MsXLabs
Sayfa 1 / 2

MsXLabs (https://www.msxlabs.org/forum/)
-   Çevre Bilimleri (https://www.msxlabs.org/forum/cevre-bilimleri/)
-   -   Ekoloji ve Çevre Hakkında Makaleler (https://www.msxlabs.org/forum/cevre-bilimleri/7520-ekoloji-ve-cevre-hakkinda-makaleler.html)

Hi-LaL 28 Temmuz 2006 21:33

1 ek

Dünyamızın Esrarengiz İşçileri

Alıntıdaki Ek 68438

Mikroorganizmalar sularda ve fabrikaların sıvı artıklarında bulunarak besin maddelerinin pislenmesine yol açarlar. Ama aynı zamanda, katı veya sularda erimiş halde bulunan organik artık maddelerin ortadan kalkmasını da sağlarlar. Mikropların tesiriyle artıkların parçalanmaya uğraması, sanayi mikrobiyolojisinin dünya üzerinde gerçekleştirdiği en mühim işlerden biri olacaktır.

Kullanılmış suların arıtılması, sadece sağlık bakımından değil, su tasarrufu bakımından da büyük ehemmiyet arzeder.

Biyolojik arıtmanın birinci devresinde elde edilen artıklar, sindirici bir makineye konularak mayalanmaya bırakılır ve neticede de metan gazı elde edilir. Bu gaz, şehir hava gazına karıştırılarak yüksek bir yanma gücü elde edilmiş olur. Sindirilmiş artıklarda birçok besleyici madde vardır.

Bugün kullanılmış sularda tek hücreli çeşitli yosunların yetiştirilmesi konusunda, birçok ülkede mühim çalışmalar yapılmaktadır. Meselâ, Japonya'daki bir fabrikada yosunlar, kullanılmış suların karbon gazını almakta ve böylece temiz su istihsali sağlanmaktadır. İlk denemelerin yapıldığı bu fabrikada, günde 27 kilo yosun ve 908.781 kilo arıtılmış su üretilmektedir. Bu yosunlar yoğunlaştırılarak hayvan yemine katılmaktadır. Ayrıca Prag Mikrobiyoloji Enstitüsüne bağlı bir araştırma merkezinde de, buna benzer denemeler yapılmaktadır.

Kullanılmış suların arıtılması yoluyla elde edilen katı artıklar ve ev çöpleri, hususi bu iş için kurulmuş fabrikalarda mayalandırılabilir ve böylece organik maddeler bakımından zengin gübre mayaları elde edilebilir.

Avrupa ülkelerinde, ev çöplerinin miktarı, adam başına ve günlük olarak 650 ila 1000 gram arasında değişir. Brezilya'da tropikal bölgede, şehir kesimlerinde, adam başına ve günlük olarak 600 gram; Fas'ta, Rabat'ta ise, 500 gram olarak tesbit edilmiştir. Tropikaltı ve tropik bölgelerinde, kasaba ve köylerde ise, küçümsenmeyecek ölçüde azalma görülür. Buralarda adam başına, günlük ortalama 250 gramdır.

Taze çöplerin bir gramında milyonlarca tek hücreli canlı bulunur. Bunların ameliyelerden geçirilmesi çeşitli zamanlarda olur. Sonunda, hastalık yapan mikroplar ve parazitler ölür; elde edilen gübre mayası da, antibiyotik maddeler ve toprak mikroplarının düşmanı olmayan tek hücreli organizmalar kalır. Çöplerin bu ameliyeden geçirilmesinde, 40 kg. maya elde etmek için 100 kg. çöp kullanmak gerekir.

Gübre mayası kullanımının dozları değişiktir. Hektar başına 20 ila 40 ton arasında. Şerbet, toprağın fizik özellikleri üzerinde ödemli bir tesir yapar. Kumlu topraklara döküldüğü zaman, bu toprakların suyu ve gübreyi tutabilme kabiliyetini güçlendirir ve böylece verimi artırır. (Meselâ narenciye söz konusu olduğu zaman, % 15 ile % 20 arasında bir artış sağlanır) Hatta, yoğun toprakların su geçirebilirliliğini sağlar ve yağmur mevsiminde çamura dönüşmesine mani olur. Bayırlarda ise, önemli ölçüde erozyonların önüne geçer.

100.000 ile 150.000 kişilik şehirden, günde 50 ile 100 ton arasında çöp çıkar. Bu, günde 17 ile 25 ton arasında gübre mayası demektir. 200 ile 300 hektar arasında bir toprak için bu miktar gübre mayası yeterlidir.

Bu gün, bakır, nikel, krom, kalay ve molibden bakımından zengin maden filizlerinin pek güç bulunduğu bilinmektedir. Zengin olmayan filizleri, yoğunluk bakamından zengin veya orta derecedeki filizlerle tatbik edilen madencilik işlerinde arıtmak, pahalıya mal olmaktadır. Ama, suda veya sülfirik asitte erimiş bu madenleri çıkarmak için mikropları kullanma imkânı da vardır.

On - onbeş yıl önce, Rio Tinto'da Thiobacillus ferroxidans'a benzeyen bir bakteri elde edildi. Bu bakteri nevi, daha önce, Pensilvanya kömür ocaklarında yapılan araştırmalar sırasında bulunmuştu. Bakteri, kömürdeki pritin yıkanması için kullanılan sulardan elde edilmiştir. Artık suların yüksek asitli olması, çevredeki bitkilerin kurumasına sebep olmuş ve bu alâka çekici hadise yıkanma olayının keyfiyeti üzerinde araştırmalar yapılmasına yol açmıştı. Daha sonra, Birleşik Devletlerde Bingham'da, bakır yüklü sulardan, buna benzer başka bir mikrop elde edildi. Laboratuvarlarda yapılan çalışmalar, en az sekiz madeni içine alan kükürtlü suların bu mikropların tesirinde kaldığını gösterdi.

Bu mikrobiyolojik yıkamanın ehemmiyeti mevzuunda fikir vermek için Birleşik Devletler'de, 1965'de bakır madenlerinde 370 milyon ton cüruf elde edildiğini ve mikroorganizmaların faaliyeti neticesinde bu cüruftan elde edilen bakırın A.B.D.'nin 1966’daki bakır üretiminin % 10'unu sağladığını söylemek kâfidir.

Bu yolla elde edilen bakırın tonunun 1000 dolara mal olduğu da bilinmektedir. Oysa, dünya piyasasında bu rakam 14.000 dolar kadardır. Demek ki, 1 milyon ton cürufta, % 0,3 oranında bulunan bakırın % 50 si elde edilebilirse, 600.000 dolarlık bir kazanç sağlanacaktır. Şimdilik mikrobiyolojik yıkama, ekonomik bakımdan verimli görünmektedir. Meksika, SSCB ve Birleşik Devletler gibi on ülke bu usulü kullanmaktadır.

''Tkioba siller" ve ''Ferrobakteriler'' brannit gibi bazı maden filizlerinden uranyum çıkarılmasında da kullanılabilir. Uranyum, uranil sülfat olarak çözülmüş durumuna geçer ve çeşitli şekillerde bu çözülmüş şeyden uranyum elde edilir.

1985'te uranyum ihtiyacının iki katına çıkacağı ve bundan dolayı biyolojik yıkama ile maden çıkarma yolunun çok faydalı olacağı tahmin edilmektedir.

Kanada'da "Stanrock" ocaklarından bu yolla, ayda 7500 kilo uranyum elde edilmektedir. Madenciler mikropların tesirli olduğu ocak duvarlarını ıslatmakta, elde edilen çözülmüş şeyler toprak yüzüne aktarılmakta ve bundan uranyum çıkarılmaktadır. Böylece, pek değerli olmayan tonlarca maden filizinin taşınması gereği de ortadan kalkmaktadır.

İsveç'te, içinde pek az uranyum bulunan geniş şist yatakları vardır. Bakterilerin dolaylı tesiri sayesinde, bu uranyum yoğun hale getirilebilmektedir. (Uranyum tonunun 30.000 dolar olduğu göz önüne alınacak olursa, masrafların pek yüksek sayılamayacağı kolaylıkla anlaşılır.)

Batı Afrika'daki yataklardan altın çıkarılması konusunda da, dış beslenen bakterilerden faydalanılmaktadır. Butonolda eriyen ve bu bakteri tarafından oluşturulan organik bileşimde büyük ölçüde altın bulunmaktadır.

İrkutsk'da, Değerli Madenler Enstitüsünde çalışan Rus araştırmacıları, altının erimesi ve çökmesiyle alâkalı biometalürjik usulleri incelemektedirler. Bu araştırmacılar, filizdeki altının % 30'unun yirmi saat içinde çıkarıldığını ve çözülmüş hale getirildiğini açıklamışlardır.

Manganez çıkarılmasında kullanılan filizler, umumiyetle, manganit ve pirolüzit gibi oksitlerdir. İkinci durumda oksitlenme, Ferrobakteriler olarak bilinen Leptothriks ve Godionella çeşitleri tarafından gerçekleştirilir.

Bazı madenlerin çıkarılması için mikroorganizmaların kullanılmasının çeşitli avantajları da vardır. Enerjiye hemen hiç, ya da pek az gerek duyulması, az yatırım, kullanılan âletlerin ucuz olması. Ama, bu, hayli zaman isteyen bir iştir. Bu yeni metodun verimli olabilmesi için, eskiden beri kullanılan, usûllerle birlikte veya onların ardından kullanılması şarttır. Ayrıca Mikrobiyolojinin bu tatbîkî yönünden, jeoloji, maden kimyası, biyokimya, mikrobiyoloji ve maden sanayi gibi dallarda ortaklaşa çalışmayı gerekli kıldığını da belirtmeliyiz.

İlim ve teknik gelişmelerin varabileceği oldukça üst seviyeye yaklaştığı günümüzde, her yeni keşif; bize kâinatda yer alan madde ve canlı her şeyin yaratılmasında, insanı hedef alan bir gâyenin gözetildiğini, gözle görülmeyen en küçük bir canlının dahi -benzetecek olursak- insanın idare ettiği bir orkestrada, yerinin ve vazifesinin çok mühim olduğunu ve herşeyin önceden hazırlanmış bir program ve plânın düblörleri bulunduklarını bize göstermektedir.

BAKINIZ
Ekoloji Bilimi

Çevre ve Ekoloji Haberleri
Çevre Bilimi Nedir?
Ekosistem
Çevre Nedir? Çevre Hakkında Genel Bilgiler


GusinapsE 28 Temmuz 2006 21:34

Öldüren Sular
 

Öldüren Sular


http://www.sizinti.com.tr/images/konular/83/430_1.jpgResimde çevre kirlenmesi ve zararlı sanayi artıkları sebebiyle kirlenen kar ve yağmur sularından gelen sülfirik ve nitrik asitle ölen alabalıklar görülmektedir.
Kar ve yağmur sularından gelen sülfirik ve nitrik asitle kirlenmiş dere suyundan dolayı, Adirondack ırmağında, tel kafese konulan dere alabalıkları oksijensizliğe dayanamayarak öldüler.

Binlerce İskandinav, yüzlerce A.B.D. ve Kanada göllerinde şimdi asit yağmurlarından dolayı balık yaşamamaktadır. İlim adamları fosil yakıtların yanmasından dolayı oluşan asitlerle bu göllerin kirlendiğine inanmaktalar. Bu göllerin nasıl öldürücü bir hal aldığı bilmecesi ise tamamen çözülememiştir.

http://www.sizinti.com.tr/images/konular/83/430_2.jpgYayılan sanayi artıkları çeşitli canlıların hayatını tehdit etmektedir. Resimde 5.0 pH değerindeki asitli sularda solungaçları bodurlaşmış, omurgası deforme olmuş bir semender görülmektedir.
Avrupanın sânayi merkezlerinden yayılan ve rüzgar vasıtasıyla gelen kirleticilerin, İskandinav ülkelerinde bilhassa Norveç'in güney kısımlarında tesirli olduğu görülmektedir. Bu bölgede zararlı maddeler tesirsiz hale getirilememekte ve binlerce canlı yok olmaktadır. Ekolojist Dr. Hans Hultberg İsveçte 4000 gölde artık balık yaşamadığını, diğer 14000 gölün de asitli hale geldiğini söylüyor. İsveçli ilim adamları da diğer ülkelerden gelen rüzgarların bu kirlenmeyi doğurduğunu savunuyorlar.

Zararlı maddelerle kirlenmemiş yağmur suları çok zayıf asittirler. 5,6 pH değeri taşırlar. Midyelerin 6 pH değerindeki sularda; küçük ağızlı levreklerin 5,5 pH değerindeki sularda öldüklerini biliyoruz. Fırıldak böceği ve su kayıkçısı gibi aside dayanıklı böceklerin 3,5 pH değerindeki sularda bile yaşadığı görülmüştür.

Cornell Üniversitesinde birkaç günlük semender embriyonları 5.0 pH değerinde asitli suya maruz bırakıldılar. Bu embriyonların beslenme problemleri belirdi.

İkibuçuk haftalık embriyonda ise kalbinin yanında şişlikler ve diğer uzuvlarında bodurlaşmalar görüldü. Bu bozukluklar umumiyetle öldürücüdür.

Dr. Pough 6,0 pH değerindeki sularda bu yaratıkların yumurtalarının yüzde altmışının (%60) öldüğünü görerek, beslenme zincirinde kuşlar veya küçük memeliler için önemli yeri olan semenderlerin de geleceğinin balıklar gibi yok olmak olduğunu belirtirken, onların sayısındaki bu şiddetli değişmenin, çevredeki canlıların dengesini bozacağını ileri sürdü.

Bazı ilim adamlarına göre, yağmurun asitlik derecesi ağaçtan toprağa geçinceye kadar bir miktar değişir. Yağmur suları çam, köknar gibi ağaçların yapraklarından geçerken organik ve mineral asitleri de alarak pH değeri 4,0’dan 3,9’a doğru değişir ve ağacın tepesinden dibine ininceye kadar bir kat daha kuvvetli asit haline gelir.

Bunun tam aksine, sert ağaçların yapraklarındaki tuzlar da yağmur sularının asitliğini 5.0 pH değerine kadar hafifletirler, fakat kaybedilen tuzların yeniden kazanılması için bu sert ağaçlar toprağa asitli hidrojen iyonları salıverirler.

Her iki halde de topraktan kalsiyum ve potasyum filtre edilip süzüldüğü için ağaç kökleri bu gıdalardan mahrum kalırlar. Aynı zamanda filtre edilen alüminyum ve hidrojen iyonları da balıklar için zehirdir.

Ahtapot kolları gibi yeryüzünü kaplayan yirminci yüzyıl teknolojisi oksijeni emip zehirli maddeler salıveren dev bir yaratığa benzemekte. Evet, insanlar da hayvanlar da oksijen için nefes alırlar ama nefes verdiklerinde hayatı tehdid eden zehirler yaymadıkları gibi nebatat için gıda sayabileceğimiz CO2 neşrederler ve bu muvazene binlerce yıldır sürer gelir.

Dünyada canlılar muvazenesi öyle bir keyfiyet taşımaktadır ki; herhangi bir yerinden yapılan bir müdahele hiç umulmadık yerlerde umulmadık neticeler ve zararlar vermektedir. Üzerinde yaşadığımız şu Küre-i Arzda mutlu ve huzur dolu bir hayat en tabii hakkımız olmakla beraber, bu hakkın korunması da; kendi ellerimizle geliştirdiğimiz teknolojinin yaratılış gayemize uygun olmasına ve bu gaye içinde hareket etmemize bağlı olsa gerektir.


GusinapsE 28 Temmuz 2006 21:35

Hava Kirliliği
Doç. Dr. Tuba ÖZADALI


http://www.sizinti.com.tr/images/konular/52/132.jpgDünyanın birçok büyük şehirlerindeki kirliliği, bugünlerde hasmımızda büyük çapta yer almaktadır. Atmosferdeki kirletici ajanların birikimi ile, bu hâdise kendinden söz ettirmektedir. Hava kirleticilerinin veya hava kirliliğinin ekolojik ehemmiyeti ve tesiri henüz yeni yeni anlaşılmaya başlanmıştır. Hava kirliliği, malûm olduğu üzere insanlar ve hususiyle göz, boğaz ve bronşlar gibi organlara büyük nisbette tesir etmektedir. Aynı zamanda bu ajanların kanserojenik (kanser yapıcı) yapıda olduğu da bugün tesbit edilmiş bulunmaktadır. Bazı mikroorganizmalar havayı kirletici ajanların insan hücresi üzerinde meydana getirdiği düzensizliğin araştırılmasında indikatör olarak kullanılabilir.

Hava kirliliğini meydana getiren birçok sebebler vardır. Meselâ, orman yangınları, eksozdan çıkan dumanlar, fabrika bacaları vs. Bugün hava kirliliği neticesi meydana gelen hava zehirlenmesi bilhassa Ankara'da büyük bir mesele olmuştur. 1969 yılında Ankara'da yapılan bir araştırmaya göre şehrin üzerine çöken zehir bulutunda 70.000 ton karbonmonoksit, 50.000 ton kükürtoksit, 25.000 ton kurum, 15.000 ton azotoksit, 15.000 ton Hidrokarbon tesbit edilmişdi. Bu yoğun gaz birikimi astım, bronşit, nezle, zatüre, akciğer kanseri, akciğer veremi gibi solunum hastalıklarını meydana getirmekte, ayrıca müzmin, romatizma, damar sertliği, kalp hastalığı ve çeşitli sinirsel hastalıklara yol açmaktadır.

Hava kirletici ajanlar atmosfere, kimyevî ve mikrobiyolojik faaliyetler neticesinde girebilmektedirler. Hava kirliliğinin var olduğu şehir çevresinde havanın terkibi, fosil kaynaklı yakıtların kullanılması ile değiştirilebilir. Çoğu şehirlerimizde hava kirliliğinin birinci kaynağı otomobillerdir. Bu kaynak bütün hava kirleticilerinin % 60'ını teşkil etmektedir. Endüstrinin ve güç santrallerinden kaynaklanan kirleticilerin nisbeti % 30'a tekabül etmektedir. Hava kirliliğinin % 10'u ise, merkezî ısıtma ve çöplerin yakılmasından kaynaklanmaktadır.
http://www.sizinti.com.tr/images/konular/52/133_1.jpg
Havayı kirleten ajanların en önemlileri CO2, CO, Kükürt ve Azot oksitleri, hidrokarbonlar ve partiküllerdir.
http://www.sizinti.com.tr/images/konular/52/133_2.jpg
Tabloda otomobillerin, hidrokarbon ve azot oksitlerinin atmosfere yayılmasında mes'ûl durumda olduğu görülmektedir. Endüstri ve güç santralleri gibi kirletici ajan kaynaklan, kükürt oksitlerinin hemen hepsinden mes'ûldür. CO, benzinin otomobiller tarafından yakılması ile meydana gelir. Kısmî yoğunluğu 100 ppm.'e kadar ulaşabilir. CO ise yakıtların yakılmasından ve heterotrofik (başka canlılarla beslenebilen, kendi besinini kendisi yapamıyan) canlıların solunumundan istihsal edilmektedir. Yeşil bitkilerce de bu ajan kullanılmaktadır. Hava kirliliğinde mühim yeri olan endüstriyel kaynaklı hava kirleticilerinin nisbeti son 60 yılda 15 kat artmıştır. Buna mukabil bitki prodüktivitesi hiçbir zaman bu artışa paralel olarak yükselmemiştir. CO2'in atmosferde büyük nisbetlerde birikimi, ilim adamlarınca yeryüzünde "Sera tesiri"ne sebep olacağını düşündürmüştür. Buna göre, güneşin kısa dalga boylu ışınlarının atmosferdeki CO2 tabakasından geçmesi ile dünya ısısının yükseleceğini yine CO2 in, güneşin kırmızı ötesi ışınlarını absorbe edip tekrar yeryüzüne geri gönderileceğini ve böylelikle de dünya atmosferindeki CO2 miktarının yükselmesi ile, dünya ısısının yükseleceğini savunmuşlardır. Dünya atmosferindeki C02 miktarının her % 10 artışı için, atmosferik ısının 0,5 °C yükseleceğini de hesab etmişlerdir. Fakat az önce de yine ilim adamlarınca hesap edilen, son 60 yılda atmosferin kirletici ajanı olan CO2 in, 15 kat artmasına rağmen bugün dünyamızda bu artışa paralel olarak atmosferin sıcaklığında mühim değişmeler olmamıştır. Bunun muhtemel sebebi, atmosferdeki, insanların yaşamasına imkân vermeyecek kadar sıcaklık yükselmesine sebep olacak CO2 birikiminin okyanuslarca absorblanması neticesinde artışına mani olunmasıdır. Bu düzen ve denge herhalde dünyadaki bütün canlıların ihtiyacını ve okyanuslardaki hayat şartlarını bilen birisi tarafından ayarlanmaktadır.

Bazı kirletici ajanların mühim miktarı ya tabii mikrobiolojik faaliyetlerin bir neticesi olarak, veya insan faaliyetleri neticesi meydana gelmiş artıkların parçalanması esnasında ortaya çıkar. Mikrobiyolojik faaliyetler ile hava kirletilmesine sebep olan bu organizmalar, bazı hallerde yine kendi faaliyetleri neticesi ortadan kaldırabilirler. Şöyle ki, her yıl 3 ila 10 milyon ton arası CO2'in okyanuslarda üretildiği hesap edilmişse de, okyanuslardaki CO2'in esas kaynağının ne olduğu sorusu hâlâ zihinleri meşgul etmektedir. Ancak yine de bu CO2'in kaynağının okyanuslarda yaşayan bakteriler ve algler olabileceği tahmin edilmektedir. Bu kadar yüksek miktarlarda okyanuslarda üretilen CO2'in atmosferimizde yüksek yoğunluklarda bulunmayışı ise tesirli bir şekilde CO2'in bir takım yollardan kullanıldığına işaret etmektedir. Nitekim birçok mikroorganizma fotosentezde "C" kaynağı olarak CO2'i kullanmaktadır. Aynı şekilde toprak mikroflorası (toprakta yaşayan bakteriler ve algler), populasyon ve tabii yüklerin dengelenmesi için kâfi miktarda CO2'i kullanarak atmosferde CO2'i yok edici birer kurtarıcı olarak iş gördürülmektedir.

Yine son 50 yılda, endüstri ve teknikte olan ilerlemeler neticesinde, atmosferimizde CO2 miktarında korkunç derecede artışlar olmaktadır. Fakat bu artışlar insanlığın hayatını tehdit etmemektedir. Çünki bu eşsiz düzeni kuran Zât, bunda da kendisini göstermiş ve okyanusları CO2 tutucusu olarak vazifelendirmiştir. Atmosferde insanlık için zarar verebilecek seviyeye erişen CO2, deniz algleri (bir hücreli yeşil bitkiler) tarafından kullanılmak üzere okyanuslarda erir. Daha sonra bu karbonun büyük bir kısmı okyanus tabanında, dolomit, kalsiyum karbonat (kireç taşı) şeklinde biriktirilerek zararsız hale getirilir. Bu yönü ile okyanuslar atmosferin CO2 kirlenmesine karşı kuvvetli bir tamponlama tesirine sahip kılınmıştır.

Atmosferi kirletici ajanların artışı eğer bu şekilde tamponlanmasaydı ne olurdu, biraz da onun üzerinde duralım: 1952 yılında Londra'da atmosferi kirletici ajanların hayatı tehdit edici hudutların biraz üzerine çıkması ile 4000'den çok insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuştur.

Birçok kirletici ajanlar da kanserojeniktir. Kirli havanın yoğun olduğu bölgelerde en çok görülen kanserojenik hidrokarbonlar 3,4 -benzipiren ve 1,2,5,6- dibenzenthracen'dir. Tablo 3. de dünyanın bazı büyük şehirlerindeki 3,4 benzipren kesafeti görülmektedir.

Tablo'da görüldüğü gibi 3,4 -Benzipiren'in Oslo ve Moskova'da düşük oluşu, otomobillerin az sayıda oluşundan kaynaklanmaktadır. Bronşitis -emfizeme kronik bir akciğer hastalığıdır ve hava kirletici ajanlar ile bu hastalığın daha da belirginleştiği görülmektedir. Normal akciğerlerdeki hava oksijeninin kana transferi milyonlarca küçük hücreler ve hava kesecikleri (alveol'ler) vasıtasıyla yapılmaktadır. Hastalıklı ciğerlerde ise bu alveoller iş yapamaz, böylece oksijen transfer edici çok az sayıda membran'lar (zar) tarafından bu işin yapılması da mümkün olamaz, aynı zamanda oksijen taşıyıcı bronşiollerin çapları o kadar daralır ki, oksijenin transferi daha da güçleşir ve netice ölüme kadar gider.


GusinapsE 28 Temmuz 2006 21:58

Tropikal Ormanlarda Armoni
 

Tropikal Ormanlarda Armoni


Tarık ÇELİK
Selim ÇALDIRANLI

Bugün bilinebildiği kadarıyla en çok canlı barındıran sahalar tropik ormanlardır. Bu ormanlarda birbirleriyle fevkalâde âhenkli bir münasebet içinde yaşayan bir canlılar meşheri vardır. Canlı nev'ileri bu ormanlarda öylesine zengindir ki, dünyanın başka hiç bir yerinde mümkün olmayacak şekilde bir saatte 50 ayrı kelebek nev'ini ve bir gün içinde tek bir kelebek nev'inin 50 ırkını görmek kabildir. Bir hektarlık arazide 300–500 çeşit bitki ve hayvan bulunur. Yapılan bir araştırmada Filipinler'de bir volkanın eteklerinde yetişen ağaç çeşitlerinin sayısının, bütün Amerika'da yetişenden fazla olduğu tesbit edilmiştir. Dünyanın en büyük kartalları tropik ormanlarda bulunur. Kudreti Sonsuz, "Kuddüs" sıfatının tecellisi olarak ormanların temizlik işleriyle vazifelendirdiği kartallara ve onlarla birlikte yaşayan akbabalara görevlerini gereğince yapabilmeleri için çok kuvvetli koku alma hissi, güçlü gaga ve pençeler vererek, tropik ormanlardaki temizlik işlerinin aksamadan yürümesini ve leşler sebebiyle etrafa salgın hastalıkların yayılmasını engellemiştir.

Tropik ormanlardaki uzun ağaçlar, kısa ve kalın köklerle toprağa tutunurlar. Toprak sathından başlayarak dallar öyle bir organizasyona tâbi tutulurlar, ağırlıkları âhenkli bir biçimde ağacın etrafına paylaştırılarak denge sağlanmış olur. Ağaçların en üst kısımlarındaki dallar da şemsiyevari bir organizasyona sahiptirler. Ormanlardaki bitki örtüsünün çok muhtelif olması, burada çok çeşitli hayvanların yaşamasına vesile olmuştur. Zira besin miktarı ve çeşidi bol olduğundan herkes kendi hayatına uygun bölgede varlığını devam ettirmektedir. Balta girmeyen bu ormanlarda yaşayan esrarengiz canlılardan bir arar böceği nev'i, toprağın bir metre altında 17 yıl bekler. Sonra yeryüzüne çıkar. Toprak altı yuvalarından yeryüzüne çıkışları, bir ordunun emir karşısındaki davranışlarını andırır. Hepsi gizli bir emir almışçasına aniden 300-400'lü gruplar halinde çevreye dağılırlar. Bu canlının erkeği karın kaslarını saniyede 600 defa titreştirerek dişisinin dikkatini çeker. Bu titreşim sayesinde dişi eşini bulmada hiç zorluk çekmez. Çiftleşmeden bir iki hafta sonra da erkek ve dişi ölür. Bunların en modern "havalandırma" tertibatlarını aşan yuvaları incelendiğinde, akıl sahibi herkes bunun kendi kendine ve tesadüfen olamayacağını, ancak ve ancak herşeyin ihtiyacını gören ve bilen bir Zat tarafından inşa ettirilebileceğini tasdik edecektir. Havalandırma Tertibatı ile donatılmış yuvalarında, ağaçların köklerinden özsuları emerek beslenirler.

Merhameti Sonsuz'un şaşmaz adaletinin mükemmel bir misali burada gerçekleşiyor. 17 yıl bekledikleri yeraltı yuvalarında hava ve besin ihtiyaçları mükemmel bir tertibatla karşılanan ve daha sonra çıktıkları yeryüzünde kalan iki haftalık ömür süreleri içinde nesillerini devam ettirebilmek için çiftleşmek zorunda olan bu küçük canlı nev'i, kendisine uzanan merhamet eli ve fıtratına bahşedilen kabiliyetleriyle eşini en kısa zamanda bularak neslini devam ettirmektedir. Üzerinde yaşadığımız büyük kâinat seyrangâhında en küçük bir canlı dahi istisna edilmeksizin uygulanan bu eşsiz adalet ve nizam karşısında akıllarıyla gerçeği göremeyen insanlara şaşmamak elde mi ?..

Sarmaşıkların Serencâmesi
Ağaçlara sarılan sarmaşıklar, öyle bir dayanışma içerisine girmiştir ki, ağaç kesildiğinde bile birbirlerinden ayrılmazlar. Bu şekildeki ağaçların bulunduğu bölgeden ağacın biri kesildiğinde en az 20 ağaç bundan zarar görür. Sarmaşıkların ağaçlarla sarmaş dolaş olduğu yerlerde bunlara nağme yakan papağanlar ormana ayrı bir âhenk katarlar. Sabahın erken saatlerinden akşama kadar kuşlar namına, bitkilere olan şiddetli alâka ve ihtiyaçlarını ilân ederek Yaratıcı'ya medh ve senalarını dile getirirler. Kanatları üzerindeki hârika kamuflaj tekniğiyle kendilerini zehirli canlılara benzeterek ürkütücü bir hâle giren muhtelif renklere sahip kelebekler, bu renk cümbüşü ile ormana ayrı bir güzellik katarlar. Akşam olunca da kurbağalar ve bazı kuş nev'ileri papağanlardan vazifeyi devralıp bu enfes teşekkür nağmelerini devam ettirirler. Kısacası tropik ormanlarda öylesine güzel bir denge kurulmuştur ki, büyük canlıların bıraktığı artıklar toprak solucanları, mantarlar bakteriler tarafından işlenerek tekrar kullanılabilir hale getirilir. Hasılı gıda zinciri, bu ormanlarda mükemmel bir şekilde cereyan eder.

Bu bölgelerde bütün bir sene boyunca toprak ve orman sıcaklığı 20 – 25 °C'dir. Çok uzun ağaçların üst kısımları, buharlaşmayı önlemek için mumla kaplı kalın yapraklarla örtülmüştür. Bu yüksek ağaçların altında kalan kısım fıtri bir sera şeklindedir. Yukarılarda birdenbire başlayan şiddetli rüzgar ve fırtınalar aşağılarda çok hafif bir esinti olarak duyulur. Yağmurların şiddeti azalır ve alt kısımlara çiseleyerek düşerler.

Güneş ışığı aşağı kısımlara çok az ulaşacağından Şefkat ve Rahmet eli, bazı bitkilerin, ışıktan azami derecede faydalanabilmeleri için yapraklarının alt kısmını kırmızı renk maddesiyle donatmıştır. Bu renk maddesi gelen ışığı tekrar yansıtır. Güneş ışığı yapraklar arasında adeta pinpon topu gibi dolaştırılarak kendisinden azami ölçüde faydalanılır. Ormanın zemini, çürümüş yapraklar ve kuru dallarla örtülüdür. Bunun altında da kırmızıya yakın renkte kumlu çamur şeklinde bir tabaka yer alır. Kırmızı rengi veren madde milyonlarca senedir biriken alüminyum dioksitdir. Orman toprağında bulunan bu bileşiğe "oksizol" denir. Toprağın mineral ihtiyacı, ormanda kurulan kapalı devre çalışan gıda devri daimiyle halledilmiştir. Zemine düşen yapraklar, topraktaki mikroorganizmalar tarafından ağaç ve bitki köklerinin emebileceği maddelere dönüştürülür. Toprağın sathındaki bu tabii gübreler ve zemindeki vitaminler yağmur vasıtasıyla bitki köklerine ulaştırılır. Ömrünü tamamlayan bir yaprağın düşmesinden evvel, bağlı bulunduğu ağaç, yaprağın bütün gıda maddelerini emer. Yaprakların sararıp solması da bu yüzdendir. Köklerle müşterek bir hayat süren mantarlar olmasaydı bu gıda devri daimi bir nizam içerisinde işleyemezdi. Çünkü köklerdeki mantarlara verilen vazife organik maddeleri inorganik şekle dönüştürerek tekrar kullanılabilir hale getirmektir. Ağaç da mantarlar için hayati önem taşıyan azot ve şekeri onlara verir. Mantarlar, ayrıca ifraz ettikleri hususi maddelerle ormana düşen yaprakların büyük bir kısmını gübre haline dönüştürürler. Bu dönüştürme hızı dünyanın diğer yerlerine nazaran 50 defa daha fazladır. Bakterilerin ve mantarların parçalayamadığı kalın dalları ve odunları da termitler işler. Ormana düşen dal parçalarının % 80'i termitler tarafından toz haline getirilir. Odun tozları da tek hücreli mikroorganizmalarca kimyevi bir ameliyeye tâbii tutulur.

Kâinatın insan eli değmemiş ender köşelerinden biri olan tropik ormanlarda birbirine girmiş bu hayati faâliyetlerin arzettiği görünüşteki karmaşıklık içinde öylesine âhenkli bir düzen kurulmuştur ki, anlatımı dahi bir şiir gibi akıp gitmektedir. Yüce Yaratıcı'nın sanatının mükemmelliğini gördüğümüz tropik ormanlarda, en küçük bir madde dahi israf edilmemekte, ömür süresini tamamlayan yaratıklar diğer vazifeliler tarafından çok kısa bir sürede yeniden işlenerek ormana yararlı bir hale getirilmektedir. Milyonlarca seneden beri devam eden bu âhenkli nizama, bu mükemmel iş bölümüne, bitki ve hayvan gibi farklı yaratılıştaki canlılar arasında dahi gerçekleştirilen bu yardımlaşma zincirine insanoğlu acaba ulaşabilecek mi?

Günümüz insanı bugün gömüldüğü beton yığınları arasından, uyum, anlayış ve yardımlaşmadan uzak cemiyetinin içinde böylesi güzel günlerin özlemini çekmektedir.


GusinapsE 28 Temmuz 2006 22:00

Toprak Alltı Hizmetçileri
 

Toprak Alltı Hizmetçileri


Tarık ÇELİK

Günümüzde toprak hakkında yapılan araştırmalar hızla ilerlemektedir. Toprak analiz laboratuvarları en çok başvurulan yerler arasına girmiştir. Çiftçiler topraklarını uzun süre kimyevi gübreyle gübreledikleri halde, gittikçe fiyatı artan bu madde ile umduklarını elde edememişlerdir. Böylece topraktan en iyi şekilde faydalanmak için araştırmalar başlamıştır. Çalışmalar esnasında toprağın içinde bulunan maddelerin ve canlıların da sayım ve dökümü yapılmaktadır. Meselâ, 1 m2 toprakta milyarlarca bakteri, milyarlarca ışınlı mantar, 23.000 sıçrayıcı böcek, 18.000 uyuz böceği, 800 böcek ve böcek larvaları, 550 çok ayaklı, 320 karınca, 300 kurtçuk, 240 sinek kurdu, 230 örümcek ve en az 180 tane de solucan tesbit edilmiştir. Toprak içinde farkedemediğimiz birçok küçük canlı ve bakteriler, solucan ve diğer böceklerle birlikte verimi artırmakta, toprak üzerinde bir şeyler yetişmesini sağlamaktadır. Toprak İçindeki bu yaratıklar kendi hayatlarını İdame ettirirken biz insanlara da faydalı olmaktadırlar.

Toprak içi hayat, yeme, sindirme, yenme veya çürüme safhalarını ihtiva etmektedir. Birçok yönleriyle toprağa fayda sağlayan canlılardan birisi bakterilerdir. Bunlar toprakta çok mühim bir iş görmektedirler. Ölmüş bitki ve hayvanları bitkiler için gıda haline getirme en büyük vazifeleridir. Böylece bin bakteri grubu azot muhtevalı protein bağlarını oksijen muhtevalı azotlu maddelere dönüştürmekte ve neticede bitkiler kökleriyle bu yeni maddeyi almaktadırlar. Topraktaki muayyen işler için yine hususi işler yapabilen bakteri ve mikroorganizmalar mevcuttur. Meselâ, bakteri ve mantarlar alemi arasında yer alan Aktino-misetlerin selülozu, odun maddesi sayılan lignini ve böceklerin vücutlarını kaplayan kitini parçalamada rakibi yoktur. Mesela bu maddeler insan organizması tarafından sindirilip parçalanamamaktadır. Aktinomisetler diğer canlılar gibi bir ağıza sahip olmadıkları halde, gıdaları olan organik maddelere, iplikçiklerden salgıladıkları enzimlerle tesir ederler. Karbonhidratları parçalayıp şekere dönüştürürler.

Bakteriler de parçalanmış maddeleri vücut satıhlarıyla gıda olarak alabilirler. Böylece lignin ve selülozdan da faydalanmış olurlar. Parçalanmış olan kitinin azotlu bileşiklerini bakteriler alır ve boşaltım organları olmadığı için bünyelerinde kalır. Bakteri ancak öldüğünde azot açığa çıkarak bu defa bitkilere faydalı hale geçer. Eğer toprağı karıştırdığınızda tipik bir koku duyarsanız, işte bu aktinomisetlerin faaliyetlerini göstermektedir. Toprakaltı dünyasının daha pek çok sırları vardır. Mesela, bakterilerin faaliyetleri hava sıcaklığıyla yakından ilgilidir. Sıcaklık arttıkça madde alışverişi artmakta ve tabii ki, bakteriler de daha hızlı ölmektedir.
http://www.sizinti.com.tr/images/konular/72/470.jpg
Sıcaklığın her on derece artışında topraktaki madde değişimi iki misline çıkmaktadır. Ölmüş bitki ve hayvan artıklarının toprağı besleyecek madde haline gelmeleri 9–15 ay sürmektedir. Güneş enerjisinin de yardımıyla bitkiler organik maddeler sentez ederler. Bitkilerin bu materyali,bir gıda zinciri içerisinde toprak içi canlıları tarafından işlendikten sonra geriye kalan küçük artıklar ise bakterilere yarar. Çürümüş bitki artıklarını yiyen toprak içi canlılar ayrıca bunları sindirdikten sonra zengin bir gübre halinde bırakırlar. Tropik bölgelerin toprağında ise Kuzey Yarımküreye nisbetle, böcekler toprakta daha az bulunurlar. Burada her türlü organik artığı hızla İşleyen bakteriler mevcuttur. Kuzey Yarımkürede de böcekler, bakteriler ve nebatlar bir gıda zinciri içerisinde birbirine bağlıdır. Topraktaki canlıların faydaları bunlarla da kalmaz, kendi kabiliyetleri dâhilinde toprağı havalandırır açar ve işlerler. Böylece toprağın verimi de artmış olur. Örümcekler, solucanlar, çokayaklılar, salyangoz gibi toprak sathına yakın canlılar, hareketleriyle ölmüş nebati artıkları kendi gübreleriyle de birleştirerek toprağı zenginleştirirler.

Bu mukavim maddeler, toprakta su tutma hususiyetini artırmaktan başka toprağı erezyondan da korurlar. Ayrıca toprak katmanları arasındaki sularda yaşayan küçük canlılar, daha hiç araştırılmış değildir. Yerleri az olsa da diğer hayvanlara gıda olmaktadırlar. Mesela bîr kum tanesinin etrafındaki nemli kesimde çeşitli kurtçuklar ve kamçılı mikroorganizmalar yaşar.

Kendisi beslenip hayatiyetini sürdürürken toprak verimini artıran canlılardan birisi de solucanlardır. Bugün artık toprakta 70cm. derinliğe kadar solucanların yuva yaptığı bilinmektedir. Bu derinlikten sonra enlemesine hareket ederler. Hareketleri sayesinde üstteki humusu derinlere ve mineral İhtiva eden alt toprağı da üste çıkarırlar. Yer biyologlarından C. A. Edward'a göre, solucanlar bu sayede yılda 2-25 ton toprağı alt kesimden satha çıkarmaktadırlar.

Bir noktada denilebilir ki, solucanlar kendi başlarına toprak havalandırmada rakipsizdirler. http://www.sizinti.com.tr/images/konular/72/471.jpgTopraktaki dolaşım, hayvanlar bitkileri yer sindiririrler 1) Solucanlar bitki artıklarını yuvalarına çekerler. Tesbih böcekleri de bunlardan faydalanır. 3) Küçük böcekleri daha büyükleri yer. 4) İplikli kurtlar ve algı kabuklu hayvanların (böceklerin) kitin tabakalar, yerler. 5) Bakteriler en küçük parçaları dahi işlerler. Böylece bu safhalarda gıda maddeleri teşekkül ederi 7) Bunlar da yeni bitkilere gıda olurlar.
Bavyera'da yapılan bir tecrübede, açtıkları deliklere kuru yaprakları çeken solucanların toprağın erozyona uğramasını engelledikleri tesbit edilmiştir. Yağan yağmur, toprağı çekip götürmeyerek bu delikler vasıtasıyla dengeli olarak toprak İçine geçip depolanmaktadır. Solucanların deliklere yerleştirdikleri kuru yapraklar da sindirildikten sonra çok faydalı gübre haline gelmektedir. Fakat umumiyetle 30–40 cm. derinlikte yapılan mekânize ziraat, solucanlara çok zarar vermektedir. Solucan yönünden zengin olan yerlerde toprağın sadece üstten 5 – 10 cm. kadarlık bölümünün havalandırılması yeterli olacaktır. Şayet, daha derin havalandırma yapılırsa zengin humus tabakası çok altlara ve verimsiz toprak da üste çıkacağından, ilâve olarak kuvvetli gübreleme gerekir. Fakat, kimyevi gübreler de solucanlar üzerine menfi bir tesir yapmakta ve bu canlıların sayılarının azalmasına sebeb olmaktadır. Milyonlarca yıldan beri Yaratıcı'nın emriyle; suni gübrelerin ne pahalı oluş ne de verimsizleştiricilik gibi mahsurlarına sebeb olmadan toprağın verimini artırma konusunda vazife gören bütün bu küçük canlıları koruması, insan için bir zarurettir.


GusinapsE 28 Temmuz 2006 23:21

Çöplerdeki Gizli Güzellik
 

Çöplerdeki Gizli Güzellik


Dr. Muvaffak AYVAZ
T.Çelikbilek

İnsanoğlu, eşyanın ruhundaki güzellikleri keşfedip bütünüyle ortaya koyduğu gün, en çirkin, en-pes görünen şeylerin dahi, göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahib olduğu, gök kuşağı gibi belirip ortaya çıkacakdir.

Sanayileşmenin doğurduğu hızlı şehir büyümesi, içtimâî meseleler yanında bîr takım maddi problemleri de beraberinde getirdi.

Bu maddî problemlerin başında hiç Şüphe yok ki, çevre kirliliği gelmektedir. Hava ve suların kirlenmesiyle ortaya çıkan zararlı neticeler hepimizin malumudur. Gürültü de ayrı bir "kirlilik" çeşididir. Bunların yanında çöp dediğimiz katı artıklar da mühim bir yer işgal etmektedir.

Yerleşme merkezlerinin küçük üniteler halinde olduğu ve arazi temininin bir mesele teşkil etmediği moda tabiriyle "kırsal kesim" de ev artıkları ekseriyetle beslenen ehli hayvanların yiyeceği olması sebebiyle bir problem olmamaktadır.

