Arama

Simone de Beauvoir

Güncelleme: 11 Aralık 2015 Gösterim: 11.071 Cevap: 4
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Kasım 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İnsan kadın olarak dünyaya gelmez, zamanla kadın olur..
Bir erkek karınızı elinizden aldığı zaman karınızı ona bırakmaktan daha büyük bir intikam yoktur.
Sponsorlu Bağlantılar
Simone de Beauvoir
Simone de Beauvoir

(1908-1986 Paris), Varoluşçuluk temalarına edebi bir uyarlama getiren filozof ve yazarlar grubunun üyesi. Roman ve denemeleri ile tanındı. Sorbonne'da felsefe eğitimi aldı. Adı genellikle Jean Paul Sartre ile birlikte anıldı. Le Deuxieme Sexe (İkinci Cins, 1948) adlı kitabı feminist edebiyatın klasikleri arasına girdi. L'Invitée (Konuk Kız, 1943), Le Sang des autres (Başkalarının Kanı, 1944), Les Mandarins (Mandarinler, 1954), Pyrrhus et Cinéas (Pyrrhus ve Cineas, 1944), Pour une morale de l'ambiguïté (Belirsizlik Ahlakı Üzerine, 1947), La Vieillesse (Yaşlılık, 1970), La Longue Marche (Uzun Yürüyüş, 1957) kitaplarıyla hem roman hem de bir denemeci olarak ün kazandı. Bir Fransız aydın kuşağının entelektüel yaşamının tarihçesini veren anılarını Mémoires d'une jeune fille rangée (1958: Bir Genç Kızın Anıları), La Force de l'âge (1960: Yaşlılık), La force des choses (1963: Kadınlığımın Hikâyesi), Une Morte très douce (1964: Sessiz Bir Ölüm) ve Tout compte fait (1972: Hesap Tamam) adlı yapıtlarında topladı. Sartre'ın ölümünden sonra, onunla yaptığı konuşmaları La Cérémonie des adieux (1981: Veda Töreni) kitabında yayımladı.

Son düzenleyen Safi; 11 Aralık 2015 00:22
Biyografi Konusu: Simone de Beauvoir nereli hayatı kimdir.
KisukE UraharA - avatarı
KisukE UraharA
VIP !..............!
9 Kasım 2006       Mesaj #2
KisukE UraharA - avatarı
VIP !..............!
DÖNEMİNDEKİ ÖNEMLİ OLAYLAR (1908-1987)

Sponsorlu Bağlantılar
1929 Simone de Beauvoir, Fransız varoluşçuluğunun baş temsilcisi Jean-Paul Sartre ile tanışır.
1935 Amerikalı antropolog Margaret Mead Üç İlkel Toplumda Cinsiyet ve Karakter üzerine incelemelerini yayınlar ve bu eserinde erkek ve dişi karakter çizgilerinin göreceli olduğunu kanıtlar.
1939 Hitler Polonya'yı işgal ederek 2. Dünya Savaşı'nı başlatır. Fransa ve İngiltere Almanya'ya savaş ilan ederler.
1940 Simone de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre Fransız direniş hareketinin üyeleri arasındadırlar.
1949 Simone de Beauvoir'in kitabı Le Deıocieme Sexe (İkinci Cinsiyet) yayınlandığında sert tartışmalara yol açar.
1963 ABD'de Betty Friedan'ın The Feminine Mystique (Kadınlığın Gizemi) yayınlanır. Bu kitapta kadınların ev işi ve çocukların tek yazgıları olduğuna neden ve nasıl ikna edildikleri anlatılmaktadır.
1968 Paris'te ve Almanya'nın birçok kentinde öğrenci hareketleri başlar.
1968 Kadınların Kurtuluşu (yani feminizm) hareketi ABD'de yayılır. Simone de Beauvoir'ın İkinci Cinsiyet kitabından esinlenen bir harekettir bu.
1970 Bu yıldan itibaren Fransa'da Kadının Kurtuluşu Hareketi adında bir örgüt faaliyete geçer.
1971 Nisan ayında kadın hareketleri tarafından hazırlanan bir itirafname Fransa'nın ileri gelen (aralarında Simone de Beauvoir'ında bulunduğu) 343 kadını tarafından imzalanır: "Kürtaj Yaptırdım"', Nouvel Obseıvato^'de yayınlanır. Bu kampanyanın kıvılcımı Almanya'ya sıçrar. Aynı yıl 375 Alman kadını Stern dergisine "Kürtaj yaptırdım" itirafında bulunurlar. "Madde 218" ile Alman kadın hareketi yeniden ayaklanır.

"KADIN OLARAK DÜNYAYA GELİNMEZ, KADIN OLUNUR."

"İyi niyetli, gayretli ve aşırı dindar." Simone de Beauvoir, Kadınlığımın Hikâyesi başlıklı anılarının son cildinde kendi çocukluğunu böyle anlatır.

Hukukçu olan babası, Simone ve ondan iki yaş küçük kız kardeşi Helene'e titiz bir eğitim imkânı sağlar. İki kız da Paris'teki Katolik kız okulu "Cours Desir"e giderler. Simone iyi bir Katolik'tir. Annesi ile birlikte dua eder ve devamlı olarak ayinlere ve Komünyon'a katılır, günah çıkartır. Okulda örnek öğrenci olarak gösterilir: Uslu, küçük bir kız. En sevdiği uğraşı okumaktır. Babası da bu konuda onu destekler. Fakat eline aldığı kitaplar anne ve babasının seçtikleri kitaplardır: Simone, "iyi aile kızıdır".

Hayır, kız çocuk olarak mağduriyet duygusuna kapılmış değildir. Fakat, kız kardeşi ile bebeklerle oynarken asla bir ev kadını olmayı istemez. Ana olarak, her gün yaşadığı gibi, bir kadının "binlerce zahmetli görevi" vardır. En iyisi ben öğretmen olayım, diye karar verir çocukken. Büyük zevkle kız kardeşi "Poupette"e okumayı, yazmayı ve hesap yapmayı öğretir.

Uzun dalgalı saçlarıyla Simone güzel bir kızdır. Ufak tefek şımarıklıkları aile içinde hoş görülür. Sevilir ve beğenilir. Daha sonra çocukluğunu anımsarken, bu güven duygusunun, sıcaklığın ve çocukluğunda kendisine verilen önemin ilerideki gelişmesinde önemli olduğunu söyler.

Simone'un babası Birinci Dünya Savaşı'nda askere alındığında, bu olay onu çok etkiler. Küçük örnek kız Simone, Bir Genç Kızın Anılarında babasının ne denli katıksız milliyetçi olduğunu nasıl kanıtladığını anlatır: Üzerinde "Alman Malı" yazılı bir oyuncak bebeği ayaklan altına alarak çiğnemekle...

Küçük Simone'a, Tanrı'nın Fransa'yı kurtarıp kurtarmamasının onun uslu ve dindar olmasına bağlı olduğu açıklanır. O yüzden özellikle savaş yıllarında erdemli olmaya özen gösterir. Yeryüzündeki babasını, gökyüzündeki babasını ve vatanını, hepsini memnun etmek ister. Böyle yetiştirilmiştir ve buna karşı koymak için de bir neden göremez. Genç yaşamında Simone'un "uslu kız" rolüne gölge düşüren ilk insan Zaza adlı aynı yaşta bir kız olur.

