Arama

Mevlana Celaleddin-i Rumi (Mevlana)

Güncelleme: 10 Nisan 2016 Gösterim: 113.000 Cevap: 20
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
1 Ekim 2007       Mesaj #1
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
Hz. Mevlana'nın Hayatı
Ad:  mevlana1.jpg
Gösterim: 4212
Boyut:  29.9 KB
Sponsorlu Bağlantılar
Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur.
Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.

Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı.

Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.

Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.

Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu.

Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.

Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"

Son düzenleyen Safi; 10 Nisan 2016 15:59
Biyografi Konusu: Mevlana Celaleddin-i Rumi (Mevlana) nereli hayatı kimdir.
TuruncuA - avatarı
TuruncuA
Ziyaretçi
2 Ekim 2007       Mesaj #2
TuruncuA - avatarı
Ziyaretçi
Mevlana
Kör cehalet çirkefleştirir insanları
Ad:  mevlana2.jpg
Gösterim: 2806
Boyut:  29.2 KB

Sponsorlu Bağlantılar
Suskunluğum asaletimdendir...
Her lafa verecek bir cevabım var...
Lakin bir lafa bakarım lafmı diye,
bir de söyleyene bakarım adam mı diye...
Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi (Farsça:مولانا جلال الدین محمد رومی, Mevlānā Celāl-ed-Dīn Muhammed Rūmī; d. 30 Eylül 1207 - ö. 17 Aralık 1273), İslâm ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir Fars (Bazı araştırmacının iddialarına göre Tacik) kökenli şair, düşünce adamı ve Mevlevi yolunun öncüsüdür.
Mevlana'nın önemi onu paylaşılmaz hale getirmiştir. Günümüzde onun Fars mı yoksa Türk mü olduğu noktasında tartışmalar vardır; ancak Mevlana'nın şu sözleriyle Türk olduğunu öne sürdüğünü iddia edenler vardır.
Mevlânâ bugünkü Afganistan'da bulunan Belh'te doğmuştur. Annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harzemşahlar hanedanından Türk prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan'dır.Babası, Sultânü'l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî'dir. Babasına Sultânü'l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanının verilmesini kaynaklar Türk gelenekleri ile açıklamaktadır.
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (Rumi adı, Anadolu'ya yerleşip orada yaşadığı için (o dönemde Anadolu'ya Diyarı-ı Rum deniliyordu); "Efendimiz" manasına gelen Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir), dönemin İslam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled'in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled'in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya'ya gelen Seyyid Burhaneddin'in manevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl O'na hizmet etmiştir.

Babasının ölümüne kadar olan dönem
Harzemşah hükümdarları Bahaeddin Veled'in halk üzerindeki etkisinden her zaman tedirgin olmuştu; çünkü o, insanlara son derece iyi davranır, ayrıca onlara her zaman anlayabilecekleri yorumlar getirir, derslerinde kesinlikle felsefe tartışmalarına girmezdi. Söylenceler, Bahaeddin Veled ile Harzemşah hükümdarı Alaeddin Muhammed Tökiş (ya da Tekiş) arasında geçen bir olaydan söz eder: Bahaeddin Veled bir gün dersinde, felsefeye ve felsefecilere şiddetle çatmış, onları İslam dininde var olmayan şeylere (bid'at) uğraşmakla suçlamıştı. Ünlü İslam felsefecisi Fahrettin Razi buna çok kızdı ve onu Muhammed Tökiş'e şikayet etti. Hükümdar, Razi'yi çok sayar ona özel olarak itibar ederdi. Razi'nin uyarıları ve halkın Bahaeddin Veled'e gösterdiği ilgi ve saygı bir araya gelince, kendi yerinden kuşkuya düşen Tökiş, Belh kentinin anahtarlarını ona gönderdi. Bu, benim yerime iktidarı sen kullan, anlamına gelen bir davranıştı. Söylendiğine göre bu davranışı "bir yerde iki sultan olmaz" diye karşılayan Bahaeddin Veled, hemen göç hazırlıklarına başladı, ailesini, kitaplarını, sadık müritlerini yanına alarak ülkeden ayrıldı (1212 ya da 1213).
Nişapur kentinde ünlü şeyh Feridüttin Attar onları karşıladı. Aralarında önemli konuşmalar geçti. Küçük Celaleddin de bu konuşmaları dinliyordu. Attar, Esrarname (Sırlar Kitabı) adlı ünlü kitabını Celaleddin'e hediye etti ve yanlarından ayrılırken küçük Celaleddin'i kastederek, yanındakilere "bir deniz bir ırmağın ardına düşmüş gidiyor" dedi. Bahaeddin Veled'e de, "umarım yakın bir gelecekte oğlunuz alem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır" diye bir açıklama yaptı (Mevlânâ Esrarname 'yi her zaman yanında taşımış, Mesnevi'sinde Attar'dan ve onun kıssalarından sık sık söz etmiştir).
Kafile, Bağdat'ta üç gün kaldı; sonra hac için Arabistan'a yöneldi. Hac dönüşü, Şam'dan Anadolu'ya geçti ve Erzincan, Akşehir, Larende'de (günümüzde Karaman) konakladı. Bu konaklama, yedi yıl sürdü. On sekiz yaşına gelmiş olan Celalettin, Semerkandlı Lala Şerafettin'in kızı Gevher Hatun ile evlendi. Oğulları Mehmet Bahaeddin (Sultan Veled) ile Alaeddin Mehmet, Larende'de doğdular. Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat, sonunda Bahaeddin Veled'i ve Celaleddin'i Konya'ya yerleşmeye razı etti. Onları yollarda karşıladı. Altınapa Medresesi'nde konuk etti. Başta hükümdar olmak üzere saray adamları, ordu ileri gelenleri, medreseliler ve halk, Bahaeddin Veled'e büyük bir saygıyla bağlanıyor, müridi oluyordu. Bahaeddin Veled 1231'de Konya'da öldü ve Selçuklu Sarayı'nda gül bahçesi denilen yere defnedildi. Hükümdar yas tutarak bir hafta tahtına oturmadı. Kırk gün, imarethanelerde onun için yemek dağıtıldı. Bu mesnevisi de böylece sona erdi.

