatik yardimiyla Koç takimyildizi içinde bulunan iki yildizin açisal uzakligi da ölçülmüstür.
Rasathane’de kullanilan son alet Bengam’dir. Bengam gökbilim gözlemlerinde Takiyüddin’in kullandigi astronomik bir saattir. Astronomik bir saatin bulunusu ve gözlemlerde kullanilmasi ölçümlerin duyarliligini artirmasi açisindan son derece önemli bir gelisme olmustur.

Takiyüddin’in Optige Katkilari Hüseyin Topdemir Takiyüddin basarili çalismalar sergiledigi optik alaninda, Gözbebeginin ve Aklin Isigi adli bir yapit kaleme almistir. Bu kitabin dikkat çekici yönü, temel dokusunun Islam Dünyasi’nda yaklasik sekiz yüzyil önce baslatilmis olan köklü ve basarili optik çalismalari sonucunda elde edilmis temel argümanlardan ve problemlerden olusturulmus olmasidir: Öyle ki, elde edilen yüksek düzey, l7. yüzyila kadar Bati’da güncelligini koruyan temel tartismalarin çerçevesini olustururken, ayni sekilde, Osmanli Imparatorlugu’nda da bütün canliligiyla etkinligini sürdürmüstür. Bu durumu anlamak ve anlamlandirmak zor degildir. Çünkü l7. yüzyila kadar Bati’da optik konusunda egemen olan görüs, Ibnü’l-Heysem’in bir tür gelenek haline dönüsmüs olan görüsleridir. Bu görüse temel olan düsüncesinin iki boyutu vardir: 1) Optige iliskin sorunlarin, geometrik sorunlara dönüstürülerek geometrik yoldan incelenmesi, 2) Sorunlarin nedensel olarak açiklanmasi. Ayrica, bu iki temel düsünce ayrintili ve ustalikli olarak düzenlenmis deneylerle de desteklenmistir. Bu tarz bir arastirma modeli, çeviriler yoluyla Bati’ya aktarilirken, Dogu’da 14. yüzyilda Kemâlüddîn el-Fârîsî’nin arastirmalariyla çok daha yüksek düzeyli tartismalara olanak ve zemin hazirlamistir. Daha sonra 1579 yilinda, bu kez Takiyüddin, hem Ibnü’l-Heysem’in Optik ve hem de Kemâlüddin el- Fârîsî’nin Optigin Düzeltilmesi adli çalismalarina dayanarak Gözbebeginin ve Aklin Isigi adli yapitini yazmistir; Takiyüddin’in amaci, bu iki kitabi yorumlamak ve gereksiz ayrintilardan arindirarak asil amaca yönelik bir olgunluk düzeyine ulastirmaktir. Kitap bir giris ve üç ana bölümden olusmaktadir. Giris’te optige iliskin bazi temel kavramlar tanimlanmis ve optik konusunda etkin olan kuramlardan kisaca söz edilmistir. Birinci bölüm aracisiz görme konusuna ayrilmistir. Burada isik, görme, isigin göze ve görmeye olan etkisi ve isikla renk arasindaki iliski ayrintili olarak tartisilmistir. Bunun yaninda tartismaya esas olan bazi temel ilkeler benimsenmistir. Bunlardan bazilarini söyle siralayabiliriz: 1. Isigin kaynagi nesne, hedefi ise gözdür. 2. Isikla birlikte göze gelen biçimler, ayni zamanda o nesnenin rengini de tasirlar. 3. Göz yalnizca isikli ya da isiklandirilmis nesneleri algilar 4. Görme geometrik bir olgudur. Çünkü yayilan isik, tepesi kaynakta ve tabani da gözde bulunan bir koni olusturmaktadir. 5. Isik maddesel bir seydir; ancak optik incelemeler sirasinda geometrik bir nesne olarak kabul edilebilir. 6. Isik isinlari küresel olarak yayilirlar ve bu yayilim da dogrusal çizgiler boyunca olur. 7. Renk isiga baglidir ve isigin kirilmasi ve yansimasi sonucunda olusur. Burada öncelikle isigin dogrusal çizgiler boyunca, ancak küresel olarak yayildigi savinin öne çiktigini hemen belirtelim. Takiyüddin’in bu savi, daha sonra Hollandali fizikçi Huygens (1629-1695) tarafindan ortaya konulacak küresel yayilim kuraminin ilk anlatimi olarak görülebilir. Takiyüddin’e göre isik, isikli bir nesneden ve o nesnedeki her bir noktadan küresel olarak yayilir ve yayilim sirasinda, ister istemez bazi isin çizgileri paralel, bazilari birbirine yakinlasan ve bazilari ise birbirlerinden uzaklasan dogrular boyunca yol alir. Buna bir de bu dogrusal çizgilerde yol alan isinlarin küresel olarak yayildigi düsüncesi eklendiginde, o zaman, isigin dalga niteligi tasidigi ve tipki durgun bir suya tas atildiginda, suda olusan dalganin etrafa dogru büyüyen daireler seklinde yayilmasi gibi yayiliyor oldugunun kabul edildigi anlasilmaktadir ki, bu da küresel yayilimin yalin bir anlatimindan baska bir sey degildir. Bunun disinda aracisiz görme konusunda Takiyüddin’in üzerinde durmamizi gerektiren bir açiklamasi daha bulunmaktadir. 0 da isik ve renk arasindaki nedensel iliskiyi irdelerken, rengin isiga bagli oldugunu ve isigin kirilmasi ve yansimasi sonucu olustugunu belirtmis olmasidir. Bu belirlemenin önemi de yine optik tarihinde gizlidir. Çünkü rengin gerçek dogasinin anlasilmasi ilk kez Newton’un ayrintili renk incelemeleri sonucu gerçeklesmistir. Newton öncesi dönemde ise renk konusunda egemen olan kuram, degisim kurami adi verilen ve rengin isigin zayiflamasiyla ya da aydinlik ve karanligin karisimiyla olustugunu belirten Aristotelesçi kuramdir. Nitekim ünlü astronom Kepler optik üzerine kalem almis oldugu Ad Vitellionem Paralipomena (Vitelo’nun Paralipomena’sina Ek) ve Dioptric (Kirilma Üzerine) adli kitaplarinda rengin olusumunu Aristotelesçi bir yaklasimla açiklamistir. Oysa Takiyüddin, bu iki bilim adamindan önce rengin olusumunda kirilmayi söz konusu etmis, Newton’un prizmasi yerine cam bir küre kullanmistir. Kitabin ikinci bölümü yansima araciligiyla olusan görme konusuna ayrilmistir. Burada isigin aynalarda ugradigi degisimler ve çesitli aynalarda görüntünün nasil olustugu deneysel olarak tartisilmistir. Yansima optigi, optik biliminin gelisimini en erken tamamlayan ve bu anlamda nisbeten daha kolay olan bir dalidir. Bu nedenle yansima kanunu da dahil olmak üzere bütün ilkeleri Antikçag’da tespit edilmistir. Bu anlamda Takiyüddin’in konuya katkisi, yansima kanununu her tür aynada kanitlamaya çalismasidir. Üçüncü bölüm de kirilma konusu ele alinmis ve yogunlugu farkli olan ortamlarda isigin yol alirken ugradigi degisimler incelenmistir. Ancak yaptigi bütün deneysel ve matematiksel irdelemeler sonucunda Takiyüddin, kirilma kanununu bulamamistir. Fakat konuya degisik bir yaklasimda bulunmustur. Anlasilan odur ki, Takiyüddin sinüs kanunuyla ugrasmamistir. Çünkü çalismalarini tamamen geometrik olarak ele almis ve trigonometriyi isin içine sokmayarak açilar arasinda oranlar ya da esitsizlikler kurmak yoluna gitmistir. Oysa sinüs kanununa giden yol kirisler veya sinüslerden geçmektedir. Böyle bir girisimde bulunmadigi için, onun kirilma kanunu dedigi seyi, bir aritmetiksel esitsizlik olarak nitelendirebiliriz. Takiyüddin’in Elyazmalari
Takiyüddin’in günümüze ulasan elyazmalari incelendiginde, içerdikleri bilgilerin o dönem gökbilimi hakkinda sagladigi veriler yaninda farkli bir önemi oldugu da görülür.

berti
Takiyüddin el yazmalarinda belirli bir biçim kullanmamistir. Eserlerin hemen hepsi birbirlerinden farkli boyutlardadir. Kitaplarda kullanilan süsler de birbirlerinden farklidirlar. Ancak yazmalara önemli yerleri, basliklari, tablo ve sekilleri belirginlestirmek için farkli renklerden yararlanildigi gözlenir. Baslangiç sayfalarinda yazmalarin Takiyüddin’e ait oldugunu kuskuya yer birakmayacak biçimde kanitlayan açiklamalar, kayitlar ve imza yer alir. Günümüz arastirmacilarini en çok sevindiren de Takiyüddin’in eserlerinin orijinallerinin bir kisminin bugüne ulasmis olmasidir.

O dönemlerde bilim adamlarinin yazdiklari eserlerin kopyalari elle çikarilmaktaydi. Birçok elyazmasinin ancak kopyalari günümüze ulasabilmistir. Orijinal örneklerin kopyalama sirasinda meydana gelebilecek hatalari içermedigi düsünülürse arastirmacilar için ne denli önemli olduklari anlasilabilir.

Takiyüddin’e ait el yazmalarinin bir bölümü Bogaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Arastirma Enstitüsü’nde bulunmaktadir. Enstitü’nün UNESCO’yla (Birlesmis Milletler Egitim Bilim ve Kültür Organizasyonu) birlikte yürüttügü "Memory of the World" projesi çerçevesinde, Takiyüddin’e ait el yazmalarinin da içinde bulundugu 821 Türkçe, 414 Arapça ve 102 Farsça, toplam 1337 eser mikrofilmleri çekilerek CD- Rom üzerinde kataloglanmaktadir. Takiyüddin’in diger eserleri baska kütüphanelerin raflarindadir.

Rasathanenin Hazin Sonu
Istanbul Rasathanesi ilginç bir yikim yasamasina ragmen, yikimin nedenine iliskin fazlaca veri elde edilememis. Ancak, rasathanenin yikilisinda 1577 yilinda gözlenen kuyrukluyildizin ve 1578’de bas gösteren veba salgininin nedeni olarak gösterilmesinin, daha da ileri giden çevrelerce Takiyüddin ve rasathane personelinin meleklerin bacaklarini gözledigi yolundaki söylentilerin, süpheleri artirdigi söyleniyor. Seyhülislam Kadizade Ahmet Semsettin Efendi’nin de bu görüsleri desteklemesi üzerine, padisahin verdigi emirle, Rasathane 1580 yilinda Kiliç Ali Pasa’ya yiktiriliyor.

Rasathanenin padisah emriyle yiktirildigi kesin olmakla birlikte, konuyla ilgili aydinlanmamis birçok nokta vardir. Yaygin bir görüs Rasathane’nin, verilen hatt-i hümayuna dayanarak Kiliç Ali Pasa emrindeki donanma tarafindan denizden topa tutularak yikildigi biçimindedir. Ancak, topa tutma konusunda kisisel ani yazilari disinda günümüze ulasabilmis hiçbir yazili resmi belge yoktur. Rasathanenin betimlenen yerinin çok yakinlarinda yerlesim bölgeleri oldugu da gözönünde tutulursa bu olasiligin tartismaya açik oldugu söylenebilir.

Bunca söylentiye karsin, kesin olarak bilinen Istanbul Rasathanesi’nde nitelikli gözlemler yapildigi ve bu gözlemlere dayanilarak son derece hassas gözlem kataloglari hazirlandigidir. Asil sanssizlik, Takiyüddin’in arkasindan Kepler gibi bir bilim adaminin gelmemesi ve yapilmis çalismalari degerlendirecek bir bilim geleneginin yerlesmemis olmasidir. Bunca söylentinin arkasinda, rasathanenin yikilmasinin gerçek nedeninin, rasathanenin kurulmasina önayak olan Hoca Sadettin Efendi ile Seyhülislam’in yer aldiklari farkli gruplarin siyasi çekismesi oldugu saniliyor.

Bilim Teknik Dergisi’nin, Subat 1997 tarihli sayisindan alinmistir

http://www.turkmucit.com/


lionhead 5 Temmuz 2006 22:13

İbni Sina

Ailesi Belh'ten gelerek Buhara'ya yerleşmişti. İbni Sinâ, babası Abdullah, maliyeye ait bir görevle Afşan'dayken orada doğdu. Olağanüstü bir zekâ sahibi olduğu için daha 10 yaşındayken Kur‘an-ı Kerim'i ezberledi. 18 yaşında çağının bütün ilimlerini öğrendi. 57 yaşındayken Hemedan'da öldüğü zaman 150'den fazla eser bıraktı. Eserleri Latince’ye ve Almanca’ya çevrilmiş, tıp, kimya ve felsefe alanında Avrupa’ya ışık vermiştir. Onu Latinler “Avicenna” adıyla anarlar ve eski Yunan bilgi ve felsefesinin aktarıcısı olarak görürler.

İbni Sinâ, daha çocukluğunda, çevresini hayrete düşüren bir zekâ ve hafıza örneği göstermiştir. Küçük yaşta çağının bütün, ilimlerini öğrenmişti. Gündüz ve gece okumakla vakit geçirir, mum ışığında saatlerce, çoğu zaman sabahlara kadar çalışırdı. Pek az uyurdu.

Buhara Emiri Nuh İbni Mansur’u ağır bir hastalıktan kurtardı ve bu yüzden de Samanoğulları sarayının kütüphanesinde çalışma iznini aldı. Bu sayede pek çok eseri elinin altında bulduğu için vaktini kitap okumak ve yazmakla geçirdi. Hükümdar öldüğü zaman o, henüz yirmi yaşındaydı ve Buhârâ'dan ayrılarak Harzem'e gitti: EI-Bîrûni gibi büyük bir şöhret ve değerin, onun çalışkanlığına, bilgisine değer vermesi, kendisini yanına kabul etmesi, beraber çalışması, hakkında kıskançlığa yol açtı. Bu yüzden takibata bile uğradı. Harzem'de barınamayarak yeniden yollara düştü. Şehirden şehre dolaşarak nihayet Hemedan'a kadar geldi ve orada kalmaya karar verdi.

İbni Sînâ, çoğu fizik, astronomi ve felsefeyle ilgili olarak 150 civarında eser yazmıştı. Farsça olan birkaçı dışında bunların hepsi Arapça'dır. Çünkü o devirde ilim eserlerini Arap diliyle yazmak âdetti. Arapça'ya bu bakımdan değer verilirdi. Bilhassa tıp ilmine dair araştırmaları son derece orijinal ve doğrudur. Bu yüzden doğu ve batı hekimliğine kelimenin tam anlamıyla, 600 yıl, hükmetmiştir.
Eserleri Batı dillerine Latince yoluyla çevrilerek Avicenna diye şöhrete ulaşan İbni Sinâ, yanlış olarak bir süre Avrupa'da İranlı hekim ve filozof olarak tanınmıştır. Bunun da sebebi, eserlerini Türkçe yazmamış olmasındandır... Bununla beraber, batılılar da kendisini Hâkim-i Tıb, yani hekimlerin piri ve hükümdarı olarak kabul etmişlerdir. 16 yaşındayken pratik hekimliğe başlayan İbni Sinâ, resmî saray doktorluğu da yapmıştır.

Matematik, astronomi, geometri alanlarında geniş araştırmaları vardır. İbni Sînâ, tıp araştırmaları yaparken bazı hastalıkların bulaşmasında göze görünmeyen birtakım yaratıkların etkisi olduğunu, yani mikropların varlığını sezmiş ve bu bilinmeyen mahluklardan eserlerinde sık sık bahsetmiştir. Mikroskobun henüz bilinmediği bir devirde böyle bir yargıya varmak çok ilginçtir.
Şifa adlı eseri bir felsefe ansiklopedisidir. Diğer eserlerine gelince bunlar arasında en tanınmış olanlarından: el-Kanun fi’t-Tıb isimli kitabı tamamen bir tıp ansiklopedisidir. Necât ve İşârât adlı kitapları ve Aristo’nun felsefesini anlatan yirmi ciltlik Kitâbü’l-İnsâf’ı başta gelen eserlerindendir.İbni Sina kimya alanında da çalıştı ve önemli keşiflerde bulundu. Bu hususta Berthelet, kimya ilminin bugünkü hale gelmesinde İbni Sina’nın büyük yardımı olduğunu söyler.Bu çalışmaları ve etkileriyle İbni Sina Doğu ve Batı kültürünü geliştiren büyük bilginlerden biri oldu. Bütün bunlardan başka İbni Sina çok güzel şiirler yazdı. Hatta Türkçe olarak yazmış olduğu şiirler de vardır.

İbni Sina, 1037 tarihinde Hemedan’da mide hastalığından öldü.
İbn-i Sina’nın asıl büyüklüğü doktorluğundadır. Şifâ adındaki 18 ciltlik ansiklopedisi, ismine rağmen tıptan çok matematik, fizik, metafizik, teoloji, ekonomi, siyaset ve musiki konularını içine alır. Onun tıp şaheseri, kısaca Kanûn diye bilinen el-Kanûn Fi’t-Tıb adlı büyük kitabıdır. Eser, fizyoloji, hıfzıssıhha, tedavi ve farmakoloji bahislerine ayrılmıştır. Konular dikkatle incelendiğinde İbn-i Sina’nın bugünkü tıp için bile geçerli olan pek çok ileri görüşleri bulunduğunu; mesela mikroskop olmadığı halde, hastalıkların ‘mikrop’ mefhumuna benzer yaratıklarca meydana getirildiğini sezebildiğini görürüz.
İbn-i Sina’nın Kanûn adlı eseri XII. yüzyılda Latince’ye çevrildi ve Batı tıp aleminde bir patlama tesiri yaptı. Roma’nın Galen’i de, Er Razi’de ilimde eriştikleri tahtlarından indirildiler ve çağın Fransa’sının en meşhur tıp fakülteleri olan Montpellier ve Lauvain Üniversiteleri’nin temel kitabı Kanûn oldu. Durum XVII. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etti ve İbn-i Sina, 700 yıl Avrupa’nın tıp hocası oldu. Altı yüzyıl önce Paris Tıp Fakültesi’nin kütüphanesinde bulunan 9 ana kitabın en başında İbn-i Sina’nın Kanûn’u yer almıştır.
Bugün hala Paris Üniversitesi’nin tıp fakültesi öğrencileri St. Germain Bulvarı yanındaki büyük konferans salonunda toplandıklarında iki kişinin duvara asılı büyük boy portresiyle karşılaşırlar. Bu iki portre, İbn-i Sina ve er-Razi’ye aittir.


lionhead 5 Temmuz 2006 22:18

İbn-i Sina (980-1037)

Eserleri Batı dillerine Latince yoluyla çevrilerek Avicenna diye şöhrete ulaşan İbni Sinâ...

Büyük Türk bilginidir. Ailesi Belh'ten gelerek Buhara'ya yerleşmişti. İbni Sinâ, babası Abdullah, maliyeye ait bir görevle Afşan'dayken orada doğdu. Olağanüstü bir zekâ sahibi olduğu için daha 10 yaşındayken Kur‘an-ı Kerim'i ezberledi. 18 yaşında çağının bütün ilimlerini öğrendi. 57 yaşındayken Hemedan'da öldüğü zaman 150'den fazla eser bıraktı. Eserleri Latince’ye ve Almanca’ya çevrilmiş, tıp, kimya ve felsefe alanında Avrupa’ya ışık vermiştir. Onu Latinler “Avicenna” adıyla anarlar ve eski Yunan bilgi ve felsefesinin aktarıcısı olarak görürler.

İbni Sinâ, daha çocukluğunda, çevresini hayrete düşüren bir zekâ ve hafıza örneği göstermiştir. Küçük yaşta çağının bütün, ilimlerini öğrenmişti. Gündüz ve gece okumakla vakit geçirir, mum ışığında saatlerce, çoğu zaman sabahlara kadar çalışırdı. Pek az uyurdu. Kafası öylesine doluydu ki, uyanık iken çözemediği bir takım meseleleri uykusunda çözer ve uyandığı zaman cevaplandırılmış bulurdu.Bir keresinde, Aristo metafiziğini inceliyordu. Defalarca okuduğu halde bir türlü esasını kavrayamamıştı. Buhara çarşısında gezerken sergide bir kitap gördü. Mezat tellâlı, bunu satın almasını, bu sayede birçok meseleyi kolayca halledebileceğini söyledi. Bir mezat tellâlının bildiği kitabı bilememek, İbni Sînâ'ya çok güç geldi. Onun okuma huyunu herkes öğrendiği için, bilhassa kitap satıcıları kendisini tanıyorlardı. İbni Sînâ, kendisine tavsiye edilen Fârabî'nin Aristo'ya ait şerhini satın aldı. Bir defa okumakla, o çözemediği noktaların büyük bir açıklığa kavuştuğunu gördü: “Şükür sana Yârabbi!” diye secdeye kapandı ve Fârabî'nin yolunda fukaralara sadaka dağıttı. Oysa, İbni Sinâ doğduğu zaman Fârabî otuz yaşındaydı ve bu olay geçtiği sırada da hayattaydı.

Buhara Emiri Nuh İbni Mansur’u ağır bir hastalıktan kurtardı ve bu yüzden de Samanoğulları sarayının kütüphenisinde çalışma iznini aldı. Bu sayede pek çok eseri elinin altında bulduğu için vaktini kitap okumak ve yazmakla geçirdi. Hükümdar öldüğü zaman o, henüz yirmi yaşındaydı ve Buhârâ'dan ayrılarak Harzem'e gitti: EI-Bîrûni gibi büyük bir şöhret ve değerin, onun çalışkanlığına, bilgisine değer vermesi, kendisini yanına kabul etmesi, beraber çalışması, hakkında kıskançlığa yol açtı. Bu yüzden takibata bile uğradı. Harzem'de barınamayarak yeniden yollara düştü. Şehirden şehre dolaşarak nihayet Hemedan'a kadar geldi ve orada kalmaya karar verdi.


İbni Sînâ, çoğu fizik, astronomi ve felsefeyle ilgili olarak 150 civarında eser yazmıştı. Farsça olan birkaçı dışında bunların hepsi Arapça'dır. Çünkü o devirde ilim eserlerini Arap diliyle yazmak âdetti. Arapça'ya bu bakımdan değer verilirdi. Bilhassa tıp ilmine dair araştırmaları son derece orijinal ve doğrudur. Bu yüzden doğu ve batı hekimliğine kelimenin tam anlamıyla, 600 yıl, hükmetmiştir. Kendisinden sonra yetişen Gazâli, Fârabî'yi' ondan öğrenmiştir. Düşünce ve anlayış bakımından İbn-i Sina, Farabî ile İmam Gazâlî arasında bir köprü vazifesi görür. Yunan felsefesini İslâm ilmi olan Kelâm ile, yâni Tanrı bilgisiyle bağdaştırmaya uğraşmıştır. Eğer o gelmeseydi, Farabî'nin kurduğu temel Gazâli'nin yorumuyla gelişemeyecek, arada büyük bir boşluk hasıl olacaktı.


Eserleri Batı dillerine Latince yoluyla çevrilerek Avicenna diye şöhrete ulaşan İbni Sinâ, yanlış olarak bir süre Avrupa'da İranlı hekim ve filozof olarak tanınmıştır. Bunun da sebebi, eserlerini Türkçe yazmamış olmasındandır... Bununla beraber, batılılar da kendisini Hâkim-i Tıb, yani hekimlerin piri ve hükümdarı olarak kabul etmişlerdir. 16 yaşındayken pratik hekimliğe başlayan İbni Sinâ, resmî saray doktorluğu da yapmıştır. Ama şöhreti her ne kadar tip ilmiyle ilgiliyse de asıl kişiliği, Ortaçağda uzun süre tartışma konusu olan Tanrı varlığının mutlak bir zorunluluk olduğu konusundaki Kelâm meselelerine getirdiği kesin çözüm yolundan ileri gelmektedir.



Matematik, astronomi, geometri alanlarında geniş araştırmaları vardır. İnsan bilgisinin Tanrıyı ve kâinatı mutlak şekilde anlamaya elverişli olmadığını söylerken, aklın varlığını kabul eder. İnsandan bağımsız bir ruhun varoluşu, İbni Sînâ'ya göre Tanrıdan yansıyan bir delildir. İbni Sînâ, tıp araştırmaları yaparken bazı hastalıkların bulaşmasında göze görünmeyen birtakım yaratıkların etkisi olduğunu, yani mikropların varlığını sezmiş ve bu bilinmeyen mahluklardan eserlerinde sık sık bahsetmiştir. Mikroskobun henüz bilinmediği bir devirde böyle bir yargıya varmak çok ilginçtir.



Şifa adlı eseri bir felsefe ansiklopedisidir. Diğer eserlerine gelince bunlar arasında en tanınmış olanlarından: el-Kanun fi’t-Tıb isimli kitabı tamamen bir tıp ansiklopedisidir. Necât ve İşârât adlı kitapları ve Aristo’nun felsefesini anlatan yirmi ciltlik Kitâbü’l-İnsâf’ı başta gelen eserlerindendir.İbni Sina kimya alanında da çalıştı ve önemli keşiflerde bulundu. Bu hususta Berthelet, kimya ilminin bugünkü hale gelmesinde İbni Sina’nın büyük yardımı olduğunu söyler.Bu çalışmaları ve etkileriyle İbni Sina Doğu ve Batı kültürünü geliştiren büyük bilginlerden biri oldu. Bütün bunlardan başka İbni Sina çok güzel şiirler yazdı. Hatta Türkçe olarak yazmış olduğu şiirler de vardır.



İbni Sina, 1037 tarihinde Hemedan’da mide hastalığından öldü.



İbn-i Sina’nın asıl büyüklüğü doktorluğundadır. Şifâ adındaki 18 ciltlik ansiklopedisi, ismine rağmen tıptan çok matematik, fizik, metafizik, teoloji, ekonomi, siyaset ve musiki konularını içine alır. Onun tıp şaheseri, kısaca Kanûn diye bilinen el-Kanûn Fi’t-Tıb adlı büyük kitabıdır. Eser, fizyoloji, hıfzıssıhha, tedavi ve farmakoloji bahislerine ayrılmıştır. Konular dikkatle incelendiğinde İbn-i Sina’nın bugünkü tıp için bile geçerli olan pek çok ileri görüşleri bulunduğunu; mesela mikroskop olmadığı halde, hastalıkların ‘mikrop’ mefhumuna benzer yaratıklarca meydana getirildiğini sezebildiğini görürüz.

İbn-i Sina’nın Kanûn adlı eseri XII. yüzyılda Latince’ye çevrildi ve Batı tıp aleminde bir patlama tesiri yaptı. Roma’nın Galen’i de, Er Razi’de ilimde eriştikleri tahtlarından indirildiler ve çağın Fransa’sının en meşhur tıp fakülteleri olan Montpellier ve Lauvain Üniversiteleri’nin temel kitabı Kanûn oldu. Durum XVII. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etti ve İbn-i Sina, 700 yıl Avrupa’nın tıp hocası oldu. Altı yüzyıl önce Paris Tıp Fakültesi’nin kütüphanesinde bulunan 9 ana kitabın en başında İbn-i Sina’nın Kanûn’u yer almıştır.

Bugün hala Paris Üniversitesi’nin tıp fakültesi öğrencileri St. Germain Bulvarı yanındaki büyük konferans salonunda toplandıklarında iki Müslüman doktorun duvara asılı büyük boy portresiyle karşılaşırlar. Bu iki portre, İbn-i Sina ve er-Razi’ye aittir.



İbni-Sina ve Felsefe

İslam filozofu. Aristotelesçi felsefe anlayışını İslam düşüncesine göre yorumlayarak, yaymaya çalışmış, görgücü-usçu bir yöntemin gelişmesine katkıda bulunmuştur.

Buhara yakınlarında Hormisen'de doğdu, 21 Haziran 1037'de Hemedan'da öldü. Gerçek adı Ebu'l-Ali el-Hüseyin b. Abdullah İbn Sina'dır. Babası, Belh'ten göçerek Buhara'ya yerleşmiş, Samanoğulları hükümdarlarından II. Nuh döneminde sarayla ilişki kurmuş, yüksek görevler almış olan Abdullah adlı birisidir. İbn Sina, önce babasından, sonra çağın önde gelen bilginlerinden Natilî ve İsmail Zahid'den mantık, matematik, gökbilim öğrenimi gördü. Bir süre tıpla ilgilendi, özellikle, hastalıkların ortaya çıkış ve yayılış nedenlerini araştırdı, sağıltımla uğraştı. Bu alandaki başarısı nedeniyle, II. Nuh'un özel hekimi olarak görevlendirildi, onu sağlığa kavuşturunca, dönemin önde gelen tıp bilginlerinden biri olarak önem kazandı.

İbn Sina'nın felsefeye karşı ilgisi deney bilimleriyle başlamış, Aristoteles ve Yeni-Platoncu görüşleri incelemekle gelişmiştir. İslam ve Yunan filozoflarının görüşlerini yorumlayan ve eleştiren İbn Sina'nın ele aldığı sorunlar genellikle, Aristoteles ve Farabi'nin düşünceleriyle bağımlıdır. Bunlar da, bilgi, mantık, evren (fizik), ruhbilim, metafizik, ahlak, tanrıbilim ve bilimlerin sınıflandırılmasıdır. Belli bir düşünce dizgesine göre yapılan bu düzenlemede her sorun bağımsız olarak ele alınıp çözümüne çalışılır.

Bilgi sezgi ile kazanılan kesin ilkelere göre sonuçlama yoluyla sağlanır. Bu nedenle, bilginin gerçek kaynağı sezgidir. Bilginin oluşmasında deneyin de etkisi vardır, ancak bu etki usun genel geçerlik taşıyan kurallarına uygundur. Ona göre "bütün bilgi türleri usa uygun biçimlerden oluşur." Bilginin kesinliği ve doğruluğu usun genel kurallarıyla olan uygunluğuna bağlıdır. Us kuralları, insanın anlığında doğuştan bulunan, değişmez ve genel geçerlik taşıyan ilkelerdir. Sonradan, duyularla kazanılan bilgi için de bu kurallara uygunluk geçerlidir. Deney verileri us ilkelerine göre, yeni bir işlemden geçirilerek biçimlenir, onların bundan öte bir önem ve anlamı yoktur. Çelişmezlik, özdeşlik ve öteki varlık ilkeleri, usta bulunur, deneyden gelmez.

İbn Sina'ya göre varlık, tasarlamakla bağlantılıdır. Bütün düşünülenler vardır ve var olanlar tasarlanabilen düşünülür biçimlerdir (makuller). Bu nedenle, düşünmekle var olmak özdeştir. Atomcu görüşün ileri sürdüğü nitelikte bir boşluk yoktur. Uzay ise, bir nesnenin kapladığı yerin iç yüzüdür. Varlık kavramı altında toplanan bütün nesnelerin değişmeyen, sınır ve niteliklerini koruyan belli bir yeri vardır. Devinme, bir nesnenin uzayda eyleme geçişidir.

Mantık insanı gerçeklere ulaştırmaz, yalnız birtakım yanılmalardan korur. Düşünme yetisi gerçeği kavramak için mantıktan geçici bir araç olarak yararlanır. Düşünme eyleminin sağlıklı olması için mantık, ilkeler ve kurallar koyabilir, anlıkta bulunan ve bilinen bilgilerden yola çıkarak, bilinmeyenleri saptama olanağı sağlar. Bu özelliği nedeniyle, mantık, düşünmenin genel kurallarını bulan, düzenleyen, bu kurallar arasındaki gerekli bağlantıyı ve birliği kuran bir bilimdir. Mantık kuralları, genel geçerlik taşıyan ve değişmeyen kesin kurallardır. Mantığın kavramlar ve yargılar olmak üzere iki alanı vardır. Her bilimsel bilgi ya kavram ya da yargılara dayanır. Kavram, ilk bilgidir ve terim ya da terim yerine geçen bir nesneyle kazanılır. Yargı ise, tasımla kazanılır.

Mantığın konusu incelenirken, tanım temel alınmalıdır. Tanımlar birbirlerine bağlandıklarında, kanıt ve çıkarıma varılır. Kavram, önce tekil bir algıdır (sezgi). Yargı ise, iki tekil terim arasındaki ilişkidir. Kavramlar, açık ve kapalı belirleme olarak ikiye ayrılır. Varlığın, töz, nicelik, nitelik, ilişki, yer, zaman, durum, iyelik, etki, edilgi gibi on kategorisi vardır.

İbn Sina mantığında en önemli yeri tanım tutar. Bir kavramı tanımlamak için, bu kavramın bireylerinden biri göz önüne alınmalıdır. Tikelin belirlenmesi tümelden kolaydır. Eksiksiz bir tanım yakın cins ile yapılmalıdır. En yetkin tanımsa, kavramın yakın cinsi ile türsel ayrımdan oluşur. Tanım ikiye ayrılır; Gerçek tanım ve sözcük tanımları.

Önermeler, yüklemli ve koşullu olabilirler. Yüklemli önerme, bir düşünce ötekine yüklendiği zaman ya onaylanır ya da yadsınır. Koşullu önermeler, bir ötekinin koşulu ya da sonucu olarak bağlanan terimlerde görülür. Önermeler varsayımlı, nitelik ve nicelikleri bakımından, tekil, belirsiz ve belirli olur. Tasım, bitişik ve ayrık olmak üzere ikiye ayrılır. Bitişik tasımların öncüleri anlam bakımından, sonuç önermesini içerir. Ayrık tasımlarda ise sonuç önermesi öncüllerde bulunabilir.

Tümeller, bütün varlık türlerinin oluşumundan önce, Tanrı düşüncesinde, birer tanrısal kavram olarak vardır. Varlıkların oluş nedeni ve onlara biçim kazandıran tümellerdir. Tümeller Tanrı'da ussal olarak bulunan, nesnelerde ve bireylerde içkin olan, öteki de nesnelerin dışında ve anlıkla birlikte olan mantıksal tümel diye üçe ayrılır. Birinci türe giren tümel, metafiziği ilgilendirir. İbn Sina fiziği, metafiziğe giriş olarak düşünür.

Fiziğin konusu madde ve biçimden oluşan nesnelerdir. Biçim, maddeden önce yaratılmıştır. Maddeye bir töz özelliği kazandıran biçimdir. Maddeden sonra ilinek gelir. Biçimler maddeye, ilinekler ise, töze katılır. Doğal nesneler kendi öz ve nitelikleriyle bilinir. Bütün nitelikler de birinci nitelikler ve ikinci nitelikler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci nitelikler nesnelere bağlıdır, ikinciler ise, nesnelerden ayrı olarak varlığını sürdürür. İbn Sina'ya göre, nesnel evrende bulunan güç ve devinimin temelini ikinci nitelikler oluşturur. Nesneler, kendilerinde bulunan gizli güçle devinime geçerler. Bu güç ise, doğal güç, öznel güç, tinsel güç olmak üzere üç türlüdür. Doğal güç, nesnede doğal biçim ve yerlerle ilgili nitelikleri taşır. Çekim ve ağırlık bu türdendir. Öznel güç, nesneyi devingen ya da durağan duruma getirir. Bunda da, bilinçli ya da bilinçsiz olma özelliği bulunur. Tinsel güç, herhangi bir organın, aracın yardımı olmaksızın doğrudan doğruya bir istençle eylemde bulunmaktadır. Buna, gökkatlarının özleri adı da verilir. İbn Sina'nın geliştirdiği bu güç kuramının kaynağı Aristoteles ve Yeni-Platonculuk'tur. Ancak, o bu güçlerin sonsuz olduğu kanısında değildir. Ona göre, zaman ve devinim kavramları da birbirine bağlıdır, çünkü, devinimin bulunmadığı, algılanmadığı bir yerde zaman da yoktur.

İbn Sina'nın felsefesinde, Aristotelesi'in geliştirdiği düşünce dizgesine uygun olarak, ruh kavramının önemli bir yer tuttuğu görülür. Ona göre, biri bitkisel, öteki insanla ilgili olmak üzere, iki türlü ruh vardır. İnsan ruhu, gövdeye gereksinme duymadan, doğrudan doğruya kendini bilir, bu nedenle, tinsel bir tözdür. Gövdeyi devindiren, ona dirilik kazandıran bu tözün başka bir özelliği de, yetkin düşünme yeteneği anlık olmasıdır. Düşünme eylemi yaratan ruhtur, o gövdeyi gerektirmez, ancak gövde var olabilmek için tini gereksinir. İnsan ruhu gövde biçiminde değildir, usa uygun biçimleri kavramaya elverişli bir töz olduğundan, gövdesel yapıda yer alamaz. Gövde, bölünebilen öğelerden oluşmuş bir bütündür, oysa tin, bir birliktir, bölünmeye elverişli değildir, sürekli olarak özünü ve birliğini korur. Tin, bütün izlenimleri gövde aracılığıyla alır, anlık yoluyla kavramları, kavramlara dayanarak usa vurmayı oluşturur. Bu yüzden, gövdeyle dolaylı bir bağlantısı vardır. Ancak, bu bağlantı tin için bir oluş koşulu değildir.

Canlı sorununa, gözleme dayalı bir ruhbilim anlayışıyla çözüm arayan İbn Sina'ya göre dirilik bir bileşimdir. Doğal organların, göksel güçler yardımıyla bileşmesinden canlılar ortaya çıkar. Bu olay da, belli aşamalara uygun olarak gerçekleşir. İlk ortaya çıkan canlı bitkidir. Bitkide tohumla üreme, beslenme ve büyüme güçleri vardır. İkinci aşamada ortaya çıkan hayvanda ise, kendi kendine devinme ve algı güçleri bulunur. Devinme gücünden isteme ve öfke doğar. Algı gücü de, iç ve dış algı olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan özü doğal evrim sürecinde en üst düzeyde gerçekleşmiş bir oluşumdur, bu nedenle, öteki varlıklardan ayrılır. İnsanda dış algı duyumlarla, iç algı da , beynin ön boşluğunda bulunan ortak duyu ile sağlanır. Duyularla alınan izlenimler bu ortak duyu ile beyne gider. Beynin, ön boşluğunda sonunda, tasarlama yetisi bulunur. Bu yeti duyu izlenimlerini sağlamaya yarar. İnsan için en önemli olan düşünen öz yapıcı ve bilici güçlerle donatılmıştır. Yapıcı güç (us) gerekli ve özel eylemler için gövdeyi uyarır. Bilici güç ise, yapıcı gücü yönlendirir. Özdekten ayrılan tümel biçimlerin izlerini alır. Bu biçimler soyutsa onları kavrar, değilse soyutlayarak kavrar. İnsanda iyiyi kötüden, yararlıyı yararsızdan ayıran yapıcı güçtür, bu nedenle bir istenç niteliğindedir.

Us konusunda İbn Sina ayrı bir düşünce ortaya atmıştır. Ona göre us beş türlüdür. Özdeksel us, bütün insanlarda ortak olup, kavramayı, bilmeyi sağlayan bir yetenektir. Bir yeti olarak işlek us, yalın, açık ve seçik olanı bilir, eyleme yöneliktir, durağan bir güç niteliğinde değildir. Eylemsel us, kazanılmış verileri kavrar ve ikinci aşamada bulunan ustan daha üstündür. Kazanılmış us, kendisine verilen ve düşünebilen nesneleri bilir. Aşama bakımından usun olgunluk basamağında bulunur. Bu aşamada usun kavrayabileceği konular kendi özünde de vardır. Kutsal us, usun en yüksek aşamasıdır. Bütün varlık türlerinin özünü, kaynağını, onları oluşturan gücü, başka bir aracıya gereksinme duymadan, bir bütünlük içinde kavrar.

İnsan, ayrıntıları duyularla algılar, tümelleri usla kavrar. Tümelleri kavrayan yetkin us, nesneleri anlama yeteneği olan etkin usa olanak sağlar. İnsan usunun algıladığı ayrıntılar, kendi varlıkları dolayısıyla değil, nedenleri yüzünden vardır. Us, bu kavranabilir nesneleri kazanabilmek için ilkin duyu verilerinden yararlanır. Sonra duyu verilerini usun genel kurallarına göre işlemden geçirir, yargıları ortaya koymada onları aşar.

Yaratılış konusunda İbn Sina, varlığın sıralı düzeninde, "bir'den bir çıkar" ilkesine dayanır. İlk "bir", zorunlu varlık, Tanrı'dır. O'nun varlığı yalnız kendisini gerektirir. Var olma, Tanrı'nın özünden gelen gerekimdir. İlk neden ilk gerçekliktir. Tanrı'dan ilk us ortaya çıkar. Çokluk bu usla başlar. Bundan da felek ve nefsin usları türer. Her ustan da, o usun özü ve cismi oluşur. Us cismi aracısız olarak devindiremeyeceği için, uslar sırasının sonunda etkin us, akıl bulunur. Ondan da dünya ile ilgili nesnelerin maddesi, cisimlerin biçimleri ve insan özleri doğar. Etkin us, tümünün yöneticisidir. Yaratılış önsüzdür ve yeri de maddedir. Madde, soyut ve tüm varlığın öncesiz olanı, nefsin eylem alanı, sınırı ve tüm parçaların kaynağıdır. İlk us, kendisini ve zorunlu varlığı bilir. Buradan ikilik doğar. İlk us kendinde olanaklı, ilk varlık için ise zorunludur. Her tikel feleğin ilk kımıldatıcısı vardır. İlk kımıldatıcıları eyleme sokan tinsel varlıklardır. Her feleğin de iyiliğini düşünen kımıldatıcı bir nefsi vardır. Nefsin eylemi, etkin usa ulaşır.

Evrenin varlığı, zorunlu olan, Tanrı'yı gerektirir. Başka bir varlığın etkisiyle var olan evren sonsuz olamaz. Devinme, nesnenin özünde saklı güçten doğar. Her nesnenin özünde devindirici bir güç vardır. Nesne kendini kendinin etkin öznesi değildir. Bu güç, nesneye biçim de kazandırır.

İbn Sina metafiziği genelde Aristoteles metafiziği ile Yeni-Platonculuk ve Kelam'ın bireşimidir. Konusu, ilkler ilki, tüm oluşların, yaratışların, varlık bütününün kaynağı olan Tanrı'dır. Tanrı, bütünlüğü nedeniyle nesnelerde, olay ve eylemlerde görünüş alanına çıkar. Varlık vardır, yok olamaz.

Varlık üç bölüme ayrılır:

1- Olanaklı varlık, nesnelerle ilgili değişimin, oluş ve bozulmanın egemen olduğu varlıktır. Bu varlık ortamında görülen ne varsa belli bir süre içinde başlar ve biter.
2- Kendiliğinden olanaklı varlık. Olanaklı olmasına karşın, ilk nedenle ilişkilerinden dolayı zorunluluk kazanır. Tümellerin, yasaların bulunduğu evren. Gökkürelerin usları böyledir.
3- Kendiliğinden zorunlu varlık, ilk neden ya da Tanrı'dır. Değişmez ve çoğalmaz. Çokluklar ondadır. Tanrısal zorunluluk illkesi tüm yaratılanların da temel ilkesidir.
İbn Sina'nın benimsediği tanrıbilim dört ana konuyu içerir; Evren, ötedünya, ahiret, peygamberlik, Tanrı.

Evren yaratılmıştır. Yaratıcı ve varedici Tanrı'dır. O Kelamcılar'ın dediği gibi özgün yapıcı değildir, zorunludur. İlk neden önsüz ve sonsuzdur. Evrenin yaratılması, Tanrı'nın daha önceden varoluşunu gerektirir. Evrenin bütününde yer alan gök katları tanrısal evrenin varlıklarıdır, bunların özleri meleklerdir. Madde dünyasında oluş ve bozulma vardır. Onların tanrısal niteliği yoktur. Bu yaratma olayı da bir fışkırmadır.

Ölüm, tinin gövdeden ayrılmasıdır. Gövdelerden ayrılan tinlerin geldikleri kaynakta toplanmaları insanda ötedünya kavramını oluşturur. Ruh, tinsel bir tözdür, ölümsüzdür. Gövdeye egemendir. Ruh gövdeye girmeden önce etkin usta vardı. İnsana bireyselliğini kazandıran odur. Gövdenin yok olması, ruhun varlığını etkilemez. Dirilme tinseldir.

İnsanları yaratan Tanrı, onlara verdiği özgür istençle iyi ile kötüyü seçme olanağı sağladı. İstenç özgürlüğü, usla utku arasındaki çatışmadan ve ilkinin üstünlüğünden doğar. İnsan elinden çıkan bütün bağımsız eylemler tanrısal kayra ile gerçekleşir. Özgür istenç tüm insanlarda vardır. Peygamberler de bu bakımdan birer insandır. Ancak, onlarda insanların en yüceleri olan bilginlerde, bilgilerde olduğu gibi bir seziş vardır. Bu üstün seziş gücü, kavrayış yeteneği peygamberlerin etkin us ile buluşmalarını, gerçekleri kavramalarını sağlar. Bu üstün güç ve kavrayış vahy adını alır. Üstün anlayış gücü taşıyan melekler, vahyi peygamberlere ulaştırırlar.

Tanrı, özü gereği bilicidir. Kendi özünü bilmesi yaratmayı gerekli kılar. İbn Sina İslam dinine ve Kuran'a dayanarak bilmeyi yaratma olarak niteler. Yaratma eylemi Tanrı'nın kendi özüne karşı duyduğu sevgiden dolayıdır. Tanrı tümelleri bilir. Tikellerle ilgili bilgisi de, tümel nedensellikleri bilmesindendir.

Madde ve biçimin ilişkileri üzerinde bilimleri iç bölümde ele alırlar:

1- Maddeden ayrılmamış biçimlerin bilimi: Doğa bilimleri ya da aşağı bilimler.
2- Maddesinden iyice ayrı biçimlerin bilimi: Metafizik, mantık gibi yüksek bilimler.
3- Maddesinden ancak zihinde ayrılabilen, kimi yerde ayrı kimi yerde bir olan biçimlerin bilimi:
Matematik, geometri, orta bilimler. Zihin bu biçimleri doğru olarak maddesinden soyutlar.
Felsefe ise, kuramsal ve pratik diye ikiye ayrılır. Kuramsal olan, bilmek yeteneğiyle elde edilen bilgileri kapsar. Doğa felsefesi, matematik felsefesi ve metafizik gibi pratik felsefe, bilmek ve eylemde bulunmak üzere elde edilen bilgilere dayanır.

İbn Sina, gerek Doğu gerekse Batı filozoflarını etkiledi. Gazali, özellikle, ruh anlayışında ondan etkilendi. İbn Sina'nın deneyci yanı, Gazali'yi kuşkuculuk'a götürdü. Yapıtları 12.yy'da Latince'ye çevrildi, ünü yayıldı. Tanrıbilimci filozof Albertus Magnus, tin ve us ile güçleri konusunda İbn Sina'dan yararlandı.

YAPITLAR (başlıca): el-Kanun fi't-Tıb, (ö.s), 1593, ("Hekimlik Yasası"); Kitabü'l-Necat, (ö.s), 1593, ("Kurtuluş Kitabı"); Risale fi-İlmü'l-Ahlak, (ö.s), 1880, ("Ahlak Konusunda Kitapçık"); İşarat ve'l-Tembihat, (ö.s), 1892, ("Belirtiler ve Uyarılar"); Kitabü'ş-Şifa, (ö.s), 1927, ("Sağlık Kitabı").





Kültür Bakanlığı


lionhead 5 Temmuz 2006 22:19

http://www.aysebulut.com/turktari/ibnisina.jpg
İBNİ SİNA
(980 – 1037)


Savaş kazanan, ülkeler fetheden önderlere "kahraman" diyoruz. Ya doğayı fetheden, onun sırlarını çözen, insanı doğa ile boğuşturan bilim adamlarına ne diyelim?... Asıl kahraman onlar değil mi?...

İşte İbni Sina, evren dediğimiz esrarlı âlemin büyülü sırlarını çözen, fikir ve metafizik yönleriyle doğayı keşfeden, insanın ve doğanın karanlığını, gerçeğin küçük güneşleri ile aydınlatan bir bilim adamını, dâhi, bir Türk kahramanıdır. Sanki beyninde bir radyum ışığı taşıyor, her eğildiği konuyu aydınlatıyor, her doğa bilmecesini anında çözüyordu. Onun kadar çok yönlü çalışan ve çalıştığı bütün alanlarda en üstün bilgi seviyesine ulaşan başka bir bilim adamı göstermek güçtür.

18 YASINA GELDİĞİNDE ÇAĞININ BÜTÜN BİLGİLERİNİ ÖĞRENMİŞTİ

Belhli olan ve sonradan Buhara'ya yerleşmiş bir ailenin çocuğudur. 980 yılında Afşan'da dünyaya geldi. 10 yaşında iken, Kur'an'ı bülbül gibi ezberlemiş, gerekli din bilgisini almıştı. 18 yaşına geldiği zaman çağının bütün bilgilerini öğrenmiş, onların üzerinde düşünmeye ve bilgi üretmeye başlamıştı, İbni Sina kendisi için şunları söylüyor:

"Öteki bilgiler arasında tıp da öğreniyor, nazarî bilgimi hastalar üzerindeki gözlemlerimle tamamlıyordum. Böylece aralıksız çalışmaya devam ettim. Geceleri de okumakla, yazmakla uğraşıyordum. Uyku bastıracak olsa bir bardak bir şey içerek açılıyor, yeniden çalışmaya koyuluyordum. Uykuda bile zihnim, okuduğum şeylerle meşgul oluyordu. Çoğu zaman, uyandığım zaman halledemediğim bazı şeylerin uyku sırasında halledilmiş olduğunu gördüm.

Bir ara, Aristoteles'in "Metafizik"ini incelemeye başladım. Bu kitabı belki kırk kere okuduğum halde anlayamadım, ümitsizliğe düştüm. Bir gün mezatta bir kitap satılıyordu. Beni tanıyan tellal bu kitabı almamı tavsiye etti. Bu, Farabî'nin uğraştığım halde anlayamadığım konu üzerinde yazılmış bir eseri idi. Kitabı aldım, eve dönünce hemen okumaya koyuldum. O vakte kadar anlayamadığım Aristotales'in kitabındaki fikirleri derhal kavradım. Buna son derece sevindim. Allah'a şükrederek secdeye kapandım; fakirlere sadaka dağıttım."

"Nazarî bilgimi, hastaların üzerindeki gözlemlerimle tamamlıyorum" diyen İbni Sina o mertebe iyi bir doktordu ki, kimsenin iyi edemediği Buhara Emiri Nuh İbni Mansur'u tedavi etti ve iyileştirdi. Bunun üzerine Emîr, İbni Sina'yı kütüphane müdürlüğüne tayin etti ve burada İbni Sina bulabildiği bütün kitapları okuyarak düşüncesini iyice genişletti ve geliştirdi.
Emir öldükten sonra Buhara'dan ayrıldı ve büyük bilgin Birûni'nin yaşadığı Harzem'e giderek orada bu büyük bilgin ile birlikte çalıştı, iki bilgi denizi Harzem'de birbirine karışarak büyüdüler. Fakat fikirlerinden ötürü takibata uğradı. Bilgisinin enginliği yüzünden kıskançlıklarla boğuştu, İran'da şehirden şehire göç etmek zorunda kaldı. Ama bütün bu dalgalanmalar içinde durmadan okudu, durmadan yazdı... Bütün kurduğu teorileri deneyden geçirmiştir. İbni Sina'nın 10. yüzyılın başında kullandığı deneylerden teoriye geçmek metodunu batı dünyası ancak 16. yüzyılda kullanmaya başlayacak ve çağımız uygarlığını bu metodun getirdiği bilgilerle kuracaktır.

ESERLERİNİN ÇOĞUNU ARAPÇA YAZMIŞTI

İbni Sina'nın 100'den fazla eseri olduğu söylenir. Bazıları, zaman içinde kaybolmuş olsa da en önemlileri ve belli - başlıları bugün elimizdedir. Eserlerini Arapça yazıyordu. Yalnız iki tanesi, Farsça’dır. Eserlerinin çoğu tıbba, fiziğe, astronomiye ve felsefeye dairdir. Büyük ansiklopedik eseri "Aş -Şifa" ve bunun özetlenmişi olan "An - Necat" en ünlülerindendir ve dünya tıp tarihinin en büyük eserleri arasındadır. Batının 19. yüzyılda bir tesadüfle fark ettiği insan vücudunda kanın "küçük deveranını", İbni Sina, 10. yüzyılda biliyordu.

İnsan hekimliğinin bütün yasalarını bir bir deney ve gözlemlerine dayanarak yazdığı "El-Kanun fi’t-tıp" adlı eseri, Latince’ye çevrilmiş, daha sonra Fransızca, Almanca ve İngilizce çevirileri 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Batının hemen bütün üniversitelerince ders kitabı olarak okutulmuştur. Bugün de Paris Tıp Akademisi salonlarında İbni Sina'nın heykeli en saygın yerinde durmaya devam ediyor.

İbni Sina, felsefede tıpkı Farabî gibi başlamış, fakat daha sonra ondan ayrılarak Yunan felsefesi ile İslâm Kelâm'ını uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu ilginç deneme, daha sonraki yüzyıllarda sürdürülmüş olsaydı hem doğuda bir felsefe geleneği kurulmuş ve gelişmiş olacak, hem de Batı felsefesi "insan gerçeği" üzerine daha sağlam oturmuş olacaktı. Nitekim 18. yüzyıla kadar Batının hemen bütün filozoflarını etkilemiştir.

YAZDIĞI IKI ROMANLA DÜNYANIN İLK ROMANCISI ŞEREFİNİ KAZANMIŞTI

Dünyada ilk felsefî roman denemesi, İbni Sina tarafından yapılmış ve yazdığı iki romanla, dünyanın ilk romancısı şerefini kazanmıştır. Eserleri Lâtince, İbranice, Süryanice'den başlayarak giderek bütün dünya dillerine bir çok defalar çevrilmiş ve yayınlanmıştır. Batı bu büyük Türk bilginini "Avicenne" (Avisen) adı ile tanır. Türkçemize de bir çok eseri çevrilmiştir. Bu büyük fikir ve bilim kahramanının 1000. ölüm yıldönümüne, Türk fikir ve bilim adamlarının şimdiden hazırlandıklarını düşünmek tatlı bir umuttur.


lionhead 5 Temmuz 2006 22:25

HAREZMİ (Algorizm)
(MS 770-840)
http://www.cybermaths.8m.com/harezmi.gif Tam adı Muhammed Bin Musa el-Harezmi olan bu büyük bilim adamı, Horasan’da (Özbekistan’ın Karizmi kentinde) doğmuştur.Hayatının büyük bir bölümü Bağdat’da (Beytü’l Hikme’de) matematik, astronomi ve coğrafya konularında çalışarak geçmiştir.
Cebirin kurucusu olan Harezmi’nin iki önemli matematik kitabı vardır; "Cebir" ve "Hint Hesabı".Harezm'de temel eğitimimini alan Harezmi gençlinin ilk yıllarında Bağdat'taki ileri bilim atmosferinin varlığını öğrenir.
İlmi konulara doyumsuz denilebilecek seviyedeki bir aşkla bağlı olan Harezmi ilmi konularda çalışma idealini gerçekleştirmek için Bağdat'a gelir ve yerleşir. Devrinde bilginleri himayesi ile meşhur olan abbasi halifesi Mem'un Harezmideki ilm kabliyetten haberdar olunca onu kendisi tarafından Eski Mısır, Mezopotamya, Grek ve Eski hint medeniyetlerine ait eserlerle zenginleştirilmiş Bağdat Saray Kütüphanesinin idaresinde görevlendirilir. Daha sonra da Bağdat Saray Kütüphanesindeki yabancı eserlerin tercümesini yapmak amacıyla kurulan bir tercüme akademisi olan Beyt'ül Hikme 'de görevlendirilir. Böylece Harezmi Bağdat'ta inceleme ve araştırma yapabilmek için gerekli bütün maddi ve manevi imkanlara kavuşur. Burada hayata ait bütün endişelerden uzak olarak matematik ve astronomi ile ilgili araştırmalarına başlar.
Bağdat bilim atmosferi içerisinde kısa zamanda üne kavuşan Harezmi Şam'da bulunan Kasiyun Rasathanesin'de çalışan bilim heyetinde ve yerkürenin bir derecelik meridyen yayı uzunluğunu ölçmek için Sincar Ovasına giden bilim heyetinde bulunduğu gibi Hint matematiğini incelemek için Afganistan üzerinden Hindistana giden bilim heyetine başkanlık da etmiştir.
Harezmi 'nin latinceye çevrilen eserlerinden olan El-Kitab 'ul Muhtasar fi 'l Hesab 'il cebri ve 'l Mukabele adlı eserinde ikinci dereceden bir bilinmeyenli ve iki bilinmeyenli denklem sistemlerinin çözümlerini inceler.
El Harizmi matematiğin yanısıra astronomi ve coğrafya ilimlerinde de eserler vermiştir. Astronomik cetvellerle ilgili kitaplar yazmış ve bu eserler 12. y.y. da Latince' ye çevrilmiştir. Bunu yanısıra Ptolemy'nin coğrafya kitabını düzeltmelerle yeniden yazmış, 70 tane bilim adamıyla birlikte çalışarak 830 yılında bir dünya haritası çizmiştir. Dünyanın çevresini ve hacmini hesaplama çalışmalarında yer almıştır. Güneş saatleri, usturlaplar ve saatler üzerine yazılmış eserleri de vardır.



DOĞU MATEMATİKÇİLERİ
<FONT face="Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif" size=2>Matematik tarihine kabaca göz attığımızda 14.hatta 15. yüzyıla kadar öncülüğün Doğu'da olduğu görülür. Dönemin en ünlü matematikçileri Arap, Fars, Türk ve Endülüs-Arap kökenlidir. 16. yüzyılın başından itibaren Batı'nın matematikte öncülüğü aldığı, özellikle 17. yüzyılda Descartes'dan sonra Doğu'yu aştığı kabul edilir. أبو عبد الله محمد بن موسى الخوارزمي</SPAN> ) Horasan'da doğup Bağdat'ta yaşamış olan ünlü matematik, astronomi ve coğrafya bilginidir. Matematik alanındaki çalışmaları cebirin temelini oluşturmuştur. Bir dönem bulunduğu Hindistan’da sayıları ifade etmek için harfler ya da heceler yerine basamaklı sayı sisteminin (bkz. onluk sistem) kullanıldığını saptamıştır. Harezmî'nin bu konuda yazdığı kitabın Algoritmi de numero Indorum adıyla Latince'ye tercüme edilmesi sonucu, sembollerden oluşan bu sistem ve sıfır 12. yüzyılda batı dünyasına sunulmuştur. Hesab-ül Cebir vel-Mukabele adlı kitabı, matematik tarihinde birinci ve ikinci dereceden denklemlerin sistematik çözümlerinin yer aldığı ilk eserdir. Bu nedenle Harezmî (Diophantus ile birlikte) "cebirin babası" olarak da bilinir. İngilizce'deki "algebra" ve bunun Türkçe'deki karşılığı olan "cebir" sözcüğü, Harezmî'nin kitabındaki ikinci dereceden denklemleri çözme yöntemlerinden biri olan "el-cebr"den gelmektedir. Algoritma (İng. "algorithm") sözcüğü de Harezmî'nin Latince karşılığı olan "Algoritmi"den türemiştir ve yine İspanyolca'daki basamak anlamına gelen "guarismo" kelimesi Harezmî'den gelmektedir. Harezmî, İngilizce'de "al-Khwarizmi", Farsça'da خوارزمی diye anılır.
Konu başlıkları

[gizle]//
[değiştir]

Hayatı

Horasan bölgesinde bulunan Harezm (bugünkü Özbekistan'ın Khiva)şehrinde dünyaya gelen Harezmi'nin tam adı Abdullah bin Musa el-Harezmi'dir. Doğum tarihi konusunda ihtilaf vardır, büyük ihtimalle 780 yılında doğmuş 845'de ise vefat etmiştir. Bu tarihler kesin değildir yine de 800 yılı civarında doğduğu ve 840 yılı civarında da vefat ettiği bilinmektedir.
Harezm'de temel eğitimimini alan Harezmi, gençlinin ilk yıllarında Bağdat'taki ileri bilim atmosferinin varlığını öğrenir. İlmi konulara doyumsuz denilebilecek seviyedeki bir aşkla bağlı olan Harezmi ilmi konularda çalışma idealini gerçekleştirmek için Bağdat'a gelir ve yerleşir. Devrinde bilginleri himayesi ile meşhur olan Abbasi halifesi Mem'un Harezmi'deki ilim kabiliyetinden haberdar olunca onu kendisi tarafından Eski Mısır, Mezopotamya, Grek ve Eski hint medeniyetlerine ait eserlerle zenginleştirilmiş Bağdat Saray Kütüphanesi'nin idaresinde görevlendirilir. Daha sonra da Bağdat Saray Kütüphanesindeki yabancı eserlerin tercümesini yapmak amaıyla kurulan bir tercüme akademisi olan Beyt'ül Hikme'de görevlendirilir. Böylece Harezmi, Bağdat'ta inceleme ve araştırma yapabilmek için gerekli bütün maddi ve manevi imkanlara kavuşur. Burada hayata ait bütün endişelerden uzak olarak matematik ve astronomi ile ilgili araştırmalarına başlar.
Bağdat bilim atmosferi içerisinde kısa zamanda üne kavuşan Harezmi, Şam'da bulunan Kasiyun Rasathanesi'nde çalışan bilim heyetinde ve yerkürenin bir derecelik meridyen yayı uzunluğunu ölçmek için Sincar Ovasına giden bilim heyetinde bulunduğu gibi Hint matematiğini incelemek için Afganistan üzerinden Hindistan'a giden bilim heyetine başkanlık da etmiştir.
Harezmi'nin latinceye çevrilen eserlerinden olan ve ikinci dereceden bir bilinmeyenli ve iki bilinmeyenli denklem sistemlerinin çözümlerini inceleyen El-Kitab 'ul Muhtasar fi'l Hesab'il cebri ve 'l Mukabele adlı eseri şu cümleyle başlar :
"Algoritmi şöyle diyor: Rabbimiz ve koruyucumuz olan Allah 'a hamd ve senalar olsun"
[değiştir]

Eserleri

[değiştir]

Matematik ile ilgili eserleri
  • El- Kitab'ul Muhtasar fi'l Hesab'il Cebri ve'l Mukabele
  • Kitab al-Muhtasar fil Hisab el-Hind
  • El-Mesahat
[değiştir]

Astronomi ile ilgili eserleri
  • Ziyc'ul Harezmi
  • Kitab al-Amal bi'l Usturlab
  • Kitab'ul Ruhname
[değiştir]

Coğrafya ile ilgili eserleri
  • Kitab surat al-arz
[değiştir]

Tarih ile ilgili eserleri
  • Kitab'ul Tarih
Retrieved from "http://tr.wikipedia.org/wiki/Abdullah_bin_Musa_el-Harezmi"
</DIV>


lionhead 5 Temmuz 2006 22:34

El-biruni





Abu'l-Reyhan Muhammed Bin Ahmet El-Biruni El-Harizmi

O, sadece Türk ve İslam dünyasının değil, dünyanın en büyük bilim adamlarından biri sayılmaktadır. O, Ceyhun nehri kıyısındaki Hive kasabasında doğmuştur. Gazne'de de ölmüştür.

Gerçek bir bilim adamı ve filozof olan El-Biruni'nin çalışma alanları çeşitli olup, başlıcaları matematik, astronomi, etnografya ve tarih'tir. Kendisi Türk'tür ve O'nu Arap ya da Acem olarak göstermek isteyen Avrupalılara da daima karşı çıkmış tır. Ancak Arapçayı çok iyi bildiği ve kullandığı için bu gibi yanılgılara düşülebilmektedir.

O'nun yaşamında, yaşadığı çağın siyasi gelişmelerinin izleri vardır. O henüz 23 yaşında olduğu bir sıra da, bu gibi nedenlerle ülkesinden ayrılmak zorunda kalmıştır. Gürganç yani Cürcaniye adıyla bilmen kasabaya yerleşmiştir. Bir süre sonra kuzeye gidecek ve "Şems-ül Meani Ka-buse"ye katılacaktır.
10-12 yıllık bir aradan sonra tekrar ülkesine döndüğünde, ülkesini yönetmekte olan Harzemşah Memun tarafından hoş karşılanacaktır ve itibar görecektir. Daha sonra bu Halife'nin oğlu Ebu-el-Abbas Ali' ye danışman olacaktır. Harzemşah bir suikastta öldürülmüş ve ortalık yeniden karışmıştır. Sultan Mahmut Sebüktekin bütün Harzem ülkesini kendisine bağlamıştır. Böylece Biruni için yepyeni bir dönem başlamıştır. Sebüktekin Birani'yi kendisine damşman seçince, Gazne'ye gitmek ve oraya yerleşmek zorunda kalmıştır.

Sonunda bilimsel çalışmalara yö-nelebilmek için huzurlu ve uygun bir ortam bulabilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki bilimsel çalışmalarına bir hayli ilerleyen yaşına rağmen başlayabilmiştir. Bir ara, Sultan'in da is -teğini dikkate alarak, Hindistan'a da gitmiştir. Hindlilere ait derin araştırma kayıtlan bulunmaktadır. Bu uygarlığın, dil, din ve geleneklerini, bilimde ve matematikteki çalışmalarım, karşılaştırmalı bir anlatımla bir kitapta toplamıştır. Bu kitabı halen İstanbul'da Köprülü Kütüphanesinde, 1001 sıra no.da kayıtlı bulunmaktadır.