Zaza: Günün birinde 10 yaşındaki Simone'un sınıftaki sırasına, yeni gelen kısa saçlı, esmer bir kız oturur. Diğer sınıf arkadaşlarıyla çok az teması olan Simone yeni sıra arkadaşından çok hoşlanır ve ona karşı fanatik bir yakınlık gösterir, "Öğretmenlerle nasıl konuştuğuna şaşırmıştım. Diğer kız öğrencilerin aynı tip seslerinin karşıtı olan doğal bir tarzı vardı... Kanunlara, klişelere, önyargılara boyun eğmeme rağmen, yeniyi, kendiliğinden olanı ve kalpten geleni seviyordum. Zaza'nın canlılığı ve bağımsızlığı, ona olan hayranlığımı daha da pekiştiriyordu."

Anılarının birinci cildinde Zaza ile aralarında başlayan arkadaşlığı böyle anlatır. Son cildinde ise yeniden bu konuya değinir, "Özellikle Zaza sayesinde yüceltilmiş burjuvazinin nasıl nefret edilecek bir şey olduğunu keşfettim. Bu kesime karşı her durumda karşı çıkabilirdim, ama maneviyatım yanlıştı, boğucu bir uyumculuğum, kibirliliğim ve etkisini sadece yüreğimde değil gözyaşlarımda da gösteren sıkıcı bir baskıyla yetişmişliğim vardı. Hastalık derecesinde kibirli bir şekilde düşmanca güçlere karşı koyma eğilimim vardı. Fakat Zaza'ya olan hayranlığım buna engel oldu. O olmasaydı belki daha 20 yaşındayken dostluğa ve sevgiye duyarlılığı, yani bu duyguları uyandırabilen tek uygun tavrı benimsemek yerine, sürekli kuşku duyan ve hayatı kendisine zehir eden biri olurdum herhalde..."

Simone Zaza'yı kazanmaya çalışır. İki kız arasındaki dostluk, "ruhsal alışverişin ve her gün birbirini anlamanın zevki"ni tattırır. Ve bu da Simone'un evdeki cici kız rolünü kaybettiği zamanın tam ortasına denk düşer. Fransızların bu yıllar için dediği gibi, çocukluktan gençliğe geçilen "nankör dönem"e girmiştir.

Simone'un sivilceleri vardır. Vücudu değişime uğramaktadır. Bir aile toplantısı nedeniyle vücudu bandajlanır, çünkü aslında çocuksuluktan öteye gitmeyen göğüsleri yeni elbisesi altından gerekmeyecek şekilde belli olmaktadır. Babası en büyük kızının salak gibi, sıkılgan bir şekilde ortaya çıkmasından dolayı düş kırıklığına uğrar. "Kadınlarda güzellik ve zarafet arardı babam," der Simone. Fakat kendisi o yıllarda, küçük bir kız ile bir kadın arasında kalmış, son derece mutsuz bir yaratıktır sadece.

Bu zaman içinde tek tesellisi Zaza ile olan arkadaşlığıdır. Evde anne ve babasıyla ilişkisi gittikçe zorlaşmaktadır. "Bu böyle yapılır" ve "bu yapılmaz", Simone'un annesinin ağzından düşmeyen iki cümledir. Ayrıca annesi onun tüm mektuplarını da okur. Öteden beri Simone'un okudukları sürekli denetlenir ve genç kızın herhangi bir yere yalnız gitmesi söz konusu bile olamaz. Simone henüz karşı çıkmasa da, düşmanca hisler beslemeye başlamıştır.

Baba evindeki zincirlerini kıran ilk ve en önemli değişimi on dört yaşındayken yaşar: İnancını yitirir. Katolik kilisenin kurallarına yıllarca nasıl uyduysa, şimdi aynı şekilde şartsız olarak bu inancı reddetmektedir. Ve bunda ısrar eder, "İnançsızlığımızdan hiçbir zaman kuşku duymadım," diye vurgular durmadan. Zaza ile gelecek üzerine uzun sohbetler yapar. Zaza daha sonra çocuk sahibi olacağına inanmaktadır. Simone şaşırmıştır!

"Çocuk sahibi olmak, onların da çocuk sahibi olması; sonsuza kadar hep aynı nakaratı tekrarlamak demek..." Fakat Simone sürünün dışında kalmak ister. "Ben ünlü bir yazar olmak istiyorum," diye yazar on beş yaşındayken bir sınıf arkadaşının hatıra defterine. Yazmak onun için "ölümsüz olmak" demektir. "Beni seven bir Tanrı yoktu artık. Fakat ben milyonların kalbinde bir alev gibi yanmaya devam edecektim."

Genç Simone'un özelliği, tüm düşüncelerinin sadece kendine özgü sorunları etrafında dönmesidir. Ergenlik çağında seçme ve seçilme hakkı elde etmek için mücadele eden kadınları duyar. Fakat bu onu ilgilendirmez. Kadınların sorunları onu kesinlikle ilgilendirmemektedir. Kendisini ayrıcalıklı olarak görür. Alışılmış kadınlardan başka olduğu için, kendisini ezdirmeyecektir.

Bu görüşü daha uzun yıllar etkinliğini korur. Babası mesleki planlarına destek verir. Sık sık kızlarına şöyle der: "Sizler belli ki evlenmeyeceksiniz. Çeyiziniz de yok. Bu da çalışacaksınız demektir." Simone ancak saygın bir işte çalışmaya kendisini adayabilecektir.

1925'te liseyi bitirdikten sonra Neuilly'de Sainte-Marie Enstitüsü'nde filoloji, Katolik Enstitüsü'nde matematik, sonra da Sorbonne'da felsefe öğrenimi görür. Hâlâ evde oturmaktadır ve parasal olarak ailesine bağımlıdır. Annesi hâlâ ne giymesi gerektiğine karar verir ve öğrenimini bitirmesinden bir yıl öncesine kadar bir erkek eşliğinde dışarıya çıkmasına izin verilmez. Hele yalnız başına kat'iyen. Yaşamının akışı kontrol altındadır. Kendisini kafeste hissetmektedir. Yirmi yaşındayken günlüğüne ümitsiz bir durumda şunları yazar:

"Böyle devam edemez! Ne istiyorum ben? Ne yapabilirim? Hiçbir şey ve yine hiçbir şey. Kitabım? Kendini beğenmişlik sadece. Felsefe? Yeterince okudum. Aşk? Bunun için çok yorgunum. Ve üstelik daha yirmi yaşındayım ve yaşamak istiyorum!" Bir Genç Kızın Anıları'nda "burjuva" olarak yetiştirildiği dünya görüşünden kopuncaya kadar sürdürmek zorunda kaldığı zorlu savaşı anlatır.

1929, onun için önemli bir yıl olur. 21 yaşında felsefe diplomasını alır ve elli yılı aşkın bir süre hayat arkadaşı ve meslektaşı olacak Jean-Paul Sartre ile tanışır. Ve Zaza'yı kaybeder. En iyi arkadaşı ölmüştür. Hangi hastalıktan öldüğü tam olarak açıklanmaz. Simone, Zaza'nın her şeye egemen baba evine karşı verdiği kahredici -kendisinin de uzun yıllar çektiği- savaşımdan dolayı tükenip yaşamını yitirdiğinden emindir.

Simone de Beauvoir'ın Jean-Paul Sartre ile ilişkisinde birçok şey Zaza ile arasındaki ilişkiyi anımsatır. Kendisi gibi felsefe öğrenimi gören Sartre'ı, bitirme sınavlarına hazırlık döneminde tanır. Kısa bir zaman sonra şunu anlar: "Sartre on beş yıl önce arzuladığım ve kendime vaat ettiğim insandı. Büyülendiğim her şeyin bir nevi tecellisi olan insanın ikiziydi. Onunla her şeyimi paylaşabilirdim." Sömestr tatilinde Sartre onu taşrada ziyaret eder.