Halbuki şehirlerde durum çok farklıdır: Bir yandan ambalajlı ve kullanma mallarının çokluğu, diğer yandan artıkları tabii bir şekilde yok edecek "mahlukatın" bulunmayışı, çöpleri "hall-i müşkil" bir problem haline getirmiştir.

Bunları İlk önce zararsız, eğer mümkünse faydalı hale getirmek için çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Çöpleri yakma, zararsız hale getirmenin yollarından bir tanesidir. Bu durumda ekolojik bir fayda temin edilememektedir. Merkezi Amsterdam'da bulunan VAM adlı şirket, çöpün organik kısımlarının, bakteri ye mantarlar yardımıyla parçalanmasını (çürümesini) temin ederek onları "kompost" adı verilen zengin muhtevalı tabii bir gübre haline dönüştürmeyi başarmıştır. Bakteriler ve diğer mikroorganizmaların parçalama faaliyetlerini devam ettirebilmeleri için, kâfi nem ve hava gereklidir. Ayrıca sıcaklık da 60°C'dan yukarıya çıkmamalıdır. Aksi halde bu canlılar yok olacaklardır.

Müsait vasat temin edildiğinde, çöplerin bu şekildeki biyolojik ameliye ile gübreye dönüştürülmesi 8 ay sürmektedir. Çöp yığınlarından sızan suların topraktaki zemin suyuna karışmaması için de depolama mahallinin tabanı izole edilmektedir.

Çöp yığınlarında yaşayan fare ve mantarların da çevreye pek zarar vermedikleri tespit edilmiştir.

Bu şekilde yılda 1 milyon ton çöp işlenerek, 100 bin ton kompost gübre elde edilebilmektedir. Çiftçiler ve balıkçılar bunun % 20'lik bir kısmını kullanırlar. Geri kalan kısmı orman ve bahçe müdürlükleri ile büyük yeşillendirme projesiyle uğraşan kurumlara gitmektedir.

Çöpler içindeki metal, suni maddeler ve kağıt ise çürüme işleminden önce ayrılarak değerlendirilmek durumundadır.

Bu şekilde şehirleri pis kokusuyla taciz eden çöpler, Yaradanın bahşettiği tabii biyolojik çürüme ameliyesi sayesinde yeniden insanlığın hizmetine sunulacaktır.


GusinapsE 28 Temmuz 2006 23:23

Şehirlerin Akciğeri
 

Şehirlerin Akciğeri


Süleyman AYDIN

Ülkemizde, son asırlarda iki şeyin baltalanması bir türlü önlenemedi: Neslimiz ve ormanlarımız. Her ikisi etrafında da ne kadar şey yazılıp çizildi ama, gaddâr, yine gaddar, zâlim yine zâlim; mağdur yine mağdur, mazlum yine mazlum...!

Ormanlar şimdiye kadar odun hammaddesi başta olmak üzere reçine, mantar, kauçuk, sepi maddesi ve tıbda kullanılan çeşitli bitkiler, kestane, kocayemiş, çilek, böğürtlen, keçi boynuzu gibi yenebilen meyve şeklinde yan ürünleri veren kaynak olarak görülüyordu. Son zamanlarda ormanların koruyucu hekimlik bakımından çok mühim olduğu da ortaya çıkarılmıştır. Dünya nüfusunun hızla artışı, teknolojideki hızlı gelişmeler beraberinde birçok problemi de getirmiştir. Problemlerin en önemlilerinden olan çevre kirliliğine karşı ormanların müessir bir koruyucu fonksiyonu olduğu ve bu koruyucu fonksiyonunun sıhhat bakımından çok büyük Önemi haiz olduğu çeşitli ilmî araştırmalarla ispat edilmiştir.

Şehirlerin civarındaki ormanlar, insanlara sağladıkları hijyenik fonksiyonları ile âdeta şehirlerin akciğerlerini meydana getirmektedirler.

Ormanların akarsu rejimlerini düzenlediği, kaynaklan beslediği, açık alanlara nisbetle husûsî bir iklime sahip olduğu, toprakların yıkanıp gitmesini önlediği, rüzgârın hızını frenlemek suretiyle onun zararlı tesirlerini azalttığı ve havayı temizlediği günümüzde bilinen hususlardandır. Ormanlar fizikî hava kirlenmesini meydana getiren tozlara karşı da aktif bir filtre vazifesini görürler.

Ormanlar aktif filtre vazifesini icra etmelerini şu şekilde yaparlar:
1 -) Yerçekimi ve taşıma momenti neticesi, kirli maddelere karşı frenleyici fonksiyonu ile onların aşağıya düşmesini sağlaması.

2-) Geniş bir satıh oluşturan ağaç tepelerinin, kirli maddeleri adsorbsiyon {emme tutma) ve absorbsiyon yoluyla tutması ve bunu yaygınlaştırması.

3-) Rüzgârla taşınan sediment haldeki kirli maddelerin hareketini önlemesi.

Ayrıca orman, rüzgârın yönünü değiştirip rüzgâr akımına karşı bir perde oluşturarak kirleticilerin tesirini azaltır. Ormanların bu filtre işine te'sir eden birçok faktörler vardır. Ormanın yeri, yerleşim merkezi ile kirliliğin oluştuğu yerin arasında olması, hava kirliliğinin tür ve konsantrasyonu, ormanın yapısı v.s.

Ormanın rüzgâr yönüne bakan kısmının tabakalı olması, geniş bir tepe tacı sathını kaplaması, iyi bir bitki topluluğu ile örtülü oluşu toprağın filtre etme hususiyetini artırır.

Bununla ilgili yapılan bir çalışmada 1 cm3 havadaki gaz tanecikleri sayıldı; gaz fabrikası civarında 43.000 tanecik, orman içinde 4400 tanecik ve ormanın batı kenarında 1200 tanecik ortaya çıkdı. Ormanın hava kirliliğini azaltıcı veya frenleyici tesiri üzerindeki diğer bir çalışma da, bir şehrin caddesindeki 1 cm3 havada 500-800 bakteri, hemen yakınında bulunan bir ormanda 1 cm3 havada ise sadece 40-50 bakteri tespit edilmiştir. Ormanın filtre fonksiyonunda sıklık ve ağaçların boyu ile tepe kısımlarının pürüzlülük dereceleri oldukça önemlidir.

Ormanlar hava kirliliğini oluşturan CO2 gazını özümleme esnasında kullanmaları ve neticede O2 ve besin kaynağı sentezlemeleriyle de fıtrî bir filtre fonksiyonu görürler. Ormanların hasıl ettiği O sadece bizim hayatımızı devam ettirmede rol almaz; aynı zamanda Ozon tabakasının devamlılığını sağlar.

Ormanların radyoaktif kirlenmeye karşı da koruyucu fonksiyonları mevcuttur. Ormanlar oluşturdukları yaprak, dal ve j gövde kütleleri ile temas ettikleri hava içinde bulunan kirletici maddelerin konsantrasyon ve karışım nisbetlerini değiştirir ve böylece kiri süzerek sağlığı koruyucu bir iş görürler.

Bir çok ülkede bulunan atom reaktörlerinde, zaman zaman kazalar olabilmekte ve radyoaktif maddeler etrafa yayılarak ciddi problemler doğurmaktadır. 1957 yılında İngiltere'deki bir reaktördeki kazada 2200 curie radyoaktif madde serbest bırakılmış ve 500 km2 lik bir sahada süt üretimi yasaklanmış ve 2 milyon litre süt kullanılmadan yok edilmiştir. Ormanlar bu gibi radyoaktif maddelerin yayılışını %30-%60 nisbetinde frenlerler ve ağaçlar, gövde, dal ve yaprakları ile rüzgara siper olup onun hızını ve yönünü değiştirdikleri gibi, beraberinde taşıdıkları radyoaktif parçacıkları da tutarlar.

Zihin ve sinir hastalıklarına yol açan gürültüyü önlemede ormanların müessir rolleri vardır. Gürültü o kadar zararlı bir şeydir ki, kan dolaşımı bozukluklarında, kalp hastalıklarında ve miyokard enfarktüsünden meydana gelen ölümlerin artışında müessir olmaktadır. (Bak Sızıntı sayı 58) Ormanlar ve benzeri bitki örtüleri gürültüyü yansıtma ve absorbe etmek suretiyle bu mevzuda da faydalı hizmet görürler. Hususiyle motor sesinin söz konusu olduğu yollarda, trafik gürültüsünün önlenmesi için yolun her iki yanında belirli genişlik ve kapalılıkda bir orman şeridinin bulunması gerekir. Bir araştırmaya göre 50 m. genişliğinde bir park, trafik gürültüsünü 20 – 30 desibel kadar azaltmaktadır.

Büyük şehirler ve endüstri merkezleri civarında bulunan ormanlar hususî bir İklime sahiptirler. Açık sahalara oranla gündüzleri daha serin, geceleri daha sıcak bir havası vardır. Fazla buharlaşma sebebi ile ormanların tepe tabakası, sıcak yaz günlerinde çevreyi serinletir. Yüksek miktarlarda ışık tuttukları için kışın sıcak olurlar. Orman havası koruyucu bir iklim hususiyetine de sahiptir. Ormanın gölgelerinde, ışığın spektral bir şekilde yayılışı ile, insan gözünü en az rahatsız eden dinlendirici, ferahlatıcı bir vasat meydana getirilir.

Sâkin hava, derinin soğumasını azaltır. Orman atmosferinde soluk alındığında açık hava ve yerleşim merkezlerine nisbetle daha fazla nem ciğerlere gider. Ormanlarda gergin sinirleri yumuşatan bir sükûnet de vardır. Yüksek frekanslı gürültü yapıcı ses tonları, ağaç gövdeleri tarafından zararsız hâle getirilir. Ormandaki bu sessiz ve sâkin hava şehirlerde bunalmış insanlar için çok faydalı bir fizikî dinlenme, tedavi ortamı oluşturur.

Şehir içinde bulunan her ağacın enerji ve ısı bakımından atmosfer havasına müsbet bir tesiri vardır. Terleme yapması ile rutûbet kaynağı düşük sıcaklık sebebi ile, radrasyon ve sıcaklık kaynağı, oluşturur. Yeşillikleri ile radyasyonun zararlı tesirlerini azaltır, toz ve gürültüyü minimum seviyeye düşürür.

lsopren, pinen limonen, mytren gibi tedavi yönünden insana tesir edecek eterik
http://www.sizinti.com.tr/images/konular/64/145.jpg
yağları ihtiva etmesi ve az toz bulundurması ormanların bir başka değerli yönüdür. Orman mikro iklimindeki insanlar için son derece kıymetli ve güzel kokan maddelere hava vitaminleri ismi verilir.

İğne yapraklı ormanların yayılış gösterdiği yerlerin havasındaki eterik yağlar, bronşit ve üst solunum hastalıkları için tabiî bir tedavi imkânı sağlar ve bu gibi hastaların âdeta bir İnhalasyon (teneffüs) merkezleridir. Çam ormanlarında bulunan eterik sahaların akciğer tüberkulozu tedavisinde tesiri olduğuna dair deliller de vardır.

Netice olarak diyebiliriz ki, ormanların hammadde kaynağı olmasından daha mühim olan, toprağı koruyucu ve su ekonomisini tanzim edici, hususî iklimi ile büyük şehirler civarındaki halkın gezme, eğlenme, dinlenme ihtiyaçlarını karşılayıcı fonksiyonları vardır. Etrafımızı çepeçevre saran nimetleriyle, bizlere kendi rahmet ve keremini tanıttırmak isteyen Rahmet-i Sonsuz'a ne kadar teşekkür etsek az değil mi?


GusinapsE 28 Temmuz 2006 23:25

Asit Yağmuru
 

Asit Yağmuru


Avni ÇETİNKURT
Çağımızda teknoloji dev adımlarla ilerlerken, maalesef etrafımızdaki çevreyi durmadan kirleterek bozmaktadır. Halbuki teknoloji geliştirilirken, çevremizin korunması ve muhafaza edilmesi de en az teknolojinin geliştirilmesi kadar ehemmiyet arz etmektedir. Çünkü çevremizdeki düzene zıt hareket edilirse, zararı yine biz insanlar ve diğer canlılara raci olacaktır. Öyleyse çevrenin korunmasını daima ön planda tutacak bir teknolojinin geliştirilmesi zarureti vardır. Yoksa bir taraftan teknolojide baş döndürücü gelişmeler kaydederken, diğer taraftan dünyayı yaşanmaz bir yer haline getirmemiz muhtemeldir. Temennimiz çağımızda gelişen fenler ve ilimler vasıtasıyla kâinattaki âhenk ve düzeni idrak eden insanoğlunun bu âhenk ve armoniye uyan bir medeniyet teessüs ettirebilmesidir.

Asit yağmuru, insanların kömür, petrol ve diğer fosil yakıtları kullanması veya bakır ve nikel gibi metaller elde etmek için maden filizlerinin eritilmesiyle başlar. Kükürt ve azot oksitleri hava kirletici gazlardandır. Bunlar rüzgâr yoluyla ilerlerken, atmosferde sülfirik ve nitrik asit şeklinde uzun süreli çevre kirliliği problemlerine dönüşür. Daha sonra göl ve nehirlere, orman ve tarlalara dönüşleri "asit depozisyonu" diye adlandırılır. Çünkü kuru, mikroskobik partikül ve gazlarla düşebildikleri gibi, yağmur ve karla da düşebilirler.

Asit yağmuruyla gökten pek çok başka madde de gelir: Bazı nisbeten önemsiz zayıf asitler; kurşun, kadmiyum ve civa ihtiva eden zehirli metalleri; ve alkan, polychlorinated biphenyil ve polycyclic aromatic hidrokarbonlar gibi organik kirleticiler. Bunların bazısı "carcinogen" olarak da bilinir. Keza asit yağmurunda azot, kükürt, potasyum ve kalsiyum gibi bitki gıdalarından önemli miktarda yağabilir, fakat bu gübreleme işinde kullanılmaya çok az elverişlidir.

Asit yağmuru problemi hakkında ciddî ve umumî alâka on veya onbeş sene önce doğmuştur. Fakat problem 17. yüzyılda başlamış olabilir. 1666'da, Fumifugium adlı kitabında John Evelyn'in "smoake"ye karşı şiddetli saldırıları açıkça gösterdiği gibi, Londra'da kükürt kirliliği ciddî bir hâl almıştı. 1852'de, Angus Smith Kuzey İngiltere'nin sanayi şehri Manchester'in içinde ve civarında asit yağmuruna rastladı. Kükürt kirliliğini meydana getiren ve umumî bir kirletici olan sülfat birikintileri endüstri çağının başlangıcından itibaren Grönland buzullarında artış gösterdi.

Fakat asit yağmuru muhtemelen bu asr esnasında bilhassa II. Dünya Savaşından itibaren geniş tarım arazilerine yayılmaya ve milletlerarası bir problem olmaya başladı. Bu husus 1955'de İskandinavya'nın tarım arazilerinde asit yağmuruna rastlayan Earl Barrett ve Gunnar Brodin'in ekibi tarafından kaydedildi. Henry Houghton, New England'da asit sisi ve bulutu buldu. Eville Gorham da rüzgâr, şehirden ve sınaî bölgelerden estiği zaman İngiltere Göller Bölgesinde asit yağmuru gözledi. 1968 de, İsveç'te, Svante Oden, asit yağmurunun başlıca beynelmilel bir problem olduğunu gösterdi.

Geçen 20 – 30 sene boyunca Batı Avrupa ve Kuzeydoğu Amerika'da artış gösteren fosil yakıtların, bilhassa termik santrallerde kullanılmasıyla kısmî olarak atmosferde ciddî bir kirlilik başgösterdi. Çözüm sık sık emisyonları dağıtmak için 375 metreye kadar varan bacaların inşa edilmesinde bulundu. Maalesef bu da daha geniş coğrafî ölçülerde problemler meydana getirecekti. Aynı zamanda elektrostatik çökelticiler olarak adlandırılan hava kirliliği kontrol araçları emisyonlardan külleri uzaklaştırmak üzere kullanılmaya başlandı. Fakat küllerin alkali olması sebebiyle, onu asitten uzaklaştırmak asidi daha güçlü yapmaktadır.

Bugün asit yağmuru daha da kötüleşmektedir denilebilir. Ancak araştırmacılar bu soruya cevap verebilecek duruma gelmemiştir. Çünkü asit birikintilerini toplama ve analiz etme metodları değiştiği
http://www.sizinti.com.tr/images/konular/53/187.jpg
Gittikçe artan kirlilik ekseriyetle asla oluşumuna sebep olur. Elektrik santralleri, endüstriler ve vasıtalar tarafından açığa çıkarılan kükürt-oksit ve azot-oksidler rüzgârla sürüklenip aside dönüştürülür. Oluşan asidler kısman amonyak gazı ve ekili topraklardan Çıkan partiküller ile nötralize edilir. Asidler kuru partiküller, gazlar ya da yağmur halinde Arz üzerinde depo edilebilir. Kumlu yelerdeki göller» kireç muhtevası düşük topraklar hızlı bir şekilde aside dönüşebilir.

gibi, toplama sahaları da değişti. Ne var ki, İskandinavya'da birçok yerdeki çökeltilerin asiditesi geçen yirmi yılda artış gösterdi. ABD'nin doğu eyaletlerinde 1950, 1960 ve 1970 yıllarında yürütülen üç araştırma, asiditenin arttığını ve geniş bir şekilde yayıldığını isbat etti. Hatta, asid yağmuru gittikçe kötüleşmese bile o göller ve dereler için açık bir tehlikedir.

ASİT KAYNAĞININ ARANMASI
Çökeltilerdeki kuvvetli asit tabiî kaynaklardan da çıkabilir. 1939 da Ottaviano Bottini, Vezüv'ün çevresindeki yağmurda hidroklorik asit buldu. Bu asit sadece volkandan gelebilirdi ve yağmur bir hayli asidik idi. 2,8 pH'a sahip olan bu yağmur sirkeyle kıyaslanabilecek kadar yüksek asit ihtiva ediyordu (1).

1979 da Thomas Hutchinson ve arkadaşları Arktik Kanada'da Smoking Hills'te asit birikintileri bulunduğunu bildirdiler. Orada, kömür yataklarından çıkarılan linyitin yanması atmosferde sülfirik asite çevrilen bol miktarda kükürt oksitleri üretir. Yakın gölcüklerde pH değerleri 1,8'e kadar düşen -limonla kıyaslanabilir- aşırı yüksek sülfirik asit konsantrasyonları bulundu.

Sahillerdeki ve deniz seviyesinden aşağıdaki tuzlu bataklıklar da asit birikmelerinin tabiî kaynakları olabilirler. Bunlar atmosferde sülfirik asit yapan kükürtlü gazlar salarlar. Bunlar asit emisyonunun muhtemelen ana kaynağı değildir. Zira, ABD'nin sahil kesimleri pek fazla asidik değildir. Bir şey daha var ki, sahilden içlere doğru ilerlerken, sodyum ve klor iyonlarında bariz bir düşme görülürken sülfirik asidi oluşturan kükürt ve hidrojen iyonlarında aynı düşüş görülmez. Bu da onların sahil şeridi bataklıklarında yapıldıklarına çok az ihtimal verdirir. Bu bataklıklar, keza, amonyak da çıkarırlar ki, bu sülfirik asidin bir kısmını nötrleştirir.

Her halûkârda sanayi ve trafik, asit birikmesinin başlıca kaynağıdır. Pek çok kükürt oksitleri elektrik üretim tesislerinden gelir. Keza fuel oil yakan veya kükürt ihtiva eden metal filizlerini işleyen endüstriler de önemlidir. Azot oksitleri ekseriya otomobil ve elektrik santrâllerinden kaynaklanır.

Bu gazlar rüzgârla ilerledikçe atmosferle reaksiyona girerek sülfirik ve nitrik asit yaparlar, bunlar sadece çıktıkları yeri değil uzak bölgeleri de kirletirler. Yüzlerce kilometrelik yolculuk esnasında asitler tamamen veya kısmen nötrleşir. (Meselâ; çimento tesislerinden çıkan tozlar, ziraat alanlarından rüzgârın getirdiği partiküller ve hayvan dışkısındaki amonyak, bu asidleri nötrleştirir) Bütün bu nötrleştirici maddeler kendileri de problem ortaya çıkarırlar. Bu sebeple bunlar asit yağmuruna tam bir çözüm değildir; Aksine onlar, asid yağmurunu kaynağına kadar takip etme teşebbüslerini zorlaştırırlar.

Tabiî hidroklorik asit yağmurunun Vezüv yakınlarında veya tabiî sülfirik asit yağmurunun Smoking Hills yakınlarında olduğu gibi, asitli yağmur yakınlara yağdığında kaynağı yakalamak çok kolaydır. Angus Smith ve Growther ile Ruston'un diğer ekibi İngiltere'de Manchester ve Leeds'ten uzaklaştıkça yağmurdaki asitin düştüğünü ve kömür yakmadan hasıl olan emisyonların tarım alanlarında asit yağmuruna sebep olduğunu anladılar.

Aynı şekilde diğer bir durum Wawa'da Superior gölünün kuzeyduğusundaki demir döküm tesisleri için de söylenebilir. Bu bölgedeki göllerin pH'i normalde 6 veya 7 iken, döküm tesislerine yaklaştıkça yüksek olan 3,2'ye kadar düşer. Bölgede tabiî olarak asitli suyla çamur ve çerçöp ihtiva eden göller vardır. Fakat bunlar kahverenkli oluşlarıyla kolayca ayırd edilebilirler.

Döküm tesisleri yakınındaki göllerin asiditesi diğer bir şekilde de tesbit edilebilir. Herhangi bir çözeltinin asiditesi pozitif hidrojen iyonlarının konsantrasyonuyla ölçülür. Sülfirik asit durumunda bunlar negatif yüklü sülfat iyonları tarafından dengelenir. Nitrik asitte ise negatif yüklü nitrat iyonları bulunur. Döküm tesislerine yakın göllerde yalnız pozitif hidrojen iyonları yüksek asidite meydana getirecek şekilde konsantre edilmez, aynı zamanda sülfat iyonları da on kat artar. Bunlar sadece fabrika artığı kükürtdioksidin havadaki oksijenle birleşmesiyle ortaya çıkmış olabilir. Kaynaklarından fazla uzakta olsalar bile asit kaynağını tesbit etmek hâlâ mümkün olabilir. İngiltere Göller Bölgesinde rüzgâr kuzeydoğudan estiğinde yağmur, sülfatça yüksek, kurumlu ve asidiktir. Aksine İrlanda denizinden batıya estiğinde, temiz, asiditesi düşük ve deniz tuzu yönüyle zengindir.

Asit yağmurunun vuku bulduğu yerlerde göl, nehir, deniz ve muhtemelen orman ve diğer çevrelerde muhtelif hayat şekilleri bozulur. Asit yağmuru lüzumlu besleyici gıdaları topraktan uzaklaştırır. Ayrıca aliminyum, mangen ve çinko gibi zehirli metalleri topraktan alarak nehir ve göllere katar. Göl ve nehir suları gayr-ı tabiî hale gelir. Bitki ve hayvan toplulukları değişir ve hassas cinsler, bilhassa balıklar neticede ölür giderler.

Sanayileşmiş ülkeleri tehdit eden bu hadiseden, memleketimiz gibi gelişmekte olan ülkelerin alacağı dersler olmalıdır. Yağmurlarımızdaki asitlik derecesi belki çok yüksek değildir ama iş işten geçmeden gerekli tedbirler alınmalı medeniyetimiz üzerinde "asitli bulutlar"_ oluşmasına meydan verilmemelidir.


GusinapsE 30 Temmuz 2006 03:30

Bir Ağaç Kessek Ne Olur?
 

Bir Ağaç Kessek Ne Olur?


Salih Şeref DURAN

“Tabiattan yemyeşil bir perde, harika bir tablo… Rengârenk yapraklar; rüzgârın her dokunuşuyla, tefekkür etmenin neşvesiyle kendinden geçen bir âlim gibi coşuyor. Ağaçların dallarında kuşlar cıvıldıyor, ormanın kenarındaki yaşlı çınar ihtişamıyla göz dolduruyor ve âdeta ormana gözcülük ediyor. İnsanlar başlarını kaldırdıklarında, içleri huzurla doluyor. Kâinat kitabının bitkiler sahifesinden şirin bir orman, neşe kaynağı oluyor insanlara ve ev sahipliği ediyor onca canlıya. Perde değişiyor! Ağaçların yerini beton yığınları doldurmuş. Bacalardan yükselen kesif bir duman, şehrin havasını esir almış âdeta. Ağaçlarda, hayatta kalma mücadelesi veren boynu bükük birkaç kuş şarkı söylemez olmuş. İnsanlar öksürüyor ve mutsuz.” Siz bu iki tablodan hangisinde yer almak isterdiniz?
* Arabamızdaki bir depo benzinle, milyonlarca yıllık bir birikimi yaktığımızı biliyor muyuz?
* Tabiatta yaptığımız tahriplerle, aslında Dünya’da hayatın can damarlarını kestiğimizin farkında mıyız?

http://www.sizinti.com.tr/images/konular/330/tarla.jpgBir başkasından beklemeden tabiata sahip çıkmalıyız; çünkü “Bir ağaç daha kessek ne olur?” diyerek bizden sonraki nesillerin geleceğini tüketiyoruz. Eskimeden değiştirdiğimiz divanlar, doldurmadan attığımız defterler vs. için her yıl kaç ağaç kesildiğinin farkında mıyız? Hattâ otomobilimizle gereksiz yere gezerken bile depomuzda tabiatı harcadığımızın ne kadar farkındayız? Bütün bunların farkında olsak, yine de acımasızca tüketir miydik dünyamızın güzellik ve zenginliklerini?

Otomobilleriyle yolculuk yapan Massachusetts Üniversitesi’nden bir grup araştırmacının aklına, arabaların yaktığı benzinin kaynağının ne olduğu sorusu gelir. Ve bu araştırmacılar, çok eski zamanlarda yaşamış fitoplânktonların (fotosentez yapan tek hücreli deniz canlıları) petrol aşamasına kadarki serüvenlerini incelerler.

Ölen plânktonların sadece % 2’si okyanus dibine çökerek, binlerce metre kalınlığındaki tortul malzemenin içinde gömülü kalır. Bu ölü plânkton kitlesi belli bir sıcaklık ve yüksek basınç altında % 75 nispetinde ham petrole dönüştürülür. Yoğunluğu suyun yoğunluğuna göre daha az olduğu için (0,8), bu petrol stokunun az bir bölümü yer kabuğunda yukarıya doğru göç ettirilir. Bugün bu müthiş enerji kaynağının tahminen % 25’i çıkarılıp işlenebilmiştir.

Fireler dikkate alınarak bu safhaların tahminî hesapları yapıldığında şu şaşırtıcı netice ortaya çıkmıştır: 16 hektarlık (160.000 metrekarelik) bir arazinin toplam buğday üretimine eşit 90 tonluk fitoplânkton kütlesinden, yaklaşık dört litre benzin elde edilmektedir. Ayrıca gezegenimizde 400 yıl boyunca yetişen bitkilerin tamamı, bir yılda tüketilen petrolü karşılayamamaktadır.

Müthiş denge
Dev ekosistemler yumağı olan dünyamızın gidişatını anlamak maksadıyla yapılan deneylerden biri, ‘Biyoküre 2’ deneyidir. Yerküremizin yapısına benzer, kapalı ve kendine yeterli bir sistemde işleyen süreçleri gözlemek için dev bir serada gerçekleştirilen bu deneyden çarpıcı neticeler elde edildi. Bunlardan birisi karbondioksit değerindeki artışın, tahmini imkânsız tahribatıdır. Egzoz dumanlarından, kömürden çıkan karbondioksite; oradan da fabrika bacalarının püskürttüğü zehirli gazlara kadar, birçok menfî unsur sağlığımıza zarar vermektedir. ‘Biyoküre 2’ deneyinde ortaya konan verilere göre, gelecekte karbondioksit yoğunluğu şu anki değerinin iki katına çıkabilir. Bitkilerin fotosentez (ışık enerjisi kullanılarak besin ve oksijen üretimi) yapabilmesi için gerekli olan karbondioksit miktarındaki hassas ölçüden sapma, yerkürede iklim değişikliklerine yol açmaktadır. Okyanusları inceleyen kötümser bilim adamları, iklim değişiminin neticelerini anlamaya vakit bulamadan bazı şeylerin kontrolden çıkabileceği ikazını yapmaktadırlar. Bu araştırmacılara göre atmosfere bırakılan karbondioksit miktarındaki artışın sürmesi hâlinde, yüzey sularının (denizler, göller, akarsular) son 300 milyon yılda olduğundan daha asidik hâle gelmesi, okyanuslar başta olmak üzere bütün sularda yaşayan canlılara tahminlerin ötesinde zarar verebilir. Bu risk tahmini, okyanusların biyolojik veriminin 1980’li yıllardan bu yana % 6 azaldığını gösteren bir başka raporla da örtüşmektedir.

Havadaki karbondioksit miktarıyla okyanuslar arasındaki münasebet
Atmosferdeki gazlar, suyla reaksiyona girme özelliğinde yaratılmıştır. Bu durum sudaki hayatın devamı için gereklidir. Atmosferde artan karbondioksitin giderek daha fazlası deniz suyuyla reaksiyona girmekte, bikarbonat ve hidrojen iyonlarının üretilmesine yol açmaktadır. Neticede yüzey sularının asitlilik derecesi yükselmektedir. Okyanusların ortalama asitlik derecesi son buzul çağının ertesinde (yaklaşık 10.000 yıl önce) 8,3 olarak hesaplanmıştır. Bu değer endüstri çağının başlamasından hemen önce 8,2 olarak ölçülmüştür. Günümüzdeyse bu değer 8,1 seviyesindedir. Bir senaryoya göre ekonomik büyümeye paralel olarak atmosfere bırakılan karbondioksit miktarı sürekli artacak ve kömür, petrol gibi fosil yakıtların tükenmesiyle azalmaya başlayacaktır. Şâyet kıyamet kopmazsa, atmosferdeki karbondioksit miktarı 2300 yılına gelindiğinde, milyonda 1900 (1900 ppm) ile tepe noktasına, yani günümüzdeki değerin beş katına ulaşacaktır. Okyanuslar atmosferdeki karbondioksitin bir kısmını emecekleri için, yüzey sularının pH değerinin 7,4’e düşeceği ve yüzlerce yıl bu düşük değerde kalacağı düşünülmektedir. Gerçi geçmiş 300 milyon yıl içerisinde atmosferdeki karbondioksit oranının birçok kez 2.000 ppm seviyesi üzerine çıktığı biliniyor. Ama bu miktarlarda bile, okyanus yüzey sularının pH değeri 7,5’in altına düşmemiştir. Peki, bu durumu ne engellemiş olabilir? Büyük ihtimalle bir tampon görevi yapacak şekilde yaratılmış deniz tabanındaki karbonat kayaları okyanus suyunun asitliliğinin dengelenmesinde rol oynamıştır. Yaklaşık 10.000 yıllık bir zaman diliminde gerçekleştirilen bu dengeleme hâdisesi, jeolojik safhalarla okyanusa bırakılan asidi nötralize etmek için yeterlidir. Ancak, insanoğlunun faaliyetleri veya asteroit çarpması gibi tabiî felaketlerin yol açtığı hızlı değişimleri gidermek için bu kısa zaman diliminin yeterli olmadığı düşünülmektedir. Asitlik nispetinde görülecek böylesine ciddi bir değişmenin, okyanustaki canlılar üzerinde ne gibi tesirlere yol açabileceği henüz tam olarak bilinmemektedir. ABD’nin Lawrence Livermore Millî Lâboratuvarı ’ndan iklim uzmanı Ken Caldeira , mevcut durumu; “Okyanusların kimyasını değiştiriyoruz ve bu değişik kimyanın neye yol açacağını bilmiyoruz.” şeklinde özetlemektedir. Evet, “Her şeyin sanatında nihayetsiz derecede intizam bulunması gösterir ki; nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor.”

Asitli suların karbonatı çözme özelliği olduğundan, mercanlar ve bazı alg türleri gibi kalsiyum karbonat yapılı kabuklara veya dış iskeletlere sahip canlılar, bundan en fazla zarar görebilecek canlılardır. ‘Biyoküre 2’ deneyiyle oldukça önemli seviyelere (günümüzdeki değerin iki katı seviyesine ulaşacak karbondioksitin) çıkacağı tahmin edilen karbondioksit miktarından bu canlıların ne ölçüde zarar görebileceği hususu hesaplanmış ve bu tür hayvanlarda kalsiyum karbonat oluşumunun % 40 oranında azalacağı tahmin edilmiştir. Su ekosistemlerinde hayatî vazifeler verilen bu canlıları yıkıma götürecek bu değişme, besin zincirindeki dengeleri de alt üst edebilir.

Gündüzlerimizin sönmeyen lâmbası Güneş’imiz, gecelerimizin kandili Ay ve yıldızlar, her köşe başında paha biçilmez süslemelerle bezenmiş bu yeryüzü bizlere hibe edilmiş. Kur’ân-ı Kerîm’de yeryüzü tarif edilirken, mâsûm bebekler gibi korunup-kollanacağımız, beslenip, rahat edeceğimiz bir beşiğe1 benzetilir. Başka bir yerde sanat, servet, zevk ve itibarımızın sembolü halıyla2 kıyas edilir. Kadirşinaslığın gereği; Mülk Sahibi’ni tanıma, dünya sarayının diğer sakinlerini sevme, sayma ve emanete zarar vermeden huzurlu bir yaşama olmalıdır.

Tabiatla iç içe yaşamayı, sabah otomobil homurtuları yerine kuş cıvıltılarıyla uyanmayı, bir ağaca azim ve disiplinle tırmanan karınca sürüsünü görüp aşka-şevke gelmeyi kim istemez ki! Peki, ama güzelim dünyamızı, hem de kendi ellerimizle neden yaşanması zor hâle getiriyoruz?

Bildiğimiz bir şey var ki, kâinatı dâima evirip çeviren Sonsuz Kudret, kâinatta geçerli kanunlara riayet konusunda insanları ayırt etmez. Bu itibarla, bir aile olan insanlık, çevreye ve tekvinî kanunlara ancak topyekün saygı gösterdiği taktirde yerküre çapındaki büyük felâketlerden kendini koruma yolunda fiilî bir dua yapmış olur.


GusinapsE 30 Temmuz 2006 03:33

Ekolojik Tarım
 

Ekolojik Tarım


Harun AVCI

* Ekolojik tarım anlayışıyla, kimyevî maddelerin kullanıldığı modern tarım faalxiyetler hangi hususlarda birbirinden ayrılmaktadır?
* Tarımda kimyevi maddelerin aşın kullanılması, toprakta ne gibi menfi durumların ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır?
* Böcek ilâçları ve kimyevî gübrelerle sürekli temas hâlinde olan çiftçilerde beyin, mide, prostat, bağ dokusu kanseri ve lösemiye yakalanma riski daha mı yüksektir?
* Ekolojik ürünlerle, kimyevî gübre ve ilâçlar kullanılarak üretilen ürünler arasında gıda değeri bakımından bir farklılık var mıdır?
* Ekolojik tarımda verimliliği koruma ve zararlılarla mücadele metotları... * Ekolojik ürünlerin tercih edilme sebepleri..

Günümüzde yaygın olarak uygulanmakta olan ziraat (tarım) sistemi, sentetik kimyevî madde (ziraî ilâç, kimyevî gübre ve hormon) kullanımına dayanmaktadır. Bunun esas sebebi, birim alan başına daha fazla verim almaktır. Ancak bu sistemde kimyevî maddeler çoğunlukla bilinçsizce ve aşırı kullanılmaktadır. Bu da, toprakları, yeraltı ve yerüstü sularını kirletmekte ve ekolojik dengeyi bozmaktadır. İçindeki mikroorganizmalar, böcekler ve solucanlarla canlı bir ekosistem olarak yaratılan topraktaki dengenin kimyevî maddeler ve erozyonla bozulması, onu gittikçe verimsiz hâle getirmektedir. Âdeta yumuşak bir döşek gibi yeryüzüne serilip bütün canlıların istifadesine sunulan ve insanoğlu için en önemli üretim kaynaklarından biri olan toprak, maalesef kendi elimizle dinamik canlılığını ve bu canlılar vasıtasıyla sağlanan verimliliğini kaybetmekte, âdeta yarı ölü bir yığın hâline dönüştürülmektedir. Yapılan her yanlış müdahale, onun kendine gelmesine ve üretken canlılığını yeniden kazanmasına mâni olmaktadır. Bu yanlışlığa son verilmez, verimliliği artırmak için daha fazla gübre ve üzerindeki bitkiler hastalandıkça daha fazla ilâç kullanılırsa, gelecek nesiller bu yarı ölü toprağa da hasret kalabilecektir.

Diğer yandan hormon, kimyevî ilâç ve gübre kullanılarak üretilen ürünler, insan sağlığı için de bir tehdit hâline gelmiştir. Dünya Sağlık Teşkilâtı (WHO), gelişmekte olan ülkelerde her yıl yaklaşık 500 bin kişinin ziraat ilâçlarından zehirlendiğini ve beş bin kişinin hayatını kaybettiğini bildirmektedir. Kimyevî ilâç ve gübrelerin zehirlenme gibi kısa dönemli tesirleri yanında; kanserojen, mutajen (genlerde tahribat yaparak canlıyı genetik değişime uğratan), teratojen (anne karnındaki yavruda anormalliğe sebep olan) ve alerjen tesirleri de görülmektedir. Özellikle organoklorlu ziraat ilâçlarının kullanımı birçok canlı türünün giderek yok olmasına yol açmaktadır. Bunun yanısıra, aşırı dozdaki azot ve azotlu bileşikler insanlarda solunum yolu hastalıklarına ve çocuk hastalıklarına sebep olmaktadır. Yapılan araştırmalar, sanayileşmiş ülkelerdeki çiftçilerin, rahat hayat şartlarına rağmen, bazı kanser türlerine yakalanma riskinin daha fazla olduğunu göstermiştir. Böcek ilâçları ve kimyevî gübrelerle sürekli iç içe ve temas hâlinde olan çiftçilerin beyin, mide, prostat, bağ dokusu kanserine ve lösemiye yakalanma riski daha yüksektir.

Ziraatta bu kötüye gidiş 1960-70'li yıllarda başlamıştır. Sentetik kimyevî ilâç ve gübrelerin icadı ve özellikle Batı'da sadece verim artışının hedeflenmiş olması, ziraatta menfî yöndeki değişimi hızlandırmıştır. Daha sonra bu sistem hemen hemen bütün dünyaya yayılmıştır. Bununla beraber, ilk olumsuz tesirler de yine bu girdilerin ilk andan itibaren yoğun olarak kullanıldığı gelişmiş ülkelerde görülmüştür. Bu yanlışlığın fark edilmesiyle birlikte alternatif ziraat yöntemi arayışları da başlamıştır.

Ekolojik tarım gerçekten ekolojik mi?
Bu arayış sonunda bulunan metodun adı "ekolojik tarım"dır. "Organik tarım" veya "biyolojik tarım" adı da verilen bu metot, çeşitli şekillerde tanımlanmaktadır. Basit olarak, ekolojik tarım, sun'î gübre ve ziraî ilâç kullanmaksızın nebatî (bitkisel) ve hayvanî mahsül üretimidir. Ekolojik tarımda gaye; toprağı, su kaynaklarını ve havayı kirletmeden bitki, hayvan ve insan sağlığını korumaktır.

Dünyada insan müdahalesi olmadan da çok geniş alanlarda otlar ve ağaçlar yetişmektedir. Hatta pek çok orman arazisi, ziraat topraklarından daha verimlidir. Çünkü oralarda Yaratıcı'nın kurduğu ekolojik denge bozulmamış, solucanlar, böcekler ve toprak mikroorganizmaları kendilerine verilen vazifeleri şevkle yerine getirmekte, âdeta bitkiler için çalışmaktadırlar. Meselâ toprak mikroorganizmaları onlar için şu vazifeleri yapmaktadırlar: Atmosfer azotunu fikse etmek (bağlamak), organik atıklar ve kalıntıları parçalamak, toprak menşeli patojenleri baskılamak, bitki besin maddelerinin yarayışlılığını artırmak ve dönüşümlerini sağlamak, pestisitler de dahil olmak üzere toksik bileşikleri bozmak, antibiyotikleri, biyoaktif maddeleri ve bitkilerin alabileceği basit organik molekülleri üretmek, ağır metal iyonlarını bağlayarak bitkilerce daha az alımını sağlamak, çözünemeyen besin kaynaklarını çözünür hâle getirmek, polisakkarit üreterek toprak agregasyonunu artırmak.

Solucanlar ve toprakta yaşayan böcekler ise; toprağın karıştırılması, havalandırması ve agregasyonun sağlanması gibi vazifeleri yerine getirirler.

Toprağa verilen kimyevî ilâç ve gübreler, hem mikroorganizmalara, hem de solucan ve böceklere zarar vermekte, onların ölüp azalmasına ve böylece vazifelerinin aksamasına yol açmaktadır. Bu da toprağın verimsizleşmesi demektir.

Ekolojik tarım anlayışında bu hatadan dönülmekte, toprağa sentetik gübre yerine, hayvan gübresi, bitki artıkları, deniz yosunu, yeşil gübre gibi organik maddeler verilerek toprak içindeki biyolojik aktivitenin artmasına ve bu sayede verimliliğin korunmasına çalışılmaktadır. Bunlara ek olarak tabiî fosfat, potasyum, kalsiyum, kireç, magnezyum kayaçları ile bakır, demir, mangan, molibden, çinko, bor gibi mikro besin maddeleri ve kükürt içeren tabiî maddeler de ihtiyaç duyulması hâlinde kullanılabilmektedir.

Ekolojik tarım anlayışında uyulması gereken diğer önemli bir husus, hastalık ve zararlılara karşı kimyevî ilâç kullanılmamasıdır. Bunun yerine, hastalık şartlarının meydana gelmesi baştan alınan tedbirlerle önlenmeye çalışılır. Buna rağmen bir hastalık veya zararlı musallat olursa, bunların önüne biyolojik mücadeleyle veya organik menşeli ilâçlarla geçilir. Ekolojik tarımda mücadele metodu olarak şunlar sayılabilir: zararlıların bulaşmasının önlenmesi, sağlıklı bitki yetiştirilmesi, araziye uygun bitkilerin seçilmesi, toprağın uygun şekilde işlenmesi, gübrelenmesi ve sulanması, gençleştirme ve budama yapılması, dayanıklı türlerin seçilmesi, ekim, dikim ve hasat zamanının ayarlanması, bitki artıkları ve yabancı otların temizlenmesi, böceklere tuzak kurulması ve zararlılara karşı diğer canlıların kullanılması. Zararlı ve hastalıklarla mücadelede, bunlara ek olarak ekolojik denge üzerinde olumsuz bir tesir meydana getirmeyen balmumu, kaya tuzu, kükürt, bordo bulamacı, sodyum silikat, sodyum bikarbonat, potasyum sabunu (arap sabunu), bitki ve hayvan yağları ile parafin yağı kullanılabilir.