O'nun çevirileri de ünlüdür. Seçtiği eserler genelde pozitif bilimler ile ilgilidir. Yunan, Hİnt ve Arap bilim adamlarının ürettikleri en gözde kitapları incelemiş, büyük bir kısmının çevirisini yapmıştır. Hindistan'da olduğu süre içinde, Sanskritçe'yi de öğrenmişti. Arapça ve Farsça'yı da çok iyi bilmektedir. O eserlerini hep Türkçe yazmıştır. 63 yaşına geldiği yılda, 113 adet yapıta adını yazdırmış bulunuyordu. Bunlar astronomi, matematik, tıp, coğrafya, takvim ve felsefe olarak sıralanabilecektir.

Konularını seçmesi ve işlemesi sırasında kullandığı üslup ve açıklama için kullandığı teknik hayli yeni sayılmaktadır. Bu nedenle O'nun bu çalışmaları Asya'da bir bilim röne-sansı olarak kabul edilmiş ve kurucusu olarak da El-Biruni görülmüştür. O'nun Eski Yunan bilim ve felsefesine olan hayranlığı ve ilgisinden ötürü O'na "Hint kapılarında bir Eflatun " derlerdi.

Matematikteki çalışmaları da çeşitlilik göstermektedir. Bunların içinde "durumlar hesabı"denilen ve içeriği Varyasyon, Kombinezon ve Permü-tasyon konularından oluşan, eşyanın ve nesnelerin düzenlenmesi ve bu düzenlerin sayılması problemlerini ilk kez O incelemiştir.

Seriler ve bunların toplamları ile il-ili tezler oluşturuyor, ortogonal si-indirik projeksiyon hakkında, trigo-Inometriden de yararlanarak, daire-kiriş hesapları yardımıyla bunların jeodezik uygulamalarına dair yeni buluşlar yapıyordu.

Trigonometriyle ilgili kitabında, bulunduğu çağ itibariyle önemli sayılabilecek bazı yenilikler göze çarpıyordu. Bunların başında, trigonometride cosinüs teoremi olarak bilinen ilişkiyi ilk kez ortaya koyan kişi olmuştum Düzgün poligon çizmek (O özellikle 9 kenarlısı ile ilgilenmiştir), bir açıyı üç eşit parçaya bölmek gibi özel problemlerle ilgilendiği görülmektedir. Bir de üçgenin alanını veren bir formül yaptığı ve bunun kenarlar cinsinden hesaplanacağı anlaşılmaktadır. Formül şudur:
s = V2 (a+b+c) olmak üzere, üçgenin A alanı A = Vs(s-a)(s-b)(s-c) ile hesaplanabilecektir.
O'nun matematiğin dışında, diğer alanlarda yaptığı çalışmalar da hayli ilgi toplamıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:
-hidrostatiğin bazı yasalarını bulmuştur.
- ışığın yayılma hızı hakkında bil-ler oluşturmuştur. Bunların sınırlı bir hız olduğunu söylemiştir.
-gözlem yoluyla güneşin bazı hareketlerini incelemiştir.
coğrafyaya ilişkin çalışmalar yapmıştır.
-bitki biyolojisi alanında da çalışmalan vardır.
-deniz suyunun tuzluluğunu incelemiştir.
-ilaç kavramı ve eczacılık hakkında çalışmalan ve önerileri vardır.
O'nun hayli eser verdiği bilinmektedir. Bunlann önemli olanları aşağıya çıkanlarak incelenmiştir. Bu kitaplann bir çoğu, başta trigonometri kitabı olmak üzere, batı dillerine çevirileri yapılarak Avrupa'da kullanılmıştır. Trigonometri kitabı 1907 yılında bu kez Almancaya çevirilerek yayımlanmıştır.
Eserlerinin başlıcaları şunlardır:
-El-Asarü 'l-Bakiye Ani 'l-Kuruni' Haliye [Geçmiş zamanlardan yapıtlar],
Bu eserini 1000 yılında, 27 yaşında olduğu yıl tamamlamıştır. Bu eserinde, ölçtüğü bu ekliptiğin eğim açısı vardır ve bu açı 23° 27' olarak verilmiştir. Bu konudaki çalışmalanna 995 yılında başlamıştır.
-Tahkik ma li 'l-Hind (ya da Tari-hü Hind)[Hind Tarihi],
Hindistan ve Hintliler hakkında geniş bilgiler içeren bir yapıttır. Bu ülkenin ve uygarlığın dini, felsefesi bilimi, edebiyatı, coğrafyası ve gelenekleri hakkında bilimsel bir dil ve araştırmaya dayalı ender eserlerden biridir.
-El-Kanunü 'IMes 'udi fi 'l-Heyeti ve 'n-Nücum...

1030 yılında tamamladığı bu kitabının içeriği matematik ve astronomi konulanndan oluşmaktadır. Bir çeşit ansiklopedi olan bu eser Gaz-ne'li Mahmud'un oğlu Sultan Mes' ud'a ithaf edilmiştir. Kitapta bir çok yeni konu ve buluş vardır. Trigonometriyle ilgili bir bölüm de bulunmaktadır. -Makaalid el-ilmi el-Hey 'e ma Yuhde s fi basit el Küre [Astronomide küresel şekilleri tanımlayan anahtarlar Bu makalesinde, trigonometriyle ilgili bazı teoremlerin kanıtları ve
rilmiştir. Bu kanıtlar daha sonra övgü almıştır.

Kitab-üssaydele Fittıp adlı eserinde daha çok matematik konulan ve özellikle sayılara ilişkin çalışmaları yer almıştır. Bu kitabındaki bazı açıklamaları günümüzde dahi ilgi uyandıracak derecede çarpıcı belirlemelerdir. Hindlilerin rakamları buluş ve değerlendirişine ilişkin bu bilgilerden Arap ve Türk dünyası matematik bilginlerinin nasıl etkilendiğini açıklamaya çalışmaktadır.

-Tahdidü nihayati 'l-ama-Unli-tashih-I mesafeti 'l-mesakin.
Bu eserinde Hindistan ve Afganistan'daki jeoloji gözlemleriyle ilgili bilgiler bulunmaktadır.Bunlann incelenmesi sırasında kullanılan geometri konularından ve problemlerinden sözeder. Trigonometrik fonksiyonların incelenmesi sırasında birim gember' in kullanılması fikrini ilk kez ö-neren O'dur. "Birim çember", yarıçapı 1 birim olan çemberdir. Bunun, incelemelerde çok kolaylıklar sağlayacağını özellikle belirtmiştir.
Yukarıda sıralananlar dışında diğer eserleri de şunlardır:
-El-Hind [Hindistan],
-Kitab-til Patanjali 'l-Hindi,
-Kitab-ül istihrac-ül-Etvarfi 'd-
Daire bi kavs-il-hatt-il-Münha-yil Vaki Fiha [Dairedeki kirişlerin dairenin çember parçasının kavsi hesabıyla çıkarma kitabı.
-Kitab-ül-Teftnmfi Evaili Sınaatit-Tencim
-Kitab-ül-Cemahir fi Ma 'rifeti
Cevahir [Cevherlerin tanınmasına dair topluluk kitabı]
-Makale fi istihrac-i Kadr-al-ardbi rasadı inhitat-ul u/k an Kulel-ul Cibal [Dağ başlarında yapılan ufuk alçalması gözlemi yardımıyla yer boyutlarının belirlenmesi.]

Bu makalesinde, kendi çalışmalarına dayanarak yer yarıçapının değerini açıklamıştır. Bu hesaplar sonucunda O, yer yançapını 6243,54 km olarak belirlemiştir. Oysa Hindistan[El Hind] adlı eserinde yine bu konuda verdiği bir başka değer vardır ki yer yarıçapını orada daha farklı olarak 6324,66 km vermiştir. Bu ise gerçeğe daha yakındır.

O çok yönlü kişiliğiyle bir çok bilim dalında konu edilmiştir.


lionhead 5 Temmuz 2006 22:39

10. ve 11. yy.da İslam dünyasında yetişmiş büyük fen ve din alimidir. Eserlerindeki yüksek fen bilgileri kendisinden 8 asır sonra gelen fen alimlerini dahi hayrette bırakmış , bugünkü fennin kurucularının rehberi olmuştur. Aslen Türktür. İsmi Muhammed bin Ahmed el-Biruni el Harezmi olup, künyesi Ebu Reyhan'dır. El-Üstad lakabı ile anılmış , Biruni diye meşhur olmuştur. 973 senesinde , bugün İran sınırları içinde olan Kas'ta (Şah Abbas-ı Veli denilen yerde ) doğdu. 1049 senesinde Gazne 'de vefat etti.
Küçük yaşta babasını kaybeden Biruni daha o zaman üstün kabiliyeti ve zekasıyla dikkatleri üzerine çekti. Harezmşah Hanedanından meşhur alim ve matematikçi Ebu Nasr Mansur bin Ali bin Irak onu himayesi altına alıp , akli ve nakli ilimleri öğretti. Devlet adamlarına ve saray erkanına yakın bir hava içinde yetişen Biruni , çeşitli sebeplerle gittiği değişik memleketlerde görüştüğü alimlerden ilim öğrendi. Astronomi ilmine düşkünlüğü sebebiyle rasatlar yaptı ve kitaplar yazdı.
Biruni astronomi alanındaki çalışmalarına 995-996 yılları arasında Harezm Şehri yakınlarında Buşkatir'de güneşin ve gezegenlerin deklinasyonlarını (meyillerini) tespitle başladı. Ebul Hasan Ali bin Me'Mun 'un daveti üzerine tekrar Harezm'e gelerek 998'de Ebu'l-Vef El-Buzcani karşılıklı rasatlar yaptı. Harezm şehrinin bulunduğu meridyeni Bağdat' göre tahkik etti. Daha sonra Cürcaniye'ye gelip bir müddet orada kaldı. 1009 'da güneşin ve gezegenlerin deklinasyonlarıyla meşgul oldu. Belirli metotlarla o şehrin meridyenini Harezm'e bağladı.
İbn-i Sina ile görüştü. Aralarında fizik ve astronomiyle ilgili münazaralar oldu. İbn-i Sina'nın dini konulardaki bozuk düşüncelerini red ve tenkit ederken, onun fevkalade zeki , kurnaz , fakat felsefi görüşlere ve yanlış düşüncelere saplanmış olduğunu bildirdi.
Ebu Reyhan el-Biruni 44 yaşındayken Gaznelilerin himayesine girdi. Gazneli Mahmut kendisine çok ihsan ve iltifatlarda bulundu. Gazne'de hükümdar sarayında bir rasathane kurarak , güneşin ve gezegenlerin Harezm'de bulduğu deklinasyon değerlerini tahkik için yeni rasatlar yaptı. 1011 senesi ortalarında Kabil şehrinde çalışmalarda bulundu. Gazneli Mahmut'un Hindistan seferine başdanışman ve hazine genel müdürü olarak katıldı. Hindistan'ın fethinden sonra burada bazı ilim çalışmaları yaptı. Yerkürenin çapını hesapladı. Sankskritçeyi öğrendi. Hindistan'daki çalışmalarını tamamladıktan sonra Gazne'ye döndü. Sultan Mahmut Hanın oğlu Mes'ud ve torunu Mevdud , Biruni'te çok değer verdiler , çalışmaları için ona her imkanı sağladılar. Bu imkan ve fırsatları çok iyi değerlendiren Biruni sıkı bir çalışma ile pek çok hizmetlere vesile oldu. İbranice , Rumca, Süryanice , ve Yunancayı da öğrendi. Tıp , fizik, astronomi, matematik, tarih, kronoloji ve jeodezide pek büyük ihtisas ve maharet gösterdi.
Biruni 1037 senesine kadar çeşitli ilimlere dair 113 eser verdi. 1037 senesinden sonra 12 sene yaşadı ve bu sırada 83 esere daha imza attı. 1049 senesinde Gazne'de vefat etti.
Din ve fen bilgilerinde pek yüksek olan Ebu Reyhan el-Biruni , güzel ahlak sahibiydi. Ehl-i sünnet ve cemaat itikadında (inancında) idi. Onun Harezm 'de iken Şii yani Eshab-ı kiram düşmanı olduğuna dair söylenenlerin aslı yoktur. Peygamber efendimizin Eshab-ı kiramına son derece bağlı olan El-Biruni , Eshab-ı kiram düşmanlarının , İslam dünyasını karıştırmak yolundaki gayretlerinin boşa çıkmasındaki memnuniyetini gençliğinde olduğu gibi ihtiyarlığında yazdığı eserlerde de belirtmişti. Bilhassa batıl inanmış ve hurafelerle durmadan mücadelede bulunmuş , onların yanlışlıklarını delililerle ispat etmişti.
İbadetler hususunda çok dikkatli davranan Biruni, temizlik şartını her fırsatta methetmiş,içki ve kumarın Allahü tealanın Kur!an-ı Kerim' de bildirdiklerini anlamaktan aciz , asi insanların işi olduğunu işaret ederek , zaten kısa olan ömrün ve sağlığın kıymetini bildirmiştir.
Şehirlerin meridyen ve paralellerini ilim namına tespit ederken , Müslümanlara hizmeti ,Allahü tealanın rızasına kavuşturacak bir iş sayarak kendisini bahtiyar addettiğini ve bundan zevk aldığını anlatırdı.
Tarihi hadiseleri iktisadi sebeplerle de izah eden Biruni iktisadi tarihin esaslarını vaz etti. Türklerin İslamiyeti kabullüyle bu medeniyetin çok geniş sahalara yayılmış olmasından dolayı insanlığın bilhassa ilmin büyük kazançlar elde ettiğini bildirdi.
Biruni tam anlamıyla ilmi araştırma metoduna sahipti. Bu yüzden bilim tarihçileri onu bütün devirlerin en büyük mütefekkirleri arasında değerlendirirler. Ortaya koyduğu metot ; eşya ve hadiselerin en ince ayrıntılarından başlayarak araştırma ve incelemelerini sürdürmek , tecrübelerle nazariyeleri sağlam esaslara oturmak ve böylece genel prensip ve kanunlara ulaşmaktır.
Günümüzde özellikle batı bilim dünyasında ve onları körü körüne taklit eden doğulularda yaygın kanaate göre ünlü yer çekim nazariyesi yani cazibe kanunu İngiliz bilim adamı Newton tarafından keşfedilmiştir. Halbuki bu konuda ilk defa fikir ortaya atıp incelemelerde buluna Biruni'dir. Biruni yer çekimi hakkında şunları söylemiştir:dünya dönüyorsa bu dönüşünden dolayı ağaçlar taşlar yerlerinden niçin fırlamıyorlar? Diyenlere şeyle cevap veririz."bu dünyanın dönüşü hakkında ortaya koyduğumuz teoriyi çürütmez. Çünkü her şey dünyanın merkezine düşüyor. Bu da gösteriyor ki o merkezde çekicilik var. İşte bu çekim yeryüzündeki nesnelerin dışarı fırlamasına mani olmaktadır". Bu hususu bilim tarihçisi Carl L. Boyer A History of Mathematics adlı eserinde açıkça belirtmektedir.
Dünya çapının tayinini de ilk defa Biruni yapmıştır. Makale fi İstihracı Kutr-il-ard bi Rasadı İnhitat-il-ufuk adlı risalesinde yer yarı çapının hesabını açıklar ve dünyanın yuvarlak en ufak tereddüde yer vermez.
cosa = R/(R+h)
Biruni düz bir ovada A noktasından uzaktan ölçme metodu ile HH' yüksekliğini h=308 m olarak bu yükseklikte ufuk alçalmasını ise a =34'' olarak ölçtü . OAH' dik üçgenden yukarıdaki bağıntı ile yer yarı çapını R=6297,5 km olarak buldu. Inkra adlı eserinde ise yer yarı çapını R=6324,66 olarak gerçek yarı çapa çok yakın bir şekilde vermektedir.
Biruni'nin eserlerine gerçek ilim haysiyetiyle yaklaşıp tetkik eden bütün bilim adamları, ilim tarihçileri ortaklaşa olarak şu sonuca varmaktadırlar. "Biruni çok nadir yetişen ir dahi , ilim dünyasına şimdi ve gelecekte ışık tutacak büyük bir alimdir. Ona her yaklaşmamızda ; metoduna , haysiyetine , şahsiyetine, derin kavrayış ve nezaketine hayran kalmaktayız". Bu ortak kanaatin sonucu olarak , Amerikalı bilim tarihçisi George Saton 11. asra Biruni asrı demektedir.
Esaslı bir din kültürü almış ve aldığı bu din ilimleri kültürünü tam olarak hazmederek bütün çalışmaları ve hayatına sirayet ettirmiş olan Biruni , ilmi eserlerinde mevzuuyla ilgili Ayet ve hadisleri zikretmiştir. Ayet ve hadisleri eserlerinde zikretmesi onun Kur'an-ı kerim ve hadis ilmindeki vukufunu gösterdiği gibi , Kur'an-ı kerime ve Peygamberimize olan bağlılığını da ortaya koyar.
Biruni'ye göre ilim hazzı yani hak ve hakikati araştırma zevki en yüksek zevkler arasındadır. Bu hususta kendisi şöyle demektedir: "ilim adamına yani ilim hizmetçisine lazım ve kaçınılamaz olan şey, ilmin bütün sahalarında yeterli bir seviyede olamasa bile , ilimler arasında bir ayrım yapmamak her birini hakkını vermektir. Çünkü ilim güzeldir lezzeti de kalıcıdır. Araştırma boyunca bu lezzet sürer gider. Araştırma bitince lezzette son bulur. İlim adamı kendinden önce gelen alimlere hor gözle bakmamalı ; tevazu ile eserlerine yaklaşıp , istifade etmelidir. Böylece en doğru ve sağlam bilgilere ulaşacak , kusurlu , hatalı bilgilerden uzak durmuş olacaktır. İlmin ilerlemesi ve gelişmesi için şunlar lüzumludur:
1. İlmi düşünceye serbestlik tanınmalı yani ilimde söz sahibi olanlar fikir hürriyetine sahip olmalı.
2. İlmi çalışmalar açık ve sağlam metotlara dayanmalı.
3. İlim; batıl düşüncelerden ,sihir ve hurafelerden arındırılmış olmalı.
4. Gerçek ilim adamlarının çalışma zevk , şevk ve gayretlerini arttıran teşvik tedbirleri alınmalı.
5. İlmin ilerlemesi için gerekli her türlü maddi , sosyal ,teknik şartlar ve imkanlar hazırlanmalı.
6. İlme , ilmi eserlere ve ilim adamlarına hürmet edilmeli itibarları sağlanmalı.
7. İnsanların dikkat ve alakalarını ilmi konulara çekme çalışmaları yapılmalı.
8. Devletin ileri gelen adamları ilmin gelişmesi için gereken tedbirleri tespit edip hemen bunları tatbik etmeli.
Biruni beşeri manevi ilimler sahasındaki incelemelerinde bir takım prensipleri esas alıyordu. Bu hususları şöyle demektedir:"Bu ilimlerle meşgul olacaklar önce kalplerini bozuk itikat , kötü huy ve saplantılardan temizlemelidir. İnsanların çoğu manevi hastalıklara yakalanmıştır. Bu hastalıklar sahibini hak ve hakikati göremez hale getirir , kalbi kör kulağı sağır eder. Taassup , başkalarına üstün gelme , nefsin , kötü arzu ve heveslerin peşi sıra gitme ,makam, mevki sevdası peşinde ola , ve benzeri kötü huylar ilim adamına yakışmaz. Bu sebeple de herkes ilim adamı olamaz. İlim yolu çetin bir yoldur. Fakat ele geçmesi de imkansız değildir. Hak ve hakikati araştırırken mümkün olan en yakın , en sahih , en sağlam bilgilere tutunulmalıdır. Bu yapılırken de sahalarının otoritelerine ve ye eserlerine baş vurulur. Yani herkesi sözüne ve eserine değil de , otorite olan alimlerin söz ve eserlerine müracaat edilir. Tespiti mümkün olan hakikatler ortaya çıkarılır."
Biruni muhtelif ilimlere dair 1037 senesine kadar 113 eser yazmıştır. Daha sonra vefat edene kadar 12 sene zarfında ise , 83 eser telif etmiştir. Biruni'nin eserlerini incelediğimizde , onun esaslı bir din kültürü almış ve aldığı bu din ilimleri kültürünü tam anlamıyla hazmetmiş , bütün hayatına ve çalışmalarına sirayet ettirmiş olduğu görülmektedir. Biruni'nin dehasını ve ilmi başarılarının sırrını esasında onun bu yönünde aramak lazımdır. Yazdığı eserlerden bazıları şunlardır:
Asar-ül-Bakiyye: Biruni bu eserini 28 yaşında yazmıştır. Arapça telif eser olup , Cürcan hükümdarı Kabus bin Yaşgir'e ithaf edilmiştir. 1878-1879 senesinde İngilizce'ye tercüme edilen eser 1923 yılında tekrar basılmıştır. Eser beynelmilel bir kronoloji, takvim, tarih, kültür ve astronomi konularını ihtiva etmekte olup, ilmi değerini günümüzde bile sürdürmektedir.
Bu eserinde Harezm şehrinde yaptığı 7,5 m çapındaki duvar rubu' tahtası ile ölçtüğü ekliptik meylini vermektedir.
Sene
Ekliptiğin Meyli
Batlamyus
?
23º50'
El-Me'mun astronomları
832
23º33'39''
Sabit bin Kurre
875
23º33'30''
El-Battani
880
23º27'
El-Biruni
995
23º27'
Techo Brahe
1790
23º30'
Bradley
1750
23º28,8'
Modern Ölçüler
1950
23º26,7'

Bu tabloda da anlaşıldığı gibi Biruni'nin bulduğu değer bu günkü ölçülere çok yakındır.
Tahkiku ma lil-Hind: Bu eserini Gazneli Mahmut ile birlikte gittiği Hint seferinde Hint dini , kültürü ve felsefesi , sanskritçeyi öğrenip yerinde tetkik etme suretiyle hazırlamıştır.
Tahdidu Nihayet-il-Emakin li-tashih-il-Mesakin: 1015 senesinde tamamladığı bu eserde matemetiki coğrafyanın inceleme metotları anlatılmıştır. Harezm, Hindistan ve Afganistan'da yaptığı rasatları ile jeoloji ve jeodeziye ait meselelerden bahsetmekte; trigonometri ile ilgili yeni kavramlar ve yorumlar getirmektedir. Bu eseri ile Biruni jeodezi ilminin kurucusu sayılmaktadır.
El-Kanun-ül-Mes'udi: Astronomik coğrafya demek olan bu eser , Biruni'nin en büyük eseridir. Bu eseri ciddi, ehemmiyeti haiz bir matematik ansiklopedisi mahiyetinde olup, devrinin bir çok yenilik ve keşiflerini ihtiva etmektedir.
Kitab-üt-Tefhim fi Evaili Sanaat-it-Tencim, Kitab-ül Cevahir fi Ma'rifet-il-Cevahir: Bu eseri kıymetli taşlar ve madenlerden bahsetmektedir. Biruni izafi yoğunlukları "mahruti aleti" dediği ve en eski piknometre diyebileceğimiz bir alet vasıtasıyla tayin etmekteydi. Onun sıcak ve soğuk su arasındaki ağırlık farkını daha o vakit 0,041677 olarak tespite muvaffak olduğu bilinirse, kendisinin ne mahir bir ilim adamı olduğu ortaya çıkar. Altının, zümrüdün, kuvarsın izafi kesafetini Biruni daha o zamanlar tayin etmiştir.
Biruni bu eserinde bazı cisimlerin yoğunluklarını aşağıdaki şekilde tespit etmiştir. Bu değerlerle bu gün tespit edilen değerler aşağı yukarı aynıdır.
Bu değerlere göre:
Maddenin CinsiBiruni'ye göreBu günkü değerlere göre Altın19,2619,26Cıva3,74113,59Kurşun11,4011,35Bakır8,928,85Pirinç8,678,40Dem ir7,827,79Kalay7,22 7,29
Kitab-üs-Saydala: Tıp ve eczacılık konusunda yazdığı ansiklopedik mahiyette bir eserdir. Eserde ilaçların ve otların isimleri; Arapça, Farsça, Yunanca, Süryanice, Sanskritçe, Hintçe ve Türkçe olarak kaydedilmiş özellikleri açıklanmıştır.
Biruni yalnız coğrafyaya ait olmak üzere müstakil eserlerde vermiştir. Çapı 6,8m kadar büyük bir yarım küre yaparak , coğrafi mevkilerin enlem ve boylamlarını kendi incelemeleri ile tespit ederek, üzerine kaydetmiştir. Ne yazık ki bu eser ziyan olmuştur.
Taksim-ül-Ekalim adlı bir coğrafya eser ile Tefhim'den alınan bir harita da elde bulunmaktadır. Biruni mühendis ve coğrafyacı olduğu kadar da büyük bir tarihçiydi. Onun Harezm tarihine dair Ahbar-ül-Harezm ve Meşahir-ül-Harezm adındaki eserleri; Gazneliler tarihine dair, Tarihu Eyyam-is,Sultan Mahmud'u; Manihailer ve karamitalılar tarihine dair, Tarih-ül-Mübayyeze vel-Karamita adlı eserleri ile tarih tenkidine ait olduğu isminden anlaşılan Tenkit-üt-Tevarih adlı bir eseri olduğu bilinmektedir.
Jeodeziye dair ilk eseri Biruni yazmıştır. Bu sahada yazılan eserler, ancak 8 asır sonra görülmüştür. Işık hızının varlığını ve bunun sesten kat kat fazla olduğunu belirtmiştir.
Biruni 63 yaşındayken arkadaşına yazdığı bir mektupta büyüklü küçüklü 180 'i bulan eserlerinin listesini vermektedir. Ne yazık ki bunlardan 22 tanesi günümüze kadar gelebilmiştir.
Biruni bütün bu inceleme ve eserleriyle vardığı neticeleri, eski Yunanlıların ve eski İslam alimlerinin ulaştığı sonuçlara nispetle daha dakik ve daha doğru olmasını, İslam fetihleriyle medeniyet sahasının genişlemesine bağlayarak, bundan dolayı Allahü tealaya hamd etmiştir.
Biruni bütün ömrünü ilme vermiş ve eserlerini pek azı müstesna Arapça olarak yazmıştır. O devirde ve daha sonra çok zengin bir dil olan Arapça, edebi ve ilmi bir dil olarak kullanılmıştır. Biruni ;"Eğer eselerimi kendi dilimde yazacak olsam, bunlar çok saf Arap atlar sürüsü arasında zürafalar gibi garip bir şey olurdu" demektedir. Dünyadaki bütün ilim tarihçilerinin tasdik ettiği gibi o, en hassas manası ile dahi bir alimdi.
Biruni için ilmi araştırma ; fıtri bir arzu, tabi bir ihtiyaç derecesindeydi. Başka şeylere itibar etmiyordu. Öyle ki Gazneli Sultan Mes'ud 'un kendisine gönderdiği fil yükü gümüş liraya dönüp bakmamış devlet hazinesine iade etmiştir.
Biruni ilmi araştırmalarda metot olarak hem teoriyi hem de tecrübeyi birlikte esas alıyordu. Ayrıca tecrübeyi tekrar tekrar yapmak ve neticeye bu yoldan ulaşmak ilmi çalışmanın temelini teşkil ediyordu. İlimde açıklıktan yanaydı. Örtülü, kapalı ve müphem sözlerden nefret ediyordu


lionhead 5 Temmuz 2006 22:56

PİRİ REİS (1470..-1554)
Piri Reis eşsiz bir kartograf ve deniz bilimleri üstadı olmasının yanısıra, Osmanlı deniz tarihinde izler bırakmış bir kaptandır. Piri Reis, 1465-1470 dolaylarında, o dönemde Osmanlıların ünlü bir deniz üssü olan Gelibolu'da doğdu. On yaşlarına geldiğinde, dönemin bütün Akdeniz'de nam salmış ünlü korsanı olan, sonradan devlet hizmetine giren amcası Kemal Reis'in seferlerine katılmaya başladı.
Piri ve amcası Kemal Reis, uzun yıllar Akdeniz'de korsanlık yaptılar. 1486'da Granada’nın Osmanlı Devleti'nden yardım istemesi üzerine 1487-1493 yılları arasında Piri ve amcası, gemilerle Granadalı müslümanları İspanya'dan Kuzey Afrika'ya taşıdılar. 1499-1502 yıllarında Osmanlı Donanması'nın Venedik Donanması'na karşı sağlamaya çalıştığı deniz kontrolü mücadelesinde Osmanlı gemi komutanı idi. Piri Reis Akdeniz'de yaptığı seyirler sırasında gördüğü yerleri ve yaşadığı olayları, daha sonra Kitab-ı Bahriye adıyla dünya denizciliğinin de ilk kılavuz kitabı olma özelliğini taşıyacak olan kitabının taslağı olarak kaydetti.
Piri Reis, 1511'de amcasının ölümünden sonra, bir süre için açık denizlere açılmadı ve Gelibolu'ya yerleşti. Burada, önce 1513 tarihli ilk dünya haritasını çizdi. Atlas Okyanusu, İberik Yarımadası, Afrika'nın batısı ile yeni dünya Amerika'nın doğu kıyılarını kapsayan üçte birlik parça, işte bu haritanın elde bulunan bölümüdür. Bu haritayı dünya ölçeğinde önemli kılan, Kristof Kolomb'un hala bulunamamış olan Amerika haritasındaki bilgileri içeriyor olmasıdır.
Piri Reis haritasını, Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında ,1517'de padişaha sundu.
Bazı tarihçilere göre, Osmanlı padişahı dünya haritasına bakmış ve 'Dünya ne kadar küçük...' demiştir. Sonra da, haritayı ikiye bölmüş ve 'biz doğu tarafını elimizde tutacağız..' demiştir.. Padişah, daha sonra 1929'da bulunacak olan diğer yarıyı atmıştır. Bazı kaynaklarca, günümüzde bulunamamış olan doğu yarısını, Hint Okyanusu'nun ve onun Baharat yolunun kontrolunu ele geçirmek için Padişahın yapacağı olası bir sefer için kullanmak istediği bile iddia edilmektedir...
Piri Reis seferden sonra, tuttuğu notlardan Bahriye için bir kitap yapmak amacıyla Gelibolu'ya döndü. Derlediği denizcilik notlarını bir Denizcilik Kitabı (Seyir Kılavuzu) olan Kitab-ı Bahriye'de bir araya getirdi..
Kanuni Sultan Süleyman'in dönemi, büyük fetihler dönemiydi. Piri, 1523'deki Rodos seferi sırasında da Osmanlı Donanması'na katıldı. 1524'de Mısır seyrinde kılavuzluğunu yaptığı sadrazam Pergeli İbrahim Paşa'nın takdiri ve desteğini kazanınca, 1526'da gözden geçirdiği Kitab-ı Bahriye'sini Kanuni'ye sundu. Piri Reis'in 1526'ya kadar olan yaşamı Kitab-ı Bahriye'den izlenebilir. Piri Reis, 1528'de de ikinci dünya haritasını çizdi. Bugün elimizde olan Kuzey Amerika haritası bu haritanın bir parçasıdır.
Sonraki yıllarda, güney sularında devlet için çalışan Piri Reis, bu dönemde, Hint Kaptanlığı yapmış, Umman Denizi, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi'ndeki deniz görevlerinde yaşlandı.
Piri Reis'in Osmanlı donanmasında yaptığı son görev, acı olaylarla biten Mısır Kaptanlığı'dır. 1552'de çıktığı ikinci seferin son durağı Basra'da, tamire ve dinlenmeye muhtaç donanmayı bırakıp ganimet yüklü üç gemi ile Mısır'a döndüğü için, burada hapsedi. Donanmayı Basra'da bırakması, Basra valisi Kubat Paşa'ya ganimetten istediği haracı vermemesi, Mısır Beylerbeyi Mehmet Paşa'nın politik hırsı yüzünden 1554'te hizmette kusurla suçlandı ve idam edildi. Ne var ki O, yarattığı evrensel boyuttaki eserleri olan, iki dünya haritası ve çağdaş denizciliğin ilk önemli yapıtlarından birisi sayılan Kitab-ı Bahriye ile günümüzde de halen yaşamaktadır...
Öldüğünde 80 yaşının üzerinde olan Piri Reis'in terekesine devletçe el konuldu. Osmanlı Türklerinde gerçek anlamda haritacılık Piri Reis'le başlar. Bu acemice, emekleyen bir görüntünün aksine, mükemmel bir çıkıştır. Piri Reis'in Kitab-ı Bahriye adlı kitabı bir Türk'ün meydana getirdiği en önemli denizcilik eseri olarak dünyaca selamlanmıştır. Dünya haritası ve Kuzey Amerika haritasının çizimlerindeki isabet ve projeksiyon sistemindeki mükemmellik, tüm dünyada büyük hayranlık ve hayret uyandırmaktadır.
Piri Reis Haritası
Milli müzeler müdürü Halil Edhem Eldem, 1929 yılında, Topkapı Sarayı'nın eşsiz hazinelerinden biri olan Piri Reis haritasını ortaya çıkardı. Harita o sıralar İstanbul'da araştırma yapan Alman doğubilimci Prof. Paul Kahle tarafından incelenip, 1931 yılında Leiden'de toplanan 18. Doğubilimleri Kongresi'nde dünya bilim çevrelerine sunuldu. İstanbul basınında yer alan yazılardan sonra Ankara'ya taşınan harita, Atatürk ve tarihçileri tarafından incelendi. Atatürk'ün özel ilgi ve emirleri ile devlet matbaasında tıpkıbasımı yapıldı. Birinci Dünya Haritası adı ile anılan ve deve derisi üzerine çizilen, dokuz renkte boyanıp resimlenmiş harita 86 cm. boyundadır.
Üst kısmının genişliği 61 cm, alt kısmının ise 41 cm'dir. Dikkatle bakıldığında, haritanın sağ yanından boydan boya kopmuş olduğu göze çarpar. Alt kısmının genişliğinin kısa oluşu derinin olağan yapısındandır. Bu kopma dolayısıyla Birinci Dünya Harita'sından geriye Atlas Okyanusu'nun boydanboya iki kıyısı kalmıştır. İspanya, Fransa, Amerika'nın doğu kısımları ile Florida kıyıları, Antiller, Güney Amerika'nın doğu bölümü bugünkü haritalara yakın doğrulukta çizilmiştir. Harita tipik bir deniz haritasıdır. Enlem ve boylam çizgileri yerine rüzgar gülü ve yön çizgileriyle, efsanevi ve gerçekçi resimlerle süslenmiştir. Harita üzerinde yer adlarının yanı sıra, keşif tarihi, efsanevi bilgiler, haritanın oluşumu hakkında notlar vardır. Harita eşsiz bir tablo güzelliğine sahiptir. Görselliğin bu denli öne çıkması, eserin Osmanlı sultanına sunulacak olmasından kaynaklanmıştır. Haritada bulunan rüzgar gülü sayısı üçü küçük, ikisi büyük olmak üzere beştir.
Güney Amerika'nın kuzeybatı bölümünde yer alan satırlarda Piri Reis'in imzası açıkça okunur: " Bunu Kemal Reis'in biraderzadesi diye meşhur, Hacı Mehmet'in oğlu fakir Piri 919 (1513) Muharremülharamında Gelibolu şehrinde yazdı, Allah ikisini de affetsin."
Güney Amerika üzerinde okunan aşağıdaki satırlarda Piri Reis bilim adamlarına yakışan bir dürüstlükle haritasının kaynaklarını açıkça belirmektedir:
"Bu fasıl işbu haritanın ne tarikle telif olunduğunu beyan eder. İşbu harti misalinde harti asır içinde kimsede yoktur. Bu fakirin elinde telif olup şimdi bünyad oldu. Hususan yirmi miktar hartiler ve yappamondolar'dan (Mappa Monde), yani İskender-i Zülkarneyn zamanında telif olmuş hartidir ki rubu meskun anın içinde malumdur; Arap taifesi ol hartiye Caferiye derler anın gibi sekiz Caferiyeden ve bir Arabi Hint hartisinden ve dört Portukalın şimdi telif olmuş hartilerinden kim Sint ve Hint ve Çin hendese tarihi üzerine ol hartilerin içinde mesturdur ve bir dahi Kolonbo'nun Garp tarafından yazdığı hartiden bir kıyas üzerine istihraç edip bu şekil hasıl oldu; şöyle ki bu diyarın hartisi bahriler içinde nice sahih ve muteber ise, mezbur hartide dahi yedi derya ile sahih muteberdir."
Bu satırların üzerinde yer alan bölümde ise Amerika'nın keşfi ile ilgili bilgiler verilmekte ve son cümlesinde "Mezbur hartide olan bu karalar ve cezireler (adalar) kim vardır, Kolonbo'nun hartisinden yazılmıştır" denmektedir.
Haritayı çekici kılan yönlerden biri de budur. Colombus 1492-1504 tarihleri arasında Amerika'ya 4 kez sefer etmiş ve kıyıların haritalarını yapmıştır. Ancak bu haritaların hiçbiri günümüze ulaşmamıştır ve bugün sadece Piri Reis'in haritasının içinde yer alan bölümü ile yaşamaktadır. Colombus'la birlikte ikinci yolculuğa kılavuz olarak katılan Juan de la Cosa'nın 1500'de yaptığı dünya haritası, Contarini'nin 1506 tarihli dünya haritası ve Martin Waldseemüller'in 1507 tarihli dünya haritası (ilk defa bu haritada Kuzey ve Güney Amerika Asya'dan ayrı bir şekilde gösterilmiştir) Amerika kıtasının yer aldığı ilk haritalardır. Piri Reis'in haritası bu üç haritadan daha doğru olarak çizilmiştir. Prof. C. Hapgood tarafından yapılan araştırmalar sonucunda, Kahire'yi merkez alan hava fotoğrafları ile inanılmaz benzerlik taşıdığı görülmüştür. Erich Von Daeniken ise haritanın uzay gemilerinden çekilen fotoğraflardan yapılabileceği gibi sansasyonel bir görüş ileri sürmektedir. Antarktika dağlarının haritada yer alması ise ayrı bir bilinmezdir. Yüzyıllardır buzullarla kaplı bu dağlar 1951'de ses yansıtıcı bir sistemle keşfedilmiştir. Kısacası, Colombus'un Amerika'yı keşfinden sonra yapılan haritalar içinde en isabetlisi ve bugünkü moden haritalara uygunu Piri Reis'in haritasıdır. Projeksiyon sistemi şaşırtıcı derecede mükemmeldir.
Piri Reis'in ilk haritasının kayıp parçalarının aranması sırasında, Topkapı Sarayı Müdürü Tahsin Öz tarafından yeni bir harita bulundu. Ceylan derisi üzerine, sekiz renkte boyanmış Osmanlı tarzı süslemelerle bezeli çerçevesiyle göze çarpan bu harita da bir deniz haritasıdır. Piri Reis üslubunun tipik bir örneği olan harita 69-70 cm boyutlarındadır. Çerçevenin sadece kuzey ve batı kenarlarında bulunması, üzerindeki notların kenara gelen kısımlarının yarım kalmış olması, bu haritanın da bir kısmının yok olduğunu göstermektedir.
Bu nedenle elimizdeki harita Atlas Okyanusu'nun kuzeyini, Kuzey ve Orta Amerika'yı kapsamaktadır. Harita üzerinde hemen göze çarpan ve deniz haritalarının tipik özelliklerinden olan dördü büyük ve süslü, ikisi küçük altı rüzgar gülü ile iki mil ölçeği bulunmaktadır.
Haritada iki dikey ölçeğin altındaki dört satır, Piri Reis'in imza ketebesidir ve haritanın yapım yılını da ortaya çıkarır: "Bunu 935 (1528) yılında Gelibolu'da Reis Gazi Kemal merhumun biraderzadesi diye meşhur olan Hacı Mehmed'in oğlu fakir Piri Reis tamam etti. Bu iş muhakkak onundur." Bu ketebe Arapçadır. Ancak harita üzerindeki diğer notlar duru bir Türkçe ile yazılmıştır.
Bu haritanın da, ilki gibi bir dünya haritası olduğu öne sürülmektedir. Bizce harita bir dünya haritası değildir. Kaybolmuş olan kısımlardaki alan büyük olasılıkla alt kenarda (güney) Antarktika, sağ kenarda (doğu) İstanbul'u kapsamaktadır. Piri Reis, Osmanlı başkenti ile Yeni Dünya'yı büyük ölçekli bir haritada göstermek istemiştir. Bir diğer amaç, 1513 yılında saraya sunduğu haritadaki bilgileri yeni keşifler ışığında güncelleştirerek Kanuni'ye sunmak istemiş olmasıdır. Bir başka olasılık ise, Amerika kıtasındaki yeni keşiflere ilgi duyan Osmanlı Sarayı bu haritayı çizmek için Piri Reis'i görevlendirmesidir.
İlk haritada bulunan bazı hayali adaların bu haritada yer almaması, Amerika kıyılarının daha isabetli çizilmesi, deniz haritalarında yer alan limanların girinti ve çıkıntılarının abartılı olarak çizilmesi hatasına düşülmemesi, Yengeç Dönencesi'nin çok az hatayla çizilmiş olması (kopuk ve kayıp bölümde Ekvator ve Oğlak Dönencesi'nin de çizildiğine işarettir), ilk haritada göze çarpan efsanevi bilgi ve resimlerin bu haritada bulunmayışı, Piri Reis'in birincisinden daha doğru ve güncel bir harita oluşturma amacı güttüğünü ortaya koymaktadır.

Kitabı Bahriye
Büyük bir denizci olduğu kadar büyük bir haritacı olan Piri Reis, korsanlık günlerinden başlayarak gezip gördüğü yerleri yabancı kaynaklardan da yararlanarak tarihi ve coğrafi özellikleriyle birlikte kitabında anlatmış ve haritalarını çizmiştir. Kitab-ı Bahriye'nin nazımla yazılan ve denizcilikle ilgili tüm bilgilerin toplandığı başlangıç bölümünde, genel açıklamalardan sonra Ege ve Akdeniz adaları tanıtılarak denizle ilgili gözlem ve deneyim önemi vurgulanır. Fırtına, rüzgar çeşitleri, pusula ve haritanın tanımından sonra dünyayı kaplayan denizler ve karaların oranı belirtilir. Portekizliler'in denizcilikteki ilerlemeleri ve keşifleri, Çin Denizi, Hint Okyanusu, Akdeniz ve Ege Denizi'ndeki rüzgarlar, Basra Körfezi, Atlas Okyanusu ayrıntılı biçimde anlatılır.
Düz yazı ile anlatımın başladığı haritalı bölüm asıl metni oluşturur. Bu bölümde Çanakkale Boğazı'ndan başlayarak Ege Denizi kıyı ve adaları, Adriyatik denizi kıyıları, Batı İtalya, Güney Fransa, Doğu İspanya kıyılarıyla çevresindeki adalara ilişkin tarihi, coğrafi bilgiler verilerek kuzey Afrika kıyıları, Filistin, Suriye, Kıbrıs ve Anadolu kıyıları izlenerek Marmaris'te tüm Akdeniz'in havzası noktalanır.

Kitabı Bahriye 'den Piri Reis'in önsözü
Özellikle , güneş gibi parıldayan ve ay ışığı gibi ışıldayan , Arap ve Acem sultanlarının sultanı ve Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olan Sultan Bayezid ( II ) Han'ın oğlu , Sultan Selim (I) Han'ın oğlu Sultan Süleyman (kanuni) Han ki ,
"Yüce Allah özellikle kendisinden inayetini esirgemesin, devletini güçlendirsin , ona zaferler versin , dünyanın yıkılacağı kıyamet gününe kadar oğullarına ömürler ve kuvvetler bahşeylesin"
Amin

Bu kitabın yazılış sebebine gelince , cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın yüce devletine ve mutluluklar bahşeden kapısına , zamanın bilgili kişileri , uğurlu hüdavendigarın sonsuz himmetleri ile isim ve şöhret sahibi olabilmek için , çeşitli bilim dallarında eserler vücuda getirmişlerdir.
Merhum Kemal Reis'in kardeşinin oğlu olan bu zayıf ve güçsüz Hacı Muhammed'in oğlu Piri Reis de , bu ümitle , padişah hazretlerinin feleğe benzeyen eşiğine , kuretinin yettiği ölçüde "denizcilik ilminden" ve gemicilerin sanatından yadigar olmak üzere bir kitap yazdım.Çünkü , bu ilimde , şimdiye kadar hiç kimse , böyle faydalı bir eser bırakmamıştır.

Piri Reis Müzesi

Çimenlik Kalesi içinde bulunan Piri Reis Müzesi'de, Piri Reis'in, Kitab-ı Bahriye'sini yazdığı tarihten itibaren değişik tarihlerde çizdiği üç adet Çanakkale Haritası, Dünya Haritası, Piri Reis'i yaşadığı devre ait Bayrak ve Sancaklar, Osmanlı resim sanatı olan Manzaralı Resim Sanatının üstadı Nasuh Matrak-çı'ya ait kitaplardan örnekler yer almaktadır.

Ve Bugünkü Piri Reis

Almanya'da 1978 yılında inşa edilen ve adını dünya denizcilik tarihinde saygın bir yeri olan Kaptan-ı Derya Piri Reis'ten alan gemi, kamuoyunda özellikle Ege Denizi'nde yaptığı araştırmalar sırasında Yunan gemileri tarafından uğradığı tacizle tanındı. Türkiye'nin denizcilik araştırmalarında ilk gemisi olan Piri Reis'in 10 personeli bulunuyor ve sefer sırasında 11 araştırmacı daha alabiliyor. Geminin üzerinde deniz canlıları, jeoloji, jeofizik, biyolojik araştırmalar yapacak ekipmanlar, bir laboratuvar ve haberleşme sistemleri yer alıyor.
Personel yetersizliği nedeni ile göreve çıkamayan Piri Reis, Urla İskelesi'ne çekildi.
Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Deniz Bilimleri Entitüsü Müdürü Prof. Dr. Mustafa Ergün, enstitüye bağlı Piri Reis Araştırma Gemisi'nin çalışmalarını yürütmekte eksik personel ve yetersiz ödenek nedeniyle zorlandığını söyledi.
İki haftalık sefer 20 milyar
Piri Reis'in çıkacağı iki haftalık seferin sadece yakıt ve iaşe bedelinin 20 milyar lirayı bulduğunu, bunu kendilerine ayrılan ödenekle karşılamalarının çok zor olduğunu kaydeden Prof. Dr. Mustafa Ergün, özel sektöre yaptıkları işler ve döner sermayeden elde ettikleri gelir ile açığı kapatmaya çalıştıklarını söyledi. Prof. Dr. Ergün, "Gemi 23 yaşında, yenilenmesi gerekiyor. 2-3 yıldır kriz nedeniyle ekipman alımımız durdu. Avrupa'da devlet bu tip araştırma gemilerini merkezileştirmiş ve büyük destek veriyor. Bizde bu yapılmadığı için örneğin deprem araştırmaları için yabancı gemileri çağırıyoruz" dedi.


lionhead 5 Temmuz 2006 23:02

http://e-magaza.ttk.org.tr/product_img/79/121/_big_1081694896.jpg
PİRİ REİS HARİTASI , 1513 , 42x60 cm, 28 Dpi

AÇIKLAMA:PİRİ REİS haritası, Topkapı Sarayının kadîm eserler müzesi haline getirildiği sıralarda, Millî Müzeler Müdürü Bay Halil Ethem tarafından, 1929 senesinde, bulunmuştur. Bay Halil Ethem bu haritayı, o zamanlar İstanbul'da misafir bulunan Alman müsteşriklerinden Prof. Kahle ile birlikte tetkik etti ve Prof. Kahle bu tetkiklerin neticesini 1931 senesi Eylülünde Layden'de in'ikat eden XVIII inci Müsteşrikler Kongresine bildirdi. Muhterem Türk ve Alman âlimlerinin bu keşfi ilim âleminin nazarı dikkatini celbetti ve Prof. Kahle'nin maruzası İtalyan ve İspanyol dillerine tercüme olunup, tabı ve neşredildi ; Viyana Üniversitesi Coğrafya Profesörü Oberhummer tarafından da 1931 senesi kânunuevvelinde, Viyana Akademisine bu keşfe dair izahat verildi.

Bazı Türk ve ecnebi gazeteler de Kristof Kolomb'un haritası unvanile mevzubahsimiz olan haritadan, noksan ve hatalı bir surette bahse girişmiş olduklarından, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, bu hataların tashihi maksadile Londra'da çıkan "The Illustrated London News" adlı resimli mecmuaya bir makale ile haritadan ve Piri Reisin "Bahriye" adlı kitabındaki resimlerden fotoğrafiler çıkartıp gönderdi ; bu makale ve resimler ingilizce mecmuanın 23 temmuz 1932 tarihli nüshasında intişar etti.

KAYNAK, YAYIN YERİ:Türk Tarih Kurumu Yayınları
DİĞER:Bu haritayı vücuda getiren Piri Reis, XV inci asrın son rub'unda Türklerin Akdeniz Amirallerinden bulunan meşhur Kemal Reisin kardeşi oğludur. Tarih, Piri Beyin en son resmî vazifesi olarak, Kızıl Deniz ve Umman Denizi donanmalarının Amirallığını tesbit eder.
http://www.tureb.org.tr/images/t285.jpg
Piri Reis donanma kumandanlığı vazifesini ifa ettiği gibi, o zamanın denizcilik ilimlerile de meşgul olmuştur. Reisin denizcilik nazariyatındaki kudret ve meharetini, mevzubahsimiz harita ile "Bahriye" adlı kitabı açık göstermektedir. "Bahriye" Akdenizle o zamanlar Akdeniz kıyılarında bulunan şehir ve memleketleri tarif ve tersim ettiği gibi, denizciliğe, gemiciliğe dair de mühim malûmat verir.
Piri Reis, haritasını 1513 senesi Gelibolu şehrinde inşa ve tersim etmiştir ; ve bu tarihten dört sene sonra, yani 1517 de, Mısır Fatihi Sultan Selim I e, Mısırda bulunduğu sıralarda bizzat takdim eylemiştir.




Piri Reis'in Haritasi5/31/20041929 yilinda bir grup tarihçi ceylan derisi üzerine çizilmis olan hayret verici bir harita buldu. Arastirmalar bu haritanin ünlü Türk denizcisi Piri Reis tarafindan 1513 yilinda çizilmis oldugunu gösterdi1929 yilinda bir grup tarihçi ceylan derisi üzerine çizilmis olan hayret verici bir harita buldu. Arastirmalar bu haritanin ünlü Türk denizcisi Piri Reis tarafindan 1513 yilinda çizilmis oldugunu gösterdi. Basarili bir denizci olarak dünya tarihine geçen Piri Reis, haritaciliga tutkundu. Bu ünlü Türk amirali harita üzerindeki bir seri notta, bilgileri M.Ö 4.yy'a kadar dayanan birçok haritadan toparladigini söylüyordu.

Piri Reis'in haritasi Afrika'nin bati sahillerini, Güney Amerika'nin dogu sahillerini ve Antartika'nin kuzey sahillerini gösteriyordu. Antartika'nin kuzey sahilleri son derece detayli bir biçimde çizilmisti. En hayret verici olan ise Piri Reis'in bu kita kesfedilmeden 300 sene önce nasil bu kadar düzgün bir harita çizdigiydi. Harita buna ek olarak buz altinda kalan sahilleri de gösteriyordu. Jeolojik bilgiler Quenn Maud topraklarinin buzla kaplanmadan önceki son halinin ancak M.Ö 4000 tarihinde görülebildigi yönünde.

Bu buzsuz zamanin ne zaman basladigi konusunda ise hala süpheler var. Kimileri bundan 15000 ile 11000 sene önce bu dönemin basladigini iddia ediyor. Peki, Antartika'nin haritasini bundan 6000 sene önce ilk kim çizdi? Hangi bilinmeyen uygarlik bu teknolojiye sahipti ve böyle bir haritayi çizme ihtiyacini niye duydu?

Geleneksel tarihe göre ilk bilindik uygarlik Ortadogu'da M.Ö 3000 civarlarinda kuruldu. Bunu binyil sonra Indus vadisi ve Çin'de kurulan uygarliklar izledi. Bu bilgilere göre bu uygarliklardan hiçbiri bu teknolojilere sahip degildi. Buraya kim M.Ö 4000 yilinda gelip bugün ancak modern teknolijilerle gerçeklestirilebilen bu haritayi çizebildi?

Ortaçag'da "portolani" adi verilen bilindik denizcilik rotalari elden ele dolasmaktaydi. Bunlar genelgeçer denizcilik rotalarinin haritalariydi. Sahil kiyilarini, limanlari, bogazlari ve koylari gösteriyordu. Bu haritalarin çogu Akdeniz ve Ege denizleri üzerinde yogunlasmisti. Ama bazi bilinmeyen topraklar üzerine haritalar oldugu da söyleniyordu ve bazi denizciler bu haritalar hakkindaki bilgilerini sir gibi sakliyorlardi. Colombus'nun da bu haritalardan birini bilen nadir denizcilerden biri oldugu saniliyor.

Piri Reis, XV inci yüzyilin sonunda ünlü denizcilerinden Kemal Reis'in kardesinin ogludur. Piri Reis'in en son resmî görevi, Kizil Deniz ve Umman Denizi donanmalarinin amiralligi olmustur. Piri Reis, bu haritanin yani sira Akdenizle o zamanlar Akdeniz kiyilarinda bulunan kent ve ülkeleri anlatan ve denizcilige, gemicilige dair önemli bilgilere yer veren "Bahriye" bir kitaba imza atmistir. Piri Reis, haritasini 1513 yilinda Gelibolu'da tamamladigi; ve bu tarihten dört yil sonra, yani 1517'de, Sultan I. Selim'e, Misir'da bulundugu siralarda bizzat takdim ettigi söylenir.

Piri Reis, bugün kendi adiyla anilan haritayi çizmek için bir çok farkli kaynak kullandi. Bunlari yolculuklari sirasinda toparlamisti. Ayrica haritanin üzerine çalismalarini gösteren birçok not düsmüstü. Özgün ölçüleme ve kartografiden sorumlu olmadigini söylüyordu. Piri Reis, büyük bir denizci olarak birçok haritadaki nadide bilgiyi derlemeyi basarmisti. Piri Reis kaynak olarak kullandigi bazi haritalarin çagdasi gemiciler tarafindan çizildigini söylerken bazilarinin M.Ö 4.yy'a hatta daha eskilere dayandigini söylüyordu.

Piri Reis büyük ihtimalle bir zamanlar Iskenderiye Kütüphanesinde yer alan haritalardan birine rastgelmisti. Iskenderiye Kütüphanesi antik çaglarin en bilindik kütüphanelerindendi. Kütüphane yakilip yok edilince koleksiyonundaki kimi dökümanlarin kopyalari ve bazi özgün deniz haritalari aralarinda Istanbul'un da oldugu baska ögrenim merkezlerine ulasmisti. 1204 yilinda IV. Haçli Seferi sirasinda Venedikliler Istanbul'a girdikten sonra bu haritalar Avrupali denizciler arasinda dolasmaya basladi.

Piri Reis haritasi, 1929 yilinda Topkapi Sarayi'nin kadîm eserler müzesi haline getirildigi siralarda, Millî Müzeler Müdürü Halil Ethem Bey tarafindan bulundu. Halil Ethem Bey bu haritayi, o zamanlar Istanbul'da misafir bulunan Alman müstesriklerinden Prof. Kahle ile birlikte tetkik etti ve Prof. Kahle bu tetkiklerin neticesini 1931 senesi Eylülünde Layden'de in'ikat eden XVIII inci Müstesrikler Kongresi'ne bildirdi.

1953 yilinda bir Türk denizcisi, Piri Reis haritasini incelenmek üzere ABD'ye gönderdi. Haritayi degerlendirmek için kollari sivayan bas mühendis M. I. Walters antik haritalar uzmani Arlington H. Mallery'i yardima çagirdi. Uzun bir arastirmadan sonra Mallery kullanilmis olan izdüsüm yöntemini kesfetti. Haritanin dogrulugunu görmek için Piri Reis'in haritasini bir kürenin üzerine nakletti. Harita tamamiyle dogruydu. Mallery böyle bir harita çizmenin tek yolunun havadan ölçüleme yapmak oldugu görüsüne vardi. Peki kim 6000 sene önce yerküreyi haritalamak için bir uçak kullanmis olabilir?

Diger taraftan, koordinatlarin belirlenmesindeki kesinlik bu haritayi çizmek için küresel trigonometri kullanmak gerektigini gösteriyor. Bu yöntemin 18. yy'in ortalarina kadar bilinmedigi varsayiliyor. Piri Reis'in haritasi üzerinde çalisan uzmanlar çesitli antik haritalar koleksiyonlarini Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nden Richard Strachan'a gönderdiler. Uzmanlar bu haritalarin çizilmesi için gerekli olan matematik seviyesini bilmek istiyordu. Strachan 1965 yilinda onlara bu seviyenin çok yüksek olmasi gerektigi cevabini verdi. Aslinda bu tür haritalar çizmek için haritacilarin küresel geometri, dünyanin egriligi, yansitma metodlari bilmeleri gerekiyor. Bu da çok üst düzeyde matematik bilgisine sahip olmak anlamina geliyor.


lionhead 5 Temmuz 2006 23:05

Piri Reis

Vikipedi, özgür ansiklopedi


Jump to: navigation, search
http://upload.wikimedia.org/wikipedia/tr/9/92/Piri_reis.gif http://tr.wikipedia.org/skins-1.5/common/images/magnify-clip.png
Piri Reis


http://upload.wikimedia.org/wikipedia/tr/thumb/5/59/Pirireis.jpg/250px-Pirireis.jpg http://tr.wikipedia.org/skins-1.5/common/images/magnify-clip.png
Piri Reisin Haritası


http://upload.wikimedia.org/wikipedia/tr/thumb/7/73/Piri_reis_pul.jpg/150px-Piri_reis_pul.jpg http://tr.wikipedia.org/skins-1.5/common/images/magnify-clip.png



Piri Reis (? - 1552), Osmanlı denizcisi. Amerika'yı gösteren Dünya haritaları ve Kitab-ı Bahriye adlı denizcilik kitabıyla tanınmıştır.
Doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor. 1465-1470 yılları arasında Gelibolu'da doğdu. Kahire'de öldü. Asıl adı Muhiddin Pirî'dir. Karamanlı Hacı Ali Mehmed'in oğlu ve ünlü Osmanlı denizcisi Kemal Reis'in yeğenidir. Akdeniz'de korsanlık yapmakta olan amcasının yanında yaklaşık 1481'den sonra denize açıldı. 1487'de onunla birlikte İspanya'daki Müslümanlar'ın yardımına gitti. 1491-1493 arasında Sicilya, Sardunya, Korsika adalarına ve güney Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldı. Amcasıyla birlikte Osmanlı Devleti'nin hizmetine girerek 1499-1502 Osmanlı-Venedik Savaşı'nda bir savaş gemisinde kaptanlık yaptı. 1511'de amcasının ölümü üzerine Gelibolu'ya çekilerek Kitab-ı Bahriye (Denizcilik Kitabı) üzerinde çalıştı ve 1513'te bir dünya haritası çizdi.
1516 Mısır seferinde Osmanlı Donanması'nda kaptan olarak savaştı. 1517'de ilk çizdiği haritayı Yavuz Sultan Selim'e sundu. 1521'de Kitab-ı Bahriye'yi tamamladıktan sonra 1522'de Rodos seferine katıldı. 1524'te sadrazam Makbul İbrahim Paşa'yı Mısır'a götüren gemiye kılavuzluk etti. Sadrazamın ilgilenmesi üzerine 1525'te Kitab-ı Bahriye'yi yeniden düzenleyerek onun aracılığıyla Kanuni Sultan Süleyman'a sundu 1528'de çizdiği ikinci haritasını da padişaha armağan etti. 1528'den sonra güney denizlerinde görev yaptı. Portekizlilerin Aden'i alması üzerine Süveyş'teki Osmanlı donanmasına kaptan atanarak 26 Şubat 1548'de Aden'i geri aldı. 1552'de önemli bir Portekiz üssü olan Maskat'ı ve ardından Kişm Adası'nı alarak Hürmüz Kalesi'ni kuşattı. Portekizliler'in Basra Körfezi'ni kapatmak istediklerini duyarak kuzeye yöneldi. Katar Yarımadası'na, Bahreyn Adası'na egemen olarak Mısır'a geçti. Donanmayı Basra Körfezi'nde bıraktığı için sefer sırasında kendisinden yardımını esirgeyen Basra Valisi Kubâd Paşa'nın da girişimleriyle suçlu görülerek idam edildi.
Büyük bir denizci olduğu kadar büyük bir haritacı olan Pirî Reis, korsanlık günlerinden başlayarak gezip gördüğü yerleri yabancı kaynaklardan da yararlanarak tarihi ve coğrafi özellikleriyle birlikte kitabında anlatmış ve haritalarını çizmiştir. Kitab-ı Bahriye'nin nazımla yazılan ve denizcilikle ilgili tüm bilgilerin toplandığı başlangıç bölümünde, genel açıklamalardan sonra Ege ve Akdeniz adaları tanıtılarak denizle ilgili gözlem ve deneyim önemi vurgulanır. Fırtına, rüzgâr çeşitleri, pusula ve haritanın tanımından sonra dünyayı kaplayan denizler ve karaların oranı belirtilir. Portekizliler'in denizcilikteki ilerlemeleri ve keşifleri, Çin Denizi, Hint Okyanusu, Akdeniz ve Ege Denizi'ndeki rüzgârlar, Basra Körfezi, Atlas Okyanusu ayrıntılı biçimde anlatılır.
Düz yazı ile anlatımın başladığı haritalı bölüm asıl metni oluşturur. Bu bölümde Çanakkale Boğazı'ndan başlayarak Ege Denizi kıyı ve adaları, Adriyatik denizi kıyıları, Batı İtalya, Güney Fransa, Doğu İspanya kıyılarıyla çevresindeki adalara ilişkin tarihi, coğrafi bilgiler verilerek kuzey Afrika kıyıları, Filistin, Suriye, Kıbrıs ve Anadolu kıyıları izlenerek Marmaris'te tüm Akdeniz'in havzası noktalanır.
[değiştir]

Başlıca yapıtları


lionhead 5 Temmuz 2006 23:12

Piri Reis Haritası'nın Şifresi (Metin Soylu) adlı kitapla ilgili eleştiri yazım 16 Eylül 2005 tarihli Radikal Kitap ekinde yayınlandı. Yer kısıtı nedeniyle Radikal Kitap ekinde ele alamadığım ayrıntıları aşağıda bulabilirsiniz. (Radikal Kitap'taki yazıyı okumak için buraya tıklayın.)

Piri Reis Haritası’nın Şifresi

1929 yılında Topkapı sarayındaki düzenlemeler sırasında bulunan ve 1513 yılında yapılmış olan Piri Reis Haritası, bulunduğu tarihten bugüne araştırmacıların ilgisini çekmiş ve tartışmalar yaratmış. Birçok yazar ve araştırmacı haritanın “esrarengiz” özelliklerine dikkat çekmiş ve bu özelliklerden şaşırtıcı sonuçlar çıkarmış. Son zamanlarda kitapçılarda ve süpermarketlerde görmeye başladığımız Piri Reis Haritası’nın Şifresi adlı kitap Piri Reis’in çalışmaları ile ilgili bu merakın bir uzantısı olarak görülebilir.


Esrarengiz Harita

Literatürde, Piri Reis Haritası’nın şu ilgi çekici özelliklere sahip olduğu söyleniyor: Piri Reis Haritası, (1) Amerika kıtasının ilk haritasıdır; (2) zamanının en iyi dünya haritasıdır; (3) 1513’ten çok daha sonra (1800’lerde) keşfedilen Antarktika kıtasını (buzlarla kaplı olmayan haliyle) göstermektedir; (4) Güney Amerika kıtasının güney ucunu uzaydan görüldüğü şekliyle resmetmiştir; (5) Güney Amerika kıtasının Antarktika ile okyanus altında nasıl birleştiğini göstermektedir; (6) dönemin tüm haritaları hatalarla dolu olduğu halde şaşkınlık verici bir şekilde hatasızdır.

Bu gözelemlere dayanan bir çok kitap yazılmış. Örneğin, Graham Hancock, Fingerprints of the Gods (Tanrıların Parmak İzleri) adlı kitabında Piri Reis haritasının daha önce bilinmeyen gelişmiş bir uygarlığın varlığına işaret edebileceğini söylüyor. Benzer bir iddia Charles Hapgood’un Maps of the Ancient Sea Kings: Evidence of Advanced Civilization in the Ice Age (Antik Deniz Krallarının Haritaları: Buzul Çağındaki Gelişmiş Uygarlıkların Delili) adlı kitabında Piri Reis Haritası’ndaki özelliklerin çok şaşırtıcı olmadığını, çünkü benzer özelliklerin daha önceki haritalarda da bulunduğunu söyleyerek, geçmişte yapılmış bu gelişmiş haritaların gelişmiş bir uygarlığın varlığına işaret edebileceğini söylüyor. Erich von Däniken ise Chariots of the Gods? (Tanrıların Arabaları) adlı kitapta, C. Hapgood’un iddialarını bir adım öteye götürerek, buzlardan arınmış Antarktika kıtasının ancak uzaylıların yardımıyla haritalara girmiş olabileceğini iddia ediyor. Bunlara ek olarak haritanın resmettiği Antarktika’nın kayıp kıta Atlantis olduğunu söyleyenler de var.