Simone bu konuda, "Ağustos başında ondan ayrıldığımda, hayatımdan bir daha çıkmayacağını biliyordum," der. İkisi de üniversitede kendilerine felsefe dersi verme yetkisini tanıyan "agregation" denen bir tür sınavı birlikte geçerler. Tanışmalarının başında burjuva aile hayatından vazgeçip ayrı oturmaya karar verirler. Çocuk yaparak birbirlerine bağımlı olmak istemezler. Kurdukları ve 1980 Nisan'ında Sartre'ın ölümüne kadar süren ilişkileri efsaneleşmiştir.

Entelektüel alanda da, onlar kadar birbirini tamamlayan bir çift yoktur. Yazdıklarını birbirlerine değerlendirtmeden yayınlamamışlardır. Her gün saatlerce konuşmalarına rağmen, elli yıl boyunca sürdürdükleri yaşamdan sonra bile birbirlerinin fikirlerini almaya ihtiyaç duymuşlardır.

"Onun, hayatımda hiç kimsenin giremeyeceği bir yeri var," demiştir Sartre, Simone hakkındaki bir röportajda. "Birbirimizle tamamen aynıyız. Başka türlü beraber olamazdık. Öyle bir kadın buldum ki, benim gibi bir erkeğe benziyor. Bana göre kadının gerçek yeri budur." Simone de Beauvoir da, onun için şöyle der: "Benim ona yardım ettiğim gibi Sartre da bana yardım etti. Fakat ben sadece onun sayesinde yaşamadım."

Buna rağmen Beauvoir bugüne kadar hep "Sartre'ın hayat arkadaşı" olarak nitelenmiştir. Sartre'ı, Beauvoir'ın hayat arkadaşı olarak adlandırmak kimsenin aklına gelmemiştir.

Simone de Beauvoir 1943 yılında ilk romanı Konuk Kız'ı yayınladığında öğretmenliğe son verir. Daha sonra serbest yazar olarak yaşar.

1946'da, yaklaşık yirmi yıl sonra yeni feminizmin ayak basabileceği zemini oluşturan bir çalışmaya başlar. İkinci Cinsiyet (Le Deludeme Sexe) adını verdiği ve "bunun üzerinde çalışırken çevremdeki her şey değişikliğe uğruyordu," dediği bir kitap yazar. Kırk yaşına merdiven dayadığı bu zamana kadar toplumumuzda bir kadın olarak, kendi durumu hakkında hiç düşünmemiştir. Mesleği gereği saygınlar arasında yer alır. Kendisini erkekler tarafından benimsenmiş hisseder. Ve kendisini istisna bir kadın olarak kabul eder. "Buna rağmen bir erkek gibi yetiştirilmediniz," der Sartre ona; "bunu tam olarak araştırmak gerek."

Simone de Beauvoir her şeyi dikkatle araştırır ve bir keşifte bulunur: "Dünya bir erkekler dünyası. Gençliğim efsanelerle, erkekler tarafından yaratılmış efsanelerle beslenmiş. Ve ben sanki bir erkekmişim gibi, buna hiçbir şekilde karşı çıkmamışım."

İlgisi öylesine büyüktür ki, kadın cinsiyle ilgili efsaneleri daha yakından incelemeye karar verir. 1946 Ekim'inden 1949 Haziran'ına kadar bu kitap üzerinde çalışır, "İnsanın kırk yaşında birdenbire daha önce görmediği ve gözüne çarpmadığı bir dünya görüşünü keşfetmesi tuhaf ve heyecan verici. Kitabımın açıklığa kavuşturduğu yanlış anlamalardan biri, benim kadınla erkek arasındaki her türlü farkı inkâr ettiğime inanılmasıdır. Tam aksine. Yazarken cinsiyetleri neyin ayırdığını anladım. Bu farklılığın doğal koşullardan değil, kültürel koşullardan kaynaklandığını savunuyorum."

Simone de Beauvoir'ın çalışmaları sırasında gördüğü gerçek bir cümleyle açıklanabilir: "Kadın olarak dünyaya gelinmez, kadın olunur." Simone de Beauvoir İkinci Cinsiyet"} kesinlikle bir iddialı yapıt olarak yayınlamamıştır. Bu çalışma aslında tamamen entelektüel ve kuramsal bir çalışmadır. Kitabın yayınlanmasından sonraki sert tepkiler ve bayağı suçlamalar onu daha da fazla şaşırtır. Tatminsiz, frijit, erkek düşmanı, sevici olduğu, yüz defa kürtaj yaptırdığı, hatta sakladığı bir çocuğu olduğu gibi suçlamalara maruz kalır. İlerici olarak bilinen bir üniversite profesörü kitabı okurken fırlatıp atar.

Zihinleri karıştıran gerçek, Simone'un konularına soğukkanlı, tarafsız ve rahatça yaklaşmasıdır. "Yaralı bir ruhun kızgınlığını, feryadını daha duygusal bir yaklaşımla algılayabilirlerdi. Fakat benim tarafsızlığımı bağışlamıyorlar, aksine tarafsızlığımı anlamıyormuş gibi davranıyorlar."

Simone de Beauvoir kitabını bir ümitle bitirir; "erkeğin görevi mevcut dünyadaki özgürlük imparatorluğunun başarıya ulaşması için yardımcı olmaktır. Bu en yüce zaferin kazanılabilmesi için, diğer şeylerin yanı sıra, kadın ve erkeğin doğal farklılıklarına art niyet olmaksızın kardeşçe bakarak yaklaşmaları zorunludur."

Bunları 1949'da yazmıştır.

Kadınlığımın Hikâyesi kitabının son cildinde, 1972'de vaktiyle "kadınların yakında zafere ulaşacaklarına inanmakta" aceleci davrandığını söyler.

İkinci Cinsiyet kitabı 1968-69 yıllarında Kadınların Kurtuluşu (Women's Liberation) hareketi ortaya çıktığında yeni Amerikan feminizminin kuramsal altyapısını oluşturur. Bu kitapta şimdi bilinen her konuya ilişkin tasarımlar vardır. Bunlar 1968 Mayıs'ında mevcut düzene karşı öğrenci ayaklanması başladıktan sonra kadınların özgürlük hareketlerinde birleşen Fransız feministleri tarafından da kabul edilir.

Simone de Beauvoir ilk kez 1970 yılında bir "feminist" olduğunu açıklar. Uzun bir süre, özerk bir kadın hareketine karşı çıkmıştır. Sosyalist bir devrime ve bunun sonucunda da kadın sorunlarının kendiliğinden çözüleceğine inanmaktaydı. Anılarının son cildinde belirttiğine göre, bunun için feminizme sığınmaktan kaçınmıştır.

"Gerçekte, 1950'den beri hiçbir şey elde edemedik," der. Sorunlarımızı çözmek için sosyalist devrim yeterli olmayacak." Kendisi için bundan çıkardığı sonuç şudur: "Bugün feminizmden, kadınların özel talepleri için (sınıfsal çatışmaya paralel) savaşılmasını anlıyorum ve kendimi de feminist olarak niteliyorum."

1971'de Paris'te kürtaj yasağına karşı ilk büyük gösteri için sokağa inen kadınlar arasında yer alır. O zamandan itibaren Fransız kadın hareketlerine aktif olarak katılır.