Ekolojik tarımda verimliliği koruma ve zaralılarla mücadele etmede başvurulan diğer bir yol ekim nöbetidir (münavebe). Bitki yetiştiriciliğinde ekim nöbeti; toprak sağlığını artırmak, verimli ve kaliteli ürün elde etmek gâyesiyle aynı tarlada farklı tür bitkilerin sırayla yetiştirilmesidir. Yetiştiriciliği birbirini takip edecek bitki türleri bir plân ve program dahilinde seçilir. Bir üretim alanında ekim nöbeti izlenmediğinde; toprak menşeli hastalıklar ve nematodlar artar, topraktaki organik madde miktarı sürekli olarak azalır ve mineral elementlerin dengesi bozulur. Meselâ; şekerpancarının topraktan dekar başına aldığı besin maddesi ile yoncanın aldığı besin maddesi farklıdır. Şeker pancarı besin maddesi olarak ortalama 15 kg N ve 17,5 kg K2O kaldırırken, yonca 25 kg N ve 14,5 kg K2O kaldırır. Bu tarlaya her yıl yonca ekilirse azot eksikliği, şekerpancarı ekilirse potasyum eksikliği meydana gelir. Ama bunlar münavebeli ekilirse, besin maddesi alınması dengelenir. Ayrıca; aynı familyaya ait bitki türleri, aynı hastalık ve zararlılara hassas olurlar. Meselâ, fusarium; fasulye ve bezelyeyi de içine alan birçok sebze türüne önemli ölçüde zarar veren bir hastalıktır. Aynı tarlaya iki-üç yıl bu bitkiler ekilmezse, bu hastalıkla başa çıkılabilmektedir. Ekim nöbetinde arka arkaya dikilecek bitkilerin sıralamasında kök derinliği, toprağa bıraktığı organik madde miktarı, hassas olduğu hastalık veya zararlı çeşidi, topraktan kaldırdığı besin maddesi çeşidi gibi hususlar dikkate alınır.

Ekolojik ürün farklı mıdır?
Ekolojik ürünler, kimyevî gübre ve ilâç kullanılarak üretilenlere göre gıda değeri bakımından daha kaliteli ürün elde etmek için üretilmezler. Ekolojik ürünlerin tüketicilerce tercih edilmesinin en önemli sebebi sağlık, özellikle çocukların sağlığıdır. ABD'de, 0-2 yaş çocuk mamalarının ekolojik ürünlerden yapılma zorunluluğunun getirilmesi bu bakımdan oldukça dikkat çekicidir. Alışılmış metotlarla üretilen ürünlerdeki ilâç kalıntıları büyükler için de zararlı olmakla birlikte, bunların bebekler üzerindeki tesirinin daha fazla olduğu düşünülmektedir. Ekolojik ürünlerin tercih edilmesin diğer sebepleri arasında, bu ürünlerin çevreye zarar ve hayvanlara eziyet vermeden üretilmesi, lezzet ve aroma bakımından insana daha hoş gelmesi önemli bir yer tutmaktadır.

Ekolojik tarım daha fazla işgücü gerektirir ve birim alandan daha az verim alınır, bundan dolayı bu metotla elde edilen ürünler pahalıdır. Buna rağmen ekolojik üretim miktarı hızla artmaktadır. Şu an OECD ülkelerindeki ziraî üretimin yaklaşık % 2'si ekolojik ürün iken, bu oran ABD'de % 0,2 gibi oldukça düşük bir sevide bulunmakta, AB ülkelerinde ise % 10'a kadar çıkmaktadır. Ekolojik üretim yapanlar genelde küçük aile işletmeleridir. Bu işletmelerde hem bitki, hem de hayvan yetiştiriciliğinin yapılması, ekolojik tarım anlayışına da uymaktadır. Ekolojik tarım uygulamalarının çoğalması için, ekolojik üretimin standartlarının belirlenmesi, resmî kontrol ve sertifikasyon sistemi ile devlet garantisini simgeleyen etiket sisteminin geliştirilmesi, araştırma, eğitim ve pazarlama konularında maddî destek sağlanması gerekmektedir.

Ülkemizde üretilen ekolojik ürünler büyük ölçüde yurt dışı pazarlara gönderildiğinden, ekolojik mahsul üretim miktarı ve çeşitliliği yurt dışından gelen taleplere göre değişmektedir. İhracatın bir gereği olarak, üretim, ihracatçı firmalar ile çiftçiler arasında yapılan sözleşmeye göre yapılmaktadır. Sözleşmede fiyat ve satış garantisi olması çiftçilere avantaj sağlamaktadır. Diğer yandan firma, üretimde ekolojik tarım için konan yasaklara uyulup uyulmadığını kontrol ettirmektedir. Kontrol ve sertifikasyon, ekolojik tarımın önemli basamaklarından biridir. İç ve dış piyasalarda bir ürünün ekolojik olarak satılabilmesi için ekolojik ürün sertifikasına sahip olması gerekmektedir. Sertifika sistemi ürünlerin ekolojik standartlara göre üretildiğinin, işlendiğinin, paketlendiğinin garantisidir. Bu da tüketiciye güvence vermenin yanında üreticileri ve firmaları da haksız rekabete karşı korumaktadır.

Meyve ve sebzeler, taze kümes hayvanı ve yumurta, taze süt, tereyağı ve peynir piyasada bulunan başlıca ekolojik ürünlerdir. Bütün dünyada hızla artan ekolojik tarımda genellikle ülkelerin eskiden beri yetiştirmekte oldukları ürünleri ön sıralarda yer almaktadır. Meselâ Hindistan'da çay, Danimarka'da süt ve ürünleri, Arjantin'de et ve mamulleri, Afrika ve Orta Amerika ülkelerinde muz, Tunus'ta hurma, zeytin yağı ekolojik olarak üretilen ilk ürünlerdir. Türkiye'de ise ekolojik ürün olarak üretilen ve ihraç edilen ürünlerin başında, kurutulmuş meyveler ve sert kabuklu meyveler, yaş meyve ve sebzeler, tahıllar ve tıbbî bitkiler gelmektedir.

Ülkemizdeki ziraat arazilerinin çoğu sanayiden uzak, suyu ve toprağı az kirlenmiş durumdadır. Diğer yandan çiftçi başına düşen arazi miktarı Batılı ülkelerdekine göre oldukça küçüktür. Bunlar şu an için ekolojik üretime geçişi kolaylaştıran önemli iki faktördür. Türkiye bunu değerlendirebilirse, küçük ziraî işletme yapısıyla ekolojik tarımda hızlı bir ilerleme sağlayabilir. Bu ise hem çiftçi kesiminin gelirinde bir iyileşmeye, hem de çevreye ve insan sağlığına zararlı ziraî üretim sisteminden vazgeçmeye vesile olur.


GusinapsE 30 Temmuz 2006 03:34

Enerji Nimetlerinden Jeotermal
 

Enerji Nimetlerinden Jeotermal


Prof.Dr. M. Ubeyde CAN

* Yaratılıştan depo edilmiş 'yerküre ısısı' olarak tarif edebileceğimiz jeotermal enerji, günümüzde hangi sahalarda kullanılmaktadır?
* Jeotermal enerji, günümüzde kullanılan diğer enerji kaynaklarına göre, gerek maddî açıdan, gerekse sağlık açısından hangi avantajlara sahip kılınmıştır?
* Jeotermal enerji sisteminin uygulanmasında, bazı teknolojik tedbirlerin alınması
neden önemlidir?
* Jeotermal enerji kaynakları bakımından ülkemizin dünyadaki yeri…
* Çevre kirliliğinin önlenmesinde jeotermal enerjinin rolü…

http://www.sizinti.com.tr/images/konular/318/jeotermal2.jpgDr. İsmail Bey kış mevsiminin bu soğuk günlerinde, sokaklarda maske ile dolaşıyor olmasına çok içerliyordu. Ama maskesiz dolaşınca da hava kirliliğinin tesiriyle öksürmeye başlıyordu. Hele bebekler ve çocuklar bu durumdan daha müteessir oluyordu. “Ne garip durum!” dedi içinden. “İnsan, kendinin ve başkalarının hayatını bilerek veya bilmeyerek tehlikeye atıyor. Koca koca akıllar bir hava kirliliğine çözüm üretemiyor.” diye düşündü.

Biraz ilerleyince yol ortasındaki mazgalların arasından yükselen buhar dikkatini çekti. Yakınlardaki kaplıca suyu buradan geçiyor olmalıydı. Birden hava kirliliğine çözümün, tam karşısında olduğunu fark etti. Suyun öylesine akarken hâl diliyle “Beni neden değerlendirmiyorsunuz? Benden niye yeterince faydalanmıyorsunuz? Sizi ve beni yaratan Kudret, sizin için bende nice faydalar yarattı; bir bilseniz ve bunu değerlendirseniz!” dediğini duyar gibi oldu.

Tarih boyunca ülkelerin kalkınmasında önemli bir faktör olan enerji, aynı zamanda çevre kirliliğinin de önemli sebeplerinden biri olmuştur. Hızlı nüfus artışıyla birlikte sanayileşme ve şehirleşme büyük bir ivme kazanmış, ancak, bunların yol açtığı çevre kirliliği geleceğimizi tehdit eder hâle gelmiştir.

Sanayileşmiş ülkeler, artan enerji ihtiyaçlarını gidermek için, çevreyi kirletmeyen, temiz, ucuz ve yenilenebilir kaynak arayışına girmiştir.

Ülkemizin enerji ihtiyacının yarısı; petrol, doğalgaz ve kömür gibi ithalata dayalı kaynaklardan karşılanmaktadır. Bilhassa petrol ve doğalgazda büyük ölçüde dış kaynaklara bağımlılık söz konusudur. Son 20 yıl içinde petrol fiyatları, dünyadaki petrol arzındaki azalmalar ve bazı politik gelişmeler sebebiyle aşırı ölçüde artmıştır. Bu artışlar diğer yakıt fiyatlarına da belirli ölçüde yansımaktadır. Bu yüzden ülke ekonomisi zaman zaman zor durumlarda kalabilmektedir. Dolayısıyla enerji harcamaları önümüzdeki yıllarda da devlet ve aile bütçesinde önemli bir yer tutmaya devam edecektir.

Üretimi oldukça pahalı olan fosil yakıtlı enerji kaynaklarının belli bir süre sonra bitecek olması, yeni alternatif kaynakların bulunmasını mecbur kılmaktadır. Alternatif enerji kaynaklarıyla ilgili çalışmalarda, üretilecek enerjinin ekonomik olması kadar, ülkeyi dışa bağımlılıktan mümkün olduğunca kurtarması ve çevreyi en az kirletmesi hususları göz önünde bulundurulmaktadır. Ülkemiz açısından bunlar dikkate alındığında, alternatif enerji kaynaklarının ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bir yandan dünya enerji kaynaklarının kısıtlı ve üretilen enerjinin pahalı oluşu, diğer yandan da çevre ve insan sağlığıyla ilgili hassasiyetlerin gelişmesi; güneş, rüzgâr, hidrojen ve jeotermal gibi temiz, yenilenebilir ve çevre dostu kaynakları gündeme getirmiştir.

Jeotermal enerji nedir?
Jeotermal enerji, yerkabuğunun çeşitli derinliklerinde birikmiş basınç altındaki sıcak su, buhar, gaz veya sıcak kuru kayaçların içerisindeki ısı enerjisidir. Yağmur ve kar suları yerkabuğundaki çatlaklardan yer altına süzülerek, magmanın ısıttığı kayalık katmanlara ulaşarak ısınır. Isınan sular, sıcak su kaynakları, buhar veya sıcak su-buhar karışımı olarak yeryüzüne ulaşır. Bir başka ifadeyle, jeotermal enerji, yaratılıştan depo edilmiş "yerküre ısısı" olarak da tarif edilebilir. Yerküre'nin merkezi çok sıcak olduğundan yüzeyden derine inildikçe sıcaklık artmaktadır. Yer merkezine doğru ortalama sıcaklık artışı 30 oC/km'dir. Sıcaklık artışı termal olmayan bölgelerde 10-40 oC/km, semitermal (yarı termal) bölgelerde 70 oC/km, hipotermal bölgelerde ise 70 oC/km'den fazladır. Deprem kuşakları ve volkanik bölgelerde, yerkabuğunun zayıf noktalarında yüzeye yakın kısımlara sokulmuş magma sebebiyle bunun çok üstünde jeotermal gradyen (Yerkürenin belirli bir noktasında yer kabuğunun jeotermal sıcaklığını 1oC artıran derinlik) gözlenir. Ayrıca fazla miktardaki radyoaktivite, sedimantasyon (çökelme) sırasında oluşan kimyevî tepkimeler de, jeotermal gradyenin yükselme sebebi olabilir.

Yerküre ısı kaynaklarının başlıcaları; yerküre içerisindeki radyoaktif maddelerin bozunumu, ekzotermik (ısı veren) kimyevî reaksiyonlar (reaksiyonlar başlamak için gereken enerjinin tepkime oluşurken çıkan enerjiden daha az olduğu tepkimeler), yerküre büzülmeleri, fay (yerkabuğu kırıkları) oluşumlarının ortaya çıkardığı sürtünme enerjisi, ergimiş kayaların soğumasıyla meydana gelen kristal ve katılaşma gizli ısılarıdır.

Jeotermal akışkanı meydana getiren sıcak sular, genellikle yağmur sularının yer altına sızmasıyla oluşan az tuzlu, asidik ve oksince zengin sular olduğundan, yeraltındaki su haznelerinin sürekli beslendiği ve yenilendiği söylenebilir. Bu sebeple pratikte beslenmenin üzerinde kullanma olmadıkça jeotermal kaynakların azalması söz konusu değildir.

Jeotermal enerji nerelerde kullanılır?
Jeotermal enerji, ısı enerjisinin elektrik enerjisine dönüştürülmesinde; ısıtma ve kurutma işlemlerinde (şeker, kâğıt, tekstil, ilâç, konserve, meyve suyu, deri, süt, orman ve su ürünleri gibi); merkezî sistemle ev ve sera ısıtılmasında (seraların, toprağın ve hayvan barınaklarının, sert iklim şartlarında yolların, toplu konutların, kampüslerin ve kent merkezlerinin ısıtılması veya soğutulması); kimyevî madde üretiminde [tatlı su, mineral üretimi, kimyevî tuzlar, ağır su (nükleer santrallerde kullanılan reaksiyon suyu), karbondioksit buzu, amonyum bikarbonat ve sülfirik asit vb. elde edilmesinde]; ayrıca tedavi maksatlı olarak kaplıcalarda ve kültür balıkçılığında (30 ºC) kullanılır.

Jeotermal enerjinin avantajları
Jeotermal enerji; yenilenebilir oluşu, reenjeksiyon (jeotermal akışkanın yer altına geri basılması) metoduyla kaynağının sürekli beslenebilmesi, diğer enerji kaynaklarına nispetle oldukça ekonomik oluşu, inşa süresinin kısa oluşu ve çok ileri teknoloji gerektirmemesi, en önemlisi temiz oluşu ve çevreyi kirletmemesi, % 99'a varan verimlilikte ve güvenilir şekilde işletilebilir olması itibariyle giderek ön plâna çıkmaktadır. Buna karşılık, jeotermal akışkanın paslanmaya, çürümeye, kireçlenme veya silişleşmeye (kabuklaşmaya) sebep olması, bırakıldığı yüzey sularını ihtiva ettiği bor elementi yüzünden kirletmesi, bünyesinde karbondioksit ve hidrojen sülfür gibi çevreye zararlı gazlar bulunması, jeotermal enerji sisteminin uygulanmasında bazı teknolojik tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir.

Bugün dünyada birçok ülkede jeotermal enerji ile şehir, ev ve sera ısıtması yapılmaktadır. Dünyada ilk jeotermal ısıtma sistemi Boise, İdaho'da (ABD) 1890 yılında inşa edilmiştir. İzlanda'nın % 85'i jeotermal enerji ile ısıtılmaktadır ve hâlen dünyadaki en uzun jeotermal akışkan hattı bu ülkededir.

Dünyada genç tektonizma ve volkanizma gibi jeolojik özellikleri sebebiyle birçok jeotermal kuşak bulunmaktadır. Bunlardan Alp-Himalaya kuşağında yer alan İtalya, Yunanistan, Tibet ve Çin Halk Cumhuriyeti ile beraber ülkemiz de oldukça yüksek jeotermal enerji potansiyeline sahiptir.

Yurdumuz; Batı Anadolu Bölgesi'nde graben (çöküntü alanı), Orta Anadolu'daki havza rejimi, doğuda sıkışma tektoniği ve kuzeyde, Kuzey Anadolu fay hattından dolayı tektonik açıdan oldukça hareketli bir bölge üzerindedir. Yüksek sıcaklı jeotermal kaynaklar genellikle Batı Anadolu, düşük ve orta sıcaklı kaynaklar ise Orta ve Doğu Anadolu'dadır. Türkiye, ısıtma maksatlı, jeotermal enerji potansiyeli ile dünyada ilk yedi ülke arasına girmektedir. Sıcaklık alt sınırı 20 oC olarak kabul edildiğinde 600 kaynak grubuyla (1000 adet kaynak) ülkemiz, Avrupa'da birinci sırayı almaktadır. Isı enerjisi olarak yararlanmak için 35 oC sınırı kabul edildiğinde ise, karşımıza 170 adet jeotermal alan çıkmaktadır. Ülkemizde jeotermal enerjiden yararlanma oranı elektrik üretimine göre konut ısıtmacılığında daha fazla olmaktadır. Türkiye'de az sayıda da olsa yüksek sıcaklık değerine sahip jeotermal alanlar da keşfedilmiştir. Ancak ülkemizde jeotermale dayalı elektrik üretimi yeterli düzeye ulaşamamıştır. Bugün arama yapılmış sahalar içinde, yeni teknolojiler kullanılarak on kadar jeotermal sahadan elektrik üretmek mümkündür. Bunlar şunlardır: Kızıldere (Denizli), Germencik, Salavatlı, Yılmazköy (Aydın), Tuzla (Çanakkale), Caferbeyli, Salihli-Göbekli (Manisa), Simav (Kütahya), Seferihisar, Dikili (İzmir).

Ülkemizin jeotermal potansiyeli açısından zenginliği, jeotermal enerjinin önemini artırmaktadır. Jeotermal kaynakların dağılımı mahallî olarak enerji ihtiyacı ile paralellik göstermektedir. Elektrik üretimine elverişli jeotermal kaynaklar yoğun olarak enerji talebi yüksek, ancak fosil kaynaklar ile hidrolik potansiyeli daha az olan Batı ve Kuzeybatı Anadolu'da bulunduğundan, buralarda jeotermal enerji, diğer üretim tekniklerine alternatif olabilir.

Bugünkü verilere göre yurdumuzda Gönen'de 3.400, Simav'da 3.200, Kırşehir'de 1800, Kızılcahamam'da 2.500, Balçova'da 11.500, Afyon'da 4.500, Kozaklı'da 1.000, Sandıklı'da 2.000, Diyadin'de 400, Narlıdere'de 1.500, Salihli'de 2.000 ve Bigadiç'de yüzlerce ev jeotermal merkezi ısıtma sistemiyle ısıtılmaktadır. Bunlara ilâveten termal tesis ve 565 dönüm sera ısıtması (Şanlıurfa, Balçova vb.) bulunmaktadır.

Dünyada jeotermal zenginliğiyle yedinci sırada yer alan Türkiye, jeotermal potansiyeliyle toplam elektrik enerjisi ihtiyacının % 5'ine, ısı enerjisi ihtiyacının % 30'una kadar karşılayabilecektir. Ancak bunların ağırlık ortalaması alındığında Türkiye enerji (elektrik + ısı enerjisi) ihtiyacının % 14'ünü karşılamaya tâliptir.

Toplam jeotermal potansiyelimizin (2.000 MWe, 31.500 MWt) elektrik üretimi, şehir ısıtma, soğutma, sera ısıtma, termal tesis ısıtma, kaplıca kullanımı, kimyevî maddeler üretimi, sanayide kullanım vb. uygulamalarda tam değerlendirilmesi ile sağlanacak hedef yıllık net yurt içi katma değer 20 milyar Amerikan doları civarındadır.

Türkiye'nin teorik jeotermal toplam kapasitesi 31.500 MWt'tır ve bunun eşdeğeri de 5 milyon evin ısıtılmasıdır. Ancak, bu muhtemel bir değer olup hedef olarak 1 milyon ev tahmin edilebilir. Bunun sebebi, bazı jeotermal kaynaklarımızın yerleşim birimlerine uzak veya bunların küçük yerleşim birimleri olması sebebiyle, jeotermal ısının bu bölgelerde sera ve endüstriyel ısıtma, kaplıca, kimyevî madde üretimi ve balık çiftliklerinde kullanılmalarıdır.

Bugün jeotermal kaynaklarımızın binde bir-ikisini ancak değerlendirebilmekteyiz. Ülkemizde jeotermal araştırmalar için yeterince jeofizik etüt ve sondaj yapılmamaktadır. Kendi öz varlığımız olan, dışa bağımlı olmayan, bulunduğu yerlerde değerlendirilerek teknik ve ekonomik avantajlara sahip olan çevre dostu jeotermal enerji konusunda, bir an önce daha kuşatıcı ve yaygın çalışmalara başlanması, ülkemiz için önemli bir kamu hizmeti olacaktır.

Allah (cc), dünyamızı yaratırken insanı akıl yönüyle oldukça üstün bir donanımda yaratmış ve dünyamızı insanın kullanımına vermiştir. İnsanlığa, var olduğu günden beri ve varlığının biteceği güne kadar, bütün ihtiyaçları dünya denen bu gezegende sunulmuştur. İnsana düşen, bütün nimetleri ihtiyacına göre ve ihtiyacı kadar, bir gün tükeneceği şuuruyla kullanması ve buna göre hareket etmesidir. Gerçi Allah, her dönemde insanların ihtiyaçlarını gidermek için kullanacağı enerjiyi, çeşitli yollardan sağlamayı insanlığa lütfetmiştir. Hasılı O, Kendisinden dilediğiniz her şeyi verdi. “Öyle ki Allah'ın size verdiği nimetleri birer birer saymaya kalkarsanız, mümkün değil, onları toptan olarak bile sayamazsınız. Gerçekten insan zalim ve nankördür.” (İbrahim, 34) İlâhî beyanı, enerji alanında da geçerlidir. Bu bir dönem kömür, bir dönem petrol, bir dönem de jeotermal enerji olabilir. Bu yönüyle jeotermal enerji, Allah'ın insanlara lütfettiği ve faydalanılması gereken bir nimet olarak karşımızda durmaktadır.


GusinapsE 30 Temmuz 2006 03:36

Karla Gelen Güzellik
 

Karla Gelen Güzellik


Prof.Dr. Mustafa NUTKU

Çocuklara; "Tavuk mu yumurtadan, yoksa yumurta mı tavuktan çıkar?” diye sorarlar. Bu soruya benzer şekilde soracak olursak: “Kar yağdığı için mi hava soğuk olur, yoksa hava soğuk olduğu için mi kar yağar?” Bu iki soru birbirine benzese de, cevaplar birbirinden farklıdır.

Okullarda, ansiklopedilerde ve kitaplarda 'Kar niçin yağar?' başlığı altında anlatılanlar, aslında 'kar'ın niçin yağdığına değil, nasıl yağdığına dâirdir. Çoğu zaman 'nasıl' ve 'niçin' sorularının doğru yerde kullanılıp kullanılmadığına dikkat edilmez. 'İlim' ve 'bilim' kelimelerinin doğru yerlerde kullanılmadığına da çok rastlanır. 'İlmî hakikatler' ve 'bilimsel gerçekler' her zaman birbirinin yerine kullanılabilecek mânâda değildir.

Yale Üniversitesi profesörlerinden Arthur Thomson , bu yanlışlığı şöyle izah ediyor:
"Hakikat, yalnız bilimin gösterdiğidir.' demek doğru değildir. Çünkü bilim şunları arar: 'Bu nedir ve hangi sebeplerle meydana gelmiştir?' 'Bu niçin böyledir? Bunun mânâ ve gâyesi nedir?' gibi sorular bilimin sahasına girmez. Her şeyin 'niçin'i bilimi aşar, bu bilimin ötesidir. Bu problemleri felsefe cevaplandırmaya çalışır; fakat felsefe de dinden kopuksa, bu soruları doğru cevaplayamaz. Beşerin sorularını onları huzura sevk edecek tarzda hikmetlerle cevaplayan ise dindir."

'Kar niçin yağar?' sorusuna verilecek doğru bilgiler, 'kar'ın yağmasının hikmetleridir. Bu hikmetleri, 'kar'ın kendisinden bilmek büyük bir yanlışlık olur. Bunlar, ilâhî hikmetlerdir.
'Kar'ın nasıl yağdığının cevabı ise, fizik ve kimyanın araştırma metotlarıyla yazılmış fen kitaplarında mevcuttur.

Aslında, yalnız karın yağmasında değil, varlık âleminde gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyde, Allah'ın diğer isimleri ile birlikte bilhassa Hakîm isminin tecellileri vardır. Çünkü, bu dünya dârü'l-hikmet; insanın ölüm kapısından geçerek gideceği âhiret âlemi ise dârü'l-kudrettir. Bu dünyada olanlar, Allah'ın koyduğu sebepler perdesiyle cereyan eder; bu sebepleri yapan ve çalıştıran Müsebbibü'l-Esbâb'ı (bütün sebepleri meydana getiren Allah) bu perdede takılıp kalmadan tanımak, insanın bu dünyada en mühim imtihanıdır. Âhirette ise, imtihan olmadığından, Allah (cc), kudretini sebepler perdesini kullanmadan doğrudan tecellî ettirir.

Bu dünya dârü'l-hikmet ise, 'hikmet' ne demektir? Bir âyet-i kerimede: 'O hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet nasip edilmişse, doğrusu, o büyük bir hayra mazhar olmuştur.' (Bakara, 269) buyrulmaktadır. Erkek ve kadınlara isim olarak da verilen hikmet kelimesinin lûgat mânâsı: ‘İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip, hayırlı işleri yapmak sıfatı’dır.

Şimdi, 'Kar yağdığı için mi hava soğuk olur?' sorusunun cevabı olabilecek bir hikmetten bahsedebiliriz. Kar, havanın soğuk olduğunu gösterir; fakat kar yağdığı için hava soğumaz, aksine kar soğuğu azaltır. Bunu şöyle izah edebiliriz: Bir gram maddenin erimesi için gerekli ısıya o maddenin 'erime ısısı' denir. Buz, su haline gelirken gram başına 80 kalori ısı alır. Bu, buzun erime ısısıdır. Su, buz hâline gelirken erime ısısını verir ve her bir gram suyun donup kar kristali haline gelmesi esnasında atmosfere 80 kalori verilir. Bu hesaba göre, 10 ton karla atmosfere verilen ısı, 100 kilo iyi cins maden kömürünün yanmasıyla verdiği ısıya eşittir. Bunun hesabı basittir: 10 ton = 10.000.000 gram. Bu kadar suyun kar haline gelirken atmosfere verdiği ısı = 10.000.000 x 80 kalori = 800.000.000 kalori. Bir gram iyi cins maden kömürünün yanmasıyla verdiği ısının 8.000 kalori olduğu göz önüne alınırsa, on ton suyun kar hâline gelirken verdiği ısı, 800.000.000 / 8.000 = 100.000 gram = 100 kilogram iyi cins maden kömürünün verdiği ısıya denk bulunur. Atmosferdeki suyun kar haline gelirken verdiği bu ısı, soğuğun şiddetini kırmaktadır. Hava 0 ºC civarında iken, 10 ton yağmurun teşekkülü esnasında atmosfere yayılan ısı, yaklaşık 750 kg iyi cins kömürün yanmasıyla verdiği ısı kadardır. Bitki, hayvan ve insanlar, karın diğer faydaları yanında, aşırı soğuğun meydana getireceği çeşitli zararlardan da korunmaktadır. Baharda, karların erirken atmosferden aldığı gram başına 80 kalori ısı ile, atmosferdeki sıcaklık azaltılmakta, böylece yeni filizlenen bitkilerin sıcaktan zarar görmesi önlenmektedir. Kar yağmasının bazı hikmetleri de şunlar olabilir: Karların erimesi neticesi meydana getirilen sular, dengeli şekilde toprağa karışıp yeraltına geçer, böylece toprak muhtemel sel ve erozyonun tesirlerinden korunur. Ayrıca havadaki toz ve zehirli parçacıklar, karla yere indirilerek hava temizlenir.

Yazının başındaki soruya tekrar dönecek olursak; kar yağdığı için hava soğuk olmamakta, hava soğuk olduğu için kar yağmaktadır. Yağan kar hem atmosfere ısı vermekte hem de (kendisi de soğuk olmasına rağmen) yeri bir yorgan gibi örterek bazı bitki ve hayvanların aşırı soğuktan telef olmasını önlemede rol almaktadır.


GusinapsE 30 Temmuz 2006 03:38

Su Devr-i Dâimi
 

Su Devr-i Dâimi


Ali KURTOĞLU

http://www.sizinti.com.tr/images/konular/315/yaprak.jpgCanlıların yapısındaki temel unsurlardan biri sudur. Su, canlılar için hayatî bir önem taşır. Nitekim Allah (cc); "Hakkı inkâr edenler görüp bilmediler mi ki, göklerle yer bitişik (bir bütün) idi, onları Biz ayırdık, hayat sahibi olan her şeyi sudan yaptık. Hâlâ inanmayacaklar mı?" (Enbiya, 30) beyânıyla suyun canlılar için önemini bildirmektedir.

Su; okyanuslara, denizlere, göllere, akarsulara, yer altına ve atmosfere çeşitli formlar (katı, sıvı veya gaz) halinde depolanmıştır. Yerkabuğunda sıvı halde bulunan su kitlesine, hidrosfer (su küre) adı verilir. Yeryüzündeki suyun % 97'si deniz ve okyanuslarda tuzlu olarak, % 2,2'si de kutuplarda buz halinde bulunur. Geriye kalan % 0,8'i ise, yer altı ile göl ve nehirlerdeki tatlı sulardır. Eğer her yıl tatlı suyun eksilen kısmı kadar, yağışlarla yeni tatlı su verilmeseydi, yeryüzünde kuraklık hâkim olur ve bundan canlılar büyük zarar görürdü.

Allah'ın (cc) ilâhî icraatına perde olan kanunlarla, okyanus ve denizlerdeki su buharlaştırılır ve bulut halinde karaların üstüne taşınır; http://www.sizinti.com.tr/images/konular/315/devridaim.jpgsonra onlardan yağmur hâsıl edilip ihtiyaç sahiplerine ulaştırılır. İşte deniz ve okyanuslardaki suyun buhar halinde atmosfere, atmosferdeki suyun yağışlarla yeryüzüne, yeryüzündeki suyun akarsularla tekrar denizlere ulaşması şeklinde devam eden ölçülü, dengeli ve dinamik su hareketine 'hidrolojik devr-i daim' (su çevrimi) adı verilmektedir (Şekil 1).

Okyanus ve denizlerde sıcaklığın 0,1 °C'lik yükselmesiyle, buharlaşmada % 2,4'lük bir artış meydana gelebilmektedir. Atmosfere taşınan buharın % 88'i okyanuslardan kaynaklandığından, karalara düşen yağış miktarı da önemli derecede okyanuslardaki buharlaşmaya bağlıdır. Diğer yandan denizlerin % 71'inin tropik kuşakta bulunması sebebiyle, buradaki değişmelerin tesiri dünya çapında hissedilmektedir. Nitekim atmosfere bırakılan karbondioksitin artması neticesinde, aşağı atmosferin genel ısınmasına bağlı olarak, son yıllarda yaşadığımız anormal iklim değişiklikleri sebebiyle görülen sel ve kuraklıklar, yeryüzünün hassas dengeler üzerine kurulduğunu açık olarak göstermektedir.

Atmosfere dönen buharın diğer kaynakları ise, akarsu, göl ve topraktan kaynaklanan buharlaşma ile bitkilerden çıkan terlerdir. Bitkilerden terleme sebebiyle saniyede 16 milyon ton su, yeryüzünden atmosfere geri dönmektedir.

Dünya üzerine yılda ortalama 1.000 mm yağış düşmektedir. Bu miktar yılda 505 trilyon ton suya tekabül etmektedir. Suyu, sürekli bir denge içinde, bir ölçüye göre döndüren Allah (cc); "Biz gökten, belirlediğimiz bir ölçüye göre su indirir ve onu yerde dinlendiririz. Ama dilersek, onu yerden gidermeye de kâdiriz." (Mü'minun, 18) beyânıyla dikkatimizi su devr-i dâimine çekmektedir. Âyetin ifadesinden de anlaşıldığı gibi yeryüzündeki sular, Allah'ın (cc) rahmet hazinelerinden indirilmekte, inen suların bir kısmı yer altında depolanmakta, bir kısmı da pınar ve nehirlerle göl ve denizlere ulaştırılmaktadır.

Havada buhar halinde daima su bulunmaktadır. Bu şekilde tutulan su ise, ancak 24 mm yağış verebilecek miktardadır. Buna göre bir su molekülü atmosferde ortalama dokuz gün kalmakta ve atmosferde tutulan su yılda yaklaşık 40 defa yenilenmektedir. Buharlaşan bir su molekülü günde 100-1.000 km uzaklığa taşınmakta, buna karşılık denizlerdeki su molekülü ortalama 3.000 yıl kadar denizde tutulmaktadır.

Su devr-i dâiminde insan faktörü
Su devr-i dâiminin karalardaki basamağında, sulak alanlar ve ormanlar önemli bir vazife görmektedir. Tarım alanlarının çoğaltılması, turizmden para kazanma ve buna benzer bazı yaklaşımlar sebebiyle, sulak alanların tahrip edilmesi ve ormanların azaltılmasıyla su devr-i dâimindeki denge bozulmuştur.

Ormanlardaki ağaçlar, yağmur damlacıklarını karşılayarak, onların yaprak-dal-gövde üzerinden toprağa yumuşak bir geçiş yapmasına vesile olur. Sonbaharda, toprağı örten yaprak tabakası ise, yağmur damlacıklarının vurucu gücünü azaltan diğer bir unsurdur. Ayrışarak humus formuna dönüşmüş bu yaprak tabakası, kendi ağırlığının 9-10 katı su tutma kapasitesine sahip kılınmıştır. Yağış sularının arazi eğimi yönünde akıp gitmesi, bu yaprak tabakasıyla engellenerek, suların yer altına sızması sağlanır. Yağış esnasında toprağa süzülen su ne kadar fazla olursa, yağıştan faydalanma da o kadar artar. Uzun bir süre yağış olmasa bile, zengin yer altı su kaynakları ihtiyacımız olan suyu karşılayabilir.

Su, toplumların ekonomik ve sosyal yönden gelişmesinde de önemli bir faktördür. Ancak coğrafî konum (dağlık ve ovalık alan farklılıkları), denize olan mesafe, hava akımları, enlem ve iklim gibi çeşitli faktörlere bağlı olarak dünyanın bazı bölgeleri diğer yerlere nazaran daha az yağış alabilmektedir. Bugün dünya nüfusunun 1/4'ünün yeterli miktar ve kalitede su bulamadığı bilinmektedir. Suya olan talep, 20. yüzyıl boyunca, nüfus artışı ve sanayileşmeye bağlı olarak yaklaşık 8 kat artmıştır. Gelişen dünya, kalkınma programlarını tatlı su kaynaklarının sürdürülebilirliğiyle uyum içinde yürütmediği takdirde, tabiata verilen zararda artış, bunun neticesi olarak da kullanılabilir su miktarında azalma olabilir.

Bilindiği gibi, bir ülke veya bölgedeki su varlığı sadece yağış miktarına bağlı değildir. Yağış kadar önemli bir başka husus da, bu yağıştan ne kadar istifade edilebilindiğidir. Yağıştan faydalanma nispeti üzerinde, arazinin şekli, jeolojik yapısı, toprak özellikleri, bitki örtüsü; yağışların şekli, mevsimlere göre dağılışı; sıcaklık ve buna benzer faktörler önemli roller oynamaktadır. İnsan; bitki örtüsü ve arazi kullanım şekli gibi faktörlere kolayca müdahale edebilmektedir. Bu müdahale yağıştan faydalanmayı artırma yönünde olduğu gibi, aksi yönde de olabilir. Ne yazık ki, insanoğlu kendisine rahmet olarak indirilen yağmurdan yeterince yararlanamamaktadır. Buna örnek olarak ülkemizi gösterebiliriz. Türkiye'ye yılda ortalama 642,6 mm yağışla toplam 501 milyar m3 su indirilmektedir. Fakat sulak alanlarla ormanlar tarım ve turizm alanlarına dönüştürüldüğünden, ülkemize indirilen yağmurun büyük kısmı toprağa süzülme imkânı bulamadan akıp gitmektedir. Tahrip edilen sulak alan büyüklüğünün, Van Gölü'nün 3 katından daha fazla olduğu, yıllar öncesinde Türkiye'nin % 72'si ormanlarla kaplıyken bugün bunun % 26'lara kadar düştüğü dikkate alınırsa, ülkemizi kuraklığa kendi elimizle nasıl sürüklediğimiz gayet iyi anlaşılır. Su çevrimi, stoğun ve akış süreçlerinin iç içe geçtiği bir rahmet tablosu gibidir. Bu tablo; insanın dünya hayatında canlı, sağlıklı ve temiz kalabilmesi için, su gibi bulanmadan ve donmadan sürekli hareket halinde olması gerektiğini göstermektedir.

Kâinatta canlı-cansız bütün varlıklar, yaratılış gâyeleri doğrultusunda bir saatin çarkları gibi uyum içinde çalışır. İnsan bu hassas düzenin işleyişine dikkatle baktığında, ne bir kusur, ne de bir israf bulur. Su devr-i dâimiyle; kutuplarda buz halinde tutulan, okyanus ve denizlerde dinlendirilen, ırmaklarda akıtılan, yer altında depolanan, gökyüzüne yükseltilen ve sonra bulutlarla tekrar yere indirilen su kütlelerinin dinamik denge hareketinde tefekkür edilecek birçok husus olduğunu görürüz. Yağmurun kültürümüzde neden "rahmet" olarak isimlendirildiğini bu çerçevede daha iyi anlayabiliriz.


GusinapsE 30 Temmuz 2006 03:39

Küresel Isınma ve Ormanlar
 

Küresel Isınma ve Ormanlar


Ahmet TARIK

Sel felaketlerinin, açlık ve ölümlere yol açan kuraklıkların, orman yangınlarının, tayfunların ve buzul erimelerinin sayısı ve şiddeti giderek artıyor mu? Eğer böyle bir artış varsa, bunun sebebi nedir?

Maalesef, Sanayi İnkılâbı’ndan sonra başlayan hızlı endüstriyel büyümeye paralel olarak, atmosferdeki karbondioksit ve diğer sera gazı birikimlerinde ve küresel ortalama yeryüzü sıcaklıklarında belirgin bir artış gözlenmektedir. En yeni küresel değerlendirmelere göre, bu sıcaklık artışları, son 150 yıldır yaklaşık 0,4-0,8 °C kadar olmuştur. 1980'li yıllardan sonra bu ısınma daha da belirginleşmiş ve bu dönemin hemen her yılında yüksek sıcaklık rekorları kırılmıştır (Şekil 1). 1998 yılı, küresel ortalamalar açısından, aletli sıcaklık gözlemlerinin yapılmaya başlandığı 1860 yılından beri yaşanan en sıcak yıl olarak kaydedilmiştir. Ortalama yeryüzü sıcaklığında 2100 yılına kadar, 1990 yılına göre 1-3,5 °C arasında bir artış olacağı ve bu artışa bağlı olarak iklimde gözlenen değişikliklerin süreceği tahmin edilmektedir.

Küresel ısınma böyle devam ederse neler olabilir? Tahmin edilen şudur: Kısmen bugün de karşılaşıldığı gibi, kar örtüsünün, kara ve deniz buzullarının erimesiyle deniz seviyesi yükselir, iklim kuşakları yer değiştirir, şiddetli yağışlar, taşkınlar ve seller daha sık meydana gelir, pek çok yer kuraklık ve çölleşmeye maruz kalır, salgın hastalıklar ve tarım zararlıları artar.

Sera gazları ve sera tesiri
Cam veya plâstik örtüyle kapatılarak içerisinde genellikle turfanda sebze ve süs bitkileri yetiştirilen mekâna sera denir. Güneşten gelen ışınlar seraya kolayca girebilir; ancak toprak ve bitki örtüsüne çarptıktan sonra ısı enerjisine dönüşür, ışınların dalga boyları kısalır ve enerjileri azalır. Dolayısıyla bu kısa dalga boyundaki ışınların sera dışına çıkması, cam veya plâstik örtü tarafından engellenir. Bunun sonucunda da, seranın ısınması, güneş enerjisi geldiği sürece artar. Bu hâdise sera tesiri olarak isimlendirilir.

Benzer şekilde, dünyayı çevreleyen atmosfer tabakaları içerisinde bulunan bazı gazlara, yeryüzü için sera tesiri oluşturduklarından, "sera gazları" denir. Bu gazların başlıcaları; karbondioksit, metan, azot oksitler, ozon, kloroflorokarbon ve su buharıdır. Bu gazlar, güneşten gelen ışık enerjisinin (güneş radyasyonu) yeryüzüne kadar gelmesini engellemeyecek veya çok az engelleyecek, fakat bu enerjinin yeryüzüne çarpmasından sonra oluşan kızıl ötesi ısı enerjisi dalgalarının yeniden atmosferin üst katmanlarına doğru ışımasını (yükselmesini) engelleyecek nitelikte yaratılmıştır. Bu gazlarla hem yeryüzünün, hem de yeryüzüne yakın atmosfer tabakalarının ısınması sağlanır (Şekil 2). Yerkürenin etrafını bir manto gibi saran bu gazlar olmasaydı, yapılan tahminlere göre yeryüzü, günümüzdekinden yaklaşık 33oC daha soğuk olacaktı. Atmosfer gazları arasında dünya sıcaklığının yaşanabilir seviyede sabit olarak kalmasını sağlayacak hassas bir denge ve ölçü varken, insan kendi aleyhine bu dengeyi bozacak işler yapmış ve yapmaya devam etmektedir. Bugün bir tehlike olarak görülen küresel ısınmanın sorumlusu insandır.

Karbondioksit
Karbondioksit, tek başına toplam sera tesirinin % 50'sine sebeptir. Bu gaz, fosil yakıtların Küresel yıllık ortalama yüzey sıcaklığı anomalilerinin 1860-1998 dönemindeki değişimleri.
kullanılması, insan, hayvan ve bitkilerin solunumu ve organik maddelerin parçalanmasıyla meydana gelmektedir. Sanayinin gelişmesi atmosferdeki karbondioksit nispetinin çok hızlı bir şekilde artmasına sebep olmuştur. Zira, atmosfere bırakılan karbondioksit miktarının % 80-85'inin fosil yakıtlardan, % 15-20'sinin canlıların solunumundan ve diğer ekolojik devr-i daimlerinden kaynaklandığı bilinmektedir.

Her yıl, insan kaynaklı 3,2 milyar ton (Gt) karbon atmosfere katılmaktadır. Bunda en büyük pay, enerji üretimi için fosil yakıt kullanılmasına ve sanayi üretimine aittir . Son 150 yıl içerisinde fosil yakıt kullanılması ve çimento üretiminden 265 Gt, arazi kullanım değişikliğinden 124 Gt olmak üzere toplam 389 Gt karbon atmosfere salınmıştır. Bunun 214 Gt'si kara eko-sistemleri ve okyanuslar tarafından geri alınmış, atmosferde 175 Gt karbon fazlalığı ortaya çıkmıştır.

Ormanların önemi
Ormanlar, gerek atmosfere bırakılan sera gazı yayılımlarının azaltılmasında, gerekse atmosferden sera gazı emme yoluyla 'karbon yutağı' oluşturulmasında önemli roller oynamaktadır. Nitekim tortul kayaçlar dışında, karalarda tutulan karbonun yaklaşık % 67'si orman ekosistemlerinde depolanmış durumdadır. Bitki örtüsü tarafından tutulan karbonun % 75'i de ormanlarda depolanmıştır. Ayrıca, çok uzun ömürlü odun ürünleri (ahşap binalar, mobilya vb.) çürüyüp yanmadıkları sürece karbon depoları olarak kalmaktadır.