Babasının ölümünden sonraki dönem
Babasının vasiyeti, sultanın buyruğu ve Bahaeddin'in müritlerinin ısrarlı ricaları sonucu Celaleddin babasının yerine geçti. Bir yıl süreyle dersleri, vaazları ve fetvaları o verdi. Sonra, babasının öğrencilerinden Tirmizli Seyhit Burhaneddin Muhakkik ile buluştu. Tirmizli olduğu için Tirmizi diye anılan Burhaneddin, Konya'daki bu buluşmada genç Celaleddin'i o çağda geçerli olan bütün İslam bilim dallarından sınava soktu. ve gösterdiği başarıdan sonra "bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli (gönül ve ruh adamı) idi; sen kal ehlisin (söz adamı). Kal'i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman Güneş gibi alemi aydınlatabilirsin" dedi (Sultan Veled (Mevlânâ'nın oğlu) ünlü İbtidaname (Başlangıç Kitabı) adlı kitabında olayı böyle anlatır). Bu uyarıdan sonra, Celaleddin 9 yıl boyunca Burhaneddin Muhakkik Tirmizi'ye müritlik etti, seyr-ü sülük denen tarikat eğitiminden geçti. Halep ve Şam medreselerinde öğrenimini tamamladı, dönüşte Konya'da hocası Tirmizi'nin gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı, riyazete (her tür perhiz) başladı. Hocası artık Kayseri'ye dönmek istiyor, Celaleddin onu bırakmıyordu. Günün birinde Tirmizi, öğrencisinden habersiz yola çıktı ama yolda atı tökezleyip düşünce ayağı incindi. Dönüp Konya'ya geldi ve Celaleddin'e "neden beni bırakmıyorsun?" diye sordu. O da hocasına "neden gitmek istiyorsun?" dedi. Tirmizi bu soruya şu yanıtı verdi: "Buraya güçlü bir gönül aslanı yöneldi, sana gelecek. Ben de bir din aslanıyım. Biz birbirimizle geçinemeyiz, birbirimize ağır geliriz". Bu açıklamadan sonra Tirmizi, Kayseri'ye gitti ve 1241'de orada öldü. Celaleddin, Konya'ya yönelen o gönül aslanını bir süre bekledi. Ne var ki, hocasını unutamıyordu. Bütün kitaplarını ve ders notlarını topladı. Fihi-Ma Fih (Ne Varsa İçindedir) adlı yapıtındaki açıklamalarında sık sık hocasından alıntılar yaptı. Beş yıl boyunca medrese fıkıh ve dinbilim okuttu, vaiz ve irşatlarını sürdürdü.

Tebrizli Şems

1244'te Konya'nın ünlü Şeker Tacirleri (Şeker Furuşan) hanına baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin indi: Adı Şemsettin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Şems) idi. Yaygın inanca göre Ebubekir Selebaf adlı ümi bir şeyhin müridi idi. Gezici bir tüccar olduğunu söylüyordu. Sonradan Hacı Bektaş Veli'nin Makalat (Sözler) adlı kitabında da anlattığına göre, bir aradığı vardı. Aradığını Konya'da bulacaktı, gönlü böyle diyordu. Yolculuk ve arayış bitmişti. Ders saatinin bitiminde İplikçi Medresesin'ne doğru yola çıktı ve Mevlânâ'yı atının üstünde danişmentleriyle birlikte gelirken buldu: atın dizginlerini tutarak sordu ona: "Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit Bistami mi?" Mevlânâ yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan ötürü şaşırmıştı: "Bu nasıl sorudur?" diye kükredi. "O ki peygamberlerin sonuncusudur; O'nun yanında Bayezit'in sözü mü olur?" Bunun üstüne Tebrizli Şems şöyle dedi: "Neden Muhammed 'kalbim paslanır da bu yüzden Rabbime günde yetmiş kez istiğfar ederim' diyor da , Bayezit 'kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, bedenimin içinde Allah'tan başka varlık yok' diyor; buna ne dersin?" Bu soruyu Mevlânâ şöyle karşıladı: "Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Bayezit ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı.; onun için böyle konuştu". Tebrizli Şems bu yorum karşısında "Allah, Allah" diye haykırarak onu kucakladı. Evet, aradığı O'ydu. Kaynaklar, bu buluşmanın olduğu yeri Merec-el Bahreyn (iki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırdı.
Oradan, birlikte, Mevlânâ'nın seçkin müritlerinden Selahaddin Zerkub'un hücresine (medresedeki odası) gittiler ve halvet (iki kişilik kesin bir yalnızlık) oldular. Bu halvet süresi hayli uzun oldu (kaynaklar 40 gün ile 6 aydan söz eder). Süre ne olursa olsun, Mevlânâ'nın yaşamında bu sırada büyük bir değişme oldu ve yepyeni bir kişilik, yepyeni bir görünüm ortaya çıktı. Mevlânâ artık vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını, kısaca her davranışı, her eylemi terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz olmuştu. Konya'nın hemen her kesiminde, bu yeni duruma karşı bir itiraz, bir isyan havası esiyordu. Kimdi bu gelen derviş? Ne istiyordu? Mevlânâ ile hayranları arasına nasıl girmiş, ona bütün görevlerini nasıl uutturmuştu. Şikayetler, ayıplamalar o dereceye vardı ki, bazıları Tebrizli Şems'i ölümle bile tehtid ettiler. Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazanınca, bir gün canı çok sıkılan Tebrizli Şems, Mevlânâ'ya Kur'an'dan bir ayet okudu. Ayet, "işte bu, sen ile ben'in arasındaki ayrılıktır" anlamına geliyordu. Bu ayrılık gerçekleşti ve Tebrizli Şems bir gece habersizce Konya'yı terk etti (1245).
Tebrizli Şems'in gidişinden son derece etkilenen Mevlânâ kimseyi görmek istememiş, kimseyi kabul etmemiş, yemeden içmeden kesilmiş, sema meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün ayağını çekmişti. Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyor, gidebileceği her yere gönderdiği ulaklar aracılığıyla Tebrizli Şems'i aratıyordu. Müritlerin bazıları pişmanlık duyup Mevlânâ'dan özür dilerken, bazıları da Tebrizli Şems'e büsbütün kızıp kinlenmekteydiler. Sonunda onun Şam'da olduğu öğrenildi. Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Tebrizli Şems'i alıp getirmek üzere acele Şam'a gittiler. Mevlânâ'nın geri dönmesi için yanıp yakardığı gazelleri ona sundular. Tebrizli Şems, Sultan Veled'in ricalarını kırmadı. Konya'ya dönünce kısa süreli bir barış yaşandı; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler. Ama Mevlânâ ile Tebrizli Şems gene eski düzenlerini sürdürdüler. Ancak bu durum pek fazla uzun sürmedi. Dervişler, Mevlânâ 'yı Tebrizli Şems'ten uzak tutmaya çalışıyorlardı. Halk da Mevlânâ'ya Tebrizli Şems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir küllah giydiği için kızıyordu. Tebrizli Şems'e karşı birleşenler arasında bu kez Mevlânâ'nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi'de vardı.
Sonunda sabrı tükenen Tebrizli Şems "bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerde olduğumu kimse bilmeyecek" deyip, 1247 yılında bir gün ortadan kayboldu (ama Eflaki onun kaybolmadığını, aralarında Mevlânâ'nın oğlu Alaeddin'in de bulunduğu bir grup tarafından öldürüldüğünü ileri sürer). Sultan Veled'in deyişine göre Mevlânâ adeta deliye dönmüştü; ama sonunda onun gene geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarına, işlerine döndü. Tebrizli Şems'in türbesi Hacı Bektaş Dergahı'nda diğer Horasan Alperenlerinin yanındadır.