1976'da (Alman feminist) Alice Schwarzer ile yaptığı bir röportajda feministlerden çok şey öğrendiğini söyler. "Benim birçok görüşümü radikalleştirdiler. Ben, erkeklerin dünyasında yaşamaya alışmıştım. Oldukları gibi: Yani baskıcı. Ben, şahsen bu baskıyı henüz fazla çekmedim sanıyorum. Çoğu kadın için tipik köle işi olan işleri tanımam, asla anne, asla ev kadını olmadım. Mesleğimde de saygınlar arasındaydım. Çünkü benim zamanımda felsefe öğretmenliği yapan kadın azdı. O zaman erkekler tarafından da benimseniyordu insan. Ben istisna bir kadındım ve bunu kabullendim. Bugün feministler (erkekler için) bahane oluşturacak bir kadın olmak istemiyorlar. Haklılar da! Savaşmak lazım! Bana her şeyden önce öğrettikleri, uyanık olmak. Hiçbir şeyi kaçırmamak! En basit şeyleri, o alıştığımız günlük seksi bile. Bu daha kullandığımız dille başlıyor."

Simone de Beauvoir bu yüzyılın başında doğmuş, roman ve otobiyografi şeklinde, bu yüzyılda kadın olarak yaşamanın ne demek olduğunu anlatmıştır.

Son yapıtlarından biri olan Yaşlılık'ta bugünün genç huzursuz insanlarını, yaşlı ve aynı derecede huzursuz insanlara bağlayan köprüyü kurmuştur. "Toplum bireylerle sadece kendisine faydalı olduğu ölçüde ilgileniyor. Gençler bunu biliyor. Onların bu sosyal yaşama atıldıkları andaki korkusu, yaşlıların toplumdan dışlandıkları andaki korkusuyla aynıdır. İki dönem arasında sorunlar, günlük rutinlerle örtbas ediliyor. İkisinin arasında bir makine çalışıyor ve insanları öğütüyor; insanlar da bundan kurtulabileceklerini hayal bile edemedikleri için kendilerini öğüttürüyorlar. Yaşlı insanların yaşam koşullarının ne anlama geldiği kavranacak olursa, daha cömert bir emeklilik politikası, emekli maaşlarının yükseltilmesi, sağlıklı huzurevleri ve boş zamanı değerlendirme olanaklarıyla yetinilmez. Söz konusu olan tüm sistemdir ve talebimiz ancak radikal olabilir: Hayatı değiştirmek."
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen KisukE UraharA; 2 Mart 2008 18:17
Gerçekçi ol imkansızı iste...
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
15 Ağustos 2007       Mesaj #3
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Simone de Beauvoir


(1908-1986)

“Fakat benim için bir düşünce, teorik bir şey değildir; o, yaşanır ya da teori olarak kalır ve geçerli değildir” diyor Simone de Beauvoir’ın L’invitée (1943) adlı ilk romanının başkişisi. O, bu şekilde Françoise’ya kendi felsefi ve yazınsal yaratılarının ilkesini söyletiyor. Doğrudan ve yaşanan deneyimler, onun felsefesinin temellerini oluşturmuştur. Bu tutum onun yapıtına yansıyan bir etkidir; nasıl ki, romanın başkişisi Françoise büyük ölçüde özyaşamöyküsel çizgiler taşır ya da özyaşamöyküseldir.

Simone de Beauvoir varoluş felsefesine bağlıdır. Sie kam und blieb onun bu felsefenin temel sorunlarıyla yaptığı ilk yazınsal hesaplaşmasıdır. Temel soru şudur: Eğer kendisi olan, yabancı bir bilinçle karşı karşıya gelirse, ne olur? Kendisini “mutlak bir şey” olarak gören bir ben, bir başka “mutlak”la karşılaşırsa bununla nasıl başeder?

“Sana şaşıyorum” diyor Françoise’nın sevgilisi Pierre, “tanıdıklarım içinde, başka birisinin de kendisi gibi bir bilince sahip olduğunu keşfettiği an, ağlayabilen biricik insansın” (a.g.y.). Bu durum, başka bir kadın olarak, Jean-Paul Sartre’la aşk ilişkisinde Beauvoir’ın başına gelmişti ve bu romanın temelini oluşturmuştu. Beauvoire, burada sadece bir kıskançlığın söz konusu olmadığı, onun, yukarıda adı geçen anlamda metafizik bir deneyim olduğu üzerinde durur. Simone daha çocukken kendisi ve dünya üzerinde düşünmeye başlar. Onda günlük yaşantılar, metafizik deneyimler olacaktır. Hayat ve felsefi düşünceler onda daima birbirini etkiler. Simone de Beauvoir, yaşanmış deneyime dayanmayan bir felsefeyi yadsır.

Simone de Beauvoir 9 Ocak 1908’de Paris’te doğdu. Ona tinsel ve eğitsel en yüksek olanakları sağlayan, düşünsel eğilimlerini ve yeteneklerini destekleyen, varlıklı bir burjuva çevre içinde özenle büyütülüp yetiştirildi. Daha 14 yaşında bir çocukken, bilinçli bir şekilde artık -tanrıya inanmayacağına karar verdi. O zamana kadar, annesiyle birlikte dua eden ve bir Katolik olarak bütün görevlerini de yerine getiren dindar, uslu bir kız olarak yaşamıştı. Şimdi artık o, “ölümsüzlüğün” aslında kendisini ilgilendirmediğini fark etmiştir. Daha önce bu dünyanın, “ölümsüz” olan dünyanın yanında önemsiz olduğunu düşünüyordu. Ama şimdi asıl olan biricik şeyin, bu dünya olduğunu anlamıştı: çünkü onu seviyordu. Bundan dolayı, ölümsüzlük demek olan tanrıdan vazgeçmeliydi. Bu gelişimi, ilk anılar kitabı Memoires d’une jeun efille rangée (1958) anlatır. Bundan başka, kendi geçmişinin burjuva ideolojisinden öz eder ve çok erkenden özdeşleşmek istemediği ve özdeşleşemediği evlilik ve anneliğin temel olduğu kadın imgesinden nasıl koptuğunu anlatır. Bu kitabı, kendi hayatının belirli bölümlerini anlattığı üç kitap izler: La force de l’âge (1960:Alm. İn den besten Jahren, 1961), Laforce des choses (1963; Der Lauf der Dinge, 1966), Toute compte fait (1972: Alm. Alles in allem, 1972).

Onun bu özyaşamöyküsel yapıtı, hayatı bir bütün olarak gösterir: Rastlantıların, gelişigüzelliğin ve bilinçli davranışların bir birliği, bağlantıları olarak. Kendi hayatını yazma edimi içinde insanın varoluşundaki rastlantısallığın örtüleri kaldırılarak: felsefi bir büyüklük olarak gerçekleştirilir.

Simone de Beauvoir 1925/26’da filoloji ve matematik okur; 1926’da, Sorbonne’da felsefe öğrenimine başlar. 1928/29’da Leibniz hakkında bir diploma çalışmasıyla öğrenimini bitirir. Öğretmen adayı olarak stajını Lycée Janson de Sailly’de tamamlar. 193l’den 1943’e kadar felsefe hocası olarak önce Marsilya’da, sonra Rouen ve Paris’te çalışır. Ancak öğretmenliği bıraktıktan sonra, kendisini salt yazarlık çalışmalarına verir.

