Her bir kelimeyi hiç acele etmeden, tane tane ve soğukkanlılıkla ağzından çıkardı. Bunları söylerken kutu gibi küçücük, zifiri karanlık bir odanın duvarı olmayan tek tarafında sırtı dönük bir şekilde ayakta duruyordu. Olması gereken kapının yer almadığı odanın diğer ucunda ise, ahşap bir taburede, sanki gönüllü olarak orada oturan “sevimli kurban” bulunuyordu.
Kız tepkisiz ve sessiz kalmıştı. Kendisine doğru dönüp birkaç adım yaklaştıktan sonra aniden duran adamla ilk kez göz göze geldiler. (Göz göze geldikleri anda aniden durmuş da olabilir…)
Önce kız konuştu:
“Seni anlıyorum,” dedi, bir güvercinden bir kuğuya dönüşmüş zarif bir ses tonuyla. Ve devam etti teslimiyetçi bir edayla: “yanıma gel…”
Ayakta dikilen adamın şaşkınlığı kızın en baştaki şaşkınlığıyla kıyaslanamazdı; yüzünde dehşet dolu bir ifade belirdi, hatta bir anlığına sendeledi fakat hemen toparlandı.
Yavaşça ve kalp atışları hızlanarak kıza doğru ilerlemeye devam etti. Bu esnada kız gözlerini yummuş, göz kamaştırıcı tebessümünü tüm ihtişamıyla sergiliyordu.
Dokunma mesafesine gelen adam, sanki bu tebessümün baş döndürücü kokusunu almaya başlamıştı. Keyiflenmişti. O da gözlerini yumdu, cinayet silahını kızın başına doğrulttu; eli saçlarına uzanıyordu. Kızın saçlarından değişen havanın içine girmişti parmakları. Arada ilk saç teliyle, bir saç teli kadar mesafe kalmıştı ki, bir zamanlar nereden duyduğunu hatırlayamadığı o söz geldi aklına. “Sevmek dokunmaktır.”
“Yine nereye daldın? Tut şunları!” sözleriyle gözlerini açtı. Büfenin önünde aldığı yiyecek-içecek poşetlerinden birkaç tanesini kendisine uzatan arkadaşına baktı. Bilinçsiz şekilde poşetleri aldıktan sonra yolun karşısındaki kafede arkadaşlarıyla şakalaşan kıza çevirdi tekrar bakışlarını. Tebessüm eden kız gülmeye başlamıştı.