Bilindiği gibi fotosentez esnasında, atmosferden alınan karbondioksit, karbon ve oksijen moleküllerine ayrılır; sonra karbon, karbonhidratların meydana getirilmesinde kullanılıp kök, gövde, dallar ve yapraklarda depolanırken, oksijen atmosfere bırakılır. Böylece sera gazlarından en önemlisi olan karbondioksit miktarının, atmosferde belli bir dengede tutulması sağlanır. Bunu, sessiz sedasız, hiçbir gürültü çıkarmadan işleyen ve tek bir atık oluşturmayan dev bir fabrikaya benzetebiliriz. Öyle bir fabrika ki, zararlı maddeleri faydalı hale dönüştürüyor. Böylesine faydalı bir fabrikanın veya kaynağın kıymetinin bilindiğini ve korunduğunu söyleyemiyoruz. Günümüzde 3,87 milyar hektar bir alana sahip olan ormanlar, karaların yaklaşık % 30'unu kaplamasına rağmen, 1990-2000 yılları arasında bütün dünyada, yılda ortalama 9,4 milyon hektar orman alanı ortadan kaldırılmıştır. Yani, aynı dönemde, dünya orman alanında, % 2'lik bir azalma meydana gelmiştir. Bu olumsuz gelişmeler sonucunda, bitki örtüsü, toprak ve organik maddelerin karbon dengeleri bozulduğundan, insanoğluna rahmet vesilesi olarak verilen ormanlar, suiistimalimiz yüzünden bir karbondioksit ve felaket kaynağı haline gelmektedir.

Orman eko-sistemleri, odunsu canlı kitlelerin her yıl artması ve dökülen yaprakların toprak karbon deposuna katılmasıyla karbon tutmaktadır. Ağaçlar dikildiklerinde, her yıl emdikleri karbondioksitin büyük bir kısmı, gelişen bitki biyokitlesine gitmektedir. Bu durum, ağacın gelişmesinin ilk 30-40 yıllık döneminde yüksek oranda karbon tutulmasına sebep olmaktadır. Orman eko-sistemi olgunlaştıkça, toprağın organik madde miktarı ve ekosistemdeki toplam solunum (karbondioksit emilmesi) artmaktadır. Eko-sistem tamamıyla olgun hale geldiğinde ise, artık bir karbondioksit yutağı özelliği taşımamaktadır. Bu durumda, atmosferden alınan karbon miktarı, ağaçların biyo-kitlelerinden geri verilene ve toprakta tutulan karbona eşit olmaktadır. Ağaçların olgunluğa ulaşma yaşları, ağaç türü ve iklim bölgelerine göre değişmektedir. Ancak, karbon tutulmasının çok büyük bölümü ilk 60-100 yıl içerisinde gerçekleşmektedir. İyi gelişmiş, 100 yaşındaki bir kayın ağacının, fotosentez için 40 milyon m3 havayı yapraklarıyla emerek, bu hava içerisindeki 1200 m3 karbondioksiti, 6 ton karbon olarak bağladığı da araştırmalarla belirlenmiştir.
Ormanlar, bir ağaç topluluğu olmanın yanı sıra, binlerce yılda yaratılmış toprağıyla, içinde barındırdığı milyonlarca bitki, hayvan ve mikroorganizmayla ve bunların karşılıklı münasebetleriyle bir çevre sistemi ve yaşama birliğidir. İnsan eliyle yok edilen bu sistemin tekrar insan eliyle geri getirilmesi son derece güçtür. Binlerce yıldır, fotosentez, bitki ve topraktaki canlılık faaliyetlerine bağlı olan solunumla, karadaki biyosferle atmosfer arasında sürekli ve dengeli bir karbon akışında hayatî hizmet gören ormanlar, dünyanın akciğerleridir.

Bütün bu bilgilerin ışığı altında, insanlara düşen görev; dünya üzerindeki bitki örtüsünü korumak, orman arazisi göründüğü halde çıplak olan sahaları ağaçlandırmak, mevcut ormanlar üzerindeki insan baskısını azaltmak ve tahrip edilen orman alanlarını ıslah etmek olmalıdır.

Hayatın devamlılığı için devr-i daimler şeklinde yaratılan oksijen, azot, su buharı ve karbondioksit hazinelerinin insanın hırsıyla bozulması tekrar insana pahalı bir maliyetle dönüyor. Bunda doğrudan vebali olmayan milyarlarca insan da zarar görüyor. Daha az tüketimin yapıldığı, dolayısıyla daha az maddenin üretildiği daha sade ve mütevazı bir hayatla bu hassas dengeler eski halini alabilir. Ama bunu öncelikle anlaması gerekenlerin Yaratıcı'ya saygılı insanlar olmaya söz vermeleri ve kendilerini değiştirmeleri gerekiyor. Şu anda üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirsek bile, tahrip edici tesiri daha yüksek olanların böyle bir ruh inkılâbını istemelerini temenni etmekten başka, bugün için elimizden bir şey gelmiyor.


GusinapsE 31 Temmuz 2006 02:43

Çevre Temizliği
 

Çevre Temizliği


Dr. Aslan MAYDA
http://www.sizinti.com.tr/images/konular/287/12.jpgTemizlik; tek yönlü tedbirlerle elde edilen bir iyilik hali değildir. Bilim otoriteleri temizliği şu başlıklarla ele almıştır.
1) Ferdî (beden-elbise-yiyecek) temizlik.
2) Ev (mutfak-banyo- tuvalet) temizliği.
3) Çevre (atıkların uygun şekilde uzaklaştırılması) temizliği,
4) Yeterli temiz su sağlanması.
Ferdî temizlik dendiği zaman, beden temizliği akla gelir. Bunlardan cilt, el, ağız, burun, göz temizliği; saç, tırnak, koltukaltı, yüz, diş ve ayak bakımı akla gelir. Dünya Sağlık Örgütü'nün, beden temizliği, el temizliği, ağız ve diş bakımının, önemi ve bunların korunma yollarına ait bilgileri mevcuttur. Fakat, Dünya Sağlık Örgütü'nün tırnakların bulaşıcı hastalıklardaki tesirine, kılların temizliğine ve bulaşıcı hastalıklardaki rolüne ait ciddi yayınları yoktur. Efendimiz (sas); tırnak, saç, sakal, bıyık bakımına, koltukaltı kılları ve avret yerlerinin temizliğine önem vermiştir.

Ferdî temizliğe rağmen, insan çevreden hastalık kapabilir. Kişi ne kadar temiz olursa olsun, çevresi temiz olmadığı zaman, hiçbir şeye dokunmasa bile; hava, rüzgâr, böcekler ve diğer taşıyıcılar yüzünden hastalanabilir.

Çevre Temizliğini şu başlıklar altında toplayabiliriz:
1) Elbiselerin temizliği.
2) Yiyeceklerin temizliği (Yakın çevre).
3) Ev temizliği.
4) Sokak, cadde, mahalle, şehrin temizliği (Uzak çevre).
5) Yeterli temiz su sağlanması.

1. Elbise Temizliği
Giyim eşyalarının seçim ve bakımı, enfeksiyon yönünden önem taşır. Orta Çağ'da, Avrupa'da yaşayanlar sıcak tutan ama temizlenmesi güç, yünlü giysiler giyerlerdi. O çağlarda insanlar pek yıkanmaz, giysileri kirlenir, kokar, bitlenir ya da pirelenirdi. Kokuyu gidermek için de otlardan yapılan esans kullanırlardı. Ancak 18. yüzyılda pamuk ticaretinin başlamasıyla Avrupalılar, ilk kez ucuz, hafif, kolayca yıkanabilen iç çamaşırlarına kavuştular. Üst sınıflarda ferdî temizlik yeniden önem kazandı. 19. yüzyılda ferdî temizlik iyi yaşamanın bir şartı sayılmaya başlandı. Vücut temizliği ve giyim eşyalarının daha sık değiştirilip yıkanması sonucunda, bit ve pirelerle birlikte veba ve tifüs gibi hastalıklar da kayboldu.

Müslümanlarda ise, namaz kılabilmenin olmazsa olmaz şartlarından birisi de elbise temizliğidir. Dışkı ve idrar bulaşmış bir elbise ile namaz kılınamaz. Yani Müslümanlar günde beş kez elbiselerinin temizliğini kontrol etmek mecburiyetindedirler. Temiz giyinme konusunda Peygamber Efendimiz (sas)'in şu sözü, O'nun temizliğe verdiği ehemmiyeti açıkça göstermektedir: "Beyaz elbise giyiniz. Zira beyaz elbise daha güzel ve temizlik açısından daha elverişlidir. Ölülerinizi de bununla kefenleyiniz." Beyaz ve açık renkliler, üzerlerindeki kiri gösterdiğinden onların temizliğine ihtimam göstermek gerekir. Avrupa'da 19. yüzyılda temiz giyimin değeri yeni yeni anlaşılırken, Müslümanlığı gerçek manada yaşayan insanlar, 7. yüzyıldan beri elbise temizliğine dikkat ediyorlardı.

2. Yiyecek Temizliği
Çoğu mikrop ve parazit, içtiğimiz su ve yediğimiz yiyeceklerle bulaşır. Bunun için annelerin ve özellikle gıda sektöründe çalışanların, yiyecekleri koruma hususunda özel bir itina göstermeleri gerekir. Besin zehirlenmesine sebep olan bakterilerin başlıca kaynağı insandır.

İnsanların boğaz, burun, el, deri, bağırsak ve dışkısı bakteri yüklüdür. Tüketilen diğer bir besin kaynağı da hayvanî ürünlerdir. Tüketilen hayvanî besinler, bazen bakteri yatağı olabilmektedir. Kedi, köpek vb evcil hayvanlar da bakteri yaymada oldukça tesirli olabilir. Evcil hayvanlar, dolaştıkları yerlerden bakterileri eve taşır. Sinek, böcek, haşere ve fareler de mikropları taşır ve bulaştırır. Mutfak ortamındaki çöpler, mikropların oluştuğu bir yerdir. Zamanında kaldırılmayan çöpler, böcek, sinek ve fareler aracılığı ile besinlere bakteri bulaştırabilir.

Besinlere bakteri bulaşmasını önlemek için şunlara dikkat etmek gerekir:
- El yıkama.
- Burun temizliği.
- Tırnakların kesilmesi.
- Tuvaletten sonra ellerin iyice yıkanması.
- Yemek ve su kaplarının üzerlerini kapatmak.

İnsanın, tükürük, hapşırık ve aksırıktan besinleri koruması gerekir. 1 gram tükürükte 100 milyon, 1 gram burun ifrazatında 10 milyon bakteri bulunmaktadır. İnsanların % 30-50'sinin burnunda besin zehirlenmesi yapan stafilococcus aureus bakterisini taşıdıkları bilinmektedir. Bu oran hastahanede çalışan personelde % 65-80'e çıkmaktadır. Normalde ağız, burun ve solunum yollarında bulunan bakteriler, solunum sırasında havaya dağılır. Normal konuşmada bu dağılım azdır. Öksürme, aksırma ve yüksek sesle konuşma esnasında havaya verilen bakteri sayısı artar. Kuvvetli bir öksürmede ağızdan 5.000 damlacık çıktığı tahmin edilmektedir. Hapşırmada ise bu damlacıkların sayısı 1 milyondan fazladır. Bu damlacıklar, havada birkaç saat asılı kalabilir. Besin taşıyan birisi konuşur, öksürür veya hapşırırsa, ağzındaki bakterileri, taşıdığı besine bulaştırır.

Evde öksüren birisi varsa, açık kaplara mikrop bulaştırır. Ayrıca evcil hayvanlarla, sinek, böcek ve kemirgenlerle bakteri bulaşımını önlemek için, yiyecek ve içecek kapları kapalı tutulmalıdır. İnsanoğlu sadece apartmanlarda ve korumalı evlerde oturmamaktadır. İnsanların büyük çoğunluğu yüzyıllardır tek katlı evlerde veya çadırlarda yaşamıştır ve halen yaşamaktadır. Dolayısı ile evcil hayvanlar sürekli, sinek ve kemirgenlerle iç içe yaşamaktadır. Besin kaplarının üzerlerinin örtülmesi bu zararlılardan hastalık bulaştırmasını önler. Zamanımızdaki ev ve apartmanlarda yaygın halde bulunan kalorifer böcekleri de açık kalmış yiyeceklerimize yeterince ortak olmaktadır. Ve bazı hastalıkları bulaştırmakta tesirli olmaktadır. Bunu önlemek için; çöpleri zamanında mutfaklardan uzaklaştırmalı ve gıdaları evcil hayvanlardan korumalıdır.

El yıkama, burun temizliği, tırnakların kesilmesi ve tuvaletten sonra ellerin suyla yıkanması ile ilgili Peygamber Efendimiz (sas)'in emir ve tavsiyeleri beden temizliğinde koruyucu hekimliktir. Burada gıdaların bakterilerden korunmasıyla ilgili diğer hadislerini de hatırlayalım: "Kapların üzerini örtünüz. Tulumbaların ağzını da bağlayınız. Çünkü senede bir gece vardır ki, o gecede veba iner. Kapağı olmayan her bir kabın yahut üzerinde bağı bulunmayan hiçbir tulumun yanından geçmez ki, içine bu vebadan bir şey inmesin." Vebanın pirelerle bulaşmasına karşılık, veba zatüreye sebep olmuşsa, o insan vebayı öksürük ve solunum havası ile de bulaştırır. Zaten vebanın hızlı yayılması bu şekilde olur. Eskiden veba zatüreye sebep olmuşsa, o kişi mutlaka ölmekteydi. Avrupalı bir tabip yazdığı Lâtince bir mektupta, veba salgınında bir gecede dört bin kişinin öldüğünden bahseder. Yani veba bir yere girdiği zaman, çok kısa bir zamanda yayılıyor ve hemen çoğu insanın ölümüne neden olabiliyordu. Hadiste belirtilen, kapların ağızlarının örtülmesidir. Yalnız veba mikrobu değil, diğer mikroplar da hava yoluyla gelip açık kaba yerleşebilir. Peygamberimiz, kendisine açık bir kapta süt getirilmesi üzerine, "Üzerini kapatsanız olmaz mıydı? Bir tahta parçası ile de olsa üzerini kapatmalıydınız." buyurmuştur. Yolda üzeri açık bir kapla yiyecek taşındığında, taşıyan kişinin öksürüğüyle veya hava yoluyla mikroplar bulaşabilir.

3. Ev Temizliği
Geniş ve temiz evler salgın hastalıkların bulaşmasını azaltır. Evlerde mutfakların temiz tutulması, çöplerin biriktirilmemesi önemlidir. Çünkü çöpler bakterilerin üremesi için ideal bir ortam oluşturur. Ayrıca böcekleri de davet eder. Meskenlerin gerek alan, gerekse oda sayısı itibariyle yeterli olması gerekir. Peygamber (sas)'in ev plânını örnek alan Müslüman mimarlar, evin avlusunu binanın tamamlayıcısı olarak görmüş, avluyu evin dışa açılmış unsuru olarak kabul etmişler.

Konuyla ilgili hadisler:
"Geniş ev, dürüst komşu ve rahat bir binek Müslüman kişinin saadetindendir."
"Meskenlerin en iyisi geniş olanıdır."
"Evin kötü olması, darlığı sebebiyle oturanlara kâfi gelmemesi ve kötü komşularının olmasıdır."
"Çevrenizi ve evlerinizi temiz tutunuz. Yahudilere benzemeyiniz. Çünkü onlar süprüntüleri evlerinde biriktirirler.
"Evde çer çöp, süprüntü bulunduğu zaman o evden bereket kaldırılır."
"Kirli bezleri evlerinizden dışarı çıkartınız. Süprüntüleri evlerinizde biriktirmeyiniz. Zira süprüntüler zararlı şeylerin barınağıdır."
Hz. Ömer (ra) de: "Peygamber (sas), çöplüklerde, mezbahalarda, hamamlarda, ağıllarda ve insanların gelip geçtiği yerlerde namaz kılınmasını yasakladı." demiştir.

Dar ve kalabalık evlerde üst solunum yolu enfeksiyonları ve bulaşıcı hastalıklar çok yaygındır. İnsanlar çok yakın mesafelerde (70 cm'den aşağıda) günlük hayatlarını sürdürürken damlacık yoluyla hastalık aile bireyleri arasında sık yayılır. O halde ev; geniş, temiz, çöplerin bekletilmediği bir yer olmalı.

Kur'ân-ı Kerim'de Kâbe'nin temizliğine dikkat çekilmesi çok önemlidir. Kâbe özellikle Hac döneminde çok kalabalık olmaktadır. Salgın hastalıklar, kalabalık ortamlarda çok kolay yayılır. Kur'ân'ın mesajı evrensel olduğundan insanın yaşadığı her mekânın temiz tutulmasını emreder. O halde insanların ortak kullandıkları mekânların temiz olmasına Kur'ân'ın bir emri olarak dikkat etmemiz gerekir. Bu aynı zamanda hijyenin de bir gereğidir. Tarihten bugüne mescitlerimizin oldukça temiz tutulduğu malumumuzdur.

4. Çevre Temizliği
Peygamberimiz çevre temizliğine gereken önemi vermiş, Müslümanlar da her zaman bu emir ve tavsiyelere uymaya özen göstermişlerdir. Çevreyi ve su kaynaklarını kirletmeme hakkındaki hadis-i şerifleri bir kez daha hatırlayalım:

"Sizden biriniz sakın su içine idrar yapmasın. Belki o sudan sonra abdest alması veya gusletmesi icap eder. Yine sizden biriniz cünup olduğu zaman durgun suyun içine girerek yıkanmasın. O sudan bir kap ile alarak dışarıda yıkansın."

"İşlek yol üzerinde konaklamayınız (oturmayınız, yatıp kalkmayınız). Yol üzerinde abdest bozmayınız."

Efendimiz (sas); "Sakın lânete uğrayanlardan olmayınız," buyurunca, sahabeler, 'Bunlar kimlerdir?' diye sordular. Peygamberimiz de, "Herkesin gelip geçtiği yollara, gölgeliklere, su kenarlarına ve ağaçların altına abdest bozup kirletenlerdir." diye cevap verdi.

5. Yeterli Miktarda Temiz Su Sağlanması
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) temiz ve yeterli suya ulaşma hakkını temel insan hakkı kabul etmiştir: "Bütün insanların, sosyal ve ekonomik durumu ne olursa olsun, temel ihtiyaçlarını karşılayacak temiz ve yeterli miktarda içme suyu elde etmeye hakkı vardır."(Birleşmiş Milletler Konferansı, 1977)

Peygamber Efendimiz (sas)'in bu konferanstan 1340 yıl önce, temiz içme suyu temin edilmesini teşvik eden sözlerine bakalım: "Yedi şeyin ecir ve sevabı kişiye ölümünden sonra da ulaşır, defteri kapanmaz, sevap yazılmaya devam eder: İlim öğretmek, su getirmek, kuyu kazdırmak, kitap vakfetmek, ölümünden sonra kendisine arkasından dua edecek hayırlı çocuk yetiştirmek..." Peygamberimiz insanlara temiz su sağlamanın sadece dünyada değil, ahirette de büyük faydalar sağlayacağını, açık bir şekilde dile getirmiştir. Nitekim bu buyruklarla yetişen Müslümanlar, gittikleri her yerde su kanalları yapmışlardır. Mimar Sinan'ın yaptığı su yolları ve çeşmeler buna güzel bir örnek oluşturur.

Peygamber Efendimiz'in getirdiği kurallar uygulansaydı, tarihteki salgın hastalıklardan hiçbiri olmayacaktı. Nitekim WHO (Dünya Sağlık Örgütü)'da, temizlik kurallarının uygulanması ile aynı sonuca varılacağını iddia etmektedir. Halbuki İslâmiyet'in getirdiği kurallar, temiz bir hayatı mümkün kılıyordu. İslâmiyet, insanların hayat biçimini şekillendiren bir din olarak inmiştir. Medeniyetin giremediği, girse bile etkili olamadığı ücra köşelerde yaşayan kişilerin, ferdî temizlik ve çevre temizliği konularında yeterli bilgi birikimi yoktur. Bütün insanların tertemiz bir ortamda yaşama hakkı vardır. İslâmiyet öncesi devirlerde de insanlara bu güzellikleri diğer peygamberler hediye etmişti.


GusinapsE 31 Temmuz 2006 02:44

Hassas Dengede Kuşlar ve Böcekler
 

Hassas Dengede Kuşlar ve Böcekler


Hacı DURAN
http://www.sizinti.com.tr/images/konular/280/7.jpgİçinde yaşadığımız dünya, Güneş Sistemi'nde yer alan dokuz gezegenden canlı hayatına uygun olan yegâne gezegendir. Milyonlarca farklı canlı türü, gezegenimizde yaşamakta olup yaratılışlarında kendilerine yüklenmiş programlar çerçevesinde, birbirlerine ihtiyaç duymaktadırlar. Tabiatta, çoğunun farkında bile olmadığımız ahenkli bir denge ve yardımlaşma söz konusudur. Toprak, ağaçlar, omurgalılar, omurgasızlar vb... Aslında atomlardan Güneş'e kadar, canlı ve cansız herşey birbiriyle çok girift, âhenkli, sırlı ve mükemmel bir münasebet içindedir. Hepimiz etrafımızda çok sayıda kuş ve böcek türlerine rastlamışızdır. Bu hayvanların hassas denge içerisindeki görevlerini hiç düşündük mü?
Ekosistemde; kuşlar ve böcekleri, asıl hayat ortamları olan ormanlarla birlikte ele almak konunun anlaşılmasında daha faydalı olacaktır. Hassas dengede önemli rol üstlenen ormanların (yeşil bitki örtüsü), faydaları kereste temini ve yakacak odunla sınırlı kalmayıp, 6.000 civarındadır. Bugün kullandığımız yakıtların milyonlarca yıl önceki ormanlardan oluştuğunu hepimiz bilmekteyiz. Erozyonu önleme, su kalitesini iyileştirme, barajların ömrünü uzatma, ormanların faydalarından sadece birkaçıdır Orman ekosisteminde, mevcut ağaçlardan başka alçak boylu bitkilere ait türler, yaban hayvanları, kuşlar, toprak içinde yaşayan ve toprağın havalanmasına, iyileşmesine katkıda bulunan çok sayıda organizma da mevcuttur.

Mevcut ekosistemde kuşların da çok önemli görevleri vardır. Ormanlar; kuşlar için yuva görevini üstlenirken, kuşlar da ormanlara bazı faydalar sağlamaktadırlar. Meselâ ağaçkakanların ağaç gövdelerini gelişigüzel gagaladıklarını düşünebilirsiniz. Tam tersine ağaçların gövdesindeki zararlı böcekleri temizlemektedirler. Gövde içerisinde bulunan ve ağaçların iletim demetlerini tahrip eden birkaç milimetre büyüklüğündeki bu böcekler, rahatlıkla dev cüsseli ağaçları bile öldürebilmektedirler. Baştankaralar, daha çok böcek zararı olan alanlarda yoğunlaşmakta, böcekleri toplayarak yemektedirler. Guguk kuşu, ağaçların yapraklarını yemek suretiyle zararlı olan kese tırtıllarından yüzlercesini bir günde yiyebilmektedir. Kese tırtıllarından olup, aynı zamanda yurdumuzda da yaşayan çam ağaçlarına zarar veren, bunun yanı sıra insanlarda alerji oluşturan bu türü çoğumuz görmüşüzdür. Alerji, tırtıllardaki kılların insan vücuduna dokunması ile oluşmaktadır. Üreme enerjisi fazla olan bu türün dişisi yılda bir nesil vermektedir. Yumurtalar, dış tesirlerden zarar görmemesi için iki iğne yaprak birleştirilerek helozonik şekilde bırakılmakta ve kelebeğin vücudunun sonundaki pullarla kiremit şeklinde örtülmektedir. Bu türün dişisinin koyduğu yumurta miktarı 270 ve cinsiyet faktörü 0,5'dir. Yani bırakılan yumurtaların yarısından erkek, yarısından ise dişi fertler yaratılmaktadır. Birinci nesilde 270 olan fert sayısı ikinci nesilde 36.450, üçüncü ve sonraki nesillerde kolaylıkla milyarlara ulaşabilmektedir. Üreme enerjisi yüksek olan bu türün populasyonu vaktiyle İstanbul Adalarda (Büyük Ada) o kadar artmış ki, tırtıllar evlere, çatılara, pencerelere, telefon direklerine ve yollara besin bulmak maksadıyla dağılmışlardır Tırtıllar, Adalarda tek ulaşım vasıtası olarak kullanılan faytonları çeken atların kayarak düşmelerine sebep olmuşlardır. Söz konusu tırtıllar, yılda yaklaşık 7-8 ay ağaçların iğne yapraklarıyla beslenmekte ve son dönemlerinde başka bir canlıya besin olmaktadırlar. Tırtılı besin olarak tüketen ve kilometrelerce uzaklardan gelen guguk kuşu (Cuculus canorus L.), günlük yaklaşık 80-100 civarında tırtıl yiyebilmektedir. Böylece oluşabilecek milyarlarca tırtıl imha edilmektedir. Yine kuşlardan bir adet mavi karabaş (Parus coeruleııs L.), günde binden fazla böcek yumurtası ile beslenmektedir. Hepimizin bildiği sığırcık, bülbül, çoban aldatan, tavuk ve benzerleri böcek yiyen kuşlardan sadece bazılarıdır. Ayrıca, ardıç ve porsuk ağacı tohumları, çimlenebilmeleri için kuşların midesinden geçmeye ihtiyaç duymaktadırlar. Leylekler, bataklıklardaki yılanları yemekte, yılanlar ise besin olarak fareleri kullanmaktadırlar. Besin zinciri bu şekilde devam etmektedir.

Ekosistemdeki hassas dengede parazit ve yırtıcı türler de sınırlayıcı faktör olarak önemli rol oynamaktadır. Ekosistemde her canlı, ömrünü tamamlayarak yerini yeni nesle bırakırken, çeşitli faktörlerin tesiriyle hassas denge korunmaktadır. Dengenin korunmadığı düşünüldüğünde kısa sürede olumsuz durumlar ortaya çıkar. En basitinden yaz aylarında bizleri rahatsız eden sivrisineklerin tamamı yaşamış olsaydı, yeryüzü santimetrelerce kalınlıkta sinekle kaplanmış olurdu.

Yukarıda kısmen bahsedildiği gibi, potansiyel üreme enerjisi bakımından düşünüldüğünde, böcek topluluklarının azalmasında, ekolojik denge içerisindeki kuşların rolü küçümsenemeyecek derecededir.

Gelişmiş ülkelerde böceklere karşı kullanılan kimyevî mücadeleden vazgeçilerek, biyolojik mücadeleye ağırlık verilmektedir. Ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde ise, kimyevî mücadele tek çözüm yolu olarak görülmektedir. Oysa kimyevî ilâçlara karşı böcekler, kısa sürede bağışıklık sistemlerinde uygun stratejiler geliştirerek korunmaktadırlar.

Yanlış uygulamalar sonucu küresel ısınma, balıkların toplu ölümleri, asit yağmurları ve sayıları artan çeşitli hastalıklar ve benzerleri hassas dengeyi kendi ellerimizle bozduğumuzun bir göstergesi olsa gerek. Denge bozulduğunda zincirleme olarak diğerleri de durumdan olumsuz etkilenmektedir.

Bahsedilenler sadece görebildiklerimizin birkaçı... Aslında dünyamızda her varlığın ayrı bir görevi olduğu, bir yardımlaşmanın süregeldiği çok açıktır. Her yönüyle mükemmel yaratılmış olan dünya, herkesin sorumluluğu ölçüsünde görevlerini yerine getirmesi ve çevreyi koruması ile daha mutlu ve daha güzel olacaktır.


GusinapsE 31 Temmuz 2006 02:45

Tabiattan Kopan Şehir
 

Tabiattan Kopan Şehir


Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ
Sosyal bir varlık olarak yaratılmışız. Tabiatımıza toplum halinde ve yerleşik düzende yaşama temayülü konmuş. Artan nüfus ve ihtiyaçlara paralel olarak bugün geniş ve kalabalık alanlarda yaşıyoruz. Mezopotamya'da şekillenen dünyanın ilk şehirlerinin nüfusu sadece yüzlerle ifade edilirken, bugün Mexico City'nin nüfusu 30 milyonu geçmiş durumda. Birkaçı istisna, başka hiçbir canlı türe ait topluluk birim alanda bu ölçüde bir nüfus yoğunluğuna ulaşmış değil. Artık "şehir" denilen bir gerçek var. Şehir, insanın tabiatı derinden etkilediği, ondan koptuğu ve sürekliliğine en büyük darbeyi vurduğu yer.
Sanayi inkılâbıyla birlikte işgücü talebinin giderek artması köyden şehre göçü başlattı. Bilim ve teknolojideki gelişmelerin hızlanması, şehirleri daha çok ve çeşitli mal ve hizmetin bulunduğu câzip yerler durumuna getirdi. İş ve haberleşme imkânlarının artmasıyla birlikte kırsal bölgeler şehirlerin bu özelliğini farketti. Sonuçta şehirler büyük göç aldı. Birçok devletten daha fazla nüfus barındıran büyük şehirler ortaya çıktı. Gelişmiş ülkelerde modern imkânlar ve yüksek hayat standardı ülke geneline yayılırken, şehirler de altyapı açısından sağlıklı büyüdü. Buna karşılık bizim gibi ülkelerde şehirleşme süreçleri sancılı yaşandı, yaşanıyor. Bunun en çarpıcı misâli olan İstanbul'da trafik yoğunluğu ve park yeri azlığından sonraki en önemli sıkıntı, aşırı göç alma sonucu giderek büyüyen ve şehirden uzaklaşan kimi kaçak durumdaki yeni gecekondu alanlarına su, elektrik, ulaşım, haberleşme ve kanalizasyon gibi altyapı; alışveriş, sağlık ve kültür merkezi, okul gibi temel ihtiyaçlarla ilgili genel hizmetleri götürmenin aşırı maliyetli bir hâl almasıdır. Göçün önlenememesi sonucu şehir ve çevresi, tabiatı olmayan büyük bir köye dönüşmekte, ekosistem dengesini yitirerek tabiî ve teknolojik felaket riskine daha açık hâle gelmektedir.

Gelişmiş ülkelerde ise şehirler önemli bir göç almasa da, normal gelişme süreçleri genellikle insan unsuruyla ilgili tahminler, şehrin ve çevrenin morfolojik ve tabiî özellikleri dikkate alınarak planlanır. Şehrin daire mi, dikdörtgen mi yoksa başka bir geometride mi, yani kaç eksenli genişleyeceği düşünülür. Bu, hem tabiatın ve tarım alanlarının bozulmaması, hem altyapı ve diğer temel hizmetlerin sağlıklı götürülmesi, hem de şehir merkezindeki ortak mekan ve imkânlara insanların her taraftan olabildiğince rahat ulaşması içindir.

Plansız yaşayan ülkelerdeki sağlıksız şehirleşme meselesinin çözümüyle ilgili ilk adım olarak, insanın tabiatı bozan ve sonuçta yine kendisini tehdit eden etkilerini, dolayısıyla tabiî çevresine nasıl daha iyi entegre olabileceğini anlamak, bunun için de, hem insan ile tabiat arasındaki en zor karşılaşma alanı, hem de gezegeni tehdit eden en önemli kirlilik kaynağı olarak şehir ekosistemini tanımak gerekiyor.

Şehir Ekosistemi
Ekosistemi enerji, madde ve bilgi alışverişi için kendi aralarında ve çevreleriyle etkileşimde bulunan canlı organizmalardan, ayrıca inorganik tabiî bileşenlerden oluşan bir hareket sahası olarak tarif edersek, insan faaliyeti çerçevesinde tarım, orman ve teknik (şehir, sanayi) ekoslar şekillenir. Şehirde yoğun olarak bina, altyapı ve makina bulunur, ayrıca çevredeki endüstri de şehir ekosistemini etkiler. Dolayısıyla şehir ve çevresi abiyotik ve biyotik unsurlarıyla diğer ekosistemlerden ayrılır. Şehir, tabiî çevre ile etkileşimde bulunan uç bir ekosistem örneği olduğundan, burada önemli çevre problemleri ortaya çıkar: yerleşim alanlarının ve sanayi zonlarının genişletilmesi amacıyla inşaat ve yol yapılması, zeminin kaplanması (asfalt, beton), çevredeki tabiî potansiyelin kullanılması, bazı hayvan ve bitki türlerinin kent dışına göçetmesi, enerji, mal ve hizmet üreten kuruluşların emisyonları (gaz, kül, aerosol, kimyasal, radyoaktif ve tıbbî atıklar), büyük miktarda eksoz gazı ve ev atıkları (gaz, çöp, su vb) çıkması gibi. Ayrıca şehir ekosisteminde: daha az güneş ışığı alma, göğün daha fazla bulutla kaplı olması, aerosollerden kaynaklanan sisin kışın ve yazın daha fazla olması, yıl boyunca buharlaşmanın daha az, yağışın daha fazla olması gibi farklılıklar görülür (Heinrich & Hergt, 1993).

1) Şehir atmosferi
Şehir ekosisteminde en problemli ortam gaz ve tozlardan dolayı atmosferdir. Bunlar ev, endüstri ve termik santrallerde kömür kullanımından ayrıca benzin ve dizele dayalı motorlu araçlardan ileri gelen azot ve kükürt oksitler, karbon monoksit ve dioksit, kurşun tetraetil ve metan gibi gazlardır.

Azot ve kükürt oksitler doğrudan alınmaları durumunda organizma için tok*****r. Su buharı ile birleştiklerinde oluşan nitrik asit ve sülfürik asit hem şehir sisi, hem asit yağmurları içinde tehlikeli korozif faktörlerdir. 1950'li yıllarda Londra'da anormal oranda kükürt içeren kalın bir sis tabakası 4000'den fazla kişinin ölümüne yolaçmıştı. Zehirli karbon monoksit gazı ise yeterli havalandırma olmadığında eksoz gazını soluyanları zehirler, yangınlarda soluk tıkanmasına (asphyxies) yolaçar. Kirli siste çok bulunduğundan başağrısı, başdönmesi ve sersemliğe yolaçar. Akciğerden oksijen alan kırmızı kan hücrelerini aldatır, böylece bunlar beyin ve kalbi oksijen yerine karbon monoksit ile besler (Bockris, & Veziroğlu, 1991). Esas olarak atmosferde sera etkisi meydana getiren karbon dioksit global ısınmaya, dolayısıyla iklim değişikliğine yolaçması cihetiyle zararlıdır. Solunduğunda toksik etki gösteren ozon ise megapollerde ürkütücü boyutlarda olup, azot oksitlerin, organik gazların ve güneş ışığının kompleks etkileşimiyle ortaya çıkar.

Benzinin otomobillerde patlamalı yanmaması için yakıta eklenen kurşun tetraetil eksoz gazlarıyla birlikte şehir atmosferine karışır. Yüksek dozlara ulaştığında ölüme yolaçan satürnizm hastalığına, düşük dozlarda ise, çocuklarda tedavisi zor olan çok ciddi sinir ve zihin bozukluklarına sebebiyet verir. Benzinin yanmasıyla oluşan diğer zararlı maddelerden peroksiasilnitrat (PAN) gırtlakta ve gözlerde tahrişe yolaçarken, benzopiren insan vücuduna uzun vadede kalıcı zarar verir. Hidrokarbonlar ise, katalitik yakıt deposu ve rafinaj endüstrisinden kaynaklanan sebeplerle şehir atmosferini kokutmaktadır (bilhassa eski Sovyetler ve Hindistan).

Bütün bu gazların canlı organizma üzerindeki zararlarını şu misâl daha iyi anlatabilir: bir insan günde 2 litre su içer ve 1,5 kilogram yiyecek yerse, 100 metreküp hacme karşılık gelen 13,5 kilogram hava teneffüs etmiş olur. Akciğerlerin her teneffüste biraz toksik gaz tutmasıyla meydana gelen gaz birikimi süratle lezyon üretir. Fakat en tehlikeli ürünler, aerosol denilen şehir atmosferindeki deniz tuzu kristalcikleri, sanayi ve topraktan ileri gelen tozlardır. 30 mikrondan büyük tanecikler burun ve soluk borusundaki çeşitli filtrajlar tarafından tutulurken, diğerleri akciğer tarafından absorbe edilir, bronşları tıkar, cidarları tahriş eder ve bunlar eğer kömür tozu ise uzun vadede kansere yolaçabilir. Tozların yoğunluğu gazlarınki gibi yere doğru arttığından, çocuklar için durum daha trajiktir. Ortalama yoğunluk yerden bir metre yükseklikte 100 mikrogram/metreküp, yer seviyesinde üç kat daha fazladır. Bu yüzden, şehirde büyüyen çocuklar büyük oranda kronik bronşit veya astımdan muzdariptirler. Bu tozlar çok büyük oranda ev ve endüstride kömür kullanımından, ayrıca motorlu araçlardan ileri gelir. Burada en kirletici faktör dizel yakıttır. Gelişen eksoz sistemleri büyük tanecikleri filtre etmekle birlikte, otomobillerin yolaçtığı toz kirliliği halen önemini korumaktadır. Bunların doğrudan mekanik etkileri yanında dolaylı etkileri daha önemlidir: bu tozlar gaz ve su için çekirdek görevi görür; sonuçta oldukça kirli ve zehirli bir sis (smog) meydana gelir. Gözlerde yorgunluğa, gerginliğe yolaçan, görüşü engelleyecek ölçüde kalınlaşabilen smog yukarıdaki kirleticileri içerdiğinden ve büyük şehirler bundan uzak kalamadığından, nüfusun önemli kısmı bundan etkilenir. Bu kirleticiler yapraklardaki gözenekleri tıkayarak fotosentez ve solunumu durdurur, ağaçların ölümüne yolaçar. Meşhur Londra smogu ev ve endüstride kömür kullanımının yasaklanmasıyla ortadan kalkmıştır.

Diğer yandan şehirlerin mikrometeorolojisini incelemek ve lokal şartları modellemek de önemlidir. Bu noktada, hava durgunluklarının oluşmaması için, bilgisayar ortamında yapılan mikrometeoroloji simülasyonları çeşitli binaların inşa veya yıkımının hava sirkülasyonunu nasıl değiştirdiğini anlama imkânı sağlamaktadır. Böylece, cadde ve sokakların düzenlenmesi, ısı kaynaklarının belirlenmesi ve idaresi daha bilinçli gerçekleştirilir. Özellikle deniz kenarındaki şehirlerde, eğer çok geç kalınmadıysa, hâkim rüzgarlara göre planlanan geniş caddeler açarak ve ısı kaynaklarının dağılımı değiştirilerek hava kirliliği azaltılabilir. Fakat trafiğe çıkan otomobil yoğunluğunun yönetimi konusunda henüz mâkul, pratik ve toplumca kabul edilebilir formüller bulunamamıştır. Kısa vadede LPG'li ve elektrikli, orta vadede hidrojenli otomobiller petrolle çalışanların yerini alacaktır.

2) Şehir hidrosferi
Su, şehir için öncelikle içme-kullanma suyu, atık sular, yeraltı suları ve şehrin içinden geçen nehirler bakımından önemlidir.

İçme suyu problemi şehirden şehire farklılık gösterir. Meselâ sürekli veya bazen kurak bölgelerde, su sıkıntısı şehrin yakınında yeterli su kaynağı olmamasından ileri gelir. Bu durumda uzaktan boru hatlarıyla su getirmek gerekir.

Atıksuların arzettiği ilk problem bunların nereye bırakılacağıdır. Eğer büyük bir nehre bırakılırsa, aşırı yağış sonucu taşkın meydana geldiğinde bir çevre felaketi ihtimali büyüktür. Deniz kıyısında bulunup da kanalizasyon sistemine sahip şehir sayısı genelde azdır. Bunların bazısı atıksularını kıyıdan denize, bazısı açığa bırakmaktadır. Kıyıdan boşaltma tehlikelidir; fakat atıksular açığa, derin sulara bırakıldığında deniz dibine yakın kesimlerde biyolojik bir zenginleşme sağlayabilir. Boşaltma orta ölçekte bir nehre veya yeraltına sızdırma şeklinde olduğunda kirlenme tehlikesi yeraltı suyu için de yüksektir. Bu durumda, kullanılmış suları yeraltına bırakmadan önce kesinlikle arıtmak gerekir.

Şehir yakınındaki yeraltı suları endüstriyel toksik madde, hatta nükleer atıklar içerdiğinde özellikle tehlikelidir. Ayrıca, kullanılmış suların arıtılıp yeniden kullanılması gerekiyorsa, şehir yakını yeraltı sularının kapasitesi, beslenme yönü, yenilenme ve arıtılma hızlarının bilinmesi gerekir.

Şehir içinden geçen nehirlerin getirdiği en önemli tehlike taşkınlardır. Tabiatı koruma ve ağaçlandırma gibi genel tedbirlerin yanısıra, büyük nehirleri, geldikleri tarafta yapılacak barajlarla kontrol etmek gerekmektedir. Debi kontrolünün yanısıra, nehrin çok dar bir yatağa sokulmaması ve yamaçların düzenlenmesi de önemlidir. Diğer yandan kaldırım ve yolları, suyun yeraltına süzülmesini sağlayacak şekilde yapmak, şehrin altında su toplama kanalları geliştirmek gerekmektedir. Çünkü, plansız kurulmuş şehirler su baskınları sırasında aşırı su girişinin etkilerini artırmaktadır: suyu toplamakta, şebeke görevi gören sokak ve caddeler sayesinde gölcükler meydana getirmekte ve taşkını bizzat organize etmektedir. Bu konuda alınacak bir diğer önemli tedbir, su baskını riskinin yüksek olduğu zonlarda yapılaşmaya izin vermemektir.

Nehirlerin yolaçabileceği ikinci tehlike, suyun kalitesiyle ilgilidir. Genellikle içme ve sulama suyu amacıyla yararlanılan nehirlerde belli tür ve sayıda canlı da yaşamaktadır. Bu noktada endüstri ve ev atıkları tehlike arzetmektedir. Teknik çözüm olarak, nehir suyundaki kimyasal elementlerin, organik, toksik ve süspansiyon maddelerin oranını, canlı toplulukların durumunu analiz edecek istasyonların aralıklı olarak nehir kenarına kurulması gerekir.

3) Şehir jeolojisi
Şehirlerin, özellikle de megapollerin jeolojileri problemlidir. Gerek bina yapımı, gerek altyapı amacıyla tünel açma, gerekse kablo ve boru döşeme çalışmalarıyla şehirlerin altı zayıflamıştır. Dağ eteklerine kurulu şehirlerde mahalleler kayabilmektedir. Şiddetli deprem riskiyle karşı karşıya olan şehirlerde yeraltındaki jeolojik birimler bir yer sarsıntısının etkisini artırabilir veya hafifletebilir. Uzun zaman boyunca yeraltını sağlamlaştırmak için uygulanan metod yüksek kaliteli sıvı beton enjekte etmek idi. Artık büyük kentlerin yeraltındaki ilk yüz metrelik kısımlarının üç boyutlu haritasını çıkartmak ve uygun düzenlemeleri yapmak gerekiyor. Bunun için yeraltının belli derinliğe kadar görüntüsünü veren modern jeofizik teknikler (radar, manyetik ve sonik) mevcuttur.