Piri Reis Haritası’nın Şifresi, kendisinden önceki kitaplardaki iddia ve gözlemlerin devamı niteliği taşısa da onlardan farklı. Bir defa, ‘uzaylılar’ ve ‘geçmişteki gelişmiş medeniyetler’ argümanlarını içermiyor. Kitap, “mucizeleri” Piri Reis’e atfetmek amacıyla yazılmış. Bir de yeni iddia içeriyor: Piri Reis Dünya’nın yuvarlak değil, onaltıgen olduğunu düşünüyormuş. Biz ise henüz bu bilgiye ulaşamamışız!

Kitabın yazarı, Metin Soylu, meraklı ve araştırmacı bir genç adam. Piri Reis Haritası’nı tamamlamak üzere çalışmalarına başlamış ve zamanında Milli Eğitim Bakanlığından da destek görmüş. Ama anladığım kadarıyla bu destek ona çalışmalarını sürdürebileceği bir yer vermekten öteye gitmemiş. Bu süreç içinde bazıları Metin Soylu’yu naif bir araştırmacı olarak görüp külliyen görmezden gelirken, diğerleri dudak bükerek “aferin oğlum devam et” demiş. Tüm bunların sonucu olarak, ortaya bilimsel yaklaşımla yakından uzaktan ilgisi olmayan bir kitap çıkmış.

Piri Reis Haritası’nın Şifresi, bir insanın inançlarına yenik düşüp, bilimsel araştırma mantığından nasıl uzaklaşabileceği gösteren örneklerden biri. Düşünme ve mantık hatalarıyla dolu. Şimdi, size bu hatalardan bir kaçını göstereceğim. Amacım Metin Soylu’yu kırmak değil, hatalarını göstererek sonraki çalışmalarında bunlardan kaçınmasını sağlamak.

Gerçekler

İlk önce, yukarıda saydığımız, Piri Reis Haritası’nın özellikleri ile başlayalım. Haritanın dönemin en iyi ve titiz çalışması olduğu doğru. Ancak, haritada resmedilen yerin Antarktika olduğunu söylemek güç. Bir çok araştırmacı bunun ufak bir benzerlikten ibaret olduğunda hem fikir. Antarktika sanılan yerin, Güney Amerika ile birleşik bir şekilde resmedilmiş olması, Piri Reis’in bu iki yerin suyun altında nasıl birleştiklerini gösterdiğine değil, oranın Antarktika olmadığına işaret ediyor. Bunlara ek olarak, Piri Reis Haritası’ndaki notlar da o bölgenin Antarktika olamayacağını gösteriyor. Genel kanı, o dönemlerde tam olarak bilinmeyen bölgelerin varsayımsal olarak resmedildiği yönünde. Ayrıca, Antarktika’nın buzlarla kaplı olmayan haliyle resmedilmiş olması da o dönem için imkansız, çünkü Antarktika, Piri Reis’in haritayı çizdiği tarihten yaklaşık 300 yıl sonra bulundu ve o sırada en iyi ihtimalle binlerce yıldır buzlarla kaplıydı. Elbette aynı bilgilere dayanarak haritanın uzaylılar tarafından (ya da yardımıyla) çizilen haritalara dayandığını iddia edenler var, ancak onlar da hem Piri Reis haritasındaki hem de önceki haritalardaki hataları açıklamakta güçlük çekiyor. (bkz. not 1)

Metin Soylu, kitabın başında, bize Piri Reis’i tanıttıktan sonra ilk önemli argümanını ortaya koyuyor: [1] “Piri Reis’in 1513 tarihinde çizmiş olduğu haritanın, bugün uzaydan çekilen dünya fotoğraflarıyla birebir aynı olduğu tespit edilmiştir” (sf. 32). Ne var ki, bu önerme yanlış: Haritacılıktan zerre kadar anlamayan bir kişi bile haritayı biraz inceleyip, güncel haritalarla karşılaştırdıktan sonra bunu görebilir. Bir çok kaynakta, haritanın o dönemin (özellikle haritacılık tekniği bakımından) en iyi haritası olduğu söylenmektedir, ancak yine aynı kaynaklar, haritanın hatalar içerdiğini de kabul etmektedir.(bkz. not 2) Bu noktaya geri geleceğiz. Zaten Metin Soylu kitabın ilerleyen bölümlerinde kendisiyle çelişerek bu önermenin hatalı olduğunu gösterecek.

Kitabın ikinci önemli argümanı Piri Reis Haritası’nın kendisinden önceki haritalara dayanarak çizilmiş olmadığını söylüyor. Metin Soylu, buna inanmıyor. Diyor ki, “o dönemin haritaları hatalıydı, Piri Reis hatalı haritalardan yola çıkarak hatasız bir harita yapmış olamaz.” Bu iddianın ardındaki akıl yürütme şöyle sergilenebilir: [2] Piri Reis Haritasından önce yapılan bütün haritalar hatalıdır (sf. 37 - 60). [3] Hatalı haritalar kullanılarak yapılan yeni bir haritada kullanılan tüm haritalardaki hatalar görülecektir (sf. 38). [4] Eğer [1], [2], ve [3] doğru ise, Piri Reis haritasının önceki haritalardan yararlanılarak yapıldığını söyleyemeyiz.

Önerme [1]’in hatalı olduğunu görmüştük. Önerme [2] doğru. Önerme [3] ise kocaman bir mantık hatası içeriyor. Önceki haritaların karşılaştırmalı incelemesi sonucu olarak bu haritalardaki hataların bir kısmı ortadan kaldırılabilir. Buna ek olarak, eğer daha iyi ve tutarlı bir haritacılık tekniği kullanılıyorsa, varolan hataların önemli bir kısmı yok edilebilir. Piri Reis’in haritacılık tekniğinin iyi olduğu genel olarak kabul gördüğüne göre başka haritalardan faydalanmış olmasında hiçbir gariplik yoktur. Zaten, Piri Reis, harita üzerindeki notlarda, bu haritayı elindeki diğer haritalardan faydalanarak yaptığını beyan ediyor:


“Özellikle yirmi kadar harita ile Arapların Caferiye (coğrafya) dedikleri ve
kara parçalarını da içine alan İskender-i Zulkarneyn zamanında yapılmış olan
sekiz dünya haritasından, Arabi Hint haritasından, yeni yapılan ve Sind, Hind ve
Çin ülkelerini de geometri yöntemiyle gösteren dört Portekiz haritası ile
Kolomb’un batı tarafında yaptığı haritadan, karşılaştırma yoluyla ile çıkarılıp
bu şekil ortaya kondu.” Sf. 25
Kaçınılmaz olarak insanın aklına “kazan doğurdu” hikayesi geliyor: Sevgili Metin Soylu, haritaya inanıyorsun da üzerindeki notlara neden inanmıyorsun?

Dünya – Suküre

Kitabın ilerleyen bölümlerinde meşhur Antarktika meselesini gündeme geliyor. Metin Soylu’nun iddiası şu: [5] Piri Reis Haritası’nda Arjantin’in uç noktası ile Antarktika dağlarının birleştiği görülmektedir (sf. 69). [6] Uydudan çekilen dünya fotoğraflarında Arjantin’in uç noktası ile Antarktika dağlarının birleşme hadisesi söz konusu olmamaktadır (sf. 69). [7] Ancak ve ancak suküreyi ortadan kaldırırsak, Arjantin’in uç noktası ile Antarktika dağlarının birleştiğini görebiliriz (sf. 69 - 70). Yazar bu üç önermeden yola çıkarak Piri Reis Haritası’nın nasıl olup da bu bilgileri taşıdığını soruyor: Piri Reis, suküreyi kaldırıp okyanusların altına nasıl bakmıştı?

Dikkat edilirse, önerme [6]’nın önerme [1] ile çelişki içinde olduğu görülecektir. Yazar kitabın başında bize Piri Reis haritasının uydudan çekilen fotoğraflarla bire bir aynı olduğunu söylüyordu, şimdi ise “uydudan bu görünmüyor” diyor. Burada önemli bir bilimsellik ihlali var: Yazarın iddiaları birbiriyle tutarlı değil. Önerme [7] ise okyanusu ortadan kaldırdığımızda, Arjantin’in ucuyla Antarktika dağları’nın birleştiğini görebileceğimizi söylüyor. Bu iddia, bir okyanus altı haritası kullanılarak ispatlanmaya çalışılmış (sf. 70). Ancak, bu haritada gördüğümüz şu: Okyanusu kaldırırsak bütün kara parçaları bir şekilde birbiriyle birleşiyor. Eğer böyleyse, Piri Reis neden tüm kara parçalarını birleştirmemiş de sadece Arjantin’in ucuyla Antarktika sanılan yeri birleştirmiş? Bu, yazar için küçük bir çalışma sorusu olsun!

Dünya Onaltıgendir!

Kitabın ilerleyen bölümlerinde, yazarın Piri Reis Haritasını tamamlama projesi anlatılıyor. Bu, tek başına çok güzel ve önemli bir çaba. Ne var ki, yazarın buradan çıkardığı sonuçlar, yine, bilimsel düşünceyle yakından uzaktan alakası olmayan şeyler.

Yazar, Piri Reis Haritası’ndaki ikisi büyük, üçü küçük beş yuvarlak şekilden yola çıkarak, “matematiksel bir hesap”(!) tespit etmiş. Sonra, bu hesabu kullanarak haritayı tamamlamış. “Matematiksel hesap” diye ifade edilen şeyin ne olduğu konusunda hiçbir açıklama yok. Sadece sonuçlar sunulmuş. Yazarın kitaba eklediği ve noterden tasdik ettirdiği belgede ise şöyle yazıyor: “Venüs Gezegeninin astronomik sayısal değeriyle bir formül elde ederek, Piri Reis haritasını tamamladım” (sf.174). Eğer bu “matematiksel hesap” gerçekten “Venüs Gezegeninin astronomik sayısal değeri” kullanılarak yapıldıysa, bunun keyfi bir seçim olduğu söylenebilir. Çünkü, yazarın elinde, Piri Reis’in, harita üstündeki noktaları, Venüs gezegeninin astronomik sayısal değerini içeren bir formüle dayanarak koyduğuna dair bir kanıt yok. Zaten olabilir mi, bir düşünün. Bunu yerine herhangi bir elementin atomik değerini de seçebilirdi!

Büyük bir ihtimalle, yazar, Piri Reis’in kullandığı projeksiyon tekniği hakkında bir varsayım yaparak haritanın eksik kısımlarını tamamlamış. Bu işlemin sonucunda karşısına onaltıgen bir harita çıkmış. Yazar bundan yola çıkarak şu iddialarda bulunmuş: [8] Harita tamamlanınca Dünya’nın yuvarlak değil, onaltıgen olarak göründüğü bir harita ortaya çıkmıştır (sf. 80, 174). [9] Piri Reis, Dünya’yı yuvarlak değil, onaltıgen olarak düşünmektedir (sf. 81). Elbette, Piri Reis’in Dünya’nın yuvarlak olduğunu düşünmemesi olasılık dahilindedir. Ancak, Piri Reis, haritadaki notlarda Kolomb’un maceralarından bahsettiğine göre (sf. 23 – 24) Dünya’nın yuvarlak olmadığını düşündüğünü söyleyenlere biraz şüpheyle yaklaşmamızda fayda var. Bir defa önerme [9], önerme [8]’in doğrudan bir sonucu değil. Haritanın yuvarlak çıkmamasına neden olan şey, Piri Reis’in kullandığı projeksiyon tekniği ya da Metin Soylu’nun haritayı tamamlamak için kullandığı yöntem olabilir. Piri Reis Haritası, portolan haritalarına benziyor. Bu haritalar, haritanın farazi merkez noktasından geçen sekiz ya da on altı çizgiyle bölünür. Dolayısıyla, bu haritaları oluşturan çizgilerin uç noktalarını birleştirildiğinde karşımıza onaltıgen ya da otuzikigen bir şekil çıkar. Ama, bu, Dünya’nın yuvarlak olarak düşünülmediğini göstermez. Ayrıca, bu çizgiler bir daire oluşturacak bir şekilde de birleştirilebilirdi. Gerçek şu ki, Metin Soylu’nun çalışmasında yuvarlak çıkmayan şey haritadır, Dünya’nın kendisi değil. Soylu burada neyin neyi temsil ettiğini birbirine karıştırmış. Hatırlatalım: Haritalar üç boyutlu Dünya’yı, iki boyutlu bir düzlemde en az hatayla temsil etmeye çalışır. Haritanın şekli, üç boyutlu Dünya’yı amaca göre en az hatayla temsil edebilmek için kullanılan projeksiyon tekniğine göre değişir. Yani, en iyi ihtimalle, Piri Reis Haritası’nın onaltıgen çıkması, Piri Reis’in, amaçları veriyken, haritadaki hataları en aza indirme isteğinin bir sonucudur.

Dünya’nı Merkezi: Kahire

Kitaptaki ilginç iddialardan bir diğeri Dünya’nın merkezinin Kahire olduğunu söylüyor. Yazar, ABD Hava Kuvvetlerinin, Kahire’yi merkez alan bir haritasından yola çıkarak Amerikalı bilim adamlarının dünyanın merkezinin Kahire olduğunu daha yeni bulduğunu söylüyor. Sonra da diyor ki, Piri Reis Haritası’nı tamamlayınca gördük ki, haritanın merkezi de Kahire’dir. Burada, aşağıdaki gibi bir akıl yürütme egzersizi yapılıyor: [10] Dünya’nın merkezi Kahire’dir (sf. 107). [11] Piri Reis haritasının tamamlanmış halinde dünyanın merkezi Kahire’dir (sf. 108). [12] Önerme [10] ve [11] doğru ise Piri Reis haritası doğru bir şekilde tamamlanmıştır.

Önerme [10] yanlıştır. Kahire merkezli bir harita yapılabileceği gibi, Ankara merkezli bir harita da yapılabilir. Bu tür haritalar, dünyanın merkezi ile ilgili bilgiler vermez. Farazi bir merkeze göre yapılan harita projeksiyonlarına “azimutsal projeksiyon” deniyor. Bu projeksiyona göre yapılan haritalardaki farazi merkez noktası Dünya’nın merkezini göstermez.(bkz. not 3) Aslında yazarın bu iddiası yukarıda bahsi geçen C. Hapgood’un bir argümanına dayanıyor. Hapgood, Piri Reis Haritası’nın Kahire merkezli bir haritayla önemli benzerlikler gösterdiğini söylüyor, ancak bu benzerlikleri Dünya’nın merkezinin Kahire olduğu iddiasına getirmiyor. Ama, hadi diyelim ki, Metin Soylu çok gizli bir bilgiye ulaşmış ve Dünya’nın merkezi gerçekten de Kahire. Böyle olsa bile önerme [11] doğru değil. Kitabın 102. sayfasındaki tamamlanmış Piri Reis haritasına bakınca görüyoruz ki, tamamlanmış haritanın merkezi Kahire değil, Kahire’nin daha güneyinde bir yer. Bana göre, yaklaşık olarak Çad ile Sudan arasında bir yer. Piri Reis haritasının merkez noktasının Syene (bugünkü Aswan) olduğunu iddia edenler var. Bu mümkün olabilir çünkü Syene, Erastosthenes’in yengeç dönencesi üzerinde olduğunu düşündüğü bir kent. Erastosthenes güneşin ışıklarının Syene ile Alexandria’ya farklı açılarla geldiğinden yola çıkarak Dünya’nın çevresini hesaplamıştı. Belki bu bilgi Piri Reis’in Syene’yi farazi merkez noktası olarak almasına neden olmuş olabilir. Mısır yakınlarında bir yeri merkez alması pratik nedenlerle de açıklanabilir: Piri Reis, haritanın merkezini deniz seferlerini yaptığı bölgelere yakın tutarak, bu bölgeler için uzaklıklar ile ilgili sapmayı en aza indirgemek istemiş olabilir. Sonuç olarak, neresinden bakarsak bakalım, Piri Reis Dünya’nın merkezinin Kahire olduğunu iddia etmiş olamaz. Zaten haritanın merkezi de Kahire’nin güneyinde bir nokta. Metin Soylu merkezi Kahire olmayan Dünya’nın merkezinin Kahire olduğunu iddia etmesi yetmiyormuş gibi, merkezi Kahire olmayan Piri Reis Haritası’nın merkezinin Kahire olduğunu da iddia etmiş. Bu bağlamda, yazarın akıl yürütme egzersizinin başarılı olduğunu söylemek güç.

Gerekçelendirme

Yazar, Dünya’nın onaltıgen olduğu iddiasını gerekçelendirebilmek için temeli olmayan başka önermeleri de devreye sokmak zorunda kalmış. Sırasıyla şu iddialarda bulunmuş: [13] Piri Reis havaküreyi ve suküreyi yok saymıştır (sf. 110). [14] Dünya’nın dönüş hareketini neredeyse sıfıra indirgemeyi başarmıştır (sf. 110). [15] “Dünya’nın uzaydaki uzaklık-yakınlık kavramı üzerinde matematiksel bir dizayn yaratmıştır” (sf. 110). [16] Böylece, Piri Reis, Dünya’nın şeklinin onaltıgen olduğunu bulmuştur. Bir kez daha hatırlatalım ki Dünya’nın onaltıgen olduğunu iddia eden Piri Reis değil Metin Soylu. Ama argümanın gidişatı açısından Piri Reis’in Dünya’yı onaltıgen şeklinde kesilmiş bir ceylan derisine çizdiğini varsaymamızda hiçbir sakınca yok.

Standart bir haritada havaküre görünmez. Havaküre olmasa da hava olayları meteorolojik haritalarda görülebilir. Suküre ise hemen hemen her haritada yer alır – ancak, küre şeklinde değil. Piri Reis Haritası’nda da hava olayları yok, ama denizler gösterilmiş. Bu sebeple, Piri Reis havaküre ve suküreyi yok saymıştır önermesi basit anlamıyla garip bir önermedir. Burada, yazar, Dünya’nın şeklinin aslında onaltıgen olduğu iddiasını gerekçelendirmeye çalışıyor. Demeye çalışıyor ki ‘eğer hava ve su küreyi kaldırabilseydik, Dünya’nın onaltıgen olduğunu görebilirdik’ (sf. 114).

[14] ve [15] numaralı önermelerin ne anlama geldiği konusunda fikir üretmek güç. Belki şunu söyleyebiliriz: Metin Soylu, kitabın başında Piri Reis Haritası’nda Arjantin’in ucunun kıvrımlı olmasının nedenini açıklarken diyordu ki, ‘dünyanın dönüşü nedeniyle uzaydan bakıldığında Arjantin’in ucu böyle gözükmektedir’ (sf. 74). Şimdi de gelmiş diyor ki “Dünya’nın dönüş hareketini neredeyse sıfıra indirgemeyi başarmıştır” (sf. 110). Keşke kitabı yazmaya başlamadan önce bir karar verseymiş.

Geoid – Jeoid – Onaltıgen

Şimdi daha da ilginç bir noktaya gelelim. Aynen aktarıyorum:


“Dünya Bilim Kuruluşları ilk incelemelerinde Dünya’nın aslında Jeoid olduğunu
tespit etmiştir.

Jeoid = Sonsuzgen

Ancak Jeoid’i ifade
edebilmemiz için “Jeoid tane” (yani sonsuzgen tane) formül yazılması
gerekecekti. Bu da teknolojik açıdan 21. yüzyılda başarılamamış olduğundan
Jeoid’i Geoid’e dönüştürüp ek bir formül ile hesap
etmişlerdir.

İşte Piri Reis’in Haritası’nın tamamlandığında ortaya
çıkan onaltıgenlik yapı aslında Jeoid’in ana parçasıdır. Piri Reis Jeoid’i
onaltıgenlik bir yapıya indirgemeyi başarmıştır. Dünya’da da Jeoid kavramını ilk
ortaya çıkaran Piri Reis’tir. Piri Reis, bugünkü NASA’nın seviyesine henüz 1513
yılında ulaşmıştır.” (sf. 114)
Bu tür bir akıl yürütmeye verilebilecek en iyi isim sanırım şudur: YANLIŞ YÖNDE KUANTUM SIÇRAMA. Birincisi, ‘Jeoid’ kelimesi ‘Geoid’in Türkçe’sidir. Yani, yabancı bilim adamları bir şeyler yapmayı beceremeyip Jeoid’i Geoid’e çevirmemişlerdir. Bu, muhtemelen yazarın okuduğu değişik metinlerde bu terimlerin her ikisinin de kullanılmasından kaynaklanan bir yanılgı. İkincisi, onaltıgen şeklinin Jeoid dediğimiz şeyle yakından uzaktan hiçbir alakası yoktur. Jeoid (merkez kaç kuvveti sebebiyle) tepeden basılmış yanlardan şişmiş bir dünya şeklini ifade ediyor ve fizik kanunlarına dayanan bir kavram. Yazar, en iyi ihtimalle onaltıgen şeklinin Jeoid’i en iyi şekilde temsil ettiğini söyleyebilir. Bundan daha fazlasını iddia edebilecek bir zemini yok.

Mantık

Yazarın akıl yürütme egzersizlerinden biri de haritaların Dünya’yı temsil etmedeki başarısıyla ilgili. Yine aynen aktarıyorum:


“Dünya yuvarlak …………………........ Haritalar yanlış
Dünya’nın X olması gerekir ki …..... Haritalar doğru olsun

Yukarıdaki denklemde X olan yere onaltıgen geldiği takdirde Dünya’daki tüm haritalar doğru olacaktır. Çünkü Piri Reis haritası gerçek bir haritadır.” (sf. 117)
Şimdi biraz Metin Soylu gibi düşünmeye çalışalım: Eğer yukarıdaki çıkarsama doğruysa şu önermeler de doğru olmalı: (a) Haritalar yanlışsa Dünya yuvarlak değildir. (b) Haritaların doğru olması için Dünya’nın şeklinin değişmesi gerekir. (c) Dünya onaltıgen ise bütün haritalar doğru olur!

Sanırım Metin Soylu’nun nasıl bir yanılgı içinde olduğu ortada. Haritalar dünyayı gerçekçi ve işe yarar bir biçimde temsil edebilmek için yapılır, haritaların iki boyutlu olmasından kaynaklanan hataları yok edebilmek için Dünya’nın şekliyle ilgili görüşümüzü değiştirmemiz gerekmez. Ayrıca eğer Piri Reis Haritası’nın tamamlanmış hali Dünya’nın şekliyle ilgili gerçekleri söylüyorsa yani eğer Dünya gerçekten de onaltıgen ise, o zaman, yine Metin Soylu gibi düşünerek, şunları da söyleyebiliriz: (ç) Dünya gerçekten de onaltıgendir. (d) Eğer (c) ve (ç) önermeleri doğruysa bütün haritalar doğrudur. (e) Eğer (d) doğruysa, tek doğru haritanın Piri Reis haritası olduğunu söyleyemeyiz. (f) Tek doğru harita Piri Reis haritası değilse, Piri Reis haritasının herhangi kayda değer bir özelliği yoktur.

Görüldüğü gibi Metin Soylu’nunkine benzer bir akıl yürütme ile Piri Reis haritasını önemsiz hale getirdik!

Piri Reis’in İtibarı

Özetlemek gerekirse, bu kitap istemeden de olsa, Piri Reis’e, bilime ve tarihe hakaret etmektedir. Piri Reis haritasının önemi dünyaca kabul görmüştür. Çünkü, Piri Reis üstün denizcilik bilgisi ve haritacılık tekniğiyle kendisinden önce yapılmış önemli haritalardaki bilgileri birleştirmiş ve onlardaki çelişkileri ayıklayarak dönemin en kapsamlı ve düzgün haritasını yapmıştır. Ama eğer biz, Metin Soylu’nun yaptığı gibi, NASA’ya mektup göndererek “Dünya onaltıgendir” dersek ya da NASA’nın Dünya’nın şekliyle ilgili açıklamalarının Metin Soylu’nun araştırmalarına dayandığını iddia edersek (bkz. Anadolu Gençlik Dergisi, Nisan 2003) Piri Reis’in bize kazandırdığı tüm itibarı kaybederiz.

Son olarak, kitapta Cinemascope (..:::Cinemascope:::..) adlı şirketin kitabın filmini yapacağı iddia ediliyor. Onlara tavsiyem, illa ki Piri Reis Haritası ile ilgili bir film çekmek istiyorlarsa, Piri Reis Haritası üzerindeki tartışmalar ile ilgili bir belgesel çekmeleri.

Notlar:
[1] Piri Reis haritası ile ilgili “garip” iddiaları çürüten bir yazıyı (İngilizce) şu adreste bulabilirsiniz: http://xoomer.virgilio.it/dicuoghi/Piri_Reis/PiriReis_eng.htm
[2] Örneğin, Profesör Steve Dutch Piri Reis haritasındaki bir çok hatayı gösteriyor. http://www.uwgb.edu/dutchs/PSEUDOSC/PiriRies.HTM
[3] Azimuthal porjeksiyon ile ilgili daha fazla bilgiye şu adresten ulaşabilirsiniz: http://www.progonos.com/furuti/MapProj/Normal/ProjAz/projAz.html

Hıncal Uluç'un kitap ile ilgili yazısı: http://www.sabah.com.tr/2005/08/31/yaz02-10-134.html
</SPAN>

posted by N. Emrah AYDINONAT at Cuma, Eylül 16, 2005


lionhead 5 Temmuz 2006 23:25

Gelenbevi İsmail Efendi

Vikipedi, özgür ansiklopedi


Jump to: navigation, search
Gelenbevi İsmail Efendi (1730 - 1790) matematikçi.
1730 yılında şimdiki Manisa'nın Gelenbe kasabasında doğan Gelenbevi İsmail Efendi, Osmanlı İmparatorluğu matematikçilerindendir. Asıl adı İsmail'dir. Gelenbe kasabasında doğduğu için ikinci adı onun bu doğduğu kasabadan gelir. Daha çok Gelenbevi adıyla ün kazanmıştır.
Önce, kendi çevresindeki bilginlerden ilk bilgilerini almıştır. Daha sonra, öğrenimini tamamlamak üzere İstanbul'a gitmiştir. Burada, çok değerli ve kültürlü öğretmenlerden yararlanıp matematik bilgisini oldukça ilerletmiştir. Müderrislik sınavına kazananarak 33 yaşında müderris olmuştur. Bundan sonra kendisini tümüyle ilme verip çalışmalarına devam etmiştir.
Gelenbevi, eski yöntemle problem çözen son Osmanlı matematikçisidir. Sadrazam Halil Hamit Paşa ve Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa'nın istekleri üzerine, Kasımpaşa'da açılan Bahriye Mühendislik Okulu'na altmış kuruşla matematik öğretmeni olarak atandı. Bu atama ona parasal yönden bir rahatlık getirdi.
Hakkında şöyle bir öykü anlatılır: 'Bazı silahların hedefi vurmaması, padişah III. Selim'i kızdırmış ve bunun üzerine Gelenbevi'yi huzuruna çağırarak ona uyarıda bulunmuştur. Gelenbevi bunun üzerine hedefe olan uzaklıkları tahmin ederek gerekli silahlardaki düzeltmeleri yapmış ve topların hedefi vurmalarını sağlamıştır. Gelenbevi'nin bu başarısı padişahın dikkatini çekmiş ve padişah tarafından ödüllendirilmiştir.
Gelenbevi, Türkçe ve Arapça olmak üzere tam otuz beş eser bırakmıştır. Türkiye'ye logaritmayı ilk sokan Gelenbevi İsmail Efendi'dir.


lionhead 22 Temmuz 2006 23:11

ROBOT

Robot" sözcüğünü ilk olarak Karel Capek adlı Çekoslovak bir yazar 1921'de yazdığı RUR (Rossum's Universal Robots) adlı tiyatro oyununda kullanmıştır. Çekoslovakça'da "robota" sözcüğü "zorla çalıştırılan işçi" demektir.

Fakat robot fikri 3000 sene öncesine kadar uzanır. Homeros İlyada adlı eserinde hareketli üçayaklılardan bahsetmektedir. Jason ve Argonotlar adlı Eski Yunan efsanesinde de Talos adlı dev bronz nöbetçi karşımıza çıkar. Bu dev, tanrılar tarafından Girit adasını yabancılardan korumak üzere "programlanmıştır." Bir hint efsanesinde de hareket eden mekanik fillerden bahsedilmektedir. Eski Mısırlılar yaptıkları tanrı heykellerine mekanik kollar eklemişlerdir. Bu heykeller, tanrılardan ilham aldıklarına inanılan rahipler tarafından hareket ettirilirlerdi.
İlk dijital bilgisayar ve günümüzde de hala kullanılmakta olan abaküs M.Ö. 1000 yıllarında Hindistan' da geliştirilmiştir.



İlk otomasyon kavramını Aristo'nun ortaya attığı kabul ediliyor. M.Ö. 4. yüzyılda şöyle yazmış: "Eğer her araç kendi işini görebilseydi, insan eline ihtiyaç duymadan mekik kendi dokuyabilse, lir kendi çalabilseydi, yöneticilerin elemanlara ihtiyacı kalmazdı."
M.Ö 300'lü yıllarda mühendisler suyla çalışan otomatları yarattılar. Otomatın buradaki tanımı "kendi kendine hareket eden, insan veya hayvanların davranışlarını taklit eden makina". Bu dönemde İskenderiye'li Hero, Herkül' ün bir ejderhayı okla öldürüşünü ifade eden bir otomat yaptı. M.Ö. 250'de İskenderiye'li mucit Ctesibius suyla çalışan bir saat mekanizması yaptı. Bu icadın önayak olduğu otomatlar ilk nesil robotlar sayılabilir. Otomatların çoğu basit saat zembereği ile çalışan süs ve oyuncaklardı.

Şekil: İskenderiye'li Hero'nun Otomatıhttp://robot.cmpe.boun.edu.tr/593/history/img2.gif


1350 yılında Strazburg'daki katedralin tepesine otomatik bir horoz yerleştirilmişti. Her gün öğle saatinde kanatlarını çırparak ötüyordu. 1947'de Venedik'te San Marco meydanındaki büyük saat kulesine iki dev zangoç yapıldı. Aynı dönemde Eb-ül-İz-el-Cezeri adlı bir Arap otomatlar hakkında bir kitap yazdı. Kitapta çamaşır teknesini doldurup boşaltabilen otomatik bir Arap kadını resmediliyordu.
17. ve 18. yüzyılda Aprupa'da robotların bazı özelliklerine sahip olan çok çeşitli otomatlar yapılmıştır. Bunlar çoğunlukla insan veya hayvan hareketlerini taklid eden mekanik oyuncaklardı. Bu otomatların ortak özellikleri şöyledir.
  • Eğlence amacı ile tasarlanmışlardı. İnsanlar bu oyuncakların çalışma prensipleri veya mekanizmaları ile değil daha çok görüntüleriyle ve marifetleriyle ilgileniyorlardı.
  • Sadece belli bir görevi yerine getirmek için mekanik olarak programlanmışlardı. Başka bir iş yapabilmeleri için sökülüp baştan yapılmaları gerekliydi.
  • Algılayıcı veya dedektör benzeri aygıtlar taşımıyorlardı ve çevrelerine bir tepki veremiyorlardı.
Bu otomatlara halkın ilgisi oldukça büyüktü. İnsanlar sadece bu oyuncakları görmek için uzun yolcuklar yapmayı göze alıyorlardı. Krallar ve imparatorlar bu tip insan taklidi mekanik sanat eserlerinin sunulmasından memnuniyet duyuyorlardı. Bu sebeple yetenekli birçok bilim adamı bu alanda çalışma yapmayı tercih etmiştir.
1700'lü yılların ortalarında, Jacques de Vaucanson, insan boyunda birçok otomat yapmıştır. Bunlardan biri lastik dudaklarının ve parmaklarının haraketini kontrol ederek flüte hava üfleyebilen ve tıpkı bir müzisyen gibi flüt çalabilen bir otomattı. Bu otomatın repertuarında 12 melodi vardı.
1769 yılında, Wolfgang Von Kempelen'in satranç oynayan robotu oldukça ilgi çekti. Ancak daha sonra içine yerleştirilen bir çocuk tarafından kontrol edildiği anlaşıldı. Bu sahte robot girişimi otomatların o dönemde oldukça popüler olduğunun bir göstergesi.
1774'de Droz tarihteki en karmaşık otomatlardan birini geliştirdi. "Otomatik sekreter" 40 harf uzunluğunda bir mesajı kalemle yazabiliyordu. Droz'un yaptığı bir başka otomat da oyuncak bir piyano çalabiliyordu.
1801'de Marie Jacquard numerik olarak kontrol edilebilen ilk makineyi, delikli kartlarla dokunacak desenin kontrol edilebildiği mekanik dokuma tezgahını icat etti.
1805'de Maillardet yaylarla çalışan, resim çizebilen, İngilizce ve Fransızca yazabilen bir otomat yaptı. Alışılagelmişin dışında bir hafızası ve milimetrik denilebilecek hareketleri vardı. Otomat beş satırlık Fransızca bir şiiri kalemle çok düzgün bir şekilde yazabiliyordu. Otomatın bir resimde de limanda demirlemiş üç gemi bütün ayrıntılarıyla çizmişti. Bu otomat bir yangında zarar görmüş ve kimliği kaybolmuştu. Daha sora Philedelphia'da Franklin Enstitüsü'nde yeniden restore edilmiş ve tekrar çalıştırıldığında yazdığı şiirin sonuna eklediği "Ecrit par L'Automaton de Maillardet" (Maillardet'nin otomatı tarafından yazılmıştır) yazısı sayesinde kimliği yeniden açığa çıkmıştır.



1876 Dünya Fuarı'nda gerçek insan boyunda otomatik ressamlar, iskambil sihirbazları ve üflemeli aletler çalan müzisyenler büyük izleyici kitlelerini eğlendirdiler. Birkaç yıl içinde, Thomas Edison "fonograf" adlı icadının küçültülmüş bir halini kullanarak meşhur konuşan bebeği tasarladı. 1890'larda Nikola Tesla ilk uzaktan kumandalı araçları geliştirdi.
1928'de Londra'da elektrikle çalışan bir robot yapıldı. Elektrik motoru, elektromıknatıslar, makaralar, çarklar içermesine rağmen bu robot yalnızca kendi içinde hareketliydi, yani gezemiyordu, sabit bir erişim sahası ile sınırlıydı.
1930'lu yıllarda uçak tasarımcıları uçaklar için otomatik pilotu tasarladılar. Bunlara Avrupa'da robot pilot deniliyordu. Aynı dönemde ilk olarak sprey boya ile duvarları boyayan endüstriyel robotlar yapıldı. Bu makinalar verilen bir görevi yerine getirebilmek için önce bir alıştırma ve eğitim evresinden geçiyorlar, bu evrede yaptıkları hareketlerin bilgilerini kaydediyorlar ve daha sonra bu kaydı kullanarak hareketleri tekrar ediyorlardı.
1940'larda Westinghouse yatay düzlemde bağımsız olarak tümüyle hareket eden iki robot yarattı. "Electro" adlı robot, dansediyor, 10'a kadar sayıyor, sigara içiyor ve yeni Westinghouse ürünlerini tanıtıyordu. Arkadaşı robot köpek de yanında yürüyor, arka bacakları üzerine kalkıyor ve havlıyordu.
Hiçbir insan müdahalesi olmadan, çevresindekileri algılayıp tepki vermek üzere programlanabilen ilk robot yapay zeka labaratuvarlarında algılama ve görme ile ilgili teorileri test edebilmek amacı ile tasarlanmıştır. Bu tip çalışmalardan biri de 1940'lı yılarda Shannon geliştirdiği labirent çözebilen bir faredir. Bu fare basit bir öğrenme algoritması ile çalışıyordu.
1953 yılında Grey Walter robot bir kaplumbağa geliştirdi. Oval şekilli bu kaplumbağanın hareket etmesi ve yön değiştirmesi iki motorla sağlanıyordu. Kaplumbağa, ufak noktasal ışık kaynaklarının yerleştrildiği karanlık bir odada ışık dedektörleri ile ışığı algılayıp, ışık şiddetine bağlı olarak ışık kaynağına döğru yöneliyor veya ışık kaynağından uzaklaşıyordu. Kaplumbağa aynı zamanda enerjisi azalınca priz bulup kendisini şarj edebiliyordu.



1953'te Japon firması Seiko farklı tipdeki birçok saat parçasının montajını yapan minyatür bir robot geliştirdi.
1954'te George Devol ilk bilgisayar kontrollü endüstriyel robotun patentini aldı ve Joeseph Engleberger ile birlikte Unimation şirketini kurarak General Motors'a üretim hattı için güçlü robot kollar üretmeye başladılar. Böylece endüstriyel robot devrimi başlamış oldu. Amerikalı mucit Devol' ün iki icadı modern robotların gelişimde büyük rol sahibi olmuştur. Bunlardan biri elektrik sinyallerini magnetik olarak kaydeden ve daha sonra bu kaydı tekrarlayarak bir makinayı kontrol edebilen bir aygıttı.
1960'ların sonlarında araştırmacılar "Shakey" adında bilgisayar kontrollü bir robot geliştirdiler. Shakey etraftaki eşyalara çarpmadan odalar arasında dolaşabildiği gibi, sesli komutlara göre tahta kutuları üstüste dizebiliyordu. Hatta kutuların düzgün durup durmadığını kontrol ediyor, gerekirse düzeltiyordu. Bir defasında, Shakey'e yüksek bir platformdaki bir kutuyu aşağı itmesi söylenmişti. Shakey kutuya yetişemiyordu ama oraya çıkmasına yarayacak bir eğik düzlemi platformun yanına itti, eğik düzleme tırmanarak yukarı çıktı ve kutuyu aşağı itti.



Hughes Aircraft adlı uçak şirketi 1960'da "Mobot"ları üretti. Mobotlar tamamen uzaktan kumandalı makinalardı. İnşaat, kimyasal denemeler ve nükleer reaktörler gibi, insanların bulunamayacağı ortamlarda veya yapamayacağı işlerde, radyo dalgaları ve kamera yardımıyla insanlar tarafından uzaktan yönetiliyorlardı. Yine 1960'larda General Electric tarafından tasarlanan ve ayakları üzerinde 7 km/saat hızla yürüyebilen tonlarca ağırlıktaki "Yürüyen Kamyon" bilgisayar beyinli ilk ayaklı araçtır.



1970 yılında Lunokohod 1, insansız bir Rus aracı, dünyadan kumanda edilerek ayın yüzeyinde keşif gezisi yaptı. 1976 yılında NASA Viking 1 ve Viking 2 araçları Mars yüzeyinden örnekler topladılar. Yine aynı yıl Standford Üniversitesi'nde Standford Kolu olarak bilinen ve elektrikle çalışan bir robot kol geliştirildi.



1973'de Richard Hohn bir mini bilgisayar tarafından kontrol edilen ilk ticari bilgisayarı geliştirdi. adındaki bu robot hydrolik bir hareket mekanizması ile 100 kiloya kadar ağırlık kaldırabiliyordu.
1977 yılında Stanford Araştırma Enstitüsü, çalışan bir robot görme sistemi geliştirdi.
Hareketli robotlar alanında diğer bir önemli gelişme de Odetics şirketinin 6 bacaklı deneysel robotudur. "Functionoid" adlı bu robot belirli böceklerin ve insanların bacak yapıları incelenerek tasarlanmıştır.
1980'de yayınlanan Engelberger'in kitabına göre piyasada robot üreten dokuz Japon, dokuz Avrupa ve dört Amerikan şirketi vardı. 1980'lerde artık iyice büyümüş olan robot endüstrisi her ay yeni kurulan robot şirketleriyle canlı bir şekilde ilerlemeyi sürdürdü.
Bugün robotlar ev işlerinde bile insanlara yardımcı olabiliyorlar. Bunun iyi bir örneği Arok adlı robot. Yerleri süpürmek, köpeği gezdirmek, ağır eşyaları kaldırmak gibi 36 işlev gerçekleştirebiliyor. Hero adlı robot çocuklarla oyun oynayabiliyor, bekçilik yapabiliyor. Robotlar fiziksel engellilere de yardımcı oluyor. Palo Alto'da geliştirilen ve sesle komut verilen hizmetçi robotun yapabildiklerinden bazıları yemek hazırlamak, servis yapmak, masadaki dosyaları getirmek, çizim yapmak ve kitap sayfası çevirmek.



Robotların kullanımı yalnız "iş yaptırmak" ile de sınırlı değil. Sony'nin robot köpeği Aibo'yu satın alanlar sokaklarda gezdirmeye başladılar bile. Yeni nesil, robot oyuncak Furby ile büyüyor. Bugünkü yeniliklerin ışığında öyle görünüyor ki, robotlar günlük hayatın "vazgeçilmez ihtiyaçları" arasında yerlerini almak üzere.

Şekil: Aibo


lionhead 22 Temmuz 2006 23:16

İnsanlar, yaratıcılıklarının şafağından beri, ağır, tehlikeli, sıkıcı ya da tiksindirici işlerin üstesinden gelmek için daima marifetli aletler icat etmişler. Bu dürtü ile robotlar alanında doruklara ulaşılmış. Bilim adamları, bilim kurgunun bu mekanik tarafına yönelik yaratıcılıklarında oldukça yol almış durumdalar.
http://www.bilimkurgu2000.com/images/Yazarlar/325_1.jpgSonuç olarak, çağdaş dünyada yarı zeki cihazların sayısı hızla artıyor. Varlıklarının pek de ayırdığında olmadığımız bu cihazlar hemen her alana nüfuz ederek insanları birçok ağır ve sıkıcı işten kurtarıyor. Fabrikalarımız, robot montaj kollarının ritimlerini mırıldanmakta. Banka işlemlerimiz muameleden sonra alışıla gelmiş kibarlıkla teşekkür eden otomatik vezne makineleri tarafından yapılmakta. Metro trenleri, yorulmak bilmeyen robot sürücüler tarafından yönlendirilmekte. Maden kuyuları otomatik köstebekler tarafından kazılmakta ve nükleer kazalar radyasyona dayanıklı robot işçiler tarafından temizlenmekte. Bunlar 1920 yılında “robot” terimini (Çekce’de ‘robota’ sözcüğü, angarya iş anlamına gelir) bulan Çek oyun yazarı Karel Capek’ in öngördüğü kullanım alanlarına benzer işler.
http://www.bilimkurgu2000.com/Bilimsel/resimler/BY9.as1.jpgGelişmeler ivme kazandıkça, deneysel çalışmalar rekor denilebilecek bir hızla günlük hayattaki yerlerini alıyor. Geçtiğimiz günlerde NASA’nın Mars aracı, Sojourner, Kırmızı Gezegen’ in yüzeyinde ağır ağır ilerlerken mühendisler biraz değiştirilmiş bir modelini daha küçük ve günlük bir iş için Dünya’ da deniyorlardı. 440 dönümlük bir yonca tarlasını başında durmadan biçmek için tasarlanan robotlar sınanıyordu. Güneş enerjisi ile çalışan ve kendi kendini yönlendiren çim biçme makinaları şu anda piyasadalar. NASA robot cihazlar programının yöneticisi Dave Lavery diyor ki, benzer aletler için oluşan talepler şu anki endüstriyel robot pazarının (tüm dünyada 650000 endüstriyel robot çalışmakta) dört katına ulaşabilir.
http://www.bilimkurgu2000.com/Bilimsel/resimler/BY9.as2.jpgBaşka yenilikler de kullanıcılara, becerilerini genişletmeyi vaat ediyor. Mikromekanik ve elektronik cihazlardaki sürekli küçülme sayesinde, artık bazı beyin ve kemik ameliyatlarını, milimetreden daha küçük hassaslıkta yapabilen, robot sistemleri varyetkin bir cerrahın elleriyle yapabileceğinden çok daha hassas ve kesin. Bunun yanında, uzaktan kumanda teknikleri de insanları tehlikelerden daha uzak tutacak. 1994’te Dante adlı, 3 m’lik NASA araştırma robotu, video kameradan yapılmış gözleri ve örümceğe benzeyen sekiz bacağıyla Alaska volkanlarından birinin tehlike dolu sırtlarını aşarken teknik ekip ise 3300 km ötedeki California’ dan Dante’nin volkana inişini uydu aracılığıyla izleyip yönlendiriyordu.
Ancak robotlar, sağladıkları kolaylıklarında bir aşama daha ilerleyeceklerse daha az insan denetimi ile çalışabilmelidir ve kendi kendilerine en azından birkaç karar verebilmeliler. “Bir robota belirli bir hatanın üstesinden nasıl gelineceğini anlatabiliyorken” diyor Leverv “henüz dinamik bir dünya ile güvenilir bir ilişkiye geçecek gerekli ‘sağduyu’ yu veremiyoruz. İşte bu nedenle, Yıldız Savaşları ve Uzay Yolu’nda olduğu gibi, Mozart çalabilen, bilye oynayabilen ve yaratıcısı ile düşünme yarışı yapabilen, insan benzeri, inanılmaz androidlerimiz yok.”
Yapay Zeka (Artificial Intelligence -AI) araştırmaları gerçekten de çok karmaşık sonuçlar vermiştir. 1960’lar ve 1970’lerde ilk hevesin verdiği iyimserliğe rağmen, transistörlerin ve mikroişlemcilerin, insan beyninin işleyişini 2000 yılından önce taklit edemeyeceği anlaşılınca araştırmacılar da son zamanlardaki öngörülerini, yüzyıllar olmasa da on yıllar mertebesinde ileriye atmış durumdalar.
Düşünüşü modelleme girişiminde, insan beynindeki yaklaşık yüz milyar nöronun tahmin edilenden çok daha hünerli olduğu, -insan algılayışının da daha karmaşık olduğu anlaşılmıştır. Kontrollü bir fabrika ortamında, bir makine panosundaki milimetreden daha küçük bir kaymayı dahi fark edebilecek robotlar yapılmıştır. Ancak insan zekası, ani değişen bir görüntüyü algılayabilir; bir anda dönemeçli orman yolunun kenarındaki dağ faresini ya da kalabalıkta şüpheli bir yüzü ayırt eder ve görüntünün yüzde doksan sekizlik ilgisiz kısmını önemsemez.
Böyle bir beceriyi dünyadaki en gelişmiş bilgisayar sistemleri bile gösteremezken bunu nasıl yapabildiğimizi, beyin üzerine çalışmalar yapan bilim adamları dahi henüz çözmüş değil.
http://www.bilimkurgu2000.com/Bilimsel/resimler/BY9.as3.jpgCarnegie Mellon Üniversitesi’nin ünlü Robot Cihazlar Enstitüsü’nden Chuck Thorpe “Zeki bir robotun kalitesinin göstergesi, algılama-düşünme-davranma döngüsüdür. Ve en zor kısmı da ‘algılama’ dır” diyor.
İnsan beyninin üstünlüğü, belirsizlik durumlarında kendini gösteriyor. AI için de en büyük problem, beynin, nasıl dış dünyaya ait bir görüntüyü algıladığını ve onu değişen durum ve koşullarla nasıl ilişkilendirdiğini modellemek. Şimdiye dek en önde gelen laboratuarlar bile 12 aylık bir çocuğun kendiliğinden yaptıklarını -dengede durmayı öğrenmek, dik yürümek, yerdeki koyu bir gölge ile delik arasındaki farkı bilmek- bir robota yaptırmayı başarmış değiller.
Bununla birlikte bilgi kuramcıları, beyin üzerine çalışan bilim adamları ve bilgisayar uzmanları hünerlerini birleştirerek robotlara, canlı benzeri bir zeka kazandırma yollarını buluyorlar.
Yöntemlerden biri, geleneksel, elektronik devrelerdeki doğusal mantık yapısından vazgeçerek gerçek bir beynin nöronlarının karmakarışık, kendiliğinden düzenlenişine yönelmek. Bu “sinir ağları”nın programlanması gerekmiyor. Doğru karşılıkları üreten elektrik yollarını güçlendirirken hata üreten bağlantıları yok eden geri besleme sinyalleri sistemi ile kendi kendilerine öğreniyorlar. Sonunda ağ kendini, belli sözcükleri telaffuz edebilen ya da belli şekilleri ayırt edebilen bir sisteme doğru düzenler.
Diğer alanlardaki araştırmacılar, günün birinde şimdilik insanlar tarafından yürütülen bazı işleri, örneğin hastabakıcılığı, makinelerin üstlenecekleri umuduyla, insanlarla robotlar arasında daha doğal bir ilişki yaratmaya çabalıyorlar. Bu konu, yaşlıların nüfus içindeki oranının hızla arttığı Japonya için özellikle önemli. Bu nedenle, Tokyo Bilim Üniversitesi’ndeki deney ekibi bir “yüz robotu”nun (yumuşak plastikten, gerçek boyularda ve sol gözüne video kamera yerleştirilmiş bir kadın başı) prototipini geliştirmiş.
Araştırmacıların amacı, etraflarındaki insanları rahatsız etmeyecek robotlar yaratmak. Çalışmalarını “yüz” üzerinde yoğunlaştırıyorlar çünkü duygusal mesajların iletilmesinde en önemli yolun yüz ifadeleri olduğuna inanıyorlar. Birisinin mutlu, korkmuş, kızgın ya da sinirli olup olmadığına karar verirken yüz ifadesini yorumlar ve o mesajları alırız. Nitekim, Japon robot da “bakıyor olduğu” insanın gözlerinin, burnunun, kaşlarının ve ağzının konumundaki değişimleri algılayarak içinde bulunduğu duygusal durumu anlayacak şekilde tasarlanıyor. Robot, belleğindeki “standart yüz ifadeleri veri tabanı” ile karşısındaki ifadeyi karşılaştırıp duyguyu tahmin eder. Sonra da karşılık olarak uygun düşen bir duygusal ifade, ufak basınç yastıkçıklarının ayarlanmasıyla plastik yüzüne yerleşir. Tıpkı bilgisayar tasarımının, tek bir büyük bilgisayardan bireysel iş istasyonlarına doğru kayması gibi -ve tek işlemcilerin de yerlerini, büyük problemleri parçalara ayırıp o parçaları eş zamanlı çözen, diziler halindeki daha küçük birimlere bırakmaları gibi- birçok uzman, yarı zeki robot toplulukları, toplamlarından daha ileri bir toplu zeka ortaya koyabilir mi diye araştırıyor. Arı kovanları ve karınca yuvalarında işler bu tür bir yaklaşımla yürütülüyor. Bazı araştırma grupları da bir karınca yuvasında ki gibi birlikte çalışan minyatür robot topluluklarının, gezegenlere, iklimlerini araştırmak için gönderilebileceğini ya da sanayi kuruluşlarında, tehlikeli durumlardaki boruları incelemek için kullanılabileceğini ileri sürüyorlar.
İşlerin ters gittiği on yıllık bir dönemden sonra AI yandaşları yeniden iyimserler. Bununla beraber, insan aklının karmaşıklığını taklit etmekten hala çok uzaklar ve birkaç kuramcı da makine zekasının mümkün olmadığını iddia ediyor. Bu arada, daha alışılmış cihazlar o kadar büyük bir hızla üretiliyor ki, bilim adamları “robot” terimini tanımlamakta giderek zorlanıyorlar. Robot cihazların sonunda alacağı şekil ne olursa olsun, önümüzdeki yüzyılda daha yetenekli aletler ve oyuncaklarla dolu bir dünyada yaşayacağımız kesin.


Mystic@L 22 Temmuz 2006 23:26

Fatih ve Bilim

Osmanlı Devleti,Fatih ile birlikte gerçekten büyük bir imparatorluk kimliğine kavuşmuştur.Fatih Sultan Mehmet de bir imparatorluk bilincine ve kültürüne sahip bir padişahtır. “Devletin kuruluşundan Fatih’in tahta çıkışına (1451) kadar geçen 150 yıllık bir dönemde, müsbet bilimlerin Osmanlı Türkleri arasında özel bir yere sahip bulunmadığı, buna karşılık kelam, mantık ve fıkıhın Selçuklu Medreseleri’nde olduğu gibi okutulmaya devam edildiği görülmektedir. Müsbet bilimler alanında matematik ve astronomide Kadızade-i Rumi ile tıpta Hacı Paşa anılmaya değer eserler bırakmışlardır. Fatih ile birlikte müspet bilimlerin değilse bile felsefi ve bilimsel düşünüşün geliştiğine şahit oluyoruz. Çocukluğunda okumak ve yazmaktan pek hoşlanmadığı bilinen Fatih’in, hükümdar olarak döneminin en büyük bilim koruyucularından biri olduğu görülmektedir(A. Adıvar, OTİ s:31). Ayrıca yaşadığı sürece bilim ve felsefeye ilgi göstermiş, boş zamanlarında bilginlerle tartışmaktan zevk duymuştur. Devrinin tarihini yazmış olan Kritovulos’göre “padişah (Fatih) Yunanca’dan Arahpça’ya çevrilmiş olan Felsefe eserlerin okur ve yüce katında bulunan bilginlerle bunlar üzerinde konuşur, özellikle Aristo felsefesi ve daha çok Stoik felsefe ile meşgul olurdu.” Ayrıca Plutarkhos’un Ünlü Kişilerin Hayatı adlı eserinin Fatih’in emriyle Türkçeye çevrilmiş olduğuna dair rivayet vardır. Yine bir rivayete göre Fatih’in emriyle G.M. Angiolello’nun Uzun hasan’ın hayatı hakkındaki eseri de Türkçe’ye çevrilmiştir. Onun emriyle Türkçe’ye çevrilen ve bir nüshası Ayasofya Kitaplığında bulunan önemli bir eser de Ptolemaios yani Batlamyus’un Coğrafya’sıdır. Fatih’in bu eseri 1461'de Trabzon Rum İmparatoru ile birlikte kendisine esir düşmüş olan ünlü filozof, filolog ve ilahıyatçı Gorgios Amirutzes ile birlikte incelemiştir.

Bu eserle birlikte biri dünya haritası olmak üzere 63 de harita vardır. Fatih, 1465 yazında bu eserle ciddi bir şekilde ilgilenmiş, Amirutzes’e Arapça’ya çevrimesini emretmiştir. Bugün Ayasofya Kitaplığı’nda bulunan iki nüshadah biri, sözü edilen eserin Yunanca’dan Fatih’in emriyle Arapça’ya yapılan çevirisini,öteki de Ptolemaios’un haritalarını içine almaktadır. Bu vesile ile Fatih’in Saray Kitaplığı’nda, içlerinde sözü edilenler dışında Aristoteles, Homeros ve Hesiodos, Diogenes Laertios’un bazı eserlerinin re bulunduğu,İslam dilleri dışında 587 eser bumlunduğunu belirtmemiz, bu konUda bir fikir vermeye yetecektir. İşte Fatih, Amirutzes ve oğlundan başka batılı bazı bilgin ve sanatçıları da etrafında toplamış bulunuyordu. Bunlardan biri arkeoloji meraklısı Anconalı Cyriacus idi. Cyriacus 1452-54 yılları arasında Fatih’in sarayında bulunmuştur. Bu kişi İstanbul’a onunla birlikte girmiştir. Fatih, Roma tarihi ve bazı başka tarihleri Cyriacus’okutmakta idi (Türkiye Tarihi 2 s:242).

Öte yandan,Venedikli ressam Gentile Bellini ’nin 1479-80 yıllarında İstanbul’a gelerek sarayda yaşayıp Fatih’in resimlerini ve bu arada başka bazı resimler yaptığı bilinmektedir. Bellini’nin yaptığı Fatih’in resmi, bugün Londra’da National Gallery’de bulunuyor. Ayrıca Fatih’in,Venedik Cumhuriyetinden Veronalı ressam ve madalyacı Matteo di Patsi ’yi istediği ve bu isteğin hemen yerine getirildiği de bilinmektedir. Ancak Paris Milli Kitaplığındaki, üzerinde Fatih’in resmi bulunan gümüş madalyayı onun yaptığını belgelemek güç görünmektedir.

Bu vesile ile belirtmemiz gereken bir nokta da Fatih’in gençliğinden beri din ve metafizik konularına gösterdiği ilgidir. Bir örnek olmak üzere Hurufi tarikatı dervişlerine karşı gösterdiği ilgi üzerinde durulabilir. Bazı Hurufi dervişlerinin padişahın iltifatına mazhar olarak sarayda oturmaya başlamaları üzerine Sadrazam Mahmut Paşa 1474'te durumu Edirne Müftüsü ve Üçşerefeli cami müderrisi Fahreddin Acemi’ye anlatmış ve padişahı Hurifiliğe olan eğiliminden kurtarmak için bir çare bulunmasını rica etmişti. Müftü,ilkin onlarla tartışmış, sonra da verdiği bir vaazın arkasından saraydan zorla çıkartarak onları diri diri yaktırmıştır. Öte yandan Fatih’in metafizik meselelerin tartışılmasından da hoşlandığı anlaşılmaktadır. Zamanın iki büyük bilgini Hocazade ile Molla Zeyrek, Tevhid konusunu padişahın huzurunda tam altı gün tartışmışlardır.

Fatih, İstanbul’un alınmasından sonra Hıristiyanlıkla da ilgilenmiştir. Fetih sırasında İstanbul patriği bulunan ve Latin kilisesine karşı düşünceleri ile tanınan Gennadios ile Hıristiyan inançları tartışmaya girişmiş, Hıristiyanlık inançlarının açıkça ve cesaretle anlatılmasını ve bu anlatılanların yazıya dökülmesini istemiştir. Yazılanları daha sonra Kareferya kadısı Molla Ahmet Türkçe’ye çevirmiş ve bu metni bilindiği üzere Ebuzziya Tevfik ve Dr. Aurel Decei yayımlamışlardır.

Bütün bu görüşleri özetlemek gerekirse Fatih’i bir Rönesans hükümdarı gibi görmek biraz abartmak sayılabilirse de onun döneminde Osmanlı düşüncesinin Batı kültürü ile serbest bir şekilde temasa geldiği, daha sonraki dönemde bunun kösteklendiği bir gerçektir..

Fatih’in bilime olan hizmetlerine tanıklık eden anıtların en önemlisi, kuşkusuz camisinin etrafına yaptırdığı medreselerdir.. Ancak ilk medrese eğitimi, fetihten hemen sonraki günlerde cami haline getirilen Ayasofya’da başlamış ve caminin yanındaki papaz odaları boşaltılarak öğrencilerin buralarda kalmaları sağlanmıştır. Molla Hüsrev’in başmüderrisliğe getirildiği bu ilk öğretim kurumunda, İstanbul’un ilk kadısı,Ayasofyayı Cami olarak “tescil eden” Hızır Çelebi ’nin ilk müderrisler arasında bulunduğu görülmektedir. Bu sıralarda molla Zeyrek de müderris olarak Zeyrek camisinide derslere başlamıştır. (Türkiye Tarihi 2 s: 243) İşte İstanbul’da fetihten sonra öğretime başlayan ilk iki medrese bunlarrdır. Fatih medreselerinin yapımı bitince, Zeyrek’teki öğrenciler oraya taşınmış, Ayasofya’da ise öğretim sürdürülmüştür.Vakfiyesinde de belirtildiği üzere, Medaris-i Semaniye adı ile Fatih Camii’nin etrafında yapılmış olan bu yeni kuruluş, sekiz medrese ve her medresenin arkasında tetimme adı verilen daha küçük sekiz medreseden oluşmaktadır. Ayrıca müderris ve öğrencilerin yararlanması için bir kitaplık, bir darüşşifa ve bir de misafirhane bulunmakta idi. medreselerin her birinde “akli” ve “natli” bilimlerde birer müderris, daruşşifada ise hangi ulustan olursa olsun iki hekim, bir göz hekimi, bir cerrah ve bir de eczacı görevlendirilmişti. Hekimlerin hastaları günde iki kez ziyaret etmeleri şart koşulmuştur.

Fatih döneminde üzerinde durulması gereken önemli bir kuruluş da hızla geliştiği görülen bir yüksek okul niteliğindeki Enderun Okulu’dur. Bu kuruluş içinde askerlik, yöneticilik,güzel sanatlar bölümleri olduğu gibi, ayrıca bir de hastane bulunmakta idi. tanzimat dönemine kadar yaşadığı görülen Enderun Okulu’nda Galata Sarayı,Eski Saray ve Edirne Sarayı gibi sarayların orta dereceli saray okullarını bitirenler kabul edilmekte idi.

Böylece Fatih’in kişiliği ve dönemi düşünce hayatı ile ilgili kısaca bilgi vermiş bulunuyoruz. Şimdi de bu dönemde yetişmiş olan bilginler ile onların eserlerinden söz edebiliriz:

Fatih zamanında matematik ve astronomi bakımından oldukça parlak denebilecek bir dönem başlamıştır.

(Türkiye Tarihi 2, s: 242-244)

Fatih Sultan Mehmet’in gösterdiği kişisel ilgi ve İstanbul’u fethinden sonra kurduğu eğitim kurumlarının etkisiyle Osmanlı bilimi yeni gelişmeler göstermeye başlamıştır. Bunun sonucunda 16. yy’da bazı bilim sahalarında parlak isimler ortaya çıkmış, bilime önemli ve orjinal katkılar yapılarak İslam bilim tarihinde çok canlı bir dönem yaşanmıştır. Fatih Sultan Mehmet, bir yandan İslam alimlerini himaye ederken, bir yandan da Trabzon’da yetişen Yunanlı bilim adamı Georgios Amirutzes ve oğluna, Batlamyus’un Coğrafya kitabını Arapça’ya tercüme etmelerini ve bir dünya haritası çizmelerini emretmiştir. Fatih’in Batı kültürüne olan ilgisi, daha şehzade iken Manisa Sarayı’nda başlamıştır. 1445'te İtalyan hümanisti Ciriaco d’Ancona ve Manisa Sarayında bulunan başka İtalyanlar ona Roma ve Batı tarihini okutuyorlardı. Patrik Gennadious, Hıristiyan inancını anlatan İ’tikadname ’sini Fatih için telif ederken, Francesco Berlinghieri Geographia,

Roberto Valtoroio ise De re Militari adlı eserlerini Fatih’e takdim etmek istemişlerdir. Diğer taraftan Fatih, devrinin alimlerini ihtisas sahalarında eser vermeleri için teşvik etmiş, Gazali’nin meşşai filozofların metafiziğe ait fikirlerine getirdiği Tehafüt el- Felasife adlı eserindeki tenkitleriyle ve İbn Rüşd’ün bu tenkitlere Tehafüt el-Tehafüt adlı eserinde verdiği cevapların mukayesesi için Hocazade ile Alaeddin el-Tusi’yi görevlendirmiş ve her ikisine de bu konuda birer eser yazdırmıştır.

(E. İhsanoğlu BCFF s: 28-29 )

Sinan Paşa (Sivrihisar, 30 kasım 1441- İstanbul, 1486):

Başvezir ve alim, tam adı Sinaneddin Yusuf b. Hızır bey b. Kadı Celaleddin Arif’tir. Annesi Molla Yegan’ın kızı, babası ise 2. Murat ve Fatih Sultan Mehmet dönemi alimlerinden Hızır Bey’dir. İlk öğrenimini Burbsa’da babasından aldı. Sonra öğretlmenleri (hocaları) arasında Molla Yegan, Molla hüsrev,molla Fenari, Molla Gürani ve Hocazade Muslihiddin Mustafa gibi devrin büyük alimleri arasındaki kimseler vardıb.İstanbul fethedilince Fatih, Sinan’ın babasını Bursa’dan getirterek İstanbul kadılığına atadı. Hızır Bey İstanbul’un ilk kadısıydı. Bu sırada henüz 16 yaşlarında olan Sinan,kısa sürede ilim meclislerine girmeye başladı. Ancak babasının ölümü üzerine (1459) daha yirmi yaşında iken önce Edirne’de bir medreseye, daha sonra Darülhadis’e müderris olarak atandı.

Fatih’in İstanbul’u bir ilim merkezi haline getirme ve devrinin sivrilmiş alimlerini buraya toplama politikasının sonucu olarak padişah hocası sanıyla İstanbul’a getirtildi ve Sahn medresesi müderrisliğine atandı. Fatihin büyük saygı gösterdiği Sinan Paşa bu atamadan sonra onun huzurunda yapılan tüm tartışmalara katıldı. Padişah ile yakınlığının artması sonucunda kendisene vezirlik rütbesi verildi ve bundan sonra Hoca Paşa ya da Sinan Paşa sanıyla anıldı.

