Bu soruyu tüm açık yürekliliğiyle, tüm doğallığıyla soruvermişti. Aslında sorusu tam olarak “Neden hiç anlattıklarıma gülmüyorsun?”du. Ne cevap verdiğimi hatırlamamakla beraber, bu gibi durumlarda hep yaptığım gibi “geçiştirme” yoluna girdiğimi anımsıyorum. İşte ilk kez o an anlamıştı bende bir “sorun” olduğunu. Bunu gözlerinden okuyabiliyordum. Üstelemeyişinin; mekanik, iğreti ve zorlama tebessümümü kabullenişinin nedeni buydu.
Hem nasıl gülebilirdim ki? Bana hep “neşeli” insanlara yaraşır konulardan bahsediyor, ona eşlik etmememe rağmen basit ve yüzeysel şakalarla kikirdeyip duruyordu. Üstelik söyleyemezdim de ona, onu bu nedenden dolayı yanımda istediğimi. Kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramazdı.
Ben ona, bende olmayan bu “başıboş” neşesinden dolayı katlanıyor, o da bana -bunu doğru bulmasam bile- gereksiz inceliklerden bile kaçınmadığım, şişirme centilmenliğim için katlanıyordu. İkimiz de bahanesi “kahve” olan bir saatlik birlikteliğimizi bir an önce sonlandırabilmek için hiçbir önem arz etmeyen konulara değindik. Sessiz kaldığımız anlarda asıl konuşulması gerekenleri sessizlik bizim adımıza konuşuyordu sanki. Vakit tamamdı, bu yüzden ondan önce davranarak göz ucuyla saatime baktım. Bu sahneyi kaçırmayacağından emindim. Gerçek bir centilmen gibi, “Kalkalım mı?” diye sormasına müsade ettim.
Dönüş yolunda ikimiz de konuşmaya pek yeltenmedik. Zaten çoktan iç dünyamın telaşlarıyla meşgul olmaya başlamıştım. Veda anından birkaç dakika önce “orta şekerli” kahkahama yönelik, “Neden güldün?” diye sordu. “Hiç…” dedim, zorlama tebessümümle. Üstelemedi yine. Sonra vedalaştık; soğuk, mesafeli ve ciddi bir tokalaşmayla.
Nasıl diyebilirdim ki: “Çok güzeldi, teşekkür ederim.” Anlayamazdı…

şaşırtıcı…gerçekten şaşırtıcı…tüm yazılanlar ayrı ayrı insanın derinlerinde biyerlere dokunuyor ve insanın içinde uyanan merak onun çok daha fazla ve çok daha derin düşüncelerde kaybolmasına sebep oluyor…çok başarılı tebrik ederim elinize ve yüreğinize sağlık…