4) Şehir biyosferi
Şehir biyosferi dünya genelinde dar ve fakir bir özellik arzediyor. Sadece küçük yapılı bitkiler ve birkaç hayvan türü ile sınırlı kalıyor. Şehir biyosferi problemi yeşil alan azlığı ve böceklerle belirginleşiyor. Şehirde belli oranda alanın yeşil hale getirilmesiyle ilgili olarak iki tip tedbir önem arzediyor: 1) yeni yerleşim yerleri planlarken yeşil alan oranının yüksek tutulması; 2) oksijen üretimini maksimize edecek şekilde fotosentez verimi yüksek bitkilerin seçilmesi. Şehirlerdeki böcek problemi de dünya genelinde ürkütücü boyutlardadır. Birçok şehirde değişik türde hamamböceği, beyaz karınca ve örümcek (ayrıca sinek, sivrisinek, bakteri ve virüsler) çoğalmıştır. Bunlara bazı yerlerde hızla çoğalan fareler de eklenebilir. Böylece şehirlerde böcek öldürücülere karşı dirençli ve hastalık yayan bir fauna gelişmiş, bunlarla mücadele tarımda olduğu gibi şehirlerde de önemli bir mesele hâline gelmiştir. Havadan yapılan ilaçlamalarla şehir atmosferinde toksik gaz yayılmakta, fakat böcekler üzerinde kalıcı tesir göstermemektedir (Allegre, 1993).

Zor bir mesele: şehir
Hızlı ve sağlıksız şehirleşme meselesine, şehirlerinin büyük kısmı tam bir keşmekeşlik merkezi hâline gelmiş Türkiye açısından baktığımızda iç içe çelişkiler yaşadığımızı görebiliriz. Ülkemizde, nisbeten hızlı nüfus artışı ve göç, şehir (bilhassa büyükşehir) idarelerinin süratle artan altyapı talebini karşılamasını, şehri güneşsiz ve havasız bırakan sık aralıklı yüksek bina yapılaşması yerine daha geniş alanlara yayılan bir imar politikası uygulamasını, insanların nefes almak, çocukların güven içinde oynamak gibi ihtiyaçlarını giderecek alanlar oluşturmasını, tabiî afetlere karşı yeterli tedbirleri almasını güçleştirmektedir. Zâten bütün bunlar, altyapının daha uzak mesafelere götürülmesi anlamına geleceğinden pahalı yatırımlar gerektirmekte, bu yüzden de şehrin daraltılmış bir alanda yükselen beton yığınları hâlini alması mahallî idarelerin de işine gelmektedir. Fakat bu politikayı, kırsaldan gelerek şehrin merkezinden uzakta yeni varoşlar oluşturan göç dalgaları bozmaktadır. Kaçak yapılaşmaya izin vermeme hususunda belediyeler ne kadar kararlı olurlarsa olsunlar, çeşitli mülahazalarla hareket ettiklerinden, sonuçta altyapı bekleyen yeni banliyölerin ortaya çıkmasına engel olamamaktadırlar. Böylece hızlı ve sağlıksız bir şehirleşmeyle, tehlikeye açık alanlarda daha fazla insanın yerleşmesi ekosistemdeki dengeleri bozmaktadır. Yine insandan kaynaklanan global iklim değişikliğine bağlı meteorolojik afetler daha sık meydana gelmekte, şehirde teknolojik ve tabiî karakterli felaketler yoğunlaşmakta, depremler daha büyük can ve mal kaybına yolaçmaktadır. Bütün bunlar şehir ekosistemine telafisi zor ve yüksek maliyetli zararlar vermekte, tabiî bir dengeye ulaşmasını giderek zorlaştırmaktadır.

Sonuçta şehirler, bilhassa geleceğe yönelik ciddi bir planlama politikası olmayan, günübirlik yaşayan ülkelerdeki büyükşehirler havasıyla, suyuyla, yerleşim mekanlarıyla ve kamuya açık alanlarıyla yaşanmaz hale gelmiştir. Dolayısıyla, şehir ekosistemlerinin insan ve çevre sağlığı açısından elverişli ve tabiata uyumlu hale getirilmesi için şehir ekosistemini tabiî bir dengeye ulaştırmak gerekmektedir. Bunun için eşzamanlı olarak, 1) Hava, su ve toprağı etkileyen her türlü faaliyeti makûl, verimli ve çevre dostu formüllerle gerçekleştirmek; 2) Şehir ekosistemini tabiî ekosisteme yakınlaştırmaya yönelik tedbirler almak (şehir içi motorlu araç trafiğini yeniden düzenlemek, kalabalıkların bulunduğu merkezî kesimleri trafiğe kapatarak gürültü kirliliği olmayan, temiz hava koridorları oluşturmak, beton ve asfalt yüzeyleri toprak ve yeşil alana dönüştürmek, yağmur suyunun yeraltına daha fazla süzülmesini sağlamak, yürüyüş ve bisiklet yollarını artırmak, yeşil alan ağırlıklı bir imar politikası izlemek) ve 3) Yapılaşmayı herhangi bir teknolojik veya tabiî afetten fazla etkilenmeyecek şekilde düzenlemek (meteorolojik afetlerde aşırı su girişinin yönetimi, zemin-yapı-deprem optimizasyonu, patlama, yangın yönetimi gibi) gerekmektedir.

Kimilerine göre şehir tabiattan kopunca kente dönüştü. Bu yüzden bu yazıda "şehir" yerine "kent" mi demeliydik? Bu, kavramla ilgili bir problem. Tamamen mücerret bir konuyu ele almadığımız için, burada kent-şehir tartışması, meselenin vehameti yanında ikinci derecede kalıyor.

Şehir de bir realite; onu dağıtma lüksümüz de yok. Fakat, insan ve çevre sağlığı açısından arzettiği problemlerle şehir bugün insan tabiatına ne ölçüde uygun? Bizi bu denli rahatsız eden bir koca mekanı düzeltme hususunda orta yolu nasıl bulabiliriz? Hem de bu saatten sonra!

Çok önemli bir diğer konu, özellikle büyükşehirlerde yaşayan insanların zihin ve sinir sistemlerinin, düşünce ve duygu merkezlerinin ne ölçüde sağlıklı kalabildiği ve işleyebildiğidir? Trafiğin ve bacaların kirlettiği havayı her teneffüs edişimizde zehirlendiğimizi bilmek, köşe başlarındaki eski çeşmeleri kurumuş görmek, cadde kenarları ve kaldırımlar park etmiş otomobillerle kaplı olduğundan yürüyecek yer bulamamak (şehirde insanlar yürümüyor artık, otomobiller dolaşıyor), dört bir yandan gelen gürültülerle ruhen ve bedenen rahatsız olmak, kalabalıklara karşı yalnızlık, tek tek insanlara karşı yabancılık duygusuna kapılmak ve insan yanımızdan kopmak acaba sağlıklı düşünmemizi engelliyor, bizi farkında olmadan önyargılı ve toptancı düşünme kolaycılığına itiyor olabilir mi? Tanısak da tanımasak da, tek tek her bir insanı insan yanıyla görme irademizi kaybediyor muyuz şehirde? Tabiattan kopan şehir acaba bizi de insanî özümüzden mi kopardı? Göz ve gönül açan, insana güzel duygular ilham eden asûde bir tabiatın, hafif bir su şırıltısının artık birçoğumuz için "kırk yılda bir" deyimini hakedecek kadar lüks sınıfına girmiş olması, "acaba şehirlerimiz ve hatta tabiat birer ümitsiz vak'a mı?" sorusunu sık sık aklımıza getirmiyor mu?

İnsanî tarafının törpülenmesine direnen insanlar olduğu gibi, kentleşmeye direnen şehirler de var dünyada. İnsanı merkeze alsalar, geçmişin ruhunu bir yanıyla cami avlularındaki asırlık çınar gölgelerinde, şehre yayılmış mezarlıklarda ve sokak aralarında kısmen yaşatsalar bile, buna ne kadar direnecekleri bilinmez o "eski"(meyen) şehirlerin. Kaldı ki, onların da sağlıklı hâle getirilmeyi gerektiren yanları var, fakat bunu onların ruhunu daha fazla bozmadan kim yapacak?

Biz, insan türü olarak bu dünyaya gelmeden önce, on milyonlarca canlı türün çok uzun bir zaman boyunca çok hassas denge şartlarında yaşadığı bir tabiat vardı. Ve bu tabiatın yüksek esneklik sınırları bizim yaptıklarımızı sürekli olarak tolere etti. Bugün bu sınırları özellikle şehirlerde iyice zorlar hale geldiğimiz anlaşılıyor. İnsanın yaşadığı bir dünyada tabiatı eski haline döndüremeyeceğimiz açık. Fakat ne olursa olsun, yapabileceğimiz bir şey var: tabiatı şehre, şehri de tabiata taşımak. Tabiatı şehre taşırken temel unsurlarıyla şehrin bundan birşey kaybetmesini istemediğimiz gibi, şehri tabiatın içine yayarken de tabiatı yoketmemeliyiz. Hem hayatı, tabiatı ve bizi Yaratan'a, hem insan olarak kendimize saygının bir gereği olarak, hem de çocuklarımızın yüzüne bakabilmek için buna mecburuz. Unutmayalım ki, şehir de tabiat da insan için. Eğer, insansız ve tabiatsız şehirler istemiyorsak, yeniden insana dönmek ve onu bulmak istiyorsak, bir de bunun yolunun, insanı insan, tabiatı tabiat gibi Yaratan'a dönmekten, O'nu bulmaktan, O'nun yaptığı işi hatasız yaptığını aklederek ölçüyü O'ndan istemekten geçtiğini düşünsek. Kendimize rağmen kendimize bir şans daha versek.


GusinapsE 31 Temmuz 2006 02:48

Meşe ve Sincap Yardımlaşması
 

Meşe ve Sincap Yardımlaşması


Halit SALİHOĞLU

Çoğu bitkiler sabit bir yerde durduklarından çoğalmaları için dışarıdan bir yardıma ihtiyaç duyarlar. Rüzgar bu yardımcılardan biridir. Bazı bitkilerin tohumları ise lezzetli meyveler içerisinde bu meyveleri yiyen hayvanlar tarafından başka yerlere taşınır.

Meşe ağaçlarında da benzer bir durum görülür. Büyük bir kısmı gıda dokusundan meydana gelen ve içinde bitki embriyosu bulunan meşe tohumu yani palamut, sincap tarafından dağıtılır. Sonbaharda palamut tanecikleri ağaçtan düştüğünde bu çalışkan kemiriciler onları toplar ve muhtelif yerlere gömerek depo ederler. Bu durum ilk bakışta sadece palamutun işine yarar gibi görünmektedir. Nazik palamut böylece soğuk ve tehlikeli bir kışı toprağın altında en iyi filizlenme dönemi olan bahara kadar rahatça geçirir. Ancak sincap, palamut tanesini kışın yemek üzere gömmüştür. Sincaplar muntazam bir kış uykusuna yatmazlar. Hiçbir sincap da gömmüş olduğu palamut tanesinin yerini “Kış İstirahati”nden uyandıktan sonra unutmaz.

http://www.sizinti.com.tr/images/konular/90/207.jpgAkrobasi yapmaya en uygun şekilde yaratılmış vücutlarıyla sincaplar, ormanların minik akrobatlarıdır. Daldan dala atlama ve sıçramalarda kuyruğu denge ve dümen vazifesi yapar. Palamut ve cevizleri kemirerek yerler. Zira sincabın ön dişleri devamlı uzadığından kemirme ve dişlerin aynı ve gereken boyda kalmasını sağlar.
Böylece sincap ile meşe arasındaki yardımlaşma başlar. Meşelerin neslini devam için ne kadar fazla palamut taneciği gömülür ve ağaç yetişirse kardır. Buna karşılık çok sayıda palamut gömmek sincap için de kışın fazla gıda demektir.

Beyaz Meşenin palamut tanecikleri filizlenmek için baharı beklemezler, bilakis sincap tarafından gömüldükten hemen sonra filizlenmeye başlarlar. Toprak altındaki palamut taneleri üzerinde kökçükler kış boyunca yavaş yavaş gelişirler. Gerekli enerjiyi de tohumdaki yedek besin depolarından temin ederler. Yalnız bu filizler hemen toprak üstüne çıkmazlar. Kışın müthiş soğuğunda yaşayabilmek imkânsız olduğundan, filizciklerin toprak üstüne çıkmaları ölmeleri demektir. Sincap ise uykusundan uyanıp gömmüş olduğu palamut taneciğini aradığında hemen hemen boş bir palamut kabuğuyla karşılaşır. Sincap palamut taneciğinin artığıyla yetinmelidir. Çünkü sincap genç filizi yiyecek olarak görmez. Bir canlının rızkı temin edilirken, diğer canlının da neslinin devam etmesine vesile olan bu karşılıklı münasebet kâinattaki yardımlaşma prensibinin ayrı bir tezahürüdür. Öte yandan gri sincaplar ise, kendilerine verilen kabiliyetle palamut taneciklerini gömmeden önce gıda dokusunun kat’i surette palamudun içinde kalmasını sağlarlar. Ayrıca çok küçük olan embriyoyu kök teçhizatıyla koparıp, daha sonra palamudu gömerler. Palamut bu haliyle çimlenemeyeceğinden sincaplar da böylece kışın bolca gıdaya sahip olurlar.

Koskoca palamut tohumu içinde milimetrik kök sistemini ve embriyoyu hassas bir şekilde bulup çıkarması için acaba gri sincapların çimlenme hakkında bir fizyolog kadar malumata sahip olması gerekmez mi?

Ancak bir bitki fizyoloğunun bilebileceği çimlenme ve bitki embriyosu hakkındaki malumatı sincabın kendi kendine veya “içgüdüleriyle” elde edebilmesi mümkün müdür?


GusinapsE 31 Temmuz 2006 02:51

Karıncanın Omuzlarında Ağaç
 

Karıncanın Omuzlarında Ağaç


Dr. Muvaffak AYVAZ

Lancaster Üniversitesi Ökoloji gurubu araştırmacıları, Dr. John Whittaker başkanlığında yaptıkları kontrollü denemeler neticesinde, büyük kırmızı orman karıncalarının (Formica rufa) meşe ve çınar ağaçlarını, tırtıl ve fidan bitlerine karşı koruduklarını tespit ettiler. Araştırma gurubu, incelemeler için, ağaçları iki guruba ayırdı. Birinci guruptaki ağaçların gövdesine yapışkan bant sarmak suretiyle, karıncaların ağaçlara çıkması engellendi. Normal olarak ormanlarda yasayan zararlı böcekler, karıncalar tarafından tedirgin edilmeksizin rahatca bu ağaçların yaprak ve özsu/arından istifade ettiler. İkinci guruptaki ağaçlara ise karıncaların çıkması engellenmedi ve bunlar zararlılara karşı korundu. Bu ağaçlara araştırmacılar tarafından bu denemeye mahsus kapanlar yerleştirildi. Bu kapanlar sayesinde karıncaların ağaçlardan yuvalarına dönüşleri engellemekte ve avları ellerinden alınmaktaydı.

Bu karınca kapanlarından elde edilenler ökolog Gary Skinner tarafından şöyle açıklandı: 0,4 ha²lik ormanda karıncalar saatte 100 bin fidan biti ve 2000 tırtıl elde etmişlerdi ki bu, 2 kg kadardı.

Bundan sonra araştırma gurubu bir kompüter yardımıyla, karıncasız ve böceklere karşı korunmamış ağaçlarda %10 yaprak kaybı ve ağaç başına 2,5 litre sıvı kaybı tespit ettiler. Karıncalar tarafından korunan ağaçlardaki yaprak kaybı ise diğerinin sadece %10 u olan % 1 mertebesindeydi. Sıvı kaybı da %75 nispetinde azalmıştı. Bu şundan ileri geliyordu: Böcekler tarafından kemirilen yaprakların fotosentez gücü azalıyordu. Yaprakların alt tarafındaki yeniklerden su buharlaşması artıyor ve bunlar kuraklığa dayanamıyorlardı. Son olarak zararlılara karşı korunmayan ağaçlarda gelişmenin engellenip engellenmediği gözlendi. Mikroskobik inceleme neticesi karıncaların koruması altında olmayan ağaçlarda yıllık kalınlık artışının korunanlardan %30 daha az olduğu tesbit edildi. Sadece karıncalarla ağaçlar arasındaki bu mânâlı yardımlaşma ve diğerini zararlılara karşı koruma gösteriyor ki, rahmeti sonsuz Yaratıcı, akılsız karıncalara rızıklarını verirken aynı zamanda başka bir nev'i, bunlar vasıtasıyla muhafaza etmektedir. Elbette bu şuursuz mahlûklar, bu harikulade işleri kendileri yapamazlar. Buradan, bütün âlemi kaplayan bir rahmet kanununun ucu ve kanun koyucunun izi çok açık bir şekilde görülmektedir.


GusinapsE 31 Temmuz 2006 02:55

Ekolojik Dengede Parazitlerin Rolü
 

Ekolojik Dengede Parazitlerin Rolü


Prof.Dr. Arif SARSILMAZ

Başka canlıların üzerinde ve onların aleyhine olarak cereyan eden parazitlerin hayatını bugüne kadar çoğumuz arızi ve anormal birşey olarak görür, abes işin görülmediği kâinatta parazitliğin hikmetini araştırır dururduk.

Son çalışmalar bu hususta oldukça enteresan neticeleri karşımıza çıkarmıştır. Bu araştırmalara göre parazitler konak hayvanın davranışlarını, büyüklüğünü veya rengi gibi morfolojik karakterlerini değiştirmekte, neticede onları düşmanları tarafından daha kolay avlanabilir bir hale getirmektedir. Ancak bu şekilde parazitin hayat devresinin icabı olan yeni bir canlıya geçiş mümkün olmaktadır.

Tahtakurularını istila edip onların üzerinde parazit olarak yaşayan dikenli başa sahip kurtçuklar, tahtakurularını o kadar çok rahatsız ederler ki, sonunda tahtakuruları oyuklarından çıkmaya mecbur kalarak kuşlara yem olurlar.

Tetrameres americana adlı bir nematod (yuvarlak solucanlardan) larvası bir çekirgeye girdiği zaman onun kasları içinde kistler meydana getirir. Neticede çekirgenin hareketleri azalır ve felç olmuş gibi zorlukla kaçabilir. Böylece yeni avlanmayı öğrenen genç kuşlara kolayca yem olurlar.

Bu sayede hem kuşlar beslenmiş, hem de çekirge sayısı kontrol altında tutulmuş olur. Bu larvalar ancak genç kuşların vücudunda erginleşebilirler.

Taenia multiceps isimli şeritin larvası koyun gibi geviş getiren hayvanların beynine veya omuriliğine yerleşerek baş dönmesine sebep olan bir hastalığa yol açar. Başı dönmeye başlayan geviş getirici hayvan sürüden ayrılarak kurtlar ve yabani köpekler tarafından parçalanır. Şeritin larvası da köpek veya kurta geçerek hayat devresini sürdürür.

Yassı bir kurt olan Dicrocoelium dendriticum adlı parazit, hayatının büyük bir kısmını karıncalarda geçirerek koyunda ergin hale gelir. Koyunlar karınca yemediği halde yassı kurdun larvaları koyunlara nasıl geçer?

Bir grup kurt larvası karıncalara saldırır, bunlardan biri karıncanın yemek borusu altındaki sinir düğümüne yerleşerek orada kist haline geçer. Karıncanın ağız parçalarını ve vücut hareketlerini kontrol eden bu sinir, parazitle enfekte olunca, karınca sanki bir yerden emir almışcasına sürüne sürüne otların uç kısmına çıkar. Hava sıcaklığı da düşükse çeneleriyle otu ısıran kârınca çenelerini bir daha açamaz ve kilitli olarak kalır. Daha sonra orada otlayan bir koyun tarafından yenilir. Parazit böylece yeryüzü sahnesinde kendine verilen rolü en iyi şekilde oynayarak hayatını devam ettirir.

Acanthocephala şubesine dâhil parazitlerin bazı nev'ileri ergin safhalarını kuş ve balıkların ince bağırsaklarında geçirir. İnce bağırsakta yumurtlayan dişinin yumurtaları konak hayvanın dışkısı ile dışarı atılır. Bu yumurtalar çeşitli böcek veya kabuklular tarafından besin olarak alındığında onların sindirim kanalında açılır. Yumurtadan çıkan larva hayvanın sindirim borusunun duvarını delerek vücut boşluğuna (soloma) düşerek burada minyatür kurtçuklar (Cystacanth) haline dönüşürler. Paraziti taşıyan bu böcek, kuş veya balıklar tarafından yenildiğinde onların ince barsağında ergin hale gelir. İnce bağırsak içinde hazır sindirilmiş gıdayı bulan parazitlerin ince bağırsağa ihtiyacı olmadığı için Kudreti Sonsuz, onları en mükemmel şekilde bağırsaksız yaratmıştır. Hazır sindirilmiş besinleri bütün vücut satıhları ile massederek alırlar.

Acanthocephal'lerin üç nev'i birinci konak olarak suda yaşayan amphipod'ları kullanırlar. Ergin hallerine ise çeşitli omurgalılarda geçerler. Araştırmalar her nev'in kendine has olan ikinci konağının, birinci konağı yiyebilmesini sağlayacak şekilde davranışlarını değiştirdiğini göstermiştir.

Parazite bulaşmamış amphipod'lar ışıktan uzak olan dip sularında yaşar, nadiren havuz veya gölün sathına çıkarlar. Su üstünde iken rahatsız edilirlerse hemen suyun dibine dalıp çamur içine gömülürler. Polymorphus paradoxus isimli acanthocephal erişkin devresini yaban ördeği, kunduz ve sıçanların ince bağırsağında, larva devresini ise amphipod'larda geçirir. Bu kurtun yumurtalarıyla bulaşan bir amphipod normaldekinin tam aksine olarak ışığa doğru hareket eder. Rahatsız edildiklerinde de adeta bizi yiyin dercesine su üstünde bir tabaka meydana getirirler. Yahut da su üstündeki bitki veya yüzen cisimlere yapışırlar. Bu davranış değişikliği su sathında beslenen yaban ördekleri, kunduz ve misk sıçanları için eşi bulunmaz bir fırsat olup, kolayca karınlarını doyurmalarını sağlar. Akılları durduracak hadiseler zinciri içinde her canlı nev'inin sayısı az çok sabit tutularak hem ekolojik denge kurulmuş hem de herkesin rızkı en ucuz şekilde temin edilmiş olur.

Poiymorphus marilis nev'i tarafından enfekte olan amphipod'lar da ışığa doğru hareket ederler, fakat bunlar öncekilerin aksine su sathında bir tabaka meydana getirmezler. Rahatsız edildiklerinde su dibine kaçmak için gayret ederlerse de, parazitin ikinci konağı olan dalgıç ördekler bu yavaş kaçabilen nasiblerinin peşini bırakmaz ve dalarak rızıklarını yakalarlar.

Corynosoma constrictum adlı parazitin ikinci konağı ise hem su yüzünde, hem de dalarak beslenen ördeklerdir. Bu parazitin enfekte ettiği amphidop'ların bir kısmı su yüzünde bir kısmı ise dipte yaşarlar. Böylece her hayvanın beslenme durumuna göre üç tip parazit harika hayat devrelerini devam ettirebilmek için birinci ara konağın davranışlarını ayrı ayrı değiştirirler. Enteresan olan bir husus da amphipod'lardaki bu davranış değişikliğinin hemen meydana gelmemesidir. Parazit belli bir süre amphipod'un vücudunda gelişir, büyür ve ancak hayat safhasının programlanmış zamanına gelince sanki konak değiştirmesi gerektiğini biliyormuş gibi birçok karışık ve sırları henüz çözülmemiş fizyolojik faaliyetler icra ederek birinci konağının davranışlarını değiştirir.

Ötücü kuşlarda parazit olarak yaşayan Plagiorhynchus cylındraceus erişkin devresini sığırcık kuşlarında, larva safhalarını ise tesbih böceklerinde geçirir. Bu böcekler normal olarak nemli karanlık taş altlarında yaşadıkları halde parazit ile bulaştıktan sonra tam aksine olarak zamanının büyük kısmını açıkta ve aydınlık yerlerde geçirmeye başlar. Böylece sığırcıklar tarafından kolayca görülerek avlanırlar.

Hâdiselerin dış yüzü bize ilk anda anlaşılmaz veya abes gibi geldiği halde kâinattaki muhteşem nizamı ve bu Nizamı Koyan'ı ön plana alınarak araştırmalar yapıldığında hâdiselerin iç yüzü aydınlanmakta, faydasız gibi görünen parazitler sayesinde beslenen birçok canlı için bunların ehemmiyeti daha iyi anlaşılmaktadır.


GusinapsE 9 Ağustos 2006 20:34

Sessiz Tehlike
 

Sessiz Tehlike


Jeo. Müh. Nevzat BAYHAN
http://www.sizinti.com.tr/images/konular/76/131.jpg
Fosil yakıtlarından ve canlılardan neşredilen ve orman azalması neticesi fazlalaşan CO2 güneş ışığının yeryüzüne ulaşmasına müsaade eder fakat yansımasını önler

Sıcak iklimlere has bitkileri soğuk memleketlerde yetiştirmek için seralar kurulur. Seralar, şeffaf maddelerle örtülmüş kapalı sahalardır. Seraya giren ışığın bir kısmı yansıtılırken, frekansı düşmüş olduğu için kaplama maddesi (cam, naylon) tarafından tutulur. Bir nevi hapsedilir. Böylece sera açık sahalara nazaran daha fazla ısınmış olur. Bu hâdise "sera tesiri" olarak isimlendirilir.

Atmosferde normalde % 003 – 005 nisbetinde bulunan CO2, güneşten gelen ışığı kısmen emerken, dünyadan gelen ışığı geri yansıtır. Yani bir nevi sera tesiri gösterir. Bu nisbet arttıkça CO2'in ayna tesiri de artar.

Renksiz ve kokusuz olan CO2 gazının miktarı bitkilerin hayatlarını sürdürmeleri ve dünyanın belirli bir sıcaklıkta kalması için tesadüfe yer vermeyecek şekilde hassasiyetle tayin edilmiştir. İnsan eli bu muvazeneyi bozmadığı müddetçe karbondioksit gazı atmosferde daima dengede tutulur.

Dünyanın yaratılış devrelerinde atmosferdeki CO2 miktarı çoğalmış, bunu telafi için bitkiler daha fazla sayıda yaratılırken, deniz diplerinde de fazla miktarda kalsiyum karbonat (CaCO3) çökeltileri meydana getirilmiş, böylece kısa zamanda denge kurulmuştur.

CO2 miktarının atmosferde artmasının dünyayı izole ederek ısının radyasyon yoluyla fezaya kaçmasını engelleyip yeryüzünün sıcaklığının yükselmesine sebep olacağı düşünülmektedir. Son yıllarda kömür, petrol vs. tüketiminin hızlanması neticesi, bacalardan aşırı miktarda CO2 gazı çıkmış ve bu nisbet kısa zamanda % 10 gibi yüksek bir miktarda artma göstermiştir. Bu artış devam ettiğinde kutuplardaki buzulların eriyerek deniz seviyesinin, bugünkünden 100 metre daha yükseleceği, neticede bir çok kıyı şehirlerinin ve en verimli arazilerin sular altında kalacağı ileri sürülmektedir.

Ormanların, atmosferimizdeki CO2 dengesi için ne denli ehemmiyetli olduğu anlaşılmıştır. Mesuliyetsizce ormanları tahrip edenler bu dengeyi de hayatın aleyhine çevirmiş olmaktadır. 14 asır önce söylenmiş olan şu söz sanki bugünü görmüşçesine Yüce Rehber (s.a.v.) dilinden ne güzel ifade edilmiştir.

"Kıyamet koparken sizden birinizin elinde bir hurma dalı bulunur da bunu kıyamet kopmadan dikmeye gücü yeterse muhakkak onu diksin!"


GusinapsE 9 Ağustos 2006 20:35

Kuşlar ve Çiçekler Diyaloğu
 

Kuşlar ve Çiçekler Diyaloğu


Tarık ÇELİK
Güngör KAMER
http://www.sizinti.com.tr/images/konular/70/balcicek.jpgÇiçekler, kuşlar ve böcekler yardımlaşma zincirinde birer halka. Bu zincirin anlattığı da, kâinatta tesadüf ve nizamsızlık olamayacağı gibi, canlılar arasında da gayesizlik ve boşuna yaratılmışlığın olmayacağıdır.
Birçok tropik memleketlerde çiçekleri ziyaret ederek onları tozlaştıran ve böylece kendi gıdasını da temin eden kuşları görmek mümkündür. Kuş araştırmacılarının son senelerde bu bölgelerde yaptıkları tetkikler pek çok gerçeği gün ışığına çıkarmıştır.

Dev mercan ağaçları (Erithrina ve Butea) buralardaki muson ormanlarını adeta kaplamış vaziyettedir. Kapalı tohumlular (Angiospermae) grubuna dahil olan bu nebatlarda tohum taslakları, meyve yapraklan (Karpetler) tarafından çepeçevre kuşatılmış bir ovaryum (Yumurtalık) İçerisinde bulunmaktadır. Bir ferdin poleni (Erkek üreme hücresi), umumiyetle bir böcek veya kuş tarafından, ya aynı fert-deki başka bir çiçeğin yahut da diğer bir fertdeki herhangi bir çiçeğin dişi organı tepeciği (Stigma) üzerine getirilerek onun burada çimlenmesi sağlanır. Çimlenen polenin polen tüpü veya hortumu gelişerek döl yatağına (Ovaryum) doğru uzanır. Buraya ulaşan polen tüpünün uç kısmı yine burada açılır ve içerisindeki muhteviyat embriyo kesesine boşaltılır. Bu suretle de tozlaşma sağlanmış olur. Tozlaşmada aracı olan kuş veya böcek de bu vazifesine karşılık, Sonsuz İhsan Sahibi tarafından, şekerli bir usareden ibaret olan nektar (Bal-özü) ile mükâfatlandırılır.

Orta Avrupa'da tozlaşma umumiyetle böcekler (Entomogami) ve rüzgârla (Anemogami) gerçekleştirilirken, tropik sahalarda ise daha ziyade kuşlarla (Ornitogami) yapılmaktadır.

Kuşlar, çiçekler tarafından çarpıcı renk ve hoş kokulan yanında, büyüklük ve şekilleriyle de cezbedilmektedir. İnsan gözüne nispetle kuşların gözleri gündüzün renk tayfında kırmızıya daha hassastır. Ve ne enteresandır ki, kuşların tozlaştırdığı bütün çiçeklerde umumiyetle kırmızı ve buna yakın tondaki renkler hâkimdir. Çok nadir olmak kaydıyla sarı ve mavi rengli çiçekler de bazı kuşlar tarafından ziyaret edilebilmektedir. Tabiatta mevcut en güzel çiçeklerin kuşlar ve böcekler tarafından tozlaştırılan çiçekler olduğunu da belirtelim.

Çiçek ve kuş arasındaki münasebet o kadar hassastır ki, tozlaşmanın olabilmesi için çiçeğin yapısı, büyüklüğü ve tozlaşma organlarıyla, kuşun yapı ve büyüklüğünde tam bir âhenk mevcuttur. Ayrıca, polen tanelerinin, hayvanın vücuduna yapışmasını kolaylaştırmak için satıhlarının yapışkan ve pürüzlü olarak yaratılması da enteresandır.

Tropik sahalarda yayılış gösteren Erithrina ve Indica nev'ileri ile Butea Frondasa gibi ağaçlar, yapraklanmadan önce çiçek açarlar. Böylece kırmızı renkli -çiçekler, kuşlar tarafından çok uzaklardan dahi farkedilebilir. Kırmızı renk bu yönüyle kuşlar için "bol gıda" mesajı sunmaktadır. Çünkü, bu çiçeklerin nektar ve polenleri karbonhidrat, protein ve vitamin açısından çok zengindir.

Diğer bazı ağaçların da bol besin ihtiva eden çiçekleri, birtakım kuş ve hayvanlar tarafından yenmektedir. Meselâ, Tabebuin Rosea adı verilen bir ağacın çiçeklerinin, bu ağaçlarda yaşayan bir çeşit sincap tarafından yenildiği gözlenmiştir. Çiçek, bu canlılar İçin bulunmaz bir gıdadır.

Erithrina ile yakından akraba olan Butea ağaçlan, Erithrina'ya nispetle kelebekler için daha cazip renkli çiçeklere sahiptirler. Butea çiçeğinin rengi parlak kavuniçi olup, Erithrİna'nın ise koyu kırmızıdır.

Çiçeğe rengini veren taç yapraklar, Erithrina'da gelişmenin erken safhalarında henüz kapalı durumdadırlar. Bir çiçek topluluğundaki genç ve kapalı olan üst çiçekler, daha yaşlı ve açık olan alt çiçeklere kıyasla nektar açısından daha zengindirler. Daha az nektar taşıyan yaşlı ve açık Çİçeklerdekİ nektarın kuşlar tarafından alınması da kolaydır. Bu sebepten, hareket maharetleri fazla olmayan bülbül, sığırcık ve hatta papağan gibi iri kuşlar da bu ameliyeyi yapmakta ve dolayısıyla da tozlaşmaya az çok yardımcı olmaktadırlar.

Fakat, kapalı vaziyetteki nektarca zengin üst çiçeklerden nektar toplamak öyle kolay bir iş değildir. Oldukça maharet isteyen bu ameliye ancak, havada helikopter gibi uçar halde durabilme kabiliyetinde yaratılan kuşlar tarafından yapılabilmektedir (x). -İşte maharet nispetinde artan mükafat ve en ehemmiyetsiz mevzularda dahi tecellisini gördüğümüz İlahi adaletin buradaki zuhuru...

Kapalı çiçekleri oldukça kolay bir şekilde açabilen bu kuşlar, dolayısıyla onlardaki zengin nektar kaynaklarına da sahip olmaktadırlar. Bu husus, onlar için son derece ehemmiyetlidir de. Çünkü, onların havada helikopter gibi durabilmelerini sağlayan, birim zamandaki kanat çırpma sayılarının çokluğudur. Bu da ancak, onların güçlü kas ve kemik dokularına sahip olmalarıyla mümkündür. Bunu sağlamak için, en önemli gıdası nektar olan bu kuşların, kalori değeri yüksek zengin nektar kaynaklarına olan İhtiyaçları da gayet tabiidir.

Çiçeklerden nektar yalayan canlılar arasında palmiye sincabı da bulunmaktadır. Bu sincap daha ziyade Bombax çiçeklerini sevmektedir. Bombax çiçeklerinde tepecik ve polen keseleri birbirinden uzaktır. Bu sebeple tozlaşma umumiyetle aracı bir canlı vasıtasıyla yapılmaktadır. Bu aracı canlılardan biri olan palmiye sincabı kulak, ayak ve bıyık gibi muhtelif yerlerine bulaşan polen tozlarını başka bir çiçeğin üzerine rahatlıkla bırakabilmektedir. Avustralya'da da bazı yarasa ve küçük keseli memeliler tozlaşmaya sebebiyet vermektedir.

Bazı hayvanlarla birlikte bilhassa kuşlar ve çiçekler arasındaki yardımlaşma, hususiyetle çiçek açma dönemlerinde sıkça görülmektedir.

Acaba renk renk çiçekler ve kuşlar arasındaki muvazene nasıl ve neye hizmet İçin teşekkül etti? Akıl ve idrakleri olmadığını kabul ettiğimiz kuşlar ve bilhassa çiçekler, birbirlerine olan ihtiyaçlarını nasıl da bilebilmişler?


GusinapsE 9 Ağustos 2006 20:36

Varolma Mücadelesindeki Âhenk
 

Varolma Mücadelesindeki Âhenk


Tuncay ÇELİKBİLEK

Bir gül tomurcuğunun peyderpey açılıp ortaya çıkmasındaki ifâde, mânâ ve güzellik gibi ilmin aydınlatıcı ışıkları altında hergün bir bucağı nurlanan kâinatlar da daha iyi anlaşılacak, sevilecek ve Yüce Hakikata vesileliği ölçüsünde alkışlanacakdır.

Değişik renk ve desenlerde çiçeklere sahip *****eler üzerinde çalışan bir araştırmacının, Madagaskar'dan İngiltere'ye getirdiği bîr *****e (Angraecum Sesquipedale) biyologlar, arasında bir hayli alâka uyandırmıştı. Çünkü bu *****e nev'inin çiçeklerinin açılmaları gibisi hiç müşahede edilmemişti. Çok güzel bir fildişi rengine sahip çiçekler, köşeleriyle âdeta altı kenarlı bir yıldızı andırıyordu. Boyu 15 cm. kadar olabilen çiçeğin alt kısmında hortuma benzeyen ne İşe yaradığı da henüz bilinmeyen kör barsak şeklinde ve 30 cm. boyunda uzanmış bir kısmın dibinde nektar bulunması botanikçileri şaşırtmıştı. Zira normâl bir çiçekte nektar, çiçeğin hemen altında bulunur. Halbuki bu cins *****ede durum değişikti. Acaba bunun sırrı ne idî?

Araştırmacılar bu garip kısmın; Madagaskar'da yaşayan ve nektarla beslenen böceklerin ağız kısımlarına çok iyi uyduğunu tesbit ettiler. Anahtarın kilide uyması gibi..

Böylesine mükemmel bir şekilde yaratılmış bitkilerde, çiçekler, böceklerle tozlaşmanın sağlanacağı şekilde yerleştirilmiştir. Bu çiçeklerin döllenip nesillerini devam etmesini temin edecek böyle bir yapının varlığı, çiçek ve böceğin kendilerini birbirine uydurması ile değil, ancak bu plânın kurucusunun dilemesi ile mümkündür. Rüzgâr yoluyla tozlaşan çiçeklerde, böcekleri cezbedecek bir maddeye lüzum yoktur.

Son tespitlere göre 100 milyon seneden beri çiçekler arasında tozlaşma belirli böceklerle temin edilmektedir. Çünkü böceklerle bitki arasında âhenk ne kadar iyiyse, döllenme de o derece sıhhatli olmaktadır.

Bu çiçekte tozlaşma mekanizması uç kısımda bulunmaktadır. Hususî bir gece kelebeği cinsi, bu bitkinin çiçeğinde bulunan nektarı almaya ve çiçeği tozlaştırmaya memurdur. Cereyan eden münasebetin çok büyüleyici ve düşündürücü yönü ise *****enin çıkardığı kokuyu kelebeğin hissederek yüzlerce metre mesafeden çiçeği bulmasıdır. Kelebek, çiçek üzerinde uçarak, 2-3 mm. boyundaki açıklıktan nektar toplayıcı organını daldırır ve nektarı emer. Botanikçilere göre bu bitkinin bütün gayesi, gece kelebeğinin bu nevini kendisine celbetmektir. Diğer böcekler çiçeğin ifraz ettiği bu kokuya pek alâka duymazlar.

Aslına bakılırsa bu nebatın şimdiye kadar çoktan nesli tükenmiş olması gerekirdi, ne var ki, kelebekle arasındaki karşılıklı alış-veriş ve istifade sayesinde hem varlığını sürdürmüş, hem de nev'ini devam ettirmiştir. Bu çiçeğin bir nev'i hâlen Madagaskar'da mevcuttur. Acaba bu muhteşem münasebet ve hayret verici muvazene binlerce yıl nasıl muhafaza edilegeldi; bunu şuursuz kelebeğe veya çiçeğe vermek mümkün müdür?

Bazı tropik bitkiler leş kokusuna benzer kokular çıkardıkları ve çürümüş ete benzedikleri için insanların hoşuna gitmez. Bunlardan biri olan "Aristolochia grandiflora" bitkisi böcekleri kendine çekebilmek için değişik tuzaklara sahiptir. Bir piponun ağzı gibi kıvrılmış boru, sanki salyangoz kabuğudur. Bazı büyük nev'ilerde bu salyangoz kabuğunu andıran kısım 35 cm. ye varabilir. Leş ile beslenen sinek ve böcekler bu bitkinin çiçeklerinin kokusuna aldanarak kapıyı andıran kısımdan içeri girerler. Fakat çiçek içindeki tüylerle bir engel oluşturulduğu İçin bu böcekler kolay kolay dışarı çıkamazlar. Tam bu sırada çiçekte değişik bir mekanizma işlemeye başlar. Böcek, polenleri dişi organların baş kısımlarına bıraktığında, döllenme başlar ve çiçeğin hormon seviyesi değişir. Büyüme hormanları kısa süre içinde bitkinin çiçeklerinin gelişmesini sağlar. Aynı zamanda çiçeklerin polenleri olgunlaşır. Döllenme bittikten sonra böceğin çıkmasını engelleyen tüyler kurur. Böcekleri cezbeden leş kokusu da sona erer. Böylece güzel bir tuzak ile Aristolochia nev'indeki çiçekler, onları bir gıda zanneden sinek ve böcekler tarafından tozlaştırılır.

Aynı zamanda bu tozlaşmada, değişik safhalar göz önüne serilmektedir. Umumiyetle bütün çiçeklerde dişi organlarla erkek polenler birarada bulunmakla beraber, bunların kendi kendilerine tozlaşmaları engellenir. Çiçekte dişi organ o çiçeğin polenleri tarafından döllenmeyip bu işle böcekler vazifelidir. Şayet çiçeğin erkek ve dişi organları birbirini dölleyecek olursa İrsî hastalıklar zuhur eder. Hatta bazen çiçek nevî'nin varlığı tehlikeye düşer. Çiçeklerin kendi kendilerine döllenmeleri üç yolla engellenir.

a) Polenler ve tohum taslakları aynı zamanda olgunlaşmazlar.

b) Dişi organın (pistil) stigmasına en uzak polenler aynı zamanda olgunlaşmaktadır. Bunların arasında ise olgunlaşmamış polen keseleri bulunur.

c) Eğer dişi organla polenler aynı zamanda olgunlaşırsa, böcek lehine bu tozlaşmayı engelleyecek bir mekanizma devreye girer. Yani, çiçek öyle bir vaziyet alır ki, tozlaşma ancak böcekle olur.

Strelitzia reginae'nin altı çiçeğinden her biri üçü turuncu, üçü de mavi olan yapraklara sahiptir. Bu renkli çiçeğin yaprakları birbirine karşı gelecek şekilde dizilmişlerdir. Mavi yapraklardan ikisi alt kısımda bulunur. Ve pistilin stigmasını, polen keselerini kuşatır. Bu çiçeği ziyaret eden nektar kuşları uçarken, polenleri de vücutları zamanda olgunlaşmazlar.

Strelitzia reginae'nin altı çiçeğinden her biri üçü turuncu, üçü de mavi olan yapraklara sahiptir. Bu renkli çiçeğin yaprakları birbirine karşı gelecek şekilde dizilmişlerdir. Mavi yapraklardan ikisi alt kısımda bulunur. Ve pistilin stigmasını, polen keselerini kuşatır. Bu çiçeği ziyaret eden nektar kuşları uçarken, polenleri de vücutlarına bulaştırırlar. Tadı çok iyi olan nektarı alabilmek için kuş, mavi yapraklı kısma iniş yapar. Fakat kendisi yapraklar İçin ağır olduğundan mavi renkli yapraklar açılır ve bu sayede polenler kuşun vücuduna bulaşır. Bir sonraki çiçeğe inişte de bu oyun aynen tekrarlanır.

Pek gösterişli olmayan çiçeklere sahip bitkiler çiçeklerini gösterebilmek için çeşitli vaziyetlere başvururlar. Bunlardan biri Sumatra (Endonozya)'da yetişen Amorphophallus titanum adlı bitkidir. 50 kg. kadar soğana benzer kökten 2 metre boyunda uzanan bir gövdesi vardır. Bu kısmın dibinde ise çok küçük sarı-beyaz çiçekler bulunur. Çiçek, gelişmesini tamamladıktan sonra dev çiçeği saran, genişlik bakımından 3 m.yi bulan tek bir yaprak çıkar. Renkleri bize göre pek bâriz olmamaktadır. Çünkü görüş sahamız 400 ile 700 nanometrelik bir saha ile sınırlıdır. Ama böcekler için durum farklıdır. Onlar bizim görmediğimiz morötesi sahadaki renkleri kolayca seçerler.