(Osmanlılar Ansiklopedisi, YKY s: 542...)


lionhead 8 Eylül 2006 12:27

OSMANLI DÜNYASINDA BİLİM
Osmanlı Bilimi,bir yönüyle İslam dünyasında bilimin,diğer yönleriyle Horasan ve Batı biliminin bir paçasıdır.Osmanlılar için 14. yılda başlayan düşünce/bilim çalışmaları,Fatih döneminde en yüksek noktasına ulaşmış,sonra kör topal 17. yy'a dek yaşamıştır.
Osmanlıllar "yapısı" gereği bilime düşman mıydı?
Osmanlıdaki bilim "Arap biliminin eksik " bir devamı mıydı?
Medrese ve Enderun,Osmanlı'daki bu iki eğitim kurumunun nitelikleri neydi?
Fatih Sultan Mehmet'e kafa tutan bilgeler kimlerdir?Fatih,Sinan Paşayı neden sürgüne gönderdi?
1900'de kurulan İstanbul Darülfünun Üniversitesi, Fatih Medreselerinin Devamı mıdır?
Fatih Medreseleri Neydi, Ne Değildi?
Fatih Medreselerinin Ders Proğramını Ali Kuşçu mu hazırladı?
Hangi Osmanlı bilgini eserini Türkçe yazdığı için özür dilemiştir?
Molla Lütfü ne dedi de idam edildi?
Takiyüddin'in Gözlemevi,hangi gerekçeyle topa tutularak yıkıldı?
18. yüzyılda yaşayan Erzurumlu İbrahim Hakkı, Darwin'den yüz yıl önce evrim kuramını mı ortaya attı?
Sekiz yıldan fazla şeyhülislamlık yapan Feyzullah Efendi birden neden din ve devlet düşmanı oluverdi? Cesedi,neden, önde papazların yürüdüğü Hıristiyanlara sürüklettirildi?
Bizde Osmanlı Tarihi çok kere ya Şovenist bir böbürlenmenin aracı yapılmış ya da ciddiye alınmamıştır. Tarihe şovenizm kompartımanından bakanlar var.Onlar Osmanlı Tarihini ve eylemlerini "pür" Türk ve "pür" İslam olarak "hep iyi,hep başarılı" görerek sunar.Oysa Osmanlı Devleti,bir hanedan devleti, Osmanlı tarihi de bir imparatorluk tarihidir;çok dinli,çok dilli bir uygarlık türüdür.Bilimi de öyle...Halil İnalcık, Ekmeleddin İhsanoğlu,Cemal Kafadar, Halil Berktay gibi anlayış olarak yeni diyebileceğimiz tarihçilerimiz,elbette bizlere gerçekleri anlatmaya başladı. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun şu betimlemesi çok yerindedir:"Cumhuriyet kompartımanından baktığımız zaman “Osmanlıları” topyekün “gerici” görme eğlimi belirir. Bu eğilimin temelinde de Osmanlı’nın “Batı’dan kopuk“ olduğu, düşüncesi yatar. Oysa Osmanlı, tarihte bir halkadır. Herkesin “ileri “ olduğu bir dünyada hep geri” değildir."
Çetin Altan ustamız “Osmanlı, hiçbir şey yapmamıştır” der. Bunu sanat, bilim anlamında, uygarlık anlamında söyler. Kanımca bu, doğru değildir. Kendisi, en azından Osmanlı’nın nice yetenekleri kesip biçtiğini, nice yetenekleri yetkisizleştirdiğini gösterir. Ayrıca o, “mesleksiz” insanları hep eleştirmiştir. Kendisi Marksizmi hala yaşayan bir dünya görüşü olarak savunur. O zaman 700 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl yaşadığının açıklaması gerek.
“Dünya Tarihi” gibi iddialı eserin büyük yazarı McNeill şu saptamayı yapar:
" Başka hiçbir İslam Devleti böylesine değişik ve böylesine etkili bir iç örgütlenme biçimi ortaya koyamadı ve hiçbiri dünya tarihinde Osmanlı İmparatorluğu' nun oynayacağı role uzaktan yakından benzer bir rol oynamadı" (William H. McNeill , Dünya Tarihi(s:271)
*****
Osmanlı Bilimi deyince Osmanlı Devleti döneminde ve onun egemen olduğu coğrafyada yaşayan bilimi anlıyoruz. Osmanlı Bilimi deyince bunu hemen Türk Bilimi diye nitelemek nesnel bir tavır olamaz. Ben, bu bilimin kökeni konusunda duyarlı olmaya çalışıyorum. Ama bunun bugüne doğrudan bir faydası yok.Çünkü geçmişte çok bilim adamı yetiştirmiş ulus/halkların bugün de çok yetkin bilim adamı yetiştireceği anlamına gelmiyor. Arapları örnek vereceğim. Araplar, geçmişte çok büyük bilim adamları yetiştirmişlerdir;ama bugün bilimsel çalışmaları çok zayıftır. Mısır uygarlığı, insanlık tarihinin en hayranlık uyandıran uygarlıklarındandı. Oysa bugünün Mısır’ı ne yazık ki dökülüyor. Terörle sarsılıyor.
Osmanlı bilimine dönüyorum. Bu bilimin dili, Arapça, Farsça ve Osmanlı Türkçesi'ydi. Osmanlı bilimini ortaya koyan insanların etnik kökenleri de dinleri de oldukça değişiktir. Bu kataloğun içinde Türkler, Araplar, İranlılar,Hintliler,Bizanslılar(Yunanlılar); Yahudiler, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve başkaları vardır.
Osmanlıda Bilimin Kökleri
"Osmanlı topraklarında biliminin oluşumunu ve gelişmesini, Osmanlı öncesi Selçuklu döneminde Anadolu şehirlerinde eski ilim kurumlarının yerleşmiş gelenekleri ile dönemin en önemli kültür merkezleri sayılan Mısır, Suriye, İran, Endülüs ve Türkistan’dan gelen bilim adamları gerçekleştirmiştir. İslam dünyasında 12. yy’da sönmeye başlayan düşünsel ve bilimsel etkinliği Osmanlı İmparatorluğu’nda yaklaşık 400 yıl sürebilmiştir. Osmanlılar İslam dünyasının kültürel ve ilmi hayatına yeni bir dinamizm ve zenginlik katmışlardır. Böylece İslam bilim geleneği, 16. yy’da zirveye ulaşmıştır. İslam uygarlığının eski merkezlerinin yanında Bursa, Edirne, İstanbul, Üsküp, Saraybosna gibi yeni kültür ve bilim merkezleri oluşmuştur."
(Ekmeleleddin İhsanoğlu, Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğuna, s:18-22)
Burada şu soruları tartışacağız: Osmanlılar,yapısı gereği bilime karşılar mıydı? Yapısı gereği derken İslam ve Türk niteliklerinden söz ediyorum. İslamiyet’in gericiliği ile Türklerin medeniyete değil askerliğe önem vermeleri sonucu Osmanlılar bilime set mi çekti?
Osmanlıda Bilim,Arap ve Fars Dillerindeki ilmin eksik ve bazen de yanlış birdevamı mıdır?
Ekmeleddin İhsanoğlu, bu konuları çok iyi araşatırıp bilgimize sundu.”Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğu’na” adlı eserinde. Bu konudaki röportajında Şahin Alpay soruyor: “Vurgulamak istediğiniz esas noktalar neler?”
E. İhsanoğlu yanıt veriyor:
“Birincisi, klasik Osmanlı döneminde bilimin, Adnan Adıvar’ın dediği gibi “Arap ve Fars dillerindeki ilmin eksik ve bazen de yanlış bir devamından ibaret ” olmadığına; astronomide, matematikte,vs. özgün katkılar olduğuna dikkat çekiyorum.
Ayrıca Osmanlılar, Türkçe’yi bilim dili haline getirdiler. Önceki Türk devletleri bunu yapamadılar. Osmanlıca, devrinin bir bilim dili olarak Arapça ve Farsça’nın önüne geçti. Osmanlılar, batı bilimini İslam dünyasına aktarmaya girişitiklerinde, bunu Türkçe yaptılar. Araplar ve Farslar bilim dili olarak önce Türkçe’yi gördüler.
İkinci nokta, Adıvar’ın ileri sürdüğünün aksine Osmanlılarla Batı bilimi arasında bir duvar bulunmadığı. Osmanlılar bilime set çekmediler. Batı bilimi ile 16. yy’dan itibaren ilişki kurdular;selektif bir transfer yaptılar. Çünkü kendilerine yeterli bir gelenekleri,literatürleri vardı. Kendilerinde olmayanı aldılar. Coğrafyada Piri Reis, hem İslam kaynaklarından, hem kendi gözlemlerinden hem de Batı kaynaklarından yararlanıyordu. Osmanlı ihtiyaç duyduğunu,işine yarayanı alıyordu.”
(E. İhsanoğlu, http://www.milliyet.com.tr/1996/12/13entel/osmanli.html, 20.08.1999)

Medreseler ve Enderun
Osmanlı devletinin iki eğitim kurumu vardı: medreseler ve enderun.
Medreseler, bir bakıma ortaçağın üniversiteleriydi. İlk medrese, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alpaslan’ın isteği üzerine Nişabur’da kurulmuştu. Bunu, başka kentlerdeki medreseler izledi.(BilimTarihi, Doruk Ya s: 118)
Medrese, “ders okunan yer” anlamına geliyor. Şerafettin Turan hocamız, A. Sayılı hocamıza atfen " İlk medreseler, Türklerin yoğun olduğu Horasan ve Maveraünnehir yörelerinde kurulmuş ve Selçuklular döneminde resmi kurum niteliğine kavuşmuştur. Bu nedenle medrese sisteminin Türklerin eseri olduğu kabul edilmektedir." demektedir.(Ş. Turan,Türk Kültür Tarihi, s: 166) Abbasiler zamanında,9. yy'da Bilgelik Evi, daha önce kurulan Cundişapur Tıp okulu, Harran Medresesi bulunduğuna göre bu görüş doğru değildir.
İznik Medresesi
Osmanlıda ilk bilim yuvası nerede kurduldu denirse, bunun Orhan Bey zamanında 1330'da İznik’te kurulan İznik Medresesi olduğunu söyleyebiliriz. Medreseler, Selçuklulardan devralınan kurumlardı. İznik Medresesi, her yönüyle Selçuklu Medreselerinin bir devamı niteliğindeydi. Öt yandanİznik , Bizans devrinden beri önemli bir dinsel ve bilimsel merkezdi. Sufi ulemadan Antakya’lı Abdurrahman el-Bistamî (öl: 1454) İznik için “ulemalar yuvası” demişti. Palamas da oradayken Taceddin Kürdi de bu medresede ders veriyordu. Bu ilk medresenin ilk baş müderrisi de Davud b. Mahmud el-Rumi el-Kayseri (öl: 1350) dir. Bu adam, Mısır’da okudu, akli ve nakli bilimlerde uzmandı. Muhyiddin ibnu’l-Arabi’nin Fususu’l-Hikem adlı eserine yazdığı bir açıklamada(şerhte) tasavvufu savundu; bu açıklama, tasavvufun Osmanlı topraklarında tanınmasını sağladı. Diğer önemli bir nokta, İznik medresesinde pratik bir amaç için bilim tahsil edilmediği, belki bilimi bilim için tahsil etmek istediklerini gösteren bir tutumun görülmesidir. Gerçekten Taceddin-i Kürdi’nin yerine geçen Kara Alaaddin (öl: 1393?) zamanında Orhan Bey, medreseye başvurdu ve büyüyen ordusu biçin bir kadı atanmasını istedi. Ancak müderris ve mezunlardan hiçkimse, bu işi kabul etmedi. Bu isteksizlikte kadılığın dünya ve ahirette sorumluluğa sebep olacağı kaygısı da rol oynamış olabilir.
Bursa Medresesi
Osmanlılarda İznik Medresesi’nden sonra açılan ikinci medrese, Bursa Medresesi’dir. Bursa, Osmanlıların ilk başkentiydi. Bursa’da,1. Murat döreminde Manastır Medresesi'nde Molla Fenari ders vermiştir.
. Orhan Bey, komutanlarından Lala Şahin Paşa’ya İznik’in fethinde gösterdiği yararlılıktan dolayı kendine ganimet malı bağışlamıştı. Lala Şahin Paşa da bu ganimet malıyla bir medrese kurulmasını istemişti. Burada okutulan dersler hakında bilgimiz yoktur. Ancak hemen bütün bilim kitapları Arapça yazıldığından Arapça’nın programlarda önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. Fıkıh ve Kelam yanında akli bilimlerden mantık ve matematiğin de tümüyle önemsenmediği kestirilebilir. Bu bilimlere ilişkin bir esere rastlanmamaktadır(Türkiye Tarihi 2, s:237).
Davud-ı Kayseri, Orhan Gazi’nin yaptırdığı İznik medresesinin ilk müderrisidir. Babasının adı Mahmut’tur. Hem medrese, hem de tasavvuf ilimlerinde kendini göstermiş değerli bir adamdı. İlk öğrenimini memleketinde yaptı; sonra o tarihlerde yani 14. yy’ın ilk yarısında şer’i ilimlerin ve Arap edebiyatının uzmanlık bölgesi olan Kahire’ye gitti. Sonra memlekete döndü. Muhyiddin Arabi ’nin üvey oğlu Şeyh Sadreddin Konevi’nin ardıllarından Kemaleddin Kaşani’ye intisa irfanen de yetişti. Birçok öğrenci yetiştirdi. Ününü duyan Orhan Gazi kendisini çağırdı ve İznik medresesine müderris olarak atadı. 1350 yılında öldü ve o tarihe kadar burada müderrislik yaptı. Mezarı, İznik-Çınardibi’ ndedir.
Davud-i Kayseri, Muhyiddin Arabi’nin Fususü’l-hikem adlı büyük eserine mükemmel bir açıklama yazarak zeka ve gelişmişliğini gösterdi. Bu eser, Hindistan’da da basılmıştır. Bu adamın on üç eseri daha vardır ve hemen hepsi de felsefidir. Bunlar arasında büyük arif İbn-i Farız’ın Kaside-i Tâiye şerhi (Dip not: Bu kasideler büyük ve küçük olarak iki tanedir. Davud Kayseri’nin şerh ettiği 750 beyitli büyük kasidesidir. Bu kasideye Molla Cami ile Fergani de şerh yazmıştır) Aruz-i Endülüsi şerhi, kaside-i hamriyye şerhi, meratib-i Tevhid ve Nihayetü’l-beyan vardır. Osmanlı memleketlerinde ilk kez Muhyiddin Arabi felsefesini (Vahdet-i vücutçuluğu) yayan Davud-i Kayseri’dir.
İznik Medresesi’nin ilk baş müderrisi, Davud-ı Kayseri 'dir. O dönemin önemli kentlerinden Kahire'de(Mısır) eğitim gördü. Şöhretini duyan Orhan Gazi kendisini davet etti, 1350 yılında ölene dek İznik Medresesi’nde müderrislik yaptı. Osmanlı memleketlerinde tasavvufun, yani Muhyiddin Arabi felsefesini (vahdet-i vücutçuluğu) yayınlayan ilk insan Davud-i Kayseri’dir. Muhyiddin Arabi'nin Fusüsü'l-hikem isimli büyük eserine mükemmel bir şerh (açıklama) yazarak zeka ve dikkatini göstermiştir; Davud-i Kayseri'nin bu eseri Hindistan'da bile basılmıştır.(Uzunçarşılı, s: 647-48)
Daha sonra Bursa ve Edirne' de medreseler açıldı. Medreselerin yüksek bölümü ücretsiz ve yatılıydı. Yüksek bölümden mezun olanlar, medrese hocası (müderris), kadı ya da yönetici oluyordu. Medereselerde din ve ahlak bilgileri öğretiliyordu. Bugün de ortaöğretimimiz öyle değil mi? 15. ve 16. yüzyıllarda doğa bilimleri, tıp ve matematik eğitimine de raslanıyordu. Bunlar, İbni Sina, Biruni, Farabi gibi Ortaçağ İslam düşünürlerinin yapıtlarına dayanıyordu . Fakat 16. yüzyıldan sonra bunlar da okutulmaz oldu.
Enderun
Enderun' a devşirme çocuklar alınırdı. Türk asıllı olmayan bu çocuklara, Türkçe ve İslam dini öğretilirdi. Enderun Mektebi, 1. Murat zamanında kuruldu. Buradan devlet için yönetici ve teknik kadro yetişiyordu. Enderun Okulu, Arap-İslam kültürünün egemenliğine karşı başarılı, Batı düzeyinde bir eğitim kurumuydu. Birkaç kere açıp kapattılar. Galatasaray Enderunu, devletin en başta gelen eğitim ocağı sayılırdı. İslami bilgilerin Medresedeki egemenliğine karşı; Endrun'da, Türkçe, fen, sanat, yönetim gibi laik bilimler okutulurdu.
(O. Bilim s:15-16 ve B.Güvenç Türk Kimliği, s: 198)
Enderun ve İç Oğlanları
Sarayın Enderun yani içeri (Harem-i hümayun) halkı, devşirme denilen Hıristiyan tebaadan veya savaşlarda esir alınıp yetiştirilen gençlerden oluşuyordu. Bu çocuklar, devşirme yasasası gereğince 8-18 yaşları arasında toplanarak önce Enderun dışındaki Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı ve bir ara İskender Çelebi Sarayı(Dip not: eski adı Makrihore veya Makrıköy olan şimdiki Bakırköy 1697 yılında bu sarayın yerine baruthane yaptırılmıştır) denilen saraylarla Edirne Sarayında tahsil ve terbiye görüp İslam ve Türk adet ve geleneklerini öğrendikten sonra Enderundaki gereksinime ve kıdemlerine göre Yeni Saraydaki büyük ve küçük odalara verilir ve bu odalarda da tahsil görüp saray adap ve erkanını öğrendikten sonra yeteneklerine ve uygunluklarına göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarından birine çıkarılırlar ve buraya ait hizmet ve görevleri görürlerdi.Gerek saraydaki gerekse saray dışındaki saraylarda (Edirne, Galata, İbrahim Paşa, İskender çelebi sarayları gibi) ve gerek Enderundaki küçük, büyük odalarla kiler ve hazine odalarından yaşları gelenler hemen Kapıkulu süvarisi olmak üzere-oda dereceliren göre çıkarılır ve farklı ödenekler verilirdi. Enderundaki gençlere Kuran ile birlikte Türkçe, Arapça ve Farsça öğretilir ve bunun yanısıra spor hareketleri (güreş, atlama, koşu, meç, ok atma, tomak gibi) yaptırılırdı.Küçük ve büyük oda oğlanları dolama denen üst elbisesi giydikleri için Dolamalı adı da verilirdi. 1635'te Sultan 4. Murat zamanında oluşturulan Seferli Koğuşu Oğlanları önce padişahın ve Enderun mensuplarının çamaşırlarını yıkarlanrken sonraları örgütü genişletilerek sarayın hanende, sazende, kemankeş pehlivan, berber, hamamcı ve tellaklarını yetiştirmiştir. Bu odanın büyük yetkilisi saray kethüdasıydı; her sınıfın çamaşırcıbaşı, sazendebaşı gibi yetkilileri vardı.
Kiler koğuşu derece bakımından Seferliden yüksekti; başları olan kilercibaşı, sultanın yemeğini bizzat önüne koyardı; kiler iç oğlarnları sultanın ve ve sarayın ekmek, et, yemiş, tatlı şerbet vb gibi yiyecek içeçek şeylerini hazırlar, saray odalarıyla saray camisine ait mumları bulur ve depolardı. Bu odanın kilercibaşıdan başka kiler kethüdası, peşkirci başı, mumbaşı gibi isimlerde oda zabitleri vardı.Derecesi kiler koğuşundan daha yüksek olan hazirne koğuşu amirine Enderun baş hazinedarı delirdi;bu oda oğlanları Enderun hazinebsini korurlardı;Enderun hazinesihnde altın, gümüş paradan başka mücevherler,elmaslar,kürkler, şallar, elbiselik kıymetli kumaşlar,altın, gümüş ve mücevherli vesair kıymetli eşya bulunurdu.
Hasoda, hazine koğşunun üstünde olup padişaha en yakın olanlar burada bulup hizmet ederlerdi;asıl Enderun ağaları denilen sınıf bu hasodalılardı;bu odanın en büyük zabiti Hasoda başı ile silahdar, çuhadar, rikabdar’dı;hasoda efradı kırk kişiden oluşurdu ve burada münhal oldukça hazire oasının en kıdemlisi buraya alınırdı; eğer gereksinim iki olursa bu ikinci açık yere deKiler odasının sıra bekleyen en eskisi ve açık üç ise seferli koğşuşunun kıdemlisi nakledilirdi.
Hasodalıların asıl görevi Hırka-i Şerif dairesinin temizlenip süpürülmesi ile geceleri ödağacı yakmak,gül suyu serpmek,şamdah,parmaklık ve diğer metale(madeni) eşyayı parlatmak ve temizlemek gibi hizmetlerdi ve bunlar nöbetle yapılırdı.
Oda zabitlerinden Hasodabaşı, törende padişahın elbisesini giydirir ve çıkarırdı; silahdar, törende (merasimde) at üzerinde sağ omzundu padişahın kılıcını taşır; çuhadar yine törende padişahın kaputunu götürüp halka çil para serper ; rikabdar ise padişahın çizmelerine bakıp ayağını giydirirdi. sonradah bu çizme giydirme işi başkasın verildi; rikabdar padişah ata binerken atın özengisini tutardı.
Ak Hadım Ağaları
Osmanlı sarayının Babü’s-sade denilen kapısını akağalar denilen beyaz hadımağaları korurdu; 15. yy’ile 16. yy sonların yakın zamana kadar Osmanlı sarayının en büyük, en nüfuzlu ağası Babü’s-sde veya Kapı Ağası idi. kapı Ağasının emirndeki akhadımlar sarayın u kapısını korurlardı.; bunların sayısı otuz kadardı. zabit olar kapı ağasından sonra Saray Ağası ile Saray kethüdası gelirdi(s: 522).
Kara Hadım Ağaları
Bunlar, Osmanlı sarayının kadınların bulunduğu harem kısımndaki ağalardı.;kara hadımların en büyük amirine Darü’s-Saade ağası veya Kızlar ağası denilirdi. Kzlaağası ile maiyyeti 16. yy sonlarına kadar kapı Ağasına bağlıydılar.Kara hadım ağalarına sarayın kadınlarına ait kısmının hzmetinden dolayı Harem Ağaları da denilirdi.
(İ.H.Uzunçarşılı,Osmanlı Tarihi 2. Cilt s: 520-523 )

Kadızade el-Rumi (1364, Bursa,Türkiye- 1436, Semerkant,Özbekistan)
Kadı-Zade “kadının (yargıcın) oğlu” anlamına gelir ve onun için babasının kadı olduğun sanılıyor. Bununla birlikte gerçek ismi Kadızade değil, Salih el-Din Musa Paşa idi. Dilgan, bazı tarihçilerin Kadızade’nin ismine ilişkin hatalar yaptıklarına dikkat çekmektedir. Örneğin Montucla,onun İslam’ı kabul etmiş bir Yunanlı olduğunu söylemiştir. Dilgan, bunun el-Rumi isminin yanlış anlaşılmasından ortaya çıktığını öne sürmektedir:
“... Anadolu’da yaşamış, Romalı (Yunanlı değil) anlamına gelen, Rum olarak adlandırılan insanlar içindi,çünkü bir zamanlar Anadolu Romalı idi.”
Kadızade, memleketi olan Bursa’da yetişti. Standart eğitimini Basra’da tamamladı ve sonra el-Fenari ile geometri ve astronomi çalıştı. El-Fenari, Kadızade’nin matematik ve astronomi üzerine büyük bir yeteneği olduğunu gördü ve ona imparatorluğun kültür merkezleri olan Horasan ya da Transoksanya’yı (bugünkü Özbeksitan) ziyaret etmesini öğütledi. Orada zamanının en iyi matemetikçileri ile görüşme olanağından yararlanabilirdi.Kadızade henüz genç bir insan iken,Timur,bugünkü İran,Irak ve Doğu Türkiye’ye kadar uzanan imparatorluğa hükmediyorrdu. Timur 1405'te ölünce imparatorluk oğulları arasında bölündü. Şah Ruh,Timur’un dördüncü oğluydu ve 1407'de Semerkant’ın kontrolünü yeniden kazanarak,İran ve Türkistan dahil,imparatorluğun çoğunun denetimini elde etmişti. Kadızade’ye ziyaret etmesi önerilen kültürel merkezler, Horasan’daki Herat’ı (bugünkü Batı Afganistan’da) ve Özbekistan’daki Buhara ve Semerkant’ı kapsamaktaydı.
Kadızade bu şehirleri ziyaret etmek için 1407'den sonra yola çıktığı biliniyor. Bir kariyere başlamak için yola çıktığında gerçekte genç bir adam değil de kırk yaşın üzerinde bir adamdı. Bu girişim için neden bu kadar beklediği açık değildir. Bir matematikçi olarak ve 1383'te Bursa’da yazdığı, halen varolan aritmetik üzerine ilmi bir eser ile zaten iyi bin ün kazanmıştı. Bu, aritmetik, cebir ve ölçme yöntemlerini kapsayan bir çalışma idi.
Birçok kenti gezen Kadızade,1410 dolayında Semerkant’a ulaştı.Önceki yıl babası Timur’un imparatorluğunun kontrolüne ele geçirmiş olan Şah Ruh, Horasan’daki Herat’ı yeni başkent yapmaya karar verdi ve Semerkant’ın kontrolünü kendi oğlu Uluğ Bey’e verdi. Kadızade, 1410'da Semerkant’ta kendisiyle karışılaştığında, Uluğ Bey sadece 17 yaşındaydı. Siyaset ya da askeri fetihten çok, bilim ve kültür ile ilgileniyordu. Fakat bununla birlikte tüm imparatorluğun vekil hükümdarı ve özellikle Maveraünnehir bölgesinin tek hakimi ve hükümdarıydı. Yaşamının geri kalanını Semerkant’ta geçirmesinden dolayı,Uluğ beyle buluşmak Kadızade için kesinlikle tam bir dönüm noktası olmuştur. Bu şehirde evlendi ve oğlu Şems el-Din Muhhammet burada doğdu.
Kadızade, Semerkant’taki ilk yılları boyunca, matematik ve astronomiyle ilgili bir dizi tefsir yazdı. Bunlar, Uluğ Bey için yazılymış gibi görünüyordu ve Kadızade parlak ve genç bir matematikçinin öğretmeni olarak materyal hazırlıyor gibi görünüyordu. Astronom el-Jaghmini’nin icmali üzerine bir tefsiri 1412-13'te Kadızade tarafından yazıldı,aynı zamanda,ikinci bir tefsir de el-Semerkandi’nin bir çalışması üzerineydi. Bu ikinci tefsir,el-Semerkandi’nin Öklid’in 35 önermesini incelediği sade 20 sayfalkı ünlü kısa çalışması üzerinedir. Kadızda, bu çalışmayı 1412'de yazdı.
Belki de Kadızade’nin cesaretlendirdiği Uluğ Bey, 1417'de, bir yükseköğretim merkezi olan medresenin yapımına başladı. Semerkant’taki Rigestan Meydanı’nın karşısında duran Medrese, 1420'de tamamlandı ve Uluğ Bey o zaman bulabildiği en iyi bilimadamalarını medresedeki öğretim pozisyonlarına atamaya başladı. Kadızade’nin yanısıra Uluğ bey,yaklaşık altmış diğer bilim adamı gibi, El-Kaşi’yi de medresesine katılmaya davet etti. El-Kaşi, Kadızade ve Uluğ Beyin kendisinin Semerkant’taki bu ünlü kuruluşun önde gelen astronomları ve matematikçileri olduklarından hiç şüphe yoktu.
Semerkant’ta 1424'te bir gözlemevi inşaatı başladı ve gözlemevei inşaat halindeyken El-Kaşi, Keşan’da yaşayan babasına Semerkant’taki bilimsel hayat hakkında mektuplar yazdı. El-Kaşi bu mektuplarda,Uluğ Bey ve Kadızade’nin matematikle ilgili iyeteneklerini övmekte,fakat onlarla kıyaslandığında öteki bilim adamlarından ikinci derecede bahsetmekteydi. Bilimsel toplantılar,Uluğ Bey tarafından yönetilmekte idi ve bu oturumlarda astronomi üzerine sorunlar serbestçe tartışılıyordu. Bu sorunlar, El-Kaşi ve Kadızade hariç tümü için genellikle çok zordu.
Kadızade’nin en orjinal çalışması, dikkate değer bir doğrulukla sin 1°'in hesaplanmasıydı.
Yöntemlerini Sinüs Üzerine Risale adlı eserinde yayınladı. Bu problemin çözümü için El-Kaşi de bir yöntem bulmasına rağmen, iki yöntem farklıydı ve bu da iki takdire şayan bilim adamının da Semenrkant’ta aynı problekler üzerinde çalışıyor olduklarını göstermektedir. El-Kaşi gibi, Kadızade de sin 1 dereceyi 10-12'lik bir doğrulukla (eğer ondalık olarak açıklanırsa) hesaplanmıştır.
Semerkant’taki gözlemevinde başlanılmış olan asıl çalışma, Batlamyos’tan beri ilk geniş kapsamlı yıldız kataloğu olan Yıldızlar Kataloğu ’nun yapılmasıydı. Bu yıldız kataloğu Zij-i Sultani, 17. yy’a kadar bu tür çalışmalar için standart oluşturmuştur. Kadızade’nin ölümünü izleyen yıl olan 1437'de yayınlanmış olan eser 992 yıldızın konumlarını vermektedir. Katalog, gözlemevinde çalışan çok sayıda bilimadamının ortak bir çalışmasıydı;ama,elbette asıl katkıda bulunanlar Uluğ Bey, El-Kaşi ve Kadızade idi. Gözlemevinde yapılan gözlemlerin tablolarının yanı sıra, çalışma, takvim hesaplamalarını ve tirgonometrideki sonuçları da kapsamaktaydı.
Kadızade tarafından tamamlanmamış bir tefsir de Nasreddin el-Tusi’nin astronomi ile ilgili ilmi eseri üzerinedir. Günümüze ulaşan bu çalışmanın içerikleri (3) ‘te tamamlanmıştır. Birçok Müslüman astronomun ve matematikçinin tartıştığı Mekke’yi kaplama problemi üzerine Kadızade tarafından yapılan bir ilmi eser de halen bilinmektedir.”
(MacTutor History of Mathematics Mathematicians/Orçun Zorlular’ın çevirisi)

Müsbet bilimler konusunda matemaik ve astronomi bilgini Kadızade-i Rumi (Musa Başa b. Mahmud b. Mehmed Selahaddin (1337-1412), öğretimini Bursa’da yaptı. Kız kardeşinden başka kimseye haber vermeden Horasan’a oradan Türkistan’a giderek bilgisini artırmaya çalışmıştır. Timur’un torunu Uluğ Bey (1394-1449) zamanında Semerkant’ta bulunduğu sırada, müdür Gıyaseddin Cemşid’in ölümü üzerine Semerkant rasathanesi müdürlüğüne, aynı zamanda Semerkant Medresesi baş müderrisliğine getirildi.
Baş müderris bulunduğu sırada Uluğ Bey’in sebep göstermeden bir müderrisi azletmesi üzerine durumu anlatmış, dersten çekilmesine bir müderrisini kendisine sorulmadan azledilmesinin sebep olduğunu söylemiş, böylece bilim kurumlarına siyasilerin doğrudan hakim olamayacağına dair güzel bir ders vermiş, bilgin hükümdar, hocayı görevine iade ederek kadızade’nin gönlünü almıştır. Rasathane müdürlüğünde bulunduğu sırada hazırlamakta olan Zic-i Gürgani (Zic-i Ulug Bey) nin yazılışına katılmıştır. Eserleri:
(a) Mahmud b. Ömer el-Çağmini el-Harezmi (öl:1221)'nin El-Mulahhas fi’l-Hey ’e adlı kitabına yazdığı şerh.
(b) Şemseddin Semerkani (13.yy)'nin Euclides’in Kitab el Usul ’ünden geometri öncüleri ve üçgenlerin niteliklerine dair ikinci kitabındaki davalar üzerine kaleme aldığı Eşkal el-Tesis ’i şerhetmiştir.
(c) Muhtasar fi’l-hisab: Arapça üç kısım. Aritmetik, cebir, denklemler ve ölçmelerden oluşur.Faydalı, anlaşılması kolay bir aritmetik kitabı.
(d) En orijinal eseri Risale fi İstihraci’l-Ceyb derece Vahide adıyla Gıyaseddin Cemşid’in yazdığı kitaba yazdığı şerhtir. Kadızade, bu eserinde bir (s:238) derecelik yay sinüsünün hesabı daha iyi ve daha basit bir şekle sokmuştur. kadızade, gerçek bir astronomdu. Yetiştirdiği iki öğrencisi sonradan Tüarkiye’ye gelerek matematik ve astronomi ilimlerin yaymışlardır. Bunlar Fethullah Şirvani ve Ali Kuşçu’dur.
(Türkiye Tarihi 2,Osmanlı Devleti 1300-1600,Cem/Tarih, Ekim 1995, s:238-239)

Molla Fenari (Şemseddin Mehmet). Hamza oğlu, 1350 doğumlu. Bursa -Yenişehri Fener kasabasında doğduğu için Fenari adını aldı. Molla Fenari, Kara Hoca denen Alaadin'den ders aldı, sonra Konya Aksarayındaki Zincirli Medrese hocası Cemalüddin Aksarayi'den ders aldı(1376) ve oradan Kahire'ye gitti. Kahire'de dönemin ünlü hocalarından Bayburt'lu Molla Ekmel'den ders aldı. Molla Fenari, babasının düşüncesi olan tasavvufa da önem verdi ve Muhyiddin Arabi felsefesini yaymaya çalıştı. Osmanlılar zamanında Bursa'da müderrislik ve sonra kadılık yaptı.Yıldırım Bayezid'in ilgisini çekmişti, devlet işerinde görüşlerinden yararlanılmıştır. Bir çok kere Mısır ve yöresine gitti. Mısır ve Suriye bilginleri, kendisine tutkun olmakla birlikte onun vahdeti vücut felsefesine olana eğilimini önemli bir kusur sayıyorlardı. Memluk Sultanı Melik Müeyyed Şeyh'in daveti üzerine 1419'da Kahire'ye gitti. Oradaki alimlerle görüştü; ama onlarla Muhyiddin felsefesine ilişkin konularda onlarla tartışmaya girmemek için özen gösterdi; başka konularda görüşmeler yaptı..Bu da hakkında değişik yorumlar yapılmasına yol açtı.
Molla Fenari, Çelebi Sultan Mehmet zamanında padişaha gücenip Karamanoğlu Mehmet Bey'in yanına gitti. Karamanoğlu Mehmet Bey, ona büyük saygı gösterdi; kendisine günde bin, öğrencilerine de beş yüz akçe bağladı. Çelebi Mehmet, Karamoğlu'nu yenince Molla Fenari’yi alıp Bursa’ya götürdü. Bursa kadılığını verdi. Bu durum vezirlerle arasının açılmasına yol açtı.Molla Fenari, geride yazdığı yüzü aşkın eser ve bin ciltlik bir kütüphane bırakarak 1431 Mart ayında öldü. Molla Fenari, Davud Kayser'den sonra Osmanlı memleketlerinde vahdeti vücut felsefesinin yayılmasına çalışmış, aynı zamanda medreseden yetiştirdiği ilim adamları ile ulema mektebinin kurucusu olmuştur. Kendisinden sonra yetişmiş olan alimlerin hemen hepsi Molla Fenari okulundandır.Öldüğü zaman 150 bin altını olduğu ve cömert bir insan olduğu söylenir. Oğul ve torunları da kendi ünü nedeniyle ilk kez kırk akçe yövmiyeli müderris olmuşlardır.(Uzunrçarşılı, s: 648-50 )
Tıp
1.Murat ve Yıldırım Bayazid devirleri (1359-1402)'nde tıp konusuna gelince: Anadolu’da Türkçe ilk tıp kitabı Hekim Bereket’in Lübabu’n-Nuhab adlı Arapça eserden yaptığı çeviridir. Bu çeviri, 1312-1319 yılları arasında hükümdarlık yapmış olan Aydınoğlu Mehmet Bey adına yapılmıştır. Bundan sonra Murat b. İshak ’ın 1387 yılında yazdığı Havassu’l -Edviye adlı eseri dikkati çekmektedir. Birtakım ilaçların etkileri üzerinde kısaca durulan bu eserin hazırlanmasında, Zeyneddin b. İsmail Cürcani ’nin Zahire-i Harezşahi ve İbn Sina’nın ünlü El-Kanun fi’t-Tıb adlı eserlerinden yararlanılmıştır. Eserde bazı hastalıkların tedavisinden de kısaca bahsedilmektedir. Bu yüzyılda çevirildiği sanılan bir eser de Büveyhi Hükümdarı Alauddevle’ye sunulan, onun özel hekimi Ali b. Abbas b. El-Mecusi(öl: 994) ‘nin Kamilu’s-Sınaati’t-Tıbbıye adlı eserinin sağlık bilgisi ve hastalıkların tedavisi üzerinde duran bölümü ile ülserler, çiçek ve kızamığa dair bölümünün bir çevirisidir. Bu çevirinin 14. yy’da yapıldığı anlaşılmaktadır.
Eserini Türkçe Yazdığı İçin Okurundan Özür Dileyen Tıp Adamı
Bu dönemin en tanınmış hekim yazarı ise Hacı Paşa adı ile ünlü Celaleddin Hızır (öl:1413 ya da 1417)'dır. Mısır’da okumuştur. Öğrenci arkadaşları arasında şair Ahmedi, Şemseddin Fenari bulunduğu gibi, Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedrettin ile bazı derslere birlikte devam ettiği bilinmektedir. Ancak yakalandığı bir hastalık yüzünden, öğrenimini tıp alanına yönelterek ünlü bir hekim olmuştur. Mısır’da tıp öğrenimini tamamladıktan sonra Kahire’de Mansuriye-Kalavun Hastanesi’ne başhekim atandı. Sonra yurduna dönerek Aydınoğlu İsa b. Mehmet b. Aydın’ın hizmetinde Ayasluğ ve Birgi’de çalıştı.
Tefsir ve tasavvufa dair de eserleri olan Hacı Paşa’nın tıp konusundaki eerlerini başında Aydınoğlu İsa Bey için 1381'de yazdığı Şifa ül-Eskam ve Deva ül-Alam (Hastalıklara Şifa ve Elemlere Çare) adlı Arapça eseri gelir. Eserinde Galenus ve İbn Sina tıbbını temel almakla birlikte, kişisel gözlemlerini de ekler. Anlatımı açık seçiktir. Gereksiz ayrıntılardan kaçınmıştır. Kitap dört “makale”, diğer deyişle dört bölüm halinde hazırlanmıştır... Hacı Paşa’nın bundan başka tıp konusunda iki eseri daha vardır. Bunlardan biri, Kitabu’t-talim (yazılışı 1369), öteki de Kitabu’s-Sa’ade ve’l-İkbal müretteb ala erbaa Akval adını taşımaktadır. Kitabu’t-talim aslında iki kitaba (s: 239) çok benzemektedir. İlk kitabından önemli farkı sonuna eklediği hekimlerin kıyafet ve davranışları ile iligili bahsin, ilk kitabında bulunmamasıdır. Kitabu’s-Saade’nin de, yakından incelenince, Hacı Paşa’nın ilk eseri Şifa’nın yeni bir bileşimi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu son eser Muntehabu’ş-Şifa (Şifadan Seçmeler) adı ile Türkçe’ye çevrilmiştir. İşin ilginç yanı, Hacı Paşa’nın kendisinin Türkçe olarak yazdığı Teshilu’ş-Şifa ’da verilen bilgiler de aslında kendi Arapça ilk eserinde verilen bilgilerin farklı bir çevirisinden ibaret olmasıdır. Bu eserin önsözünde Hacı Paşa’nın eserini herkesin anlayabilmesi için Türkçe yazdığı için özür dilemesi ise, üzerinde önemle durulması gereken ilginç bir konudur. Onun bu sözleri, bilim dili olarak Arapça dışında başka bir dilin, daha doğru bir deyişle bilginin ana dilinin dahi düşünülmediğini açık bir şekilde göstermektedir.
14. yy’ın, eserleri bugüne kalmış olan diğer bir bilgini ise, Şeyh Cemaleddin Aksarayi (Öl: 1388)'dir. Eseri Hallu’l- Mucez, İbni Sina’nın Kanun adlı ünlü eserinin İbnu’n-Nefis (1210-1288) tarafından Mucezu’l-kanun adı ile yapılmış olan özetinin bir açıklaması niteliğindedir. Bilindiği gibi İbnu’n-Nefis, küçük kan dolaşımını bulan bilgindir. Onun bu dolaşımı, ölüler üzerinde inceleme yapmadığı halde akli bir muhakeme ile keşfetmiş olduğu ileri sürülmüşse de, İbnu’n-Nefis’in bu görüşe mutlaka gözlem yapmış olması gerekir. 16. yy’da Batı’da küçük dolaşımı açıklayan Miguel Serveto da Villanova (1511-1553) ‘nın İbnu’n-Nefis ’ten haberdan olduğu bugün artık anlaşılmış bulunmaktadır.
Bu dönemin tanınmış ozanlarından (şairlerinden) Ahmedî (1334?-1413) ‘nin de Tıbba dair mesnevi şeklinde Tervihi’l-Ervah adlı manzum bir eser yazdığı görülüyor. Bu eserde ilkin Anatomi ile ilgili kısa fakat düzenli bilgi verilir; sonra da hastalıkların tedavilerinden bahsedilir. (15. yy’ın ilk yılında 12 Mayıs 1400'de Bursa’da Yıldırım Bayezıd’ın Daru’t-Tıp adı ile bir hastane açtığını biliyoruz.. Bu hastanede, usta hekimlerin çırak yetiştirmiş ollaları mümkündür.).
Bu devrin sonlarına doğru, yani 2. Murat zamanında yetişmiş ve bize iki eser bırakmış bir hekim yazar da Mukbil-zade Mümin’dir . 1437'de yazılmış olan Zahire-i Muradiye, Arapça ve Farsça kitaplardan Türkçe’ye çevrilmiş bir derlemedir. Özellikle Zeyneddin b. İsmail el-Cürcani (öl: 1135) ‘nin Arapça eseri Zahire-i Harezmşahi’den yararlandığı anlaşılmaktadır. Beş “makale” olarak düzenlenmiş olan bu eserde beyin, baş, göz, kulak, burun, mide ve yemek borusu hastalıkları üzerinde durulmaktadır. Arapça terimler arasında türkçe terimlerin serbestçe kullanılmış olması, eserin tasnif ve tertibi, bu eserin dikkate değer yanını teşkil etmektedir. Eserin en etraflı kısmı göz hastalıklarına aittir ve bu konuyla ve dağlamayla ilgili aletlerin resimleri de vardır. Kaynaklarını açıkça belirtmiş olması da yazarın lehine kaydedilmesi gereken bir husustur. Onun düşünce namusuna sahip bir yazar olduğunu göstermektedir.(s:240) Mukbil-zade’nin ikinci eseri Miftahu’n-Nur ve Hazainu’s-Surur adını taşır. Aynı hükümdara sunulmuştur. Bu eserde kısavca Anatomi (Teşrih) ve sağlık bilgisi verildikten sonra ayırntılı bir şekilde göz hastalıkları hakkında bilgi verilmektedir. Kitabın baş tarafında ayrıca bir hekimin nasıl olması gerektiği hakkında bilgi verilmektedir.
Bu dönemde tıp dışındaki konulara ilişkin eserleri pek göremiyoruz.Yalnızca Ali Hibetullah’ın Hulasatu’l-Minhac fi İlmi’l-Hisab adlı Arapça matematiğe ait bir eserinin bulunduğu biliniyor.
1. Mehmet zamanında ansiklopedik eserlere ilgi gösterilmeye başlandığı anlaşılıyor. Bu sırada Rukneddin Ahmet, Zekeriya el-Kazvini (1203-1283)'nin Acaibu’l-Mahlukat ve Garaibu’l-Mevcudat’ını Türkçe’ye çevirmiş ve 1. Mehmet’e sunmuştur. Bu eser, 1561'de Sururi tarafından da çevrilmiş;ayrıca çok sayıda özeti yapılmıştır.(Yazıcızade Ahmet Bican’ın Acibu’l-Mahlukat’ı da böyle bir özettir). Gözlem ve değerlendirme nitelikleri dolaysıyla “Ortaçağın Herodot’u yahut da Araplar’ın Plinus’u” sayılan Kazvini de Demiri’nin Hayatu’l-Hayvan adlı eserinden pek çok alıntı yapmıştır. Öyle anlaşılmaktadır ki dünyanın yuvarlak olduğu düşüncesi bu çeviri ile Osmanlı-Türk eserlerine geçmiş bulunmaktadır. Daha çok hayvan ve bitkilerden bahseden bu tih ansiklopedik eserlerin daha sonra da Türkçe’ye çevrilmiş bulunmaları,başta hükümdarlar olmak üzere böyle eserlere gösterilen ilginin bir sonucu olsa gerekir.
Bu sıralarda Hüsameddin Tokadi, gökkuşağı üzerine küçük bir kitap yazmış,fakat sonunda biraz bilime değinen bu sözleri için “bütün söylediklerim hep, filozofların öğretilerine göredir (mezheb-i hükeme üzeredir) günahtan sakınanlar ve şeriat yolunda gidenler (in), buna inanmamak gerekir” demeyi de ihmal etmemiştir. Onun bu sözleri, artık iyece belirmeye başlayan acı gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.
Semerkant'tan Kastamonu'ya
2.Murat devrinde Semerkant’tan Kastamonu’ya gelen ve orada kelam ve mantık dışında astronomi ve matematik de okutmuş olan Fethullah Şirvani’yi de bu vesileyle anmamız gerekiyor. Onun bu dersleri ile Osmanlılarda yüksek matematik ve astronomi eğitimi başlamıştır. Şirvani, bu eğitim sırasında hocası Kadızade’nin Eşkalu’t-Tesis açıklamasına ve Mahmud b. Ömeru’l-Harezmi (öl.1221)'nin El-Mulahhas fi’l-Hey’e adlı eserinde açıklamalar yazmıştır Öte yandan Mehmed b. Süleyman da 1398 yılında Muhammed b. Musa Kemaleddinu’d Demiri (1344-1405)'nin ünlü eseri Hayatu’l-Hayvan adlı Zooloji kitabını Türkçe’ye çevirmiştir. Bu eserde alfabetik sıra ile bine yakın hayvan adı geçer. Eser, bir tür hayvanlar alemi ansiklopedisi kabul edilebilir. Bundan başka 9. yy’da yaşamış olan Ebu Yusuf İbn Ali Hizan’ın veteriner hekimliği ile ilgili Kitbu’l- Hayl ve’l-Baytura adlı eseri de Türkçe’ye çevrilmiş ise de çeviri tarihi belli değildir.
(Türkiye Tarihi 2, Osmanlı Tarihi 1300-1600, Hüseyin G.Yurtaydın’ın yazısı s: 237-242)

Taşköpüzade Ahmed, 14. yy’da Osmanlı ulemasının hızla çoğaldığını belirtiyor. Fenari ve Davud, Anadolu Müslümanlığı üzerinde derin etkiler bırakan büyük Mağripli sufi Muhyiddin İbn Arabi ’den etkilenmişlerdir. İbn Arabi, 13. yy başında Selçuklu sarayında uzun süre kalmıştı ve çok güçlü yapıtları, Sadreddin Konevi ‘den Davud ve Fenari’ye kadar, onun öğretisine kendi damgalarını da vurmuş olan Anadolulu birçok öğrencisi tarafından açıklanmış (şerh edilmiş) ve yorumlanmıştır. Fenari’nin ailesi, İbn Arabi’nin Anadolu’daki en büyük öğrencilerinden Sadrettin Konevi’nin soyundan geliyordu. Burada, gayrimüslimlerle ilişki kurmaya yatkın ve uygun mistik bir İslam sözkonusudur; böyle bir İslamda “İsa ibn Meryem” çok önemli bir rol oynar ve Palamas’ın İznik’te tartıştığı imam, açıkça bu öğreti (Arabi’nin öğretisi) içinde yer alır. Ama uzlaşmacı tavırlara örnek gösterilebilecek olan yalnızca ulemanın İslamı değildir: Gezgin dervişlerin, Türkmen babalarının popüler ve fazla biçimci olmayan bir din anlayışları da böyledir. Bizans kaynaklarının “karışık barbar” dediği ve çifte kültürel kalıtı birleştiren bu topluluk, Türk-Hıristiyan evliliklerinden doğmuştur. Bizanslılar, her vesileyle keramet sahibi Türkleri yüceltir: Abdal Murad, Bizans çevrelerinde mucizeleriyle tanınmıştır; Bizans döneminde Bursa halkı ona yiyecek gönderirmiş. Emir Sultan, Bursa’dan kalkıp,ermişlik ününü duyduğu Bizanslı bir münzeviyi ziyaret etmek için Keşiş Dağı (Uludağ) na gitmiştir. Bu bölgede yaşayan ünlü Geyikli Baba, bir kilisede şarap içerek ve kılıcıyla Ayios Yeoryios’unkine benzer mucizeler gerçekleştirerek yaşamıştır. Bu özellikleri nedeniyle bölge Hıristiyanları ona iyi gözle bakmışlardır. Bursa sakinleri bir süre sonra, kentin Osmanlı Beyliğinin merkezi durumuna gelmesinin ardından, bir Arap gezgininin şaşkın bakışları arasında İsa’nın Muhammed’le eşdeğer biri olduğunu söyleyen bir vaizden yana tavır alırlar. Yüzyılın sonunda, Ankara’da Manuel II. Paleologos Türkçe müterciminden söz ederken, onun Müslüman olmasına rağmen, Hıristiyan atalarının dinine çok bağlı kaldığını söyler. Ayrıca Palamas’ın da İslam konusundaki görüşlerinde oldukça ılımlı olduğu dikkat çekmektedir. Kutsal Ruh’un barbar olsun, göçebe olsun, herkesin iyiliğini istediği düşüncesinde olan günah çıkarıcı Maksimos’tan, İslam’da bir “bağışlama ışığı” olduğunu söyleyen Matteo Blastares’e kadar, Bizansta her zaman İslamın bazı niteliklerini, özellikle de mutlak tektanrıcılığını çok önemseyen düşünürler olmuştur ve Palamas da bu akımın içinde yer alır.
Durum böyle olunca da Selanik başpiskoposuyla Türk imam arasında İznik’teki tartışmaya egemen olan serinkanlı hava ve anlaşma zemini bulma konusundaki karşılıklı irade daha iyi anlaşılmaktadır. Türk kaynaklarndan öğrendiğimiz biçimiyle 14.yy ortasında Osmanlı Beyliğinde egemen olan iklim Müslümlanlarla Hıristiyanlar arasındaki uzlaşmacı ilişkilere bütünüyle elverişlidir ve Palamas tarafından resmedilen ortamı da doğrular. Piskoposun mektubunun sonunda anlattığı biçimiyle İznik’teki teolojik tartışmanın sonucu gibi bölümler belirgin bir anlam kazanır:
Hafif bir gülümsemeyle şöyle konuşuyorum onlarla: “Formül düzleminde anlaşmış olsaydık,aynı dine mensup olurduk.” O zaman şöyle diyor Türklerden biri: “Anlaşacağımız gün gelecektir.” Ben, buna inandım ve bu anın çok çabuk gelmesini diledim
İnançlar arasında uyuşma isteği Bizanslı bir din adamının sözlerinden daha açık bir biçimde ifade edilemez. İslam tarafında ise 14. yy’da Osmanlı Beyliğinde derin etkiler bırakan İbn Arabi ve Mevlana evrensel açıklamalar getirmektedir.
Mağripli sufi Arabi şöyle der:
Yüreğim bütün biçimlere açıktır:putlar tapınağı, Hıristiyan papazın manastırı, Musa’nın on emri, müminlerin Kuran’ıdır, dinim sevgi dinidir.
Öte yandan Mevlana da şunları söylüyor:
Yolları ayrı olsa da amaç birdir. Kabe’nin yolu kimilerine göre Bizanstan, kimilerine göre İran’dan ya da Çinden geçer, Kimilerine göreyse Hindistan ya da Yemen tarafından .... Amaç ne imansızlıkta ne de imandadır (...) ve yolda birbirlerine, “haksızsın ve dinsizsin” diyenler yolun sonuna geldiklerinde unutuyorlar kavgalarını, çünkü amaçları birdi.
(Michel Balivet, Osmanlı Beyliği,Tarih Vakfı Yurt Yay: s: 3-5)
Ancak 13. yy’ın ünlü Botanik bilgini İbnü’l-Baytar (öl: 1248)'ın Kitabu’l-Cami fi’l-Edviyeti’l-Mufrede adlı eserinin kısaltılarak yapılmış bir çevirisi bulunmaktadır. Adını bilmediğimiz çevirmen, bu çeviriyi Aydın Oğlu Hızır Bey (1340-1348)'in emriyle yapmıştır. Bu çeviride hekimlikte kullanılan bitkiler ve bazı hayvani ürünler alfabetik sıraya konulmuş, bazı otların Türkçe adları yanına Yunanca adları da yazılmıştır. Tıp tarihi incelemeleri için faydalıdır.
İznik Medresesi’nin yetiştirdiği bilginlerden Şemseddin Mehmed bin Hamza el Fenari (öl: 1430-31), Karaman’da ve sonra Mısır’da eğitim gördü; tasavvuf, mantık ve başka akli ilimlerde ihtisas yapmış bir bilgindi. Yazdığı mantık kitabı 1886 yılında İstanbul’da basılmış ve medreselerden zamanlara kadar okutulmuştu. Akli bilimlere dair eseri Uveysatu’l-Efkar fi İhtiyarı uli’l-Ebsar’ da zor birçok meselenin çözümlerine ilişkin geniş bilgiler vermiş, diğer bazı sorunların çözüm yollarına karşı da itirazlarını belirtmiştir.(Hüseyin G. Yurdaydın, Türkiye Tarihi 2, s:238)
Osmanlılar, Kelam ve Tasavvuf
İmam Gazali, Osmanlı ulemasının en çok inecelediği ve tanıdığı İslam düşünürlerinden biridir. Gerçekten Gazali’nin tüm eserleri klasik çağda birçok kez kopya edildiği gibi,matbaanın girmesinden sonra da sık sık basılmıştır. Günümüzde Gazali, Türkiye’de büyük İslam düşünürlerinden eserleri en çok yayınlananlar arasındadır.
Hiç kuşkusuz, Gazali Osmanlıları etkileyen tek düşünür değildi. Belki en çok etileyen düşünür de değildi (s:59) Daha önce de belirttiğim gibi,Osmanlı düşüncesinde formel bir plüralizm sayesinde çeşitli İslam alimleri birarada incelenmişlerdir.Fakat Gazali’nin önemi şuradan geliyor: Osmanlı kültür hayatı, Gazali’nin başlattığı Kelam’la Tasavvuf’u uzlaştıran okulun mirasçısı olmuştur. Osmanlılarda sufiliğini meşruluğu, hatta Osmanlı sultanlarının birçoğunun bir tarikat mensubu olmaları bu sayede mümkün olmuştur. Hiç kuşkusuz Osmanlılarda da zaman zaman sünni katılığı savunan ulema ile, sufilerr arasında tartışmalar, kavgalar çıkmıştır. Fakat Osmanlı dünya görüşünde sufilik, hiçbir zaman şiilik, rafizilik, batınılik gibi reddedilen bir doktrin sayılmamıştır.
Kelam-Tasavvuf uzlaşması Osmanlı zihniyetini oluşturmuştur. Osmanlı esprisi eleştirel akla değil, nakilciliğe ve”kalb”e dayanıyordu. Aslında İslamda felsefe geleneği,Gazali’den sonra hemen son bulmamıştır. İbni Rüşd’ün Gazaliye karşı yazdığı reddiye (Tehafü al-Tehafüt ) İslam düşüncesinin klasikleri arasındadır. Fatih Sultan mehmet zamanında bu tartışma yeniden canlanmış ve bizzat sultanın da isteğiyle felsefe yanlıları ile karşıtları fikirlerini tartışşmışlardır.15. yüzyılın en güçlü alimlerinden Hacazade efendi, felsefeye şiddetle karşı çıkmış ve bir “Tehafüt” de(bu kez İbn Rüşd’e karşı) kendisi kaleme almıştır. Bundan sonra Osmanlı düşüncesinde felsefe, ancak Fahreddin Razi ve Nasreddin Tusi gibi düşünürlerin eserlerinde nakledildiği ölçüde yaşamıştır.
Osmanlı esprisinin eleştirel akla fazla yer vermemesi ve sufiliğin kazandığı güç, anlama ve ifade aracı olarak şiirin önemini çok artırmıştır. Gerçekten şiir Osmanlı kültüründe bugün ondan anladığımızdan çok farklı ve geniş bir yer işgal ediyordu. Osmanlı ulemasının ve hatta sultanlarının büyük bir kısmı aynı zamanda şairdirler. Şiirle ve şiirde ifadesini bulan “aşk”la kendilerini tanrıya adıyorlardı.Şiirde tasavvuf egemenliği o kadar mutlaktı ki, aslında tasavvufa içten inanmayan yazar ve şairler bile şiirlerinde sufi aşkı dile getirmişlerdir. Bununla birlikte Osmanlı tasavvufu tanrrıyla insanı vecd içinden birleşmesine ontolojik değer atfeden “Vahdet-ül Vücud” felsefesini ve “Ene’l Hak” doktrinini kesinlikle reddetmiştir.
Tanınmış oryantalist E.J.W.Gibb, bu yüzyılın başında yayınlanan klasik eserinde, sufiliğin Osmanlı edebiyatında nasıl bir dünya görüşü şeklini aldığını somut olarak anlatır. Konunun temsili niteliğini gözönünde bulundurarak, Gibb’in çizdiği tabloyu nakletmenin yararlı olacağını sanıyorum:
Mistik şairlerin ifade ettiklerine göre, Tanrı yaratılış dolaysıyla kendini göstermeye karar verince önce ışığından “Nur-u Muhammed” aydınlanmıştı. Sonra Tanrı, Nur’a bakmış ve içinden cismani dünyaya çıkartmıştı. Daha sonra ilk ruh ve giderek alçalan bir sıralama içinde çeşitli varlıkların ruhları yaratıldı. tanrı nihayet, bir kürsü ve büyük bir kalem yarattı ve “Ey kalem yaz!” dedi. Ve Kuran’ın ilk ilahi şekli yazıldı. Bundan sonra sekiz cennet yaratıldı. tanrı daha sonra kökü “kürsü”nün altında, dalları sekiz cennete uzanan büyük bir tuba ağacı yarattı. Sekiz cennetten sonra altı deniz, bundan sonra da yedi gök yaratıldı.
Gibb, Osmanlılarda yaygın “Yaratılış” kuramının şiirdeki ifadesini eserinde daha ayrıntılı olarak veriyor. Ancak yazarın da belirttiği gibi “yaradılış” kuramının bu şekli daha çok fazla okumamış kimseler, “avam” arasında yaygındı.- Ulema ve mütekallim takımı, özündü pek farklı olmasa da (s: 61) daha nüanslı bir görüş dile getirmişlerdir. Osmanlılarda “Kelam” ve “Tefsir” ilimlerine hasredilen binlerce eserde bu görüşler işlenmiştir.
Taşköprüzade Ahmet Efendi, Mevzuat-ül Ulum ’da(Arapça’dan tercüme ünlü eseri) Kelam ilmini şöyle tanımlıyor: “Bu bir ilimdir ki; anınla iktidar olunur; akaid-i diniye isbatına.. Bunun mevzu Hakk-ı Teali’nin zat ve sıfatıdır” Osmanlı alimi, Kelam’ın şüpheyi ortadan kaldırmak amacına yöneldiğine dikkati çektikten sonra filozoflara çatar ve ancak inançları sağlam ve her türlü şeri ilmi özümlemiş kimselerin “felsefe” ile uğraşabileceklerini ifade eder. Katip Çelebi de eserlerinde Osmanlı tarihinin tanınmış kelamcılarını belirtmiştir. Keşf-ül Fünun’da bunların tam bir listesini, Mizan-al Hak’da da en önemlilerini saymıştır. İlmin her dalına hakim olan bu büyük bilginler listesinde İmam Gazali, Fahreddin Razi, Kadı Baydavi, Adud al- Din İci, Saadettin Taftazani, Seyid ve Şerif Cürcani ve Calleddin Davvani gibi kimselerdir. Bu alimler kronolojik sıra içinde,11. yy’lla 15. yy arasında yaşamışlar ve daha çok birbirlerini tefsir ederek İslam dünya görüşünü akideler halinde özetleyen temel eserler vermişlerdir. 15. yy’dan itibaren bayrağı Osmanlı alimleri almış ve 17. yy’da Katip Çelebi’nin Keşf-ül Fünun ’da ifadesini bulan bir bilgi birikim başlamıştır.
Osmanlı düşüncesinin skolastik niteliğini daha önce degalerca belirttim. Bu yüzden yukarıdaki şahşiyetlerin az çok birbiren benzeyen eserlerini ve bunların tefsirlerini ayrı ayrı ele almkta büyük yarar yoktur. Bu eserler, 17. yy’dan itibaren çağdışı olmaya başlamışlardır. Bununla birlikte Osmanlı düşün hayatında 19. yy sonuna dek bu düşünce tarzı egemen olmuştur. Bu yüzden düşünce hatımızdaki (s: 62) kopukluğu sergilemek üzere, bu eserlerin en önemlilerinden birinden (ve de tefsirinden) daha ayrıntılı oylarak söz etmek isitiyorum.
Necmeddin Nesefi ve Saadeddin Taftazani
-Bir Özet-
12. ve 15. yy’larda yaşamış bu iki düşünür, Kelam ve Tefsir ilimlerinin en güçlü temsilcilerindendir. Her ikisi de Osmanlı olmamakla birlikte,tüm eserleri Osmanlı uleması arasında tanınıyor ve Osmanlı medreselerinde okutuluyordu. D’Ohsson, 18. yy’ın sonlarında “Osmanlı İmparatorluğunun Tablosu” başlıklı klasik eserinin ilk cildinde,İslami akideleri anlatırken, tümüyle Nesefi’ye dayanmış ve “Akaid” başlıklı ünlü eserini özetlemiştir. Katip Çelebi’nin “Büyük Saadettin” diye bahsettiği Taftazani ise, Nesefi’nin eseri hakıknda en çok beğenilen ve okunan tefsiri yazmıştır. Bu eserler- bunlara benzer birçok eserle birlikte- Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüne kadar medreselerde okutuldukları gibi,günümüzde de İslam ülkelerinde inceleme konusudurlar.
Taftazani’nin eseri 19. yy’da Batı dillerine de çevrilmiş olarak ve İslam dünya görüşünü temsil eden kalsiklerden biri olarak sunulmuştur.Eserin ilginç yanı- ve burada ele (s:63) almamızın nedeni-klasik felsefenin temel sorunlarına dini geleneğe dayanarak ve İslami akideler halinde cevap vermesidir. Daha açık bir ifadeyle, Saadeddin Taftazani “varlık nedir?”, “bilgi nedir?” “nasıl bilebiliriz?” gibi metafizik sorulara her türlü şüphenin ve tartışmanın dışında, dini dogmalarla yanıt vermektedir. Bu gibi soruların insanı ister istemez özgür düşünceye doğru zorlayacağı ve bizzat dogmaların da tartıyşma konusu yapılabileceği beklenebilir. Gerçekten böyle bir eğilimin taftazani’nin eserinde de mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Bu eğilimin yazarımızda devamlı mutezile mezhebiyle tartışma şeklinde somutlaştığını görüyoruz. Taftazani’nin,eserinde kendisinden beşyüz yıl önce yaşamış bir doktrinle devamlı savaşması bizi şaşırtmamalıdır. Aynı savaş Taftazani’den beşyüz yıl sonra da devam edecektir. Çünkü felsefi sorulara verilen yanıtları birer dini akide haline getirmek için,önce Kuran’ın “yaratılmış” ve aklın özgür olduğunu savunanları çürütmek gerekmektedir. Bu gereği Taftazani’nin devamlı olarak hissetmesi, kendisini de zaman zaman yazdıklarından şüphe ettiğini mi gösteriyor? Bu soruya yanıt aramak anlamsızdır. Sadece insan aklının, sonunda şüpheyi toptan reddeden dogmatik ürünler verse de şüphe etmeden düşünemeyeceğini teslim edelim.
Taftazani, eserinin girişinde, kelam ilmini “Tanrının birliğinnin ve niteliğinin (“sıfatının”) ilmi olarak tanımlıyor ve bu ilmin “şüphenin ve evhamın karanlıklarından uzak” olduğunu belirtiyor. Yazara göre İslamiyetin standart ilkeleri olan en çarpıcı ve en değerli inciler ve cevherler” N. Nesefi’nin Akaid’inde yer almıştır. Taftazani bu eseri on dokuz bölüm içinde yayımlamaktadır.
Horasanlı aleim,yorumunda,önce Kelamın İslami ilimleri içindeki yerini belirtiyor. Buna göre Şeri ilimleri (s: 64), “Fer”i ilimlerle, “asli” ilimler olmak üzere ikiye ayrılır. Kelam asli bir ilimdir.
Peygamberi ilk tanıyanlar (al-sahaba) ve onların izleyicileri (al-tabi’in) peygamber çağına çok yakın oldukları ve bu yüzden otoriteye dayanma olanağına sahip bulundukları için,şeri ilimleri yazılı olarak kaydetmeye ve sınıflandırmaya gerek duymamışlardı. Bu durum dini liderler arasında fikir ayrılıkları,yenilik eğilimleri (al-bida) ve kişisel hevesler (al-ahva) çıkana kadar devam etmiştir. Görüş ayrılıkları,ulemanın her durumu ayrı ayrı incelemesine ve önemli konularda örnek olabilecek kazai hükümler (al-fatavi) vermesine yol açtı. Böylece ulema arasında bir yandan doğru hükülmlere varmak için temel metinleri inceleme; öte yandan da bu amaçla ilkeler ve yöntemler geliştirme çabası başladı ve biriken malzemenin de tasnifi çabasına girişildi. Ferçeğe ulaşmada kullanılan deliller sayesinde varılan hükümler Fıkıh ilmini;kullanılan yöntemlenr Fıkıh usülünü ve bütün bunlardan çıkan temel gerçekler (“akideler”) de Kelam ilmini meydana getirmiştir. Bu açaklamadan onra Taftazani,Kelam ilmini temel ilim yapan nedenleri saymakta,bu gelişimde, Mutezile doktrininin yerini belirtmekte ve özellikle filozoflarla tartışmaktadır. Yazarımıza göre felsefi eserler Arapça’ya çevrildikten sonra Mutezile mensupları onun etkisiyle Kelam ilmine metafizik,fizik, matematik gibi unsurlara dahil ettiler ve sonunda onu felsefeden ayrıt edilemez hale getirdiler. Bu anlayış Müslümanlar arasında büyük tepkiler yarattı ve Kelam’a hücumlar başladı. Aslında bu hücumlar Kelam’ın kendisne değil, “İslami akideleri tahrip etmek isteyenlere ve filozof olma iddiasındakilerin çaresiz bir şekilde karanlığa sürüklediği kimselere karşı” idi. Oysa İslami ilimler içinde “en asil ilim” olan Kelam, dini akidelerin bilinmesi ve benimsenmesi için kaçınılmaz bir araçtı. (s: 65)
Kelam ilminin “asli ilimler” içindeki yerini böylece belirttikten sonra Sadettin Taftazani varlık ve bilgi kuramlarının açıklamasına girer. Yazar bu konudaki fikirlerini sofist (“sufasta”) olarak nitelediği düşünce şyekilleriyle polemik yaparak ortaya koymaktadır.
(O.Kimliği, s:60-66...)