Selahattin Zerküb

Bu dönemde Mevlânâ, Tebrizli Şems ile kendi benliğini özdeşleştirme deneyimini yaşıyordu (bu, bazı gazellerin taç beyitinde kendi adını kullanması gerekirken, Tebrizli Şems'in adını kullanmasından da anlaşılmaktadır). Aynı zamanda Mevlânâ o sırada kendine en yakın hemhal olarak (aynı hali paylaşan dost) Selahattin Zerküb'u seçmişti. Tebrizli Şems'in yokluğunu onunla gideriyor. Selahattin Zerküb, Mevlânâ'nın gözünde Şems ile özdeşleşiyordu. Selahattin, erdemli ama okuması yazması olmayan bir kuyumcuydu. Aradan kısa bir zaman geçince, bu kez müritler Tebrizli Şems yerine Selahattin'i hedef edindiler. Ne var ki bu kez Mevlânâ ve Selahattin kendilerine karşı duyulan gergin havaya pek aldırmadılar. Selahattin'in kızı Fatma Hatun ile Sultan Veled evlendirildi.
Mevlânâ ile Selahattin on yıl süreyle bir arada bulundular. Selahattin'i öldürme girişimleri oldu ve bir gün Selahattin Mevlânâ'dan "bu vücut zindanından kurtulmak için izin istediği" rivayeti yayıldı; üç gün sonra da Selahattin öldü (Aralık 1258). Selahattin'in cenazesinin ağlayarak değil, neyler ve kudümler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırılmasını vasiyet etmişti.

Hüsamettin Çelebi
Selahattin'in ölümünden sonra, yerini Hüsamettin Çelebi aldı. Hüsamettin'in babası, Konya yöresi ahilerinin reisiydi. Onun için, Hüsamettin Ahi Türk oğlu diye anılırdı. Varlıklı bir kişiydi ve Mevlânâ'ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun müritleri için harcadı. Beraberlikleri Mevlânâ'nın ölümüne kadar on yıl sürdü. O aynı zamanda Vezir Ziyaettin tekkesinin de şeyhiydi ve böylece iki ayrı makam sahibiydi.
İslam tasavvufunun en önemli ve en büyük yapıtı olan Mesnevi-i Manevi (genellikle yalnız Mesnevi diye anılır) Hüsamettin Çelebi aracılığıyla yazılmıştır. Bir gün birlikte sohbet ederlerken Çelebi bir konudan yakındı ve "müritler", dedi, "tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için ya Hakim Senai'nin Hadika (Bahçe) adlı kitabını okuyorlar ya Attar'ın İlahiname 'sini, Mantık-ut-Tayr ını (Kuş Dili) okuyorlar. Oysa bizim de eğitici bir kitabımız olsaydı herkes bunu okuyacak ve ilahi gerçekleri ilk elden öğrenecekti.
"Hüsamettin Çelebi sözünü bitirirken, Mevlânâ sarığının katları arasından bükülmüş bir kağıt uzattı genç dostuna; Mesnevi 'nin ünlü ilk 18 beyti yazılmıştı ve hoca, müridine şöyle diyordu: "Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim."
Bu çalışma yıllar boyu sürdü. Yapıt, 25.700 beyitten oluşan 6 ciltlik bir bütündü. Tasavvuf öğretisini birbirinden çıkan ilgi çekici öyküler aracılığıyla anlatıyor, olayları yorumlarken tasavvuf ilkelerini açıklıyordu. Mesnevi bittiği zaman artık epeyce yaşlanmış olan Mevlânâ yorgun düşmüş, ayrıca sağlığı da bozulmuştu. 17 Aralık 1273'te de öldü. Mevlana'nın öldüğü gün olan 17 Aralık, düğün gecesi anlamına gelen ve sevgilisi olan rabbine kavuşma günü olduğu için Şeb-i Arûs olarak anılır.
İlk eşi Gevher Hatun ölünce, Mevlânâ Konya'da ikinci kez Gera Hatun ile evlenmiş ve ondan Muzafferettin Alim Çelebi adında bir oğlu ve Fatma Melike Hatun adında bir kızı olmuştu. Mevlânâ'nın soyundan gelen Çelebiler, genellikle Sultan Veled'in oğlu Feridun Ulu Arif Çelebi'nin torunlarıdır; Melike Hatun torunlarıysa Mevleviler arasında İnas Çelebi olarak anılır.
Mevlana'nın 7 Öğüdü
  • Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
  • Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
  • Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
  • Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
  • Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
  • Hoşgörülülükte deniz ve apdal gibi ol
  • Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol
Felsefesi ve eserleri
Mevlânâ, İslam dinini, şiir, sanat, raks, müzik yoluyla en ince yorumlayan kişidir. Bu yorum, İslam ve İslam dışı bütün insanlık tarafından benimsenmiş, esin kaynağı olmuştur. İngiliz doğubilimcisi A.J. Arberry, Mevlânâ'yı "dünyanın en büyük ozanı" olarak nitelerken, Goethe onun etkisinde kalmış, Rembrandt tablosunu yapmış, Muhammed İkbal felsefesini onun düşünceleri üstüne kurmuş, İngiliz doğubilimcisi Nicholson 30 yıl çalışarak Mesnevi yi İngilizceye çevirmiş ve yapıtın Batı dünyasından tanınmasını sağlamıştır. Mevlânâ yüzyıllardır etkisini, canlılığını yitirmeyen bir büyük ozan ve düşünce adamı niteliğini korumaktadır. Kişi, inanç ve düşünce özgürlüğüne olağanüstü bir değer vermesi, bütün insanları (suçlu-suçsuz, mecusi-putperest, kara-sarı, efendi-köle) saygıya ve sevgiye çağırması onun en büyük özelliğidir.
Mevlânâ tam bir vahdet-i vücud (varlık birliği) savunucusudur. Ona göre, her varlık Hak'kın bir ayrı tecellisidir ve yaradılmışlara uygulanan her eylem aslında Yaratan'a uygulanıyor demektir. Onun için, soyut bir Allah sevgisi yerine, somut bir sevgi, yani Hak'kı halkta ve halkı Hak'ta sevmek gerekir.
Mevlânâ biçimci değildi, her türlü kısıtlamanın karşısındaydı. Edep, vefa, sabır, eğitim gibi ahlak kavramlarının gerçek anlamını aramayı ve insanlara bunu öğretmeyi iş edinmişti. Ona göre, asıl konu "insan"dı. Din, felsefe, ahlak, insanı daha mutlu etme yolunda gelişen araçlardı. Bu araçlara takılıp kalmak, gelişmeyi ve gelişme hızını kesecek yanlış davranışlardı. Doğru olan, gerçeğe giden yolu bulmaktı ve bu yol, "aşk" tan geçerdi: Sonsuz bir sevgi. Bu sevgi hoşgörü ve vefa kavramlarıyla desteklenecek, beslenecekti.
Mevlânâ için, sözünü ettiği bu aşk anlatılmaz, yaşanır; yaşayarak öğrenilirdi. Bu nedenle, bir gün kendisine "aşk nedir efendim" diye soran bir öğrencisine "Ben ol da bil" yanıtını verdi.
Mevlânâ'nın ilkelerinden ve İslam inancına getirdiği yorumdan Mevlevi tarikatı doğdu ama Mevlânâ bir tarikat kurucusu değildir. Mevlevilik onun ölümünden sonra oğlu Sultan Veled ile halifesi Hüsamettin Çelebi'nin birlikte hazırladıkları bir örgütlenmeye göre kurulmuştur.

2007 UNESCO Dünya Mevlana Yılı

Mevlânâ'nın 800.doğum yılı olan 2007 UNESCO tarafından dünya Mevlânâ yılı ilan edilmiştir. Bu karar Mozart yılı olan 2006'nın mart ayında alınmıştır.

Eserleri
  • Mesnevi
  • Divan-ı Kebir (Büyük Divan)
  • Fihi Ma-Fih
  • Mecalis-i Seb'a (Mevlana'nın 7 vaazı)
  • Mektubat (Mektuplar)

Son düzenleyen Safi; 10 Nisan 2016 16:00
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
1 Haziran 2009       Mesaj #3
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Ad:  mevlana4.jpg
Gösterim: 1881
Boyut:  25.6 KB
Mevlana
(1207–1273)

MsXLabs.org & Temel Britannica

Tasavvuf düşünce­sinin Anadolu'daki öncülerinden olan Mevla-na'nın asıl adı Muhammed Celaleddin'dir. Anadolu'ya geldikten sonra Celaleddin Rumi (Araplar'ın eski dönemlerde Anadolu'ya Ro­ma ülkesi anlamında verdikleri ad), ünlendik­ten sonra da Mevlana (efendimiz) sanlarıyla anılmıştır.
Mevlana o zamanlar Harezmşahlar'ın yö­netiminde bulunan Belh'te (bugün Afganis­tan'da) doğdu. Babası Bahaeddin Veled Sul-tanü'l-Ulema (bilginler sultanı) olarak anılan ünlü bir bilgin ve mutasavvıftı. Bahaeddin Veled 1218'de Moğol akınları yüzünden karı­şıklık içine düşen Belh'ten ayrılarak İran'a doğru yola çıktı. Bir süre çeşitli İran kentle­rinde kaldı. Mekke'ye giderek hacı oldu. Daha sonra Bağdat üzerinden Anadolu'ya geldi. Bir süre Karaman'da oturan Bahaeddin Veled 1228'de Konya'ya geçerek burada mü­derrisliğe başladı. Bu sırada Anadolu Selçuk­lularının tahtında I. Alâeddin Keykubad (1220–37) bulunuyor, başkent Konya da en parlak dönemini yaşıyordu.
1218–28 arasındaki 10 yıllık yolculuğunda hep babasının yanında bulunan Mevlana din ve tasavvuf alanındaki temel bilgileri ondan öğrendi. Bahaeddin Veled 1231'de ölünce müderrislik Mevlana'ya verildi. 1232'de Kon­ya'ya gelen babasının eski öğrencilerinden Burhaneddin Muhakkik'in tasavvuftan, bu alanda ortaya yeni çıkan düşüncelerden, akımlardan söz etmesi Mevlana'yı etkiledi. Bu arada büyük tasavvuf düşünürü Muhyid-din Arabî’nin en yakın izleyicisi Sadreddin Konevi'den de çok şey öğrendi. Ama asıl 1244'te Konya'ya gelen İranlı mutasavvıf Şems-i Tebrizi ile tanışması Mevlana'yı bütü­nüyle tasavvufa yöneltti. Şems-i Tebrizi'nin 1247'de ortadan kaybolmasından sonra mü­derrisliği bırakan, içine kapanan Mevlana şiir yazmaya koyuldu. İlk büyük yapıtı olan altı ciltlik Divan-ı Kebir'i yazdı.
Bu arada 1243 Kösedağ Savaşı yenilgisin­den sonra Anadolu Moğol istilasına uğramış, halk ekonomik yönden çöküntüye uğramış, inanç ve değerler düzeni de sarsılmıştı. İşte böyle bir ortamda tasavvuf düşüncesi etkili olmaya başladı. Hacı Bektaş Veli'nin, Yunus Emre'nin, Mevlana'nın düşünceleri giderek artan sayıda yandaş topladı. Mevlana'nın düşünceleri özellikle Selahaddin Zerkub (Ku­yumcu) ve Ahi babası Hüsameddin Çelebi tarafından yayıldı. Mevlana, Hüsameddin Çelebi'nin isteği üzerine öğretisini ünlü yapıtı Mesnevi'de açıkladı. Yaklaşık 26 bin beyitten oluşan, alegori ve fıkraların da yer aldığı Mesnevi Anadolu'da gelişen tasavvuf düşüncesinin en görkemli yapıtlarından biridir. Mesneviyi bitirdikten kısa bir süre sonra Konya'da ölen Mevlana'nın sohbetleri yakın dostları tarafından "Fih ma fih" adıyla derlen­miş, mektupları ve rubaileri de sonradan bir araya getirilmiştir. Mevlana bütün yapıtlarını o dönemde Anadolu'da kültür dili olarak kullanılan Farsça yazmıştır. Düşünceleri oğlu Sultan Veled'in temelini attığı Mevlevilik tarikatı yoluyla yüzyıllar boyu canlı biçimde yaşamıştır (bak. Mevlevilik).
Son düzenleyen Safi; 10 Nisan 2016 16:00
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
fairy_tale - avatarı
fairy_tale
Ziyaretçi
4 Haziran 2009       Mesaj #4
fairy_tale - avatarı
Ziyaretçi
MEVLANA'DAN - Mesnevi 1
MEVLANA'DAN

Güneş gibi ol şefkatte,merhamette.
Gece gibi ol ayıpları örtmekte.
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte.
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette.
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette.
Ya olduğun gibi görün,
Ya göründüğün gibi ol

Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.

Her gün bir yere konmak ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.

Dün de beraber gitti cancağızım,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.



Bugün yüzünde bir başka güzellik var senin,
Bugün dudağında başka bir tad var,
Boyunda başka bir yücelik.
Bugün kırmızı gülün bir başka daldan.

Ayın gökyüzüne bugün sığmamış.
Göklere benzeyen göğsün bugün daha geniş.
Hangi yanından kalktın bu sabah, söyle,
Bir başka kavga var dünyada senin yüzünden,
Dünyada bir başka gidiş.

Biz senin gözlerinden gördük,
Arslanlara meydan okuyan o ceylanı,
Başka bir ovası var o ceylanın bugün
Iki cihandan da dışarı.

Seven insanın ayağı mı yok,
İşte ona ölümsüzlük kapandı.
Yukarlarda onunla uçar gider.

Gözlerinin denizinde onu arama.
O inci bir başka denizde.

Bakarsın bugün sever bu yürek,
Yarın sevilir bakarsın.

Yüreğimin özünde baska yarınlar var.

Bir gececik uyuma, ne olur.
Ayrılık kapısını çalma bir gececik.
Bir gececik dostların gönlü olsun,
Ne olur sabahı et bir gececik.

Bir gececik gözlerimiz seninle aydın olsun,
Kör olsun şeytan bir gececik.
Dünyayı güzel kokular sarsın bütün.
Karanlıklardan ışıklar aksın ovalara.
Sofrandakiler dirilsin bir gececik.

Bir gececik uyuma, ne olur.
Ayrılık kapısını çalma bir gececik.
Bir gececik ata bin, meydana gel.
Gönüller bir gececik rahat olsun,
Göğüsler meydana dönsün bir gececik.

Yeniler giyinelim biz kulların.
Musa gibi sen bir sopa al eline.
Sopa bir anda elinde yılan olsun.
Süleyman gibi sen karincaların yanına var.
Karıncalar bir anda birer Süleyman olsun.

Ne olur, bir gececik kapısını çalma ayrılığın.

Kusuruma bakmayın benim, dostlar, bağışlayın beni.
Ben davullara, bayraklara aldırmayan
Bir padişahın yoluna düşmüşüm,
Deli divane olmuşum.
Çok uzaklardan yürüyen bir adam gibiyim ben,
Çok uzaklardan geçen bir hayal gibi.
Ama yok da sayılmam hani, var olan bir şeyim ben.

Haydi ben bensiz geleyim, sen sensiz gel.
Ne varsa şu ırmağın içinde var,
Soyunalım iki can, dalalım şu ırmağa, hadi.
Bu kupkuru yerde yakınmadan gayri ne gördük,
Bu kupkuru yerde ne gördük zulümden gayri.

Bu ırmakta ne ölmek var bize,
Bu ırmakta ne gam var,
Ne keder var, ne dert.
Bu ırmak alabildiğine yaşamaktan,
Bu ırmak iyilikten, cömertlikten ibaret.

Durma, çabuk gel, gelmem deme.
Ne evet demek yaraşır sana,
Ne hayır, dostum,
Senin şanına sadece gelmek yaraşır.

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme.
Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme.

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı?
Hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun, etme.

Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme.

Ey ay, felek harab olmuş, altüst olmuş senin için
Bizi öyle harab, öyle altüst ediyorsun, etme.

Ey, makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme.

Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme.

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme.

Aşıklarla basa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme.

Ey, cennetin cehennemin elinde oldugu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme.

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme.

Bizi sevindiriyorsun, huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme.

Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun, etme.

İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme.



Sevgili tutmuş yularımdan beni,
Develer gibi habire çeker.
Esrik devesini böyle nereye götürür,
Böyle hangi katara?

Hem canımı çiğnedi benim o,
Hem bedenimi çignedi.
Gönlümü bağladı benim o,
Kırdı şisemi.

Ne iş yaptırmaya götürür, bilmem,
Nereye götürür beni.

Sevgili takar beni oltasına,
Atar karaya balık gibi.
Sevgili kurar gönlüme bir tuzak,
Avcıdan yana çeker sürür beni.

Bakarım tabiat başlar büyük işine:
Bulutlar gelir uzaktan
Katar katar, küme küme.
Bulutlar sular ovaları.
Bulutlar yürür dağlara dogru.
Uyanır açar gözlerini yeryüzü.
Gökler çalar davulunu.
Dalların gönlüne çeker gülün özü
En güzel kokusunu baharın.
Tohumun gönlü başlar vermeye tohum.
Agaç durmadan söyler, döker içini.


Ne güzel söylemiş büyük üstad...
Son düzenleyen fairy_tale; 4 Haziran 2009 14:49 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
18 Haziran 2009       Mesaj #5
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Kabuğu kırılan sedef üzüntü vermesin sana, içinde inci vardır.

Bilgi, sınırı olmayan bir denizdir.
Bilgi dileyense denizlere dalan bir dalgıçtır.

Bulutlar ağlamasa yeşillikler nasıl güler?

Her dil, gönlün perdesidir.
Perde kımıldadı mı, sırlara ulaşılır.

Dil, tencerenin kapağına benzer.
Kıpırdadı da kokusu duyuldu mu ne pişiyor anlarsın.

Birisi güzel bir söz söylüyorsa bu, dinleyenin dinlemesinden, anlamasından ileri gelir.

Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları olmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de.

İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey görebiliyor musun dünyadan? Sen göremiyorsun diye bu alem yok değildir.

Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra.

Dikenden gül bitiren, kışı da bahar haline döndürür.
Selviyi hür bir halde yücelten, kederi de sevinç haline sokabilir.

Akıl padişahı kafesi kırdı mı, kuşların her biri bir yöne uçar

İnsan gözdür, görüştür, gerisi ettir.
İnsanın gözü neyi görüyorsa, değeri o kadardır.

Adalet nedir? Her şeyi yerine koymak.
Zulüm nedir? Bir şeyi yerine koymamak, başka yere koymak.

Oyun , görünüşte akla uymaz ama çocuk oyunla akıllanır.

Her korkuda binlerce eminlik vardır, göz karasında onca aydınlık mevcut.

Sevgiden, tortulu bulanık sular arı-duru bir hale gelir.
Sevgiden, dertler şifa bulur. Sevgiden, ölüler dirilir.
Sevgiden, padişahlar kul olur. Bu sevgi de bilgi neticesidir.

Üzerinde pek çok meyveler bulunan bir dalı, meyvalar aşağı doğru çeker.
Meyvasız bir dalın ucu ise, servi ağacı gibi havada olur.

Ümit, güvenlik yolunun başıdır.

Dert, insana yol gösterir.

Yoldaki bir tepecik seni bunaltmış, oysa önünde yüzlerce dağ var.

İki canlı kuşu birbirine bağlasan, dört kanatlı oldukları halde uçamazlar, çünkü ikilik mevcuttur.

İnsana bütün korku içinden gelir fakat insanın aklı daima dışarıdadır.

İnciyi sedefin içinde ara, hüneri de sanat ehlinden iste.

Susmakla canın özü, yüzlerce gelişmeye ulaşır.
Ama söz, dile geldi mi, öz harcanır.

Hazine, eziyet çekene, çalışıp çaba gösterene gözükür.

Topraktan biten güller solar gider,gönülden biten güller daimidir.

Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, onu aramamak demektir.

Ne kadar bilirsen bil söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.

Doğrudan nasihat, kişiyi yaralar.

Hayatta muvaffak olmak için üç şey lazımdır: Dikkat, intizam, çalışma.

Fikir ona derler ki bir yol açsın
Yol ona derler ki bir gerçeğe ulaşsın.

Ayni dili konuşan değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler.

Dost dediğin; Sevinci çarpmalı,üzüntüyü bölmeli
Geçmişi çıkarmalı, yarını toplamalı
Kalbinin derinliklerinde ihtiyacı hesaplamalı
Ve her zaman bütün parçalardan daha büyük olmalı.

Sevgide güneş gibi ol,
Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,
Hataları örtmede gece gibi ol,
Tevazuda toprak gibi ol,
Öfkede ölü gibi ol,
Her ne olursan ol,
Ya olduğun gibi görün,
Ya göründügün gibi ol.

Dün geçti gitti. Dün gibi, dünün sözü de geçti.
Bugün yepyeni bir söz söylemek gerek.

--
......İnsan geçtiği yollarda izler bulmalı, geçerken kendisi iz bırakmalı .....



BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
18 Haziran 2009       Mesaj #6
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Mevlana ve Mevlevilik

Mevlevilik; tamamen sevgi ve hoşgörü üzerine kurulmuş bir müessesedir. Hazreti Mevlâna, yaradana gönül veren, bütün dünyadaki yaratıkları yaradandan ötürü sevmeyi ve bizlere sevgiden söz etmeyi öğreten bir aşk piridir.
Denizi bir testiye dökersen ne kadar alır? Bir günün kısmetini
İşte deniz nasıl testiye kabın genişliği kadar sığarsa Mevlâna da kelime kalıplarına ve bizim idrakimize, istidadımız nisbetinde sığar. Zaten Mevlâna en kuvvetli, en üstün idrakin de ötesindedir.
Aşık ol aşık, aşkı seç ki sen de seçilmiş bir insan olasındiye seslenir.
Kendi varlığından geçerek Allah’ta fani olmak; yani Allah’a tam bir gönül bağlamak Allah’a giden en kısa yoldur. Gönlünü Hakk’a vermiş bir insanın artık kendi benliği kalmamıştır. Onun her zerresinden işleyen Allah’tır. Böylece o kişi nefsine uyup başkasına zarar verecek kötü işlerde bulunmaz. Allah ahlakına bürünmüştür. Hz. Muhammed ve Hz. Mevlâna bize bu vasıflarıyla örnek olmuşlardır.
Mevlâna cihana sığmayan hudutsuz bir varlıktır. Güzeli, doğruyu, iyiyi, aşkı, hakikati arayanlara müjdeler veren lâhudî sestir. Zulmette kalanlara teselli sunan Rahmani sedadır. Ayrılıktan inleyenlere şifa bahşeden devalı nefestir. İnsana insanı öğretendir. Her şeyin insanda olduğunu ve tüm evrenin insanın emrine verildiğini öğretendir.
Mevlâna büyük bir Hak aşığıdır. Aşkın efendisidir. Aşkta yok olmuştur. Bizzat aşktır. Aşkın ne olduğunu soranlara;
"Benim gibi ol da bil, ister nur olsun, ister karanlık, o olmadıkça, onu tamamiyle bilemezsin." buyurur.
İnsan düşüncesine yepyeni bir mesaj veren ve İslam düşünürlerinin fikir ve sistemlerini, inanç akidelerini ruh, akıl ve sevgi üçgeni içinde sunan, insanlığa ahlak, din, ilim ve akıl yolunda heyecan katarak yeni ufuklar açan Mevlâna Celâleddin-i Rûmi, müstesna yüce bir varlık, ilahi bir ışık, manevi bir güneştir. Onun insan düşüncesine verdiği en büyük mesaj Aşk, Sevgi ve Birliktir.
O, bir veli hüviyetiyle gönüller coşturmuş, bir pir, bir mürşid olan insan aklını nur ile yıkamış, akıl ve gönülleri kirden ve ikilikten kurtarmış ve temizlemiştir.
O, hiçbir şeyi inkar etmez, ama her şeyi birleştirir, bütünleştirir ve sevdirir. O kimseyi ayrı görmez; Çünkü O, herşeyin Allah’ın zuhur ve tecellisi olduğunu bilir ve bunu gönlüne ve insan aklına hâl olarak yansıtır.
Mevlâna, aziz ve yüce bir üstattır. Tek başına bir sistemdir, bir hayat ve düzendir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, idraki, davranışları ve herşeyi ile yüceliği öğreten bir HAL ABİDESİ’dir. Peygamber’in gerçek temsilcisi, aşkın ve aklın en yüksek öğesi ve gerçeğidir.
İnsan yaratılmışların en şereflisidir düsturuyla; her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan Hz. Mevlâna sevginin, barışın, kardeşliğin, hoşgörünün sembolüdür.

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
19 Haziran 2009       Mesaj #7
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
AYİNLER
Mevlana neden ellerinin birisi havayı,diğeri yeri gösterir ve başı eğik olarak sema yapardı?
''Allah'tan alırım,halka dağıtırım.''
Dönerek sema yapan Mevlevi'nin durumu;transa geçmiş bir Hal'dir.Sağ el yukarıda,baş sağ kola yatmış vaziyette,sol el aşşağıya yere bakıyor.Esrarda burada başlıyor.Mevlana'nın burada yapmış olduğu majik bir ritüel uygulaması ve dahası santral(transformatör)görevinin yerine getirilmesidir.
İnsan varlığı olarak bütün enerjiler,sağ parmak uçlarımızdan ve başımızın önünde bulunan bıngıldaktan girer.Enerjiler vücudü tamamen dolaşarak türüne göre göver yapan enerjiler sol el parmak uçlarından çıkar gider.Bizler bu enerjilerin görev ve oluşumlarını bilmeden yaşarız.Bazen yaşadığımızı da sanabiliriz.Ama santral görevi yapan varlıklar bizzat bilerek o enerjiyi kullanır.Evrende hangi enerji türünü alırsa alsın,santral varlık,beden içinden geçen enerjiyi kanallarında onları istediği şekle dönüştürerek değişime uğratır.Negatif enerjileri bu varlıklar vücütlarında (enerji kanallarında),değişime uğratarak(transforme ederek)pozitif hale getirip,evrene tekrar verirler.Yani dualiteyi korur bu santral varlıklar.
Negatif enerjinin arttığı bir ortamda,bu dejenerasyonun önüne geçmiş,evrende tıkanan enerji kanallarını açarak dualiteyi korumuştur.O'nun yaydığı pozitif enerjiler hala geçerliliğini korumaktadır.Korumayada devam edecektir.
Toplu sema ayinleri için şöyle bir değerlendirmeyi yapmak mümkün olur.Mevlevi dervişleri istedikleri an o ruhsal enerjileri sema tekniği sayesinde trans hale girerek,toplayarak,manyetik alan yaratmaktadırlar.
Temel hakikatler hiçbir zaman değişmemiştir ve değişmeyecektir.Nasıl ki henüz yeni keşvedebildiğimiz pek çok şey potansiyel olarak her zaman mevcutsa,keşvedeceklerimiz içinde aynı şey geçerlidir.Öyleyse değişen nedir?Değişen ve gelişen insanın bilincidir.Nüfuz edebilme yeteneğidir.Bu geliştikçe önümüze yeni imkanlar açılmakta,ufkumuz genişlemektedir.
İnsanlar herşeyden önce zihinlerini temiz tutmayı öğrenecekler,öğrenmek zorundalar.Yani birbiriyle olan ilşkilerini gayet sağlam ve açık seçik bir hale getirmek zorundadır.Yüksek enerjiye dayanabilecek şekilde iç basıncın artırılarak kabukların açılmasına devam etmeliyiz.Biliyoruz ki hür olmayan bir varlıkgelişemez ve değişemez.
İç basıncın artırılarak kabuklarının kırılmasını sağlayacak enerjilerin en güçlüsü bilgi enerjisidir.Bu bilgi,kendini tanıma bilgisidir.Mevlana,bu bilgileri,bilgilenmek isteyenler için serpiştirmiş.
Mevlana sema ile dönmesini bir rubaisinde şöyle değerlendiriyor:
''Bu dönüşü ben kendi canımdan öğrendim.Beden kalıba girmeden önce can aleminde de böyle dönerdim.Bana sabır ve sükun daha uygundur diyorlar.Ben bu sabrıda sükunuda size bağışladım.''
Sükun ve sabır içinde olan Mevlana sema yaparak trans hale geçmektedir ki;etrafındakilerin,aman Hazret yavaş olunuz,demelerine şöyle cevap verir:,
''Deliliğe aşığım,akıllılığa usluluğa doydum.''
Muammer Sağlam'ın sema tekniği ile ilgili çok değerli bir anlatımını buraya aktarmamız çok yerinde olacaktır:
''Mevlevi semasındaki duruşun anlamı ve gayesi,vecd ile başlar.Vecd hali ise bedendeki manyetik alanın şiddetini arttırır,çekim güçlenir.Kozmikten gelen akışlar hızla bedene dolmak ister.Bu akışın normal giriş kapısı bındıldaktır.Çıkılması gereken sekiye ulaşabilmek için,evvel sistem gereği,hem dönmek hemde devinmek gerekir.Bedendeki enerji akış yönü ise sağdan sola doğrudur.Bu sebeple sağ kol omuz hizasından biraz yukarıda,avuç içi evrene dönük,parmaklar açık,akışı kontrol edip başa indirirken,başın hafifçe sağa yatık olması da akışın bıngıldağa yönelmesine yardım içindir.Sol kol,omuzdan aşşağı tutularak avuç yere dönük,parmaklar yine açık ve serbest,yerden gelecek ters yönlü akışları kontrol eder!Tennürenin beyaz sof veya beyaz ipek olması ve dönerken daire biçiminde açılacak şekilde dikilmi de yine yerden gelecek ters yönlü akışların engellenmesi içindir.Kumaşın cinsi ve renginin önemi de modeli kadar önemlidir.''

Sn.Burhan Yılmaz'ın Bilinmeyen Mevlana isimli kitabından bir bölümdür.
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
25 Temmuz 2009       Mesaj #8
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi
Bir Gececik

Bir gececik uyuma, ne olur.
Ayrılık kapısını çalma bir gececik.
Bir gececik dostların gönlü olsun,
Ne olur sabahı et bir gececik.

Bir gececik gözlerimiz seninle aydın olsun,
Kör olsun şeytan bir gececik.
Dünyayı güzel kokular sarsın bütün.
Karanlıklardan ışıklar aksın ovalara.
Sofrandakiler dirilsin bir gececik.

Bir gececik uyuma, ne olur.
Ayrılık kapısını çalma bir gececik.
Bir gececik ata bin, meydana gel.
Gönüller bir gececik rahat olsun,
Göğüsler meydana dönsün bir gececik.

Yeniler giyinelim biz kulların.
Musa gibi sen bir sopa al eline.
Sopa bir anda elinde yılan olsun.
Süleyman gibi sen karıncaların yanına var.
Karıncalar bir anda birer Süleyman olsun.

Ne olur, bir gececik kapısını çalma ayrılığın.


Mevlana Celaleddin Rumi
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
29 Temmuz 2009       Mesaj #9
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi
Başka Yarınlar

Bugün yüzünde bir başka güzellik var senin,
bugün dudağında başka bir tad var,
boyunda başka bir yücelik.
Bugün kırmızı gülün bir başka daldan.

Ayın gökyüzüne bugün sığmamış.
Göklere benzeyen göğsün bugün daha geniş.
Hangi yanından kalktın bu sabah, söyle,
bir başka kavga var dünyada senin yüzünden,
dünyada bir başka gidiş

Biz senin gözlerinden gördük
arslanlara meydan okuyan o ceylanı,
Başka bir ovası var o ceylanın bugün
iki cihandan da dışarı

Seven insanın ayağı mı yok,
işte ona ölümsüzlük kapandı.
Yukarlarda onunla uçar gider.

Gözlerinin denizinde onu arama.
Oinci bir başka denizde.

Bakarsın bugün sever bu yürek,
yarın sevilir bakarsın.

Yüreğimin özünde başka yarınlar var.


Mevlana Celaleddin Rumi
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
18 Ağustos 2009       Mesaj #10
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Mevlana'nın Eserleri
Ad:  mevlana3.jpg
Gösterim: 2721
Boyut:  43.9 KB

Mesnevi

Mesnevi klasik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım türüne Mesnevi adı verilmiştir. Uzun sürecek konular veya hikayeler şiir yoluyla anlatılmak istendiğinde, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevi türü tercih edilirdi.
Mesnevi her ne kadar klasik doğu şiirinin bir türü ise de, "Mesnevi" denildiği zaman akla "Mevlâna'nın Mesnevi'si" gelmektedir.
Mevlâna Mesnevi'yi Hüsameddin Çelebi'nin isteği üzerine yazmıştır. Kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin söylediğine göre, Mevlâna, Mesnevi beyitlerini Meram'da gezerken, oturuken, yürürken, hatta semâ ederken söylermiş. Çelebi Hüsameddin de yazarmış.
Mesnevi'nin dili Farsça'dır. Halen Mevlâna Müzesi'nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunulan en eski Mesnevi nüshasına göre beyit sayısı 25618 dir.
Mesnevi'nin Vezni
Fâ i lâ tün - fâ i lâ tün - fâ i lün 'dür.
Mevlâna 6 ciltlik Mesnevi'sinde tasavvufi fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır.

Dîvân-ı Kebir
Divân şairlerinin şiirlerini topladıkları deftere denir. "Divân-ı Kebir "Büyük Defter" veya "Büyük Divân" manasına gelir.
Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Divân-ı Kebir'in dili Farsça olmakla beraber, içinde Arapça, Türkçe ve Rumca şiire de yer verilmiştir.
Divân-ı Kebir 21 küçük divân (Bahir) ile rubâî divânının bir araya getirilmesi ile oluşmuştur. Divân-ı Kebir'in beyit sayısı 40.000'i aşmaktadır.
Mevlâna Divân-ı Kebir'deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu divâna Divân-ı Şems de denmektedir. Divânda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir.

Mektûbât
Mevlâna'nın başta Selçuklu hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerine nasihat için, kendisinden sorulan ve halli istenilen dini ve ilmi konularda açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur.
Mevlâna bu mektuplarında, edebi mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır. Mektuplarında "kulunuz, ben deniz"gibi kelimelere hiç yer vermemiştir.
Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa, onu kullanmıştır.

Fîhi Mâ Fih

Fîhi Mâ Fih "Ne varsa içindedir" manasına gelmektedir. Bu eser Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetleri içermektedir. Bunların oğlu Sultan Veled tarafından bir kitapta toplandığı sanılmaktadır. Eser 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da değinilmiştir. Bu nedenle bu eser tarihi açıdan da büyük bir önem taşımaktadır.
Eserde cennet ve cehennem, dünya ve ahiret mürşid ve mürid, aşk ve sema gibi konular işlenmiştir.

Mecâlis-i Seb'a (Yedi Meclis)

Mecâlis-i Seb'a adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna'nın yedi meclisinin, yedi vaazının toplanmasından meydana gelmiştir. Mevlâna'nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlenmesi yapıldıktan sonra, Mevlâna'nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlâna, yedi meclisinde şerh ettiği hadisleri şu konulara ayırmıştır:
1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı
2. Suçtan kurtuluş, akıl yolu ile gafletten uyanış
3. İnanç'daki kudret
4. Tövbe edip doğru yolu bulanların Allah'ın sevgili kulu olacakları
5. Bilginin değeri
6. Gaflete dalış
7. Aklın önemi

Bu yedi mecliste, asıl şerh edilen hadiselerle beraber 41 hadis daha geçmektedir. Mevlâna tarafından seçilen her hadis içtimaidir. Mevlâna, yedi meclisinde her bölüme "hamd-ü sena" ve "münacat" ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufi görüşlerini hikaye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevi'nin yazılışında da aynen kullanılmıştır.
Son düzenleyen Safi; 10 Nisan 2016 16:01
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....

Benzer Konular

5 Mayıs 2017 / perlina Dinler Tarihi
8 Kasım 2014 / Misafir Soru-Cevap
23 Mayıs 2012 / Kingstone45 Soru-Cevap
12 Ocak 2010 / BiRuMuT Edebiyat tr
13 Nisan 2009 / AreX Türkiye Cumhuriyeti