Böceklerin bu kadar hassas gözleri olmasına rağmen bazı çiçekleri yine de farkedemezler. Bu durumun önlenmesi için çiçekler hususî yapıda şekillere sahip kılınmışlardır. Meselâ birçok çiçek, birleşerek bir çiçek vaziyeti alırlar.

Aslanağzı gibi bazı çiçekler de ilk bakışta normal gibi görünmesine rağmen çok farklı hususiyetlere sahiptir.

Böceklerin faydalanacağı çiçek tozlarının bulunduğu kısım kapalıdır. Bu kapanma mekanizmasında üst kısım kıvrılarak alt kısmı kapatır. Öyle ki, büyük böcekler ve iri arılar alt kısmı bastırarak girişi ancak açabilirler ve nektarı emerler. Çıkışlarında da üst kısımda bulunan polenler, böcek yardımıyla tozlaşmayı sağlamış olurlar. Böcek, çiçeği terk ettiğinden aslanağzı yeniden kapanır. Böceklerin çiçeğe gelmesi besinleri olan nektarın çiçekte var olmasına bağlıdır. Bazı *****elerde ise daha değişik bir yolla erkek arıları cezbeden kraliçe arının kokusunu andıran bir koku neşretmeleri ve böylece erkek arıyla *****enin tozlaşması sağlanır.

Orta ve Güney Amerika'daki arıların davranışı ise çok daha değişiktir. Bu arılar sürülerinden ayrılarak küçük gruplar teşkil ederler. Ve diğer yabancı böceklere saldırırlar. Arılar, rüzgârda uzun sapları üzerinde kelebek gibi sallanan "Oncidium" adlı *****eleri düşman zannederler. Bu sebeple *****eye âni bir dalışla girerler. Bunun üzerine hemen girişteki polen kesesi yırtılır ve arının başına bulaşırlar. Bir sonraki çiçekte ise *****eler tozlaşmış olur. Çünkü arılar bu *****eleri de düşmana benzeterek dalış yapmışlar ve daha önceki *****eden aldıkları polenleri aşılamışlardır.

Çiçekler ve böcekler arasındaki esrarlı münasebet ve alışverişler; fıtratın bağrındaki faaliyetin lezzetle sürdürülmesi, fıtrî hizmetleri de bunlara bir ücret verilmesi yönünden üzerinde durulmaya değer. Ne var ki, bizler bu hususlarda henüz emekleme döneminde bulunmaktayız


GusinapsE 9 Ağustos 2006 20:37

Çölle Kucaklaşan Solucan


Ayvaz BAŞARAN
Bizler hâlâ bir kısım şeyleri imkânsız, bir kısım canlıları da hakîr görmeye devam edelim!
Solucanla çöl, çokdan zifaf olma yoluna girdiler...
Kimbilir belki de yakın bir gelecekde bu mutlu izdivaç yeryüzünü yeniden cennetlere çevirecekdir.

Milyonlarca yıl süren fizikî ve kimyevî parçalanmalar neticesi meydana gelen toprak, canlılar için en mühim ihtiyaçlardan biridir. Her sene erozyonlarla meydana gelen toprak kayıplarını Önlemek için dünya çapında araştırmalar yapılmakta, diğer yandan da bu kaybı azaltıcı tedbirler düşünülmektedir. Bu mevzu ile alâkalı araştırma projelerinden birisi de, solucanların çölün yeşertilmesinde kullanılmasıdır.

Bu proje ile, hakir ve hor gördüğümüz toprak havalandırıcıları olan solucanların binlercesi, çöpleri ve kumları verimli toprak hâline çevirmede kullanılacaktır. Çöpleri besin olarak alan solucanlar, bunları sindirdikten sonra verimli bir toprak şeklinde geri iade ederler. Laboratuvarda çiçek kasalarında neon lâmbası ile yapılan küçük bir tecrübe, oldukça müsbet netice verdi. Bunu müteakiben çölde büyük çapta bir tecrübe yapmak için 10 milyon TL, tutarında yatırım yapıldı. Plânlanan çalışma kısaca şöyledir; 100 m2 lik bir çölün sathında 30 cm. kalınlığında toprak tabakası kaldırılarak yerine 2 cm kalınlığında sun'i bir tabaka döşenecek. Sentetik tabaka üzerine 5 cm kalınlığında yayılan çöplere solucanlar konarak, üzeri de 25 cm kalınlığında bir kum tabakası ile örtülecektir.

Solucanların günde yaklaşık olarak 2,4 kg. verimli solucan toprağı meydana getirmesi beklenmektedir. Solucanların çok hızlı ürediği düşünülürse bu değer oldukça iyidir. Belirli bir müddet sonra çöl kumu, bitki yetişebilecek bir toprak hâline gelecektir. Solucanlar W.Nickel adlı araştırmacı tarafından ultra-viyole ışınları ile çöl sıcaklığına dayanacak hale getirilmiştir. Ama bu ultra-viyole ışınlarına maruz bırakılan solucanların kumlu bir vasatta yaşayıp yaşayamayacakları hususu şüphelidir.

İlk bakışta faydasız gibi görünen bu canlılar bile, İnsanlığa çok faydalı olabilmektedir.


GusinapsE 17 Ağustos 2006 15:15

Çölün Gülü Altıntaş
 

Çölün Gülü Altıntaş


Muhammet BALSOY

* Kamuflaj sadece canlılara has bir hususiyet midir, çeşitli kamuflaj teknikleriyle
donatılmış bitkilerden ne kadar haberdârız?
* Çöllerin gülü olan altıntaşlara bahşedilen özelliklerin çöl şartlarında
ortaya çıkan bazı hikmetleri…
* Genel olarak serin yerlerde yaşayan, fakat bazı türlerinin çöl şartlarında
56 oC’ye kadar hayatiyetini devam ettirmesine imkân tanınan
altıntaş bitkisinin enteresan hayat hikâyesi...

Her coğrafya ve iklimin kendine has canlı türlerine ev sahipliği yaptığını, yapılan her yeni keşifle daha iyi anlıyoruz. Rahmet-i Sonsuz her ortama uygun canlı türleri yaratmıştır. Bu hakikate en güzel misâl, çöllerde yaşayan ‘Lithops’ isimli bitkidir. Türkçede ‘taş öpen’, ‘taş emen’, ‘inek toynağı’, ‘yaşayan taş’, ‘çiçek açan taş’ veya ‘altıntaş’ gibi isimlerle ifade edilen bu bitki, bildiğimiz canlıların yaşamasının imkânsız olduğu Güney Afrika çöllerinde yetişmektedir. Kuru toprak, kum ve çakıllarla dolu olan bu yerlerde su yoktur.

Güney Afrika çöllerinde araştırma yapan bilim adamlarının dikkatini kumlar arasında şekil ve desenleri birbirinin neredeyse aynısı olan çakıl taşları çeker. Ancak bunlar taş değil, etraftaki taşlara benzeyen kendilerini saklamış bitkilerdir. Altıntaş bitkileri genellikle başka bitkinin bulunmadığı, kavurucu sıcaklık ve kuraklığın hüküm sürdüğü yerlerde hayatlarını sürdürerek Allah’ın, Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellisine âyine olmaktadır.

Afrika’nın orta, güney ve kuzey bölgelerinde yaşıyan altıntaş bitkisi (Lithops), Mesambryanthemaceae ailesinin su depolama özelliği olan ve en çok bilinen çeşididir. Şu ana kadar 37 türü ve 93 çeşidi tespit edilen bu bitkinin tür ve çeşitleri; çiçeklerinin rengi, meyvelerinin şekli, tohumlarının yapısı, yapraklarının görünen kısımlarının rengi, deseni, şekli, boyu gibi birçok özelliğiyle birbirinden ayrılır. Hattâ oluşturdukları kolonideki bitki sayısı bile bu bitkinin türü hakkında bilgi verebilmektedir.
Bu bitkilerin yayılmasında en önemli faktör, su ve topraktır. Denizden yaklaşık 2.500 m yükseklikte bulunan bu bitkiler, çoğunlukla kurak iklimlerde; kireçli, kumlu, demirli ve taşlı topraklarda yaşar. Türlerine göre sıcaklığa dayanıklılıkları değişen bu bitkiler, genel olarak serin yerlerde yaşamasına rağmen, L. leslei 56 ºC’ye kadar dayanabilmektedir. Aynı bölgede bulunan L. turbiniformis ise 45 ºC’den sonra yaşayamamaktadır. Her iki tür de -10 ºC’de belli bir süre dayanabilmektedir. Yaprakları ters dönmüş ve birbirine bitişik iki koni şeklinde yaratılmış olan bu iki tür; gri, yeşilimsi gri, kırmızımsı ve pembe renklerde olabilmektedir.

Kamuflaj uzmanı
Çapları yaklaşık 2-3 cm olan altıntaşlar, şekil ve renk bakımından bulundukları yerdeki çakıllara benzer. Gövdeleri görülmeyecek kadar küçüktür. Dıştan sadece ters konik yaprakların çakıl şeklindeki üst kısımları görünür. Alt kısımları ise toprak altındadır. Bundan dolayı çakıl taşlarıyla aynı hizada yer alırlar ve onlardan ayırt edilmeleri çok zordur. Altıntaşlara ihsan edilen bu kamuflaj tekniği, onları hayvanlara yem olmaktan da korur.

Bu bitkilerin yapraklarının üst kısmında (epithelium’da) ‘tanin’ denen bir kimyevî madde vardır. http://www.sizinti.com.tr/images/konular/327/sari1.jpg Bu madde, görünür ve morötesi ışığın alttaki dokulara fazla gitmesini engeller ve yaprakların mermer gibi değişik renk ve desende görünmelerine sebep olur. Bu şekiller sayesinde bitkiler, çok güzel kamufle olmakta ve zararlılarından korunabilmektedir. Çünkü taş hiçbir zaman bir hayvan için cazip bir yiyecek değildir.

Su depoları
Bu bitkilerin yaprakları, su depo edebilecek özellikte yaratılmıştır. Yağışların olduğu kısa dönemde eski yapraklardan besin gönderilerek, yeni yaprak çifti yaratılır. Bazen birden fazla yaprak çifti, yani dalcıklar meydana gelir. Dal sayısının 16’ya kadar çıktığı tespit edilmiştir. Kuruyan yaprak sayısından altıntaşların yaşı hesaplanabilir. Bu bitkilerin 95 yıl yaşayanları bulunmuştur. Eğer sezon kuraksa, yapraklar yaratılış programları gereği uyku hâline geçer; bitki çiçek ve yaprak vermez.

Kasılabilen kökler
Bitki büyüdükçe kökler kasılır ve yaprak kısmı aşağı doğru çekilir. Kasılan kökler sayesinde bitkilerin yaklaşık % 90’ı toprağa gömülür. Böylece buharlaşmayla suyunu kaybedebilecek organlar, toprağın daha alt kısımlarına çekilerek buharlaşma azaltılır ve bitki kurumaktan korunur. Toprağın çok kuru olması sebebiyle, bitkideki suyun, difüzyonla toprağa geçme durumu vardır; bu durum, altıntaş için bir tehlikedir. Fakat bitkinin kök hücrelerindeki osmotik basınç öyle yüksek ayarlanmıştır ki, bitkiden dışarı su çıkmasına fırsat verilmediği gibi, civara düşen en küçük su zerresi bile emilerek içeri alınır.

Arı ve çiçek
Her yıl yağmur sezonunda, bu bitkilerin yaprak çifti ortasından yaklaşık 2,5 cm çapında papatya benzeri sarı-beyaz, parlak çiçekler açar. Dört-beş gün yaşayabilen ve çok hoş bir koku yayan bu çiçekler gündüz açılır, geceleri ise kapanır. Çiçeklerin sarı-beyaz renkli ve parlak yaratılması, ayrıca çeşitleri içinde kırmızı rengin olmaması çöldeki arıları ve altıntaşları aynı Zât’ın yarattığına bir işarettir. Sarı ve beyaz renkler, hem morötesi ışığını iyi yansıtır, hem de arıların onları kolayca bulabilmesine vesile olur.

Tozlaşmadan sonra tohumlar, 4-8 bölümü olan kapsül şeklindeki meyve içinde saklanır. Kuru havalarda kapalı olan kapsül, yağmurlarla ıslanınca açılır. Bu esnada, tohumlar kendilerine verilmiş hususî gerilme gücü ile bir metre kadar uzağa sıçrayarak etrafa yayılır. Altıntaşların tohumları, yağışlı hava ve ortamın sıcaklığıyla kumlu nemli topraklarda üç hafta içinde çok hızlı şekilde çimlenir. Yağış döneminde kapsülde kalan tohumlar, bir dahaki yağış dönemine kadar kapsül içinde saklanır.

Su kaybını önlemede vazifeli fotosentez sistemi
Bitkilere, yaprakları üzerinde bulunan küçük delikler (stoma) vasıtasıyla gündüzleri atmosferden CO2 verilir. Köklerin topraktan aldıkları su, havadan alınan CO2 ve güneş ışığı http://www.sizinti.com.tr/images/konular/327/sari2.jpgkloroplastlarda fotosentez reaksiyonlarıyla besine (glikoz) dönüştürülür. Fotosentez ile güneş ışığının enerjisi, klorofil denen harika molekül vasıtasıyla, kimyevî enerjiye dönüştürülüp organik gıdaların karbon bağlarında depolanır. Normal ortamlarda deliklerin (stoma) açılmasıyla yaprak içindeki su, buharlaşarak havaya geçer. Kaybedilen suyun oluşturduğu basınç farkının da yardımıyla bitki, köklerinden tekrar su alır. Fakat altıntaşların yaşadıkları ortam sıcak ve kuru olduğundan, diğer bitkilerin yaptığı gibi bir fotosentez, onların ölümüne sebep olur. Altıntaş bitkileri diğer bitkiler gibi olsaydı, her CO2 alınışında içlerindeki suyu vermek zorunda kalacaklardı. Fakat bu bitkilere Crassulacae Asit Metabolizması (CAM) denen yüksek sıcaklarda ve suyun çok az olduğu kurak yerlerde kaktüs gibi bitkilerin yaptığı türden hususî bir fotosentez yaptırılmaktadır. Ayrıca bu bitkilerde klorofil yaprakların daha iç kısımlarına yerleştirilmiştir. Suyu depolayan üst kısımdaki dokular, güneş ışığını derinlerdeki klorofil ihtiva eden dokulara iletecek şekilde şeffaf yaratılmıştır. Dolayısıyla güneş ışığı su depolayan birçok hücreden geçtikten sonra klorofil ihtiva eden dokuya ulaştırılmaktadır. Su depolayan dokular, ışığın ihtiyaç kadarının geçmesine müsaade edecek ölçüde yaratılmıştır. Böylece bitkiye su kaybını engelleyen hususî bir metabolizma olan CAM 4 fotosentezi yaptırılmaktadır.

CAM bitkileri, fotosentez yapan diğer bitkilerden farklı olarak karbondioksiti atmosferden gece karanlığında almaktadır. Çünkü yapraklarındaki delikler (stomalar) gece açılabilecek hususiyettedir. Böylece stoma hücreleri ve komşu hücreler arasında gerçekleşen metabolik reaksiyonlar neticesinde ortaya çıkan madde yoğunluğundaki değişmeler, stomaların açılmasına sebep teşkil etmektedir. Ortamın asit-baz dengesindeki değişmeler, tetikleyici faktörlerdir. Hücrelerdeki Fosfoenol Pruvate Kar***silaz (PEPC) enzimi, gece alınan karbondioksitin, malik asit şeklinde depolanmasında vazifelidir. Gündüz ışıklarının görülmesiyle, yapraklardaki delikler kapanır. Böylece sıcaklığa bağlı su kaybı engellenir, normal fotosentez reaksiyonları başlar. Karbondioksit kaynağı olarak akşamdan alınıp depolanan karbondioksit kullanılır. Bu mekânizmayla, yapraklardaki delikler gündüz saatlerinde diğer bitkilerde olduğu gibi açık değil, kapalı tutulur. Stomaların gündüz kapalı olması, su kaybını en aza indirir. Akıl ve şuurdan mahrum bir bitkinin gece ve gündüz arasındaki farkları bilmesi, stomalarını ve fotosentez reaksiyonlarını en ideal şekilde ayarlaması hiç mümkün müdür?

Çöle uygun olarak yaratılmış sistemleri, altıntaşı, çölün gülü yapmıştır. Yaprak yüzeylerinin çakıllara benzemesi, onların çöl hayvanlarına yem olmasını engellerken, gövdelerinin toprak yüzeyinden aşağı çekilmesi ve topraktaki en küçük su birikintisini israf etmeden alabilecek bir mekanizmayla donatılmaları da onların en az suyla hayatlarını sürdürebilmeleri için hazırlanmıştır. Ayrıca yaprak üst doku hücrelerinde su depolanırken, güneş ışığının alt dokulara ihtiyaç olan miktarda geçmesi sağlanır. Geceleri açık olan stomalar vasıtasıyla havadan karbondioksit alınırken, gündüzleri kapalı olan yaprak yüzeyindeki stomalar su kaybetmeden ışığı kullanarak fotosentez yaparlar. Altıntaş bitkisinin kavurucu çöl ortamında suyu en güzel şekilde depolaması; çiçeklerinin arının fizyolojisine, faaliyetlerine uygun şekil ve zamanda açılması ve bu sayede döllenmesi; meydana gelen tohumların yağmur yağıncaya kadar saklanıp gözetilmesi gösteriyor ki, bütün kâinata hâkim olan ve her şeye sözü geçen bir Zât, bu minik bitkileri de gözetip koruyor.


Harabe-Gönlüm 12 Eylül 2006 09:42

KarıncaLar
 
Bir karıncayı alın, suyun içine batırın, saatlerce tutun ölmez. Sudan çıkardığınızda ölü gibi görünür ama birkaç saat içinde kendine gelir. Biz insanlar böyle suya batırılsak, nefes alamadığımız için oksijensizlikten ölürüz ama su karıncaların çok ince olan nefes tüplerinden içeri giremez. Karbondioksitten narkoz yemiş gibi olurlar.

Tabii ki bu süre çok uzarsa onlar da ölürler ama dayanma süreleri inanılmazdır. Ne var ki, karıncalar yağmur ve seller altında bu şekilde nefeslerini tutarak mücadele vermiyorlar. Yağmuru hissedince yuvalarına giriyorlar ve giriş yollarını tıkıyorlar.

Ateş karıncası denilen bir türünde ise karıncalar birbirlerine tutunarak sel sularının üstünde yüzüyorlar. Bir yerde karaya vurup çıkıyorlar. Tabii kraliçe karınca ortada, yüksekte ve mümkün olduğunca kuru tutuluyor. Karınca yuvaları inşaat tekniği olarak örnektirler. Yuvanın girişine bağlı ve buradaki suyu alıp başka tarafa verebilen birçok tünel daha inşa ederler.

Bazıları ise yuvalarının üstünü öyle sağlam kapatırlar ki, sel sularının bir evin çatısının üstünden aşması gibi geçip giderler. Yine de bir aksilik olur, yuva su ile dolarsa, karıncalar çöp ve yaprak parçalarına veya yukarıda belirtildiği gibi birbirlerine tutunup yüzebilirler. Çok şiddetliyağmurdan sonra oluşan çamur tünellerini kapattığı zaman ise yuvalarını yeniden inşa etmek zorunda kalırlar.

Gündelik hayatta artık yaygın olarak kullanılan mikrodalga fırınların kapaklarında kaçak yapmamaları, insanlara zarar vermemeleri için özel tedbirler alınır. Ancak bir mikrodalga fırınına girmiş karıncaya, fırın çalıştığı sürece bir zarar gelmeyeceğini biliyor muydunuz? Mikrodalga fırınlarında ışın yoğunluğu bir noktaya göre ayarlıdır. Bu nokta hemen hemen fırının ortasıdır.

Bu nedenle yiyecek, her tarafı eşit pissin diye ortada dönen bir tabla üzerine konulur. Karıncalar fırında ışınların daha az yoğun olduğu bölgeleri hissederler. Zaten sıcak bölgelere girseler de, vücut yüzey alanlarının hacimlerine oranla yüksek olması nedeni ile ılık bölgeyi bulana kadar kendilerine zarar gelmez.


GusinapsE 12 Eylül 2006 23:40

Malezya'da Kedi Yağmuru
 
Malezya'da Kedi Yağmuru
Halit SALİHOĞLU

Ergeç insanoğlu, kâinatın ruhuyla kendi ruhu arasındaki dengeyi araştırma yolunda, elindeki ilim ve marifet projeksiyonunu kendi iç dünyasına
çevirecek ve mutlaka kendini tanımak isteyecektir.

Geçen yıllarda Malezya'nın ücra bir köşesinde ibret verici bir hadise meydana gelmiştir. Bu hadise insanoğlunun ne kadar aciz olduğunu gösteriyor.

Anofel sivrisineği, parazitik mikroorganizmaların taşıyıcısı olarak tanınır ve korkulur. Çünkü bu küçük hayvanlar ağır malariya (sıtma) hastalığına sebeb oluyorlar. Bu hayvancıklar insandaki kan taneciklerini tahrik ediyor ve böylece insanın ateşini yükseltip tehlikeli kalb ve ciğer hastalıklarına sebeb oluyorlar. Bu tabii güzelliklerle donatılmış muhitde de söz edilen Anofel sivrisineği çok sayıda bulunmaktadır. Bu sebeble ilgililer malarya hastalığını önlemek için bu muhiti zehirlemeği plânladılar. Üstelik bu zehirlemede hamam böceklerinin de yok edilmesi İlgililerin işine geliyordu. Aradan uzun zaman geçmeden ilgililen bu plânı uygulamaya koyuldular. Plânın uygulanmasından kısa zaman sonra; hayatını hamam böceklerini yiyerek sürdüren gekkolar'ın sayısında (zararsız küçük sürüngenler) bir azalma görülmüştür. Hatta ilgililer bir ara gekkoların neslinin tükenmesinden endişe etmişlerdi. Gekkoların azalmasıyla birlikte bunları yiyen kedilerin sayısı da azalmıştı. Kedilerin sayısının azalması da, sıçan gibi bazı tehlikeli hayvanların çoğalmasına sebeb olmuştur. Aslında zararsız görünen bu kemirgenler insan için büyük tehlike demektir. Çünkü bunlar insanların tarlalarına zarar vermekle yetinmeyip insan için zararlı olan sıçan piresini de taşırlar. Sıçanların çoğalması insan için o kadar büyük bir tehlike değildir, fakat sadece 2 mm. kadar uzayan sıçan pireleri korkulan "veba" hastalığının bakterilerini taşırlar. Ve malarya hastalığına karşı yapılan bu harekâtın sonucunda, Malezya veba tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir.

İlgililer yaptıkları hataları anlayarak sıçanlara, zehirle karşı koyma gibi ikinci bir hataya düşmediler. Çünkü sıçanlara zehirle karşı koysalardı o zaman sıçan pireleri ölmekte olan sıçanları terk edecek ve kendine yeni bir mesken arayacaktı. Bu yeni mesken büyük ihtimal insan olabilirdi. Bunun için dünya sağlık organizasyonu (WHO) uzmanları buradaki ilgililere bu sıçanları yok etme harekatının durdurulmasını söylemişlerdi. Ve hatta bunun yerine bölgede kedilerin sayısının artırılmasının lâzım geldiğini bildirmişlerdi. Fakat oraya giden yolların da çok kötü olmasından dolayı kedileri paraşütle helikopterden aşağıya atma fikrine vardılar. Bu fikir yerli ilgililerce kabul edilmiş ve böylece kısa zaman sonra Malezya'da gökten kedi yağdırılmaya başlanmıştı. Bu hadise bize insanoğlunun basit diye gördüğü nice vak'aların ne kadar içice ve hikmetli olduğunu hatırlatırken; Yüce Rehberimizin (s.) "Eğer köpekler bir ümmet olmasaydı öldürülmelerini emrederdim." demekle varlıklar arasında çok hassas bir ekolojik dengenin bulunduğunu, bu ahenkli zincirin bir halkasının bile gelişi-güzel yok edilmesiyle altından kalkılmaz problemlerin zuhur edeceğini haber vermektedir.


evo 6 Ekim 2006 14:21

KUŞ TÜRLERİ AZALIYOR


ADANA - Ali Güreli - Türkiye'de, sulak alanların kurutulması, büyük ölçekli baraj projeleri, kumul, tuzlu çayır ve bataklıkların tarım alanına dönüştürülmesi sonucu, son yıllarda her 4 kuş türünden birinin neslinin tükendiği bildirildi.
Doğa Derneği Genel Müdürü Güven Eken, 7-8 Ekim tarihlerini kapsayan Dünya Kuş Gözlem Günü'nde, Ankara, Bursa, Çorum, Diyarbakır, Erzurum, İstanbul, İzmir, Malatya, Osmaniye ve Samsun'da etkinlik düzenleneceğini söyledi.
Bu etkinliklerdeki amacın kuş türlerinin korunmasına dikkati çekmek olduğunu belirten Eken, 20 ilde 600'den fazla kuş gözlemcisinin türlerdeki sayıları güncelleştirmeye çalışacaklarını kaydetti.
Eken, düzenli olarak gözlenen kuş türü bakımından Avrupa'nın önde gelen ülkelerinden biri olan Türkiye'deki çoğunluğu yırtıcı olan 45'e yakın kuş türünün neslinin kritik düzeyde ve tehlike altında olduğunu söyledi.
Ülkemizde varlığı bilinen yaklaşık 460 kuş türünden 300 kadarının düzenli olarak gözlemlendiğini belirten Eken, Türkiye'nin kuş türü açısından Avrupa'nın en zengin ülkesi olma şansını hızla kaybetmeye başladığını ifade etti.
Eken, son yıllarda Türkiye'de sulak alanların kurutulması, büyük ölçekli baraj projeleri, kumul, tuzlu çayır ve bataklıkların denetimsizlik sonucu tarım alanlarına dönüştürülmesinin, türlerin azalması ve yok olmasını hızlandırdığını belirtti.


evo 7 Mart 2007 20:59

AKDENİZ FOKLARI İÇİN PROJE


ANKARA - Özgür Çoban - Dünyada 550, Türkiye'de ise 100'den daha az sayıda kalan Akdeniz foklarının neslinin kurtarılması amacıyla ''Fokların Son Sığınağı'' adlı bir proje hazırlanacak.
Doğa Derneği Genel Müdürü Güven Eken, dünyada nesli en fazla tehlike altında bulunan 12 memeli hayvan türü arasında bulunan Akdeniz fokunun türünün devamının sağlanması amacıyla hazırlanan projenin, ana hatlarının Sualtı Araştırmaları Derneğince planlanacağını ve yürütüleceğini ifade ederek, uygulamanın 2 yıla yayılmasının düşünüldüğünü söyledi.
Eken, Ege kıyılarının, kara ve denizi birlikte kullanan pek çok canlı türü için vazgeçilmez bir sığınak olduğunu vurguladı. Karaburun'un ise en iyi korunmuş alanlardan birisi olduğuna dikkati çeken Eken, proje kapsamında alanın doğal yaşam açısından çarpıcı özellikleri ile Akdeniz Foku'nu Türkiye ve dünya kamuoyuna tanıtacak nitelikte bir tanıtım filmi hazırlanacağını bildirdi.


Hi-LaL 7 Mart 2007 22:36

Kyoto
 

Kyoto'ya İmza Koyup, Çevreyi Katleden de Var (Meral TAMER)


Cumartesi, 03 Mart 2007

Hollanda, ithal palmiye yağından elde edilen biyoyakıtla karbon gazı salınımını aşağı çekerken, Endonezya'daki yağmur ormanlarını katletti! Artık havadan sudan konuşmak, dünyanın en ciddi meselelerinden biri haline geldi. Dolayısıyla bizim deyimler sözlüğüne de galiba küçük bir rötuş gerekecek.

Küresel ısınmaya karşı ivedi önlem alınmasının gerekliliği, neyse ki artık medyada da enine boyuna tartışılıyor. Dün bizim gazetede bir haber vardı: Eğer Türkiye, sera gazı salınımında kısıtlama hedefleyen Kyoto Protokolü'nün altına imza atacak olursa, taahhütlerini yerine getirmek için 20 milyar dolarlık yatırım yapması gerekiyormuş.

Bana soracak olursanız AKP hükümeti, çevreyi en fazla kirleten zengin-kalkınmış ülkeler için hazırlanmış olan bu protokole imza koymamakla isabet ediyor. Kaldı ki Kyoto Protokolü'ne imza attığı için sera gazı salınımını azaltacağım diye uğraşan bazı ülkelerin, aslında çevreyi nasıl katlettikleri de ortaya çıkıyor.

Peri masalı kâbus oldu
Önceki hafta yayınlanan bir raporda, Hollanda'nın biyoyakıt kullanımını hızla arttırarak kendi karbon gazı salınımını azaltırken, eski sömürgesi Endonezya'daki yağmur ormanlarını nasıl katlettiği ortaya çıktı. Ve Danimarka ile birlikte AB'nin en çevreci ülkesi diye takdir edilen Hollanda'da son yıllardaki çevreci peri masalı, hızla çevreci bir kâbusa dönüştü.

Oysa gerek Hollandalı siyasetçiler gerekse çevreci gruplar, Hollanda'nın yenilenebilir enerjiye bu kadar çabuk uyum sağlamasından ve özellikle de elektrik üretim tesislerinde Güneydoğu Asya'dan getirilen palmiye yağının (biyoyakıt) belli oranlarda kullanılmasından ne kadar mutluydular.
Hatta hükümetin uyguladığı sübvansiyonlarla enerji şirketleri, sadece biyoyakıtlarla çalışacak jeneratörler bile dizayn ettiler.

Endonezya nasıl kirlendi?

Ne var ki bilim adamlarının geçen yıl Endonezya ve Malezya'daki palmiye yağı ekim alanlarında yaptıkları incelemeler, korkunç bir gerçeği ortaya çıkardı.

International Herald Tribune gazetesine manşet olan yazıya göre Avrupa'nın palmiye yağına olan talebindeki bu artış, Güneydoğu Asya'da palmiye yetiştirmek için yağmur ormanlarının tahrip edilmesine ve aşırı gübre tüketimine sebep oldu.

Daha da kötüsü palmiye ekmek için gereken alanlar, o bölgede toprağın tamamen kurutulması, daha sonra da yakılması yoluyla elde ediliyor. Bu da atmosfere çok büyük miktarlarda sera gazı salınımına sebep oluyor.

AB'nin Biyoyakıt Direktifi
Emisyonlarındaki bu yüksek artışla Endonezya, aniden ABD ve Çin'in ardından dünyada en çok sera gazı üreten 3. ülke haline geldi. Yağmur ormanları sayesinde "dünyanın akciğeri" diye anılırken, "çevreyi koruma şampiyonu bir AB ülkesi tarafından" birkaç yıl içinde dünyanın en kirli ülkelerinden biri haline getirilmek! Kasıtlı değil kuşkusuz, ama olacak iş de değil!

Hollandalı bazı parlamenterler, Endonezya'daki beklenmedik bu tahribatın faturasının, Hollanda tarafından karşılanması gereğine işaret ediyorlar. Bu arada küresel ısınmaya karşı önlem olarak AB üyesi ülkelerde 2010 yılına kadar ulaşımın % 5.75'ini biyoyakıtla sağlama yönündeki direktifin de değiştirileceği belirtiliyor.

Meral Tamer/Milliyet,14.02.2007


Hi-LaL 7 Mart 2007 22:38

Küresel Isınma ve Burjuva İkiyüzlülüğü: Kyoto Protokolü
 

Küresel Isınma ve Burjuva İkiyüzlülüğü: Kyoto Protokolü (Ozan DEMİRCİ)


Çarşamba, 28 Şubat 2007

Küresel ısınma sorunu son yıllarda yoğun bir şekilde tartışılıyor. Yeryüzündeki insan ve canlı hayatı bakımından ciddi birtakım sonuçları olacağı ileri sürülen bu küresel sorunun çözümü için dünya burjuvazisi Kyoto Protokolü’nü gündeme getirdi. 141 ülkenin katılımı ile imzalanan protokol 1997 yılından beri sürüncemedeydi ve uygulamaya geçmeyi bekliyordu. Sonunda, bilim adamlarının küresel ısınmayla acilen mücadele çağrıları yaptığı bir dönemde protokolün işlemesi için düğmeye basıldı ve Kyoto Protokolü nihayet geçtiğimiz Şubat ayında yürürlüğe girdi. Burjuva medyanın geneli tarafından da “önemli bir adım olarak” alkışlandı. Anlaşmanın yürürlüğe girmesini Kyoto’da törenle kutlayan Japonya hükümeti, ABD’ye, “en çok gaz yayan ülkenin hâlâ bize katılmamış olmasını esefle karşılıyoruz” diye seslendi.

Bilim adamları eğer müdahale edilmezse 10 yıl içinde gezegenin geri döndürülemez bir mahvolma sürecine gireceğini söylüyor. Diğer taraftan zaten gecikmiş bir girişim olan Kyoto Protokolünün derde deva olamayacağı da anlaşılıyor.

Kyoto Protokolü nasıl ortaya çıktı?
Dünyanın ısınma sürecine girdiğine ya da kullanılan fosil yakıtların atmosferde birikerek sera etkisi yapacağına ilişkin düşünceler 1880’li yıllardan itibaren zaman zaman ortaya atıldı. Ancak daha çok tahminlerden oluşan, o günün koşullarında bilimsel olarak ispatlanamayan bu görüşler yeterince yüksek sesle dile getirilemedi, getirildiğinde de egemen güçler tarafından çıkarlarına dokunduğundan dolayı susturuldu.

1970’li yıllarda bilimsel veriler ışığında bazı gazların sera etkisi yaratabileceği konusunda bilim çevreleri fikir birliği aşamasına geldiler. 1979 yılında, Dünya Meteoroloji Örgütü, bilim adamlarını Birinci Dünya İklim Konferansı için Cenevre’de topladı. Konferansın sonunda hükümetlere insanın sebep olduğu iklim değişiminin olumsuz etkilerinin önlenmesi için çağrıda bulunuldu. Aradan altı yıl geçtikten sonra Avusturya’da düzenlenen yeni bir konferans ile sera gazının küresel ısınmaya etkileri araştırılmaya başlandı. Burada karbondioksit miktarının 2030’lu yıllarda iki katına çıkacağı tahmininde bulunuldu. Buna rağmen konu pek ses getirmedi.

Küresel ısınma ile ilgili tezler asıl olarak 1988 yılında ABD’de yapılan toplantıdan sonra yankı buldu. NASA’ya bağlı olarak çalışan iklim uzmanı James Hansen, 1988’de katıldığı bir toplantıda sera gazlarının etkilerinden bahsederken, kuraklıkların, sellerin ve daha farklı doğal olayların artma olasılıklarını gözler önüne serdi. Hansen bu konuşmayı yaparken –doğanın bir azizliği mi diyelim– ABD’de yılın en sıcak günü idi ve orta batı, tarihinin en kurak dönemlerinden birini yaşıyordu. O ana kadar herhangi bir sıcaklık değişimini kesin olarak kabul etmeyen bilim adamları, hükümetler ve ABD yönetimi, olayın ABD’de gerçekleşmesinin büyük etkisi ile sıcaklık değişimini kabul etmekle kalmadı, bunun “küresel bir ısınma” olduğunu da görünürde kabul etti. Vandana Shiva’nın da dediği gibi, “bundan üç yıl önce Etiyopya ve Sudan’da binlerce kişinin açlıktan ölmesi Kuzey Hükümetlerinin çölleşmeyi ve kuraklığı acil küresel çevre sorunları olarak değerlendirerek harekete geçmeleri için yeterli olmamıştı.… Ne de olsa ölümler Afrika’da, ‘dışarılarda bir yerlerde’ olmuştu.”[1]

Dünyanın jandarmasından böyle bir ses gelmesi elbette bütün bilim adamlarını ve BM’yi etkiledi. Hansen’in yarattığı ivme ile BM, Hükümetlerarası İklim Değişimi Panelini (IPCC) gerçekleştirdi. Dünyanın farklı ülkelerinden yaklaşık 2000 bilim adamının katıldığı IPCC, 1990 yılında, küresel ısınmaya “insanın yaptığı etkinin” henüz ispatlanamadığını bildiren bir rapor yayınladı.

Birinci raporun iki yıl sonrasında, 1992’de, Brezilya’nın Rio de Janerio kentinde UNCED (Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı) toplandı ve 160’tan fazla ülkenin katılımı ile İklim Değişimi Çerçeve Konvansiyonu imzalandı.

1995 yılının sonlarına doğru IPCC nihayet ikinci raporunu açıkladı. Bu raporda, yaklaşık 2000 bilim adamından gelen verilere dayanılarak, iklim değişiminin doğal nedenlerden dolayı değil, “insan etkilerinden” (kuşkusuz burada “insan etkileri” diye bahsedilen olgu aslında kapitalist üretimin etkileridir) kaynaklı olduğu açığa kavuştu.

En sonunda, Nisan 1997’de, eski Japon imparatorluk başkenti Kyoto’da düzenlenen konferansa katılan ülkeler, atmosfere karıştıklarında sera etkisi yaratan karbondioksit, metan, kloroflorokarbon, hidroflorokarbon, asitoksit gibi gazların emisyonunu (salım) engelleyecek ya da azaltacak koşulların altına imza attılar. Ancak bilimsel bulgularla ortaya atılmasından Kyoto Protokolünün imzalanmasına kadar geçen on sekiz yıllık süre, hâlâ küresel ısınmanın ve iklim değişiminin dünyadaki bütün ülkeler tarafından kabul edilmesine yetmemişti. Özellikle ABD, Rusya Federasyonu ve Avustralya anlaşmayı imzalamamakta direniyorlardı. Rusya dışında bu süreçte hâlâ değişen bir şey yok.

Petrol Tekellerinin Gölgesinde: Kyoto Protokolü

1997 yılında imzalanan ve o dönemin ABD başkanı olan Clinton’ın da onayladığı anlaşmayla, sanayileşmiş ülkeler genelinde, baz yıl olarak kabul edilen 1990’daki sera gazı yayma oranının 2008-2012 arasında yüzde 5,2 oranında azaltılması hedefleniyor.

Kyoto Protokolü, sonuç olarak burjuva bilim adamlarının hazırladıkları ve petrol devlerinin gölgesinde imzalanan bir anlaşmadır. Ve bundan dolayı anlaşmanın her satırı petrol kokmaktadır.

Örneğin:
“İlgili uluslararası çevre antlaşmaları kapsamındaki taahhütler ile sürdürülebilir orman düzenleme uygulamaları, ağaç dikimi ve ağaç takviyesine/desteğine ilişkin teşvikler dikkate alınarak Montreal Protokolü ile düzenlenen sera gazlarına ilişkin rezervlerin korunması ve iyileştirilmesi…”[2]


Doğanın dengesinin rayına oturması için fosil yakıt kullanımının ortadan kaldırılması değil, daha fazla “ağaç dikerek” karbondioksit emisyon miktarını normal seviyeye çekmeye çabalama maddesi! Yani bir taraftan doğaya fosil yakıtlardan karbon kökenli maddeleri salmaya devam edelim, ama diğer taraftan da bu karbonu ortadan kaldırabilmek için çevreyi ormanlık hale getirelim! Kuşkusuz kimse ormanlık alanların arttırılmasına hayır demez. Ancak burjuvazi ve onun “bilim” adamları ormanlık alanları kendi üretim alanlarına dokunmadan arttırmanın yolunu arıyorlar ve buldular da. Buna göre eski ağaçlardan oluşan ormanlar yok edilerek, bunların yerine genç ve daha hızlı büyüyen ağaçlardan oluşan ormanlar oluşturulacak. Bu durum çevreyi korumak adına yapılan en büyük cinayettir kuşkusuz. Kâr dışında bir düşüncesi olmayan kapitalistler ve onların yalakaları, bu ormanları kesip yerlerine tek tip ağaç dikmekle birinci olarak doğanın çeşitliliğini tehlikeye atıyorlar. Diğer taraftan, bu ormanlarda yaşayan canlıların yaşam alanlarının ormanlar yeniden orman haline gelene kadar ellerinden alınacağını biliyor, ama görmezden geliyorlar. Ormanlık alanları fabrika yapmak ya da geniş tarım arazileri elde etmek için ortadan kaldıran kapitalistlerin çevreyi ormanlaştırma projesi tam bir ikiyüzlülüktür.

Anlaşma uyarınca, protokolün imzalandığı dönem sürecinde “pazar ekonomisine” yeni geçmiş olan ülkeler [Rusya ve diğer eski bürokratik diktatörlükler] karbondioksit emisyonlarını 1990 dışındaki bir yıla dayanarak indirme hakkına sahipler. Bu ülkeler sözü geçen dönemde eski teknolojilerden dolayı yoğun karbon salımı yapan ülkelerdi. Çözülüş sürecinin tamamlanmasının ardından bu ülkelerin hemen hepsinde ekonomik çöküntü yaşandı. Ve bunun sonucu olarak da aslında bugün, 1990’lardaki karbondioksit emisyon oranlarından çok daha düşük oranlara sahipler. Gelişim süreçleri içindeki bu ülkelerden Rusya’ya 1990 seviyesinin %50’si, Ukrayna’ya ise 1990 seviyesinin %150’si kadar bir artış yapma hakkı verildi. Bu ise dünya çapında karbondioksit emisyon miktarının azalmasına değil, tersine artmasına hizmet edecek bir durumdur.

Anlaşmanın başka bir maddesi ise emisyon hakkı transferine olanak tanıyor. Yani Kyoto Protokolünün öngördüğü emisyon miktarından daha fazla emisyon yapan bir ülke, daha az emisyon yapan bir başka ülkeden emisyon hakkını alarak o ülkenin kullanmadığı miktarı kullanabilme hakkına sahip olacak. Yani tam bir ikiyüzlülük! Kısmak değil, aksine kotaların son damlasına kadar kullanılması için açgözlü bir saldırganlık! Tüm burjuva anlaşmalarında olduğu gibi kendi sorumluluğundan kaçmak için ikiyüzlüce her yola başvurma.

Anlaşmanın bir diğer noktası da, emperyalist piramidin üstündeki ülkelerin emperyalist piramidin altındaki ülkelere yapabileceği teknoloji transferinin kapısının açık bırakılmasıdır. Böylece ileri ülkeler kirli teknolojilerinden vazgeçmeden, üretimlerini başka ülkelere kaydırarak üretimlerine devam edebilir, bu süreç zarfında da daha gelişmiş teknolojiler için altyapı oluşturabilirler. Yani protokolün “ruhunu” delmek için muhtelif türde gedikler zaten açılmış durumda.

ABD’li büyük enerji tekelleri daha başından itibaren iklim sözleşmesini sabote etme tutumu içine girdi. Öncelikle Mobil Oil, Exxon, Texaco gibi petrol devlerinin satın aldığı “bilim” adamları ortalığı karıştırmaya başladılar. Farklı farklı, iler tutar yanı olmayan teoriler ile gündemi değiştirmeye, toplantıları baltalamaya çabaladılar. Zaten bu petrol devlerinin doğrudan temsilcisi olan G. W. Bush’un iktidara gelmesinden sonra ise ABD Kyoto protokolüne karşı kesin tavrını ortaya koyarak anlaşmadan çekildi.