lionhead 8 Eylül 2006 12:31

İbni Sina
İslam Toplumlarında Bilim
İslam Bilimi deyince ne anlaşılmalı?İslam topraklarında bilimsel çalışmalar ne zaman başladı,ne zaman duraklamaya girdi ? İslam topraklarındaki bilime ivme veren nedir ? Kuran mı yoksa eski bilim mi ? Yunan klasiklerinin Arapça'ya çevrilmesinde Hıristiyanların, Süryanilerin ve çeşitli halkların katkıları olmuş mudur? Asiler, Gazali'nin ders notlarını görünce ne dediler de Gazali yeniden 4 yıl medreseye devam etti? Gazali,neyi savundu?
Katip Çelebi,Gazali'nin eseri İhyau Ulum’id-din için
" Eğer bu eser hariç, tüm İslami eserler tahrip olsaydı, İslamiyet yine de bir şey kaybetmezdi. ”derken kim "Gazali’nin tasavvufa dair İhyau Ulum’id-din adlı kitabı yalan hadislerle doludur" demiştir?
Büyük Selçuklu veziri Nizam-ül Mülk'ü öldüren sınıf arkadaşı kimdi? İslam topraklarındaki bilim İspanya'ya ne zaman ve nasıl geçti? İslam topraklarındaki ansiklopedistlerde ve bu arada Erzurumlu İbrahim Hakkı'da ilkel de olsa evrim kuramının izleri olduğunu biliyor musunuz? Erzurumlu İbrahim Hakkı hangi etkiler sonucu bilim dışı görüşleri savunmaya başladı? Ben sizi bir kısımını buraya yazabildiğim soruların yanıtlarıyla yüzyüze getireciğim.
Önce İslam Dünyasındaki Bilgelere ve İlgi Alanlarına Göz Atalım:
Cabir Ibn Hayyan (Geber)Kimya (Kimyanın babası) öl: 803
Al-Asmai Zooloji, Botanik, Animal Husbandry. 740 - 828
Al-Khwarizmi(Algorizm)Matematik,Astronomi,Coğrafya.(Algorithm,Algebra, calculus) 770 - 840
'Amr ibn Bahr Al-Cahiz,Zoologi, Arap Grameri, Rhetoric,Lexicography
776 - 868
Ibn Ishaq Al-Kindi (Alkindus)Felsefe, Fizik, Optik, Tıp,Matematik, Metalurji.800 - 873
Sabit Ibn Kurra (Thebit)Astronomi, Tıp, Geometri, Anatomi.836 - 901
'Abbas Ibn Firnas, Mechanics of Flight, Planetarium, Artificial Crystals. öl:888
Ali Ibn Rabban Al-Tabari,Tıp, Matematik, Caligraphy, Literature.838 - 870
Al-Battani (Albategnius),Astronomi, Matematik, Trigonometri.858 - 929
Al-Fargani (Al-Fraganus)Astronomy, Civil Engineering.C. 860
Al-Razi (Rhazes)Tıp, Ophthalmology, Smallpox,Kimya,Astronomi.864 - 930
Al-Farabi (Al-Pharabius),Sosyologi, Logic, Felsefe, Siyaset Bilimi,Muzik.870 - 950
Abul Hasan Ali Al-Mesudi,Geography, History.öl: 957
Al-Sufi (Azophi) Astronomi 903 - 986
Abu Al-Kasim Al-Zahravi (Albucasis),Surgery, Medicine. (Father of Modern Surgery) 936 - 1013
Muhammad Al-Buzcani,Matematik, Astronomi, Geometri,Trigonometri.940 - 997
Ibn Al-Haytam (Alhazen)Fizik, Optik, Matematik.965 - 1040
Al-Mawardi (Alboacen),Siyaset Bilimi, Sosyoloji, Jurisprudence, Ethics.972 - 1058
Abu Reyhan Al-Biruni,Astronomi, Matematik. (Dünyanın Çevresini ölçtü)973-1048
Ibn Sina (Avicenna) Tıp, Felsefe, Matematik, Astronomi.981 - 1037
Al-Zarqali (Arzachel)Astronomi (Usturlabı bulmuştur).1028 - 1087
Omar Al-Hayyam,Matematik, Şiir.1044 - 1123
Al-Gazali (Algazel)Sosyoloji, Teoloji, Felsefe.1058 - 1111
Müslüman Toledo'nun(1085), Korsika ve Malta'nın(1090), Provence 'in(1050), Sicilya (1091) ve Kudüs (Jerusalem (1099)'ın düşması.Birkaç Haçlı Seferi Müslüman kaynaklarının,yaşamlarının,mülklaerini,kurumlarının ve alt yapısının yüzyıllık bir dönemin üzerinden birinci hasar dalgası.
Abu Bakr Muhammad Ibn Yahya (Ibn Bajjah)Felsefe, Tıp, Matematik, Astronomi,Şiir, Muzik.1106 - 1138
Ibn Zuhr (Avenzoar)Cerrahi, Tıp.1091 - 1161
Al-Idrisi (Dreses)Coğrafya (Dünya Haritası, İlk küre).1099 - 1166
Ibn Tufayl, (AbdubacerFelsefe, Tıp, Şiir.1110 - 1185
Ibn Ruşd (AverroesFelsefe, Law, Tıp, Astronomi, Teoloji.1128 - 1198
Al-Bitruji (Alpetragius)Astronomy öl: 1204
Müslüman kaynaklarının, yaşamlarının, mülklerinin, kurumlarının ve altyapısının yüz on iki yıllık bir sürenin üzerinde ikinci hasar dalgası. Haçlı Seferleri (1217 - 1291) ve Moğol istilaları (1219 - 1329). Haçlılar, Kudüs'ten Müslüman İspanya'nın batısına kadar Akdeniz boyunca etkindi. Müslüman Kordoba'nın (1236), Valencia'nın (1238) ve Seville'nin (1248) Düşüşü. Doğudaki en Müslüman sınırdan, Orta ve Batı Asya, Hindistan, İran ve Arap anavatanına kadar Moğolların hasarı. Bağdat'ın Düşüşü (1258) ve Abbasi Halifeliği'nin sonu. İki milyon Müslüman Bağdat'ta katledildi. Önde gelen Müslüman medeniyet merkezlerindeki başlıca bilimsel kurumlar, laboratuvarlar ve altyapı imha edildi.
Ibn Al-Baitar Eczacılık,Botanik, Öl: 1248
Nasir Al-Din Al-Tusi Astronomi, Öklitçi Olmayan Geometri.1201 - 1274
Celaleddin Rumi Sosyoloji1207 - 1273
Ibn Al-Nafis Damişki, Anatomi1213 - 1288
Al-Fida (Abdulfeda)Astronomi, Coğrafya, Tarih.1273 - 1331
Muhammad Ibn Abdullah (Ibn Battuta)World Traveler. 75,000 mile voyage from Morocco to China and back.1304 - 1369
Ibn Haldun,Sosyoloji, Tarih Felsefesi, Siyaset Bilimi.1332 - 1395
Ulug Bey,Astronomi,1393 - 1449
Müslüman kaynaklarının,yaşamlarının,mülklerinin,kurumlarının ve alt yapısının üçüncü hasar dalgası. İspanya'da Müslüman egemenliğinin sonu'(1492). Granada'da Vivvarrambla halk meydanında bilim, edebiyat,felsefe ve kültür üzerine bir milyon ciltten fazla eser yakıldı. Afrika,Asya ve Amerika'da kolonileşme başladı.
Herhangibr başka yerdeki kıyaslanabilir bir gelişiminden iki yüz yıl önce,Türk bilimadamı Hezarfen Ahmet Çelebi,Galata Kulesi'nden havalanıp Boğaz üzerinden uçtu.Elli yıl sonra,Çelebi ailesinin bir diğer bireyi Logari Hasan Çelebi,ateşleme yakıtı olarak 150 okka( yaklaşık 300 pound) barut kullanarak ilk insanlı roketi gönderdi.
Güney Hindistan'da Misore Sultanı Tipu (1783-1799) dünyanın ilk savaş roketinin mucididir. Srirangapatana'da İngilizler tarafından ele geçirilen roketlerden ikisi,Londra'daki Woolwich topçuluk müzesi'nde sergilenmektedir. Roket motor muhafazası çok gözenekli çelikten yapılmıştır. 50 mm çapında ve 250 mm uzunluğundaki roket,900 metreden 1.5 km'ye kadar menzil performansına sahiptir.
(Dr.A.Zahoor:http://users.erols.com/zenithco/index.html)
İslamın Yükselişi ve Düşünce/ Bilim
İslam’ın yükselişi birden bire oldu. 632 yılında Hz.Muhammed’in ölümünden daha beş yıl geçmeden izleyicilerinin orduları hem Pers ve hem de Roma ordularını kesin bir şekilde yenilgiye uğrattılar. Bundan sonra uzun yıllar, karşılarına hiçbir kuvvet çıkamayacaktı. 8. yy’da İslamiyet, Orta Asya’dan İspanya'ya kadar uzanan geniş bir alanda egemenlik kurdu. Afrika ve Asya’daki Roma sömürgeleri,büyük öneme sahip Küçük Asya’nın(Anadolu) dışında Arapların ellerine geçti. Orta Asya’dan Hindistan içlerine uzanan Pers İmparatorluğu da aynı durumda idi. O zamandan itibaren bu geniş bölgenin büyük bir kısmı ortak bir kültür,ortak bir din ve ortak bir dille,birkaç yüzyıl kadar da ortak bir hükümete ve serbest ticaret koşullarına sahip olacaktı. Daha da uzun bir zaman din ve hac, Fas’tan Çin’e kadar,bilgin ve şairlere serbest geçiş sağladı.
Bu yayılma, kısa vadede, kültür ve bilimi büyük ölçüde etkiledi. O zamanın Arapları, uygarlığın (medeniyetin) yabancısı değillerdi. Kendi kurdukları kentler vardı ve Roma İmparatorluğu’ nun doğu ticaretinin örgütlenmesinde esaslı bir işlev görmüşlerdi.Ayrıca savaşlar ve fetihler, onları yeni halklar ve kültürlerle tanıştırdı. Fetihlerin kolaylığı, Akdeniz’in kentsel uygarlığını yerli halkın rızası ile ele geçirdiklerini gösterir. O tarihlerde halkın çok azı,giderek etkisizleşen bir hizmet karşılığı boyuna ağırlaşan vergiler koymaktan başka bir işe yaramayan imparatorluk yönetimini savunmak yanlısı değildi. Hıristiyanlığın resmi din olması gerçeği,İmparatorluğun Asya ve Afrika bölgelerindeki nüfusun direnmesine yardım edeceği yerde bu direnmeyi engelledi.Çünkü dalalet mezheplerine bağlı olan büyük çoğunluk müslüman Halifeler yönetiminde,ortodoks imparatorlarca yönetilmdikleri zamanlara oranla cezalandırılma tehlikesinden daha uzaktılar.”
İslam güçleri, işgal ettikleri bölgelerde kendi memuriyet gelirlerini sağlama bağladıktan sonra yerel ve kentsel ekonomilere karışmak yanlısı değillerdi. Şam’daki Emevi Halifeliği, tamamen Yunan yönetmenlerce ve Yunanca yönetiliyordu. Buna bağlı olarak İslam’ın kendine özgü bir ekonomik sistemi olmadı.Askeri kumandanın önceleri tam-kan Araplara münhasır olduğu,fakat sonraları Roma’daki gibi herhangi bir becerikli maceracının eline geçtiği son aşamaların klasik kentsel ekonomisinin basit bir şekli idi. Kölelik ortadan kalkmadı; ama köle arzının azlığından,bunlar artık sadece ev içi hizmetlerde kullanılır oldu. Kölelerin sürü halinde olduğu yerlerde kitle isyanları eksik olmadı. Örneğin Basra Körfezindeki güherçile ocaklarında zenci Zanj’ların isyanı Roma devrinin Spartaküsçülerinin isyanı kadar dehşetli oldu. Arazi,serf durumundaki,ağır şekilde vergilendirilmiş reaya tarafından ekilip biçiliyordu. Bunlar da sık sık isyan ettiler. Toplumcu(komünist) Karmatianların böyle bir isyanı yüzyıldan fazla sürdü.
Ticaretin canlanması ile klasik çağlara oranla tüccarların önemi daha bir arttı. Gerçekten de İslamın birliği, Roma İmparatorluğunun sıkıntılarla dolu son yıllarında yitirdiği geniş bölgenin yeniden tek bir yönetim altında ve daha da genişleyerek birleştirilmesine ve ademi merkezileştirilmesine olanak hazırladı,bu da ticareti büyük ölçüde artmasına yolaçtı. Korodoba’dan Buhara’ya dek müslümanlarca fethedilen hiçbir yerde,Roma gibi imparatorluğun kanını emen ve ekonomisini baskı altında tutan bir merkez olmadı. Mekke siyasi,ekonim ya da kültürel değil daima dini merkezdi. Sardece İskenderiye, Antakya ve Şam gibi eski kentler,yaşamlarında yeni bir canlılığa kavuşmakla kalmadılar;her tarafta Kahire,Bağdat ve Kordoba gibi aynı tarzda yeni kentler kuruldu. Bütün bu kentler birbirleriyle sürekli ilişki içindeydiler ve ürünlerinin farklılığı hem ticaretlerinin hem de teknik gelişmelerinin bir dayanağını oluşturdu. Bunlardan başka ,İslam kentleri, Roma İmparatorluğundaki durumun tersine,geriye kalan Doğu dünyasından kopuk değildi. İslam, Asya ve Avrupa biliminin odak noktası olmuştu. Sonuç olarak Yunan ve Roma teknolojisi bakımından oldukça yabancı ve erişilmez bir dizi yeni icat,aynı pota içinde toplanabilidi. Bunlara çelik, ipek, kağıt ve porselen gibi maddeler dahildir. Bu maddeler de 17. ve 18. yy’larda Batının büyük teknik ve bilimsel devrimine yol açacak daha sonraki gelişmelerin temelini oluşturdular.”
(J. Bernal, BilimTarihi, s: 191-192)
Ünlü Bilim Kenti: Bağdat
8. yüzyıl ortasında Dünyanın en ünlü kentlerinin listesine bir şehir daha eklenmişti: Bağdat . İlk Hıristiyan yüzyıllarında Mezopotamya bölgesinin ortası ve güneyi Perslerin elindeydi ve bunların başkenti şimdiki Bağdat’ın yakınlarında olan Ktesiphon’du. Bağdat, Farsça “Tanrıverdi” anlamına gelir.Bağdat, 750 de kuruldu. 1258' de yıkıldı. Kurucusu, Abbasi halifesi Mansur (Ebu Cafer). Dört yıl süreyle binlerce sanatkar, işçi, mimar, duvarcı, tuğlacı, marangoz, dekoratör, daire şeklinde bir modele göre bu güzel şehri oluşturdular. Şehri kuşatan üç sur vardı: Merkezinde halifenin sarayları ve konakları bulunuyordu. On yıl içinde bu genç başkent, huzurun, bilimin ve estetiğin kaynaştığı bir şehir oldu. Şairlerin anlattığına göre yerler, gül suyuyla yıkanıyordu. Yolların tozu miskti. Her yerden yeşillikler ve çiçekler fışkırıyordu. Kuşların cıvıltısı, huzuru besleyen doğal bir müzik şöleni gibiydi. Flüt sesleriyle hurilerin gümüş sesi birbirine karışıyordu. Bağdat, beşyüz yıl Doğu dünyasının parlayan bir kültür merkezi olarak kaldı.
( Bağdat bilgileri:S. Mahmud,İ.T., s: 112,Ortadoğu s: 18)
"Binbir Gece Masallarını " okumayan, halife saraylarının ününü duymayan var mıydı?
Bağdat' ta hafif yapılı kemerler, çöldeki serap gibi iç açıcıydı. Orada sanatçının eli, duvarların ağırlığını hantallığını kaldırmıştı. Şadırvanların suları, beyaz mermer kaplara akar ve insan, akanın su mu, yoksa mermer mi olduğunu anlayamazdı. Tüm duvarlar, tüm tavanlar, acaip nakışlarla cümlelerin çizilmiş ve yazılmış olduğu kabartma bir halı gibiydi. Arap yazısı, Arap nakışları gibi karışıktı, girintili çıtkıntılıdır. Yazıların yanında nakışlar, bilinmeyen bir dilde yazılar gibiydi. Yazılarda tanrı ve Muhammet övülür, halifelerin sarayı göklere çıkarılır ve insanların yaşadığı konutların en güzeli olduğu söylenir."
(İNİO s: 416-417)
Kitapçı Nedim' in Dükkanı
Saraydan Bağdat sokaklarına çıkarsanız, kitapçı Nedim' in dükkanını görürdünüz. "Dipte, yerdeki yığın yığın kitap arasında oturan dükkan sahibini görürsünüz. İlk bakışta burada değerli hiçbir şey yok gibidir. Kitaplar, ne pahalı parşömenden ne de Mısır papirüsündendir; Çin icadı ucuz kağıtlara yazılmışlardır.
Ama kağıt ve tozun bol olduğu bu dükkanda, yine de halife sarayından çok mucize vardı.
Kitapçı, hangi kitabı aradığınızı nezaketle sorar, kendisinin düzenlediği "fihrist" e şöyle bir göz atmanızı önerirdi. Bu, Arapça kitapların uzunca bir listesiydi: İran destanları, Yunan filozoflarının kitapları, Hintli bilim adamlarının eserleri toplanmıştı.
Sizi ne ilgilendiriyor?
Hindistan’da doğan matematik mi? Halklardan, ülkelerden bahseden coğrafya mı? Yoksa peygamberlerle hükümdarların tarihi mi?
İşte Tabari ' nin Dünya Tarihi . Bu büyük eserde bütün halklarla ülkelerin seçkin adamları hakkında; Musevilerin peygamberi Musa, Cihangir Büyük İskender, hükümdar Keyhüsrev ve imparator August hakkında bilgi bulabilirsiniz." Üstelik Tabari, hangi olayı kimden işittiğini belirtiyor; yani yazdıklarını belgelemek istiyordu.
" Yerle göğün oluşumunu bilmek isterseniz, Ptolemeus' un Arapça’ya çevrilmiş on altı ciltlik "Al- macasti" adlı eserini okuyabilirdiniz.." Kısacası Nedim' in dükkanı günümüzün Sahafları gibiymiş. Halifenin sarayından bile zengin. Bilgi zenginliği anlamında.
Kitap yakmak... Eski bir hastalık. Bir hadiste şöyle deniyordu : bilginlerin harcadığı mürekkeple, şehitlerin dökülen kanları tartıldı, bilginlerin mürekkepleri ağır geldi...Söylentiye göre ikinci halife Ömer zamanında zaptedilen İran' da pek çok kitap ele geçirilmiş. Kumandanlardan biri Ömer' e: " Kitapları ne yapalım, ganimet olarak alınan öbür eşyalarla birlikte Müslüman halka dağıtalım mı?" diye sormuş. Ömer de :" Kitaplar, Kuran' dakilerden bahsederse gereksiz demektir. Yok, söz konusu başka bir şeyse, o halde zararlıdır. Bunun için her iki halde de kitapları yakmalı" demiş.
Bu olayın İran' da değil, İskenderiye' de geçtiğini söyleyenler de vardır. İskenderiye' de kitaplıkları, Sezar' ın bazı lejyonerleri, Patrik Teofil ' in kışkırttığı bazı Hristiyanlar defalarca yakmıştı. Artanları da İskenderiye ' yi fetheden Araplar yakmıştı.
(İnsan Nasıl İnsan Oldu s:416-418)
Parlak Yüzyıllar
Her ülkenin ya da ulusun tarihinde inişler çıkışlar, zaferler yenilgiler vardır.Arapların da kitap yaktığı zamanların geride kaldığı zamanlar oldu. İslam ülkelerinin bugünkü konumlarına ve performanslarına bakılınca onların geçmişte de başarılı bir şeyler yapmış olduklarına pek inanılmaz.Oysa tarih bugün ileri olanın hep ileride ya da bugün geri olanın hep geride olduğu bir toplumsal akış örneği vermiyor.Bir zamanlar Mezopotamya uygarlıklar havzası değil miydi?Dev pramitleri yapan Mısırlılar,başka tüm halkları kendilerinden aşağıda görmüyorlar mıydı? Dünyanın ilk üniversetelirinin ilk Bilim Evlerinin açıldığı İran ve Irak bugün ne hallerde?...
Evet İslam toplumlarında da parlak yüzyıllar vardı:Dokuzuncu, onuncu, on birinci,onikinci yüzyıllar...Bu yüzyıllar, İslam topraklarında bilimin yükselme devirleriydi. Şam ' da, Bağdat ' ta, Buhara ' da, Ürgenç 'te aralarında Araplar, İranlılar, Türkler,Hıristiyan ve Museviler' in bulunduğu bilim adamları doğayı serbestçe inceliyor; evrenin doğuşu ve kuruluşuyla ilgili sorunları serbestçe tartışıyorlardı. İslam biliminin en verimli devirleri, 9. 10. ve 11. yüzyıllardı.İslam İmparatorluğu,bir çok küçük devlete bölünmüştü. Ama bu, bilim adamlarının çalışmalarını engellemedi. Bunlar Kordova ' da, Buhara ' da, Bağdat ve Ürgenç ' te nerede olursa olsunlar her yerde kendilerini dünyanın vatandaşı sayarlardı. Her hükümdar, her emir ünlü bilgin ve şairleri sarayına çekmeye çalışırdı. Medreseler, kitaplıklar, gözlem evleri bir şehir için en muhteşem saraylardan da önemli sayılırdı.
(İnsan Nasıl İnsan Oldu s: 419 )


İslam Bilimine Işık Verenler
Kutsal sayılan hadis kitaplarında defalarca yinelenen şöyle bir hadis vardır: " Peygamber, ölüm döşeğindeydi. Etrafındaki sahabelere ' bana bir kağıt getirin de size bir şey yazayım ki bundan sonra sapmayasanız' diye seslendi. Orada bulunan Ömer, ' Peygamber hastalığın etkisiyle ne dediğini bilmiyor. Yanınızda Kuran var. Allah' ın kitabı bize yeter!' diyerek peygamberin yazmasını engelledi. "
(Aktaran Edip Yüksel, Müslüman Din Adamlarına 19 Soru, s: 25)
İslam Toplumları 8.ve 16. yy arasında büyük bilimsel çalışamlar yaptılar.Bu,çalışmalar, önce Yunan bilgelerinin eserlerinin çevirisiyle başladı.İslam bilim adamları bu çevirilerle yetinmemişler,ona kendileri de bir şeyler katarak zenginleştirmişler ve orjinallik kazandırmışlardır.İslam bilimi, 14. yy'dan itibaren Osmanlı İmparatorluğu topraklarında da iki yüz yıl kadar yaşamıştır.İslam toplumlarındaki bu çalışmalar,İslamın bir imparatorluk halini aldığı zamanda oldu. Bunun bir sonucu olarak İslam bilimine çeşitli halklar,çeşitli dilden ve dinden insanlar katkı yapmıştır.Nejat Bozkurt'tan aktarıyorum:
İslamiyetin başlangıcında, bilimlerin güçlenme ve yaratıcılık döneminde yer alan başlıca tanınmış kimseler oldukça farklı ve geniş bir coğrafyadan gelmişler ve birikimlerini ortaya koyarak bütünleştirmişlerdir: El Kindi (801-866) Kufe’den gelen bir Arap, El Farabi (870-950) Farab’dan gelmiş bir Türk, Ebubekir er Razi (854-925) Rey’den gelen bir İranlı, El Biruni (973-1051) Harezm’den gelen bir Türk, yine İbni Sina (980-1037) Türkistan, Buhara’dan gelen bir Türk, İbn ül Heysem (965-1040) Irak, Basra’dan gelmiş bir Arap ; İbni Rüşt (1126-1198) Endülüs Emevilerindendir, İspanya-Kordoba’dan gelen bir Araptır. Bütün bu farklı kültür ve coğrafyalardan gelen kimseler İslam dini etrafında toplanmışlardır. Bu ortak bilimsel etkinliğin temel itici gücü ya da lokomotifi Araplar olmuş ve bilim dili olarak da Arapça kullanılmıştır. Aynı zamanda Kur’an’ın dili de olan Arapça, kıvraklığı ve zenginliği nedeniyle İslam dünyasında özel bir öneme sahip bulunmaktaydı. Arap dilinin kendine özgülülüğü, İslam uygarlığında belirleyici ve cok önemli bir rol üstlenmekteydi. Bu dilin eğilip bükülebilmesi ve dikkate değer biçimde üretken olması çevirmenlere bilimsel ve teknik terimleri yaratma ya da onlara yeni karşılıklar bulma olanağını sağlamaktaydı. Özgün sözcüklerin, yeni kavramların bulunması ve yaratılmasında sağladığı kolaylık bakımından bu dilin özel bir verimliliği olmuştur.
(Nejat Bozkurt, Bilimler Tarihi ve Felsefesi, s: 20-21)
Bundan önce eski Yunandaki bilgeleri ve onların temel görüşlerini sunmaya,tartışmaya çalıştık. Batı Düşünce Tarihi, tüm gelenek ve dayanaklarını eski Yunan’dan aldığını belirtir. Bunda doğruluk payı vardır;ama bu görüş, ek*****r. Çünkü Hint, Çin, Babil ve Mezopotamya kültürlerinin kavşağındaki Ortadoğu halkları, eski Yunan düşüncesinin çeviricileri, koruyucuları ve gelişiricileri olmuşlardır. Bu bölümde işte tarihin bu verileriyle ilgili konularında tartışacağız.
"İslam Bilimi" Ne Demektir?
Bu sorunun önemini anlatmak için size bir anekdot sunmak istiyorum.
Bilim ve Ütopya dergisinin Mart 1999 (57. Sayı) kapak manşeti “İslam’ın Marx’ı: İbni Haldun” idi. Bir düşünün bakalım,bu nitelemede bir tutarsızılık var mı? Evet var. Bunu da dergi ,yaklaşık bir yıl sonra ( Nisan 2000-70. Sayı) açıkça yayımladı. “Şimdi Karl Marx da “Hıristiyan Marx’ı mı oluyor!” diye yazdı Ender Helvacıoğlu.(Bilim ve Ütopya, Nisan 2000, s: 9, 1. Dip not)
Aşağıda göstereceğim gibi İslam bilimi,yalnız Müslüman bilimcilerin çabaları demek değil.İslam dünyasındaki çeşitli halkların oluşturduğu,hatta başta Nasturilerin,Hristiyanların ve Yahudilerin katkı yaptığı bir olgudur.Bu konu,ortodoks inançlara sahip insanlar için önemli olmayabilir. Ama bir zamanlar İslam Topraklarında yeşeren ve Batı bilim ve düşünce hayatına kaynaklık eden çabaların 300-400 yıldır neden olmadığını açıklamak için bir veridir.
Şahin Alpay soruyor: “ Batı bilimi-İslam bilimi ya da bilimde İslam-batı geleneği ayırımı olur mu? Bilimin milleti olur mu?”
Bilim tarihçilerimizden Ekmeleddin İhsanoğlu bu soruya şu yanıtı veriyor:
“ Örneğin Yunan, Çin, Hint, Rönesans, İslam bilimi diyoruz. Tabi bunlar arasında gelenek farkları var. Bilim sosyal bir işlev. Hakim olan paradigmalar farklı. Bilim, mutlak değil. Yorumlar farklı olabilir. Mesela İslam bilimi kendinden önce gelen gelenekleri devraldı; Yunan ve Hint bilim geleneklerini özümsedi. Bunlardan yeni sentezlere, evrensel buluşlara gitti. Küresel trigonometri, cebir astoromiyi geliştirdi. İslam bilimi Latince’ye ve İbranice’ye çevrilerek Avrupa’ya taşındı. Rönesanstan sonra da Avrupa’da başka bir sentez oldu. Yeni kurumlar çıktı. İslam’da medrese var, üniversite yoktu. Bunların gelişme çizgileri farklı oldu. Bunlar kıyaslanamayacak ayrı gelenekler ”.
(Entellektüel bakış, Şahin Alpay’ın röportajı, milliyet.com.tr/1996/12/13/entel/osmanli.html)

İslam Dünyasında Türklerin Egemenliği
Türkler,özellikle 9. yy'da Abbasiler zamanında "Muhafız Kuvvetleri" oluşturmakla ünlendi. Savaşkan ve gözü pek bir halk olması, ticaret yollarının ve sarayların korunması ihtiyacı Türklere ilgiyi artırdı.Ama Türkler kimi zaman ayaklanarak kimi zaman Sultanları devirerek İslam dünyasında etkinliklerini artırmaya başladılar. Türklerin İslam dinini koşa koşa benimsedikleri savı doğru değildir. Bir kere İslamiyet bir kent (ticaret) dinidir. Türklerin hepsi elbette göçebe değildi;ama büyük çoğunluğu göçebeydi.Türklerin Müslümanlaşma süreci üç yüz yıl süren ilişki ve mücaadelelerin sonucu gerçekleşmiştir.Bu sürecin ayrıntılarına girmek bizi konumuzdan uzaklaştıracaktır. Şunu belitmekle yetiniyorum: İslam dünyasında siyasi egemenliğin 10. yy’da yavaş yavaş Türklerin eline geçmeye başladı; ama İslam uygarlığının “gelişmesine çeşitli kavimlerin rolü ve payını “ vardır. H.Z. Ülken şöyle devam ediyor: “ İstilalar ve göçler nedeniyle Uzak Doğu’dan Batı sınırlarına dek gelmiş olan Türk boyları(kavimleri) bu istila ve göç yolu üzerinde birçok uygarlıkla ilişki kurmuşlar ve onlardan etkilenmişlerdir. Bu arada İslamdan önce kısmen dinini kabul ederek,ilim ve felsefelerinden esinlendikleri Budizmi, Maniheizmi,Hıristiyanlığı, hatta Judaizmi belirtmeliyiz. Türk düşünce tarihinin bu devrine ilişkin eserlerden önemli bir kısmı kaybolmuş ve kalanlar da Türklerin İslam uygarlığını benimsemelerinden sonra etkisiz bir hale gelmişlerdir...."(H.Z.Ülken,İ.Düşüncesi s:13-16)
**
Çevirilerin Önemi
9. yy sonlarına doğru dört Hıristiyan filozof, Harran’dan Bağdat’a göçetti. Orada öğretim yapmaya başladılar.Onların okulları Sabit bin Kurra gibi özel olarak kurulmuştu.
Felsefe öğretiminin devlet tarafından düzene konmasına karşılık,halife sarayında da İslam alimleri görüş bildirmekteydi. Bu görüşmeler ve tartışmalar halife el-Mütevekkil’in saltanı zamanından beri çok gelişmişti. Bu zamandan önce Bağdatta genel ilim kurumlarının bulunduğu hakkında kesin hiçbir bilgimiz yok( Hatip Bağdadi’nin tarihi aracılığıyla öğreniyoruz).
9.yy ortalarından beri süregelen ve geniş bir etki yapan yalnız el-Mütevekkil’in Beyt-ül-hikme’si ile amcası el-Memun tarafından tekrar kurulan bir kurumdur. İlk kez 992'de veziri Erdeşir ’in kurduğu büyük bir kütüphane ile bir de Darül-ilm adlı bir akademi kurulmuştur. Fakat Darül-ilm 1055 (Hicri 447) senesindeki bir yangında harap olmuştur.
Devletin hastanelerdeki resmi hekimler yoluyla ilmi araştırmalar yaptırması oldukça geç başlamıştır. İşte bu tür incelemelerin canlandığı dönemde El-Mervezi ve Farabi yetişmiştir. Bu iki düşünüre Ebu Bişr Metta, Yahya bin Adi ve onun öğrencisi Ebu Süleyman Sicistani’yi de eklemek gerekir.
İlk yapıtlarını Bağdat’ta vermeye başlayarak oradan diğer memleketlere yayılan İslami düşünce çalışmalarının nasıl doğrduğunu anlamak için, bu şehirde başlayan ve çarpışan çeşitli etkileri kısaca gözden geçirmeliyiz. Bunlar genellikle iki kola ayrılabilir:
1. İskenderiye’den Urfa (Edèse) ve Harran okullarına oradan Bağdat’a geçen Helenistik felsefe (s:162)
2. Yin Yunan etkilerile Hint etkilerini birleştiren ve Gundeşapur Medresesi aracılığıyla Bağdat’a geçen İran etkisi.
Emeviler zamanında başlayan Süryani ve Yunan çevirileri Abbasiler döneminde Bağdat’ta büyük bir gelişme gösterdi. Yalnız Halid bin Velid zamanında onun emriyle sanata ilişkin bazı kitaplar çeviren İstefan-ül-Kadim (Stephanos) görülüyor. Fakat Mansur ve Memun’dan itibaren çeviri çalışmaları uzmanlık halini aldı. Mansur devrinde El-Batrik ve oğlu Yahya bin el-Batrik, Ebu Zekeriya ilk çevirmenler (mütercimler) idi. Bu kişi, Abdülmesih bin Abdullah-el-Humusi-en-Naimi ünüyle tanınır. Tercümeleri arasında Aristo’ya isnat edilen, Batıda Teoloji adlı eser ünlüdür(J. Bernal bu eserin uydurma olduğunu belirtir).
İlk İslam dönemi çevirmenlerinden Ali Nevbaht ailesini de anmalıyız. Tabaristanlı Raben Farisi ve Süryanice’den çevirileriyle ün yapmıştır. Oğlu İbn Raben kendisinden daha ünlüydü. Bu devrin Farisi çevirmenlerinden biri de Belazeri’dir. İbn Vahşiye,Nıbti dilinden Arapça'ya ilmi ve fesefi eserler çevirdi. Bu devirde Hinçeden de çeviri yapan kişiler de vardı. Süryanice’den felsefe çevirileri yapanların en büyüğü El-Kindi’dir. Sabir bin Kurra ve Huneyn ailesinden sonra tenrcüme çalışması çok genişledi.
Bermekilerin nüfuzlu devrinde Sellam ve Ebreş adında iki kişi Aristo’dan nakiller yaptılar.İkisi birlikte Aristo’nun sekiz kitaptan oluşan oluşan Fizik’ini Es-Sema-üt-tabii adıyla çevirdiler(Osmanlı döneminde bu eserin en mükemmel çevirisini Yanyalı Esad Efendi yapmıştır). Habib ibn Behremen ibn batrik,RRuya bin Mahve, Halil ibn Ebi Hilal Humusi, Ebu Nuh bin es-Sallet , İstifan ibn Basil-ibn Rayita,Tiyofili,İsa-bin Nuh,Tüzres(Theodori), (?) Sabit bin Kımi, Yohanna bin Yusuf -el-Katip, Eyyub ibn el-Kasem ür-Ragi (İsagoci çevirmeni), Darı Yeşu v. gibi Nasturi veya Yakubi çevirmenleri Süryanice ve Yunancadan Arapça’ya önemli eserler çevirmişlerdir.
Farabi ve Mesudi ’nin Kitab-üt-tenbih ’te kayıtlarına göre bu devrin ilk büyük çevirmeni İsrail’dir. Farabi, bu kişiyi filozof diye anıyor. Fakat ne bir öğrenci ne de bir yazı bırakmıştır. Bu kaynaklara göre o Harran’da oturan bir rahipti. Bununla birlikte Meyerhof, bu ada Süryani edebiyatında da rastlanamadığını belirtiyor. Ondan sonra büyük çevirmenlerden Kuveyri’yi görüyoruz;ünvanı Ebu İshak İbrahim. Kuveyri, Halife el-Mutezit zamanında Bağdat’tan göç etmiştir. Bugün Kuveyri’nin eserlerinden hiçbiri elde kalmamıştır(s:163)
Yuhanna bin Haylan da aynı şekilde İbn el-Kıfti ve İbn Ebi Usaybia ’nın verdikleri bilgilerli biliniyor. İbn Nedim’de bu kişiye ilişkin hiçbir şey görülmüyor. Yukarıdaki kaynaklara göre bu kişi filozof Farabi’nin öğretmenidir. O zaman okutulması yasak olan İkinci Analitikler ’in son kısımını ona öğretmiş ve böylece Aristo felsefesinin temellerini kavramasını sağlamıştır.10. yy’ın ilk üçte biri içinde Bağdatta öldüğü sanılıyor. Fakat Farabi’nin Yuhanna bin Haylan’dan Bağdat’ta mı yoksa Harran’da mı ders aldığı tam olarak bilinmiyor.
Ebu Yahya Zekeriya Mervezi de önemli çevirmenlerdendir.Kendi Merv’li olmakla birlikte göç etmiş bir nasturi ailesindendi .Ana dili Süryanice idi.Mantığa ilişkin yazdığı eserlerin hepsi Süryanice idi. Bağdat’a yerleştikten sonra ünlü bir hekim oldu. Fihrist ’e ve İbn Kıfti’ye göre bu kişi İkinci Analitik ’ leri şerhetmiştir. Bu eserin ikinci kısmıyla uğraşmak Hıristiyanlar için yasak olduğu halde onun bu tam şerhi yapması ya bu yasağın kaldırıldığını ya da onun gizli çalıştığını gösteriyor.
İlk dönemin büyük çevrimenlerinden biri de İbn Kernib’dir. Bu kişi ileri gelen kelamcılardandı. Aynı zamanda doğa filozoflarının yolundan gidiyordu. Kardeşi Ebu’l-Ala ünlü bir matematiçiydi. El-Kindi, Ahmed bin Tayyib-es-Serahsi ve Ebuzzeyd Belhki ile birlikte İbn Kernib, çevirmenlerle filozoflar arasında köprü görevi görmüştür. Onlarda artık çeviri ve aktarma, kişisel düşüncelerle birleşerek tasavvuf derecesine yükselmiştir. En ünlü Hıristiyan alimlerden Ebu Bişr Metta bu kişinin öğrencisi idi.
Ebu Bişr Metta bin Yunan(Yunus) da en büyük çevirmenlerdendir.Bu kişi, yalnız çevirmenliğiyle değil,birçok alim ve filozofa Yunan ilmini öğretmekle ünlüdür. Öğrenimini-Hıristiyan alimlerin çoğu gibi- bir manastır mektebinde yaptı. hocaları tanınmiş iki rahip, Bünyamin ve Rufil idi. Metta’nın aslı Nasturi olduğu halde, bu iki rahibin Yakubi oldukları görülüyor.Önce Kuveyri’den,sonra Bünyamin ve Rufil’den ve sonunda da Ahmed bin Kernib’den ders aldı. Süryanice'den Arapça'ya birçok çeviri yaptı. Kendi si,aynı zamanda mantıkçıların reisiydi..Mesudi’nin Tenbih ’de söylediği gibi onun çevirileri 10. yy’ın ortalarına kadar, çok önemli olmuştur. Metta, 940'ta Bağdat’ta ölmüştür.
Çeviriler döneminin en büyük isimlerinden biri de Farabi ’dir. Onu, kendi kuramını kuran özgün bir kuramcı olarak görmeden önce kuvvetli bir nakilci ve didaktik olarak tanıyoruz. Farabi, kendi eserlerinde, felsefede üstadının Yuhanna bin Haylan olduğunu belirtiyor. Bundan başka Ebu Bişr’in etkisi altında kaldığı da söylenir. Metta, Farabi’nin çağdaşı,hatta ondan eski idi. Birçok dil bildiği kesin ise de doğrudan doğruya çevirmen olarak çalışmamıştır. Nasıl ki Huneyn bin İshak tıp alanında çalışıp haşiyeler yazarak ve çeviriler yaparak Orta Çağda sınırsız bir egemenlik kurmuşsa, Farabi de Arsito’nun bir çok eserini açıklayarak(şerh erderek) onun tam egemenliğini Orta Çağ’da sağlamıştır. Bunlardan başka Batlamyos’tan Kitab-ül-Mecesti’yi (Almageste), İskender Afrodisi’den Makale fi’-n-nefs’i, Eflatun’dan Kitab-ün-nevamis(= Kanunlar=Les Lois) çevirilerini açıklamıştır.
Öte yandan Farabi, eski çevirmenleri ve şerhçileri de eleştirmiştir. Yahya -en-Nahvi, Calinos, Ravendi, Razi aleyhinde kitaplar yazmış onların anlayışlarını eleştirmiştir. Orta Çağın büyük ansiklopedik alimleri gibi çeşitli ilimler üzerinde çalışmış; mantık, ahlak, siyaset, din, terbiye, riyaziyet, optik,fizik, simya, musiki, tarih... üzerine yazılar yazmıştır. Önceleri hekimlik,sağlık koruma üzerinde çok çalıştı. Sonradan psikoloji, metafizik ve tasavvufa yönelmiştir.
Farabi ’den sonra en büyük çevirmen Ebu Zekeriya Yahya bin Adi’dir(öl: 975).Farabi’nin en değerli öğrencisiydi. Üstadından sonra en önemli Hıristiyan Arap filozofu olarak tanınmıştır. Hakkında çok geniş bilgi vardır. Aslı Tekritli Yakubi Hıristiyan idi. Farabi’den başka Metta bin Yunan’dan da ders almıştır. Bu iki üstat sayesinde Yunan ilim ve felsefesine ilişkin bütün eserleri öğrendi(s:165); sonra eşi bulunmaz derecede feyizli bir çevirmen ve müllif olmuştur. Kataloğu ile ünlanmiş olan özel bir kütühane oluşturmuştur.Çevirilerin Süryanice’den Arapça’ya yapmıştır.Kitapçı İbn Nedim,büyük olasılıkla Yahya’nın öğrencisiddir. İbn nedim, onun bir çok çevirisinin ve kısmen İshak bin Hüneyn’e ve daha başkalarına ait olup kendisinin ıslah ve ikmal etmiş olduğu çevirilerini kütüphanibenden gördüğünü belirtiyor ("Fihrist”).
İsa bin Ali de Yahya bin Adi’nin dostu ve öğrencisi olduğu için çeviri işinde rol oynamıştır. Mantıkla olduğu gibi hadisle de uğraşmıştır. İbn Kıfti, İsa bin Ali’nın ölümünden iki yüz sene sonra ona ait müteaddit Philoponos şerhiyle birlikte bir Aristo Fizik’i çevirisi bulunduğunu ve bunun İsa bin Ali’nin el yazısıyla yazılmış olduğunu söylüyor.
İbn-ül Hammar (doğumu 942) adından anlaşılacağı üzere (=şarap satıcı) Hıristiyandır. Süryaniceden Arapçaya bir çok eseri çevirmiştir. Hıristiyanlıkla İslam filozoflarının fikirlerini uzlaştırmak için risaleler yazmıştır.
İbn Zera (981-1056) da mantık ve felsefe çevirmenlerinin ileri gelenlerindendir. Yakubi Hıristiyan olup Yahya bin Adi ile ilişkisi vardır Yunan felsefe ve tıbbından pek çok çeviri yapmıştır.
Ebu Hayyan tevhidi, zamanımıza kadar kalmış olan El-Mukayesat adlı eserinde Endülüs’ten Horasan’a ve Semerkant’a kadar İslam İmparotruluğunun bütün ilim merkzelerindeki felsefe çalışmalarını gösteriyor. Bu kitabın incelenmesi dördüncü hicret asrına kadar hararetle süren çeviri çalışmalarının ne derecede geniş bir alana yayılmış ve feyizli eserler vermeye başlamış olduğunu gösteriyor. Ebu Hayyan, doğrdun çevrmen olmadığı halde,zamanına kadar yapılımış hemen tüm çevirileri gördüğü ve incelediği anlaşıloyr. Onun kitabı özellikle İslam tercüme devrinin doğurduğu sonuçları anlamak bakımından önemlidir.
Ebu-l-Ferec Abdullah bin Tayyib, “El-Müfessir” ünvanıyla ünlüdür. Nasturi olması muhtemeldir. Bağdat’ta Adudi hastanesi’nin hekim ve müderrisi idi. Öğrencisi İbn Butlan’la birlikte yirmi sene süren Aristo Metafizik ’inin büyük şerhini yapmak çabasına girdiği gibi, ayrınca Yunan filozofunun bütün Organon ’a dahil kitaplarını, Retorik, Poetik , Sofistik , Hayvanat adılı eserlerini, bunlardan başka Porphyrios’un İsagoci ’sini şerhetmiştir. tıbbi eserlerden de Hippokrates’in Aforizm ’lerini, salgın hastaıklar hakkındaki kitabını çevirdi.
Mısır’da yetişen büyük çvermenler ve şarihler arasında ünlü fizikçi İbn Heysem ile hekim İbn Rıdvan’ı anmalıyız. İbn Heysem, Yunan matmatiğine ilişkin pek çok esiri çevirdi. Doğa ilimleri ve felsefeye ilişkin çevirileri de büyük bir toplam oluşturur.(s:166)
İsagoci’ye yazdığı hülasa,Aristo’nun yedi mantık kitabı için hülasalar,Aristo’nun Kitab-ün-nefs’inin hülasası, ayrıca Aristo’nun Fizik’i ve Kitab-üs-sema ve’l-alem’i için hülasalar; Aristo’yu yanlış tefsir etmesinden dolayı Yahya en-Nahvi’ye yazdığı bir polemik, Arsito’nun Kitb-üs-sema’sını yanlış anlayarak hicvettiğinden dolayı Mutezile reisi Ebu Haşim’e yazdığı bir polemik; arsito’nun doğa konuları hakkındaki bütün kitaplarının genel bir özeti.. başlıca eserleridir.
Mısırda yetişen alimlerin en büyüklerınden olan İbn Rıdvan, Calinos’un bir çok eserini şerhetti. Felseye ilişkin eseri az olmakla birlikte doğa ilimlerine ilişkin açıklama ve çevirileri eleştirmesiyle büyük katkıları olmuştur.(H.Z.Ülken,İ.Düşüncesi, s:163-167)
Aristo, Hipokrat, Galen, Öklid, Arşimed, Batlamyus ve Plotinus' un yapıtları Arapça' ya çevrildi. Şairler ve müzisyenler, matematikçiler, astronomlar, coğrafyacılar, hukukçular, tarihçiler ve filozoflar, yalnız Batı' nın değil Doğu' nun, Çin ve Hint uygarlıklarının katkılarını da öğrendiler. Bilgiyi daha ileri götürdüler. Bu dönem Büyük Doğu' nun altın yıllarıydı: Çin' de Tang ve Sung (618-1279), Japonya' da Nara, Heian ve Kamakura (710-1392), Kamboçya' da Angkor (800-1250) ve Hindistan' da Çalukya ve Raştrakuta tapınak sanatlarının, Pala, Sena ve Ganga, Pallava, Çola, Hoyşala ve Pandya krallarının (550-1350) zamanıydı.
(Yaratıcı Mitoloji s:141)

... bir boşluk buldugum zaman eklemeler devam edecek ...
yarın ... Abbasiler zamanındaki önemli bilginler:


lionhead 8 Eylül 2006 12:39

Görelilik Kuramları



Bu bölümde, 20. yüzyılın büyük kuramlarından özel ve genel görelilik kuramlarını inceleyeceğiz. Özel Görelilik 1905'te,Genel Görelilik ise 1916'da yayımlandı.
Einstein, yirminci yüzyılın en büyüklerindendi. O, sağduyuya dayanan köhne inançlarımıza, insan aklının en kapsamlı saldırısını yöneltti. Bize,uzaklığın ve zamanın göreli olduğunu gösterdi. Işığın, paket paket yayıldığını, yani kuantum denen enerji paketçiklerinin varlığını gösterdi. Bizi düşsel yerlere bilimsel gezilere çıkardı. Kimi zaman Güneş' e götürdü bizi, kimi zaman asansörde tehlikeli deneylerin kobayı yaptı . Ama onun büyük öngörüleri doğrulandı.O, önce deney ve gözlem, sonra kuram diyen eski bilimsel çalışma yöntemine’ son ve büyük darbeyi indirdi. Önce hesap yaptı, tahminde bulundu. Deney arkadan geldi. Ve deney, Einstein’i destekledi. Ne büyük bir onur: O gerçek bir deha idi.
Özel görelilik iki temel önermeye dayanır:
1. Hareket görelidir.
2. Evrendeki en yüksek ve mutlak hız, ışığın hızıdır...
Bizler,gündelik yaşamda düşük hızlar dünyasında yaşarız.Einstein,bizi yüksek hızlar dünyasına götürür. Işık ışınına bindirir ve gezdirir. O zaman anlarız ki yüksek hızlarda zaman "yavaşlar"ve de uzunluklar "kısalır".Böylece uzayın ve zamanın mutlak olmadığını öğreniriz.

Ama öyle bir an geldi ki, artık Einstein dünün insanı olmaya başladı.
Kuantum etkilerinin belirsizliği, çok küçük ölçeklerde anlamlıdır; genel görecelik ise çok büyük ölçeklerdeki uzay-zaman yapısıyla ilgilidir.
Einstein 1905'te, özel görelilik kuramı üzerine yazdığı yıl, aynı zamanda, fotoelektirik etki denen bir olay hakkında da yazmıştı. Belli metallere ışık düştüğünde yüklü parçacıklar yayıldığı gözlenmişti. Çok şaşırtıcı olan şey, eğer ışığın yoğunluğu azaltılırsa yayılan parçacık sayısının azalması fakat her parçacığın yayılma hızının aynı kalmasıydı. Einstein, ışığın herkesin varsaydığı gibi sürekli olarak değişken miktarlarda yayılmayıp belli büyüklüklerde paketler halinde yayılması durumunda bunun açıklanabileceğini gösterdi. Işığın yalnızca kuanta denen paketler halinde yayılması fikri bir kaç yıl önce Alman fizikçi Max Planck tarafından ileri sürülmüştü. Bu biraz, süpermarketten şekerin tek tek alınamayacağını, yalnızca kilogramlık paketler halinde alınabileceğini söylemeye benzer. Planck kuanta fikrini kızarmış bir metal parçasının neden sonsuz miktarda ısı vermediğini açıklamak üzere kullandı; fakat kuantayı basitçe teorik bir hile olarak, fiziksel gerçeklikte herhangi bir şeye karşılık gelmeyen bir şey olarak düşündü.Einstein’in yazısı tek tek kuantları doğrudan gözlemleyebileceğimizi gösterdi. Yayılan her parçacık metale çarpan bir ışık kuantumuna karşılık geliyordu. Bu yaygın şekilde kuantum kuramına çok önemli bir katkı olarak değerlendirilmektedir ve ona 1922 Nobel ödülü getirmiştir(Einstein genel görecelik kuramıyla bir Nobel ödülü kazanmış olmalıydı, fakat uzay ve zamanın eğrilmiş olduğu fikri hâlâ spekülatif ve tartışmalı sayılıyordu; bu yüzden ona, onun yerine fotoelektrik etki için bir ödül verdiler-o kendi başına ödüle layık olmayan bir iş olduğundan değil)
Fotoelektrik etkinin tam sonuçları, 1925 yılında Werner Heisenberg’in onun bir parçacığın konumunu tam olarak ölçme olanağı sağladığına işaret edişine dek kavranamamıştı. Bir parçacığın ne olduğunu anlamak için onu ışığa tutmanız gerekir. Fakat Einstein çok küçük bir miktarda ışık kulanamayacağımızı, en azından bir paket veya kuantum kullanılması gerektiğini göstermişti. Bu ışık paketi parçacığı etkiler ve onun herhangi bir yönde bir hızla hareket etmesine yol açar. Parçacığın konumunu ne kadar duyarlı ölçmek isterseniz, kullanmak zorunda kalacağınız paketin enerjisi o kadar büyük olur ve böylece o parçacığı daha fazla etkiler. Ancak siz parçacığın konumunu nasıl ölçmeye çalışırsanız çalışın, konumundaki belirsizlik ile hıszındaki belirsizliğin çarpımı her zamana belirli bir minimum miktardan büyük olur.
Heisenberg’in belirsizlik ilkesi bir sistemin durumunun tam olarak ölçülemeyeceğini, bu yüzden onun gelecete tam olarak ne yapacağı konusunda kestirimde bulunulamayacağını göstermiştir. Tüm yapılabelcek şey, farklı sonuçların olasılıkları hakkında kestirimde bulunmaktır. Einstein’i o kadar huzursuz eden şey bu şans ya da rasgelelik unsuru idi. Einstein, fiziksel yasaların, gelecekte ne olacağına ilişkin belirli, muğlak olmayan bir kestirimde bulunmamasına inanmayı reddetti. Fakat nasıl ifade edilirse edilsin, kuantum olayı ve belirsizlik ilkesinin kaçılınılmaz oldukları ve fiziğin her dalında onlarla karşılaşıldığı konusunda her tür kanıt vardır.
Genel görelilik ise her şeyden önce bir çekim kuramıdır;ama uzayın eğriliğinden ileri gelen bir çekim...Uzay,zamanı da içine alan bir dört boyutludur ve yoğun kütle tarafından bükülmüş,eğrilmiştir...
Öyle görünüyor ki, atomların tek tek bireysel davranışları katı yasalara boyun eğmiyor. Yığın halindeki maddelerde gözlenen düzenlilikler, yalnızca istatistikseldir. Einstein işte bu görüşü hiçbir zaman kabul etmedi. Henüz açığa çıkarılmamış da olsa atomların bireysel davranışlarını belirleyen yasaların varlığına inanmaya devam etti.
Kuantum kuramı, görelilik kuramına göre daha devrimci görüşler içerir. B. Russell' den dinleyelim:
"Onun fiziksel dünya hakkındaki kavramlarımızı kökünden değiştiren etkisinin henüz tamamlanmadığını düşünüyorum. Onun yaratıcı etkisi çok tuhaftır. Bize, atom ve hidrojen bombalarında sergilenen uğursuz güç dahil, maddeyi yönetmek için yeni güçler verdiği halde, bildiğimizi düşündüğümüz birçok şeyi bilmediğimizi gösterdi. Kuantum kuramından önce hiçkimse verili bir anda bir parçacığın herhangi bir belirli yerde ve herhangi bir belirli hızla hareket ettiğinden şüphe etmedi. Bu, artık sorun değildir. Bir parçacığın konumunu daha tam olarak belirlediğinizde, hızı daha az doğru olacak; hızını daha tam olarak belirlediğinizde ise kdonumu daha az doğru olacaktır. Ve parçacığın kendisi oldukça belirsiz bir şey olur, eskiden olduğu gibi sevimli bilardo topu değildir. Onu yakaladığınızı düşündüğünüzde, parçacık değil bir dalga olduğunu gösteren inandırıcı kanıtlar çıkarır. Gerçekte bilebileceğimiz tek şey, bazı denklemlerdir; ve bunların da yorumu karışıktır. Klasik fiziğe daha yakın kalarak mücadele eden Einstein için bu bakış açısı tatsızdı. Buna rağmen o, bu yüzyıl sırasında bilimde devrim yapan, yaratıcı kanallar açan ilk kişi oldu. Başladığım gibi bitireceğim: Einstein, büyük bir adamdı, belki çağımızın en büyüğü."
(İzafiyet Teorisi Nedir? s:27)

Einstein’in genel göreliliği, klasik teori olarak isimlendirilen bir şeydir; yani belirsizlik ilkesini kapsamaz. Bu nedenle genel göreceliği, belirsizlik ilkesiyle bileştiren yeni bir kuram bulunması gerekir. Çoğu durumda, bu yeni kuramla klasik genel görecelik arasındaki fark çok küçük olacaktır. bunun nedeni, daha önce belirtildiği gibi, kuantum etkilerinin kestirimde bulunduğu belirsizliğin yalnızca çok küçük ölçeklerde olması, genel göreceiğin ise çok büyük ölçeklerde uzay-zalmaın yapısıyla ilgilenmesidir. Ancak Penrose ve benim kanıtladğımız tekillik teoremleri uzay zamanın çok küçük ölçeklerde son derece eğrilmiş olacağını gösteriyor. O zaman belirsizlik ilkesinin etkileri çok önemli olacaktır ve bazı dikkate değer sonuçlara işaret eder görünmektedir.
Einstein’in kuantum mekaniği ve belisizlik ilkesi ile problemlerinin bir kısmı, onun, bir sistemin belirli bir geçmişi olduğu şeklinde sağduyuya dayanan düşünceyi kullanmasından ileri gelmektedir. Bir parçacık ya bir yerdedir ya da başka bir yerde. Yarısı bir yerde, yarısı diğer yerde olamaz. Benzer şekilde astronotların Ay’a ayak basması gibi bir olay ya olmuştur ya olmamıştır. Yarı olmuş olamaz. Bu insanın biraz ölü veya biraz hamile olmaması gibidir. Ya öylesiniz ya da değilsiniz. Fakat eğer bir sistemin belirli t ek bir geçmişi varsa belirsizlik ilkesi parçacıkların bir defada iki yerde olması veya astronotların yalnızca yarı Ay’da olmaları gibi her türlü paradoksa yol açar.
(S. Hawking, KDV Bebek Evrenler S: 81-82)

Bilim Adamları da Bilime İtiraz Etmediler mi?
Bilim adamlarının da aslında sıradan insanların yaptığı hatalara düştüğünün tarihsel kanıtları vardır: Newton girişim halkaları deneyini gerçekleştirdi; çeşitli renklerin dalga boyu oranlarını doğru olarak hesapladı; ama ışığın dalga kuramını eleştirdi.
Faraday, kısmen de olsa kendi deneylerinden esinlenen Maxwell denklemlerini fazla müatematiksel bulmuştu. Maxwell ise türettiği denklemlerden çıkan dalgaları illa da mekanık bir modelle açıklamaya çalışmıştı.
Mucitlerin itirazları, Kutantum mekaniği için de olmuştur: Kuantum Mekaniğine temel katkılar yapmış çok sayıda önemli bilim adamının sonradan teoriye çeşitli şekillerde cephe almaları özellikle dikkat çekicidir.Einstein ve Schrödinger,bunun en ünlü iki örneğidir.
Enerjinin kuantumlu olduğu fikrini 1900 senesinde ilk ortaya atan ve kendi adını taşıyan sabiti ölçerek fiziğe sokan Max Planck , Einstein’in bu fikri bir adım daha ileri götürerek fotonları ortaya atmasını 1913 senesinde bile kabul edememişti. Teorinin sonraki gelişmeleriyle de fazla ilgisi olmadı.
Atomda bir çekirdek bulunduğunu keşfeden,radyoaktif maddelerden yayılan alfa,beta,gamma ışınlarının özelliklerini inceleyen Rutherford 1930'ların başında çekirdek enerjisinin (nükleer enerjinin) kullanılır hale getirilmesinin hayal olduğunu söylemişti.1936 yılında şöyle diyordu: "...Atom çekirdeklerinde deney yapmak boşunadır.Kim,atom çekirdeği enerjisinden yararlanmaktan söz ederse saçmalıyor demektir" Bu düşüncede hepimiz (Bohr,Rutherford ve Heisenberg) birleştik ve içimizden hiçbiri o zamanlar birkaç yıl sonra Otto Hahn tarafından uranyumun parçalanmasıyla durumunun kökten değişeceğini görememişti(W.Heisenberg,Parça ve Bütün,s:184)
Einstein’in kunatum kuramının şekil almasına son derece önemli katkıları oldu: Foton kavramını ortaya attı. Louis de Broglie’nin parçacık-dalga ikiliği fikrini destekledi, kuantum kuramı ile katıların özgül ısılarını hesapladı, Bose-Einstein özdeş parçacıklar istatistiğini geliştirdi, kuantum geçişlerine dayanan ve lazerlerin temel ilkelerini ortaya koyan bir makale yazdı ve hatta Max Born’a göre kunatum kuramının olasılıklar cinsinden yorumunu bile ilk öneren kişi oldu. Buna karşın 1928'den itibaren kuramın aldığı son biçimi eleştirmeye başladı. Eleştirisi ilkönce kuramda bir iç tutarsızlık bulmaya yönelikti; bu yöndeki eleştirilerini özellikle Niels Bohr doyurucu şekildeyanıtladı. Bundan sonra kuantum kuramının deneysel yönden başarısızlığı bulunmasa da veya bir iç tutarsızlığı olmasa da eksik bir kuram olduğunu ve “nesnel gerçeklik” felsefi görüşüne uyan başka bir kuram içinde yer alacağını iddia etti. Böyle yeni bir kuram bulma çabaları sonuç vermese de eleştirileri, özellikle de ünlü Einstein, Podolsky ve Rosen (EPR) makalesi, kuantum kuramının şaşırtıcı yanlarını açıkça sergilemek bakımından çok yararlı oldu.
1924 yılında Louis de Broglie, enerjisi ve momentumu belli olan elektron gibi paraçacıklara bir frekans ve dalga boyuna sahip dalgalar bağladı. Davisson ve Germer’in deneyleri bu dalgaların girişim yapacak kadar gerçek olduğunu gösterdi.Bu dalgalar, kuantum kuramının Kopenhag yorumunda da yer aldığı halde, de Broglie farklı, “pilot dalga” dediği bir yorum ileri sürdü. Bunun ilk şekli Wolfgang Pauli ve başkaları tarafından şiddetle eleştirildi; ama David Bohm 1950'lerde pilot dalga kavramını içeren, ama aynı zamanda yerel olmayan etkileşmeler içeren bir kuram geliştirebildi. Bu kuram şu anda fizikçilerin büyük çoğunluğunca kabul görmüş değil.
(Cihan Saçlıoğlu, Bilim ve Teknik 325. sayı)
Albert Einstein ve Bilimsel Safdillik
TIME dergisinin yüzyılın adamı olarak Einstein’seçmesine çok sevindiğini belirten A.M.C.Şengör,CBT’te şöyle yazdı:"Bilimin, yeniliğin meleği Albert Einstein, ömrü boyu insan düşüncesine pranga vurmaya kalkan herşeyle savaştı. İnsanı kainatın sırlarına götüren o zorlu yolda en büyük adımlardan birini atan bu sevimli ve iyi insan hiç kuşkusuz 20.yy’ın adamı olmaya layıktır. Onun aziz anısı o talihsiz yüzyılın acılarını örtecek,1900'lü yıllardaki insan aklının zaferini gelecek nesillere taşıyacaktır.
Gelgelelim bu zeka abidesi çok da saf bir ardamdı. Biyografisini yazan Ronald Clark (1971),bilim adına, insanlık adına dendi mi kendisine herşeyi yaptırmak mümkündü diyor. Birisi yaptıklarının bilim için, insanlık için olduğunu söyledi mi, Einstein dönüp bakmaz bile, derhal yardıma koşardı. Fizikte acımasız eleştirmen olan Einstein, bu durumlarda söylenenleri eleştiri süzgecinden sanki başka türlü geçiriyordu. Bir örnek 1958 yılında Charles H. Hapgood, Dünya’nın Kayan Kabuğu adlı bir kitap yayımladı. Kitap kutuplardaki buz birikimin dönen dünyanın merkezkaç kuvveti nedeniyle kutupları ekvatora taşıyacağı,böylece tüm kabuğun 90 derecelik bir kaymaya uğrayacağı tezini savunuyordu. Bu zamanın tüm iyi temellendirilmiş bilgileriyle çelişene,jeofiziğin bir yığın gözlemini açıklayamayan,jeolojiyle hiç mi hiç bağdaşmayan,yerbilimci olmayan bir amatör tarafından uydurulmuş tam zıra bir teoriydi.Ancak Einstein ölümünden hemen önce bu kitaba uzun bir önsöz yazarak “Kanımca bu şaşırtıcı,hatta cazip teori dünyanın gelişmesiyle ilgili herkesin ciddi ilgisini çekmelidir.” demişti! Bu Hapgood’un ne tür bir “araştırıcı” olduğunu anlamak için 1966 yılında ilk baskısı yahpılan Eski Deniz Krallarının Haritaları adlı eserinde(2. baskı, 1979) Piri Reis’in haritasının aslında Antartika’da buzullardan önce varolmuş büyük bir uygarlığın hazırladığı bir haritanın kopyası olduğunu(!) ileri sürdüğünü hatırlamak, sanırım yeter. Bu uygarlık yer kabuğu son 90 derecelik kaymasın yapınca buzlar altında kalmıştı! Bu zırva kitabın 3. baskısı 1990'larda (tarihsiz olarak) “bilimsel bir eser” reklamıyla ve tabii, okuyuculara, Einstein’in yazarın bir başka kitabına methiye dolu bir önsöz yazdığı hatırlatılarak yapıldı.
Bu safdilliğin nedeni nedir? Einstein çapında bir adam bu kadar kolay kandırılabilir mi? Bunun cevabı-ilk bakışta garip görünse de- evettir. Hem de kanımca çok doğal bir evet. Einstein çok zor bir konuda geliştirdiği sezgisi ile hiç kimsenin aklına gelemeyecek bir yeniliği yakalamış bir insan olarak,sezgilerine çok güvenen bir adamdı. Jeofizikçi Walter Elsäser kendisini ilk kez Princeton’daki ofisinde yer mantosunda konveksiyon fikrini anlattığı zaman Einstein’in yüzündeki ifadeden anlattıklarına inanmadığını anlamıştı: “İnanmadın değil mi” diye sordu. Einstein’in cevabı kısa ve karakteristikti: “Fazla karmaşık!” Einstein her şeyin kendi bildiği (ve yarattığı) fizik gibi basit bir yapısı olması gerektiğini düşünüyordu. Sezgisi buydu. Bu sezgiyi jeolojiye uygulayınca Hapgood’un zırvalıklarına yazdığı methiye ve Elsasser’e verdiği cevap çıkıyordu ortaya. Einstein bunların gerektirdiği temel bilgiyi öğrenip,onun üzerinde düşünmek gereğini görmüyordu-zaten buna vakti de yoktu. Sosyal alanda da insanlık, eşitlik ve barış adına kendi politik ideallerine zıt gruplara bunaların esaslarını öğrenmeden sırf adlarına bakarak destek verdiği-sonra pişman olduğu-görülüyordu.
Eleştirel akıl, Einstein için bile kullanması zor bir silahtır. Bir görkemli başarının sahibi, dolaysıyla her işte otomatikman başarılı olacak diye bir kural yoktur. her iş, her fikir kendi ayakları üzerinde değerlindrilmeli, kendi ilgili oldiuğu gözlemlerle sınanmalıdır. Büyük adamlara saygı duymak onların her dediğine inanmak demek olmamalıdır”
(A.M.C.Şengör, CBT- Zümrüt’ten Akisler, 22 Ocak 2000, Sayı: 670)


Evren deyince...
Evren, tüm uzay demek. Yeryüzü ve gökyüzününün tümü. En büyük küme. Evrenin 15 milyar yaşında olduğu düşünülüyor. Bir büyük patlamayla (Big Bang) doğduğu görüşü var.