Beauvoir üniversitede öğrenciyken Jean-Paul Sartre’ı tanıdı ve 1980 yılında Sartre ölünceye kadar onunla-birlikte yaşadı. Onun Sartre’la ilişkisi insansal değişmez fenomenlerin değiştiği, bir felsefe teoremi, bir ide, bir kurgu oldu. Onların ilişkisi, özgürlük ve bağlılık arasında kurulan akılcı bir denge temeline dayanır. Burada, başka aşk ilişkileri konusunda mutlak bir dürüstlük sözünün verilmiş olması, büyük bir rol oynar. İkisi de bu dürüstlüğü gerekli görür. Çünkü Sartre hiçbir zaman evlenmeyeceği gibi, bir tek kadınla da yetinmeyecekti. İlişkileri başladığı zaman, daima yenilemeyi istemiş oldukları iki yıllık anlaşmalar yaparlar. Bu şekilde birlikteliklerinin sürekliliğini güvence altına aldıkları gibi, aşklarını korumayı da düzene sokacaklardır. Bu ilişki kurgusu, bir aşk ilişkisinin ancak eğer her iki taraf kendi tekliklerini sürdürür ve özgürce yaşayabilirse kalıcı olabileceği bilgisinden kaynaklanıyordu. Bu anlaşmayı tutmak için bir belgeye gerek vardı. Beauvoir için sürekli ve özgür bir ilişkinin bundan başka garantisi, kadın-erkek rollerindeki davranış biçimine kendisinin hayır diyebilmesiydi. Böylece o, her türlü ev hayatını kesinlikle yadsıdı. Çok yaşlanıncaya kadar ortak bir evleri olmadı. Birlikte yemek pişirilmedi, doğal ki çocukları da olmadı. Onu kadınca bir role zorlama tehlikesi taşıyan her şeyden sert bir şekilde kaçındı. O, “biz ikili hayatın yararlarına sahiptik, ama tatsızlıklarına değil” der, La force de l’âge adlı romanında (Beauvoire 1988, a, s. 268).

Bununla birlikte Beauvoir, bir kadın için tipik bir davranış içinde, kendini vererek yaşadı. Onun için ön planda olan daima Sartre’la birlikte yaşamak isteğiydi. La force de I’âge’da, sadece Sartre’la birlikte olduğu zamanların anlamlı olduğunu yazar. Ama sonradan şunu görür: “Sartre’la karşılaştığım zaman, her şeyi kazandığıma inanmıştım. Onun yanında benim kendimi gerçekleştirmem başarısızlığa uğrayamazdı. Şimdi kendi kendime şunu söylüyorum: Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur” (a.g.y., s. 56).

İlişkilerinin çok sıkılığı, hemen hemen simbiyozca, sürekli tinsel bir alışveriş içinde bulunmaları, Beauvoir’ın yapıtının özgünlüğünden daima kuşku duyulmasına neden oldu. Hakikat ise, her ikisinin sürekli olarak birbirini eleştirdiği, düşünce ve yazılarında birbirini etkilediğidir. Bununla birlikte Sartre’ın yapıtının özgünlüğünden asla kuşku duyulmadı. Alıntılamalarda, Sartre daima Sartre olarak düşünüldü; Beauvoir ise daima Sartre’la birlikte. Beauvoir da Sartre’ı dahi bir fikir verici olarak gösterir; Sartre gibi dahi olmadığını ve onun düşüncelerine bağlı olduğunu söyleyerek, bu önyargıyı besler. Fakat Beauvoir düşüncelerini özgün bir şekilde dile getirebilecek durumdaydı. Özgünlüğü, varoluşsal düşünce dağarına, çok bireysel, kendine özgü ve geliştirerek şekil vermesinde; teorilerinin “yaşanmış olan deneyimlere” dayanmasında ve salt felsefi kurgu olmamasında yatar. Bunun yanı sıra o, varoluşçuların ihmal ettiği eylem kategorisiyle, varoluş temel sorunları genişletti. Onun felsefi düşünce dağarı, daha çok etik ve ahlakla ilgili sorunlar etrafında dönüp dolaşır.

Beauvoir’in düşünceleri, belli bir özgürlük kavramıyla kenetlenmiş çok bireyselci bir temele dayanır. Özgürlük tanrının verdiği bir şey değildir. İnsanın her gün kendisi için yeniden savaşmak zorunda olduğu bir olanaktır. İnsan varolduğuna göre, onun kendisini sürekli olarak yeniden yapması gerekir. Onun eylem daima bir amaca doğru hareket eder. Bu amaç özgürlüktür. İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla, insanın kendi planına göre hareket etmesi demek olan özgürlük kavramının yeniden tanımlanması gerekecektir. Çünkü teklerin özgürlüğü, artık kendisini gerçekleştiremiyordu. Ben, şimdi dış durumlara bağlıydı; bunun örneği, Sartre’ın Eylül 1939’da askere alınması, 1940’ta Almanlara esir düşmesi ve ancak Mart 1941’de geri dönebilmesi olgusuydu. Beauvoir, savaş deneyimleri sonucu, şimdi başkasının Özgürlüğünü, artık ben için bir tehdit olarak değil, kendi özgürlüğünü gerçekleştirmenin bir gerekliliği olarak görüyordu. Bundan çıkan etik talep, her insanın başka insanların özgürlüğü için kaygı. taşımakla görevli olduğuydu. Le sang des autres (1945; Alm. Dos Blut des anderen 1963) romanında ve Les bouches inutiles (1945) oyununda bu konu işlenir. Bu bağlamda Beauvoir, Pyrrhus et Cineas (1944; Alm. Pyrrhus und Cineas, 1964) denemesinde, insan hayatını bir ölüm varlığı olarak tanımlayan Heidegger’e karşı çıkar.

“0 halde ölmek için varolunmaz — hiçbir nedeni ve amacı olmadan ... insan varlığı var olmak varlığıdır; o, her an kendisini var etmeye çalışır — bu, kendisini planlamaktır. İnsan varlığı, planlar şeklinde var olur. Bunlar ölüm için yapılan planlar değil, belli bir amaç için yapılan planlardır. İnsan avlanır, balık tutar, kendisine aletler yapar, kitaplar yazar: Bu bir eğlence, kaçış değil, varolma yönünde hareket etmektir. İnsan varolmak için bir şeyler yapar. O, kendisini dışlaştırmalıdır (transzendieren); çünkü o, varolmayandır” (Beauvoir 1988 c, s. 228).

İnsanın “kendisini planlayabilme” yeteneği, Özgür olma yeteneğidir.

Özgürlüğün temel koşulu olarak, eylem, ve aynı şekilde tek kişinin özgürlüğünün gerekli koşulu olarak, gelecek için amaçlar saptayarak, bunun şimdide dışlaştırması ve benzerleri, Beauvoir’ın kadının toplumsal durumu konusunda hesaplaştığı temel felsefi düşüncelerdir. Onun kapsamlı yapıtı Le deuxieme sexe (1949; Alm. Dos andere Geschlecht, 1951), kadın hareketlerine, kadına yapılan baskıyla ilgili önemli felsefi bilgi sağlar.

Simone de Beauvoir, sürekli eylemde bulunmakla kendisini gerçekleştiren kendisini planlama idesinin, geleneksel kadın rolü içinde gerçekleşmediğini görür. Bu yüzden ona göre kadın özerk değil, “göreceli” bir varlıktır, yani kadınlar kendilerini, erkek olmad düşünemezler ve erkek olmadan düşünülmezler. ‘0, erkeğe göre belirlenecek ve farklı görülecek, erkekse ona göre değil; erkek öznedir, o mut laktır; kadın başka olandır.” (Beauvoir 1989 a, s. 11) ‘Başka olan,” özü olan bir şey olamaz.

Beauvoir, eskiden beri varolan bu koşulu, kadının eskiden beri öne sürülen biyolojik analık ödeviyle geride tutulmasında; onun “içsel” olanın bekçisi olmasında; erkeğin ise “dışarıya” gitmesine, kendisini “homo faber” olarak geliştirmesine ve dünyaya egemen olmasına izin verilmesinde görür. Kadın iç’in yaratıcısı, erkek dış’ın yaratıcısıdır.