Petrol şirketleri-siyaset ilişkisi: ABD’de partilere yapılan para yardımları (milyon $)
1997 1998 Demokratlar Cumhuriyetçiler
Mobil Oil 5,24 6,16 %16 %84
Exxon 5,21 5,62 %12 %88
Texaco 4,23 5,63 %24 %76
Shell Oil 2,29 3,72 & %74

ABD, siyaseti kimin belirlediğinin çok güzel bir örneğidir. Ve çevre konusu da son tahlilde siyasi bir yön içerir. ABD ekonomisinin egemen gücü olan silah ve petrol tekelleri, egemenliklerini sürdürebilmek için çevreyi katletmek, dünyayı yaşanmaz hale getirmek pahasına savaşlara ve petrol kullanımına devam edeceklerdir.

Kyoto doğrultusunda yapılanlar ve yapılmayanlar
Kyoto Protokolünün yürürlüğe girebilmesi için, gaz emisyonunun en az yüzde 55’inden sorumlu olan ülkeler tarafından onaylanması gerekiyordu. Normal olarak 2000 yılından itibaren emisyon hacimlerinde daraltma yapılmasını öngören, 2008-2012 yılları arasında ise 1990 yılının en az %5,2’si kadar azaltma yapılmasını planlayan anlaşma, yeterli sayıda ülkenin imzalamaması sonucu uzun süre yürürlüğe giremedi. Nihayet AB’nin birtakım pazarlıklarla Rusya’yı razı etmesi sonucu Rusya 2004 sonunda anlaşmayı onayladı. Böylece anlaşmanın geçerli olması için gerekli olan yüzde 55’lik oran tutturuldu. Ve bunun ardından geçtiğimiz Şubatta anlaşma yürürlüğe girdi.

Ancak, bu gazları en çok üreten ülke olan ABD (%25) ve %3,2’sini üreten Avustralya tarafından reddedilmesi, aslında anlaşmayı ölü doğmuş bir çocuk haline getirmiştir. Çin ile Hindistan’ın “gelişen ülkeler” adı altında yükümlülükten muaf tutulması, ABD ve Avustralya gibi ülkelerin şu anki en büyük itiraz noktalarını oluşturuyor. Bu ülkelere serbestlik tanınması, doğal olarak diğer kapitalist ülkelerin bu ülkelerle rekabet gücünde bir zayıflamaya yol açacak.

Kyoto Protokolünde %8’lik bir artış yapmasına izin verilen Avustralya bugün 1990 yılı oranlarının %17 ilerisine geçmiş durumda. ABD şimdilik %20 gibi bir fazlalık taşısa da, 2010 yılında bu oran tahminlere göre %30’lara ulaşacak.

Burada üzerinde durmayacak olsak da küresel iklim değişim senaryolarında nasıl bir durumdan bahsedildiğini bilmek gerekiyor. Bilim adamlarının gözlemleri doğrultusunda yapılan bilgisayar simülasyonlarına göre iklim değişiminin en çok vuracağı bölgeler Kuzey Avrupa, Sibirya, Çin’in kuzey bölgeleri ve Afrika ile Batı Avrupa’nın kıyı şeridi olarak görülüyor. Yapılan simülasyonlar doğrultusunda, Amerika’yı doğrudan ilgilendiren (!) bir durum yok. Bu bölgelerde yaşayan insanların kuraklık ya da seller ile karşılaşması, bu bölgelerin buzul haline gelmesi gibi senaryolar bundan dolayı ABD hükümetini ilgilendirmiyor.

Bununla birlikte anlaşmayı imzalayan ülkelere bakıldığında bu ülkelerin de anlaşma doğrultusunda olumlu adım attıklarını söyleyebilmek söz konusu değil. En büyük emisyon oranına sahip olan ülkeler arasında yer alan Kanada anormal bir patlama göstererek 1990’dakinin %130’una ulaşmış durumda. Yanı sıra Almanya’da %4’lük, Hollanda’da ise %17’lik bir sapma söz konusu.

Kyoto Protokolü çözüm olabilir mi?

Bilim adamlarının yaptıkları araştırmalara göre yaşanan ısınmanın sebebi doğaya bugün salınan karbondioksitten kaynaklanmıyor. Yaşadığımız sıkıntılar, sıcaklıkların değişimi, kasırgaların şiddetlerinin artması gibi doğa olaylarının sebepleri 1960’larda gerçekleşen karbon kökenli salınımlardır. Yaşadığımız son dönemde salınan gazların etkileri ise bundan 10-15 yıl sonra görülmeye başlayacak.

Bugün yapılan salım 1960’larla kıyaslanamayacak kadar fazla. Kapitalizmin eşitsiz de olsa dünyanın her yerinde gelişmesi ve bundan dolayı fosil yakıtların kullanımının artması, doğanın geleceğinin hiç de parlak olmadığının sinyallerini veriyor.

BM’nin yaptığı araştırmalara göre, atmosferde biriken karbon kökenli gazların yüzde 80’i, ulaşım, ısınma ve sanayide fosil yakıtların kullanılmasından kaynaklanıyor. Eğer atmosferdeki gaz oranı sabitlenebilirse küresel ısınma ile başa çıkılabilir. Ancak atmosferdeki gaz oranının sabitlenebilmesi için ABD, Avustralya, Kanada gibi ülkelerin derhal karbondioksit salımına son vermesi –%5 indirim değil, tamamen durdurması– gerekiyor. Bu ise kapitalizm altında gerçekleşemeyecek bir durumdur.

Kyoto Protokolü burjuvazinin bilim adamlarınca öngörülenler doğrultusunda yapılmış olan bir anlaşmadır. Bu anlaşma kapitalist ülkelerin kendi çıkarlarını zedelemeden doğayı sözde kurtarma çabalarının göstermelik belgesidir.

Kapitalist ülkelerin hükümetlerinin kendi temsil ettikleri sınıfın –burjuvazinin– çıkarlarına uygun düşmediği sürece diğer ülkelerin burjuva hükümetleri ile işbirliğine girmesi söz konusu olamaz. Kyoto Protokolü ne kadar önemli gibi gösterilirse gösterilsin, farklı farklı ülkelerin kapitalistlerinin çıkarları rekabet nedeniyle çatıştığından bir anlam içermiyor.

Yaşadığımız dünyanın bugünkü durumuna gelmesinde en büyük etken kapitalist üretim sistemidir. Doğayı temizlemek, karbondioksit emisyon miktarlarını düşürmek, yaşanabilir bir dünya kurmak gibi beklentiler bu üretim sisteminin özüne tümüyle aykırıdır. Daha fazla kâr elde etmenin tek dürtü olduğu bir dünyada, rekabet gücünü düşürecek önlemler, kapitalistlerin alabileceği önlemler olamaz. Hele bunu kapitalistlerin en üst birliklerinden biri olan Birleşmiş Milletler’in sağlaması hiç mümkün değildir.

Doğada yaratılan tahribatın giderilebilmesi için tek yol temiz enerji kaynakları ve teknolojileri kullanmak ve geniş bir seferberlik anlamına gelen çalışmalar yapmaktır. Bunun anlamı ise mevcut üretim sisteminin kökten değiştirilmesi, dünya ölçeğinde planlı, doğa ve insanla barışık hale getirilmesidir. Böyle bir ekonomi ise kapitalizmin doğasına terstir ve bunun savaş için milyarlarca dolar ayırıp çevreyi katledenler tarafından değil, kapitalizmi ortadan kaldırabilecek tek güç olan işçi sınıfı tarafından hayata geçirilebileceği açıktır.

Kâr amaçlı üretim yerine insanlığın gerçek ihtiyaçlarının üretildiği bir dünyada, petrol ve silah tekelleri gibi doğayı birinci dereceden tahrip edecek yapılar bulunmayacağından dolayı, temiz enerji kaynakları devreye sokularak çevre ile dost teknolojiler kullanılabilir.

Dünyayı küresel bir ısınma tehdidinden kurtaracak olan tek yol, onu kapitalistlerin elinden kurtarmaktır. İşçi sınıfının ve dünyanın kurtuluşu birbirine kopmaz biçimde bağlıdır. Bu bağlamda ne dünyanın kurtuluşunu işçi sınıfının kurtuluşundan bağımsız olarak, ne de işçi sınıfının kurtuluşunu dünyanın kurtuluşundan bağımsız olarak düşünemeyiz.


evo 9 Mart 2007 15:03

TÜRKİYE DOĞAL BİTKİ ZENGİNİ


TARSUS - Ahmet Can Erdoğan - Türkiye'nin, bitki türü yönünden dünyanın en zengin ülkelerinden biri olduğu, kayıt altına alınmış 11 bin bitki türünden 3 bin 708'inin sadece Türkiye'de yetiştiği bildirildi.
Mersin'in Tarsus ilçesinde faaliyet gösteren Doğu Akdeniz Ormancılık Araştırma Enstitüsü Müdürü Dr. Ersin Yılmaz, 3 ayrı bitki örtüsünün kesiştiği bölgede yer alan Türkiye'nin flora (bitki örtüsü) açısından dünyanın en önemli coğrafyalarından birini oluşturduğunu söyledi.
Yılmaz, Türkiye'nin, Avrupa-Sibirya Bitki Bölgesi, İran-Turan Bitki Bölgesi ve Akdeniz Bitki Bölgelerinin kesişim noktasında bulunduğunu belirterek, ''Türkiye'nin bitki zenginliği, tür çeşitliliğinin yanı sıra endemiklik (sadece o yöreye özgü) bakımdan oldukça zengin olmasından kaynaklanıyor'' dedi.
Ülke genelindeki yaklaşık 11 bin bitki türünden 3 bin 708'inin sadece Türkiye'de yetiştiğine dikkati çeken Yılmaz, oysa, Anadolu dışındaki Avrupa kıtasındaki toplam endemik bitki sayısının 2 bin 750 olduğunu vurguladı.
Yılmaz, Türkiye'nin bitki tür çeşitliliğinin yüksek olmasının bir anlamda besin güvenliği olduğunu, her bitkinin yaprak, meyve, gövde, tohum kökü ve kabuğunun bir besin değeri olduğunu vurguladı.


Misafir 9 Mart 2007 15:16

“Uzunca bir zamandır sofralarımızı, sağlığımızı, geleceğimizi tehdit eden bir hayalet dolaşıyor etrafta. Çok uluslu şirketlerin, gözü doymaz girişimcilerin başımıza sardığı bu belanın adı Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar; kısa adıyla GDO, yani uluslararası literatürde kısaltılmış şekliyle "GM" veya "GMO" olarak geçen "Genetically Modified Organism"in Türkçe karşılığı.

Daha az alandan daha çok verim elde etme, çiftçinin gelirinin katlanarak artması, bu sayede ülke ekonomisinin gelişmesi, refah düzeyinin artışı, tarımın endüstrileşmesi gibi hedefler gösterildi önce. Ülke çiftçisi ve onu bilinçlendirecek tarım teşkilatlarına bu yüce hedeflere, bu güzel yarınlara ulaşılması için toprağın sentetik kimyasal gübrelerle beslenmesi, zararlı otların, böceklerin, mikropların ilaçlarla yok edilmesi gerektiği bilinci yerleştirildi. Bu bilinç yerleştirildikten sonra ulusal ve uluslararası gübre fabrikaları, ecza endüstrisi dev büyümeler gösterdi, ilacı daha güzel püskürten, gübreyi daha iyi atan, toprağı daha kuvvetli ve hızlı işleyen makina teknolojileri geliştirildi. Suni gübreye alışan bitki daha çok gübre istedi, ilaca dayanıklılık kazanan böcekleri öldürebilmek için daha kuvvetli zehirler gerekti. Gıda endüstrisi büyümeye başlamıştı, daha fazla ürün elde etmek için standart çeşitlerin verimleri az bulunup hibrit tohumlar geliştirildi. Artık karşımızda gübreciler, ilaççılar, tohumcular imparatorluğu vardı. İmparatorluk, dünyanın dört bir yanına saldırdı, en bakir topraklara girdi. Toprağın efendisi olan çiftçi daha ne olduğunu anlayamadan küresel imparatorluğun kölesi haline gelmişti. Uluslararası devler insanlık tarihinin en büyük buluşlarından olan atomu, nasıl insanların aleyhinde kullandılarsa, genetik biliminin keşiflerini de insanlığa hizmet etmek bahanesiyle kâr aracına dönüştürdüler... ve bomba, bu sefer GDO adıyla, bir kez daha insanlığın tepesinde patladı.”


evo 13 Mart 2007 12:30

TÜRKİYE "JEOPARK" CENNETİ


ANKARA - Selma Kasap-Ülkü Karakuş - Jeolojik olaylar sonucu ortaya çıkan doğal güzellikleriyle, sayılı ülkelerden biri olan Türkiye'nin, önemli bir jeopark potansiyeline sahip olduğu bildirildi. Pamukkale, Kapadokya, Van ve Tuz Gölleri ile Nemrut Volkanı ve Konya Karapınar, en önemli potansiyel jeopark alanları arasında gösteriliyor.
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yer Bilimleri İhtisas Komitesi ve Jeolojik Mirası Koruma Derneği Başkanı Nizamettin Kazancı, Türkiye'nin, çok büyük turizm geliri elde edebileceği ve örneklerine en çok ABD'de rastlanan jeoparkların kurulması için büyük bir potansiyele sahip olduğunu söyledi.
''Jeopark''ların, aynı veya farklı türden çok sayıda ''jeosit'' (belirli bir jeolojik olayı veya süreci gösteren doğal oluşum) ve ''jeolojik miras'' barındıran mekanlar olduğunu anlatan Kazancı, bir jeositin aynı zamanda ''jeolojik belge'' anlamına geldiğini söyledi. Kazancı, Türkiye'nin zengin potansiyeline sahip çıkması ve jeolojik mirasının yok olmaması için bu parkların bir an önce kurulması gerektiğini kaydetti.
Türkiye'de kıyılarda yoğunlaşan turizmin bu sayede ülke içine kaydırılabileceğini vurgulayan Kazancı, böylelikle alternatif turizm türlerinden tüm Türkiye'nin yararlanabileceğini ifade etti.


evo 23 Mayıs 2007 09:05

TÜRKİYE'NİN ORMAN ALANLARI BÜYÜYOR


BURSA - Duygu Can - Son 30 yılda ormanlık alanları yıllık yaklaşık 30 bin hektar büyüyen Türkiye'nin, dünyadaki orman varlığını artıran 20 ülkeden biri olduğu bildirildi.
Orman Genel Müdürü Osman Kahveci, halk arasında yaygın olan ormanların yanarak azaldığı görüşünün aksine, ülkede ormanlık alanların her geçen yıl artığını söyledi.
Kahveci, ülkede son 30 yıl içinde ormanlık alanlarda yıllık yaklaşık 30 bin hektarlık artış olduğuna dikkati çekerek, şunları kaydetti:
"Kayıtlarımıza göre, son 30 yılda 1 milyon hektar ormanımız arttı. Artış sadece alansal bazda değil, ormanın içindeki ağaç sayısında da artış var. Dolayısıyla da Türkiye, dünyada orman varlığını artıran nadir ülkelerden bir tanesidir. Biz bunu hep söylüyorduk ama inanmayanlar olabiliyordu. Geçtiğimiz aylarda uluslararası bir yayın kurumu da Türkiye'nin dünyadaki orman varlığını artıran 20 ülkeden birisi olduğunu söyledi. Böylelikle bizim sözlerimize inanmayanlar, uluslararası bir kuruluş tarafından yapılan bu yayın sayesinde ikna olmuşlardır."


DrAm3vLH 23 Mayıs 2007 17:24

Dünyamızın Esrarengiz İşçileri


Mikroorganizmalar sularda ve fabrikaların sıvı artıklarında bulunarak besin maddelerinin pislenmesine yol açarlar. Ama aynı zamanda, katı veya sularda erimiş halde bulunan organik artık maddelerin ortadan kalkmasını da sağlarlar. Mikropların tesiriyle artıkların parçalanmaya uğraması, sanayi mikrobiyolojisinin dünya üzerinde gerçekleştirdiği en mühim işlerden biri olacaktır.

Kullanılmış suların arıtılması, sadece sağlık bakımından değil, su tasarrufu bakımından da büyük ehemmiyet arzeder.

Biyolojik arıtmanın birinci devresinde elde edilen artıklar, sindirici bir makineye konularak mayalanmaya bırakılır ve neticede de metan gazı elde edilir. Bu gaz, şehir hava gazına karıştırılarak yüksek bir yanma gücü elde edilmiş olur. Sindirilmiş artıklarda birçok besleyici madde vardır.

Bugün kullanılmış sularda tek hücreli çeşitli yosunların yetiştirilmesi konusunda, birçok ülkede mühim çalışmalar yapılmaktadır. Meselâ, Japonya'daki bir fabrikada yosunlar, kullanılmış suların karbon gazını almakta ve böylece temiz su istihsali sağlanmaktadır. İlk denemelerin yapıldığı bu fabrikada, günde 27 kilo yosun ve 908.781 kilo arıtılmış su üretilmektedir. Bu yosunlar yoğunlaştırılarak hayvan yemine katılmaktadır. Ayrıca Prag Mikrobiyoloji Enstitüsüne bağlı bir araştırma merkezinde de, buna benzer denemeler yapılmaktadır.

Kullanılmış suların arıtılması yoluyla elde edilen katı artıklar ve ev çöpleri, hususi bu iş için kurulmuş fabrikalarda mayalandırılabilir ve böylece organik maddeler bakımından zengin gübre mayaları elde edilebilir.

Avrupa ülkelerinde, ev çöplerinin miktarı, adam başına ve günlük olarak 650 ila 1000 gram arasında değişir. Brezilya'da tropikal bölgede, şehir kesimlerinde, adam başına ve günlük olarak 600 gram; Fas'ta, Rabat'ta ise, 500 gram olarak tesbit edilmiştir. Tropikaltı ve tropik bölgelerinde, kasaba ve köylerde ise, küçümsenmeyecek ölçüde azalma görülür. Buralarda adam başına, günlük ortalama 250 gramdır.

Taze çöplerin bir gramında milyonlarca tek hücreli canlı bulunur. Bunların ameliyelerden geçirilmesi çeşitli zamanlarda olur. Sonunda, hastalık yapan mikroplar ve parazitler ölür; elde edilen gübre mayası da, antibiyotik maddeler ve toprak mikroplarının düşmanı olmayan tek hücreli organizmalar kalır. Çöplerin bu ameliyeden geçirilmesinde, 40 kg. maya elde etmek için 100 kg. çöp kullanmak gerekir.

Gübre mayası kullanımının dozları değişiktir. Hektar başına 20 ila 40 ton arasında. Şerbet, toprağın fizik özellikleri üzerinde ödemli bir tesir yapar. Kumlu topraklara döküldüğü zaman, bu toprakların suyu ve gübreyi tutabilme kabiliyetini güçlendirir ve böylece verimi artırır. (Meselâ narenciye söz konusu olduğu zaman, % 15 ile % 20 arasında bir artış sağlanır) Hatta, yoğun toprakların su geçirebilirliliğini sağlar ve yağmur mevsiminde çamura dönüşmesine mani olur. Bayırlarda ise, önemli ölçüde erozyonların önüne geçer.

100.000 ile 150.000 kişilik şehirden, günde 50 ile 100 ton arasında çöp çıkar. Bu, günde 17 ile 25 ton arasında gübre mayası demektir. 200 ile 300 hektar arasında bir toprak için bu miktar gübre mayası yeterlidir.

Bu gün, bakır, nikel, krom, kalay ve molibden bakımından zengin maden filizlerinin pek güç bulunduğu bilinmektedir. Zengin olmayan filizleri, yoğunluk bakamından zengin veya orta derecedeki filizlerle tatbik edilen madencilik işlerinde arıtmak, pahalıya mal olmaktadır. Ama, suda veya sülfirik asitte erimiş bu madenleri çıkarmak için mikropları kullanma imkânı da vardır.

On - onbeş yıl önce, Rio Tinto'da Thiobacillus ferroxidans'a benzeyen bir bakteri elde edildi. Bu bakteri nevi, daha önce, Pensilvanya kömür ocaklarında yapılan araştırmalar sırasında bulunmuştu. Bakteri, kömürdeki pritin yıkanması için kullanılan sulardan elde edilmiştir. Artık suların yüksek asitli olması, çevredeki bitkilerin kurumasına sebep olmuş ve bu alâka çekici hadise yıkanma olayının keyfiyeti üzerinde araştırmalar yapılmasına yol açmıştı. Daha sonra, Birleşik Devletlerde Bingham'da, bakır yüklü sulardan, buna benzer başka bir mikrop elde edildi. Laboratuvarlarda yapılan çalışmalar, en az sekiz madeni içine alan kükürtlü suların bu mikropların tesirinde kaldığını gösterdi.

Bu mikrobiyolojik yıkamanın ehemmiyeti mevzuunda fikir vermek için Birleşik Devletler'de, 1965'de bakır madenlerinde 370 milyon ton cüruf elde edildiğini ve mikroorganizmaların faaliyeti neticesinde bu cüruftan elde edilen bakırın A.B.D.'nin 1966’daki bakır üretiminin % 10'unu sağladığını söylemek kâfidir.

Bu yolla elde edilen bakırın tonunun 1000 dolara mal olduğu da bilinmektedir. Oysa, dünya piyasasında bu rakam 14.000 dolar kadardır. Demek ki, 1 milyon ton cürufta, % 0,3 oranında bulunan bakırın % 50 si elde edilebilirse, 600.000 dolarlık bir kazanç sağlanacaktır. Şimdilik mikrobiyolojik yıkama, ekonomik bakımdan verimli görünmektedir. Meksika, SSCB ve Birleşik Devletler gibi on ülke bu usulü kullanmaktadır.

''Tkioba siller" ve ''Ferrobakteriler'' brannit gibi bazı maden filizlerinden uranyum çıkarılmasında da kullanılabilir. Uranyum, uranil sülfat olarak çözülmüş durumuna geçer ve çeşitli şekillerde bu çözülmüş şeyden uranyum elde edilir.

1985'te uranyum ihtiyacının iki katına çıkacağı ve bundan dolayı biyolojik yıkama ile maden çıkarma yolunun çok faydalı olacağı tahmin edilmektedir.

Kanada'da "Stanrock" ocaklarından bu yolla, ayda 7500 kilo uranyum elde edilmektedir. Madenciler mikropların tesirli olduğu ocak duvarlarını ıslatmakta, elde edilen çözülmüş şeyler toprak yüzüne aktarılmakta ve bundan uranyum çıkarılmaktadır. Böylece, pek değerli olmayan tonlarca maden filizinin taşınması gereği de ortadan kalkmaktadır.

İsveç'te, içinde pek az uranyum bulunan geniş şist yatakları vardır. Bakterilerin dolaylı tesiri sayesinde, bu uranyum yoğun hale getirilebilmektedir. (Uranyum tonunun 30.000 dolar olduğu göz önüne alınacak olursa, masrafların pek yüksek sayılamayacağı kolaylıkla anlaşılır.)

Batı Afrika'daki yataklardan altın çıkarılması konusunda da, dış beslenen bakterilerden faydalanılmaktadır. Butonolda eriyen ve bu bakteri tarafından oluşturulan organik bileşimde büyük ölçüde altın bulunmaktadır.

İrkutsk'da, Değerli Madenler Enstitüsünde çalışan Rus araştırmacıları, altının erimesi ve çökmesiyle alâkalı biometalürjik usulleri incelemektedirler. Bu araştırmacılar, filizdeki altının % 30'unun yirmi saat içinde çıkarıldığını ve çözülmüş hale getirildiğini açıklamışlardır.

Manganez çıkarılmasında kullanılan filizler, umumiyetle, manganit ve pirolüzit gibi oksitlerdir. İkinci durumda oksitlenme, Ferrobakteriler olarak bilinen Leptothriks ve Godionella çeşitleri tarafından gerçekleştirilir.

Bazı madenlerin çıkarılması için mikroorganizmaların kullanılmasının çeşitli avantajları da vardır. Enerjiye hemen hiç, ya da pek az gerek duyulması, az yatırım, kullanılan âletlerin ucuz olması. Ama, bu, hayli zaman isteyen bir iştir. Bu yeni metodun verimli olabilmesi için, eskiden beri kullanılan, usûllerle birlikte veya onların ardından kullanılması şarttır. Ayrıca Mikrobiyolojinin bu tatbîkî yönünden, jeoloji, maden kimyası, biyokimya, mikrobiyoloji ve maden sanayi gibi dallarda ortaklaşa çalışmayı gerekli kıldığını da belirtmeliyiz.

İlim ve teknik gelişmelerin varabileceği oldukça üst seviyeye yaklaştığı günümüzde, her yeni keşif; bize kâinatda yer alan madde ve canlı her şeyin yaratılmasında, insanı hedef alan bir gâyenin gözetildiğini, gözle görülmeyen en küçük bir canlının dahi -benzetecek olursak- insanın idare ettiği bir orkestrada, yerinin ve vazifesinin çok mühim olduğunu ve herşeyin önceden hazırlanmış bir program ve plânın düblörleri bulunduklarını bize göstermektedir. __________________


evo 21 Ağustos 2007 17:27

GÖKIRMAK KURUDU


TAŞKÖPRÜ
- Kastamonu'nun Taşköprü ilçesinden geçen, Kızılırmak'ın en büyük kollarından biri olan Gökırmak tamamen kurudu.
Bulunduğu bölgeye hayat veren ve geçtiği vadide tarımla uğraşan bölge halkının can damarı olan Gökırmak, hayvanların otladığı bir yer haline geldi.
Yaklaşık iki aydır bölgeye yağmur yağmamasından ve aşırı sıcaklar nedeniyle Gökırmak'ın kuruması, Taşköprü'deki sarımsak üreticilerini de telaşlandırdı.
Aşağı Emerce Tarımsal Kalkınma Kooperatifi Başkanı Mehmet Gümüş, küresel ısınmanın mahsullerin azalmasına neden olduğunu bunun da fiyatlara yansıdığını belirtti.
Bu güne kadar Gökırmak'ın kuruduğunu hiç görmediğini söyleyen Gümüş, sarımsak üreticisi olarak ilerki yıllardan da endişeleri olduğunu bildirdi.
Kızılırmak'ın en büyük kollarından biri olan Gökırmak, Taşköprü'nün Gülveren kesiminde Karaçomak Deresi ve Daday Çayı ile birleşiyor. Gökırmak, Taşköprü Ovası'nı, sonra da Boyabat Ovası'ndan geçiyor ve buralardaki tarım alanlarının sulanmasında büyük önem taşıyor.


Asi-BeL 7 Eylül 2007 22:47

Suyum Bitiyor Yardım Edin
 
22 Mart “Dünya Su Günü”ydü.

Dünya genelinde her altı kişiden birinin temiz sudan, beş kişiden birinin sağlıklı atık su sisteminden yoksun bir durumdan olduğunu bildiriyorlar...

Her gün şaka değil 3.800 çocuk sağlıklı suya, atık su sistemine yani kanalizasyondan olanaklarından uzak olduğu için çeşitli hastalıklara yakalanarak yaşamlarını yitiriyor(muş)

Normal bir kent insanının evindeki tuvalet sifonunu kullanması günden yaklaşık 50 litre su tüketimini beraberinde getirirken biraz önce yukarıdaki satırlarda da okuyup geçtiğiniz bir ayrıntı ise ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuz ve bu tehlikeyle hiç tanımadığımız insanların yaşadığını ifade ediyordu hâlbuki.

Hatırladınız bu tehlikeyi.
Tekrar yazayım o zaman.
Düşünün siz evinizde tuvalette bir günde 50 litreye yakın bir su tüketirken dünyada her altı kişiden biri temiz içecek su bile bulamıyor bile.

Birleşmiş milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) bana ulaşan verilerine göre ülkemiz Türkiye şu an su kıtlığı yaşayan ülkeler arasında yer almıyormuş. Ama ağırlıklı olarak ülkenin Batı bölümünde su kıtlığının gün yüzüne çıkma olasılığı gittikçe yükselen bir ihtimalmiş.

Tarım sektörünün gelişmişliğiyle bilinen ülkemizde su kıtlığı yaşanmaya başlarsa nasıl üretimde bulunabiliriz?

Gıda ihtiyaçlarımızı ekmeği çayı tütünü nasıl ekmeden üretebiliriz?

Hadi bunları ektik diyelim. 1 kilogram buğdayı elde etmek için yaklaşık 2bin litre suyun toprağa içirilmesi gerektiğini bilmiyorsak ve su kıtlığına dair önlemler almaya başlamamışsak hala önümüzdeki yıllarda gıda’dan da yoksun insanlar olmaya başlayacağımızın farkında mıyız acaba?

“FAO yöneticisi Jacques Diouf, 2030'da dünya nüfusunun 8,1 milyara ulaşmasının beklendiğini, bunun da tarımda yüzde 14 daha fazla suya ihtiyaç duymak anlamına geleceğini” söylemiş.

Suyum Bitiyor Yardım Edin!”diye yazının başlığındaki çığlığı atmakta haksız mıyım?


evo 22 Eylül 2007 13:13

CARETTA CARETTALAR DENİZLE BULUŞUYOR


FİNİKE
- Deniz kaplumbağası (caretta caretta) popülasyonunun korunmasına yönelik proje kapsamında, Antalya'nın Finike ve Kumluca sahillerindeki 20 kilometrelik alanda, 877 yuvadan 50 bin yavrunun denize ulaştığı bildirildi.
Çevre ve Orman Bakanlığı ile Ekolojik Araştırmalar Derneği tarafından, Deniz Kaplumbağalarının Popülasyonunun Korunması ve Araştırılması Projesi kapsamında 20 Haziranda Finike ve Kumluca ilçeleri sahillerindeki 20 kilometrelik alanda başlayan çalışmalar sürüyor. Çalışmalar çerçevesinde, deniz kaplumbağalarının yuvaları koruma altına alınıyor, yumurtadan çıkacak yavruların denize kavuşmaları için çevre uygun hale getiriliyor.
Çalışmalarla ilgili bilgi veren Emrah Dursun, Finike ve Kumluca sahilinde 20 kilometrelik alanda 877 yuva tespit ettiklerini ve bu yuvalardan 50 bin yavrunun denize ulaştığını saptadıklarını söyledi.
Kurtuluş Özgişi de proje kapsamında halkı bilinçlendirme çalışmaları yaptıklarını belirterek, ''Yavruların yumurtadan çıkarak denizle buluşması bu ayın sonunda tamamlanmış olacak. Yuvadan çıkan yavrular büyük başarıyla denize ulaşabiliyorlar fakat bazı çevresel sorunlarımız oluyor. Özellikle tarımsal atıklar, organik atıklar ve buna benzer sebeplerden ötürü yavrular denize ulaşmakta zorlanıyor. Bunları engellemek için halkı bilinçlendirme toplantıları düzenliyoruz.''


Tiglon 27 Eylül 2007 13:03

Hava Kirliliğinin Nedenleri ve Zararları
 
Bugün çok önemli bir çevre problemi olan ve özellikle insan sağlığını etkileyen hava kirliliği ilk olarak, atmosfer bileşiklerinin değişmesiyle başlamaktadır. Atmosfer, genellikle içerisine karışan toksinli maddeleri eriterek etkisiz hale getirmesine rağmen meteorolojik ve topoğrafik şartlara bağlı olarak devamlı bir şekilde kirlenmektedir. Çeşitli amaçlarla yakılan ateşler, fabrika ve ev bacalarının dumanları, araçların egzost gazları havaya zehirli gazlardan olan karbon monoksit, kükürt dioksit ve nitrik asit gibi gazların bol miktarda karışmasına neden olur.
Hava kirliliğine neden olan kirleticilerin, kaynaklarına göre hava kirliliği, tabii kaynaklardan meydana gelen kirlilik ve insan faaliyetleri sonucu suni kaynaklardan meydana gelen kirlilik olmak üzere iki sınıfa ayrılır. Tabii kirliliği oluşturan, doğada bulunan kirletici kaynaklarından: tozlar, meteorlardan, yer yüzeyindeki büyük çöl alanlarından ve kumluk alanlardan rüzgarlarla atmosfere taşınırlar; orman yangınlari ile atmosfere önemli miktarlarda duman ve zehirli gazlar karışır; foto kimyasal olaylarla azot dioksit; yanardağlardaki volkanik faaliyetler sonucunda kükürt dioksit, hidrojen klorur, hidrojen flörür; deniz çalkalanmasından sodyum klorür sayılabilir.
Hava kirliliğinde, tabii kirlilik kaynaklarından çok suni kaynaklardan meydan gelen kirlilik önemlidir. Çünkü günümüzde insanları en çok ilgilendiren, özellikle büyük yerleşim merkezleri ve sanayi alanlarındaki hava kirliliğidir. Bu kirlilikte daha çok insan faaliyetleri sonucu meydana gelir.
İnsan yapımı kirlilik kaynaklarını ise kabaca :
1. Ulaşım
2. Katı yakıtlar
3. Elektrik santralleri
4. Endüstri ve ısınma için kullanılan yakıtlar
5. Endüstriyel işlemler olarak sıralanabilir.
İnsan tarafından oluşturulan kaynaklardan oluşan bu kirlilik, bulunan bölgenin endüstriyel gelişimi, nüfusu, şehirleşme durumu gibi faktörlere bağlı olarak değişim gösterir.

HAVA KİRLİLİGİNİN ZARARLARI
Hava kirliliğinin, başta insan sağlığı olmak üzere görüş mesafesi, materyaller, bitkiler ve hayvan sağlığı üzerinde olumsuz etkileri vardır.
Katı yakıtlar ve akaryakıt gibi karbonlu maddelerin tam yanmamasından meydana gelen katı ve sıvı parçacıkların bir gaz karışımı olan duman, hava kirliliğinin bir çeşididir ve görüş uzaklığını azaltıcı bir etkiye sahiptir. Hava kirliliğinin, sanatsal ve mimari yapılar üzerinde tahrip edici ve bozucu etkisi vardır. Bitkiler üzerinde ise öldürücü ve büyümelerini engelleyici olabilmektedir. Bu nedenle hava kirliliği hem canlıların sağlığı açısından, hem de ekonomik yönden zarar vericidir.
Hava kirliliğinin insan sağlığı üzerindeki etkileri, atmosferde yüksek miktardaki zararlı maddelerin solunması sonucu ortaya çıkar. İnsanların sağlıklı ve rahat yaşayabilmesi için teneffüs edilen havanın mutlaka temiz olması gerekir. Havanın doğal yapısını bozan ve kirleten maddelerin başka bir deyişle kirli havanın solunması, özellikle akciğer dokularını tahrip edici ve öldürücü olabilmektedir. Solunum yolu ile alınan hava içerisindeki parçacıklar ve duman, teneffüs esnasında yutulur ve akciğerlere kadar ulaşır. Solunum sisteminin derinliklerinde depolanan bu parçacıklar, akciğer kanserlerine kadar varan hasarlar yapabilmektedir. Diğer taraftan kömür ve diğer yakıtların yanmasından oluşan duman ve isin astım, çeşitli burun ve boğaz hastalıkları hatta mide hastalıkları gibi özellikle solunum yolları ile ilgili hastalıklara belirli ölçüde sebep olabileceği öne sürülmektedir. Şiddetli hava kirliliğine maruz kalınması durumunda, bunun insan sağlığına olan etkisi ile hava kirliliğinin düşük miktarlarına, uzun zaman maruz kalmanın etkileri farklı olmaktadır.


evo 16 Kasım 2007 09:28

"70-80 BİN GÖÇMEN KUŞ ÖLECEK"


TRABZON
- Rusya'ya ait petrol tankerinin, Ukrayna karasularında ikiye ayrılması sonucu denize yayılan 2 bin ton yakıtın, denizin dibinde yaşayan yüzlerce ton organizmayı etkileyeceği ve tahminen 70-80 bin göçmen kuşun ölümüne neden olacağı bildirildi.
KTÜ Sürmene Deniz Bilimleri Fakültesi Balıkçılık Teknolojisi Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Coşkun Erüz, tankerden denize yayılan maddenin fueloil olduğunun kesinleştiğini belirterek, ''Ham petrol, ağırlığı olan bir madde olduğu için dibe çöker, mazot ya da fueloil ise işlenmiş oldukları için daha hafiftirler. Fueloil'in suya karışarak dağılması ve daha geniş alana yayılması söz konusudur'' dedi.
Coşkun Erüz, Sibirya'dan güneye doğru göç eden ve balıklardan beslenen göçmen kuşların deniz yüzeyindeki yakıta buluşarak büyük zarar gördüklerini belirtti.
Kazanın etkisiyle denize dökülen yakıtın hamsiye büyük darbe vuracağı söylentileri olduğunu anımsatan Erüz, "Bunu tam olarak bilmek mümkün değildir. Böyle bir şeyi söyleyebilmek için hamsinin o bölgede olup olmadığını ya da ne kadarının orada olduğunu bilmek gerekir. Hamsi kaza öncesinden o bölgeden göç etmişse şu an için problem olmaz, fakat kaza olduğu zaman ya da sonrasında göç etmişse kirlenmiş olan sudan mutlaka beslenmiştir. Bu da sorunlara yol açacaktır. Tahminlere göre balık şu anda bizim bölgemizde, Karadeniz'in güneyindedir.''
Kaza hamsiyi etkilemese bile bölgede yoğun olarak bulunan ve göç etmeyen mezgit, barbun ve kalkan balığını çok ciddi oranda etkilediğini söylemenin mümkün olduğunu belirtti.
Erüz, fueloilin Türk karasularına gelme ihtimalinin düşük olduğunu, ancak yine de gerekli önlemlerin alınması gerektiğini kaydetti.


Hi-LaL 26 Aralık 2007 16:59

Çevre Kirliliğine Karşı Bakterilerin Rolü-Makale
 

ÇEVRECİ BAKTERİLER İŞ BAŞINDA


TABİATTA İNSAN ELİNİN değmediği doğa parçalarında muhteşem bir ekolojik denge görüyoruz. Orman ve yeşil alanlarda her gün ölen hayvanlar ve bitkiler, özellikle sonbaharda yerlere saçılan tonlarca yaprak, ardında iz bırakılmadan temizleniyor. Temizlik için yaratılmış leş yiyici hayvanlar, böcekler ve özellikle de çürükçül bakteriler âdeta birer temizlik görevlisi gibi çalışıyorlar. Yine koca okyanuslarda balık ve diğer deniz canlılarının kalıntıları da okyanus tabanında gezinen temizlikçi balıklar ve mikroorganizmalar tarafından temizleniyor.

Tabiatda temizlik işlerinde en önemli rolü oynayanlar bedence en küçük olanları, yani ‘mikroorganizmalar.’ Hepimiz iyi biliriz ki yarım kalmış bir elma ya da mutfakta unutulmuş bir yemek, kısa bir süre sonra küflerin, çürükçül mikroorganizmaların sofrası hâline geliyor. İşte evsel veya endüstriyel atıkların temizlenmesinde de, tabiatın bu temizlik uzmanlarından ders alıyor ve onları arıtma tesislerimizde istihdam ediyoruz. Atıkların doğaya verilmeden önce arıtılmasında önceleri kimyasal metodlar kullanılıyordu. Doğayı inceleyip, ondaki temizlik mekanizmaları örnek alınmaya başlandıktan sonra, biyolojik yöntemlerle atıklar daha verimli bir şekilde arıtılmaya başlandı.

Hacim olarak düşünüldüğünde biyoteknoloji endüstrileri içerisinde en büyük olanı, evsel ve endüstriyel atıkların temizlenmesidir. Her gün tonlarca atık su, bina ve fabrikalardan nehir veya denizlere pompalanır. Bu atık sularda bulunan organik maddeler, fosfor ve azot bileşikleri; nehir, deniz veya göllerde yaşayan bitki ve mikroorganizmalar için, oldukça zengin bir besin kaynağı oluşturmaktadır. Eğer evsel atık sularda bulunan organik veya inorganik maddeler temizlenmezse bu suların döküldüğü nehir, göl veya denizlerdeki bitki ve mikroorganizmaların sayısı ölçüsüzce çoğalır ve doğal hayatın dengesi bozulur. Evsel atıkların su bitkilerini aşırı beslemesi söz konusu iken, bazı endüstriyel atıklar ise tam tersi içerdikleri zehirli kimyasallar ile nehir, göl veya deniz havzasında yaşayan canlıların hayatını tehdit ederler. Ayrıca bu sularda avlanan balıkları yemek ya da bu sularla sulanan tarlalardan beslenmek suretiyle de insan hayatını riske sokarlar. Yani hem evsel hem de endüstriyel atıkların doğaya vereceği zararın önlenmesi veya en asgariye indirilmesi için arıtılmaları gerekir.

Pek çok atık biyolojik arıtma işlemi için uygundur ve hatta bazılarının arındırma işlemi sonucunda işe yarar ürünler bile elde edilebilir. Biyolojik arıtma iki basamakta yapılır. Oksijensiz ortamda yaşayan mikroorganizmaların salgıladıkları enzimler tarafından atık sulardaki organik maddeler parçalanarak çözünür hâle getirilir. Sonra da oksijen içeren ortamdaki bakteriler tarafından bir önceki basamak ile küçültülmüş organik maddeler kullanılır, aynı zamanda sudaki fosfor tüketilip, azot bileşikleri gaz hâlindeki azota dönüştürülür.

Pensilvanya Devlet Üniversite’sinden araştırmacılar atık sulardaki organik maddeleri, biyo-piller için enerji kaynağı olarak kullanmaya çalışıyorlar. Yeni biyo-pil küçük bir plastik silindir. İçerisindeki 8 grafit çubuk negatif elektrod, grafit çubukların etrafındaki karbon ve platin tüpler ise pozitif elektrod olarak işlev görüyor. Atık su bu silindire pompalandığında sudaki bakteriler grafit çubuklara tutunarak sudaki organik maddeleri tüketiyor aynı zamanda elektirik üretiyorlar. Böylece hem atık su arındırılmış hem de elektirik enerjisi elde edilmiş oluyor. Eğer sistem başarıyla uygulanmaya başlarsa atık su arıtma işlemi için gereken enerjiyi sistem kendisi karşılayacak ve arıtma tesislerinin maliyeti düşecektir. Tabi henüz çalışmalar çok yeni; verimli ve ucuza çalışan bir sistem bulmak için araştırmalar sürüyor.

Gıda ve kimya endüstrileri ve tekstil gibi pek çok sanayi kolunda ortaya çıkan zararlı kimyasalların temizliğinde bakteri ve mikroplar çok önemli işlevler görürler. Gerektiğinde bu mikroorganizmalar genetik olarak değiştirilip, daha verimli çalışmaları sağlanır. Meselâ eski askerî bölgelerde ortaya saçılmış TNT patlayıcılarını zararsız hâle getirmek için beyaz çürükçül mantarlar kullanılır.
Bir başka örnek de petrol kirliliğinin temizlenmesi. Zaman zaman meydana gelen tanker kazaları denizlere tonlarca petrolün akmasına, deniz canlılarının ve kuşların ölümüne yol açıyor. Yapılan çalışmalarda toprakta yaşayan bazı bakteri ve mantar türlerinin petrol içindeki hidrokarbonları yiyerek tükettikleri görüldü. Tabi bu canlılar çok tuzlu olan deniz ortamında yaşamaya elverişli değiller. Fakat bu mikroorganizmalar genetik mühendisliği yöntemleri ile değiştirilerek hem tuzlu hem de soğuk sularda yaşayan türleri elde edildi. Böylece bu mikroorganizmalar denizlerdeki petrol kirliliğinin temizlenmesinde kullanılmaya başlandı. Ayrıca rafinerilerde petrolün işlenmesi sırasında kullanılan sulardaki petrol kalıntılarının temizlenmesi için de bu bakterilerden yararlanılıyor.