Galaksi deyince...
Yıldızlar kümesi. Yani Güneş gibi milyarlarca yıldızın oluşturduğu küme. Bizim, yani Güneş sistemimizin içinde bulunduğu galaksinin adı Samanyolu. Evrenin milyarlarca galaksiden oluştuğu sanılıyor.Çünkü bilimciler, bize milyonlarca "ışık yılı" uzaklıktan ışık gönderen galaksiler olduğunu bildiriyor. Yıldızlar, sıcak hidrojen toplarıdır. Yaşamak ve parlamak için bu hidrojen çekirdeklerini helyuma dönüştürürler. Bizim galaksimiz bir spinal şeklinde. Evrenimizde yirmi kadar galaksi olduğu düşünülüyor.

Işık yılı...
Işık, saniyede 300 bin kilometre yol alır. Işık yılı olarak belirtilen uzaklık ise adının da çağrıştırdığı gibi ışığın bir yılda katettiği yoldur. Bunu iyi düşünmenizi öneriyorum.Bizler teleskopla bir galaksiyi gözlediğimizde gördüğümüz, galaksinin bize milyonlarca yıl önce gönderdiği ışıktır. Bir ışık, bize ulaşana dek o ışık görünmez. Bunun için gördük dediğimiz ışık, aslında galaksiden yıllarca önce yolculuğa çıkmış ışıktır.Uzayda ne kadar uzağı görüyorsak o kadar eskiyi görüyoruz. Çünkü ışıkla görmekteyiz. Bundan 170 bin yıl önce patlamış bir yıldızın ışınları Dünya' mıza ancak 1987 yılında ulaşabilmiştir. Bilginiz olsun!

Yıldızlar...
Öptü beni: " Bunlar, kainat gibi gerçek dudaklardır" dedi.
"Bu ıtır senin icadın değil, saçlarımdan uçan bahardır" dedi.
"İster gökyüzünde seyret, ister gözlerimde:
Körler onları görmese de yıldızlar vardır" dedi.
( Nazım Hikmet, Rubailer, 1966)
Bulutsuz bir gecede başımızı gökyüzüne çevirdiğimizde gümüşten çivilerin gökyüzüne çakılmış gibi göründüğü Samanyolu yıldızlarını görürüz. Gördüklerimizin sayısı 3 bin kadardır.Yılıldızların her biri birer Güneş' tir. Güneşimiz nasıl gezegenlerle sarılıysa, her yıldız da gezegenleri olan bir kümedir. Güneş dışındaki yıldızların gezegenleri bize çok uzak. bunun için onlar görülmez. Güneş' ten sonra bize en yakın yıldızdan çıkan ışık bize ancak 4 yılda ulaşır.
En yaşlı yıldızlar 15 milyar yaşında. En küçük yıldızlar nötron yıldızları diye anılır. En büyükleri ise kırmızı devlerdir (Güneş' ten 1000 kez büyük). En sıcak yıldızlar mavi devler diye anılır. Bunların yüzey sıcaklıkları 30 bin derece dolayındadır (Güneş' in yüzey sıcaklığının 5 katı). Yıldızlar mezarlığında üç sıra kabir (mezar) yer alır: beyaz cüceler, nötron yıldızları ve karadelikler.

Güneş...
Güneş, ortalama bir yıldızdır. Bizim yıldızımız; yani dünyamıza en yakın yıldız. Yaklaşık 150 milyon kilometrelik alan içindeki tek temel yıldız.O, yeryüzündeki yaşamın kaynağı olan ısıyı ve ışığı verdiği için "bizimdir". Yapısında en bol olanatomlar, hidrojen ve helyum atomlarıdır.
Güneş,4.6 milyar yaşındaki ortalama bir yıldız. Yani yarı ömrünü tamamlamış gibi. Önümüzdeki 5 milyar içinde hidrojenini (yani yakıtını) tüketecek ve bugünkünden 100 kat büyüyerek kırmızı dev olacak. Birkaç milyon yıl sonra da küçülecek ve beyaz cüceye dönüşecek.
Bir kuyruklu yıldız, kendi etrafında dönen devasa bir bir buz tozdan oluşan bir topa benzer.Kirli bir kartopu gibi. Su buharı ve birtakım donmuş maddeler Güneş' e yaklaşmalarıyla buharlaşır. Buharlaşan gazlarla birlikte kartopu içindeki tozlar da ortaya çıkar ve çekirdeğin etrafında bir gaz ve toz bulutu oluştururlar.Kuyruklu yıldızlar eski çağlardar beri insanların ilgisini çekmiş. Çinlilerin İ.Ö. 240 yılındaki kayıtlarında Halley Kuyrukluyıldızı' yla ilgili bazı bilgiler yer alıyor.( Bilim ve Teknik , 344. sayı7 Güneş' in ısısı, hergün Halley kuyruklu yıldızından 7 milyon ton kadar toz halinde buz kopartır, bu buz parçalmarı buharlaşır, kuyruklu yılrdızını parlak, göz alıcı 'kuyruğunu oluşturur. Bir kuyruklu yıldızın kuyruğu birkaç yüz milyon kilometre uzunluğunda olabilir.(Son cümleler Junior Larousse, 1.cilti)
Gezegenler...Güneş ' in Uyduları
Gezegenler kendi ışıklarıyla parıldamaz; Güneş' in ışınarını yansıtarak parıldar.
Dünya, bir gezegen. Güneş çevresende dolanan 9 gezegenden biri. Her yıldızın gezegenleri var. Gezegenler, başlıca kayalardan, metallerden ve gazlardan oluşmuş yuvarlak küreler. Güneş Sistemi' nin gezegenleri Şunlar : merkür, Venüs, dünya, mars, Jüpiter, satürn, Uranüs, Neptün ve Pluton. Bunlardan Merkür, Venüs ve Mars, Güneş' e yakın, Dünya' ya benzeyen boyutlarına göre yoğunlukları yüksek gezegenlerdir. Kendi çevrelerinde dönüşleri oldukça yavaş, uydularının sayısı azdır. Daha uzakta olan Satürn, İUranüs ve Neptün. Jüpiter' e benzeyen gezgenlerdir. Boyutlarıdaha geniş, yoğunlukları daha az, atmosferleri daha zengindir. Kendi çevrelerinde daha hızılı dönerler ve daha çok uyduları vardır. Plüton, Güneş' e en uzakta dolanan gezegendir. O, Neptün' ün çekiminden kurtulmuş bir uydu da olabilir.
Mars ve Jüpiter arasında bir çok gök taşı dolaşır. Bunlar, belki patlamış bir gezegenin kalıntıları olabıleceği gibi hiçbir zaman oluşamamış bir gezengenin kalıntıları da olabilir.( Junior Larousse s:19-23)
Dünya... Güneş' in canlı yaşayan tek gezegeni. Başka yerlerde canlı var mı sorusu sizi hiç rahatsız etmesin. Çünkü olabilir!... Ama olmayabilir!..
Dünya, tipik bir gezegen, evrendeki evimiz.. Dünya, geometrik olarak tam bir küre değil. Kutuplar basık, ekvator bölgesi şişkin. Dünya yüzeyinin yüzde 70' i suyla kaplı. Dünya, yüzeyinde sıvı su bulunan tek gezegen. Atmosferinde yaşam için gerekli oksijen gazı bulunuyor. Atmosfer, hacimce % 77 azot , % 21 oksijen; az miktarda argon, karbon dioksit ve su buharı içeriyor. Dünya’nın ilk oluşumu sırasında büyük olasılıkla atmosferde daha çok karbon dioksit vardı; ama o zamandan bu yana mevcut karbon dioksit, okyanuslara karıştı ve bitkilerce tüketildiğinden dolayı azaldı.
, Ay: Dünyanın Uydusu
Ay, belki de Dünya' ya bir cismin çarpması sonucunda oluşmuş bir parça. Ay yüzeyindeki kayaların çoğu 3 - 4.6 milyar yaşında. Ay' ın evreleri doğup büyüyen ve ölenlerin simgesi olmuştur. Dünya' ya yakınlığı ve değişken yüzü, türlü inanışlara ve yolculuk hayallerine temel oldu. Jules Verne, "Dünya' da Ay'a Seyahat" adlı kitabını 1865 yılında yayınladı. Jules Verne, bir büyük topun fırlattığı füzenin dört gün sonra Ay' a ulaşması gerektiğini yazar. Ama füze, önceden tahmin edilemeyen bir göktaşına çarpar ve yolculuk yarım kalır. Uzay yolculuğunun tarihi, Rus uzay gemisi Luna 2' nin 1959' da Ay ziyareti ile başlıyor. Ay, insanoğlunun ziyaret ettiği ilk gök cismi. İlki 20 Temmuz 1969 tarihinde insanoğlu Ayak bastı!
Sonuncusu ise 1972 tarihinde gerçekleştirildi.
Ay, Dünya' nın gölgesi altında kalınca Ay Tutulması denen olay gözlenir. Bu sırada Ay görülmez. Eskiden insanlar, bir ejderhanın Ay' ı yuttuğunu düşünürlerdi.Bazen Ay, Dünya ile Güneş arasına girer. Böylece de Güneş Tutulması olur.(Junior Larousse 1. cilt)
Galileo uzay aracı, Jüpiteri' in en büyük uydusuna( Ganymed) 840 km yaklaştı. Oradan çok net resimler gönderdi. Dana önce Voyager uzay araçları bu uyduya ancak 100 bin km yaklaşabilmişti. Galileo' nun gönderdiği fotoğraflara göre uydu buzla kaplı. Tektonik süreçler sonucu yüzeyde buz dağları oluşmuş.(Cumhuriyet Bilim Teknik sayı 491, 17 Ağustos 1996)
Uzay yarışında ilkin Sovyetler, Amerikalıları geçmişti: 14 Ekim 1957' de Sovyetler Sputnik' i uzaya fırlattılar. Amerikalılar da 31 Ocak 1958' de Explorer-1 i uzaya fırlatmışlarıdı.Yalnızca 14 kilogram kütleli bu uydu, yeryüzünü saran radyasyon kuşaklarını keşfetmişti. Uydular çıplak gözle görülemeyen ve yıldızlardan gelen gama, morötesi, kızılaltı ve kızılötesi gibi ışınları gözlemler.
İlk teleskopu 1671 yılında Newton yapmıştı.
Uzay teleskopu Hubble, Dünya' dan 593 kilometre ötelerde uzayı bizim için gözetliyor.
Diğer Güneş Sistemleri:
21 Ekim 1995 tarihinde Dünya' dan 40 ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın gezegeni gözlendi. Bu gezegenin kütlesi Jüpiter' in kütlesinin yarısı kadardı. Bize en yakın olan yıldızın en önemli özelliği ise Güneş' e çok benziyor olması.
Güneş Sistemiyle Ne Zaman Tanıştık?
1600 yılının öncesinde Evren' in 8 cisim içerdiği sanılıyordu: Güneş, Dünya, Ay, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn. Avrupa' da Batlamyus' un geliştirdiği Dünya merkezli evren modeli yaygındı. Galileo, 1610 ylında kendi yaptığı teleskopu gökyüzüne yöneltti. Bu gelişme sayesinde 17. yüzyılın sonlarında 9 yeni gökcismi daha bulundu. Bunlar arasında Europa, Io, Titan, Tetis de vardı.
18. yüzyılda yalnızca 5 gök cismi daha saptandı ve böylece bilinenlerin sayısı 22' ye çıktı. Bunlardan Venüs ve Titania 1787' de, Mimas 1789' da bulundu.
19. yüzyılda Güneş Sistemindeki gözlenen cisimilerin sayısı hızla artmaya başlandı. Bunda en önemli rolü asteroit lenrin bulunuşu rol oynadı. Bu yüzyılda 9 büyük cisim bulunmuştur. 1846 yılında bulunan Neptün ve 1851' de buuna Ariel bunlar arasındadır.
20. yüzyılda ise 40 yeni "büyük" gök cismi bulundu. Ayrıca binlerce kuyruklu yıldız ve asteroit saptandı. 1930' da Pluton, 1979' da Metis, 1980' de Atlas, 1986' da Juliet, 1990' da Ian bulundu.
( Bilim ve Teknik 337. sayı, Aralık 1995)

Hareket kavramıyla birlikte tartışılan çok önemli bir şey de vakumun varlığı ya da yokluğuydu. Vakum, kabaca maddenin bulunmadığı boşluk demekti. Bu bağlamda Ela ' cılar "Vakum olmadan hareket olmaz. Vakum yoktur; o halde harekt de yoktur" derken Leucippus " Vakum olmadan hareket olmaz. Vakum vardır; o halde hareket de vardır." diyordu. (Z.Tez, Kimya Tarihi, s:39)
Geog Cantor' un kümeler teorisi: Madde ve İnsan s:174 ve sonrası

GÜNEŞ ve AY TUTULMALARI
Giriş: GDBY s: 37
Eski çağların tarıma dayalı uygarlıklarında takvimin geliştirilmesi ve gökyüzüne duyulan ilgi elbette boşuna değildi. Her yıl aynı dönemde taşan ve çevresindeki ekili arazileri yerle bir eden Nil, Mısırlılılara önümüzdeki yıl aynı zamanda yine geleceğim der gibiydi. Toprak belli zamanlarda sürülme istiyor, ürünler belli zamanlarda toplanma bekliyordu. Bu toplumlarda doğal olarak toplumu ya da ülkeyi yönetenler rahip-kral karışımı bir tipti. Eski Çin belgelerinde böylesi örnekler çoktur. Bu belgelerden öğrendiğimize göre İmparator, her sabah saat dörtte yataktan kalkmak zorundaymış. Neden mi ? Güneş' in doğmasını sağlamak için. Hele bir düşünün zavallı İmparatorun durumunu! Bir gün kazara uyuya kalsa Güneş doğmayacak Çin'e...Çinliler Güneş ve Ay tutulmaları ile de yakından ilgileniyorlardı.(MÇÖF s:67 ..)
Çinliler, Güneş tutulmasını bir canavarın Güneş' i yutma çabası olarak düşünürmüş. Dolaysıyla canavarı korkutmak için dinsel törenler düzenlenirmiş. İmparator sarayda sırf bu işi için Hsi ve Ho adında iki astronom (gökbilimci) görevlendirmiş. Eski Çin belgeleri kitabı Shu King' e göre, Hsi ile Ho, çok fazla pirinç rakısı içmişler ve bir Güneş tutulmasını önceden haber veremedikleri için idam edilmişlerdi.
( GDBY s:40)
Herkes kara delikleri duymuştur. Haşmetli bir yılıdız ölünce uzayla zamanın birleştiği ölü bir ana hoş geldiniz.
.
EİNSTEİN: "Karadeliğin Gönülsüz Babası"
Jeremy Bernstein' in yazısından (çoğu aynen.)..
Einstein' in kütle çekim denklemleri karadelik anlayışının temelini oluşturur; ancak ilginç olan Einstein' in bu denklemleri, karadeliklerin varolamayacağını kanıtlamak için kullanmasıdır.
Einstein 1939' da "Annals of mathematics" adlı dergide Çok Sayıda kütleden Oluşan Küresel Simetrik Durağan Bir Sistem Üzerine adlı bir makale yayınladı. Einstein bu makalesinde karadeliklerin, yani çok yoğun olduğu için içinden ışığın bile kaçmasını öneleyen göksel cisimlerin bulunamayacağını belirtiyordu. Bunun için de kendisinin 1916' da yayınladığı genel görecelilik ve kütleçekim kuramını kullandı. İlginç olan şu: Bu kuram, karadeliklerin yalnızca olası değil, aynı zamanda birçok gökcismi için kaçınılmaz olduğunu göstermek için kullanılan kuramdır. Einstein' in karadelikleri reddinden birkaç ay sonra, ona atıfta bulunmadan J. Robert Oppenheimer ve öğrencisi Snyder Sürekli Kütleçekimsel Büzülme adlı bir makale yayınladılar. Bu çalışma, Einstein' in görelilik kuramını modern fizikte ilk kez karadeliklerin nasıl oluştuğunu göstermek için kullanıyordu. Eğer basınç, çöküşe dayanacak kadar güçlü değilse, yıldızın yarıçapının yavaş yavaş küçülmesi beklenir. 1939' da Oppenheimer ve Snyder' in yaptıkları kuramsal hesapların söylediği de işte buydu.Einstein denklemlerinin çözümlerinin bir karadeliği belirten ilk açık örneği bu çalışmaydı. Burada örnek çöken bir toz bulutuyla ilgili olarak verilmişti. İçeride bir tekllik bulunmakla birlikte bu, olay ufku ile çevrili olduğu için dışarıdan görülemez. Bu ufuk, kendi içerisindeki olayların, dışarıdaki sonsuza sinyal gönderemediği bir yüzeydir.
(Son cümleler R. Penrose s:37-36, Uzay ve Zamanın Doğası)
Einstein, kuantum istatistiğini yaratırken, o zamanlar pek tanınmayan Hintli fizikçiSatyendra Nath Bose’ den Haziran 1924' te aldığı bir mektuptan etkilendi. Bose' nin mektubuyla birlikte, bir İngiliz bilim dergisinin reddettiği bir makale metni de geldi. Einstein, makaleyi okuduktan sonra, Almanca'ya çevirdi veprestijli bir fizik dergisine postaladı. Einstein neden makalenin önemli olduğunu düşündü?20 yıl boyunca elektromanyetik ışımanın doğasıyla uğraşıyordu, özellikle çeperiyle aynı sıcaklıktaki bir kabın içine sıkıştırılmış ışımayla.Yüzyılın başında Alman fizikçi Max Planck, bu "siyah cisim" ışımasının farklı dalga boylarının ya da renklerinin genlikle nasıl değiştiğini tanımlayan matematiksel bağıntıyı bulmuştu. Işıma sektrumunun (tayfının) biçiminin, kabın çeperlerinin yapıldığı maddeden bağımsız olduğu anlaşıldı. Işımanın sadece sıcaklığa bağlı( siyah cisim ışımasının bir örneği bütün evrenin kabın yerine geçtiği bir durumda büyük patlamadan arta kalan fotonlardır. Bu fotonların sıcaklığı 2. 7260002 Kellvin olarak ölçülmüştür).
Bose, az çok raslantıyla siyah cisim ışımasının istatistiksel mekaniğini hesap etmiş oluyordu. Yani Bose, Planck yasasını, matemaktiksel olarak kuantum mekaniğinden çıkarmıştı. İşte bu çıkarım Einstein' in ilgisini çekişti. Ancak o, Einstein olarak olayı bir adım ileri götürdü. Bose' nin fotonlar için kullandığı yönteme benzer bir yolla, ağır moleküllerin gazının istatistiksel mekaniğini incelemede kullandı. Planck yasasının benzerini bu durum için türetti. Böylece ilginç bir şey buldu: parçacık gazı, Bose-Einstein istatistiğine uygun olarak soğutulursa, belli bir kritik sıcaklıkta bütün moleküller, aniden kendilerini dejenere ya da tekil duruma toplarlar. Bu durum Bose- Einstein yoğunlaşması diye anılır( Bose' un bununla bir ilgisi olmasa da).
İlginç bir örnek helyum gazıdır. Helyum gazı, 2.18 Kelvinde acaip özellikler gösteren süper akışkan (sürtünmesiz akışkanlık) sıvıya dönüşür. 1995 yılında Amerikalı araştırmacılar, başka atom çeşitlerini 1 kelvin derecenin birkaç milyarda birine kadar soğutmayı başardılar. Buna karşın her gaz, bu yoğunlaşmayı göstermiyor. 1925' te Einstein, yoğunlaşma üstüne makalelerini yayımladıktan hemen sonra, Avusturyalı fizikçi Wolfgang Pauli, proton, nötron, elektron gibi ikinci parçacık sınıfının aynı nitelikleri taşımadıklarını gösterdi. Bu sınıftan özdeş iki parçacığın, örneğin iki elektronun aynı kuantum durumunda bulunamayacağını keşfetti. 1926' da Enrico Fermi ve P.A.M. Dirac, Bose- Einstein istatistiğinin benzerini yaratarak parçacıkların kuantum istatistiğini buldular. Pauli ilkesine göre bu parçacıklar düşük sıcaklıkta en çok yoğunlaşmalıydılar. Eğer elektron gazını sıkıştırıp düşük sıcaklığa kadar soğutursanız ve hacmini küçültürseniz, elektronlar birbirlerinin yerlerini istila etmeye başlar. Ancak Pauli' nin ilkesi bunu yasaklamıştır, dolaysıyla ışık hızına yaklaşan hızlarla birbirlerinden uzaklaşırlar. Elektronlar ve diğer Pauli parçacıkları için bu kaçan parçacıklar tarafından yaratılan basınç- dejenereyik basıncı- gaz, mutlak sıfıra kadar soğutulsa da devam eder. Bunun elektronların birbirlerini elektriksel olarak itmeleriyle bir ilgisi yoktur. Çünkü hiçbir yükü olmayan nötronlar için de aynı şey geçerlidir. Bu, saf kuantum fiziğidir.
Peki kuantum istatistiğinin yıldızlarla ilgisi ne? Yüzyılın başında gökbilimciler, küçük ve belirsiz olan tuhaf bir yıldız sınıfı tanımlamaya başladı: Beyaz Cüceler. Bunlar Güneş' le aynı kütleye sahipti; ışığının 360 da birini yayan en parlak yıldız olan Sirius' a eşlik eden yıldızlardı. Beyaz cüceler muazzam derecede yoğun olmalıydı. Sirius' un eşi sudan 61 bin kat daha yoğundu. neydi bu garip gök cisimleri? İşte burada Sir Arthur Eddington devreye giriyor. Sir Eddington, kimileri için yanlış sebeplerle kahramandı. 1944' te ölen Eddington, evren hakkındaki önemli her şeyin insanın kafasında neler döndüğü araştırılarak anlaşılabileceğine inanan bir yeni- Kantçıydı ve bunula ilgili popüler kitapları vardı. Eddington, Einstein' in uzak yıldızlardan gelen ışığı Güneş' in eğdiği yolundaki görüşünü doğrulayan iki araştırmacıdan biriydi. 1926' da yayınladığı klasik kitabının başlığı olan Yıldızların İç Yapısı konusunun anlaşılmasını sağlayan araştırmalara öncülük etti.
Eddington 1924' te beyaz cüceyi sıkıştıran kütleçekim basınıcının elektronları protonlardan ayırdığını öne sürmüştü. Atomlar bu şekilde "sınırlarını" kaybedecekler ve belki de küçük, yoğun bir pakete sıkıştırılacaklar. Böylece Pauli dışarlama ilkesine göre elektronların birbirini geri tepmesiyle oluşan, Fermi- Dirac dejenerelik basıncının etkisiyle cücenin çökmesi duracak. Beyaz cücelerini anlaşılması 1930' da henüz 19 yaşındaki bir gencin Subrahman Chandraekhar ' ın çalışmalarıyla ilerledi. Chandrasekhar, İngiliz fizikçi R.H.Fowler’ in kuantum istatistiği, Eddington' un yıldızlar üzerine kitaplarını okumuş, beyaz cücelerden büyülenmişti. Fowler ile çalışmak üzere Cambridge Üniversitesi' ne gidiyordu. Eddington da oradaydı. Yolda giderken zaman geçirmek için kendi kendine sordu: Bir cüce kendi kütleçekiminin etkisiyle çökmeden önce ne kadar ağır olabilirdi; bu ağırlığın bir üst sınır var mıydı. Yanıtı bir devrim başlattı.
Bir beyaz cüce, elektriksel olarak yüksüzdür. Öyleyse herbir elemktronu için ondan yaklaşık iki bin kat ağırbir de proton bulunması gerekir. Sonuç olarak, protonlar kütleçekim basıncının yükünü karşılamalıdır. Eğer beyaz cüce çökmüyorsa, elektronların dejenerelik basıncı ile protonların kütleçekimi dengelenmelidir. Bu denge, proton sayısını ve bu nedenle de cücenin kütlesini sınırlar. Bu maksimum kütle değeri Chandrasekhar limiti olarak bilinir ve Güneş' in kütlesinin 1.4 katına eşittir. Bundan daha büyük kütleli bir cüce, durağan olamaz. Chandrasekhar' ın buluşu Eddington' u tedirgin etti. Yıldızın kütlesi, Güneş kütlesinin 1.4 katından büyük olursa ne olur? Yanıttan hoşnut kalmadı. Yıldızın yoğunlaşarak cüceye dönüşmesini önleyen bir mekanizma yoksa ya da Chandrasekhar' ın sonucu doğruysa, büyük kütleli yıldızlar kütle çekimi olarak bir bilinmeyene düşüp siliniyorlar. Eddington bunu dayanılmaz buldu ve Chandrasekhar' ın kuantum istatistiğini kullanışını eleştirmeye ve değiştirmeye karar verdi. Bu eleştiri Chandrasekhar' ı yıktı. Ancak onun imdadına Danimarkalı fizikçi Niels Bohr yetişti. Bohr, Eddington' un yanlış olduğunu söyledi ve dikkate almamasını iste.
Einstein, kendi denklemlerinin çözümlerini bulmak için cok da çaba harcamamıştı. Maddenin etrafındaki kütle çekimini ele alan bölüm tamamlanmıştı. Çünkü kütle çekimi bir parçacığın bir eğri boyunca bir noktadan başka bir noktaya gitmesini sağlayarak zaman ve uzay geometrisini değiştirmekteydi. Einstein için daha önemli olan şey, kütleçekiminin kaynağı olan maddenin sadece kütle çekim denklemleriyle açıklanamamasıydı. Einstein bulduğu denklemlerin tamamlanmamış olduğunu düşünüyordu. Yine de yıldızlardan gelen ışığın bükülmesi gibi etkileri yaklaşık hesaplayabiliyordu. 1916' da Alman gökbilimci Karl Schwarzschild’ in bir yıldızın yörüngesindeki bir gezgen gibi gerçek bir duruma uyarlanabilen kesin bir çözüm bulması Einstein' i etkilemişti. İşlemler sırasında Schwarzschild rahatsız edici bir şey farketmişti. Yıldızın merkezinden belli bir mesafede matematik anlamsızlaşıyordu. Şimdi Schwarzschild yarıçapı denen bu uzaklıkta zaman siliniyor ve uzay sonsuz oluyordu. Yani denklem matematikçilerin deyişiyle tekil oluyordu. Bu yarıçap, çoğunlukla cismin yarıçapından küçüktür. Örneğin Güneş için bu yarıçap 3 km. Bunun yanında 1 gramlık bir bilye içinse 10-28 cm. Schwarzschild, yılmadı. Bir yıldızın basitleştirilmiş bir modelini yaptı ve kritik yarıçapa kadar çökmesi için sonsuz bir basınç gradyanı gerektiğini gösterdi. Böylece, bulduğu tekilliğin pratik bir sonucunun olmadığını söyledi. Ancak bu tartışma herkesi yatıştırmadı. Einstein çok rahatsız oldu. Çünkü yıldız modeli görecelik kuramının belli teknik gereksinimlerini karşılamıyordu. Ta ki 1939 yılına dek konu küllenmiş olarak kaldı.
Einstein' in 1939'da yayınladığı makale şöyle diyordu: " Bu makalenin temel sonucu, Schwarzschild tekilliğinin neden fiziksel gerçeklikte yerinin olmadığının anlaşılması olmuştur."
Başka bir deyişle karadelikler varolamaz.
Einstein, küresel yıldız kümesine benzer, birbirinin çekimi etkisinde dairesel yörüngelerde hareket eden küçük parçacıklar toplamına dikkatini verdi. Sonra böyle bir şekillenmede yıldızın kritik yarıçapla kendi çekimi altında durağan bir yıldıza çöküp çökmeyeceğini sordu. Sonuç olarak bunun olamayacağına karar verdi; çünkü yıldızlar böyle bir büyük çaplı şekillenmelerini durağan tutmak için ışık hızından daha hızlı hareket etmek zorunda kalacaklardı. Aslında Einstein' in açıklaması doğru olsa bile konuyla ilgili değildir Çünkü kritik yarıçapa çöken bir yıldızın durağan olup olmaması farketmez. Yıldız nasıl olsa yarıçaptan daha küçük mesafelere çökmekte.
Einstein bu araştırmalarını yaparken Kaliforniya' da tamamiyle farklı bir girişim ilerlemekteydi.
Oppenheimer ve öğrencileri karadeliklerin çağdaş kuramını yaratmaktaydılar. Karadelik araştırmalarıyla ilgili garip olan şey, tümüyle yanlış olduğu anlaşılan bir fikirden esinlenmesiydi. 1932' de İngiliz fizikçi James Chadwick, atom çekirdeğinin elektrikçe yüksüz bileşeni olan nötronu buldu. Ardından nötronların beyaz cücelere alternatif olabileceği spekülasyonları başladı. Özellikle Kaliforniya teknoloji Enstitüsü' nden Fritz Zwicky ve parlak Sovyet teorik fizikçisi Lev Landau başta olmak üzere. tartışmalarına göre, yıldızın kütle çekimi basıncı yeterli derecede artınca, nötron oluşturmak üzere bir elektronla bir proton reaksiyona girebiliyor. Zwicky haklı olarak bu işlemin süpernova patlamalarında gerçekleştiğini tahmin etti; sonuç olarak nötron yıldızları bugün pulsar olarak tanımlanıyor. O sıralarda, olağan yıldızlarda enerji üretmek için bugün bilinen mekanizma bilinmiyordu. Bir çözüm, nötron yıldızını olağan bir yıldızın ortasına yerleştirmekti. Günümüzde pekçok astrofizikçi, karadeliklerin kuasarları güçlendirdiğini benzer olarak tahmin ediyorlar. Bu durumda akla şu soru geliyor: Chandrasekhar kütle limitinin bu yıldızlar için karşılığı nedir? Bu yanıtı belirlemek beyaz cüceler için bir limit bulmaktan daha zor. Bunun nedeni ise nötronların hala tamamıyla anlayamadığımız nitelikte bir kuvvet aracığlığıyla etkileşmeleri. Kütleçekimi bu kuvvetin üstesinden gelebiliyor ancak kesin bir kütle limiti ayırıntılara duyarlı. Oppenheimer, öğrencileri Robert Serber ve Geogre M. Volkoff' la birlikte bu konuda iki makale yayımladı ve nötron yıldızları için bulunan kütle limitinin Chandrasekhar' ın beyaz cüceler için olan limitiyle karşılaştırılabilir olabileceği sonucuna vardı. Bu makalelerden ilki 1938' de, ikincisi 1939' da yayımlandı. Oppenheimer tam olarak, Eddington' unun beyaz cüceler hakkında düşündüğü şeyi sorgulamaktaydı: Eğer kütle limitini aşan kütleye sahip bir yıldız çökerse ne olur? Oppenheimer ve öğrencileri, 5000 km uzakta oldukları için Einstein' in 1939' ka karadelikleri reddeden çalışmasından haberdar değillerdi. Ancak Oppenheimer, kritik yarıçaptaki durağan bir yıldızla uğraşmak istemedi. Eğer yıldızın yarıçapı kritik yarıçapın altına düşerse ne olacağını görmek istedi. Snyder' e bu problem üstünde daha ayrıntılı çalışmasını önerdi. Snyder' e belirli varsayımlar yapmasını, dejenerelik basıncı veya yıldızın dönmesi gibi teknik ayrıntıları gözardı etmesini söyledi. Snyder, çöken bir yıldıza ne olacağının olaya bakan bir gözlemcinin konumuna bağlı olduğunu buldu.
Şimdi bir yıldızdan yeterince uzakta duran bir gözlemciden başlayalım. Başka bir gözlemcinin de yıldızın yüzeyi üstünde durduğunu varsayalım. Bu gözlemci, yıldızla birlikte hareket ederken diğer sabit gözlemciye ışık sinyali göndersin.
Sabit gözlemci, hareket halindeki diğer gözlemciden gelen sinyalin elektromanyetik spektrumun kızıl ucuna doğru kaydığını gözlemleyecektir. Eğer sinyallerin frekansı bir saat gibi düşünülecek olursa, sabit gözlemci hareket halindeki gözlemcinin saatinin yavaşladığı kanısına varacaktır.
Gerçekten kritik yarıçapta saat yavaşlayarak duracak; sabit bir gözlemci yıldızın kiritik yarıçapa çökme sürecinin sonsuz zaman alacağını düşünecekti. Bundan sonra ne olacağını söyleyemeyiz, çünkü, sabit gözlemciye göre "sonrası" yoktur. Sabit gözlemciye göre yıldız kritik yarıçapta donup kalacaktır. Fizikçi John A. Wheeler , 1967 Aralığında verdiği derste karadelik ismini kulanana dek, bu nesnelere donmuş yıldızlar deniyordu. Schwarzschild geometrisindeki tekilliğin gerçek önemi bu donup kalmadır. Oppenheimer ve Snyder' in makalelerinde gözlemledikleri gibi, bu çöken yıldız " kendini " uzaktaki gözlemcilerle herhangi bir iletişime kapatıp, kütle çekim alanıyla başbaşa kalır. Diğer bir deyişle karadelik oluşmuştur. İyi de çöken yıldız üzerindeki gözlemciye ne olacak?Oppenheimer ve Snyder ’a göre göre bu gözlemci, olayı tamamen değişik biçimde algılayacaktır. Yıl 1939' du; Dünya ateşler içindeydi; dünya parçalanmak üzereydi. Oppenheimer de savaşa girdi; insanı yapabileceği en yıkıcı silahı yaptı. Einstein de çalışmadı. Barış geldiğinde 1947' de Oppenheimer, Princeton' da İleri Araştırmalar Enstitüsü' nün direktörü oldu. Einstein de aynı enstitüde profesördü. Onların karadelikler hakkında konuşup konuşmadığı hakkında kayıt yok. Yıldızların gizemli kaderini öğrenmek isteği 1960' ları bekledi.
(Jeremy Bernstein,1996- Çevirenler: Tekin Dereli- Selda Arıt; Bilim ve Teknik, Eylül 1996 346. sayı)

Elementin atomu, Işığın fotonu var da kütle çekiminin gravitonu yok mu?
Gravitonlar
Kütle çekimi, insanoğlunun çok önceden tanıdığı bir olgu. Elma, bulunduğu daldan aşağı doğru düşer. Irmaklar, yukardan aşağı doğru akar. Dünya, Güneş' ten kurtulmak için çırpınır gibi yapar; ama Güneş onu hep kendisine doğru çeker.Hareket kavramıyla birlikte tartışılan çok önemli bir şey de vakumun varlığı ya da yokluğuydu. Vakum, kabaca maddenin bulunmadığı boşluk demekti. Bu bağlamda Ela ' cılar "Vakum olmadan hareket olmaz. Vakum yoktur; o halde harekt de yoktur" derken Leucippus " Vakum olmadan hareket olmaz. Vakum vardır; o halde hareket de vardır." diyordu. (Z.Tez, Kimya Tarihi, s:39)
Geog Cantor' un kümeler teorisi: Madde ve İnsan s:174 ve sonrası

GÜNEŞ ve AY TUTULMALARI
Giriş: GDBY s: 37
Eski çağların tarıma dayalı uygarlıklarında takvimin geliştirilmesi ve gökyüzüne duyulan ilgi elbette boşuna değildi. Her yıl aynı dönemde taşan ve çevresindeki ekili arazileri yerle bir eden Nil, Mısırlılılara önümüzdeki yıl aynı zamanda yine geleceğim der gibiydi. Toprak belli zamanlarda sürülme istiyor, ürünler belli zamanlarda toplanma bekliyordu. Bu toplumlarda doğal olarak toplumu ya da ülkeyi yönetenler rahip-kral karışımı bir tipti. Eski Çin belgelerinde böylesi örnekler çoktur. Bu belgelerden öğrendiğimize göre İmparator, her sabah saat dörtte yataktan kalkmak zorundaymış. Neden mi ? Güneş' in doğmasını sağlamak için. Hele bir düşünün zavallı İmparatorun durumunu! Bir gün kazara uyuya kalsa Güneş doğmayacak Çin'e...Çinliler Güneş ve Ay tutulmaları ile de yakından ilgileniyorlardı.(MÇÖF s:67 ..)
Çinliler, Güneş tutulmasını bir canavarın Güneş' i yutma çabası olarak düşünürmüş.Dolaysıyla canavarı korkutmak için dinsel törenler düzenlenirmiş. İmparator sarayda sırf bu işi için Hsi ve Ho adında iki astronom (gökbilimci) görevlendirmiş. Eski Çin belgeleri kitabı Shu King' e göre, Hsi ile Ho, çok fazla pirinç rakısı içmişler ve bir Güneş tutulmasını önceden haber veremedikleri için idam edilmişlerdi.
( GDBY s:40)
Newton' un dehası, kütle çekim yasalarını bulmaya yetti. İki madde, birbirlerini kütleleriyle doğru, aralaındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak çeker. Einstein, bunlarda düzeltmeler yapılmasını sağladı. İlginçtir çok eski zamanlardan bu yana tanınan yer çekimi (daha genel olarak her kütlenin birbirini şu ya da bu kuvvetle çekmesi) insanoğlunun hâlâ açıklayamadığı bir olgu olarak duruyor. Cisimlerin yere doğru düşmesini nasıl açıklayabiliriz?
İki açık uçlu boruyu, aynı doğrultuda yan yana koyalım. Borular içinde aynı anda bir patlama tepkimesi gerçekleştirelim. Oluşan gazlar her borunun uçlarından dışarıya doğru püskürür. Bu durumda borular, nasıl hareket eder? Borular biribirini çeker. Bunu nasıl açıklayabiliriz? Patlamayla birlikte borular arasında bir yüksek basınç bölgesi oluşur, buna bağlı olarak bölgeye gaz akışı azalır. Boruların karşıt uçlarındaki püskürmelerin tepmeleri sonucu borular birbirine doğru itilir. Tıpkı bir silah namlusundan çıkan merminin yarattığı geri tepme gibi.
Şimdi bütün yönlerde graviton denen mermiler atan iki cisim düşünelim. "Bütün yönlerde" açıklamasına dikkat ediniz. Çünkü kütle çekim yasası, küre yüzeyinin her noktasından çıkan her doğrultuda etkilidir. Öte yandan kütlesel çekim, iki cismin merkezini birleştiren doğrultuda en yüksektir. Çünkü kütlesel çekim, uzaklığa bağlıdır. Ters yönlerde dışarı atılan gravitonların geri tepmesi iki cismi birbirine doğru yaklaştırır.
Eğer bu anlattığımız model doğruysa gravitonlar, yani kütle çekim alanının kuantumları bir kütleye ve enerjiye sahip olmalı; yani graviton salan her cisim, kütle ve enerji kaybetmelidir. Bu konuda ilk olarak Prof. D. İvanenko bir şeyler söyledi. Çarpışan iki graviton nasıl bir sonuç verir? Belki de elektron ve pozitron gibi bir parçacık ve anti-parçacık çifti oluşturabilir. Bu varsayıma göre bu parçacık çiftleri bir yerlerde buluşarak gravitonlara da dönüşebilir. Ama bu iki dönüşüm çok büyük enerjilerle olabilir.Bu nedenle bu dönüşüm olasılığı pek zayıftır. Peki bir cisim, kendiliğinden gravitonlar yayıyor olmasın? Evet bu daha olası. Her bir graviton, bulunduğu parçacık kütlesinden bir kısmını alıp götürür. Gravitonların enerjileri bilinirse, bir parçacığın yarıya kadar küçülmesi için geçecek zaman hesaplanabilir. Bir başka deyişle maddenin kütlesel çekim alanına bozunması sırasındaki yarı-ömrü hesaplanabilir. Böyle hesaplar yapılmış milyarlarca yıl değerleri elde edilmiştir.
Diğer hesaplar, gravitonun kütlesini 5x 10-66 gram ve enerejisini 5x10-45 erg değerinde vermektedir. Bir protonun kütlesel çekim alanıına bozulması yarı-ömrü 10 milyar dolayındadır. Gravitonun yoğunluğu ile protonunki aynı sayılırsa gravitonun yarıçapı 2x10-27 santimetre kadardır. Protonun yanrıçapı 1.5x10 -13 santimetre olduğundan proton yanında graviton, Dünya üzerindeki bir toz zerresi gibidir.
Özel görecelik kuramının sonuçları arasında hiç bir fiziksel etkinin ışıktan daha hızlı yayılamayacağı saptaması vardır. Işık, Dünya' dan Ay' a gitmek için bir saniye, Güneş' e gitmek için sekiz dakika, bir galaksiden diğerine gitmek için milyonlarca yıl katetmektedir. Böyle olunca kütle çekim kuvveti denen şey nedir? Dünya' nın Ay üzerinde yaptığı etki, ışık hızıyla yayılıyorsa kuvveti belirleyen uzaklık, etkinin çıkış anında Dünya' yı Ay' dan ayıran uzaklık mıdır; yoksa etkinin Ay' a varış anıdaki uzaklık mıdır?
Her şey bir yana bu etki nedir?
Özel görecelik kuramı, ışığın hızını, birbirine göre düzgün bir hareketle yer değiştiren bir gözlemciler takımı için aynı olduğunu kabul etmişti. Gözlemcinin hareketindeki herhangi bir ivme, önsel olarak gözlemcinin evreni tanıma biçimine etki yapabilir. Bu ivme acaba nasıl işe karışacaktır? Bu soruyu yanıtlamak için, yalnızca mantığa dayanmak gerekir. Çünkü bu türlü etkileri deneysel biçimde açığa çıkarmak çok güçtür. Einstein soruna en kestirme yönden yaklaştı. Sonsuz sayıda olanaklar içinde bir ivmenin etkisinin ne olabileceğini araştırmak yerine o asıl ivme yokluğunun nasıl belirtilebileceğini aramaya koyuldu. Ama olanaklı gözlemcilerden bir tanesinin hangisi olduğunu belirtecek güçte miyiz? Yeryüzünde bulunan bir gözlemci kuşkusuz işimize yaramaz, çünkü Dünya' nın Güneş' e göre hareketi ivmelidir. Güneş' in de Samanyolu galaksisine, onun da öteki galaksilere göre ivmeli hareketi vardır.
(Madde ve İnsan s :80-82 ve devam ettttttttttttttttt)

bir baska gün ... zaman ...


lionhead 8 Eylül 2006 12:46

KUANTUM KURAMI
Kuantum Kuramı, 20. yy'ın büyük kuramlarından biridir. Kuantum ne demektir? Kuantum kuramı, nedensellik kavramını,yani determinizmi nasıl etkilemiştir? Elektron nedir,bir parçacık mı,bir dalga mıdır?Yoksa her ikisi midir? Işık nedir? Bir parçacık (foton) sağanağı mıdır,elektromanyetik bir dalga yayılması mıdır?Einstein, kuantum kuramının kurucuları arasında bulunduğu halde,sonradan neden ve nasıl bu kurama karşı çıkmıştır? Einstein, 1930 konferansına nasıl bir düşünce deneyi ile geldi? Ona "Einstein,senin adına utanıyorum.Çünkü yeni kuantum kuramına senin karşıtlarının görelilik kuramına karşı ortaya koydukları kanıtlarla karşı çıkıyorsun" diyen dostu kimdir? Yine kuantum kuramının kurucularından Schrödinger, "Schrödinger'in Kedisi" diye ünlenen düşünce deneyi ile bu kurama neden ve nasıl karşı çıkmıştır? Kuantum kuramı,deneylerle test edilmiş midir? Karadeliklerin gönülsüz babası kimdir? Belirsizlik ilkesi nedir? Bu ilke araçlarımızın yetersizliğinin bir sonucu mudur?Her şeyi bilebilir miyiz?
Sizleri, bir kısmını buraya sıraladığım soruların yanıtı için atom ve moleküller dünyasında bir gezintiye çağırıyorum. Bu atomaltı dünya (mikrodünya),makrokosmos kadar çeşitli,ilginç,renkli,neşeli,kafa karıştırıcı ve heyecan verici..Aşağıdaki açıklamaları yazarken kaynaklar bölümünde belirttiğim eserlerden neredeyse tümüyle alıntılar yaptım. Benim yaptığım, zaman zaman araya girerek yazarlığı hepten kaynakların yazarlarına kaptırma endişemi gidermek oldu!. Örneğin Belirsizlik ilkesini Hawking'e, olasılık ve belirsizlik açısından doğayı Feynman'a anlattıracağım. Bohr ile Einstein'nin Solvay Konferanslarındaki tartışmalarını ve o yılların iklimini W. Heisenberg bize sunacak.Yani kuramı, ustalarından dinleyeceğiz.
Kimya derslerinden biliyor misiniz? Tüm maddeler atomlardan ve her bir atom da pozitif elektirkle yüklü bir çekirdek ve negatif yüklü elektronlardan oluşur. O halde, çok küçük atomik ölçekte kütle, atomik kütlelere karşılık gelen kesikli niceliklerden oluşur. Yani modern fizik dilinde kütlenin kuantumlanmış olduğu söylenir. Enerji içeren pek çok nicelik de kuantumlanmıştır. Enerjinin kuantumlu tabiatı özellikle atom ve atomaltı dünyada ortaya çıkar.s
1900 yılında Max Planck,siyah cisim ışımasını açıklamak için ışığın kuantumlu olabileceğini ileri sürdü. O zamana dek,ışığın şiddetiyle enerjisinin doğru orantılı olduğu sanılıyordu. Oysa ışığın frekansıyla enerjisi doğru orantılıydı...1905'te Einstein bu kurama dayanarak fotoelektrik olayı açıkladı.Işık,dalga özelliği yanında foton denen kuantum (enerji paketleri) özelliği de gösteriyordu. 1924'te Fransız fizikçi Louis de Broglie,çok çarpıcı bir düşünce üretti. Basit bir matematikle,hareketli her parçacığın aynı zamanda dalga özelliği göstermesi gerektiğini ileri sürdü. 1927'de Amerikalı bilimciler C.Davisson ve L.Germer,elektronların tıpkı bir ışık gibi,kristallerde kırınım gösterdiğini buldular. Yine aynı yıl W.Heisenberg,ünlü belirsizlik ilkesini ortaya koydu . Fizikçiler arasındak görüş ayrılıkları 1927 Solvay konferansında dışa vurdu. Tartışmaların başını N.Bohr ile A.Enstein çekiyordu. 1930'da yine büyük bir tartışma yaşandı. Einstein,yavaş yavaş arka sıralarda oturmaya başladı. Gelin öyküyü baştan alalım.

" Olabilir desinler, ama olur demesinler."
Cicero
"Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz.."
Atasözü