“…işte erkekler kadını daima verilmiş olanın iç’i (immanenz) olarak gördüler. Eğer kadınlar ürün alır çocuk doğururlarsa, bu bir istenç edimi olarak olup bitmiş değildir. Kadın, bir özne, bir dış varlık, yaratıcı güç değil, ışıkı yüklü bir nesnenin yansımasıdır” (a.g.y., s. 175). Erkek, baştan beri yeni şeyler yaratır ve dünyayı “kendisi” için şekillendirirken, kadın sadece tekrar üretti, türü korudu: “.. .ama bu yaptıkları, daima aynı hayatın değişen şekillerde yinelenmesinden başka bir şey değildir” (a.gy., s. 72). Ondan yeni bir şey çıkmaz.

O halde Beauvoir için erkeğin egemenliği, çok kez kabul edildiği gibi, daha büyük olan bedensel gücünün bir sonucu değil, eylem yapan özne olmasının sonucudur. Ama o, ancak eylem yapmayan nesne- ye, kadına göre böyle olabilir; yani dışlaşma ve içleşme ilişkisinden dolayı; “birisi” karşısında “ötekine” göre. Kadınlar ‘verilmiş” olan bu durumu kabul etmemeli. Çünkü: “Dünyaya kadın olarak gelinmez, kadın olunur. Kadının insan özünün, toplumun kucağında aldığı şekil, biyolojik, psikolojik, ekonomik kaderin verdigi bir şekil değildir; uygarlığın bütünüdür, erkeğe ve kadın denen kısırlaştırılmış ara ürüne şekil veren.” (a.g.y., s. 265)

Beauvoir, Der Lauf der Dinge’de, kendisinin, kendi kadınlığından acı çekmekten çok uzak olduğunu; çünkü her iki cinsin de avantajlarından yararlandığını söyler (bkz. Beauvoir 1970, s. 187). Ama onun kitapları okunur, konuşmaları dinlenirse, onun kendisini çok “göreceli” bir varlık olarak gördüğü duyumsanır; Sartre olmasa, Beauvoir da olmazmış gibi bir kuşkuya düşülür.

1953’te Sartre’ın Marksist görüşünü benimsedikten sonra, onun için çok hareketli bir dönem başladı. ikisi, başka yerlerin yanı sıra sosyalist ülkelere birçok gezi yaptı. O zamanlar o, kadınların ve işçilerin baskı altında olmalarının, kapitalist ülkelerde zorunlu olarak kapitalizmle birlikte ortaya çıktığını sanıyordu. Sosyalist ülkelerde işçi sınıfı, ona göre baskı altında olmadığından; bundan, kadınların orada eşit haklara dayanan bir hayat sürdürecekleri sonucunu çıkarı yordu. Fakat bunun. doğru olmadığını gördü. Bu bilginin ışığında, 70’li yıllardaki siyasi çalışmalarının ağırlık noktasını, kadın hareketleri üzerinde topladı.

Onun son yaşamöyküsel yapıtı sadece Sartre’la ilgilidir. La cer des adieux (1981; Alm. Die Zeremonie des Abschieds, 1983) adlı kitabında, 15 Nisan 1980’de ölen hayat arkadaşının fiziksel çöküntüsünü anlatır. Bu yazı, son yıllarda Sartre’la yaptığı konuşmaları içerir. Bunlar eleştirilere neden oldu: bir yandan “büyük bir adamın bedensel düşkünlüklerinin gereksiz yere çok ayrıntılı anlatılması”; öte yandan “eleştirel mesafenin çok az olması” kusurları ileri sürüldü. (Zehl 1992, s. 135 vd.) Beauvoir hayatının son yıllarını Sartre’ın anılarına verdi. Kendisinin söylediğine göre, artık yeni bir şey yazmak için gerekli esini bulamıyordu.

14 Nisan 1986’da, kendi felsefesini, bütün çelişkileri ve kopukluklarıyla yaşamış olan bir kadın öldü.


Kadın Filozoflar-Marit Rulman vd.-Çeviri: Tomris Mengüşoğlu-Kabalcı Yayınevi
KisukE UraharA - avatarı
KisukE UraharA
VIP !..............!
2 Mart 2008       Mesaj #4
KisukE UraharA - avatarı
VIP !..............!
Simone Lucie-Ernestine-Marie-Bertrand de Beauvoir (9 Haziran , 1908 – 14 Nisan, 1986) Fransız yazar ve filozof. Roman, felsefe politik ve sosyal deneme, biyografi ve otobiyografi yazarı, gazeteci.
En önemli eseri 1949’da yazdığı, kadınların gördüğü baskıların bilimsel incelenmesini yaptığı ve modern feminizmin temellerini kurduğu İkinci Cins (Le Deuxième Sexe) adlı eseri sayılabilir.

Yaşamı

Simone de Beauvoir 9 Haziran 1908’de Paris’de Georges Bertrand ve Françoise (Brasseur) de Beauvoir çiftinin kızı olarak dünyaya gelmiştir. Geleneksel bir ailenin büyük kızıdır. Otobiyografisinin ilk bölümünde (Bir Genç Kızın Anıları) dinine ve ülkesine bağlı ataerkil bir ailenin sorumluluklarla donatılmış kızı olarak yaşadığı dönemden bahseder. Kişiliğinin koyu katolik annesinin ve bilinemezci babasının karşıtı olarak şekillendiği söylenebilir. Çocukluk ve ergenlik çağını etkileyen iki ilişkisinden biri kardeşi Helen diğeri arkadaşı Zaza ile olan ilişkisidir. Helen’in küçüklüğünden itibaren ona sürekli bir şeyler öğretmeye onu yetiştirmeye çalışmış ilişkisinde öğretici bir kaygı içinde olmuştur. Zaza ise trajik yaşamı ve ölümü ile Simone’nun karşılaştığı ilk sorunu oluşturuyordu.
Matematik ve felsefede Baccalauréat sınavını geçtikten sonra Katolik Enstitüsü’nde matematik öğrenimi ve Saınte Marie Enstitüsünde yabancı dillerde yazın eğitimi gördü. Daha sonra Sobone’da felsefe eğitimi aldı. 1929’da seçkin Ecole Normale Superieure’ye kayıt olan ve Sabone’da kurs almakta olan Jean Paul Sartre ile tanışır. Beavuvoir’un Ecole Normele’de eğitim gördüğü yanlış ve yaygın olan bir bilgidir. Ancak bu okuldaki Sartre ve psikoloji gurubundaki diğer insanlar tarafından iyi tanınmaktadır. 1929’da psikolojide Agregation başaran en genç öğrenci olur. Sartre o yıl birinci olur, Simone ise ikinci. Ancak herkes bilir ki de Beauvoir psikolojide en iyi idi. Sartre’a birincilik erkek olduğu için verilmişti. Sorbonne’da iken hayatı boyunca bilinecek lakabı Castor(Cesur) edinecektir. 1943 yılında Simone Konuk Kız (L'Invitée) adlı Rouen okulundaki öğrencilerinden Olga Kosakiewicz ile olan kronik lezbiyen ilişkisinin öyküsünü yayınladı. Bu öykü aynı zamanda de Beauvoir ile Sartre arasındaki karmaşık ilişkiyi ve ilişkinin bu üçlü ilişkiden nasıl zarar gördüğünü anlatır
Ve 2. Dünya Savaşı'ndan sonra De Beauvoir Sartre’ın Maurice Merleau-Ponty ve diğer arkadaşları ile kurduğu Modern Zamanlar (Les Temps Modernes ) adlı politik gazetede çalışmaya başladı. De Beauvoir bu gazetede kendini geliştirdi ve ölümüne kadar editör olarak çalışmaya devam etti. Belirsizlik Ahlakı Üzerine (Pour Une Morale de L'ambiguïté , 1947) kitabında Fransız varoluşçuluğu etkileri farkedilmediktedir. Kitapta çok sade bir biçimde Sartre’ın olmak ve hiçlik felsefeleri arasındaki geniş açıyı göstermektedir. De Beauvoir bir biseksüeldir. Ancak bir seminerde Nelson Algren’le tanıştığı 1947 yılına kadar kadar orgazma ulaşamamıştır. Chikago’da Beauvoir Algren ile ilişkisinde ilk orgazmını yaşar. Bu Fransa’da iki ayrı kitap olarak basılan İkinci Cins kitabına da ilham olur. Bu çalışma Amerika’da da The Second Sex olarak yayıncı Alfred A. Knoph’ın karısı Blance Knopf ‘un tavsiyesi üzerine Howard Parshley tarafından çevirilerek yayınlanır.

Kadın: Efsane ve Gerçek

Simone de Beauvoir önce Kadın: Efsane ve Gerçek adlı denemesini yazar. Bu denemesinde erkeklerin kadınları, erkekleri yanlış havalara, izlenimlere sokan gizemli “diğer”ler olarak gördüğünü iddia eder. Ve erkeklerin, bu “diğer”olma durumunu, kadınları ve onların problemlerini anlamadıklarına, onlara yardım etmediklerine hatta onlara uyguladıkları baskılara bir neden olarak kullandıklarını iddia eder. Bu durumun tüm toplumlarda klişeleşmiş bir hal aldığını ve her zaman hiyerarşiyi elinde tutanların güçsüzleri “diğer” olarak tanımladığını ve onları etraflarında dolaşan karanlık gölgeler olarak nitelendirdiğini savunmuştur. Bu durumun sınıflar arasındaki ilişkilerde, dinsel, ırksal ayrımların mücadelesinde her türlü karşıtlıkta görüldüğünü ama hiç karşıtlıkta “diğer” nitelendirmesinin ve “diğer”e yaklaşımın kadın-erkek ayrımındaki kadar klişeleşmiş bir hal almadığını, hayatın mevcut düzenine gerekçe olarak gösterilmediğini söyler.

İkinci Cins

Yazarın bu eseri 1949’da Fransa’da yayınlanmıştır. Freudcu yönleri ağır basan feminist bir varoluşçuluk göze çarpar. Varoluşçulukta olduğu gibi de Beauvoir temel prensip olarak var oluşun özden önce geldiğini kabul eder ve “Kadın doğulmaz kadın olunur.” prensibine ulaşır.

Araştırmaları diğer kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. Kadınların diğer olarak tanımlanmasını ve mevcut sosyal konumunu, gördüğü baskının temeli olarak olarak nitelendirir De Beauvoir tarihde her zaman kadının sapkın ve anormal canlılar olarak görüldüğünü iddia eder ve Mary Wollstonecraft’ın dahi erkekleri kadınlara ulaşmaları gereken ideal örnek olarak gösterdiğini ileri sürer.
De Beauvoir “Bu durum kadınların kendilerini normalden sapmış, dışta kalan ve normale ulaşmaya çalışan canlılar gibi algılamalarını sağlayarak onlarını başarılarını sınırlandırmışdır.” der. Feminizme göre bu düşünce artık bir kenara atılmalıdır. De Beauvoir iddia eder ki kadınlar erkekler kadar ayırım yapma, seçme yeteniğine sahiptir ve böylece kendilerini geliştirmeyi seçebilir, kadını mevcut durumundan ileri götürebilir, kendi hayatlarının ve dünyanın sorumluluğunu alabilir.

Ölümü ve sonrası

1981’de Sartre’ın acı dolu son yıllarını anlattığı Veda Töreni’ni (Cérémonie Des Adieux) yazar. Kendisi de Paris’de Cimetière du Montparnasse mezarlığına Sartre’ın yanına gömülür. Mezar taşında isimleri alt alta yazılır. Ölümüden sonra ünü yayılmaya devam eder. Sadece 1968’lerin post-fenimizminin kurucusu olduğu için değil aynı zamanda akademisyen olarak ve varoluşcu Fransız düşün insanı olarak da ünü gelişerek yayılır. Sartre’ın üzerindeki etkisi her zaman görülür. Psikoloji üzerine yazdığı bir çok eserde de Satre’ın varoluşçu etkisi görülebilir. Paris'te Seine Nehri üzerine yapılan bir köprüye yazarın adı verilmiştir.

Eserleri
  • Konuk Kız, (1943)
  • Pyrrhus ve Cineas, (1944)
  • Başkalarının Kanı, (1945)
  • Kim Ölecek?, (1945)
  • Her Erkek Ölümlüdür, (1946)
  • Belirsizlik Ahlakı Üzerine, (1947)
  • İkinci Cins, (1949)
  • Gün gün Amerika, (1954)
  • Mandarinler, (1954)
  • Sade’ı Yakmalı mı?, (1955)
  • Uzun Yürüyüş, (1957)
  • Bir Genç Kızın Anıları, (1958)
  • Yaşlılık, (1960)
  • Sessiz Bir Ölüm, (1964)
  • Les Belles Images, (1966)
  • The Woman Destroyed, (1967)
  • Yaşlılık, (1970)
  • Hesap Tamam, (1972)
  • When Things of the Spirit Come First,(1979)
  • Veda Töreni, (1981)
  • Sartre’a Mektuplar, (1990)
  • Aşk Mektupları (Nelson Algren’e), (1998)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Gerçekçi ol imkansızı iste...
MaRCeLLCaT - avatarı
MaRCeLLCaT
Ziyaretçi
22 Aralık 2008       Mesaj #5
MaRCeLLCaT - avatarı
Ziyaretçi
Simone de Beauvoir

Beauvoir11b

Simone Lucie-Ernestine-Marie-Bertrand de Beauvoir
(9 Haziran , 1908 – 14 Nisan, 1986) Fransız yazar ve filozof. Roman, felsefe politik ve sosyal deneme, biyografi ve otobiyografi yazarı, gazeteci.

En önemli eseri 1949’da yazdığı, kadınların gördüğü baskıların bilimsel incelenmesini yaptığı ve modern feminizmin temellerini kurduğu İkinci Cins (Le Deuxième Sexe) adlı eseri sayılabilir.

Simone de Beauvoir, 9 Haziran 1908’de Paris’de Georges Bertrand ve Françoise (Brasseur) de Beauvoir çiftinin kızı olarak dünyaya gelmiştir. Geleneksel bir ailenin büyük kızıdır. Bir Genç Kızın Anıları isimli otobiyografisinin ilk bölümünde dinine ve ülkesine bağlı ataerkil bir ailenin sorumluluklarla donatılmış kızı olarak yaşadığı dönemden bahseder. Kişiliğinin koyu Katolik annesinin ve bilinemezci babasının karşıtı olarak şekillendiği söylenebilir. Çocukluk ve ergenlik çağını etkileyen iki ilişkisinden biri kardeşi Helen diğeri arkadaşı Zaza ile olan ilişkisidir. Helen’in küçüklüğünden itibaren ona sürekli bir şeyler öğretmeye onu yetiştirmeye çalışmış ilişkisinde öğretici bir kaygı içinde olmuştur. Zaza ise trajik yaşamı ve ölümü ile Simone’nun karşılaştığı ilk sorunu oluşturuyordu.

Matematik ve felsefede Baccalauréat sınavını geçtikten sonra Katolik Enstitüsü’nde matematik öğrenimi ve Saint Marie Enstitüsü'nde yabancı dillerde yazın eğitimi gördü. Daha sonra Sobone’da felsefe eğitimi aldı. 1929’da seçkin Ecole Normale Superieure’ye kayıt olan ve Sabone’da kurs almakta olan Jean Paul Sartre ile tanışır. Beavuvoir’un Ecole Normele’de eğitim gördüğü yanlış ve yaygın olan bir bilgidir. Ancak bu okuldaki Sartre ve psikoloji gurubundaki diğer insanlar tarafından iyi tanınmaktadır. 1929’da psikolojide Agregation başaran en genç öğrenci olur. Sartre o yıl birinci olur, Simone ise ikinci. Ancak herkes bilir ki de Beauvoir psikolojide en iyi idi. Sartre’a birincilik erkek olduğu için verilmişti. Sorbonne’da iken hayatı boyunca bilinecek lakabı Castor(Cesur) edinecektir. 1943 yılında Simone Konuk Kız (L'Invitée) adlı Rouen okulundaki öğrencilerinden Olga Kosakiewicz ile olan kronik lezbiyen ilişkisinin öyküsünü yayınladı. Bu öykü aynı zamanda de Beauvoir ile Sartre arasındaki karmaşık ilişkiyi ve ilişkinin bu üçlü ilişkiden nasıl zarar gördüğünü anlatır

2. Dünya Savaşı'ndan sonra De Beauvoir, Sartre’ın Maurice Merleau-Ponty ve diğer arkadaşları ile kurduğu Modern Zamanlar (Les Temps Modernes ) adlı politik gazetede çalışmaya başladı. De Beauvoir bu gazetede kendini geliştirdi ve ölümüne kadar editör olarak çalışmaya devam etti. Belirsizlik Ahlakı Üzerine (Pour Une Morale de L'ambiguïté , 1947) kitabında Fransız varoluşçuluğu etkileri farkedilmediktedir. Kitapta çok sade bir biçimde Sartre’ın olmak ve hiçlik felsefeleri arasındaki geniş açıyı göstermektedir. De Beauvoir bir biseksüeldir. Ancak bir seminerde Nelson Algren’le tanıştığı 1947 yılına kadar kadar orgazma ulaşamamıştır. Chikago’da Beauvoir Algren ile ilişkisinde ilk orgazmını yaşar. Bu Fransa’da iki ayrı kitap olarak basılan İkinci Cins kitabına da ilham olur. Bu çalışma Amerika’da da "The Second Sex" olarak yayıncı Alfred A. Knoph’ın karısı Blance Knopf ‘un tavsiyesi üzerine Howard Parshley tarafından çevirilerek yayınlanır.

Kadın: Efsane ve Gerçek

Simone de Beauvoir önce, Kadın: Efsane ve Gerçek adlı denemesini yazar. Bu denemesinde erkeklerin kadınları, erkekleri yanlış havalara, izlenimlere sokan gizemli “diğer”ler olarak gördüğünü iddia eder. Ve erkeklerin, bu “diğer”olma durumunu, kadınları ve onların problemlerini anlamadıklarına, onlara yarım etmediklerine hatta onlara uyguladıkları baskılara bir neden olarak kullandıklarını iddia eder. Bu durumun tüm toplumlarda klişeleşmiş bir hal aldığını ve her zaman hiyerarşiyi elinde tutanların güçsüzleri “diğer” olarak tanımladığını ve onları etraflarında dolaşan karanlık gölgeler olarak nitelendirdiğini savunmuştur. Bu durumun sınıflar arasındaki ilişkilerde, dinsel, ırksal ayrımların mücadelesinde her türlü karşıtlıkta görüldüğünü ama hiç karşıtlıkta “diğer” nitelendirmesinin ve “diğer”e yaklaşımın kadın-erkek ayrımındaki kadar klişeleşmiş bir hal almadığını, hayatın mevcut düzenine gerekçe olarak gösterilmediğini söyler.

İkinci Cins

Yazarın bu eseri 1949’da Fransa’da yayınlanmıştır. Freudcu yönleri ağır basan feminist bir varoluşçuluk göze çarpar. Varoluşçulukta olduğu gibi de Beauvoir temel prensip olarak var oluşun özden önce geldiğini kabul eder ve “Kadın doğulmaz kadın olunur.” prensibine ulaşır.

Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir'un mezarlarıAraştırmaları diğer kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. Kadınların diğer olarak tanımlanmasını ve mevcut sosyal konumunu, gördüğü baskının temeli olarak olarak nitelendirir De Beauvoir tarihde her zaman kadının sapkın ve anormal canlılar olarak görüldüğünü iddia eder ve Mary Wollstonecraft’ın dahi erkekleri kadınlara ulaşmaları gereken ideal örnek olarak gösterdiğini ileri sürer.

De Beauvoir “Bu durum kadınların kendilerini normalden sapmış, dışta kalan ve normale ulaşmaya çalışan canlılar gibi algılamalarını sağlayarak onlarını başarılarını sınırlandırmışdır.” der. Feminizme göre bu düşünce artık bir kenara atılmalıdır. De Beauvoir iddia eder ki kadınlar erkekler kadar ayırım yapma, seçme yeteniğine sahiptir ve böylece kendilerini geliştirmeyi seçebilir, kadını mevcut durumundan ileri götürebilir, kendi hayatlarının ve dünyanın sorumluluğunu alabilir.

Ölümü ve Sonrası

1981’de Sartre’ın acı dolu son yıllarını anlattığı Veda Töreni’ni (Cérémonie Des Adieux) yazar. Kendisi de Paris’de Cimetière du Montparnasse mezarlığına, Sartre’ın yanına gömülür. Mezar taşında isimleri alt alta yazılır. Ölümüden sonra ünü yayılmaya devam eder. Sadece 1968’lerin post-fenimizminin kurucusu olduğu için değil aynı zamanda akademisyen olarak ve varoluşcu Fransız düşün insanı olarak da ünü gelişerek yayılır. Sartre’ın üzerindeki etkisi her zaman görülür. Psikoloji üzerine yazdığı bir çok eserde de Satre’ın varoluşçu etkisi görülebilir. Paris'te Seine Nehri üzerine yapılan bir köprüye yazarın adı verilmiştir.

Eserleri

Konuk Kız, (1943)
Pyrrhus ve Cineas, (1944)
Başkalarının Kanı, (1945)
Kim Ölecek?, (1945)
Her Erkek Ölümlüdür, (1946)
Belirsizlik Ahlakı Üzerine, (1947)
İkinci Cins, (1949)
Gün gün Amerika, (1954)
Mandarinler, (1954)
Sade’ı Yakmalı mı?, (1955)
Uzun Yürüyüş, (1957)
Bir Genç Kızın Anıları, (1958)
Yaşlılık, (1960)
Sessiz Bir Ölüm, (1964)
Les Belles Images, (1966)
The Woman Destroyed, (1967)
Yaşlılık, (1970)
Hesap Tamam, (1972)
When Things of the Spirit Come First,(1979)
Veda Töreni, (1981)
Sartre’a Mektuplar, (1990)
Aşk Mektupları (Nelson Algren’e), (1998)

Benzer Konular

24 Ekim 2015 / ThinkerBeLL Müzik ww
17 Kasım 2015 / ThinkerBeLL Sinema ww
1 Ocak 2009 / BrookLyn Spor ww
19 Ekim 2015 / KisukE UraharA Felsefe ww
2 Aralık 2015 / Harry Kewell Spor ww