Maden endüstrisinde ortaya çıkan asit özelliği gösteren ve metal içeren atıklar ise yine standart temizleme metodları ile temizlenemeyecek kadar zararlı. Özel yetiştirilen ve asitleri tüketip, metallerin çökelmesini sağlayan bakteriler ve algler ile bu atıklar zararsız hâle getirilebiliyor.

Biyoteknoloji teknikleri kullanarak katı atıkları işlemden geçirirken aynı zamanda yakıt elde etmek de mümkün. Katı atıklar kapalı, oksijen almayan bir ortamda bulunduğunda bakteriler tarafından atıklardaki organik maddeler kullanılarak metan gazına dönüştürülürler. Metan gazı ise elektrik üretiminde kullanılabilir. Batıda bazı şehirlerde çöplük gazından bu şekilde elektrik üretilmekte ve böylelikle çöpler temizlenirken yan ürün olarak enerji elde edilmektedir.

İngiltere’de bazı yerleşim birimlerinde her ev için biri yeşil biri siyah iki çöp kovası ve yeşil bir kutu belediye tarafından veriliyor ve bunlar her hafta dönüşümlü olarak toplanıyor. Yeşil kutu içerisinde kâğıt, teneke kutu ve cam şişeler geridönüşüm amaçlı toplanıyor. Yeşil çöp kovasında ise bahçe atıkarı ve büyük karton kutular toplanıyor. Toplanan bahçe atıkları uzun süre bekletildiğinde mikroorganizmalar tarafından organik maddeler işlenip, besince zengin toprağa dönüştürülüyor. Bazı insanlar bu işlemi bahçelerinin bir köşesinde kendileri yapıyor ve böylece meyve, sebze kabukları da dahil hiçbir organik maddeyi ziyan etmemiş, aynı zamanda bahçelerinde yetiştirdikleri ürünler için kimyasal gübrelere ihtiyaç duymamış oluyorlar. Geridönüşüm kovalarında toplanan atıklar sayesinde, siyah çöp kovasında toplanan atıklar azalarak çevre temizliğine büyük boyutlarda katkı sağlanıyor. Hem de geridönüşüm işlemi büyük oranda kolaylaşıyor.

Tabiatta hiç bir şey ziyan edilmiyor, bir varlığın artığı diğer bir canlıya besin işlevi görürken atomlar bir canlıdan ötekine binbir kılık değiştirirerek ‘maddenin korunumu’ yasası dairesinde vazifelerini yapıyorlar. Kâinattaki bu müthiş geridönüşüm ile hiç bir şey ziyan edilmiyor. Her an bir şeyden her şeyin, her şeyden bir şeyin yaratılışına şahit oluyoruz. Bir yazarın aynı harfleri kullanarak bir çok kitap yazması gibi kâinatın Yazarı da atom harfleriyle kâinatı sayısız canlı kitaplar hâlinde yazmış. Atomlar, sararmış bir yaprağın bedeninde ölü gibi görülseler de, ağacın dibinde yeşeren bir filizle yeniden hayatlanıyor, yeniden doğuyorlar. Kâinattaki bu israfsız ve kesintisiz düzenden daha çok şey öğrenmeliyiz.


Bia 23 Haziran 2008 09:17

Gökyüzü Neden Mavidir.?

Difuzyon Nedir: Atmosfer içinde Güneş ışınlarının kırılıp dağilmasına Difuzyon denir. Guneş ışınlarinın Difuzyona uğramasından dolayı gölgede kalan kısımlar gecelerin çok soğuk olmasını önler. Böyle bir durumda gölgelerin yarı aydinlik olmasını sağladığından, gökyüzünün de Mavi bir görüntü vermesini sağlar. Gökyüzü mavidir mavi ışik, kırmıziya oranla atmosfere daha fazla dagilarak ona mavi rengini verir. Peki, Güneş`i batarken niye daha kırmizi goruruz? Bu, isinlarin bu sirada atmosferde daha cok yol katetmesinin bir sonucudur. Bu sirada, mavi ısik daha kalin bir atmosferi gecmekte oldugundan, daha cok sacilir. Ayni zamanda kirmizi da soguruldugu icin Guneş daha sonuk gorunür. Batmak uzere olan Günes`in gozumuzü rahatsiz etmemesinin nedeni budur. Gökyüzünun mavi bir görüntü vermesinin sebebi (difuzyon)kırilma olayıdır.

Gunes isinlari atmosfere girdiginde atmosferdeki gaz molekullerine, toz parcaciklarina carparak saçılir. Gun ısiği degisik dalga boylu bircok ısindan olusur. Enkisa dalga boylu mavi ısinlar atmosferin ust tabakalarindaki kucuk parcaciklar tarafindan hemen saçılirlar. Gökyüzü acik oldugunda, mavi isik diger isiklara oranla en fazla sacilan isiktir. Bu yuzden de gökyüzü mavi gorunür. Mesela gökyüzü yogun bulutlarla veya dumanla dolu oldugunda, tum isinlar nerede ise ayni oranda saçılir. Bu da gökyüzünun gri renkte gorunmesine sebep olur. Gun batiminda veya dogumunda guneş ışınlari atmosfere egik girdiklerinden dolayı fazla yol sarfetmek zorunda kalirlar.

Bu yuzden daha cok ışik ve renk sacilir. Gökyüzüne Bakarak Hava Tahmini Yapmak Gökyüzü koyu mavi rengine börünürse, gunes dogarken parlak ve hafif sisli bulunursa, aksam gokkusagi gorunurse, gunes ay etrafinda büyük hale olursa, havanin iyi olacağı anlamına gelir. Güneşin doğma zamanında, gökyüzü kırmızı olması ve gökkuşağının sabahleyin görünmesi ve de ayın etrafında küçük bir çember bulunması yağmur olacağına işarettir. Havanın sisli olması, sükunetli olacağı anlamına gelir. Güneş doğarken kırmızı görüntü vermesi, batarken gökyüzünün kırmızı olmasi rüzgarlı hava olacağına işarettir. Güneşin soluk - dumanlı bir şekilde doğması, ayın parlak olması, bulutların beyaz olması, Güneş - ayın etrafında bir kavis bulunması fırtına olacağına işarettir


king nothing 17 Eylül 2008 21:47

Garip Ama Gerçek
  • Yurdumuzda doğal olarak bulunan 9000 bitki türünden, yalnız ülkemizde yetişen 3000 türün endemik (Ülkemize has) olduğunu,
  • Ülkemizde yaşayan hayvan türü sayısının tüm Avrupa kıtasında yasayan hayvan türlerinin 1.5 katı olduğunu,
  • Ülkemizde doğal olarak 120 memeli hayvan, 440 kuş, 13 sürüngen, 350 balık türünün yaşadığım ve 15 memeli, 46 kuş, 18 sürüngen türünün yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu,
  • Dünyanın büyük kuş göç yollarından ikisinin Anadolu'dan geçtiğini,
  • Sulak alanların, biyolojik çeşitlilik açısından dünyanın en verimli bölgeleri olduğunu ve ülkemizde uluslararası öneme sahip 56 adet sulak alan bulunduğunu,
  • Ülkemizdeki toprakların üçte ikisinin su veya rüzgar erozyonun etkisi altında olduğunu ve her yıl 1 cm. kalınlığında ve Kıbrıs Adası büyüklüğünde toprağımızın erozyonla yok olduğunu,
  • Bir ton kullanılmış beyaz kağıt, geri kazanıldığında 16 adet çam ağacının, bir
    ton kullanılmış gazete kâğıdı geri kazanıldığında ise 8 adet çam ağacının kesilmesinin önlenmiş olacağını,
  • Geri dönen her bir ton cam için yaklaşık 100 litre petrol tasarruf edilmiş olacağını,
  • Ülkemizde yaklaşık yılda 1 milyon ton kağıtla gereksiz yazışma yapıldığını,
  • İnsanların birbirlerine gönderdiği mektupların %44'nün okunmadığını,
  • Yalnızca 100.000 aile gereksiz yazışmayı durdurursa, her yıl 150.000 ağacın kesilmekten kurtarılacağını,
  • Bir insan ömrünün 8 ayını, gereksiz yazışma zarflarını açarak geçirdiğini,
  • Doğaya atılan atıkların % 60'nın boya ve boya ürünleri olduğunu,
  • Otomobilinizi hortumla yıkadığınızda yaklaşık 550 litre su harcandığını,
  • 3,7 litre benzinin yaklaşık 3 milyon litre içme suyunu kirletebileceğini,
  • Bir cam şişenin doğada 4000 yıl, plastiğin 1000 yıl, çikletin 5 yıl, bira kutusunun 10-100 yıl, sigara filtresinin 2 yıl süreyle yok olmadığını,
  • Bir büro elemanın yılda, 81 kilo yüksek vasıflı kağıdı çöpe attığını,
  • Bir topak tereyağ üretmek için 400 litre suya ihtiyaç olduğunu,
  • Büyük bir kayın ağacının, 72 kişinin 1 günlük oksijen ihtiyacını karşıladığını,
  • Dünyadaki mevcut suların ancak % 1'nin kullanılabilir su olduğunu,
  • Son 3-4 ay içerisinde 24 milyon hektar alanın çölleştiğini,
  • Dünya yüzeyinin % 6'sının çölleşmiş, % 29'unun da çölleşme yolunda olduğunu,
  • Dünya nüfusuna her gün 230 bin, her yıl 93 milyon kişinin katıldığını,
  • Dünyada her gün sağlıksız sulardan 25.000 kişinin ölmekte olduğunu,
  • Bu çevre sorunlarının oluşmasında ve çözümünde insanın doğrudan etkili olduğunu, biliyor musunuz?

Çevre hakkında genel bilgi


İnsanların sürekli yaşadıkları yere çevre denir. Dağlar, ovalar, çayırlar, ormanlar, göller, denizler, ırmaklar, doğal çevreyi oluşturur.
Doğal Çevrenin korunması amacı ile 1972 yılında İsveç'in Stockholm kentinde Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı toplandı. Bu toplantıda çevre sorunları ele alındı. Çevre kirlenmesine karşı üye ülkeler ortak çözüm yolları aradılar. Birleşmiş Milletler Çevre Konferansında 5 Haziran gününün Dünya Çevre Günü olması kararlaştırıldı. Her yıl Birleşmiş Milletler'e üye ülkelerde 5 Haziran Dünya Çevre Günü olarak değerlendirilir.
Ülkemizde bu amaçla 1978 yılında Türkiye Çevre Sorunları Vakfı, daha sonra Çevre Müsteşarlığı kuruldu. Başbakanlığa bağlı Çevre Müsteşarlığı 5-11 Haziran tarihleri arasını Çevre Koruma Haftası olarak kabul etti. Çevre Koruma Haftasında okullarda öğrencilere doğal çevrenin korunması gereği öğretilir. Hafta boyunca radyo ve televizyonda halka çevre kirlenmesi ile ilgili bilgiler verilir. Alınması gerekli önlemler anlatılır. Gazete ve dergilerde doğal çevrenin korunmasına ilişkin yazılara yer verilir.
Doğal çevrenin kirlenmesi bütün ülkelerin ortak sorunudur. Çevre kirlenmesi hepimizin günlük yaşayışını etkileyen bir olaydır. Uygarlığın gelişmesi, endüstrileşme sonucu fabrikalarda insan gücüne gereksinme arttı. Kırlarda, köylerde, doğal çevrede yaşayan insanlar kentlere göçtü. Kent nüfusu önemli ölçüde çoğaldı. Kentlerde nüfusun artışı ve endüstrileşme ile birlikte çevre sorunları ortaya çıktı. Bu sorunun en önemlisi çevre kirlenmesidir.
Başlıca çevre sorunları su, hava ve toprak kirlenmesidir.
Su kirlenmesi ile deniz hayvanlarının yaşam ortamları bozulur. Kirli sularda avlanan balık ve öteki deniz ürünlerini yemeyelim. Böyle sularda yüzmeyelim.
Hava kirliliği daha çok yakıtların gereği gibi yakılmaması sonucu ortaya çıkar. Kirli hava solunuma elverişsiz havadır. Kirli hava solunum yolları hastalıklarını artırır. Solunum organlarımızı yorar. Hava kirliliği ölümlere bile sebep olur.
Toprak kirlenmesi; çeşitli ilaç ve gübrelerle toprağın tarıma elveriş­siz duruma gelmesidir. Çiftçilerimiz; tarlada kullanacakları ilaç ve gübre çeşidini ziraat mühendislerine, teknisyenlerine sormalıdır. Hangi gübrenin hangi cins topraklarda yararlı olacağı bilinmektedir. Bu nedenle; ilgili uzmana danışmaksızın ilaç ve gübre kullanılmamalı. Toprak kirlenmesi toprağın verimini azaltır. Bitki hastalıklarını çoğaltır.
Bugün pek çok ilimiz çevre sorunları ile karşı karşıyadır. Örneğin Ankara'da hava, İstanbul'da su. Mersin ve Adana'da toprak kirlenmesi birer çevre sorunudur.



sahillerindostu 28 Mart 2009 00:08

"Orkinos avcılığı durdurulsun"
 
"Orkinos avcılığı durdurulsun"
Orkinos avlayan ülkelerin diplomatları Barselona'da mavi yüzgeçli orkinos türü için kararlaştırdıkları “iyileştirme planı”nı tartışmak için toplanırlarken, Greenpeace bu balıkçılığın durdurulmasını talep ediyor.

Greenpeace Akdeniz Denizler Kampanyası sorumlusu Banu Dökmecibaşı, “Bilimsel tavsiyelerle karşılaştırıldığında sözü edilen plana “iyileştirme planı” yerine “balıkçılığın intihar sözleşmesi” demek daha doğru olur” dedi ve ekledi, ”Faydasız ve anlamsızlık üzerinden uygulama detaylarını tartışarak zaman kaybetmek yerine hükümetler biran önce mavi yüzgeçli orkinos balıkçılığını durdurmalıdır; ve ancak söz konusu avcılığın yönetimi bilimsel temellere dayandırıldıktan, balıkçılık kapasitesi sürdürülebilir seviyelere çekildikten ve tüm deniz canlılarının yumurtlama alanları deniz rezervi ilan edilerek koruma altına alındıktan sonra yeniden başlatılabilir”.
Mavi yüzgeçli orkinos yönetimi, Türkiye'nin de üyesi olduğu hükümetlerarası bir organizasyon olan Uluslararası Atlantik Orkinoslarını Koruma Komisyonu (ICCAT)'na ait.
Greenpeace uzmanları, yıllar boyunca ICCAT kendi biliminsanlarının tavsiyelerini gözardı etti ve stoklar için güvenli rakkamların çok üzerinde av kotalarına karar verdiğini söylüyor ve ekliyorlar "2006 yılından beri biliminsanları mavi yüzgeçli orkinos stoklarının acınası durumu hakkında uyarıda bulunuyorlardı ve 15,000 tonun üzerinde avlanılmaması gerektiğini, bu canlıların yumurtlama alanlarında en kritik zamanları olan mayıs ve haziranda avlanmamaları gerektiğini savunuyorlardı. Her yıl yumurtlama alanları endüstriyel balıkçı filolarının istilasına uğramasının dışında, 2007'de tahmin edilen av miktarı 61,000 tondu , yani o yıl karar verilen yasal kotanın iki katı ve stokların tükenmeden avlanabilmesi için tavsiye edilen av miktarının ise dört katıydı."

Greenpeace uzmanları, son durumu ise şöyle özetliyor:"Kasım 2008'de yapılan 16. ICCAT Özel Toplantısı'nda Avrupa Birliği önerisi ile Doğu Atlantik ve Akdeniz mavi yüzgeçli orkinos av kotasını 2009 yılı için 22,000 ton olarak kararlaştırıldı. Bu miktar bilimin önerdiği sürdürülebilir rakkamlardan %47 daha fazladır. ICCAT kendi üyelerini kendi paylarına düşen kotalardan gönüllü olarak indirim yapmaya çağırdı.
2008'de ICCAT'in performansını değerlendirmek için bağımsız bir panel görevlendirildi. Bu panel, mavi yüzgeçli orkinos balıkçılığı yönetiminin Akdeniz genelinde uluslararası bir rezalet olarak görüldüğünü, bu nedenle de orkinos avcılığının acilen dondurulması gerektiği tavsiyesinde bulundu."
Greenpeace aşırı sömürülmüş dünya denizlerinin ve okyanuslarının iyileşebilmesi ve orkinos ve diğer canlıların aşırı avlanılmasına karşı uzun vadeli çözüm olarak, dünya denizlerinin %40’ını kapsayacak tamamen kapalı deniz rezervleri ağının oluşturulması için kampanya yürütüyor.


sahillerindostu 28 Mart 2009 00:10

"Bu zenginlik yokolmasın"
 
"Bu zenginlik yokolmasın"
Nesli tehlike altında 34 tür bitkinin yaşadığı Lara-Perakende Kumulları için çevreciler çağrıda bulunuyor.
Lara- Perakende Kumullarında nesli tehlike altında en az 34 bitki yaşıyor. Bunlardan 19’u Türkiye’ye özgü... Dünyanın başka hiç bir yerinde doğal olarak bulunmuyorlar.
Alanın batı ucundaki Lara Kumul Ormanı, bugünkü formuna yaklaşık 80 yılda ulaşmış kızılçam ve fıstık çamlarından oluşuyor.
Doğal Hayatı Koruma Derneği bu çok özel alanı "Önemli Bitki Alanı" olarak tanımlıyor ve korumaya çalışıyor.

Dernek son olarak Lara- Perakende Kumulları ile ilgili şu açıklamayı yaptı: "Lara-Perakende Kumullarının da ulusal yasalar ve uluslar arası sözleşmeler çerçevesinde koruma statüleri belirlenmiştir. Alanın hak ettiği koruma statülerinin uygulanması için gereği yapılmalıdır. Buna rağmen, Turizm Yatırım Merkezi ilan edilen kıyı şeridinde yer alan Lara-Perakende Kumulları çok hızlı kentleşme ve turizme bağlı aşırı yapılaşma nedeniyle yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır.Bu amaçla, Antalya'da ilgi gruplarından yaklaşık 130 kişinin katılımıyla turizmin doğa korumayı ve doğa korumanın turizmi desteklemesi gerektiğine dikkat çeken bir toplantı düzenlendi: Lara-Perakende Kıyılarında Sürdürülebilir Turizm. Bu toplantıda tartışılan görüş ve önerileri kamuoyunun ilgi ve bilgisine sunuyoruz:
· SÜRDÜRÜLEBİLİR TURİZM, Türkiye ve turizmin kontrolsüz gelişimi sonucu benzeri sorunlar yaşayan ülkeler için çözümdür. Başta Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesine (BÇS) imza atmış ülkeler olmak üzere, tüm dünyada yaygınlaşmaya başlayan Sürdürülebilir Turizm, turizmde uzun vadede iş ve gelir imkanları yaratırken doğal alanların ve kültürel yapının korunmasını da sağlar.
· T.C. HÜKÜMETİ ve KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI, SÜRDÜRÜLEBİLİR TURİZMİ DESTEKLEMELİDİR. Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesine taraf bir ülke olarak Türkiye, bu sözleşme kapsamında bu amaçla kurulmuş uluslararası komisyona, yapılan çalışmalara ve belirlenen Sürdürülebilir Turizm İlkelerine uymalıdır.
· SÜRDÜRÜLEBİLİR TURİZM İLKELERİ, başta deniz, kıyı ve karasal hassas ekosistemler olmak üzere, biyolojik çeşitlilik açısından önemli alanlarda yapılabilecek faaliyetler hakkında yol gösterici önerilerden oluşur.
· Lara- Perakende arasındaki kıyı şeridi, sahip olduğu resmi koruma statülerine uygun şekilde denetlenmeli ve kanunlarla belirlendiği gibi ÖNCELİKLE KAMUYA AÇIK ALANLAR OLARAK KULLANILMALIDIR.
· Doğa korumanın ve özellikle turizm potansiyeli olan bir bölgede doğa korumanın, turizmi destekleyen yegane unsur olduğunun bilinciyle YEREL YÖNETİCİLER, TURİZM SEKTÖRÜ ve KAMUOYU BİLGİLENDİRİLMELİ ve UYGULAMADA İŞBİRLİĞİ TEŞVİK EDİLMELİDİR.
· Bölgede bugüne kadar kıyı ekosistemlerini tahrip eden yapılaşmalar sona erdirilmeli ve bozulmuş alanlar, LARA-PERAKENDE KIYI BANDI REHABİLİTASYON PROJELERİ ile iyileştirilmelidir.
· Bölgedeki her türlü turizm yatırımı devlet tarafından resmi bir araştırma, kontrol ve iletişim sürecinden geçirilmelidir. DEVLETİN BU KONUDA EN ÖNEMLİ ROLÜ, EN KISA SÜREDE EN YÜKSEK KÂR İÇİN TURİZM YATIRIMLARINI DESTEKLEMEK YERİNE, KONTROL ETMEK ve SÜRDÜRÜLEBİLİR ŞEKİLDE YÖNETMEKTİR.
· Lara-Perakende Kıyılarında Sürdürülebilir Turizm uygulamalarını başlatmak için ilgi grupları (karar vericiler, turizm sektörü, üniversiteler, yerel yöneticiler, Sivil Toplum Kuruluşları ve yerel halk) katılımı ile "TURİZM ve DOĞA KORUMA KOMİSYONU” oluşturulmalıdır. Bu komisyon Doğa Koruma, Sürdürülebilir Turizm ve Bütüncül (ekolojik, fiziksel, sağlık ve sosyal koşullara uyumlu) Planlama Modeli ilkeleri çerçevesinde bölgede arazi kullanımıyla ilgili tüm teklif ve planlarda karar ve kontrol mekanizmasını yönetmelidir."


sahillerindostu 28 Mart 2009 00:12

"Trakya tehlikede"
 
"Trakya tehlikede"
Uzmanlar Trakya bölgesindeki artan nüfus, sanayileşme ve kentleşmenin bölgeyi hızla su krizine doğru sürüklediğini belirtti.

TEKİRDAĞ -Tekirdağ Namık KemalÜniversitesi, Ziraat Fakültesi Tarımsal Yapılar ve Sulama Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahmet İstanbulluoğlu, Trakya bölgesindeki artan nüfus, sanayileşme ve kentleşmenin bölgeyi hızla su krizine doğru sürüklediğini belirtti.
İstanbulluoğlu, Trakya'nın Türkiye'de kişi başına düşen su miktarının en az olan bölge olduğunu belirterek, kısıtlı su kaynaklarının bölgenin ihtiyaçları dikkate alınarak sektörel dağılımı içeren bir
planlama, geliştirme, izleme ve değerlendirme çalışmalarından yoksun olduğunu söyledi.
Kurumsal yapıdaki yasaların yetersizliği yüzünden yer üstü ve yer altı sularında denetimsiz bir kullanım sürecinin yaşandığını ileri süren İstanbulluoğlu, sulanan arazilerde kullanılan sulama sularının analiz değerlerinin, bölge insanının içme ve sulama suyunda güvenlik sınırlarını zorladığını açıkça ortaya koyduğunu ifade etti.
İstanbulluoğlu, bölgenin en önemli ve büyük akarsuyu olan Ergene nehrinin yetkili makamlar tarafından sulama suyu olarak tek başına kullanılmasının yanlış olduğunu belirterek, Trakya bölgesindeki işlenen arazilerin tümünün sulanma imkanına sahip olduğunu ancak bunun yüzde 8,8'inin sulanabildiğini bildirdi.
Tarım arazilerinin sulanmasında, suyun tarla düzeyinde kullanılmasına kadar bir çok aşamada sorunların bulunduğunu ifade eden İstanbulluoğlu, sulamada alınması gereken önlemleri şöyle sıraladı:''Trakya bölgesindeki artan nüfus sanayileşme ve kentleşme, bölgeyi hızla su krizine doğru sürüklemekte. Tüm bu sorunlar, su kaynaklarının giderek kısıtlı olduğu bölgede düşen yağışın biriktirileceği göletlerin inşası, iletim ve dağıtımının kapalı sistemler ile sağlanması, tarla bazında gelişmiş sulama teknolojilerinin kullanılması ile giderilebilir.
Gelecekte bölgede ortaya çıkması kesin olarak beklenen su krizini ortadan kaldırmak için su artırımını sağlayacak bilimsel projeler üretilmeli ve desteklenmeli. Coğrafi bilgi sistemleri ve uzaktan algılama tekniklerinin kullanımı yoluna gidilmeli.''
Küçük kuru dereler üzerine yada doğal çanak alanlara göletlerin yapılmasıyla yağış sularının biriktirilerek planlı şekilde sektörler arasında kullanılmasının zorunlu olduğunu vurgulayan İstanbulluoğlu, tarla bazında suyun etkin kullanımı ve artırımı için de bölgede bugüne dek kullanılan salma sulama yöntemleri yerine yağmurlama ve damlama gibi gelişmiş sulama tekniklerinin tercih edilmesi gerektiğini kaydetti.
HIZLI GÖÇÜN GETİRDİĞİ SORUNLAR
İstanbulluoğlu, Trakya'nın, Anadolu'dan sürekli göç almasının plansız kentleşme ve sanayi yatırımlarının artmasına yol açtığını belirterek, bölgede verimli tarım topraklarının hızla yok olduğunu ileri sürdü.
İstanbul'a yakın bölgeler başta olmak üzere bir çok ilçe arazilerinin köylünün elinden çıktığını anlatan İstanbulluoğlu, orman, deniz ve yol kenarları başta olmak üzere arazi fiyatlarının çok yüksek değere ulaştığı İstanbul-Tekirdağ arasındaki sahil kesiminin tatil amaçlı konut inşaatları yüzünden tamamen elden çıktığını ifade etti.
Toprak ve su kaynaklarının kullanımının iyi anlaşılamaması nedeniyle sulu tarım alanlarının arsa spekülatörlerine ve sanayicilere açıldığını ileri süren İstanbulluoğlu, su havzalarının korunamadığını ve yüzlerce kilometre uzaklıktan su getirilmesine kalkışıldığını vurguladı.
Toprak ve su kaynaklarının temini, kullanımı ve geliştirilmesi ile ilgili yeni bir yasal düzenleme yapılmasına ihtiyaç duyulduğunu anlatan İstanbulluoğlu, sulama hizmetlerinin sürekliliğini olumlu yönde geliştirmek için şebekelerin yönetiminin bağımsız organizasyonlara verilmesi gerektiğini belirterek, ''Bu amaçla, çiftçilerin bağımsız organizasyonlara asıl katılımcılar olarak dahil
edilmesi zorunludur. Su şebekelerinin işletilmesi doğrudan üreticilere bırakılmalı'' dedi.
Sulamanın, tarımsal üretimde artış sağlamada büyük önem taşıdığını ifade eden İstanbulluoğlu, fiziksel sulama tesislerinin gereken önlemler alınmadan hizmete sunulması halinde bunun ileride giderilmesi zor sorunlara yol açabileceğini kaydetti.
SULANAN ALANLAR
Trakya bölgesinde tarım alanlarının büyük bir kısmının sulanmasında baraj ve göletlerden yararlanıldığını ifade eden İstanbulluoğlu, bölgede en çok sulanan alana sahip illerin sırasıyla Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ olduğunu belirtti.
Bölgedeki sulama suyu dağıtım sistemlerinin, büyük bölümünün yüzey sulama yöntemlerine göre planlandığını ve işletildiğini ifade eden İstanbulluoğlu, ancak sulanan alanlarda tarla içi geliştirme hizmetlerinin olmaması nedeniyle çitçinin çoğu kez suyu tarlaya yağmurlama yöntemi ile verdiğini, bunu yaparken de sistemin gerektirdiği planlama ve uygulama koşullarını dikkate almadığını söyledi.
İstanbulluoğlu, yapılacak yeni sulama sistemlerinin artık yağmurlama yöntemine göre planlanarak inşa edilmesi kararının alınmasının önemli bir gelişme olduğunu belirterek, tüm sebze ve meyve tarımında da damla sulama yönteminin uygulanması gerektiğini sözlerine ekledi.


sahillerindostu 28 Mart 2009 00:20

Atina'nın çağrısı
Atina Belediyesi, küresel ısınmaya karşı duyarlılık yaratmak amacıyla bir saat süresince elektrik kullanılmaması çağrısında bulundu.

ATİNA - Yunan basını, belediyenin, "Dünya Saati" adıyla oluşturulan küresel girişime katılmak üzere halka 28 Mart saat 20.30'da bir saatliğine ışıkları söndürmeleri çağrısı yaptığını yazdı.

Haberlerde, söz konusu saatte çok sayıda kamu binası, kültür merkezi, dernek ve spor salonunun ışıklarını söndüreceğini açıklayan belediyenin, uygulama sırasında Yunanlı tenor Marios Frangulis ve Atina Senfoni Orkestrasının katılımıyla bir halk konseri organize ettiği de kaydedildi.

"Dünya Saati" uygulamalarında, Yunanistan'ın dünyada ilk sırada bulunduğu ve Kanada ile Avusturya tarafından takip edildiği belirtildi.

TDK, "Ekoloji" ile "Çevre Bilimi"ni ayırdı!
Türk Dil Kurumu (TDK), Türkçe Sözlük'te ''çevre bilimi'' olarak geçen ''ekoloji'' kelimesini yeniden tanımladı. Türkçe Sözlük'ün yeni baskılarında ''çevre bilimleri'' ve ''ekoloji'' sözcükleri ayrı ayrı yer alacak.Çevrebilim kelimesi Türkce sözlükten çıkartıldı.

Gazi Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi öğretim elemanı Tahir Çalgüner, A.A muhabirine yaptığı açıklamada, TDK'dan ''ekoloji'' ve ''çevrebilim'' sözcüklerinin ne anlama geldiğini sorduğunu ve ''Yunanca kökenli ekoloji sözcüğünün, Türkçe'de çevre bilimi olarak tanımlandığı'' yanıtını aldığını belirtti.
Bunun üzerine ''ekoloji'' sözcüğünün ''çevre bilimi'' anlamına gelmediğine ilişkin çalışma yaparak kitap haline getirdiğini ifade eden Çalgüner, yeniden TDK'ya başvurduğunu anlattı.
TDK Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın, Güncel Türkçe Sözlük'ü internette kullanıma açtıktan sonra sözlük kullanıcılarının, kelimelerinin anlamları konusunda pek çok öneri ve görüşlerini kendilerine iletiklerini belirterek, ''Adeta imece usulü Türkçe sözlüğü geliştiriyoruz'' dedi.
''Ekoloji'' kelimesiyle ilgili olarak da çok sayıda başvuru aldıklarını anlatan Akalın, bunların, ''ekoloji kelimesine karşılık gösterilen çevre biliminin bu kelimeyi tam olarak olarak karşılamadığı, çevre biliminin daha alt bir dal'' olduğunu kaydetti. Akalın, bu görüşleri Güncel Türkçe Sözlük Çalışma Grubu'nda değerlendirerek üniversitelerden görüş alınmasına karar verdiklerini söyledi.
Üniversitelerden gelen görüşler doğrultusunda ''ekoloji'' kelimesinin tanımını değiştirdiklerini belirten Akalın, internetteki sözlükte değişiklik yaptıklarını, Türkçe Sözlük'ün yeni baskılarında da ekolojinin yeni tanımına yer vereceklerini bildirdi.
TDK'nın kararına göre, ekoloji kelimesi, ''canlıların hem kendi aralarındaki, hem de çevreleriyle olan ilişkilerini tek tek veya birlikte inceleyen bilim dalı'' olarak tanımlanırken, sözlüğe, ''ekolojist, ekolog, ekolojizm'' gibi terimler de ilave edildi ve bunların tanımları yapıldı.
TDK, ''Çevre bilimleri''ni ise çeşitli bilim dallarını içerisinde toplayan, insan-doğa ilişkilerini ve çevre sorunlarını inceleyen, uygulamalı ve disiplinler arası bilimler olarak tanımladı."Çevrebilim" Türkçe sözlükten çıkartıldı.


sahillerindostu 28 Mart 2009 00:23

Garanti de ışıkları kapatıyor
 
Garanti de ışıkları kapatıyor
Garanti Bankası ve Çevreci Bonus, Doğal Hayatı Koruma Vakfı'nın (WWF-Türkiye) dünya saati eylemi kapsamında 1 saatliğine ışıkları söndürme çağrısında bulundu.

İSTANBUL - Garanti Bankası'ndan yapılan yazılı açıklamada, bankanın ve Çevreci Bonus'un, herkesi WWF-Türkiye'nin girişimiyle 28 Mart Cumartesi akşamı dünya çapında üçüncü kez gerçekleştirilecek ''Dünya Saati (Earth Hour) eylemine katılmaya çağırdığı bildirildi.

Eylem Türkiye saatiyle 20.30'da başlayacak ve 1 saat sürecek. Tüm dünyada eyleme 1 milyara yakın kişinin katılması bekleniyor.
Bu harekete son olarak New York'da katılacağını açıkladı. New York'un katılımını WWF yöneticisi Carter Roberts şöyle yorumluyor:"New York'un bu harekete katılması Amerika'nın iklim değişikliği sorununu çözmek için lider rol oynayacağının bir işareti." Dünya saati'nde New York'taki Empire States binası, New York Halk Kütüphanesi gibi şehrin sembolü haline gelen binalar da kararacak.

Garanti Genel Müdürlük binası da 28 Mart Cumartesi günü saat 20.30'da ışıklarını kapatacak. Açıklamada eylemin küresel iklim değişikliğine dikkat çekmek amacıyla, dünya ülkeleriyle eşzamanlı olarak gerçekleştirileceği kaydedildi.
WWF-Avustralya'nın girişimiyle, ilk kez 31 Mart 2007 gecesi düzenlenen eylemle, küresel iklim değişikliğini tersine çevirebilecek bir etkinin yaratılması ve bu konudaki bilincin artırılması hedefleniyor.

Dünya Saati'nde Türkiye'de neler olacak?
28 Mart Cumartesi günü 20.30-21.30 saatleri arasında tüm dünyada ışıklar sönecek. Tarihin en büyük küresel eylemine Türkiye de katılacak.

“Dünya Saati” tarihin en büyük küresel eylemi olmaya aday... Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon, Nobel Barış Ödülü sahibi Desmond Tutu gibi kanaat önderleri herkesi “Dünya Saati”ne katılmaya davet ediyor. Giza Piramitleri’nden Eyfel Kulesi’ne varan ünlü yapılar ışıklarını söndürecek. Türkiye’den destek verenlerin sayısı hızla artıyor.
“Dünya Saati” (Earth Hour) hareketi ilk kez Mart 2007’de WWF-Avusturalya’nın önderliğinde Sidney kentinde başladı ve 2008 yılında küresel bir kampanyaya dönüştü.
Her yıl Mart ayında belirlenen bir saatte güvenlik dışı ışıkları kapatarak destek verilen “Dünya Saati”, küresel iklim değişikliği üzerinde basit bir hareketle fark yaratılabileceğini gösteriyor.

Tek ve büyük bir sese dönüşen hareket sadece gereksiz aydınlatmaları söndürerek bile atmosfere karbon salınımını azaltmanın ve iklim değişikliği için birşeyler yapmanın mümkün olduğunu küresel bir mesajla anlatıyor.
Bu yıl 28 Mart 2009, Cumartesi günü her ülkenin yerel saatiyle 20:30-21:30 arasında tüm dünyada sönecek ışıklar, 2009’da da insalığın küresel iklim değişikliğine karşı birşeyler yapmaya kararlı olduğunu tüm karar vericilere göstermiş olacak.
83 ülkeden, aralarında Moskova, Los Angeles, Las Vegas, Londra, Hong Kong, Sidney, Roma, Oslo, Cape Town, Lizbon, Singapur, Toronto, Dubai, Kopenhag ve İstanbul’un da bulunduğu 2398 şehir “Dünya Saati” hareketinde yerini alıyor. Küresel ölçekte; 5481 kurum, yaklaşık 19 bin özel sektör kuruluşu ve 8000’e yakın okulun katılacağı eylem sırasında; Toronto CN kulesi, Sidney Opera Binası, Roma’da bulunan İtalya Cumhurbaşkanlığı, Giza Piramitleri ve Eyfel Kulesi gibi bir çok ünlü ve tarihi bina ışıklarını kapatacak.
24 Mart 2009 Salı gününe kadar eyleme katılacağını bildiren binlerce kişinin yanı sıra, sayısı hızla artan kuruluşlar şöyle; Adidas Bölge Ofisi, Ankara İzci Grubu, Antalya Üniversitesi, balon.com.tr, Bez Torbam, Bilende Bilgi Teknolojileri, Coca-Cola, Çevreye Duyarlı Bonus Card, Digimed Dijital Medya, DOÇEV, Ege Life Magazine, Finansbank, Garanti Bankası, Gümüşlük Belediyesi-Bodrum, Hilton ve Conrad Hotelleri (Adana HiltonSA, Ankara HiltonSA, Hilton İstanbul, Hilton ParkSA, Hilton İzmir, Hilton Kayseri, Mersin HiltonSA, Conrad İstanbul), TEB, Türkiye İş Bankası, The Marmara Hotels Group, Metro FM, Mustafa Kemal Üniversitesi, Radisson SAS Bosphorus, Radisson SAS Conference & Airport Hotel Istanbul, Sniper Channel, Şeker Bank, Tetra Pak, Turkish Bank, Türkiye Bankalar Birliği, W Istanbul, Wartsila Enpa Dış Ticaret, Yapı Kredi Bankası, YKM.


nötrino 18 Nisan 2011 12:46

Japonya'da şebeke suyunda radyasyon bulunurken, Fukuşima nükleer enerji santralinin yakınındaki bölgelerden alınan ıspanak ve süt örneklerinde de radyasyon seviyeleri güvenlik sınırlarının üstünde çıktı.

Japonya Bilim Bakanlığı'ndan bir yetkili, suyun kalitesiyle ilgili ölçüm yapmaya başladıklarını ve radyoaktif iyot ve sezyum izleri bulduklarını belirtti.

Yetkili, Tokyo, Tochigi, Gunma, Saitama, Chiba ve Niigata'da şebeke suyunda radyoaktif iyot bulduklarını, Tochigi ve Gunma'da ise sezyum bulduklarını açıkladı.

Yetkili, bu maddelerin oranının Japonya'daki yasal sınırın net olarak altında olduğunu söyledi.

Bu arada Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK), nükleer kazanın olduğu elektrik santralının bulunduğu Fukuşima bölgesinden tüm gıda ürünlerinin ihracatına ikinci emre kadar son verildiğini bildirdi.

Merkezi Viyana'da bulunan BM'ye bağlı UAEK, radyoaktif iyot elementinin bulunduğu gıdaların kısa sürede insan sağlığına zararlı olacağını bildirdi.

Öte yandan Amerikan Jeofizik Enstitüsü, İbaraki kentinde 5,9 büyüklüğünde meydana gelen depremin 24 kilometre derinde olduğunu bildirdi.

Japon NHK televizyonu, Tokyo'da da hissedilen depremin hasara yol açmadığını belirtti.

Ispanak ve Sütte Radyasyon
Japonya hükümet sözcüsü Yukio Edano, Fukuşima nükleer enerji santralinin bulunduğu Fukuşima ilindeki süt ile yakınındaki İbaraki ilinde yetiştirilen ıspanaktaki radyasyon seviyesinin güvenlik sınırlarının üstüne çıktığının belirlendiğini söyledi.

Japon hükümeti, ülkede 11 Mart’ta meydana gelen deprem ve tsunaminin ardından ortaya çıkan nükleer krizin ardından, ülkedeki gıda maddelerinin radyasyondan etkilendiğine ilişkin ilk kez açıklamada bulundu.

Reaktör Binalarının Çatısı Delindi
Japonya'daki şiddetli depremde zarar gören Fukuşima nükleer santralinin 5 ve 6 numaralı reaktörlerini barındıran binaların çatılarının, olası hidrojen patlamalarını önlemek amacıyla delindiği bildirildi.

Tokyo Electric Power'dan (Tepco) yapılan açıklamada, ''5 ve 6 numaralı reaktörlerdeki hidrojen birikmesi endişeleri nedeniyle Tepco, dış binalardaki çatılarda 3 ila 7,5 santimetrelik delikler açtı'' denildi.

Santralin 5 ve 6 numaralı reaktörleri daha az hasar gördü, çünkü 1-4 numaralı reaktörlerin aksine, bu reaktörlerin soğutma sistemleri bir dizel jeneratör sayesinde 11 Mart'taki deprem ve tsunamiden sonra çalışmaya devam etti.

Güneş Enerjisi İle Denizcilik
Uzaktan bakıldığında rıhtıma yanaşan mavili yeşilli deniz taşıtı, Hong Kong ile çevresindeki adalar ve yarımada arasında mekik dokuyan çok sayıdaki taşıttan farksız görünüyor.

Ama yolcular inmeye başlarken yakından bakıldığında, motor, tekne, vapur ve feribotlarda duymaya alıştığımız makine gürültüsünün olmadığı farkediliyor ve sadece çok hafif bir vınlama duyuluyor. Tepedeyse parıldayan güneş enerjisi panelleri göze çarpıyor.

Solar Eagle ve benzeri üç deniz taşıtı, golf meraklılarını denizden, golf sahasının bulunduğu adaya taşıyor. Dünyadaki ilk hibrit deniz taşıtları filosunu oluşturan bu taşıtlar, gelecekte denizciliği ve deniz yoluyla ulaşımı değiştirebilecek teknolojinin ticari kanıtları...

Otomobillerde kullanılan türdeki bu teknoloji Avustralya şirketi Solar Sailor tarafından geliştirildi.Güneş enerjisi panelleriyle üretilen ve bataryada toplanan elektrik, deniz taşıtının limana girişi ve çıkışı sırasında motorun çalıştırılmasını sağlıyor. Deniz taşıtı okyanusa çıktığında ve motorun daha güçlü şekilde kullanılması gerektiğinde mazot devreye giriyor.

Filodaki taşıtlardan Solar Albatross'ta güneş enerjisi panellerle kaplı iki yelken bulunuyor. Bunlar, fosil yakıtlarına bağımlılığı azaltmak için hem güneş ışınlarının, hem de rüzgârın enerjiye dönüştürülmesinde kullanılabiliyor.

Solar Sailor'ın kurucusu Robert Dane, bu teknolojinin gemi ve tekne sahiplerine büyük yakıt tasarrufu sağlayacağını ve sıradan vapurlardan lüks süper yatlara, demir gibi ağır yük taşıyan gemilerden donanmaya ait devriye gemilerine kadar, her boyut ve türdeki deniz taşıtlarında kullanılabileceğini belirtiyor.

50 ile 100 yıl içinde tüm gemilerde güneş enerjisi panelli yelkenler bulunacağını söyleyen Robert Dane, "Aslında son derece akılcı birşey bu. Denizin ortasındasınız, her tarafınızda ışınlar yansıyor, rüzgâr esiyor." diyor.

Hong Kong'daki filoda işletilen deniz taşıtlarından üçü 2010 yılında hizmete girmiş; Solar Albatross ise geçen yıl yolcu taşımaya başlamış. Şanghay ve Sidney'deki iki deniz taşıtında da güneş enerjisinden yararlanılıyor.

Gelecekte bu teknolojinin yaygınlaşacağından ve satışların artacağından umutlu olan Robert Dane, 1880 yılından bu yana Victoria Körfezi'nde mekik dokuyan, Hong Kong'un simgesi haline gelmiş vapurlardan birine, güneş enerjisi panelleri yerleştirilmesi için görüşmelere başlandığını da ekliyor.
Kaynak:BBC Türkçe(25 Ocak 2012,16:59)



Saat: 17:58
Sayfa 1 / 2

©2005 - 2024, MsXLabs - MaviKaranlık