Niels Bohr şöyle dedi: " Bir süre önce yine burada Kopenhag' da özellikle olguculuk yanlılarının katılmış olduğu bir felsefe konferansı vardı. Bunda Viyana Okulu' nun üyeleri büyük rol oynadılar. Bu filozofların önünde kuantum teorisinin yorumunu yapmaya çalıştım. Konferansımı verdikten sonra karşıt hiçbir düşünceyle ve zor herhangi bir soruyla karşılaşmadım. Ama bunun benim için çok korkunç olduğunu itiraf etmeliyim. Çünkü bir insan kuantum teorisinden ürkmezse, onu anlaması da olanaksızdır. Belki de o kadar kötü bir konferans verdim ki, kimse neden söz ettiğimi anlamadı."
Klasik Fiziğin Çözemedikleri
Kuantum kuramının doğuşunu kavrayabilmek için biraz gerilere gitmemiz gerekiyor. 19. yy sonlarına.Gazların kinetik kuramı, klasik fiziğin çok önemli zaferlerinden biriydi. Bu kurama göre, hiç bir molekülü dışarı kaçırmayacak ideal bir gaz kabındaki N molekülün toplam enerjisi E olsun. Bu toplam ernerji(E), enerjinin eşit dağılımı yasası diye bilinen temel bir istatistiksel teoreme göre ortalama olarak moleküllere eşit olarak dağılmıştır. Ortalama diyoruz, çünkü istatistiksel açıdan kesin veriler değil, ancak ortalama değerler elde edilebilir. Lord Rayleigh ve Sir James Jeans, gazların kinetik kuramına başarıyla uygulanan istatistiksel modeli, iç duvarları kusursuz ayna olan kutuda hapsedilmiş "ışık" dalgalarına uygulamaya çalıştılar. Ama burada temel bir zorlukla karşılaştılar. Bir gaz kabındaki molekül sayısı çoktu; ama "sonlu"ydu,oysa ışığın hapsolduğu ideal bir ayna cidarlı kutuda farklı titreşim tiplerinin sayısı "sonsuz"du. İşi basitleştirmek için “Jean Küpü”nün yalnızca sağ ve sol iç duvarları arasında gidip gelen dalgaları düşünelim. Bu dalgalar, duvarlarda zamanla genliğin kaybolacağını söyleyen sınır koşullarına uymalıdır.... Bunu üç boyutta düşündüğümüzde "sonsuzluk" sayısının daha da artacağı açıktır. Titreşim modu (düğüm noktası) sayısı sonsuz, ama enerji sonlu. Yani titreşim modu başına düşen enerji = E/ sonsuz = tanımsız. Bu, kuşkusuz saçma bir sonuçtur. Yani açıkça, klasik kuram, artık cisimlerin doğasına ilişkin bilgilerimizle çelişmekteydi. Atomik ölçekte,maddenin davranışını açıklamak için klasik fizğin uygulama denemeleri tamamen başarısız oldu. Siyah cisim ışıması,fotoelektrik olay ve bir gaz deşarjında atomların yaydığı keskin çizgiler klasik fizik çerçevesinde anlaşılamadı.George Gamow 'un dediği gibi:" Bir kuram, cisimlerin doğası ile ilgili bilgilerimizle çeliştiği zaman, cisimlerin yapısı değil kuram yanlış olmalıdır".Doğaya yeni bir bakış açısıyla bakmak gerekiyordu. Bu devrim, 1900 ile 1930 arasında gerçekleşti. Kuantum Mekaniği denen bu yeni yaklaşım atom,molekül ve çekirdeklerin davranışını başarıyla açıkladı.
Kuantum Kuramının Keşfinin Öyküsü
Kuantum kuramının temel fikirlerini önce1900 yılında Max Planck ortaya attı;ama sonraki açıklama ve matematik formülasyonlarda Einstein,Bohr, Schrödinger,Louis de Broglie, Heisenberg,Born ve Dirac'ın da aralarında bulunduğu çok sayıda bilim adamı rol oynadı. Kuantum kuramının keşfinin öyküsü, 1900 yılında ilk adım olarak Max Planck (1858-1947)'ın siyah cisim ışıma yasasını bulmasıyla başladı. Cisimler,bazen termik ışıma denen bir ışıma yayar. Bu ışımanın özellikleri, cismin sıcaklığına ve özelliklerine bağlıdır. Düşük sıcaklıklarda termik ışımanın dalga boyları,esas olarak kızılötesi bölgededir ve bu nedenle gözle görülmez. Cismin sıcaklığı yükseltilince,kızarmaya başlar. Sıcaklık daha da yükseltilirse,bir ampulün içindeki tungsten telin parlaması gibi, cisim beyazlaşır. Termik ışımanın ayrıntılı bir incelemesi, tayfın(spektrumun),kızıl ötesi, görünür bölge ve morötesi dalga boylarının sürekli bir dağılımından oluştuğunu gösterir.19. yy sonlarına doğru,termik ışımayı açaklamakta sorunlar görüldü. Temel sorun da bir siyah cisimden yayınlanan termik ışımanın dalga boylarının gözlenen dağılımının açıklanmasıydı.Tanım olarak siyah cisim,üzerine düşen tüm ışımayı(radyasyonu) soğuran ideal bir sestemdir. Bu da örneğin oyuk bir cismin içi ya da kovuğudur. Işıma,bu kovuğun duvarlarından yayılır. Klasik fiziğe göre,kovuğun duvarlarındaki atomlar,tüm dalga boylarında elektromanyetik dalgalar yayan bir titreşimler topluluğu olarak düşünülür.Belli bir sıcaklıkta dalga boyu ile ışık şiddeti ilişkisi büyük dalga boylarında kuramsal ve deneysel öngörülere uyduğu halde, dalga boyu kısaldıkça,ışık şiddetinin sonsuza doğru gitmesi gibi bir sonuçla karşılaşılıyordu.Hesaplar, çok uzak morötesinde aşırı derecede ışınım salınımı olması gerektiğini gösteriyordu. Bu çelişkiye mor ötesi felaket adı verilmişti. Kuşkusuz olup biten bu değildi,şu oluyordu: Işınım şiddeti belirli tipik bir dalga boyunda daha büyük ve daha küçük değerlerde sıfıra doğru yaklaşıyordu.
Bir de klasik kurama göre tüm dalga boyları olanaklı olduğu için sonsuz bir toplam enerji yoğunluğu öngörülüyordu. Elbette, elektromanyetik alanda sonsuz bir enerji,fiziksel olarak olanaklı değildir. Fizikçiler,önceleri Planck’ın kuantum fikrini- doğanın kesintili bir özelliği olduğu fikrini- klasik Newton fiziği içine yerleştirme çabası güttüler. Max Planck,kara cisim ışıması üzerine çalışmasında fiziğe atomik süreçlerde kesintililik miktarının bir ölçüsü olan ‘h’ olarak simgelenen yeni bir değişmez(sabit) getirdi. 1900'de, Planck çalışmasını yaptığında fizikçiler atomların toplam enerji olarak bir değere sahip olabileceğini düşünüyorlardı-enerji sürekli olarak değişkendi. Fakat Planck’ın kuantum önermesi enerji değişiminin kuantlaşmış olduğu (niceliği olduğu ) anlamına geliyordu. Bir kuantum enerjisinin getirilişi klasik fizikte hiçbir temele sahip değildiyse de, henüz, yeni kuramın klasik kavramlardan köklü bir kopmayı gerektirdiği açık değildi. Belirttiğim gibi kuramsal fizikçiler,bu kavramı klasik fizikle uzlaştırmaya çalışıyorlardı
Max Planck, o zaman "morötesi felaket" denen bir zorluğa çözüm yolu olarak bir öneri getirdi. Planck, enerjinin eş dağılım yasasısında öngörülen tek bir titreşim modunun alabileceği enerji miktarının belli bir değerden az olamayacağını kabul ederek çelişkinin önlenebileceğini önerdi. Işınımın belli büyüklükteki paketler halinde yayıldığını ileri sürdü.Planck, siyah cisim ışınımı için,tüm dalga boylarında deneyle tam bir uyuşma halinde olan bir formül buldu.Enerji dağılım eğrilerinin, sıcak cisimlerin denel emisyon eğrisine uydurulabilmesi için bu en küçük ışınım enejisinin
E= hn (Planck sabiti çarpı ışığın frekansı)
kabul edilmesi gerektiğini kanıtladı. Burada E, bir paketin (fotonun) enerjisini;n, ışığın frekansını;h ise Doğa'nın yeni ve temel bir sabitini (Planc sabitini) gösteriyor. Kuantum sabiti de denen Planck sabiti(h) nin sayısal değeri pek küçüktür(santimetre-gram- saniye birimlerinde on üzeri eksi yirmi yedi veya Joule.saniye birimiyle 6626x10 üzeri -34). 60 Watt' lık bir elektrik ampülü, saniyede on üzeri yirmi iki(10e 22) adet ışık fotonu yayar. Buna göre ışınım yayan,titreşen moleküller kesikli birimlere sahip olabilir.Planck'ın kuramındaki ana unsur,kuantlaşmış enerji düzeyleri gibi köklü bir varsyımdır. Moleküller,foton denen ışık enerjisinin kesikli birimleri cinsinden enerji yayar ya da soğurur.Onlar bunu,bir kuantum dzeyinden diğerine sıçrayarak yapar. Ardışık iki kuantum düzeyi arasında enerji farkı bir fotonun enerjisine karşılıktır.
Planck'ın çalışmasının,matematiksel işlemlerden daha fazlasını içerdiğini vurgulamalıyız. Gerçekten Planck,siyah cisim dağılım eğrisini çıkarmak için altı yıldan fazla uğraş verdi. Yayınlama problemi ile ilgili çalışmaları için"mutlak bir şeyler gösterir ve tüm bilimsel çalışmalarımın en yüce amacı olarak daima mutlağı aramaya çalıştığım için büyük bir şevkle çalışmaya koyuldum" demiştir. Bu çalışma,formülün fiziksel bir açıklamasını araştırmak ve kuantum kavramını klasik kuram ile uzlaştırmak için yaşamının büyük bir kısmını aldı. Bilim adamlarının önemli bir kesimi, tutucu devrimcilerdir. Deneysel kanıt ya da mantıksal ve kavramsal sorunlar onları yeni, bazen devrimci bir görüş açısına zorlayana kadar, denenip test edilmiş ilkelerden vazgeçmezler. Bu türlü tutuculuk, sorgulamanın kritik yapısının çekirdeğinde bulunur. Kuantum kuramının öncülerinden Werner Heisenberg “Modern kuram, doğrusunu söylemek gerekirse, gerçek bilimlere dışarıdan getirilen devrimci fikirlerden çıkmamıştır. Tersine, devrimci fikirler, klasik fiziğin programını tutarlı şekilde yürütmeye çalışan araştırmaya zorla girmişlerdir- onun doğasından çıkmışlardır.” demiştir. Yani eski kuantum kuramı, kuantumu klasik fizikle uzlaştıracak bir programı temsil etmiştir.
Fotoelekrik Olay ve Einstein
Kuantum kuramıyla ilgili ikinci adımı 1905'te Einstein attı. Einstein, fotoelektruk olayı, kuantum düşünücesini kullanarak açıkladı. Fotoelektrik olay,kısaca, ışığın metal yüzeyinden elekron koparmasıdır. Bu olayı,Maxwell in öngördüğü elektromanyetik dalgaları da ilk kez üreten Hertz keşfetmişti. Fotoelektrik olayın pek çok özelliği klasik fizik ya da ışığın dalga modeli ile açıklanamaz. Örneğin klasik fiziğe göre ışık şiddetine bağlı olarak her frekansta metal yüzeyinden elektron sökülmesi gerekirken ancak belli bir eşik değerinin üzerinde elektron koparılabiliyordu. Işığın frekansı, bir eşik frekansını aşarsa fotoelektrik olay gözleniyordu. Öte yandan yayınlanan fotoelektronların sayısı ışık şiddetiyle orantılıydı ;ama fotoelektronların maksimum kinetik enerjisi,ışığın şiddetinden bağımsızdı. Fotoelekronların maksimum kinetik enerjsi,ışığın frekansı arttıkça artıyordu. Elektronlar yüzeyden,düşük ışık şiddetlerinde bile,hemen hemen anında (yüzeye ışık düştükten milyarda bir saniye ) yayınlanır. Oysa klasik kurama göre elektronların metalden çıkmak için gerekli kinetik enerjiyi kazanmadan önce,gelen ışınımı soğurmak için bir zamana gereksinim olduğu düşünülüyordu. Işığın foton kuramına göre ise gelen enerji,küçük paketler halinde görünür ve fotonlarla elektronlar arasında birebir etkileşme vardır. Bir foton,bir elektron koparır. Bu, ışığın geniş bir alana düzgün olarak dağılmış bir enerjiye sahip olması düşüncesiyle çelişir. Einstein, fotoelektrik konulu 1905 yılı yazısında Planck’ın fikrini ele almıştır. Planck, ışık kaynaklarının kuantlaşmış enerji değişimi yaptıklarını varsaymıştı. Einstein bir adım ileri giderek, ışığın kendisinin kuantlaşmış olduğunu- ışık foton denen parçacıklardan oluşmuştu- varsaymıştır. Bu devrimci fikir, o zaman yerleşik olan ışığın dalga kuramına karşı bir çıkıştı-bu durum, fizikçilerin onu reddetmeleri için yeterli nedendi. Diğer fizikçiler, Einstein’in önerisini, yalnızca foton için pek doğrudan bir kanıt sayılamayacak olan fotoelektirik etkiyi açıkladığı için reddettiler. Fakat Einstein ışık konusunda dalga-parçacık ikili yapı kavramına sıkı sarıldı ve ışığın bu görünüşte çelişkili özelliklerini uzlaştırmaya çalıştı; ama başaramadı.
Planck ve Einstein’in kuantum kuramını ilerleten teorik fikirleri, doğal fenomenlerin yepyeni bir alanını açan deneylere bir yanıttı. 19. yy’ın sonuna kadar, maddenin çok sayıda şaşırtıcı yeni özelliği keşfedilmişti; ilk kez olarak bilim adamları atomik süreçlerle doğrudan ilişki kuruyorlardı.
Albert Einstein, 1905'te, foton kabulünü kullanarak fotoelektrik olayı açıkladı.
Einstein bir ışığın ya da herhangibir elektromanyetik dalganın foonların bir paketi olarak düşünülebileciğini vasyadı. Einsteinin fotoelektirk olaya bakışı basitçe,bir fotonun tüm hf enerjisini metalin tek bir elektronuna verdiği şeklindedir.Buna göre kullanılan ışığa göre elektronun enerjisi hn,2 hn,3 hn... şeklinde,yani Planck enerji paketinin tam sayı katları şeklinde artıyordu. Einstein' in 1905 teki yazısı, Planck'ın kuantumlanma kavramını elektromanyetik dalgalara genişletti;ışık kuantumlarını tek tek gözlemleyebileceğimizi gösterdi. Çünkü yayılan her parçacık ( her elektron) metal atomuna çarpan bir ışık kuantumuna karşılık geliyordu.
Elementlerin Parmak İzi: Atomların Tayf Çizgileri
Bir ışımanın,içerdiği farklı frekanslı(farklı dalga boylu) bileşenlerine ayrılmasına tayf (spektrum) denir. Belirli bir sıcaklıktaki tüm cisimler, dalga boylarının sürekli bir dağılımı ile karakterize edilen termik ışınım yayınlar. Dağılımın şekli cismin özelliklerine ve sıcaklığa bağlıdır. Kızgın katıların yaydığı ışınlar bir pirizmadan geçirilirse,bütün frekansların yanyana bulunduğu kesiksiz (sürekli) tayf elde edilir. Yani arada karanlık çizgiler olmaksızın tüm renkler birbirini izler.Elektrik ampulü ve mum ışığı kesiksiz tayf oluşturur. Bir gaz ya da buharın yaydığı ışık ise iki tür olabilir: Gaz molekülleri (iki ya da daha çok atomlu moleküller) şeritli (bantlı) tayf verir; gaz atomları ve monoatomik iyonlar ise çizgili (hatlı) tayf verir. Elektrik deşarjına uğrayan düşük basınçlı gazlar ise sürekli spektrum değil, çizgi spektrumu yayınlar. Verilen bir çizgi spekturumunda dalga boyları,ışığı yayan elementin karakteristiğidir. Yani her element,tıpkı bir insandaki parmak izi gibi,kendine özgü bir spektrum oluşturur.En basit çizgi spektrumu,atom halindeki hidrojende gözlenmiştir. İki element aynı çizgi spektrumunu yayınlamadıkları için bu olay bize bir örnekteki elementleri tanımak için pratik ve duyarlı bir teknik sunar(spektral analiz). Helyum, talyum ve indiyum elementleri, bu yöntemle bulunmuştur.
Bilim adamları 1860'tan 1885'e kadar spektroskopik ölçümleri kullanarak önemli veriler topladılar. İsviçreli bir öğretmen olan Johann Jacob Balmer (1825-1898) 1885'te hidrojenin dört görünür yayınlama çizgisinin (kırmızı, yeşil,mavi ve mor) dalga boylarını doğru olarak öngören bir formül türetti. Balmer'in keşfinden sonra hidrojenin diğer tayf çizgileri de bulundu. Bu spektrumlara bulucularının onuruna Lyman, Paschen ve Brackett serileri denir. Atomların yaydığı ve soğurduğu karakteristik tayf çizgilerinin anlamı klasik fiziğin açıklayamadığı bir olaydı. Her element niçin belirli dalga boyunda tayf çizgileri yayınlıyordu? Ayrıca niçin her element yalnızcı yayınladığı dalga boylarını soğuruyordu?Bu soruların açıklamasını Bohr yaptı. Bohr, Planck'ın kuantum kuramını,Einstein'in ışığın foton kuramını ve Rutherford'un atom modelini birleştirdi.
1913'te Danimarkalı fizikçi Niels Bohr (1885-1962), hidrojen atomunun tayf çizgilerini kuantum kuramına dayanarak açıkladı. Buna göre çekirdek çevresindeki elektron, her enerjiyi değil, ancak belirli enerjileri alabiliyordu. En düşük enerjili durumdaki atoma temel durumdaki atom,enerji verilmiş atomlara da uyarılmış atom denir. Elektron yüksek enerjili durumdan daha düşük enerjili duruma sıçrayarak düşer,bu sırada ışık yayınlanır. Bohr modeli hidrojen atomunun yanısıra bir elektronlu helyum(+1 yüklü helyum iyonu) ve lityum iyonu (+2 yüklü lityum iyonu) tayf çizgilerine başarıyla uygulandı. Bununla birlikte,kuram çok elektronlu atom ve iyonların karmaşık tayf çizgilerini açıklamakta yetersiz kaldı.
Compton Olayı
Einstein, 1919'da, E enerjili bir fotonun tek bir yönde gittiği (bir küresel dalga gibi değil!) ve E/c ya da hf/c'ye eşit bir momentum taşıdığı sonucuna vardı. Onun sözleriyle " bir ışınım demeti, bir molekülün hf enerji paketi yayınlamasına ya da soğurmasına neden olursa,moleküle, soğurma için demetle aynı yönde,yayınlama için zıt yönde hf/c kadar bir momentum aktarılır." Işığın ya da fotonun momentumu?!
Arthur Holly Compton (1892-1962)(1927 Nobel fizik ödülü) ve Peter Debye(1884-1966, 1923'te, birbirinden bağımsız olarak,Einstein'in foton momentumu düşüncesini daha ileri götürdüler.Onlar, x-ışını fotonlarının elektronlardan
saçılmasının,fotonları hf enerjili ve hf/c mmentumlu noktasal parçacıklar olarak varsaydılar ve foton -elektron çiftinin çarpışmasında enerjinin ve momentumun korunduğuna dikkat ederek açıklanabileceğini gösterdiler. Compton ve çalışma
A.H. Compton
arkadaşları,1922'den önce,x-ışınlarının elektronlardan saçılmasını açıklamak için klasik dalga kuramının yetersiz kaldığını gösteren kantlar topladılar. Klasik dalga kuramına göre,gelen
Peter Debye
elektromanyetik dalgalar elektronları ivmelendirmeli,onları titreşmeye zorlayarak daha
düşük frekansta yeniden ışıma yaptırmalıdır. Dahası saçılan ışınım frekansı ya da dalga boyu,klasik kurama göre gelen ışınımların örneğe çarptıkları zamana olduğu kadar gelen ışınımın şiddetine de bağlıdır. Bu öngörülerin aksine,Compton'un denel sonuçları,verilen bir açıda saçılan x-ışınlarının dalgaboyu kaymasının yalnızca saçılma açısına bağlı olduğunu gösterdi."bunların,pek çok fizikçiyi kuantum kuramının temelli geçerliliğine inandırmak için ilk denel sonuçlar olduklarını söylemek ne güzel!"
Bu modelde foton,sıfır durgun kütleli "hf"enerjili bir parçacık olarak ele alınır(h,Planck sabiti; f, frekans).
Fotoelektrik olay ve Compton olayı gibi olgular, ışığın foton (ya da tanecik) kavramını destekleyen çok uygun ve açık denel gerçeklerdir. Peki ışık,elektromanyetik dalga değil de foton sağanağı mıdır? Hayır,foton özelliği,ışığın bir özelliğidir;ama ışığın elektromanyetik dalga özelliği de vardır.Şimdi çok ilginç birdüşünceyi inceleyeceğiz:Işık,tanecikli yapıdaysa acaba taneciklerin de bir dalga boyu var mıdır?
Broglie Dalgaları
Anımsayacağınız gibi, Einstein,1905 yılında ışığın bir parçacık olduğu kuramını geliştirmişti. Bu fikir, ışığın bir elektromanyetik dalga olduğu gerçeğinin karşısında yer almıştı. 1909 yılı gibi erken bir zamanda o, gelecekteki ışık kuramının,ışığın parçacık ve dalga kuramlarını kaynaştıracağını söylemişti;ama bu yönde çok az gelişme olmuştu. Göründüğü kadarıyla ışığın ya parçacık ya da dalga olması gerekiyordu. Bir sonraki adımı,entellektüelce ilgilerin kendisini fiziğin ön saflarına sürüklemiş olduğu bir Fransız prensi olan Louis de Broglie attı. O benzetmeler yaparak, o kadar acıkça bir dalga olduğu görülen ışık bazen bir parçacık gibi- foton- davranabiliyor ise, o zaman, açıkça bir parçacık olan elektron da bazen bir dalga gibi davranabilir diye düşündü. Bu önemli fikirler,Broglie’nin elektronun dalga boyunu çıkardığı 1923 yılında yayımlanan iki yazısında anlatılıyordu. Broglie,elektronlar da gerçek dalgalar gibi kırınım gösterebiliyorsa,kendi düşüncesinin denel olarak doğrulanabileciğini belirtti. Bir okyanus dalgasının kıyıya çarpması gibi,bir engel etrafında dalgaların kırınımı,keskin gölgeler veren bir parçacık ışınının tersine,bir engel arkasında bükülüşünü gösterir. Ses, bir dalgadır,bu nedenle köşelerden geçen sesleri işitiriz,ses köşeler etrafında ‘bükülür.’ Bu yazılar, Broglie’nin doktora tezleri oldu. Onları inceleyen Fransız bilimci Paul Langevin, bu tezlerin birer kopyasını Einstein’e gönderdi. Einstein, bu fikirlere çok önem verdi ve diğer fizikçilerin dikkatini Broglie’nin yeni fikirlerine çekmek için çok çalıştı.
Parçacıkların Dalga Özelliği
Einstein, ışığın dalga özelliğinin yanısıra,ışığın frekansına bağlı olarak parçacık(enerji paketçiği) özelliği gösterdiğini açıklamıştı. Buna göre fotonun bir momentumu da tanımlanabilirdi. Momentum, parçacğın kütlesi ile hızının çarpımına eşittir. Bu kavram,tanecik ya da parçacıklara ilişkindir.Fotonun momentumu, mc, ışığın dalga boyuyla ters orantılıdır: mc =h/dalga boyu. 1923'te Fransız bilim adamı Louis Victor de Broglie(1892-1987) devrimci bir düşünce ortaya attı: hareket eden her taneciğin aynı zamanda bir dalga boyuna sahip olacağını kuramsal olarak gösterdi. Onun kullandığı mtematik,son derece basitti. Planck eşitliği ile Einstein eşitliğini birleştirdi.dalga boyu=h/mv idi. Elektronların dalga doğasını keşfettiği için 1929'da Nobel ödülünü aldı."Kuantum kuramının temel düşüncesinin,ayrık bir enerji miktarını,ona belirli bir frekans bağlamadan düşünmenin olanaksız görülmesidir" demiştir. De Brogile'ye göre elektronlar hem tanecik hem de dalga olarak ikili bir doğaya sahiptiler. Her elektrona,ona uzayda yol gösteren veya "yörünge çizen",bir dalga (bir elektromanyetik dalga değil!) eşlik ediyordu. Bu savının kayanağını 1929 Nobel ödül alış konuşmasında şöyle açıkladı:
Louis de Broglie
"Bir yanda,bir ışık taneciğinin enerjisi f frekansını içeren E=hf eşitliğiyle belirlendiği için,ışığın kuantum kuramı tamin edici bir şekilde gözönüne alınamaz. Şimdi salt bir tanecik kuramı bir frekansı belirlemek için bize hiçbir olanak vermez. yalnız bir sebepten dolayı,ışık halinde,bir tanecik ve aynı anda periyodiklik düşüncesini işe sokmaya mecburuz. Diğer yanda,atomda elektronların kararlı hareketinin belirlenmesi tam sayıları işe sokar ve bu noktaya kadar fizikte tam sayıları işe sokan yalnız girişim ve titreşimin normal kipleri olaylarıdır. bu gerçek bana elektronların sadece tanecik olarak gözönüne alınamayacağını,fakat onlara periyodikliğin de eklenmesi gerektiği fikrini öne sürdürdü."
Elektronun Dalga Özelliği :Davisson-Germer Deneyi
1927'de ABD'den C.Davisson ve L.H. Germer ile İngiltere'den George Paget Thomson ( J.J. Thomson'un oğlu) elektronun,tıpkı x ışınları gibi,kristalde kırınıma uğradığını gösterdiler ve elektronların dalga boylarını ölçmeyi başardılar. Onların önemli buluşu, Louis de Broglie'nin önerdiği madde dalgalarının ilk denel doğrulanması oldu. Davisson-Germer deneyinin amacı, De Broglie'inin önerisini doğrulamak değildi. Bilimde çok sık görüldüğü gibi onların buluşu, tesadüfen(rastlantı sonucu) yapıldı. Deney, düşük enerjili (yaklaşık 54 eV)elektronların boşlukta, nikel(Ni) bir hedeften saçılmasıyla ilgiliydi. Bir deney süresince nikel yüzey, vakum sisteminde kaza ile meydana gelen bir kırık yüzünden oksitlendi. Oksit tabakasını yok etmek için nikel hedef bir hidrojen buharı içinde ısıtıldıktan sonra yapılan deneyler,saçılan elektronların belli özel açılarda yoğun olarak en büyük ve en küçük şiddet sergilediklerini gösterdi. Sonuçta deneyciler,ısıtma sonucu nikelin büyük kristal bölgeleri oluşturduğunu,bu kristalik bölgelerde düzgün aralıklı atom düzlemlerinin elektron madde dalgaları için,birer kırınım ağı gibi işlev yaptıklarını anladılar. Bundan kısa süre sonra Davisson ve Germer tek-kristal hedeflerden saçılan elektronlar üzerinde daha yoğun kırınım ölçümleri yaptılar Sonç olarak onların bulguları elektronların dalga doğasını ve De Broglie bağıntısını doğrulamış oldular.Aynı yıl içinde İskoçya'lı G.P.Thomson da çok ince altın plakadan elektronlar geçirerek elektron girişim desenleri gözledi. Girişim desenleri helyum atomları,hidrojen atomları ve nötronlar için de gözlendi. Böylece madde dalgalarının evrensel doğası değişik yollarla ortaya konmuş oldu.
Bir kere daha soralım: Işık bir parçacık akını mıdır yoksa bir dalga mıdır? Yanıt,her ikisidir. Hem böyle,hem öyle...
Maddenin dalga ve ışığın hem dalga hem parçacık özelliği göstermesi ,bu ikili doğayı anlama problemi kavram olarak çok zordur. Çünkü bu iki model birbirine tümüyle zıt görünür. Bu problem daha önce,ışığa uygulanırken tartışıldı. Niles Bohr, tamamlayıcılık ilkesiyle bu problemi çözmeye yardım etti. Bu ilkeye göre,madde ve ışınımın dalga yahut parçacık modelleri birbirini tamamlar hiçbir model ayrı ayrı madde ve ışınımı tam olarak tasvir etmek için kullanılamaz. Tam olarak anlama ancak,iki modelin birbirini tamamlayıcı bir biçimde birleştirilmesiyle sağlanır.
Peki tanecikler dalga özelliği gösterdiğine göre bunu gündelik yaşamda niçin gözlemlemiyoruz? Belki "benim dalgam nerede,onu görebilir miyim" diye soruyorsunuz. Bunun yanıtı maddelerdeki dalga boyunun çok çok büyük olmasıdır. Örneğin saniyede 27 m hızla giden bir beyzbol topununu (0.145 g) dalga boyu 10 üzeri 34 metredir.
Broglie’nin elektron dalgaları tezini duyan fizikçilerdenbiri Avustuyalı Ervin Schrödinger idi. Schrödinger, dalga fikirinin önemi üzerinde düşündü ve elektron bir hidrojen atomunun bir kısmı ise uyması gerekecek olan bir denklem geliştirdi. Bu denklemi kullanarak, hidrojenin ışık tayfını çıkardı-bu yıllarca önce Bohr’un bulduğu ile aynı idi. Elektronun bir dalga olduğu şeklindeki ilginç düşünce niceliksel olarak gösterilmişti. Schrodinger’in yazısı Ocak1926'da yayımlanmıştı. Bu yazı, atomun yeni mekaniğini formüle etmenin bir başka yoluydu, tümüyle genel bir yol olan dalga mekaniğinin temelini atmış oldu. “Schrödinger denklemi”, her tür kuantum problemine uygulandı. Bir dizi deney, Schrödinger’in ve Broglie’nin elektronların kırımın gösterdikleri öngörüsünü destekledi-söz konusu olan dalgaların gercek dalgalar olduğu konusunda hiç şüphe yoktu. Fakat ne dalgaları? Broglie-Schrödinger dalgalarının yorumu sorunu yeni dalga mekaniğinin merkezi sorunu oldu.
Elektron Mikroskobu
Elektronların dalga özelliklerine bağlı pratik bir alet, elektron mikroskopudur. Bu mikroskop, pek çok yönden normal bileşik mikroskoba benzer. İkisi arasında önemli bir fark, elektron mikroskopunun daha büyük bir ayırma gücünün olmasıdır. Çünkü elektronlar,çok yüksek kinetik enerjilere kadar hızlandırılabilir. Bu da onlara çok kısa dalga boyları kazandırır. Herhangibir mikroskop,cismi görüntülemek için kullanılan ışığın dalga boyunun büyüklüğü ile karşılaştırılabilen ayrıntıları belirleme yeteneğindedir. Tipik olarak,elektronların dalga boyları,optik mikroskopta kullanılan görünür ışığın dalga boylarından yaklaşık 100 kez daha kısadır. Bunun sonucu olarak elektron mikroskopları yaklaşık yüz kez daha küçük ayrıntıları ayırtedebilir.
Mikroskopun çalışmasında,bir elektron demeti incelenecek maddenin ince bir dilimi üzerine düşer. İncelenecek kesit,elektronların soğurulması veya saçılması gibi istenmeyen etkileri en aza indirmek için,çok ince, tipik olarak birkaç yüz angstrom( santimetrenin milyonda biri kadar) mertebesinde olmalıdır. Alman fizikçi Ernst Ruska (1906-1988)bu dalga özelliğini ilk elektron mikroskopu için kullandı ve 1986'da Nobel fizik ödülünü aldı.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir:"Işık,dalga benzeri özellikler gösterdiği zaman bir foton olarak nasıl gözönüne alınabilir? Işığı bir yandan
Ernst Ruska
enerji ve momentuma sahip olan fotonlar yardımı ile tasvir ederiz,diğer yandan ışık,diğer elektromanyetik dalgalar gibi girişim ve kırınım olayları sergiler.
Bu girişim ve kırınım olayları sadece dalga yorumunda mevcuttur. Hangi model doğrudur? Işık bir dalga mıdır,yoksa bir parçacık mıdır? Bu soruya yanıt,gözlenmekte olan özel olaya bağlıdır.Bazı deneyler foton kavramı temeline dayalı olarak daha iyi açıklanabilir,bazıları ise dalga modeliyle daha iyi tasvir edilir: Sonuç olarak,her iki modeli de gözönüne almak ve ışığın gerçek doğasının tekil klasik görüntü içinde tasvir edilemediğini kabul etmek zorundayız. Bununla birlikte,bir metalden fotoelektronlar çıkarabilen aynı ışık demetinin bir ağ tarafından kırınıma uğratılabileceğini de anlamak zorundasınız. Başka bir deyişle,ışığın foton ve dalga kuramı birbirinin tamamlayıcısıdır.
Fotoelektrik ve Compton olaylarının açıklanmasında ışığın tanecik modelinin başarısı birçok başka soruyu da beraberinde getirdi. Eğer foton bir tanecik ise enerjisini ve momentumunu belirleyen taneciğin "frekansı" ve "dalga boyu" nun anlamı nedir? Işık aynı anda bir dalga ve bir tanecik midir? Fotonların durgun halde hiçbir kütlesi olmamasına karşın "hareketli" bir fotonun kütlesi için basit bir ifade var mıdır? Eğer bir "hareketli" fotonun kütlesi varsa,fotonlar kütle çekimi uygular mı? Bir fotonun uzayı nedir ve bir elektron bir fotonu nasıl soğurur veya saçar? Bu soruların bazılarına yanıt vermek mümkünse de bazıları gerçeğin ta kendisi olan atomik süreçlerin kavranmasına ihtiyaç gösterir. Dahası, bu soruların çoğuna çarpışan bilardo topları ve sahile vuran su dalgaları gibi klasik benzetmelerle yanıt verilebilir. Kuantum mekaniği,ışığın dalga ve tanecik modellerinin her ikisini de gerekli görür ve birbirinin tamamlayıcısı olarak alma suretiyle,ışığa çok daha akıcı ve esnek bir doğa verilmesini sağlar. Hiçbir model tek başına ışığın bütün özelliklerini belirlemede kullanılamaz. Ancak iki model birbirinin tamamlayıcısı olarak birleştirilirse gözlenen ışık davranışlarının tamamını anlamak mümkün olur.
Fotonların elektromanyetik dalgalarla nasıl uygunluk gösterdikleri belki aşağıdaki şekilde anlaşılabilir.Uzun dalgaboyu radyo dalgalarının tanecik özelliği göstermediklerinden kuşkulanabiliriz. Örenğin 2.5 MHz frkanslı radyo dalgalarını gözönüne alalım Bu frekansa sahip bir fotonun enerjisi sadece 10 üzeri eksi 8 eV dolayındadır. Pratik olarak bu enerji tek bir fotono gözleyemeyecek kadar küçüktür.Çok duyarlı bir radyo alıcısı,gözlenebilir bir işaret oluşturmak için bu fotonlardan 10 milyar tane kadar foton ister. Bu kadar çok sayıda foton ortalama olarak,sürekli bir dalga gibi görülecektir. her saniye sayaca ulaşan bu kadar çok sayıda fotonla sayaç sinyalinde herhangibir tanecikli yapının ortaya çıkması beklenemez. Yani antelere çarpan fotonlar tek tek gözlenemez.
Peki daha yüksek frekanslara yani kısa dalga boylarına gidildiğinde ne olup biter? Görünür bölgede ışığın hem foton,hem de dalga özelliklerini gözlemek olasıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi ışık demeti girişim olayları gösterir ve aynı zamanda fotoelektronlar üretebilir. Fotoelektronlar,Einstein'in foton kavramını kullanarak en iyi şekilde anlaşılabilir. Daha yüksek frekanslarda ve onlara karşılık gelen daha kısa dalga boylarında fotonun enerjisi ve momentumu artar. Dolaysıyla ışığın foton(tanecik) doğası dalga doğasından daha açık olarak ortaya çıkar. Örneğin,bir x-ışını fotonunun soğurulması bir tek olay olarak kolayca gözlenebilir. Bununla birlikte,dalga boyu küçüldükçe girişim ve kırınım gibi dalga olaylarının gözlenmesi daha güç olur. Gama ışınlarında olduğu gibi çok yüksek frekanslı ışınımların dalga doğasını ortaya çıkarmak çok sayıda dolaylı yöntem gerektirir.
Elektromanyetik ışınımın tüm biçimleri iki görüş noktasından anlatılabilir. Bir uçta, elektromanyetik dalgalar çok sayıda fotonun oluşturduğu ayırntılı girişim desenleri tasvir ederler. Diğer uçta,çok kısa dalga boylu oldukça yüksek enerjili fotonlarla uğraşıldığı zaman foton tasviri doğal olmaktadır. O haldeIşık ikili bir doğaya sahiptir: ışık,hem foton hem de dalga özellikleri gösterir.
1952 yazında, Kopenhag' da atom fiziğinin eski dostları bir kongrede bir araya geldi.
Heisenberg, Niels Bohr ve Wolfgang Pauli ile aralarında geçen bir konuşmayı anlatır :
"Üçümüz, bir kış bahçesinde oturduk ve kuantum teorisinin tamamıyla analaşılıp anlaşılmadığı ve bizim ona burada 25 yıl önce vermiş olduğumuz yorumun fizikte genel geçer bir düşünce olarak kabul görmediği konularında konuştuk".Bohr şöyle dedi: "Bir süre önce yine burada,Kopenhag'da özellikle olguculuk yanlılarının katılmış olduğu bir felfe konferansı vardı.Burada Viyana okulunun üyeleri büyük rol oynadılar.Bu Genç Heisenberg filozofların önünde kuantum kuramının yorumunu yapmaya çalıştım. Konferansı verdikten sonra karşıt hiçbir düşünceyle ve zor herhangibir soruyla karşılaşmadım. Ama bunun benim için korkunç olduğunu itiraf etmeliyim.Çünkü bir insan kuantum kuramından ürkmezse,onu anlaması da olanaksızdır. Belki de o kadar kötü bir konferans verdim ki kimse neden söz ettiğimi anlamadı."
Aşağıdaki bölümü Heinz R. Pagels'in Kozmik Kod'undan aktarıyorum:
Heisenberg Helgoland’da
Max Born şöyle demiştir:“Eğer Tanrı dünyayı mükemel bir mekanizma yapmışsa, en azından, mükemmel olmayan zihnimize, onun küçük kısımları hakkında kestirimde bulunuabilmek için, sayısız diferansiyel denklem çözmemiz gerekmeyecek, zarı oldukça başarılı şekilde kullanabilecek kadar ihsanda bulunmuştur. “
Helgoland, Kuzey denizinde Kuzey Almanya’nın sanayi kenti Hamburg’tan uzak olmayan, yüksek kırımzı kayalıkları ve serin deniz rüzgarları olan küçük bir adadır. Werner Heisenberg matris mekaniğini-yeni kuantum kuramının ilk adımını- burada gelştirmiştir. Heisenberg, Birinci Dünya Savaş'nda eski nesle güvensizlik dahil olmak üzere farklı bir yapıyla çıkan yeni kuşak(nesil) fizkçilerdendi. Heisenberg,değerli bir şey, yakın geçmişin yıkamadığı bir şey bulmaya koyulan pak çok Alman öğrenciden biri idi. Bir klasikçi olan babası ona Yunan felsefesi ve edebiyatına karşı sevgi aşılamıştı.Genç Heisenberg, zeki bakışlı gözleri,gelişigüzel kesilmiş saçı, şortları ve şiddetli bir yarışma duygusu ile savaş sonrası Alman gençliğinin imajına sahipti. Heisenberg, klasiklere güçlü ilgi duymasına rağmen, bilime yöneldi. 1921'de kendisini, “Bohr Festvali” olarak bilinen festivalde Göttingen’de Neils Bohr’un konuşmasını dinlemek üzere davet eden Arnold Sommerfield ile birlikte Münih’te çalışmaya gitti. Heisenberg, saf matematikçi olmaya eğilimliydi;ama Bohr ile yaptığı uzun tartışmalardan sonra, atom kuramı sorunundan etkilendi ve bir kuramsal fizikçi olmaya karar verdi. Heisenberg soyut matematik alanın fizikteki zor yeni problemlerin çoğuna uygulanabileciğini kavradı-saf fikirler ile onu heyecanlandıran gerçek dünya arası bir bağlantı. Bunun üzerinde düşünen Heisenberg daha sonraları “Belki daha da önemli bir şey de öğrendim; bilimde neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda bir karar her zaman verilebilir. Bu bir inanç sorunu, dünya bakışı veya önerme değildir; belli bir ifade basitce doğru ve başka bir ifade yanlış olabilir. Ne kökten ne de soy bu sorunu çözemez; buna doğa, ya da tercih ederseniz Tanrı karar verir diyelim;ama hiçbir durumda insan karar vermez.” dedi.. kendinden bir nesil nceki Einstein gibi, Heisenberg kozmik yasayla, evrenin iç mantığıyla karşılaşmıştı. Fizik kanalıyla, evrenin ta ruhunu tanıyabılırdi, bu son zamanlarda insanların o karar fazla acı çekmesine yol açan politiki olayların çok ötesinde bi bilgiydi. Hesisanbarg, 1924'te Sommerfield ile doktora çalışmasını tamamladıktan sonra Kopenhag’ta Bohr’a katılmaya ve yeni atomik teori üzerinde çalışamya gitti.
Bohr her zaman ziyaret etmiş olduğu Manchester’deki Rutherfod’un laboratuvarı gibi fizikçilerin resmi öğrenci-profesör ilişkisinin karışmadığı bir ortamda problemlerni tartışışabileceği bir yer istemişti.1920'de Carlysberg bira işletmeleri dahil olmak üzere Danimarkalı işadamlarının yardımıyla Kopenhag’da ‘Niels Bohr Enstitüsü’ olarak tanınan bir enstitü kurmuştu.Bohr, atomların problemleri züzerinde çalışmak üzere Avrupa, Amerika ve Sovyetlerd Birliğinden genç ve parlak öğrencileri çevresine toplardı. Heisenberg burada yaratıcı gücünü harekete geçiren entellektüel bir ortam buldu-bu yakında yeni bilimsel kuruluş haline gelecek olan bir dahiler topluluğu idi.Bu öğrenciler parlak zekalı, küstah ve parasızdılar. Genel kamuoyu onların çalışmalarıyla pek ilgilenmiyordu ve pek anlamıyordu,fakat bu ilgi eksikliği onların cesaretini kırmadı. Onlar, gerçeklik anlayışını dönüştürecek bir bilimsel devrim yaratmakta olduklarına inanıyorlardı.
Heisenberg, Bohr ile bir yıl çalıştı; sonra, Almanya’da Göttingen Ünvirsitesi'nde fizik enstitüsü müdürü Max Born’a asistanlık etmek üzere oradan ayrıldı. Pek çok fizikçi gibi Heisenberg de atomik tayf çizgileri bilmecesi ile boğuşuyordu. Heisenberg aynı zamanda,Göttingen’de bir saman nezlesi nöbeti ile boğuşuyordu ve dinlenmek için Helgoland’a gitmeye karar verdi. Burada şimşek çaktı ve Heisenberg birgün bir gece içinde yeni bir mekanik keşfetti. Yazısı Temmuz 1925'te tamamlanmıştı.1900'deki Planck’ın daha önceki fikrine benzer şekilde W.Heisenberg’in fikrinin tarihi olarak öncesi yoktu,şimşek çakmış ve tek bir kaya sallanmıştı. Bunu bir çığ izledi.
Heisenberg, Yunan felsefesine, özellikle atomları parçaları olan şeyler olarak değil,kavramsal olarak düşünen Platon (Eflatun) ve atomistlere ilgi duyuyordu. Fizikçilerin çoğu atomların fiziksel resimlerini yapmayı denediler,fakat Heisenberg,Yunanıllar gibi, atomların Güneş sistemine benzeyen,elektronların belirli yanrıçaplarda çekirdeğin etrafında döndüğünü gösteren resimlerinden uzak durmak gerektiği görüşünde idi. O atomların ne olduklarını değil, ne yaptıklarını-enerji geçişlerini-düşünüyordu. Matematiksel olarak ilerleyerek, atomların geçişlerini sayıların bir dizisi olarak tanımladı. Dikkate değer matematiksel becerilerini kullanaratak, bu sayı dizilerinin uyduğu kuralları buldu ve bu kuralları atomik süreçleri hesaplamakta kullanndı. Yeniden kopenhag’a gitmek üzere ayrılmadan önce, çalışmasını Max Born’a gösterdi. Born, Heisenberg’in sayı dizisinde matrisler matematiğini kavradı. bir matris, basit bir sayı fikrini sayıların kare ya da dikdörtgen şeklindeki dizisine doğru genelleştermektir. Matematikçiler tarafından böyle matrislerin çarpımı ve bölümü için tutarlı cebirsel kuralllar geliştirilmeşti. Born, öğrencisi Pascual Jordan’ın yardımını istedi ve ayrıntılar üzerinde birlikte çalıştılar. Born ve Jordan, Heisenberg’in fikirlerini genişleten,atomik enerji geçişleri için matris cebirinin önemine işaret eden bir yazı yazdılar. Bir şekilde basit sayılar yerine matrisler atomun tanımlanması için doğru dili sağlıyordu.


lionhead 8 Eylül 2006 12:55

İnsan zihnini kurcalayan en büyük sorulardan biri,Evrenin Evrimi konusudur.Dünya'mızın yaşının 4.5 milyar olduğunu biliyoruz. Ya Güneş'in ve öteki yıldızların;Samanyolu'nun ve öteki gökadaların yaşı ne kadardır?Zaman ne zaman var olmuştur?Evrenimiz kozmik yumurta denen olağanüstü yoğun maddenin patlaması(big-bang) sonucunda mı doğmuştur?Evrenimiz genişlemeye devam ediyor mu? Nereye doğru gidiyoruz? Evrenimiz genişleyip darmaduman mı olacak yoksa büyük bir çatırtıyla çökecek mi? Bazı bilim adamları bu "Büyük Patlama" kuramını savunurken,bazıları buna karşı çıkıyor. Peki Büyük Patlama kuramı hangi kanıtlara dayanıyor? Einstein'in genel görelilik kuramı yanlış olabilir mi?
Bu soruların yanıtlarını ustalarından dinleyeceğiz.
Kimlerden mi? Başta Einstein ve daha sonraki kuşaktan S. Hawking,R. Penrose, İ.Progogin,S.Weinberg vb...Bir de NASA'nın katkılarıyla diyeceğim. İnternet verilerini fotoğraf ve similasyorları size sunacağım. Metin seçimini ve düzenlemeleri ben yaptım,İngilizce'den Türkçe'ye çevirileri ise Orçun Zorlular yaptı.Genel görelilik için rönesansın olduğu bir başka alan kozmolojidir.



Uzay -zaman ve maddenin yaşı nedir?
Evrenimizin yaşı, 15-20 milyar yıl. Yani büyük patlamanın oluşundan bu yana 15 milyar yıl geçmiş .En yaşlı yıldızların yaşı da 12 -18 milyar yıl olarak ölçülüyor.
Evren başlangıçta sıcaktı. Bu sıcaklık, helyumun oluşumunu olanaklı kılmaktadır. Helyumun evrenimizdeki bolluğu bu ilk zamanların sıcaklığına bağlı.
Einstein' inin genel görelilik kuramı durgun(statik) evren anlayışına dayanır. Yani evrenin bu günkü durumu hep aynı kalmış ve kalacak olan durumdu. Einstein, sonradan bunun büyük bir bilimzel yanılgı olduğunu görmüştür ve "yaşamamın en büyük gafı" diye nitelendirmiştir.

Evren'in Boyutu Değişir mi?
Einstein denklemlerinin çözümünü ilk bulan,Sovyet fizikçi Alexander Friedmann'dı. 1922 yılında, Einstein’in genel görelilik kuramının evrenin statik olmayacağını, değişmekte olduğunu belirten şaşırtıcı sonuca ulaştı. Einsten,buna inanmadı ve Friedman'ın bir yanlış yapmış olabileceğini ileri sürdü.Oysa denklemin çözümlerine göre Galaksiler gazının genişlemekte veya büzülmekte olması gerekiyordu. Sanki bizim gölge arkadaşlarımız, yalnızca eğri bir uzayda yaşadıklarını değil(genel görelilik), ama aynı zamanda bu eğriliğin zamanla değiştiğini bulmuşlar gibi bir durum vardı.
Friedmann, galaksiler gazının yoğunluğu bir kritik değerin altında olursa, Evren'in açık olduğunu ve sonsuza kadar genişlemeye devam edeceğini-galakslerin gittikçe birbirinden uzaklaşacaklarını -gösterdi. Eğer galaksilerin yoğunluğu, kritik bir değerin üzerinde ise, evren kapalı olacak ve sonunda büzülecekti.Belki de büyük bir çatırtıyla çökecekti..
Bu durum bir taş atmaya benzer. Eğer taşı yeterince hızlı, bir kritik hızın üzerinde bir hızla (dünyadaki toplam maddeyle bağlantılı) atarsanız, taş hiçbir zaman Dünya'ya geri dönmeyecektir. Krtik hızın altında atılan taş ise her zaman dünyaya geri döner-kapalı bir evren gibi. Astronomların bu gün sahip oldukları en iyi kanıtlar, galaktik madde için kritik yoğunluğun altında olduğumuzu ve evrenin açık olduğunu göstermektedir. Fakat daha fazla madde keşfedilirse, gerçek yoğunluk artacaktır ve o zaman, genişleyip sonra büzülecek olan kapalı bir evrene sahip olabiliriz.
Einstein'in Falsosu
Başlangıçta Einstein, Friedmann’ın hesaplarına inanmadı ve bir yanlışlık yapmış olacağını düşündü. Zamanın fizikçi ve astronomlarının çoğu gibi, Einstein evrenin statik olduğunu ve geçmişte sonsuzluktan gelecekte sonsuzluğa kadar var olduğunu düşünüyordu. Dinamik, evrimleşen bir evren deneyimlere ters ve nedensiz bir yenilik olarak görünüyordu. Einstein kapalı ve statik bir evren istediği için, statik bir çözüme izin veren bir “kozmolojik terim” ekleyerek kendi genel görecelik kuramı denklemini değiştirecek kadar ileri gitti. Einstein daha sonra bu değiştirme olayını “yaşamımın en büyük falsosu” diye nitelendirdi. Böylece, genel görecelik kuramının genişleyen ve hareketli bir evren gerektirdiğini keşfeden kişi, Einstein değil, Friedmann oldu. Onun dramatik kestirimi, Amerikalı astromon Edvin Huble(1889-1953)un büyük kozmolojik keşfinden yedi yıl önce olmuştu. Uzak galaksilerin detaylı çalışmasından Huble, evrenin muazzam bir patlama gibi genişlemekte olduğu sonucuna varmıştı, Evren evrim geçiriyordu!

Genel görelilik kuramı Einstein’ın en büyük başarısı idi; klasik, deterministik dünya görüşünün gününü dolduruşunu temsil ediyordu. Einstein, uzay, zaman ve madde fikirlerini modern biçimlerine getirerek Newton fiziğinin ötesine giderken, fiziğin çerçevesi tamamen deterministik idi. Newton evreninin büyük saati Einstein tarafından değiştirilmişti-çarklar ve bölümler farklıydı- fakat, Einstein saatin hareketinin hala sonsuz geçmiş ve gelecekte tamamen önceden belirli olduğu konusunda Newton ile anlaşıyordu.
Genel Görelilik Kuramı Nasıl Geliştirildi?
Genel görelilik kuramını bir tek kişinin yaratmış olduğuna inanmak zordur. Kuram uzay, zaman, enerji, madde ve geometriyi muazzam bir ufku ve anlamı olan uyumlu bir bütün halinde birleştirmektedir. Einstein, genel görelilik kuramını nasıl geliştirmiştir?
Einstein,Zürih’te iken ve Berlin’deki ilk yıllarında, fizikte pozitivizmin büyük savunucusu olan filozof fizikçi Ernst Mach ’ın entellektüel etkisi altında kalmıştı. Mach, kuramsal fizikçilerin, fizikte deneysel işlemlerle kesin, doğrudan bir anlam kazandırılamayan herhangi bir fikir kullanmamaları gerektiğini düşünüyordu. Deneysel dünyayla ilgisi olmayan fikirler, fiziksel kuram için yüzeysel olarak değerlendiriliyordu. Mach’ın yöntemi yeni fiziğin gelişiminde önder bir kuvvet oldu. Einstein bu yöntemin ustasıydı. Einstein’ın uzay ve zaman tanımlarını hatırlayın: uzay bir ölçü çubuğu ile ölçtüğümüz şeydir. Ölçme işine doğrudan başvuran bu tanımlar, uzay ve zaman kavramlarının yüzyıllardır taşımış oldukları tüm aşırı felsefi bagajı kesip attılar. Pozitivist, yalnızca, ölçme gibi doğrudan işlemler yoluyla bildiğimiz şeylerden söz etmekte ısrar eder. Fiziksel gerçeklik, kafalarımızdaki fantezilerle değil, fiili deneysel işlemlerle tanımlanır.
Ancak Einstein, Berlin’e yerleştikten sonra, katı pozitivist tutumdan uzaklaştı ve bu durum, kısmen, iş arkadaşı Planck’ın ikna edici tezlerinin sonucunda oldu. Aynı zamanda Einstein’in genel görelilik kuramı konusundaki başarısı ve ona ulaşmak için kullanmış olduğu düşünce yöntemi, onu katı pozitivist yöntemin sınırlılıkları konusunda ikna etti. Einstein bir pozitivist olarak kalmış olsaydı, genel görelilik kuramını keşfetmiş olup olmayacağı şüphelidir. Einstein daha sonra, kendisinin Berlin'de patent ofisinde çalıştığı günlerden arkadaşı olan filozof Maurice Solovine’e yazdığı bir mektupta, kendi yöntemini anlattı. Bu yöntem Einstein’ın önerme yöntemi olarak isimlendirilebilir...
Genişleyen Evren'in Gözlenmesi
Einstein, genel görelilik kuramını evrenin bütününe uyguladı. Sonlu ve sınırsız bir evren modeli kurdu ve bunun matematiksel yapısını geliştirdi.Amerikalı astronom Edwin Powell Hubble (1889-1953) 1920' li yıllarda evrenin yaşı, oluşumu ve dağılımı konusunda çalışmaları başlatan bilim adamı. Hubble, 1929' da yaptığı gözlemlerle uzak gökadalarının ışığının kırmızıya kaydığını, buradan kalkarak da bunların Dünya' dan uzaklaştığını ortaya koydu. Evren genişliyordu. Oysa Einstein' in evreni durağandı.Yandaki resimde en yakın galaksimiz olan Andromeda görülüyor, boyutları Samanyolu'na yakındır.
Kuram, büyük kütlelerin yakınından geçen ışık ışınlarının kütleçekim alanının etkisiyle eğileceğini, bu nedenle de uzak bir yıldızın ışığının Güneş' in kenarından geçerken yapacağı sapmanın hesaplanabileceğini öngörüyordu. Birinci Dünya Savaşı
ve kötü hava koşulları, ilk gözlemin yapılmasını engelledi. Kuramın ilk denel kanıtları iki İngiliz bilim adamından geldi: 29 Mayıs 1919' da Güney Afrika'da (Gine Körfezindeki bir adada) ve Brezilya'da gözlenen Güneş tutulmaları sırasında elde edildi.Sonuçlar tam Genel Görelilik Kuramını kanıtlayacakken, iki ayrı yerin sonuçları birbirine ters düşüyordu. Daha sonraları da gözlemler ve deneyler, onu doğrulamaya devam etti. 1922'de Güney Afrika ve Brezilya'dan alınan verilerin farklı souçlar vermesi üzerine Lick Gözlemevi'nin yöneticisi William W. Campbell, bir sonraki tutulmayı izlemek için Avustralya'ya gitti. Tutulma, yaklaşık beş dakika izlenebildiği için "Naif yıldızlarda kaydedilebilecek; böylece Güneş'e yakın gözlenebilir yıldızların sayısı artacaktı" diye açıklama yapıyor Osterbrook ve gözlem yapanlar ' etkiyi ölçmek için daha iyi bir şans' elde edecekler diyor. 12 Nisan 1923'te, Campbell, yıldızların görüntülerinin yerleşimleri iki durum için, yani tutulma ve gerçek gece durumundaki yıldızların farklılık gösterdiğini keşfetti."Einstein'in tahminleriyle karşılaştırıldığında Güneş kenarındaki yıldız ışıkları 1.75 saniyelik bir açıyla saptırılıyor olması, verilen görelilik kuramına yaklaşabildiğinin bir kanıtıdır" diyordu.
Garip ama, Campbell kendisini göreli bir evrende bulmak istemiyordu. "Tanrım umarım doğru değildir" diyordu. Einstein, tabii ki, göreliliği evrenin normu olarak görüyordu. Doğrusu kuramın doğruluğu kanıtlandığında "Ama ben zaten kuramın doğru olduğunu biliyordum"diyecekti öğrencisi Schneider'a. Schneider, Einstein'a eğer tutulmalar kuramı doğrulumasaydı ne olurdu diye sorduğunda Einstein " O zaman Tanrı'dan özür dileyerek, kuram doğru derdim" diyordu
Genel Görelilik ve Evren Modelleri
Sözü büyük ustalardan birine, Roger Penrose'a veriyorum:
“Sizlere Einstein’in kütleçekim kuramının temel yapıtaşlarını hatırlatmak istiyorum. Temel yapıtaşlarından birisi Galilei’nin eşdeğerlik ilkesi adıyla bilinir. Galilei Piza Kulesi’nin tepesinden biri büyük biri küçük iki taş bırakıyor. Bu deneyi gerçekten gerçekleştirmiş olsa da olmasa da, kendisi, hava direncinin yarattığı etkiyi görmezden gelmek koşuluyla, her iki taşın da yere aynı anda çarpması gerektiğini gayet iyi anlamıştı. Eğer bu taşlar beraberce aşağı doğru düşerlerken bir tanesinin üstüne oturup diğerini seyretme imkanınız olsaydı, onu önünüzde, havada asılı bir halde dururken görecektiniz. Uzay seyahatlerinin yapıldığı günümüzde buna benzer durumlara fazlasıyla alışığız.
Einstein’in kuramı bize yerçekimin ortadan kalktığını değil, yerçekimi kuvvetinin ortadan kalktığını söylemektedir. Geriye bir tek şey kalıyor, o da kütle çekiminin yarattığı gelgit etkisi.
Bu etkiye gel git etkisi denmesinin çok makul bir nedeni vardır. Eğer Yerküre’yi Ay’la, parçacıklardan oluşan küre biçimindeki kabuğu da okyanusların kapladığı Yerküre ile değiştirecek olursanız, o zaman, Ay’ın okyanusların yüzeyi üzerinde Yerküre’nin parçacıklardan oluşan küresel kabuğa uyguladığı etkiye benzer bir kütleçekim etkisi yarattığını görüyoruz. Ay’a yakın konumda bulunan deniz yüzeyi Ay’a doğru çekilirken, Yerküre’nin arka yüzünde kalan denizler adeta uzağa doğru itilirler. Deniz yüzeyinin Yerküre’nin her iki tarafında bel vermesinden ve denizde her gün iki kez oluan yükselmeden bu etki sorumludur...
Einstein’in Genel Görelilik Kuramını keşfinin öyküsü kıssadan hisse önemli bir ders içermektedir. Bir bütün halinde ilk formülleştirildiği tarih 1915'tir. Herhangibir gözlemsel ihtiyaç sonucunda değil, birtakım estetik geometrik ve fiziksel kaygıların güdüsüyle geliştirilmişti. Temel yapıtaşlarını, farklı kütlelere sahip taş parçalarının aşağı bırakılması nedeniyle örneklenen Galilei’nin eşdeğerlik ilkesi ve uzay-zaman eğriliğini tanımlamada doğal bir yol olan Öklit-dışı geometrilerin kendine esas aldığı fikirler oluşturmaktaydı. 1915'lerde yapılan gözlemsel çalışmaların bu konuyla pek bir ilgisi yoktu.

Genel Göreliliğin Öngörüleri ve test Edilmeleri
Genel görelilik son biçimi ile formülleştirildiğinde, kuramın kilit noktasında gözleme dayalı üç adet sınamaya yer verdiği görüldü.
Birincisi:Merkür gezegeninin yörüngesinin günberi noktası yer değiştirmekte ve diğer gezegenlerin etkileri hesaba katılsa dahi, Newtoncu kütleçekim etkileşimleri ile açıklanamayan bir dönüş hareketi yapmaktadır. Genel Görelilik , bu kaymayı olağanüstü bir şekilde öngörmekte ve açıklamaktadır.
İkincisi: Işık ışınlarının izledikleri yollar, Güneş'e yaklaştıkça Güneş'e doğru eğrilir(bükülür). Bu da 1919'daki Güneş tutulmasını gözlemlemek amacıyla Arthur Eddington’un başkanlığında gerçekleştirilen ünlü yolculuğun gerçekleştirilme sebebidir. Eddington, yaptığı gözlemler sonunda Einstein’in öngörüsünü destekleyen sonuçlar elde etmiştir.
Üçüncüsü: Kuram,bir kütle çekim etkisi altında saatlerin daha yavaş işleyeceğini öngörmekteydi. Yani yere yakın konumda bulunan bir saat, bir kulenin tepesinde bulunan bir saate göre daha yavaş çalışmalıydı. Bu etkinin de deneysel olarak ölçümü yapılmıştır. Oysa bütün bunlar o kadar da etkiliyici testler/sınamalar sayılmaz. Çünkü söz konusu bu etkiler her zaman hem çok küçüktür, hem de aynı sonuçlar pekala başka kuramlar tarafından da öngörülebilirdi.
Şimdilerde ise durum artık dramatik ölçüde değişmiştir. Yaptıkları son derece olağanüstü bir dizi gözlemden dolayı Hulse ve Taylor 1993 yılında Nobel Ödülü’nü aldılar...
Bir de Genel Görelilik’e özgü olan ve Newtoncu kütleçekim kuramında hiç mi hiç bulunmayan bir başka özellik vardır. Buna göre, birbiri etrafında dönme hareketi yapan cisimler, kütleçekim dalgaları halında enerji yayar. Bunlar ışık dalgalarını andırsalar da,aslında elektromanyetik alan içinde değil, uzay-zaman içinde oluşan dalgalanmalardır. Bu dalgalar, sistemden sürekli olarak enerji çeker. Enerjinin çekilme hızı, Einstein’in kuramına başvurularak kesin olarak hesaplanabilir. İkili nötron yıldızı sistemindeki enerji kaybının bu yolla hesaplanan hızı, yapılan gözlemlerle tastamam uyuşuyor. Bu durum, son yirmi yılı aşkın süredir yapılan gözlemlerce, bu nötron yıldızlarının yörünge periyotlarında ortaya çıkan hızlanmaya ilişkin ölçüm sonuçlarında görülmektedir. Sözkonusu sinyallere ilişkin zamanlama öyle şaşmaz bir doğrulukla saptanmaktadır ki, son yirmli yılı aşkın bir süre boyunca kuramın bilinen doğruluk derecesinin on üzeri ondörtte bir dolaylarında olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu, Genel görelilik’i bilim tarihi boyunca en duyarlı biçimde sınanan kuram olma konumuna getirmektedir.
Bu öyküde kıssadan hisse bir ders var. Einstein’ı,ömrünün sekiz yılını ya da belki daha fazlasını harcayarak Genel Kuramı geliştirmeye motive eden etkenler, gözlem ve deney sonuçları değildi. İnsanlar zaman zaman şu sözleri dile getirmektedirler:" Aslında, fizikçiler elde ettikleri deney sonuçları çerçevesinde biçimsel bir düzen arayışı içerisine girerler ve birgün gelir bu sonuçlarla uyuşabilecek zarafette bir kurama ulaşırlar. Bu, fizik ile matematiğin birbirleriyle neden bu kadar iyi geçindiklerini açıklamaya yeterli olsa gerek”. Oysa sözünü ettiğimiz durumda işler hiç de bu şekilde yürümedi. Kuram, özgün biçimiyle hiçcbir motive edici gözlem bulugusuna dayanmadan geliştirildi ve ortaya matemtaiksel açıdan çok zarif ve fiziksel açıdan da son derece iyi motiflenmiş bir kuram çıktı. Buradaki ana fikir şudur: matematiksel yapı zaten Doğa’nın kendisinde mevcuttur ve kuram asılnda uzayda ait olduğu yerde durmaktadır;bu, herhangi birinin Doğa’ya zorla dayattığı bir şey değildir. Bu, bu bölümde esas alınan ana noktalardan bir tanesidir. Einstein, zaten yerli yerinde duran bir şeyi açık seçik hale getirmiş oldu. Üstelik, keşfettiği fizik öylesine bir fizik değil, Doğa’da en temelden sahip olduğumuz bir şey:uzayın ve zamanın doğası.
Genel Görelilikte, fizik dünyanın sergilediği davranışların temelerini gerçekten de olağanüstü kesin derecede kesin bir biçimde belirleyen bir yapıyla karşıkarşıya bulunmaktayız. Gerçi Doğa’nın ne yönde davrandığına dikkat etmenin önemi açıkça ortada ise de,dünyamızır sözü edilen temel özellikleri çoğunlukla bu yolla keşfedilmemektedir. yalnız bu aşamada bütün diğer nedenler açısından cazip görünen,gelgelelim gerçeklerle uyuşmayan kuramlar yumurtlamamaya dikkat edilmelidir. Oysa burada elemizde,gerçeklerle fevkalede şaşmaz bir biçimde uyuşan bir kuram bulunmaktadır. Kuramın içerdiği doğruluk derecesi,nawtoncu kuramın erişebildiği basamak sayısının iki katıdır. Bir başka deyişle,Newtoncu kuramın duyarlılığı on milyonda birlik bir doğruluk derecesinde iken,Genel Göelilik için bu oranın on üzeri ondörtte bir olduğu bilinmektedir. Bir kuramdan ötekine sağlanan iyileşme, newton’un kendi kuramının içerdiği doğruluk derecesinde 17. yy’dan bugüne dek geçen zamani çinde görülen artış mertebesindedir. Newton, kendi kuramının binde birlik bir duyarlılıkla doğru olduğunu bilmekteydi; şimdi ise bu duyarlılığın on milyonda bir olduğu bilinmektedir.
Standart Evren Modelleri
Hiç kuşkusuz,Einstein’in Genel Göreliliği de sadece bir kuram olmaktan öteye gitmiyor. Peki ya gerçek dünyanın yapısı?.. Bizlere bahşedilen biricik evreni bir bütün olarak değerlendireceğim. Einstein’in kuramından doğan üç tür standart model vardır. Bunlar aynı parametre ile, k parametresiyle belli edilirler. Bir de zaman zaman evrenbilim tartışmalarına konu olan ve evrenbilim sabiti olarak tanınan bir başka parametre daha vardır. Einstein, evrenbilim sabitini Genel görelilik kapsamındaki eşitliklerine dahil etmesini,kendi kendine işlediği en büyük gaf olarak değerlendirdiğinden, burada ona tekrar yer vermek zorunda kalırsak, bir daha kurtulmamız mümkün olmayacaktır.
Üç tür evren modeli var:
1. Öklit uzayı şubelerinden oluşan ve genişleyen bir evren modeli.
2. Küresel uzay şubelerinden oluşan genişleyen ve hemen ardından büzülen bir evren modeli
3. Lobachevski uzay şubelerinden oluşan ve genişleyen bir evren modeli.
Bu modellerin hepsi de Evrenin başlangıçta bir tekillik halinde,yani başlangıcı belirleyen bir Büyük Patlama anında bulunduğunu öngörmektedir.
İkinci modelde önce olabilecek en yüksek büyüklüğe kadar genişlemekte, ardından da Büyük çatırtı ile çökmektedir. Üçüncü modelde ise evren genişlemesini sonsuza dek sürdürür.
Kısacası birinci ve üçüncü modelde sınırsız bir şekilde genişleme sürerken, ikincide Büyük çatırtıya doğru çökmektedir.
Üçüncü modeli biraz daha ayrıntsıyla inlcelemek niyetindeyim. Üç durum içinde belki de en çetin ceviz olanı budur. Bilhassa bu durumla ilgilenmemin iki nedeni var İlki, eğer gözlemlerinizi buludukları anda görünen değereleri üzerinden gerçekleştiriyorsanız, bu model en tercihe şayan olanıdır. Genel Görelilik’e göre uzayın eğriliği Evren’de bulunan madde miktarı tarafından belirlenhmektedir. Mevcut olan miktar iseEvren’in geometrisini kapalı bir hale getirmeye yeterli gözükmemektedir. yalnız belki de hiç haberdar olmadığımız bol miktarda karanlık ya da saklı madde mevcuttur. Bu durumda Evren,öbür maddelerden birinin öngördüğü gibi olabilir. Ama şayet bir yerlerde mevcut olan fazlalık madde miktarı yeterli düzeyde değilse (s: 45) o zaman galaksilerin optik görüntüleri umduğumuzdan daha fazla bir şey barındırmalıdır ki, Evren üçüncü modelde olabilsin. İkinci nedeni ise bunun benim en sevdiğim model olmasıdır! Bu modelde evren neye benzer? Uzay şubeleri hipebolik geometri veya Lobachevski geometrisi denilen geometrilere sahipler...
Öklitçi geometri, matematik ve fizik arasında mevut olan ilişkiye dair fevkalade bir örnek sunmaktadır. Bu geometri matematiğin bir parçasıdır;ancak esik Yunanllar onun,dünyanın içinde bulunduğu durumun da bir betimlemesi olduğu kanısındaydılar. Nitekim dünyanın içinde bulunduğu durumunu,gerçekten de olağanüstü derecede doğu bir betimlemesi olarak kendisini göstermektedir. Lakin son derecede doğru bir betimleme değil;çünkü einstein’ın kuramı bize uzay-zamanın çeşitli yollarla azıcık bükülmeye uğradığını anlatmaktadır. ama olsun,yine de bu, dünyanın olağanüstü derecede doğru bir betimlemesidir. İnsanlar bir zamanlar başka çeşit geometrilerin olup olmadığını merak edip durmaktaydılar.Özellikle de Öklit’in beşinci aksiyomu olara bilenn drum kafalarını kurcalamaktaydı Bu, şucümleyle ifade edilebilir: Bir düzlem üzerinde bir doğru ve bu doğrunun dışında da bir nokta bulunuyorsa, bu naktadan geçep de bu doğruya parale olan tek bir doğruvardır İnsanlar bu aksiyomun,Öklitçi gemotrinin daha apaçık aksiyonlarına dayanılarak ispatlanabileceğini düşünmekteydiler. zalmanla bunun mümkün olmadığı görüldü ve böylelikle Öklitçei olmayan geometri görüşü doğdu.
Öklitçi olmayan geometrilerde bir üçgenin iç açılarının toplamı 180 derece değildir. İşlerin daha karışık bir hal alacağını insana sezdiren örneklerden birisi de budur; çünkü Öklitçe geometride, bir öçgenin iç açılarının toplamı 180 derecedir. Buna karşın Öklitçi olmayan geometride,bir üçgenin iç açılarının toplamını 180'e çıkardığınzda,farkın üçgenin alanıyla orantılı olduğunu bulursunuz.. Ötklitçi geometride bir üçgenin alanı,açılar ve uzunluklar cinsinden yazmanız gereken karmaşık bir ifadedir. Öklitçi olmayan lobachevski geometrisinden ise bir üçgenin alanı,Lambert’e borçlu olduğumuz muhteşem derecede basit bir formül sayebsihnde hesaplanır. İşin asılna bakılırsa,lamber formülünü nasıl olup da Öklitçi olmayan geometrinin doğşundan önce bulduğunu doğrusu pek de anlayamamışımdır!
Burada reel sayılarla ilgili olan bir başka önemli nokta daha var. bu sayılar, Öklitçi geometri açısından son derece temel sayılardır.
Asıl olarak milattan önce dördüncü yüzyılda Eudoxus tarafoından ortaya atılmış olan bu sayıları günümüzde de kullanmaktayız. Bütün fiziğimizi bize tanımlayan sayılar bu sayılardır İleride göreceğimiz gibikarmaşık sayılara da ihtiyacımız olmakla birlikte, bunlar reel sayılar üzerine oturtulmuşlardır...(s:50)
Hiperbolik geometrinin de kendisine özgü bir zerafeti vardır. Şayet evren de bu biçimde inşa edildiyse,bu, en azından benim gibi bir hayranı için, muhteşem bir şey olur. Bu yöndeki kanaatlerimi güçlendiren başka birtakım nedenler daha bulunduğunu da hemen belirteyim.Diğer pek çok kimse buna benzer açık, hiperbolik evrenlerden hoşlanmamaktadır. tercuhlireni çoğunlukla kapalı evrenlerden yana yapmaktadır. çünkü bunlar cazip ve rahattı. Peki tamam,asılnad bu evrenler gene de epeyce büyüktürler. Bir hayli başkası ise, diğer bir seçenek olan düz yapıdaki-Öklitçi geometirideki- evren modellerini yeğelemektedir(s:53) çünkü Evren’in ilk evrelerine dair ortaya atılan genişleyen evren kuramı adı verilen kuram, Evren’in geometrisinin düz bir yapıda olması gerektiğini iler sürmüktedir. Bu kuramlarla aynı fikirde olmadığımı belirtmek isterim.
Evren hakkında ortaya atılan bu üç standart tip model Friedman modelleri olarak bilinir ve simetrik, hem de fazlasıyla simetrik olmalarıyla tanınırlar. Başlangıç evrelerinde hepsi de genişşleyen modellerdir. Bunun yanısıra Evren’in, ömürün her ayşamasında ve her noktasında daima mükemmel derecede düzgün biçimli olduğu kabul edilir. Bu varsayım, Friedman modellerinin yapısına sık sıkıya tutturlmuştur ve evrenbilim ilkesi adıyla bilinir. Nerede olursanız olun,Friedman evreni bütün yönlerde aynı gözükür. Şu işe bakın ki kendi Evrenimiz de çarpıcı ölçüde böjyle bir modeli andırmaktadır. Eğer Einstein’in denklemleri doğru ise; nitekim bu kuramın, yahpılan gözlemlerle olağanüstü seviyede bir uyum içinde olduğunu daha önce göstermeye çalışmıştım; o takdirde Friedman modellerini ciddiye almamız kaçınılmaz bir hal alıyor demektir.
Büyük Patlama
Bu modellerin hepsinin de ortak özelliği, işlerin daha ta en başından ters gittiği şu Büyük patlama adı verilen münasebetsiz duruma yer vermeleridir. Sonsuz yoğunlukta,sonsuz sıcaktlıkta bir Evren: Kuramın bir yerlerinde fena halde ters giden bir şeyler olduğu kesin. Yine de her şeye rağmen,bu olabildiğince sıcak ve yoğun olan safhanın gerçekleştiğini kabul edecek olursanız,Evren’in asıl özelliklerinin bu gün ne düzeyde olması gerektiği konusunda tahminlerde bulunabilirsiniz.

COBE, evreni gözlemeye devam ediyor.
Bu tahminlerden bir tanesi, baktığımız her yönde kara cisim ışımasından meydana gelen düzgün biçimli bir arkaalanın olması gerektiğidir. Penzias ve Wilson tarafından 1965 yılında aynen bu tip bir ışıma keşfedilmiştir.Bu ışıma, daha önceki bir zamanda evrene egemen olan ve evrenin genişlemesi sonucu şimdi 3 kelvine kadar soğumuş bulunan sıcak elektromanyetik siyah cisim ışımasından artakalanlardır.Evrensel Mikrodalga Arkaalan Işıması adıyla bilinen bu ışımanın tayfını saptamak üzere COBE (Evrensel Arkaalan Araştırıcısı) uydusu yardımıyla gerçekleştirilen son gözlemler, yapılan tahminlerle mevcut kara-cisim tayfının oldukça yüksek bir isabet tuttrduğunu göstermiştir.
Bu ışımanın varlığı,bütün evrenbilimciler tarafından Evren’imizin sıcak ve yoğun bir safhadan geçtiğinin bir kanıtı olarak yorumlanmkatadır. Buna göre b ışıma bize Evren’in ilk verilerinin doğası hakkında bir şeyler anlatmaktadır. Bize her şeyi anlatmasa da Büyük patlama diye bir şeyin meydana geldiğini söylemektedir. Bir başka deyişle Evren, Friedman modellerini andırıyor olmalıdır.

COBE uydusu tarafından gerçekleştirilen hayli önemli başka bir keşif daha vardır. Her ne kadar arkaalan ışıması dikkat çekici ölçüde düzgün biçimliyse de ve gösterdiği özellikler güzel bir şekilde matematiğe dökülüyorsa da Evren aslında pek de öyle mükemmellik düzeyinde bir düzgün biçimlilik arzetmiyor. Işımanın gökyüzüne dağılımında ufak ama gerçeği yansıtan bir takım düzensizlikler göze çarpmaktadır. Aslında bu ufak düzensizliklerin Evren’in ilk evrelerinde de varolmaları gerektiğini düşünebiliriz. Çünkü ne de olsa Evren’i gözlemlemek amacıyla buradayız ve her halde altı üstü düzgün bir lekeden ibaret değiliz. ..
Kapalı Evren’de düzensizlikler baş gösterecek ve yıldızlar,galaksiler ve bunlara benzer diğer gözlenebilir gerçek yapılar ortaya çıkacaktır. Ardından da,yıldızların çökmesi ve bütün kütlenin galaksilerin merkezinde toplanması gibi kimi sebepler dolasıyla karadelikler oluşacaktır. Bu kadradeleklerin hepsinin de birer tekillik merkezi vardı;aynen geride kalan Büyük Patlama’da olduğu gibi. Gelgelelim iş bu kadarla kalmıyor. Oluşturduğumuz betimlemeye göre başlangıçtaki Büyük Patlama zarif, simetrik ve düzgünbiçimli bir duruma karşılık gelmektedir. Oysa ki kapalı modelin uç noktası korkunç bir karmaşanın ta kendisidir. Bütün kadradelikler sonunda birleşmekte ve inanılmaz bir karışıklığın ardından, bitiş noktasında bir Büyük çatırtı’ya neden olmaktadır. Karadelkler açık bir evren modelinde de ortaya çıkarlar başlangıçta yine bir tekillik bulunduğu gibi, ortaya çıkan karadeliklerin merkezlerinde de yeni yeni tekillikler oluşmaktadır.
Standart Friedman modellerinin bu yönlerini,başlangıçta görebildiğimiz durumla uzak bir gelecekte karşılaşmayı umduğumuz durum arasında ne büyük farklar olduğunu göstermek amacıyla vurgulamaktayım. Bu problem fiziğin temel bir yasasıyla, termodinamiğin İkinci Yasası ile yakından ilgilidir.
Termodinemiğin İkinci Yasası
Bu yasayı, basit gündelik koşullar içinde anlamamız mümkündür. Masanan tam kıyısına nazikçe yerleştirilmiş bir kadeh şarabı gözünüzün önüne getirin. Kadeh, her an masadan aşağı devrilip parçalanabilir ve içindeki bütün şarap halıya dökülebilir. Newton’cu fizik kapsamında, aynı sürecin tersinden işleyemeyeceğini söyleyen hiçbir kural yoktur( Çünkü mekaniğin yasaları her zaman tersinir yasalardır.) Gelgelelim böylesi bir durumla şimdiye dek karşılaşan olmamıştır. Kadeh parçalarının kendilerini yeniden biraraya topladıklarını ve halıya döklülen şarabın süzülerek yeniden kadehin içine dolduğunu asla göremezsiniz. Halbuki en ayrıntılı fizik yasaları kapsamında bile bu yönlerden biri aynen diğeri kadar akla yatkındır. Ortaya çıkan bu ayrılığı kavrayabilmek için, sistemin entropisinin zamana bağlı olarak arttığını bize bildiren Termodinamiğin İkinci Yasası ’na gerek duymaktayız. Entropi adıyla anılan nicelik (s: 58) kadeh masının üzerinde dururken yerdeki parçalanmış haline kıyasla daha düşüktür. Termodinamiğin İkinci Yasası uyarınca sistemin entropisi artmıştır. Kabaca bir tanım yapacak olursak,entropinin aşağı yukarı sistemin düzensizliğinin bir ölçüsü olduğunu söyleyebiliriz. Bu kavramı daha kesin biçimde ifade edebilmemiz için faz uzayı kavramını işin içine sokmamız gerekiyor.

Faz Uzayı
Faz uzayı, boyut sayısı çok yüksek olan bir uzaydır ve bu çok boyutlu uzayda her bir nokta, araştırmaya konu olan sistemi meydana getiren parçacıkların o noktadaki konumlarını ve momentumlarını tanımlamaya yarar.Parçacıkların bu muazzam faz uzayı içinde birarada bunulmakta ve hareket etmektedir. Faz uzayı içinde bir nokta seçelim. Parçacıklardan oluşan sistem, zaman ilerledikçe kendi gelişimini sürdürürken, seçtiğimiz nokta da faz uzayında başka başka yönlere doğru kımıldamaktadır. Buna bağlı olarak da entropi sürekli artmaktadır.
Entropi ile esas olarak anlatılmak iseten şey, sistemin hallerini “kalburdan geçirerek” yani hangisi hangisidir bilemediklerinizi bir araya toplayarak gruplamanız gerektiğidir. Faz uzayının diyelim ki bu bölgesinde olanlarını bir yerde toplamalı,topladığınız bölgenin hacmini hesaplamalı, bulduğunuz hacmin logaritmasını almalı ve burada bulduğunuz sonucu da Boltzman sabiti diye bilinen sabitle çarpmalısınz. Böylelikle hesepladığınız şey entropidir. termodinamiğin İkinci Yasas’nı bize söylediği şey ise entropinin artmakta olduğudur. Aslında size söylediği şey bir bakıma oldukça gülünçtür.Çünkü şunun şurasında söylediği tek şey, sistem hareketine ufak tefek bir kutucuktan yola çıkarak başlayacak olursa, gelişmek üzere serbest bırakıldığı anda, gitgide daha büyük kutucuklara doğru yol alacağıdır. Lakin bunun böyle olacağı besbellidir. Zira eğer probleme dikkatle bakacak olursanız, büyük baloncukların, kendilerine komşu küçük baloncuklardan bariz derecede daha büyük oludğunu görebilirsiniz. Yani büyük baloncuklardan birisini içine bir kez adımınızı attınız mı, tekrar daha küçük bir baloncuğun içine geçmek için hemen hemen hiçbir şansınız kalmayacaktır. Artık olan olmuştur. Sistem bir öncekinden gitgide daha büyük kutucuklara yönelmeyi sürdürerek faz uzayında dolanıp duracaktır. İşte İkinci yasa’nın bize söyledikleri bundan ibaret. Yoksa değil mi?
Gerçekte bu, açıklamaya çalışılan şeyin sadece yarısıdır. Bundan başka bize, sistemin şu anki durumunu biliyorsak, gelecekte erişebileceği en olası durumunun bilebileceğimiz de bildirilmektedir. Ne var ki aynı akıl yürütmeyi ters yönde kullanmaya çalıştığımızda,tamamen yanlış bir yanıt elde etmekteyiz. Kadehin masanın kıyısında durmakta olduğunu varsayalım.Şu soruyu sorabiliriz: “Bu kadehin o konuma gelirken izlediği en olası yol acaba hangisidir?” Eğer az önce verdiğimiz akıl yürütmeyi bu kez ters yönde kullanacak olursanız, izlenen en olası yol hakkında şu kanıya varırsınız: Sistem, halının üzerindeki darmadağınık bir halden başladı,kendini toparlayıp halıdan ayrıldı ve bir bütün halinde masanın üzerine çıktı. Bunun doğru bir açıklama olmayacağı besbellidir. Doğru açıklama, onu oraya birisinini getirip koymuş olduğudur. Bu sebep ise başka bir sebepten doğmuştur. Bu böyle sürer gider. Uslamlama zinciri, geçmişte kalan gitgide daha düşük entropi halleri boyunca gerilere doğru uzanır. Entropinin geçmişe doğru artması gerektiğini ileri sürebilirsiniz. Bu ileri sürüşünüz, gözlemlerle taban tabana zıttır. Onun için entropi geçmişe gittikçe daha düşük değerlere uzanmaktadır.(s:61)
Geleceğe yöneldikçe, entropinin neden artışa geçtiği, gitgide genişleyen kutucuklara doğru sürüp gideh bir hreket tarzıyla kolayca açıklanabilmektedir. Geçmişe doru neden azalmkat oluduğ ise büsbütün farklı bir sorundur. Geçmişte onu düşük seviyede tutan bir şeyler olmuş olmalıdır. Geçmişe doğru yöneldikçe entropi düşer, düşer, düşer ve en sonunda Büyük Patlama’ya ulaşırız.
Büyük patlama sırasında çok ama çok özel bir şeyler olmuş olmalıdır. Ancak bunun tam olarak ne olduğu tartışmaya açık bir konudur. Bundan önce aynı fikirde olmadığımı belirttiğim,ama pek çok inasanın üzerinde ısrarla durdukları popüler bir kuram genişleyen evren kuramıdır. Bu kuramın ileri sürdüğü fikre göre,Evren’in büyük ölçekte bu derecede düzgün biçimli olmasının sebebini, gelşmesini en erken evrelerinde aramak gereklidir. Evren’de, henüz doğmunun 10 üzeri -36.ncı saniyesinde iken, tam anlamıyla muazzam bir genişlemenin meydana geldiği sanılmaktadır.
10 üzeri -33 cm (evrenin ilk dönemi... 10 üzeri 60 kat genişleyerek ... 10 üzeri 27 cm (evreni yaklaşık büyüklüğü)
Ve Evren bu ilk evrelerinde nasıl görünürse görünsün, 10 üzeri 60 gibi dev bir oranda genişlediği takdirde göze düz bir yapıda görüneceği yönünde bir kanı vardır. Söz konusu kimselerin düz yapıdaki bir Evren’den hoşlanmalarının bir nedeni budur.
Oysa göründüğü kadarıyla, bu akıl yürütme kendinden bekleneni verememektedir. rastgele tayin edilen böylesi başlangıç koşullarında, olsa olsa dehşet bir karmaşa hüküm sürecektir. Böyle bir karmaşayı da hangi oranda genişletirseniz genişletin, karşılık aynen sürüp gidecektir. Hatta genişledikçe daha da berbat bir hal alacaktır.(R.Penrose)

A Brief History of the Universe
The history of the Universe divides roughly into three regimes which reflect the status of our current understanding: Standard cosmology
Particle cosmology
Quantum cosmology

The standard cosmology is the most reliably elucidated epoch spanning the epoch from about one hundredth of a second after the Big Bang through to the present day. The standard model for the evolution of the Universe in this epoch have faced many stringent observational tests.
Particle cosmology builds a picture of the universe prior to this at temperature regimes which still lie within known physics. For example, high energy particle acclerators at CERN and Fermilab allow us to test physical models for processes which would occur only 0.00000000001 seconds after the Big Bang. This area of cosmology is more speculative, as it involves at least some extrapolation, and often faces intractable calculational difficulties. Many cosmologists argue that reasonable extrapolations can be made to times as early as a grand unification phase transition.
Quantum cosmology considers questions about the origin of the Universe itself. This endeavours to describe quantum processes at the earliest times that we can conceive of a classical space-time, that is, the Planck epoch at 0.0000000000000000000000000000000000000000001 seconds. Given that we as yet do not have a fully self-consistent theory of quantum gravity, this area of cosmology is more speculative.
Chronology of the Universe
The following diagram illustrates the main events occurring in the history of our Universe. The vertical time axis is not linear in order to show early events on a reasonable scale. The temperature rises as we go backwards in time towards the Big Bang and physical processes happen more rapidly. Many of the transitions and events may be unfamiliar to newcomers; we shall explain these in subsequent pages.

:)


lionhead 8 Eylül 2006 13:01

Sokrates Platon Aristo
“Boşluk” ve “Doluluk”
Boşluk ve doluluk, atomu düşünmenin temellerini oluşturuyor. Descartes için Alexandre Koy re şöyle der: Yeni bilimin ve yeni matematiksel evrenbilimin ilkelerini açık ve seçik olarak formüle eden Galileleo değil, Bruno değil,ama Descartes oldu,Ama göreceğimiz gibi,hedefi on ikiden vuramadı ve özdek ve uzayı gereksiz bir biçimde özdeşleştirmesi yoluyla kendini 17. yy biliminin önüne koymuş olduğu sorunlara doğru bir çözüm verme araçlarından yoksun bıraktı.”(s:81)
“Atomların bölünemezliği” düşüncesinin kabulü, Tanrı konusun tartışmanın ortasına getirdi. “Atomların bölünemezliği”,Descartes ile onun İngiliz partizanı Henry Mora arasında ilginç tartışmalara yol açmıştı. Descartes, evrende “boşluk” olmadığını,dolaysıyla atomun da olmadığını savunuyordu. Hem de Aristo’dan daha köktenci bir şekilde. Descartes’e göre boşluk, yalnız fiziksel olarak olanaksız olmakla kalmaz,öz bakımından da olanaksızdır. Boş uzay,eğer böyle bir şey varsa, bir varolan yokluk olacaktır. Varoluşunu ileri sürenler,Demokritos,Lucretius ve izleyicileri yanlış imgelemin ve karışık düşünmenin kurbanlarıdırlar. Yokluğun hiçbir özelliğinin ve dolaysıyla hiçbir boyutunun olamayacağını anlamazlar. İki cismi ayıran on ayaklık boş uzaydan söz etmek anlamsızdır: eğer boşluk olsaydı,hiçbir ayrılma olmaz ve yokluk tarafından ayrılan cisimler değme durumunda olurlardı. Ve eğer ayrılma ve uzaklık varsa,bu uzaklık hiçbir şeyin değil ama bir şeyin,eş deyişle töz ya da özdeğin,”ince” bir özdeğin,duyumsamadığımız bir özdeğin,ama gene de ağaçları ve taşları oluşturan “kaba” özdek kadar olgusal ve “özdeksel” bir özdeğin-özdeksellikte derecelilik yoktur-uzunluk,genişlik ya da derinliğidir. Ve bu özdeğin duyumsamaması tam olarak düşünmek yerine imgelemeye alışmamış insanların boş uzaydan söz etmelerinin nedenidir. descartes böylece Giordano Bruno ve Keplerdin yaptıkları gibi dünyada gerçekten boş bir uzay yoktur ve dünya-uzay her yerde “eter” ile doludur demekle yetinmez. Çok daha ileri gider ve ne olursa olsun “uzay” diye bir şeyin,onu “dolduran “özdekten” ayrı bir özelliği olduğunu yadsır. Özdek ve uzay özdeştirler ve ancak soyutlama yoluyla ayırt edilebilirler. Cisimler, uzayda değildirler;ama yalnızca başka cisimler arasındadırlar;”doldurdukları” uzay kendilerinden ayrı bir şey değildir.
Uzay ya da iç yer ve bu uzayda kapsanan cisim düşüncemizde olmanın dışında ayrı değildir. Çünkü uzayı oluşturan uzunluk,genişlik ve derinlikte aynı uzam gerçekte cismi de oluşturur;ve aralarındaki ayrım yalnızca bir cisme onun ötelendiği her zaman onunla birlikte yer değiştirdiğini düşündüğümüz tikel bir uzam yüklememizden ve uzaya öylesine genel ve öylesine bulanık bir (uzam) yüklememizden oluşur ki,belli bir uzaydan onu dolduran cisim uzaklaştırıldıktan sonra o uzayın uzanımını da ötelediğimizi düşünmeyiz, çünkü bize aynı uzam aynı büyüklükte,aynı betide olduğu ve onu kendilerine göre belirlediğimiz dışsal cisimler açısından konumunu değiştirmediği sürece tüm zaman boyunca orada kalıyor görünür. Ama bu hiç kuşkusuz bir yanılgıdır. Ve, ..cismin doğasını oluşturan aynı uzamın uzayın doğasını da oluşturduğunu ve böylece ikisinin cinsin ya da türün doğasının bireyin doğasından ayrı olmasından başka herhangi bir yolda ayrı olmadıklarını kabul etmek kolay olacaktır. Gerçekten de herhangi bir verili cismi tüm duyulur niteliklerinden sıyırabilir ve yoksun bırakabiliriz ve .. ona ilişkin gerçek ideamızın yalnızca onun uzunluk,genişlik ve derinlikte uzamlı bir töz olduğunu seçik olarak algılamamızdan oluştuğunu bulacağız. Ama tam bu (uzamlı töz) yalnızca cisimlerle dolu olan uzaya değil,ama ayrıca boşluk denilen uzaya ilişkin ideamızda da kapsanır. (A.Koyre, Kapalı Dünyadan Açık Evrene,s:82-84…) Descartes’e göre evren, birbirlerinden tam olarak ayrılmış bütünlerin ilişkisiz bir kalabalığı değildir. Bir birlikler ki onda- tıpkı Giordano Bruno’un evreninde olduğu gibi ( ne yazık ki Descartes Bruno’un terminolojisini kullanmaz)- sonsuz bir sayıda alt güdümlü ve kendi aralarında bağıntılı dizgeler vardır,örneğin Güneş ve gezegenleri ile birlikte bizim dizgemiz gibi ve onda sınırsız uzayda birbirleri ile birleşen ve birbirlerini sınırlayan her yerde özdeş olağanüstü büyük özdek burgaçları bulunur. Şöyle der: “ Gökyüzünün özdeğinin yeryüzünün özdeğinden ayrı olmadığını çıkarsamak kolaydır;ve genel olarak,dünyalar sonsuz olsalar bile,bir ve aynı özdekten oluşmamaları olanaksızdır ve dolaysıyla birçok değil ama ancak bir olabilirler: çünkü açıkça anlarız ki doğanın bütününü oluşturan bu özdek,uzamlı bir töz olmakla,daha şimdiden içinde bu başka dünyaların olması gereken tüm imgesel uzayları tam olarak kaplıyor olmalıdır, ve kendimizde herhangi bir başka özdek ide ası bulamayız.” Dünyanın sonsuzluğu böylece kuşkunun ötesinde ve tartışmanın ötesinde doğrulanmış görünür. Gene de gerçekte, Descartes hiç bir zaman onu ileri sürmez. Kendisinden iki yüz yıl önceki Cusalı Nicholas gibi “sonsuz” terimini yalnızca Tanrıya yükler. Tanrı sonsuzdur. Dünya yalnızca belirsizdir.(Kapalı Dünyadan Sonsuz Evrene,s:85) Tanrı ve Boşluk Henry Mora, üstadının sonsuz kavramını açıklamak için Tanrının sonlu olması gerektiği sonucunu çıkarıyor. Şöyle diyor: “Bana gelince,tanrının yalnızca ve yalnızca her yerde bulunduğu ve dünyanın bütün düzeneğini olduğu gibi tekil parçacıklarını da içeriden kapladığı için kendi tarzında uzamlı olduğunun açık olduğuna inanıyorum. Gerçekten de,eğer evrenin özdeğine hemen hemen en yakın tarzda dokunmasaydı ya da en azından belli bir zamanda ona dokunmasaydı,bir kez ilettiği ve size (Descartes’I kast ediyor) göre şimdi bile iletmekte olduğu devimi (hareketi) özdeğe nasıl iletebilirdi? Eğer her yerde bulunmasaydı ve tüm uzayları kaplamasaydı,bunu hiç kuşkusuz hiç bir zaman yapamazdı. Öyleyse Tanrı bu tarzda uzar ve genişler ve öyleyse uzamlı bir şeydir.”(s:90) Tanrı niçin bir kapta bulunan tüm maddeyi,kabın duvarları bir araya gelmeksizin yok etmeyi niçin başaramasın? Descartes ,bu soruya “boş uzay’a boyutlar verme hatasını işlediğimizi söyleyerek yanıt verir. Henry Morebu konuda kuşkuludur”Kabın duvarlarının onların dışındaki maddenin basınca tarafından bir araya getirilmesi hiç kuşkusuz olanaklıdır. Ama bu olursa mantıksal bir zorunluluktan değil, ama doğal bir zorunluluktan olacaktır. Dahası, bu boş uzay mutlak olarak boş olmayacaktır,çünkü Tanrının uzamı tarafından doldurulması sürecektir. Yalnızca maddeden,daha doğru bir deyişle,cisimden boş olacaktır.” Atomların varlığını kabul etmek,Tanrının her şeye yeten gücünün sınırlanması anlamına mı gelir? Mora, bu konuda üstadına karşı çıkar:” atomların bölünemezliği herhangi bir yaratılmış güç tarafından bölünemezlikleri demektir;ve bu Tanrının kendisinin,eğer isteseydi yapabileceği gibi,onları bölme gücü ile bütünüyle bağdaşabilir bir şeydir. Yapmış olabileceği ama yapmadığı,giderek yapabileceği ama yapmadığı pek çok şey vardır. Gerçekten de eğer Tanrı her şeye gücü yeterliğini mutlak konumu içinde saklamak isteseydi,ne olursa olsun hiçbir zaman maddeyi yaratmayabilirdi;çünkü madde her zaman kendileri bölünebilir olan parçacıklara bölünebilir olduğu için,açıktır ki Tanrı hiçbir zaman bu bölünmeyi sonuna getirmeyi başaramayacak ve her zaman her şeye gücü yeterliğinden kaçan bir şey olacaktır. Henry More,açıktır ki haklıdır ve Descartes kendisinin Tanrının her şeye gücü yeterliğinde diretmesine ve giderek bu gücün mantığın ve matematiğin kurallarına göre bile sınırlanmış olduğunu reddetmesine karşın,tanrının yapamayacağı pek çok şeyin olduğunu bildirmekten kaçınamaz,çünkü ya onları yapmak bir eksiksizlik olacak,bir eksiksizlik belirtecek (örneğin Tanrı yalan söyleyemez ve aldatamaz gibi) ya da anlamsız olacaktır. Tam bu nedenle diye ileri sürer Descartes,tanrı bile bir boşluk ya da bir atom yapamaz. Hiç kuşkusuz,Descartes’e göre Tanrı bütünüyle başka bir evren yaratabilir ve iki kere ikiyi dörde değil ama beşe eşit yapabilirdi. Öte yandan, eşit ölçüde doğrudur ki bunu yapmamıştır ve bu dünyada Tanrı bile iki kere ikiyi dörtten başka bir şeye eşit yapamaz. Karşı çıkışlarının genel eğiliminden açıktır ki, Platonist,daha doğrusu Yeni-plâtonca More, Yunan atomcu geleneğinden derin bir biçimde etkilenmiştir ve en erkan çalışmalarından birinin Democritus Platonissans.. gibi anlamlı bir başlık taşıması olgusu karşısında bu şaşırtıcı değildir. Uzaydaki şeyler,yalnızca birbirlerine göreli olarak değil, ama uzayda hareket ederler ve birbirlerine karşı direnmelerini ve birbirlerini “yerlerinden” dışlamalarını sağlayan özel ve özgün bir nitelik ya da kuvvet-içine işlenemezlik- dolaysıyla uzay kaplarlar. Bunlar,kabaca Demokritos’un kavramlarıdır ve bu durum Henry more’un Deskartes’a karşı çıkışları ve 17.yy’da atomculuğun başlıca temsilcisi olan Gassendi’nin karşı çıkışları arasındaki dikkate değer benzerliği açıklar. Gene de Henry More, hiçbir biçimde katıksız bir Demokritosçu değildir. Varlığı özdeğe indirgemez. Ve onun uzayı Lucretius’un sonsuz boşluğu değildir: doludur ve Bruno’un sonsuz uzayı gibi “eter” ile dolu değildir. Tanrı ile doludur ve birazdan daha açıkça göreceğimiz gibi belli bir anlamda Tanrının kendisidir.”(A.Koyre,Kapalı Dünyadan Sonsuz Evrene, s:90-92) Bu bölümde önce Anadolu tarihinden Hat tilerden,Hititlerden,Helenlerden söz edeceğim.Çayönü'nden,Göbeklitepe'den,Çatalhöyük'ten,Hasankeyf'ten,toprağın altında kurtarılmayı bekleyen höyüklerimizden/örenlerimizden söz edeceğim. Sonra eski Yunan (Helen) düşünce ve bilimini ele alacağım. Anadolu,nasıl olup da bir dizi uygarlığın "ana"sı olmuştur? Bu toprakların tarihsel sihri nedir?Biz Türkler,11. yy sonlarına doğru Anadolu'ya geldik. Ondan önceki uygarlıkların mirasçısı mıyız,değil miyiz? Çatal höyük,Göbekli tepe,Efes,Sardes,Sürmele manastırı,Kapadokya,Nemrut tanrıları,Aspendos, Bergama sunağı..."bizim" mi? Bizimse,onları ayağa kaldırmakta neden istekli değiliz? Anadolu’nun en eski uygarlıkları ve bu uygarlıkları yaratan halklar kimlerdir? Anadolu, ne zaman ve nasıl Helenleşmiştir?Türkler,1071'de Anadolu'ya girince burada oturan tüm halklar kaçıp gitti mi? Anadolu, Türklerin egemenliğine nasıl girdi? Türkiye’deki isimler (İsa,Eflatun,Ali,Mehmet,Meryem...) ve yer adları (bizzat Anadolu adı gibi) yüzyıllarca neden korunmuştur? ANADOLU'DA BİNLERCE YIL ÖNCESİNE YOLCULUK "Türkler, Anadolu' ya Orta Asya' dan geldiler: akınlarla ve göçlerle. Hoşgörülü idareleriyle, büyük bölümü Hind-Avrupa kökenli olan Anadolu halklarının sevgisini kazandılar. 1071 den başlayarak Türklerle yerli halklar kaynaşmaya başladı. "Bu suretle 900 yıl içinde giderek şimdiki Türkiye oluştu. Demek oluyor ki bugünkü Türkler, Anadolu tarihinde yaşamış bütün kavimlerin çocuklarıdır. Türkler bu nedenle ülkelerindeki eski uygarlıkları yalnız kendi ulusal varlıkları değil aynı zamanda bütün insanlığın ortak mirası olarak kabul etmektedirler."( Anadolu Uygarlıkları, Ekrem Akurgal s: 227) “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket”(N. Hikmet), henüz “bizim”olmadan önce de”insanların” yaşadığı bir memleketti. İnsanlık tarihinde çok önemli bir yer tuttu ve bir çok uygarlığın beşiği oldu. Sir William Ramsay, ülkenin jeolojik özellikleri bilinince, Anadolu yarımadasını “yüksek korkuluklu bir köprüye” benzetmişti . Kimisi de gemi bağlamaya elverişli “koca bir mendirek” gibi görmüş Anadolu’yu. Bir uygarlıklar mozaiğinin toprakları Anadolu. Toprağı kazdıkça yeni uygarlıklar bulunan bir hazine gibi. Bu "mozaik" terimi, ırkçı ve kökten dinci bazı insanların rahatsız olduğu bir terim. Acaba buna hakkımız var mı? Açıkça söylemekte yarar var: düş gücümüz ve düşünce gücümüz zayıflatılmış. Ya tarihimize, kültürümüze, yaşadığımız bu topraklara ilgisiz; ya da son derece kendini beğenmiş bir Orta Asya göçebeliğinin “at, avrat, silah” edebiyatı ile kendimizi avutuyoruz. Tüm tarihi, üstün bir Türklük vurgusuyla yazınca büyük olduğumuzu, olacağımızı sanıyoruz. Her iki uç durumda da Türkiye, kendi kendini yiyip bitiriyor. Daha doğrusu, onlar Türkiye’yi yiyip bitiriyor. Türkler, Anadolu’ya 11. yüzyılda (1071 yılında) girdiler. Bazıları, 1071 yılından önce buralarda kimsenin yaşamadığını sanır! Ya da yaşayanları insan kabilinden görmez. Bu topraklarda halen yaşayan insanların kültürel oluşumunda Orta Asya göçebe kültürünün yanı sıra, İslam kültürü ve bir de çok önemlisi bu toprakların binlerce yıl öncesinden bağrında taşıdıkları etkili olmuştur. Biz kimiz? sorusunu "Biz, Orta Asya’dan geldik; vurduk, kırdık, Osmanlı İmparatorluğunu kurduk, sonra da Türkiye Cumhuriyetini kurduk." bundan öncesi, bunların çevresi bizi ilgilendirmez” diyebilir misiniz? Dünyanın En Eski Köyleri Tarih, İÖ. 12 bin-18 bin arası. Önce toplu yaşama biçimini, avcılığı, avcılık için kesici taşları ve bitkilerden yararlanmayı bulmuşlar: Van, Adıyaman, Antalya gibi yörelerde. Bir de biraz korku, biraz korunma amacıyla olsa gerek yabani hayvanları, ana tanrıça simgesini resmetmişler mağara duvarlarına. Dünyanın en eski üç köy kültürü, Yeni Taşçağı' nda (İÖ. 8000-5500), burada gelişti: Çay önü, Hacılar ve Çatal höyük (Konya yakınları-Çumra ilçesi).. Bu ne demek biliyor musunuz? Toprağın gücüne tanık olunduğunun, buğdayı, arpayı, mercimeği, yulafı tarıma alıp kendilerine ev yapmak, yabanıl hayvanları evcilleştirmek demek. Toprağı pişirmek, doğal boyalarla onları süsleme demek. Çatal höyük bulan (1951) ve ilk kazan(1963), İngiliz arkeolog James Mellaart ‘tır. 1963'te ara verilen kazı 1993'te yeniden başlatıldı. Prof Hodder Çatal höyük ’ü anlatıyor: “ Halk, devletsiz, lidersiz ve herhangi bir merkezi idare olmaksızın bir arada yaşamayı başarmış. Kapısız evlerine çatıdaki deliklerden girip ölülerini evlerinin zeminine gömmüş bu insanlar. Ortak tapınakları hiç olmamış. Bunlar da Çatalhöyük’ü arkeologların gözünde ilginç kılıyor. Çatalhöyük’ün ayırıcı özelliği çok daha büyük bir alana yayılmış olması ve karmaşık ve ayrıntılı yerleşim yapısı. Ayrıca sembolizm, ritüel ve sanatta bu kadar ayrıntıyı bir araya toplayan ve evin içine kadar sokan başka büyük merkez de yok. Kanıtlar, Çatal höyükte tarıma değil hayvancılığa, ticarete ve sanayiye dayalı bir ekonominin varlığını gösteriyor. Hasan Dağı’ndan elde edilen cam ve Ilıca pınar tuz yataklarından sağlanan tuzun hem kendi gereksinimleri için kullanıldığı hem de çevre kentlere satıldığını düşünüyoruz. 9 Bin Yıl Önceki Evler Kentte evler değişik yüksekliklerde ve bitişik yapılmış. Evlerin duvarları ker***ten ve ağaç künkleriyle güçlendirilmiş. Tek katlı, düz damlı evlerin arasında yer yer avlular varsa da, sokak bulunmuyor. Evlere birbirlerinin damlarından geçilerek ulaşılıyor. Evler dikdörtgen planlı.Çoğunlukla bir büyük odayla bitişiğindeki bir iki küçük depodan (depo, kiler) oluşuyor. Küçük odalara duvarlardaki deliklerden geçiliyor. Odalarda oturmak için topraktan sekiler yapılmış. İçeride ocaklar var, genellikle kırmızı boyalı olan oda duvarlarında nişler bulunuyor. Ölülerin bulunduğu odalar geometrik motifler, doğal ve simgesel resimler, av sahneleri, ölü gömme kültürüyle ilgili sahneler, ana tanrıça ve çeşitli hayvan kabartmalarıyla süslü. Her tabakada en az üç bin ev var. Bir varsayıma göre Çatalhöyük’ün erken evrelerinde evlere yer hız asındaki kapılardan giriliyordu ve evler ayrı inşa edilmişti. Daha sonra her ölen kişinin kendi evinde gömülmesi geleneği nedeniyle bu evler ata mezarları haline geldi. yıllar geçtikçe ölüp gömülen atalarının ataların sayısı arttı Her defasında insanlar, atalarının mezarlarına yer açıp kendilerine bitişikte yeni odalar yapmak zorunda kaldı. Böylece kentte dolaşacak sokak kalmadı. Sokak olmayınca yerle bitişik kapılara gerek kalmadı. Evlere çatıdan girilip çıkılmaya başlandı. Bazı yapılarda zeminin altında 70 iskelete bile rastlanmış. Sekilerin altına, açık havada çürütüldüğü sanılıyor ölülerin Dizleri karnına çekik durumda gömülmüş insan iskeletleri de bulunmuş. Ölülerin yanına armağan olarak erkekler için silahlar, kadınlar için takı ve süs eşyası konmuş. Bu yapılaşma sonucu insanlar evlerine başkalarının evlerinin çatılarından geçmek zorunda kalmışlar. Hatta hayvanlar da! Zemine gömülen ölülerin artmasıyla kentte hareket etmek çok zorlaşmış ve tıkanma noktasına gelinmiş. ve belki de şehir bu nedenle terkedilmiş. Evcil hayvan var mı? Köpeğin en alt katlardan beri ( Şu ana dek 16 kat ortaya çıkarıldı. Toplam 21 kat var; her katta en çok 3 000 ev bulunuyor.) evcil olduğu görülüyor. Bulunan kemiklere göre en çok sığır eti yenmiş.; öbür hayvanlar daha az avlanılmış. İlk yerleşmelerde yalnızca avcılık ve toplayıcılıkla geçinen Çatalhöyük insanı, altıncı kattan sonra tarıma geçmiş ve ekmeklik buğday, arpa ve bezelye gibi tahıl çeşitlerini yetiştirmiş. Sığırı da evcilleştirmişler ama avcılığı da yoğun olarak sürdürmüşler. Madencilik var. Ayrıca bulunan kumaş parçaları dokumacılığın en eski örneklerinden biri olarak gösteriliyor. Çanak çömlekçilik ve tahta oymacılıkta çok ileriler. Ele geçen çanak çömlek parçaları çok değil. Basit biçimli ve bezemesiz bir şekilde imal edilmiş. Taş ve kemik işçiliği, sepetçilik gibi sanat ürünlerine de sıkça rastlanıyor. Çanak çömlek bej ya da krem rengi açık renk zemin üstüne kahverengi, kırmızımsı kahverengi, pembe ya da kırmızı bantlar arasına yerleştirilmiş geometrik öğelerle bezenmiş, önce mat bir boya ile astarlanmış. Çanak çömleğin çok erken örneklerinin yapıldığı, sığırın ilk kez evcilleştirildiği ve metalin bulunduğu yer Çatalhöyük. Ama biz daha çok dünyanın en eski duvar resimlerine sahip olmasıyla ilgileniyoruz. Bu kadar eski olmasına rağmen içinde en fazla sanat eseri barındıran antik merkez. Bu sanat eserleri 9 bin yıl öncesinin dünyasını ve o günün insanlarının düşünce yapısını çok iyi yansıtıyor. İÖ 6000 yılından kalma pek çok duvar resmi yer alıyor. İlk freskler, ilk doğa resimleri ve portre çizimleri gibi bulgular, kazının değerini iyice artırıyor. Duvarlarda ayrıca koç başları, boğa başları, leoparlar, boğa doğuran tanrıça gibi kilden yapılmış kabartmalar da yer alıyor. Aletlerin çoğu obsidyen dediğimiz doğal camdan yapılmış. Ok ve mızrak uçları çok. çakmaktaşından kazıcıyı ve oraklar da yaygın. İlk yerleşmelerde aletler daha büyük. Üst katlarda ise boyutlarının küçüldüğü görülüyor. Cilalı ve sürtme taştan baltaları, öğütme ve perdah taşları, havan elleri, tokmaklar çok bol. Duvar resimleri, ölüm ve evlerine gömdükleri atalarıyla ilgili. Resimlerin çoğu da gömünün yapıldığı evlerin duvarlarında. Resimlerin doğrudan ölülerle ilgili olduğu, evlerin diğer bölgelerinde, fırınlar, yemek pişirme alanları ve kazanlarda herhangi bir süslemeye yer verilmemesinden de anlaşılıyor. Kısacası Çatalhöyük sanatın ölülerle özel bir bağlantısı var. Çatalhöyük’e Ana Tanrıçalar Çatalhöyük’te ana tanrıça figürüne çok sık rastlanıyor. Bu durum kentte kadınların bir şekilde egemen konumda oldukları izlenimini veriyor. Sorunun yanıtı evlerde bulunan kemiklerin DNA analizi sonucunda belirlenecek. Kucaklaşan bir tanrı çiftini, iki yanında leopar olan, kucağında çocuğunu emziren ya da panter yavrularını tutan bir ana tanrıçayı temsil eden pek çok heykel var. Çatalhöyük’te bulunmuş olan Ana tanrıça Kybele heykelciği İÖ yaklaşık 6000-5000'e tarihleşiyor. (Hürriyet, Tatil Eki, Ay ten Görgünün Hodder’le röportajı, 22 Ağustos 1998) Çatalhöyük, bu dönemde yeryüzünün en parlak merkeziydi. Sonra uzun bir duraklama geçirdi. (Akurgal s:XIII) Çatalhöyük’ü,1993'ten bu yana Cambridge Üniversitesinin arkeoloji bölümünden Prof. Dr. Ian Hodder kazıyor. Çatalhöyük, New York’taki Dünya Anıtlar Vakfı tarafından dünyada korunması gereken en değerli 30 tarihi miras arasında yer alıyor. Bu yerleşimde 10 bin insanın yaşadığını söylüyor.Hodder’in kazısı “yüzyılın kazısı” olarak değerlendiriliyor: Çıkarılan buluntular arasında cilalanmış volkan camından yapılmış aynalar, küçük kaşıklar, makyaj malzemesi ile dolu midye kabukları, bilezikler, demir ve kurşun bil yalı kolyeler bulunuyor. Çatalhöyük evlerinde sokak yok; evler, kutu gibi yanyana dizilmiş. İnsanlar, merdivenleri tırmanarak tavandaki bir açıklıktan basık ve rahatsız evlerine giriyorlarmış. Ortalama 25 metrekare olan her evin bir ocağı varmış. Ayrıca resimlerle süslenmiş duvarlara ker***ten yapılma sığır kafaları asılıymış. Odalarda ilkçağ insanının uyuduğu divanlar var. Kadınlar, çocuklarıyla birlikte büyük bir yatakta, erkek ise kenarda daha küçük bir yatakta uyuyordu. Yatakların hemen altında ise insan kemikleri bulundu. “Yataklar, aynı zamanda mezar görevi de görüyordu” sonucuna varıyor Hodder. Ancak bu mezara konmadan önce uzun bir tören yapılırdı. Bu pueblolarda ölenler, vücutların çürümesi ve akbabalar tarafından yenmesi için önce açık bir alana bırakılırdı. Daha sonra kalan kemikler değişik renklere-toprak sarısı, vermiyor, malakit, azurit-boyanarak yatakların altına gömülürdü. Kafatasına ise özel bir ilgi gösetirliyordu. Ölenin yakınları kafayı gövdeden ayırdıktan sonra üzerini balçıkla kaplayarak kaybettikleri kişinin yüzün modelle meye çalışırlardı. Göz çukuruna da midye kabuğu veya değerli bir taş konurdu. Bütün bu olgular dinsel resimlemede karşımıza yeniden çıkıyor: Ölüm ve yok oluş: Pençelerinde insan kafalarıyla kanatlanmış akbabalar. İnsanlar, Çatalhöyük evlerinde nasıl yaşıyorlardı? Hodder, “Çatalhöyük’ün ıssız ker*** evlerine girmek yeraltı dünyasına bir dalışa benziyor” diyor. Bu şehirde ne bir kuyu, ne de bir reis evi var. Özel fonksiyonları olan elitleri, bir başkanları yok muydu acaba? Klaus Schmidt, lidersiz, anarşik bir ev yaşamı düzenine inanmıyor. (Om ar Özenir, Spiegel, 26/1998, Cumhuriyet Bilim Teknik s: 19, sayı: 591) Yenilenme: Yayılma ve Yabancılaşma Süreci K üçük Asya’nın yazgısını çizen, tarihini yönlendiren güçlerle yenilikler nelerdi? Toplumsal kurumlar bu etkilere ne tür tepkiler gösterdi, nasıl uyum sağladı? Roma İmaparatorluğu’nun kuruluş yıllarında, Eyalet Valileri, sivil/askeri tüm yönetimin başıydı. Sosyalist eğilimli İmparator Diocletian (İS: 284-305) iki hizmet sınıfının birbirinden ayırdı. Askerlerin Senato(Politika)' ya girmesini, soyluların asker olmasını yasakladı; subayların yeteneklerine uygun görevlere atanmaları kuralını koydu. Roma vilayeti Küçük Asya, önce Doğu Roma’nın sonra Bizans’ın anayurdu oldu. Sömürge (vilayet) yönetimi, bu gelişmeler sonunda, İmparatorluğa dönüştü. Yeni yönetim, askeri-sivil bürokrasi, köylülerle soylular ve Hıristiyan kilisesi arasında sürekli değişen dengelerin yeni başta kurulmasına çalıştı. Bizans Hukukunun ilkeleri Roma’dan alınmıştı. Bizanslılar, baba soyuna dayalı Roma Hukuku’nu, Hıristiyanlıkla bağdaştırmaya, medeni hukukuna dönüştürmeye çalıştılar. Egloga olarak bilinen hukuk reformuyla, Justinien’in idam ya da ağır para cezaları yerine, burun, el, dil kesme, göz dağlama gibi doğu kökenli “insancıl” cezalar getirildi. İmparator Diocletian zamanında birbirinden ayrılan askeri mülki sınıflar Bizans İmparatorunun sınırsız yetkileri altında yeniden birleştirildi. Ancak askerler ( cihet-i askeriye ), devlet içinde başlıca güç oldu., bu ayrıcalığını korudu. Askerlik öyle saygın bir geçim kaynağı olmuştu ki ocağa girebilmek için rüşvet verenler görülürdü. Devleti korumakla görevli güçlü ordunun yol açtığı bunalımlar yaşandı. Bizans Türklerin fethine kadar askeri devlet olarak yaşadı. Başkumandan İmparator, Kilisenin Başı, Devletin de koruyucusu sayılırdı. Siyasal yetkilerini kilise ile paylaşmazdı. İmparatorluğun doğu illerinde yaşayan halk Tanrı-Kral yönetimine alışındı. Batı halkları ise İmparator-Tanrı kavramına pek yabancı sayılmazdı. Bizanslılar, hükümdarlığın tanrı vergisi bir emanet olduğu fikrini Persler (Samanîler)'den almış., benimsemiş, geliştirmişlerdi. Metropolit ve kiliselerin büyük çoğunluğu Küçük Asya’da, Ege kıyılarında inşa edilmişti. Bu bölgedeki Alaşehir, İzmir, Bergama, Akhisar, Ladik, Sart ve Efes kiliseleri “yediler ” olarak bilinir. Roma döneminde, kilise örgütleniyor, kıyılardan içerlere doğru yayılıyordu. Devlet ile Kilise, birbirinin malına-mülküne, yetkilerine saygılı olmak konusunda centilmenlik anlaşması yapmıştı. İmparator, değişen güç dengelilerine göre, Senato tarafından seçilirken, Silahlı Kuvvetler, adaylarla seçim sürecini beliriyor, halk alınan kararı, sonucu onaylıyordu. Kırsal kesimdeki tarımsal üretimin sürdürülmesi, toprak vergilerinin toplanması, toprak sahipleri arısnadaki dengenin korunması, askeri karakterdeki (Tımarlı sipahi düzenine benzeyen) Pronoia’nın yönetilmesi, asker köylülerle hür köyleler arasındaki ilişiklerin düzenli tutulması, kısaca ekonominin yönetilmesi,İmparatorluğun en büyük sorunu idi. Çünkü toprağı ve köylüyü yöneten güç üretimi, üretimi yöneten askerleri, askerleri yöneten ise politikayı beliriyordu. Karşıt olarak, politikacı da köylüyü denetlemek gereğini duyuyordu. Yapısal kısırdöngü buydu. Bizans Köy (toprak) Kanununun amacı, terk edilmiş, nüfus yitirmiş, sahipsiz yörelerin yeniden yerleşmeye açılıp şenlendirilmesiydi. Yapısal sorunların benzerliğini şimdilik bir yana bıraksak da, Osmanlıca “namus” sözcüğünün ‘Nomos’tan, “kanun” sözcüğünün ise Kilise kuralı anlamındaki Kanondan geldiğini belirtmekle yetinelim. Devletin varlığı, güvenliği, geleceği siyasete katılmayan köylü sınıfına dayanıyordu. Kentlerin gelişmesi, düzenin korunması için tarımsal yapının geliştirilmesi görevi devlete düşüyordu. Küçük tarımcıların büyüklere karşı korunması, bozulan dengelerin yeniden kurulması, silahlı kuvvetlerin, zaman zaman feodal beylere karşı kullanılmasını zorunlu kılıyordu. Bizans imparatorluğunun siyasi tarihi, devletin askeri gücü ile topraklı eşraf arasında sürüp giden, bitip tükenmez iç savaşlar olarak özetlenebilir. İç politika, küçük çiftçiyi fazla gücendirmeden, üretim alanında( toprağa bağlı) tutmaya çalışmıştır. Bizans'ı uğraştıran dış güçlerle iç sorunlar üç başlık altında toplanabilir: 1. İtalyan Kent Cumhuriyetleri (Venedik ve Ceneviz gibi), 2. Güney (Balkan) Slavları ve Savaşları 3. Doğulu Komşular: İranlılar, Araplar ve Türkler. Bizans Ordusunun İran’a karşı zaferleri, Hicret (İS 630) yıllarına rastlıyordu. Hz. Peygamber daha hayatta iken Bizans’ın tam denetleyemediği doğu vilayetleri Arapların eline geçmiş, Halife Ömer, İran topraklarına girmişti(İS 634). Bizans Ordusu, Yermuk’ta Arapa kuvvetlerine yenilince (636), Kudüs, Mısır ve Diyin Araplara bırakıldı. Muaviye kuvvetleri, 663 yılında Küçük Asya’ya girdi, Kadıköy’e kadar ilerledi. Muaviye’nin bir kumandanı, 670'te Kapı dağ Yarımadası’nı ve 674'te Smyrna’yı (İzmir) işgal etti ve Bizans’ı kuşattı. Fakat sonuç alamadı. Arap askerleri 678'de Kapı dağ üssünü boşaltıp çekildiler. Hıristiyanlığın Kuzey ve Doğu küçük Asya’daki yayılması, İslam’ın Küçük Asya’ya girmesiyle rastlaşıyordu. Ancak Batı bölgelerinde ilerleyemeyen İslam, Monofizit ve Nestorian (Nasturi) inançların egemen olduğu Doğu yaylalarında daha etkili oldu. Halife Osman öldüğünde (656), İslam Devleti Tarsus-Rize çizgisinin doğusuna egemen olmuştu. Aynı bölge, Küçük Asya’da Monofizit ve Nasturi inançların yayıldığı sınırları göstermektedir. monofizitler, Hz İsa’nın hem insan hem Tanrı, Nasturiler ise iki ayrı varlığa sahip olduğuna inanırlar. Yaygın ya da resmi olmayan (Devlet Kilisesi’nin tutmadığı) bu inançların doğu yöreliden doğru yayılıp kök salması, Doğu bölgesinin devlet denetimi dışında kaldığını, siyasi bağımsızlığını düşündürüyor. Halife Kuvvetleri, Doğu yaylalarından sonra Ermenistan ile Lazistan’ı (Kafkasya’yı) da kolayca fethettiler (İS- 717). Halifenin kardeşi Mesleme, aynı yıl karadan-denizden Bizans’ı yeniden kuşattı İslam o Donanması “Grek Ateşi” (Mancınıkla savrulan yangın bombaları) ile yakılınca, Araplar geri çekilmek zorunda kaldı. Bizanslılar, sürüp giden Arap baskısından öyle bunalmıştı ki,İmparator Nikeferos Phokas, savaşta ölenlere şehit payesi verilmesini emretti. Özetle Türklerden çok önce Bizans, İs lamın savaş gücüyle yakından tanışmış bulunuyordu. Öyle ki, Bizans’ta yaşanan tasvir kırma(İkonaklast) bunalımında İslam etkisi bile aranmıştır. Heykellerin burunlarının kırılması, gözlerinin oyulması, Müslüman Türklerden önce başlamış bağnaz bir tepkiydi. Bizans’ın karşılaştığı siyasi/ekonomik sorunlar, gelenekçi tutucularla yenilikçilerin karşı cephelerde yer almasına yol açmıştır. Bizanslı Prokus, İmparatora yazdığı mektupta şunları söylüyordu: Yeniliklere alışmayı öğrenemedim. Yeniliklerden korkuyorum; çünkü değişme süreci içinde güvenliğin sağlanabileceğine inanmıyorum. Bizans Devleti’nin sürekliliğinde, yenilikçilerle koruyucu güçlerin dengesi vardı kuşkusuz. Ancak, gelenekçilerin oldukça güçlü olduğu da gözlemlenmiştir. Eğitim: Bilim- Sanat- Felsefe ve Tarih Bilinci Bilim, sanat, felsefe birikimi Küçük Asya’nın eğitim/ kültür hayatını nasıl etkiledi? Doğu-Batı kültür sentezleri nerelerde gerçekleşti, ne kadar sürdü? Küçük Asya’nın uygarlığa ne gibi katkıları oldu? “Batı uygarlığının ana kaynağı olarak bilinen Elen (Grek)'ler bilim, sanat ve felsefelerini Girit Adasıyla, Finike ile Mısır’dan aldılar Küçük Asya kıyılarında geliştirdiler(diyor tarihçi Dur ant). Romalılarla Latinler aynı gerçeğe “Doğudan gelen ışık” adını vermişlerdir. Elen kültürünü besleyen Miken de Asya kökenli Girit’ten (Minos’tan) geliyordu. Mitolojiye kulak vermek gerekir. Girit serüvenleri, Troya savaşları, Amazon söylenceleri tarihçilerce doğrulandı. Mitoloji, tek doğru yorum olmasa bile, tarihi bazı gerçekleri saklıyordu-sinesinde. Küçük Asya kıyılarına yerleşen denizci Helenler, yeni kültün varlıkları ile karşılaştılar, tanıştılar; Doğu-batı ya da Asya-Avrupa çekişmesi başlattılar. Tanrı Zeus, Finike (Doğu) Kralının güzel kızı Evropa’yı, Girit Adası’na (Batıya) kaçırmıştı. Avrupa kıtasının adı bu öyküden gelir. Edebiyat ile mitolojide Homer, felsefede Herakleitos ile Tales, matematikte Pisagor, tarihte Herdotus, coğrafyada Strabon , tıpta Hipokrates, Küçük Asya’nın büyük öncüleridir. “Her şey sudan yapılmıştır/gelmiştir” diyen Tales (İÖ 600 yılları)'in önermesi belki yanlıştı; ama çabası doğruydu anlamlıydı. Çünkü Tales, hayatı ya da dünyayı, sağduyuya ters düşen kuramsal bir genellemeyle açıklamaya çalışıyordu. Aslında, bu tür denemeler, aklın söylencelerden kurtulma çabasının örnekleri, iki bin yıl sonra gelecek bilimi haber veriyordu. Marsiyas ile Apollon arasındaki flüt-arp yarışması ya da ünlü “Midas’ın Kulakları” öyküsü, Elen ruhu ile Frikya ruhunun Küçük Asya’daki simgesel çatışmasıydı. Tanrı Apollon bile, karşıtı Dyonisos gibi küçük Asya’da yaratılmıştı. Tarihçi Muller’e göre, akılcı gelenek, insanlığın yazgısını Hz İsa’dan fazla etkilemiştir. Doğu, olup bitenleri tanrılarla açıklarken; Batı dünyası güçlü tanrılara per gerek duymamıştı. Dünyadaki ilk planlanmış kentlerden birisi olan Miletos’ta “ Her anlaşılmayan olay tanrılardan bilinirse, her şey kutsallaşır, giderek konuşulmaz, dokunulmaz olur. “ derlerdi. Milletli Anaksimander, üzerinde yaşadığımız yeryuvarın biçimi, yapısı, canlılarla evrim üzerine, günümüze ulaşmayan kitaplar yazmış; bilimsel kuramlara benzeyen gözlemler yapmış; varsayımlar üretmiştir. Güneş tutulmasını doğru olarak açıklayan Anaxagoras, Güneş’in-tanrı değil-ateşten bir kaya olduğunu düşünüyordu. Tales’in sudan geldiğini söylediği Dünya, Anaksimander’e göre ateş ya da enerji, Sökippus’a göre atomlardan yapılmıştı. tales, Homer’in sudan çıkardığı tanrıları değil, suyun kendisini sorguluyordu. Bu önemliydi. Yaratıcı tanrılara gereksduymayan, yer vermeyen bu dünya görüşü “ateist” (tanrı bilmez) olarak tanıtılmıştır. Ancak, çoğu kutsal inançlar da maddeci görüşlerden doğmuştur. soyut ve güncel tanrı arayan Kolofonlu Ksenofon, Homer’deki insan ile tanrı benzerliğine karşı çıkmış, “tanrıları biz insanların yarattığımızı” söylemek istemişti. Sakız Adalı Pisagor, evrenin sırlarını sayılarda arıyordu. Platon’a uzanan idealist felsefe okulu böyle kurulmuş, matematik böyle başlamıştı. Platonun (idea’lar) felsefesini ancak özgür bir akıl kavrayabildi. Bilim tarihçilerine göre, İyanya filozofları, işi-gücü, sanatı, mesleği olan, hayata bağlı kimselerdi. Doğa felsefesi, iki bin yıl sonraki Endüstri gibi, hür düşünceli, pratik kişilerin eseriydi. “Bilim ile felsefenin önkoşulu özgürlüktü.” (Rusell, 1959) Onun yokluğunu veya yetersizliğini bundan sonra sık sık gündemde göreceğiz. Şiir ile söz sanatı ise gerçek dışı düşlerle doluydu. Herakleitos bu yüzden Homer’in kırbaçlanmasını önermişti. “insan nedir, evrendeki yeri neresidir?” sorusunu soran filozoflar sürgüne gönderilirdi. Bu yüzden filozoflar, evreni sorgulamak yerine, ona bir çekidüzen veremeye çalışırlardı. Sayılar, dünyayı, olup bitenleri anlamamıza kuşkusuz yardım ediyordu ama her şey sayı mıydı?.. Tarih, Herdotus ile başladı. tarih yazan Herdotus, insanbilimin de babası oldu: Toplum ve kültürün insanı, eğitimle yarattığı gerçeğini gördü. Törelerin, söylencelerin, kurumların gücünü keşfetti. Felsefecilerin aradığı gerçek, insanı insan yapan düşünceler, inançlar mıydı? Platon’a göre, en büyük tehlike, siyasi partiler, hizipler, partizanlık değil, kaos (karmaşa/kargaşa) idi. Kaosu, kozmosa (evrene ve düzene) çeviren akıldı, insandı. Midillili Saphos sevginin şiirini yazarken, maddeci Pitermus “Her şey para” diyordu. Herakleitos değişmenin evrenselliğini ve kaçınılmazlığını vurgulamış, diyalektik düşünce ile bilimsel mantığın temellerini atmıştı. Hıristiyanlık inancının Küçük Asya’ya egemen olmasıyla, bilim ile felsefe önce yavaşladı, sonra duraladı, geriledi; Kilisenin denetimine girdi. Hıristiyanlığın egemen olduğu ilk bin yıla, “karanlık” çağlar denmesinin gerekçesi buradadır. İnançlar, böylece özgür düşünceye egemen olmaya başladı. Patrik 3. Leon’un ikon tasvirlerine karşı çıkması, bu eğilimin somut göstergesidir. Putperestliğe dönmeyelim derken yaratıcı sanat ile düşünce engellenmişti. Aynı eğilim zamanı gelince, İslam düşüncesinde de aynen görecekti. Resim ile tasvir yasağının kaynaklarını Hıristiyanlıkta bulmak mümkündür. Geleneği başlatanlar Türkler değildi sanki. Bizans’ta İS 1045 yılında kurulan Felsefe Okulu’nda, ortaçağlara son verip yeniçağları açan eğitim reformunun, özgür sanatların tohumlarına rastlanır. Genel (temel) eğitim programlarında(üçler ile dörtler): Gramer, hitabet, mantık+ aritmetik, geometri, müzik ve astronomi ye yer verildi. Biraz gecikmiş olmakla birlikte Bizans, çağdaş eğitim felsefesinin de temellerini atmıştı. Bu ilkler Endüstri Devrimine değin yürürlükte kaldı. Temel eğitimdeki, Okuma, Yazma ve Aritmetik üçlüsü hâlâ yürürlükte görünmüyor mu? “(Boz kurt Güvenç, Türk Kimliği, s:70-77 ) Diller: Duygular ve Düşünceler Dünyası Hint-Avrupa dillerinin kaynağı nerededir, hangi dildir? Bu sorun’un Küçük Asya kültürleri açısından önemi, burayı yurt edinecek Türkler açısından anlamı nelerdir? Üç, beş yıl öncesine değin, akademik tarihçiler Hint-Avrupa dillerinin kaynağını Rus steplerinde buluyor, Avrupa dilleriyle, Farsça ve Hint dillerinin benzerlik ilişkisini, Hazar Denizi üzerinden (kuzeyden) kurmaya çalışıyorlardı. Teoriye göre çok zamanlar önce bugünkü Ukrayna ovalarında yaşayan fakat adı sanı pek bilinmeyen bir Hint-Avrupa kavmi, Hindistan’ı işgal ederek Hint dillerini, Batıya göçerek Avrupa dilleri ailesin başlatmıştı. Hint-Avrupa dili konuşan Firiklerin Balkanlardan geldikleri biliniyordu da, Hititlerin doğudan mı yoksa batıdan mı geldiklerine, son yıllara değin, karar verilemiyordu. Teoriyi tartışmaya açacak ikinci bir tez bulunmuyordu. Dil arkeologu Renfrew (1987), yıllar süren araştırmalardan sonra, akla yakın gelen yeni tezler attı ortaya: Hint-Avrupa dilleri, Rus ovalarından değil, Küçük Asya’dan yayılmıştı doğuya ve batıya. Çağdaş dillerin ortak kaynağı Küçük Asya idi. Neolitik (tarım) devriminin yayılması sırasında, Küçük Asyalı tarımcılar, konuştukları dilleri de sabanlarıyla birlikte taşıyıp, Balkanlardan Avrupa’ya;İran yaylası üzerinden İndis Vadisini’ne, Hindistan’a götürmüşlerdi. Ortak ata dil, yerel, yöresel, bölgesel dillerle karışıp kaynaşarak, Hint- Avrupa dilleri ailesini oluşturmuştu. Bir Hint- Avrupa dili olan Hititçe’nin hiçbir yerden ya da yönden gelmesi gerekmiyordu; çünkü Hititler öz be öz Küçük Asya dillerini konuşuyordu. Batı dilleriyle doğu dillerinin benzerlik ilişkisi de böylece kurulmuş oluyordu. aradan beş yıl geçmiş olmasına karşın, Renfrew’nün önerisine karşı çıkan ya da yankı veren olmadı. kabul görmüş olmalı. Tez doğru ve geçerli ise- ki öyle görünüyor- Hititlerden Bizans’a Küçük Asya’dan gelip geçen bütün toplum ya da toplulukların, kültürlerin büyük çoğunluğu, aynı dili değilse bile aynı kökten gelen dilleri konuşuyordu. Bu kuralın dışında kalanlar Araplar ile Türklerdir. Arapça, hemitik (semi tik) karakterde Ortadoğu dili, Türkçe ise Al tay kökenli Orta Asya dilidir. Gerçi, Türkçe’nin ölü dil Sümerciye benzerliği üzerinde duranlar varsa da, sonuçları açısından önemli değildir. Mezopotamya ile Küçük Asya kültürlerini yaratanlar, Türk soyundan gelmedikleri gibi, kültür tarihi açısından böyle bir zorunluluk da yoktur. Ekrem Akurgal’ın çeşitli vesilelerle yineleyip anımsattıı gibi, Hititler kuşkusuz Türk değildi; ama biz Türkler, biraz Hititli, biraz Frikyalı, biraz Lidyalı, Kapadokyalıyız. Küçük Asya'yı fetheden, yurt edinen Türk boyları ile Türk (men)ler, Latince(Romaca veya Rumca), Ermenice, Elence, Farsça (Kırmanca) vb Hint-Avrupa dillerinin konuşulduğu ülkeler, toplumlarla çevrilmiş buldular kendilerini. İslam dünyasının evrensel dili sayılan Arapça'yı da sayarsak, dil-kültür mirası açısından, Türk fatihler tümüyle yabancı bir dünyayı fethedip yerleşmişlerdi. Farsça, Arapça, Rumca( Latince ve Elence) konuşulan bir anayurtta kendini kabul ettirmeye çalışan Türklerin “barbarlığı” (ya da Elence bilmezliği) , bu od il farklılığından, çevreyle iletişim kurmada karşılaştıkları çetin engellerden kaynaklanıyordu. Gerçi, Tarcan adlı bir meraklının(!) Limni Adası’nda bulunduğunu haber verdiği proto-Türkçe yazıt, İÖ 500 yıllarına tarihleşmiş; ama ya Türkçe sinde ya alfabesinde ya da tarihleşmesinde bir yanlışlık var gibi görünüyor. Türkçe, Küçük Asya’nın, Balkanların ve Ortadoğu’nun yeni evrensel dili (lingua Fransa’sı ) olurken, kendisine yabancı bütün dillerin etkisi altında kaldı. Değişti, gelişti, güzelleşti ama kimliğini, kişiliğini yitirmedi. Yerel dillerden ödünç aldığı gibi onlara borç da verdi. Bugün zararlı, yabancı izlerden korumaya çalıştığımız Türkçe, Türkleşen Küçük Asya’nın izlerini taşıdığı gibi, Anadolulaşan Türklerin uyum çabalarını da yansıtmaktadır. Bugünkü dilimiz, bin yıllık geçmişimizin belki de en güvenilir belleği, belgeliğidir diyebiliriz. Türkler çağdaş kimliklerini, kültürel varlıklarını taşıyan dillerinde bulacaklardır. İlerde, aynı konuya dönmek üzere. Kişilik Yapıları: Dünya Görüşleri Küçük yaşlardaki eğitim süreciyle kazandığı temel kişilik yapısı, insanın dünyayı nasıl görüp algıladığını, dünya, hayat ve insanlar üzerindeki görüş ve düşüncelerini büyük ölçüde belirler. Başka bir deyişle, insanın kişilik yapısı ile dünya görüşleri “kültürleme” denen yaygın eğitimi sürecinin sonucudur. İnsan eğitimle insan olur. Doğa, insan, zaman-mekan ve hayat konusundaki düşünceler, inançlar, sözler, insanların kişilik yapısı ile dünya görüşlerinin aynası, yankısı, yansımasıdır. Hititlerden Bizans’a uzanan yaklaşık iki bin yıllık Küçük Asya tarihinde, iki büyük eğilim görülür: Kırsal yörelerde veya köylülükte kültürel süreklilik , kıyı kentlerde ise değişme . Kentlilik ile köylülük birbirine bağımlı varlık alanları olmakla birlikte, farklı kültürler veya aynı bütünün farklı alt kültürleridir. Bu yüzden kentliler ile köylüler, farklı kişilik yapıları ile dünya görüşlerine sahip olurlar. Kentlilik ile köylülük, Küçük Asya’nın, kara-kıyı, kuzey-güney, doğu-batı, dağ-ova, yerleşik-göçebe gelenekleri içinde çarpıcı çeşitlilikler sergilemektedir. Hititlerin konuştuğu sekiz dil, kültürel çeşitliliğin tarihi bir (s: 79) süreklilik olduğunu düşündürüyor. Öte yandan, kültürel süreklilik değişmezlik olmadığı gibi, değiş me de kopukluk değildir. Günlük dildeki karşıt anlamlarını karşın süreklilikte değişme, değişmede süreksizlik olabilir: sürekli değişme ya da kesintiye uğramış süreklilikten de söz edilebilir. Braudel (1991) ile Pazın (1985) savundukları gibi, kısa süreli tarihte değişme, uzun süreli tarihlerde ise kültürel süreklilik egemen görülür. Örnek olarak, bu bölümde üzerinde durulmuş olan bazı yönetim sorunları günümüzde de geçerli değil midir? Siyasal veya askeri devlet güçlerine karşı direnen, varlığını sürdürmeye çalışan, yaygın bir köylülük (rençperlik) gerçeği (sürekliliği vardır. Köşe yazarı Çetin Altan, uzunca bir dönem, bu direncin dayanıklılığından yakınıp durmuştu. Sosyolog Mübeccel Kıray (1991) da, ülkemizin geleceğini, köylülükten kurtulmada görüyordu. Köylünün kişilik yapısı, doğaya (toprağa) yakın çalışma koşullarını, Apollocu (dengeli) bir orta yolculuğu, devlet güçlerinin istediği, aldığı askerlik ve vergi yüklerini taşımayı gerektirir. Köylü, her yerde, kendini dünyanın merkezine koyar. Aslında, yerkürenin tam merkezinde değilse bile, bütün köyler, Nasreddin Hocanın anıran sıpası gibi, yerküre merkezinin tam üstünde değil midir? Ancak, ekip biçmekle zengin olunamadığı için, köylü, gelecek yıl alacağı bereketli üründen sonra zenginleşeceğine inanır, sabırla beklemeyi öğrenir. Mutluluk ise öbür dünyadaki cennetin ödülüdür. Hırslı ya da güçlü olanlarla bekleyemeyenler kentlere göçerler. Kent kökenli Devlet, köylere koyduğu askerlikle vergi yükümlülükleri ve kentleler tanıdığı bağışıklıklarla bu göçü adeta destekler. Böylece sorunu çözmek isterken yeni sorunlara yol açar. Askerliği melek olarak seçen köylüler, tarlada çalışıp vergi ödemekten kurtuldukları gibi, siyasete atılarak güçlü ve varlıklı olmak fırsatını yakalar. kültürel hareketliliği simgeleyen köylü göçmenler, kentlerdeki bitip tükenmez gelişmelerin yaratıcısı olurdur. Kırsal köyün, kentsel Devlet hayatına en büyük katkısı taze insan gücüdür. kentte tükenen insan varlığı köyden göçenlerle beslenir, yenilenir. Bu koşullar altında savaş, savunma hakkı olduğu kadar, devletin yasallaştırdığı hayat tarzı ve felsefe olur. “Barış istersen savaşa hazır ol” sözü Roma’dan kalmıştır. Barış içinde uzun yaşamaktansa, zafer ve savaş için ölmek yeğlenmiş gibidir. Paşalık ninnileri ve giysileriyle salınan Alparslanlar, bir çift öküzün gerisinde(s: 80) tarla sürmektense, kahramanca savaşıp şehit olmayı seçer. Köylerin sürekliliği, köyleri yöneten kentlerin bitip tükenmeyen değişmesi böyle sağlanır. Her değişme ya da yeni devlet, yeri kimlik özdeşim leri gerektirdiği için, kentler sürekli olarak yeni kişilikler, dünya görüşleri, varlık simgeleri; kısaca kimlikler üretmiş; köylüler ise köylülüğün koruyucu kanatlarına sığınmışlardır. Kısa ömürlü devletlerin vatandaşı olmamdansa, kendi köylerinin efendisi olmayı seçmişlerdir. Köy kültürlerinin benzerliği de çeşitliliği de buradan kaynaklanır. Görünür benzerliklerin ardında her köyün kendine özgü kişiliği, dünya görüşü, tarih bilinci, kimliği vardır. Törelerin her şeyi meşru (yasal) kıldığı geleneksel köyde, devletin sürekli değişen yasaları geçerli olamamıştır. Kırsal yörelerin sürekliliği böyle sağlanır. Kent insanlarının dünyası, daha karışık ya da karmaşık görünür. Önce kentsoylu (soydan kentliler) ile sonradan kentlileşmiş (görmüş) ayrımı yapılır. kentliler, beğenmedikleri davranışları “köylü” diye küçümserler. Oysa hepsinin, herkesin dip kökeni köylüdür. Deniz-dağ ayırımı, kentler için de geçerlidir. kıyı kentleri, dünyaya daha açık, özgür bir hayatı seçerken, yala-dağ kentlerinde güçlü bir iç denetim egemendir. Suyun berisindekiler (taşralılar) suyun ötesinden gelenleri heen tanıyıp elleştirirler. Suyun berisindekiler, nüfus, toplum yapısı ile dünya görüşü açısından, kasabalı yani taşralıdırlar. Görece, otoriter, otokratikt, hiyerarşik (büyüğünü küçüğünü bilen) dindar, savaşçı, töresine bağlı, şan, şeref, namuslarına düşkün insanlardır. Büyük kentlerde bütün gelenekler, iç içe değilse bile yanyana yaşarlar. Köyler kuşkusuz sanıldığı kadar tekdüze değildir; ama kentlerde köylünün her türlüsü vardır. Kentte yaşar ama kendi köyünün en iyisi olduğu ile övünür. Kentte olup bitenlere bakılırsa çok da haksız sayılabilir mi? Küçük Asya’nın kara-yayla konumlu devletleri, otoriter, hiyerarşik, savaştan yana, Tanrının cennet ile cehennem katlarını üst üste koyan, düşey dünya görüşünü simgelerken; Lidya, Likya, Karya ve Bergama gibi kıyı devletleri ise, akla-uzlaşmaya açık, barışçı, hoşgörülü, tanrıların iyi/ kötü güçlerini görüp değerlendirebilen, demokratik yani çoğulcu dünya görüşleri sergilemişlerdir(Bean 1980). Küçük Asya’nın sözlü-yazılı geleneklerinde, iki dünya görüşü bazen karşı karşıya gelip çatışmışlar; bazen imparatorluk yönetimi altında yan yana veya iç içe birlikte var olmuşlardır. Karşıt kutupları yönetimleri altında toplamaya çalışan Pers, İskender, Roma ve Bizans (s:81) imparatorlukları, iki kutup arasında salınıp durmuşlardır. Bu ikilemin sadece Doğu-Batı kutuplaşması olarak tanımlanması, basitleştirme olur. Doğu-Batı kutuplaşması, kent yerleşmelerinin batı kıyılarında ve yakınlarında, köy ile köy altı küçük yerleşmelerin ise dağlık doğuda yer almasından kaynaklanmaktadır. Bu genel gözlem, aşağıdaki kutuda, Küçük Asya folkloru ile mitolojisin iden seçilmiş öykücülüklerle örneklenmektedir. (Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Remzi Kitabevi s:77-82 )
bir baska catal höyukte bulunutlarında şiddeet..



Saat: 14:39

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık