Arama

Hz. Muhammed'in Gençlere 50 Nasihatı

Güncelleme: 10 Şubat 2014 Gösterim: 45.706 Cevap: 6
Master Blue - avatarı
Master Blue
Ziyaretçi
4 Eylül 2008       Mesaj #1
Master Blue - avatarı
Ziyaretçi
Haydi Gençler İlim Öğrenmeye

Sponsorlu Bağlantılar
Ebû Derda (r.a.) anlatıyor:

“Allah Resûlü’nü (s.a.v.) şöyle derken dinledim:

‘Kim ilim tahsili için yola koyulursa Allah onun için cennete giden yolu kolaylaştırır.

Melekler, yaptığı işten dolayı duydukları hoşnutluğu belirtmek üzere ilim öğrenenin üzerine kanatlarını gererler. Göktekiler ve sudaki balıklara varıncaya kadar yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ilim öğrenen kimse için mağfiret dilerler.

Alimin, ibadetle meşgul olan (âbid) kimseye olan üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmazlar. Peygamberler miras olarak sadece ilim bırakırlar. Kim ilmi elde ederse büyük bir pay ele geçirmiş olur.”

Ebû Davud, Tirmizî, İbn Mâce, Beyhaki ve İbn Hibban

“Oku..”4

Allah-u Teâlâ’nın, Peygamberi Muhammed’e (s.a.v.) söylediği ilk söz. Hz. Peygamber’in kalbine inen ilk vahiy nuru... Vahyin ilk ışıltısı ve ilk aydınlığı...

Okumak ilmin yolu; ilim ise bilmenin kaynağıdır. Bilgi ise aklın ve kalbin nurudur. Bilgi olmadığı takdirde akıl ve kalp, cehaletin ıssız vadilerinde, dalaletin çöllerinde nereye gittiğini bilmez şaşkın bir halde kalakalır. Bilgi olmadığı sürece akıl ve kalp asla hidayet yolunu bulamaz.

İlimden maksat; bireyin dünya ve ahiret hayâtında kendisinden faydalandığı ve başkalarına da faydalı olduğu her ilimdir. Özelikle insanı evrenin, hayâtın ve eşyanın değişmez kanunlarının kaynağı olan Yaratıcı’ya bağlayan ilimdir. Çünkü insanın öğrendiği ve keşfettiği bütün bilgilerin yegane kaynağı ve mercii ancak Allah’tır. Aynı şekilde elde edilen maddi neticelerin kaynağı da O’dur.

Çiftçinin ürün elde etmek, hasat almak ya da istifade etmek amacıyla toprağa bıraktığı çekirdek ya da tohumu düşün. Allah işte o çekirdek ve tohumun ürününü verebilmesini belli koşullara bağlamıştır. Bu koşullardan bir tanesi eksik olsa, toprağa bırakılan o çekirdek veya tohum asla beklenen ürünü vermez.

Çiftçinin ya da ziraatçinin tecrübeleri ve uygulamaları esnasında elde ettiği ilmin kaynağı ve esası Rabdir. Çekirdeğin, tohumun, havanın, suyun, güneşin Rabbi... Aynı şekilde çalışan elin, gözlemleyen gözün, şefkatli gönlün Rabbi...

Bütün bunların üstünde ise “ümit” var...

Bol ve temiz ürün elde etme ümidi...

Geçmişte ve günümüzde birtakım insanlar, ümidi ve imani ilmi temelinden saptırarak kendi zanlarınca birtakım zaruri sonuçlara bağladılar. Gerçekte onlar hakikatin etrafında dolaşmakta ama ona asla ulaşamamaktadırlar.

Çünkü ümit gayb’dır... Gayb ise yalnızca Allah’ın kudret ve tasarrufundadır.

İlim konusunda, dünyevi ilimleri ve özelliklerini mutlaka anlatacak olsaydım, dini ilimleri anlatmadan geçmezdim. Çünkü dini ilimler anlatılmaya daha layıktır. Kaldı ki, dini ilimleri anlatmak da ilim öğretme ve öğrenmenin bir çeşididir. Bazen zındıklığın amaçlandığı, yıkımın hedeflendiği ve dini ilmin ifsadı niyetiyle öğrendiği durum bunun dışında kalır... Bunda ise pek çok tehlike vardır. Allah’ın Resûlü (s.a.v.) ne kadar doğru söylemiş:

“Ümmetim hakkında en çok endişe ettiğim şey, çok bilmiş her münafıktır.”

Hadis-i şerîfe, temiz ve iffetli söze dönüyoruz:

“Hiç kuşkusuz ilim öğrenmek farzdır.”

İlmin farz oluşuna ilişkin pek çok özendirici faktör vardır. “Kim ilim tahsili için yola koyulursa Allah onun için cennete giden yolu kolaylaştırır...”

“Kolaylaştırır” sözcüğünde duralım.

Hadis-i şerîfte buyurulmaktadır ki:

“Cennet gönle hoş gelmeyen şeylerle çevrilidir.”

Öyleyse cennet yolu zorlu ve çetindir. Cennet’in etrafı meşakkat, yorgunluk ve bıkkınlıklarla kuşatılmıştır. Cennet yolcusu pek çok yanılmalara, yanlışlara, tökezlemelere düçar olacaktır.

İnsan nefsini tahrik eden şehvet çukurları, keyfi arzuların zirveleri, şehvet dikenleri ve tırmıkları... Ter, gözyaşı, mücadele, savaş ve sabır...

Bunların hepsi ilmin kaynağına sımsıkı bağlanmış ilim öğrencisinin önünde kolaylaşmaktadır. Niçin?

Çünkü ilim öğrencisi, engeller karşısında ancak apaçık bir delille hareket ederek bütün engelleri hiçbir zorluk ve sıkıntı duymadan aşmaktadır. Asla şaşkınlığa düşüp yolunu kaybetmemekte, yolda tıkanıp kalmamakta ve tereddüt etmemektedir.

İlim öğrencisinin karşılaştığı kolaylığın ilki ve en büyüğü, meleklerin kanatlarıdır.

Bu kanatlar ilim öğrencisi için yere iner ve son derece şefkat ve yumuşaklıkla onu üzerine alır. Sonra, engellerin üstüne yükselip adeta engellerle alay ederek, onlara aldırmadan geçip gitmesi için meleklerin kanatları ilim öğrencisini kaldırır, yükseklere çıkarır.

Meleklerin kanatlarında manevi dereceler kateden ilim öğrencisi dünya hayâtının ağırlıklarından hafiflediğini, yeryüzünün kir ve pisliklerinden gönlünün ve vicdanının temizlendiğini hisseder.

Vicdanında hoşnutluk nağmeleri ve mutluluk melodileri ses verir. Yüzünde derin bir neşe belirir.

Sonra bütün bunlar yola devam etme azmi ve kararlılığı biçiminde davranışlarına akseder.

Bu durum gerçekte Hz. Peygamber’in (s.a.v.) haber verdiğinden başka bir şey değildir:

“Göktekiler ve sudaki balıklara varıncaya kadar yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ilim öğrenen kimse için mağfiret dilerler.”

Denizlerin karanlık mağaralarında ve yoğun su katmanları altında yaşayan balıklara varıncaya kadar tüm canlılar ilim öğrenen kimse için sürekli mağfiret diliyorlar. Mağfiret dilekleri su katmanlarını yarıyor, nihayet suyun yüzeyine çıkıyor ve bir ahenk içinde diğer dualara katılıyor.

Sevgili gençler...

İlim öğrencisinden bütün dünya razı ve hoşnuttur.

Aileden başlayıp tüm canlılara varıncaya kadar bütün dünya...

Makam ve onur bakımından ilim öğrencisinin sahip olduğu fazilet ve üstünlüğe denk hiçbir fazilet ve üstünlük yoktur... İbadetle meşgul olan (âbid) kimse Allah katında ve insanlar nezdinde yüksek bir derecede olduktan sonra, ilmiyle amel eden alim de, elbette daha yüksek bir makamda ve daha ulvi bir mertebede olacaktır.

Alimin âbid kimseye olan üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.

Dolunayın bulunmadığı bir gecede yıldızlar parlak bir biçimde ortaya çıkarlar ve etrafa ışık saçarlar. Hatta ışığı cılız en uzaktaki yıldız bile belirginleşir, göze gelir. Ama ay ortaya çıkıp dolunay halini aldığında o yıldızlar tutulur, gizlenir ve tevazu gösterirler.

Alim ile âbid arasındaki fark işte böyledir!!..

“Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmazlar. Peygamberler miras olarak sadece ilim bırakırlar. Kim ilmi elde ederse büyük bir pay ele geçirmiş olur.”

Büyük bir miras, ağır bir sorumluluk, zor bir emanet...

Kime bu miras verilmiş ve o da bunları hakkıyla takdir edip kıymetini bilerek, gereğini yerine getirmiş ise muhakkak o dosdoğru bir yola (sırat-ı müstakim’e) iletilmiştir. Kime de bu miras verilmiş ve o da bunları hakkıyla takdir edemeyerek kıymetini bilmeyerek, gereğini yerine getirmemiş ise muhakkak onun ameli boşa gitmiştir. Ve kime de bu miras verilmemiş ve o da bunları elde etmek için gayret göstermemiş ise muhakkak o dünyasını ve ahiretini ziyan etmiştir.

Sevgili gençler...

Göz ve kalplerimizden cehalet örtülerini kaldırmaya ve ardından hayât yolculuğunu sürekli olarak başkalarının ardısıra giden ve onlara uyan kuyruk insanlar olarak değil; onurlu önderler olarak sürdürmek için bu mirası elde etmeye ve ona olan güveni yeniden sağlamaya ne kadar muhtacız.

Aklıma konuyla alakalı çok güzel bir hikaye geliyor.

Rivayetlere göre;

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ebû Zerr (r.a.), bir gün Medine’nin çarşılarını dolaşıyordu. İnsanları kargaşalı bir halde gördü. Dünya hayâtı onları iyiden iyiye meşgul etmiş, hayât meşgalesi onlara egemen olmuş, akıl ve duygularını esir almıştı.

Ebû Zerr (r.a.), dünya hayâtının müslümanları bu derece meşgul etmesinden endişeye kapıldı. İnsanlara seslendi:

–İnsanlar! Şimdi mescidde Muhammed’in mirası dağıtılırken siz mal ve ticarete kendinizi kaptırmış ne yapıyorsunuz?!

Bu söz üzerine insanlar derhal mescide koşuştular.

Ancak mescidde rukü ve secde eden, ibadet edenlerle birlikte, ilim öğreten alim ve ilim öğrenen öğrenciler ve fıkıh öğreten fakîh ve fıkıh öğrenen öğrencilerden başka bir şey göremediler. Derhal homurdana homurdana geldikleri gibi ökçeleri üzere geri döndüler. Ebû Zerr’e (r.a.):

–Mescidde, söylediğinden bir şey göremedik?! dediler. Ebû Zerr (r.a.):

–Muhammed’in mirası işte odur, cevabını verdi.

Bu bir hatırlatma ve öğüttü.

Sevgili gençler...

Ben de size ve kendime bu mirası hatırlatıyor ve onu öğütlüyorum. Zira hatırlatma ve öğüt, Allah’a inanan (mü’min) insanlara fayda verir.

[1] Alak, (96): 1

Namaz ve Ruh Temizliği

Ebû Hüreyre (r.a.)anlatıyor:

“Allah Resûlü’nü (s.a.v.) şöyle derken dinledim:

–Ne dersiniz; birinizin kapısının önünden bir nehir aksa, günde beş defa o nehirden yıkansa, onda kirden eser kalır mı?!

Sahabîler:

–Hayır, onda kirden eser kalmaz, dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) :

–Beş vakit namaz da işte bu nehir gibidir. Allah, beş vakit namazla günahları yıkar, yok eder, buyurdu.”

Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce

Bir nehir!

Açılıp kapatılan bir musluk değil. Bir su deposu da değil dolan ve boşalan.

Bilakis gürül gürül akan, suyu berrak ve hoş bir nehir. Suyunda bir bulanıklık ya da renk yok, tad ve kokusunda da bir bozulma söz konusu değil. Sürekli veren, daima cömert.

Herhangi birimizin kapısı önünden bir nehir aksa, temizlenmek maksadıyla günde beş sefer içine girip yıkansa, o kimsenin üzerinde hiç kir kalır mı?!

Hayır...

Allah’ın Resûlü Muhammed’in (s.a.v.) , huzurunda kendisini dinleyen sahâbeye yönelttiği soruya sahâbe hiç düşünmeden cevap verdi:

–Hayır, onda kirden eser kalmaz..

Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) :

–Beş vakit namaz da işte bu nehir gibidir. Allah, beş vakit namazla günahları yıkar, yok eder” buyurdu.

Hz Peygamber’in bir başka hadisinde buyurduğu gibi: “Temizlik imandandır.”

Bazı yönlerden ve alakalı olduğu konular bakımından farklı olsalar da bu iki hadis birbirine çok benzemektedir.

İman, kalbe bağlı ince manevi bir duygudur. Temizlik ise maddi bir dış görünümdür. Aralarında nasıl bir bağı, benzerlik ve uyum olabilir?!

İman, -Hz. Peygamber’in haber verdiği üzere- kalbe yerleşip de amelin kendisini tasdik ettiği şeydir.

Bu açıdan temizlik; imanın bir göstergesidir. İmanı haber verir, onu işaret eder ve onu çağrıştırır.

Sevgili gençler...

Birey ve toplum hayâtında İslam gibi maneviyat ile maddiyatı birbirine bağlayan bir başka din asla bulamazsınız.

Bunlar bir anda akla gelen ve kalemin pervasızca satıra döktüğü düşüncelerdir. Arzetmekte olduğum hadisle olan yakınlık, ilişki ve uyumundan dolayı bu düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Hadis-i şerîfe dönüyoruz...

Hadisin içimize fısıldadığı düşüncelerden biri de şudur:

Nehir suyunun kesintisiz bir şekilde akışının sürüp gitmesi ve insanın o suya girip yıkanması gibi, namaz kılmaya da ara vermeksizin devam etmek.

“Nehir” sözcüğü, zihnin düşünce ve hayâl dünyasında bir görüntü meydana getirmektedir. Nehir sözcüğünün zihinde bıraktığı bu görüntü aralıksız bir akıntıdır. Nehir sözcüğü telaffuz edilir edilmez zihne bu görüntü âdeta nakşoluyor.

Akıp gitmekte olan su, kimi zaman bir kayaya çarpabilir kimi zaman da bir çukur onu kolları arasına alabilir. Ancak çok geçmeden su, önüne çıkan bu engelleri süratle aşar. Yolunu kesen engeller karşısında gök gibi gürleyerek, aslan gibi kükreyerek direnir ve meydan okur. Daha sonra suyun, ardında köpük bırakarak zafer marşlarını andıran kendine has sesiyle şırıl şırıl akıp gittiğini görürsün.

Yaşam şartları, suyun kenarında veya civarında oturan insanı yaptığı işin durumuna göre, suyu kullanarak hayâtın kirlerinden temizlenmeye mecbur ediyor. Suyun kenarında veya civarında oturan insan, su aramadığı gibi aramak için herhangi bir gayret de göstermez. Zira su hemen onun yakınında, görme ve duyma alanlarının sınırları içindedir; suyun akışını görmekte ve şırıltısını işitmektedir. Kendisi hiçbir zahmet ve gayret göstermediği halde bu su onun istifadesine sunulmuştur. Temizlenmek için aralıksız olarak suya gelir temizlenir. Nehir suyunun kesintisiz olarak akışının sürüp gitmesine benzer bir şekilde o insanın da maddi temizliği sürer gider...

Temizlik sadece dış görüntüyle olmaz, sadece bedenle sınırlı kalmaz. Çünkü insan, beden ve ruhtan meydana gelmektedir.

Örneğin: Sabah namazını kılıp da işine giden insan... Kendisini geçim mücadelesinin ortasına atacak, menfaat ve kazancının peşinden koşacak, böylece nefsi tahrik edici ağlarada takılacaktır. Bu insan kaçınılmaz olarak keyfi arzularının (heva) etkisinde kalarak –bir sınıra kadar– şehevi arzuları ve çıkar peşinde sürüklenecektir. Bu durumdaki bir insan kendisine bulaşan kir ve pisliklerden ruhunu ve gönlünü nasıl arındırıp temizleyecektir?!

Bu kişi nasıl davranmalı ki, kalın bir tabaka halini almış yoğun günah kiri katmanından, kalpleri kapkara kesilmiş insanlardan da olmasın. Bunun için hemen öğle namazına koşar. Allah’ın huzurunda kıyam durarak farzı eda eder. Kendini hesaba çeker; günahını hatırlayarak Allah’tan kendini bağışlamasını niyaz eder.

Hiç şüphesiz o, bu davranışıyla, suyu berrak ve temiz olan bir nehirde yıkanan insan gibidir.

Yıkanıyor da yıkanıyor... Beş kez... Ardından gecenin karanlığı gelip onu bürüyor, kendini uykunun kollarına bırakıyor... Bu esnada hiçbir yanlış davranışta bulunmuyor, kendisine hiçbir kir bulaşmıyor. Çünkü uyuyan insan, ölü gibidir.

Sonra yaşama yeniden dönüyor...

Sevgili gençler...

Gerçekte namaz, sınırlı dakikalar içerisinde Allah’a yapılmış bir yolculuktur. İftitah tekbiri’nden selâm’a, ayaktaki başlangıcından oturarak namaz bitimine kadar yerin ve evrenin maddiliğinden kopmadır, madde ile ilişki ve bağların kesilmesidir.

Namazdaki her söz, her hareket ve tabii her görüntü bir yükseliş ve yüceliş; hem de yücelere yükseliştir. Ayrıca sürekli bir temizlenme ve devamlı bir arınmadır.

Kıyam, rüku, secde ve “Allah-u Ekber” sözüyle başlama arasındaki bağlantının anlamını kavraman gerekmez mi?!

Sevgili gençler...

Keşke bu anlamı yaşayabilseydik... O takdirde gözlerimizde ve duyularımızda varlık küçülecek ve bütün genişliğine rağmen dünya gözbebeğimizde ve vicdanımızda ufacık olacaktır.

“Allah-u ekber” sözü bizi tüm keyfi arzu ve dürtülerinden, her türlü dünyevi dalalet ve sapıklıktan kurtarır. Böylece Allah’ın huzurunda duruşumuz temiz ve saf bir kıyam halini alır.

Bu söz, namazın rüku, secde ve kıyam olarak bir bölümünden diğer bir bölümüne geçiş anında, içinde ve üzerinde bulunduğumuz gerçekleri bize hatırlatır. Hem de, saf mü’min gönle pek çok hakikatler, anlamlar ve ibretler fısıldayıp ilham ederek ve onu devamlı kesintisiz bir canlılık ve sınırsız bir güçle donatıp besleyerek.

Yeryüzünün farklı ülkelerinden milyarlarca müslüman kardeşinle aynı kıbleye yönelişteki birliğin anlamını kavraman gerekmez mi?!

Nitelikte, görünüşte ve yönde... Sözde, eylemde ve harekette birlik...

Buradaki kardeşliğin anlamını, daha da geniş bir şekilde kavraman gerekmez mi?!

Son olarak...

Söze daha fazla devam edemeyeceğiz. Zira namaz konusu bu sayfalara sığacak gibi değil. Kaldı ki daha fazla devam edersek konu dışına çıkma endişesi de söz konusu...

Yoksa namaz hakkında çok söz söylenebilir.

Bu seferlik, namazın sadece manevi temizlik boyutundan, yaşamın ve dünyanın kirlerinden sürekli bir temizliğin kaçınılmazlığından bahsetmekle yetiniyoruz.

Helal Kazanç

Ebû Hüreyre (r.a.)anlatıyor:

“Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Kim helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse –zaten Allah ancak helâl kazançtan yapılan sadakayı kabul eder– Allah o sadakayı sağ eli[1] ile kabul eder.

Sonra onu içinizden birinin tayını büyüttüğü gibi büyütür ve sonunda o sadaka dağ gibi olur.”

Buhârî, Müslim, Nesaî, Tirmizî,

İbn Mâce ve Sahih’inde İbn Huzeyme

Sevgili çocuğum,

Sen neyinden sadaka verebilirsin ki? Hem nasıl?

Bir kazanç ve gelir sahibi olmadığın gibi bir rızık sahibi de değilsin. Babandan aldığın ve senin için ayrılmış sınırlı miktardaki günlük cep harçlığından başka hiçbir gelirin de yok. Bunun da çok az ve ancak günlük ihtiyaç ve giderlerini karşılayacak kadar olduğu da şüphe götürmez bir gerçek.

Üzüntüden bağrı yanmış dert sahibinin ateşini söndürmek, aç olanı doyurmak, Allah’ın adının anıldığı camilerin yapımı veya insanlara faydalı olan çeşitli hayır kuruluşlarının kurulması gibi faaliyetlere katılmak suretiyle kendini iyilik yapmaya alıştırır ve vicdanının da seni bu yöne sevketmesini sağlayabilirsen...

Evet, bunu yapabilirsen kazancın ne olacak?

a) Öncelikle, gönlünün derinliklerinde güzel, asil bir gelenek kök salacaktır. Böylece iyilik, senin söz ve eylemlerinde daima rehberin, olacaktır. Son derece şefkat sahibi yumuşak huylu, duyarlı, kibar ve seçkin bir şahsiyet olma yolunda ilerleyeceksin.

b) Halkın sevgisini ve güvenini kazanıp toplum tarafından sevileceksin.

Halkın sevgisi, paha biçilemeyen ve değeri takdir edilemeyen sermaye kabul edilir. Toplumun sana duyduğu güven senin en büyük hazinendir; dünya hazineleri arasında bu güvenin bir benzeri daha yoktur!.

c) Yaptığın iyilik, bu anlattıklarımızın da ötesinde, ahirette Allah-u Teâlâ katında senin için açılmış büyük bir hesap olacaktır. Bu hesabın artma ve büyüme oranı /miktarı nedir?

Allah, yaptığın her bir iyiliği on katı iyilik olarak hesabına geçmektedir![2]

Suyun ateşi söndürmesi gibi sadaka da günahı söndürür!

Sadaka olarak verdiğin şey katlanarak büyür ve on katına ulaşır. Ayrıca bir de fazlalık vardır! Nasıl?

Hadis-i şerîfinde Hz. Peygamber (s.a.v.) bize bildirmektedir ki Allah-u Teâlâ’nın bir hurma miktarı kadar da olsa helâl kazançtan verilen sadakayı sağ eli ile kabul ettiğini bildiriyor. Allah’ın sağ eli, hadiste gerçek anlamında kullanılmayıp kinayedir. Yâni Allah’ın, o sadakadan hoşnut olduğunu ve onu kabul ettiğini anlatır. Sonra daha başka?

Sonra Allah o sadakayı sahibi için büyütüyor...

Mutlak Yaratıcı olan Allah, o sadakanın, sanki yeni dikilmiş bir fidan, bir filiz ya da yeni doğan bir tay misali beslenme ve büyümesini üstleniyor, garanti ediyor.

Tay sahibinin tayına ne derece bakım ve itina gösterdiğini, tayına karşı olan şefkat ve merhametini elbette biliyoruz. Onu besliyor, temizleyip tımarlıyor, soğuktan ve kırağıdan koruyor, sıcaktan uzak tutuyor, yürüme alıştırmaları yaptırıyor. Ona en içten, en saf şefkat ve sevgiyi gösteriyor. Ta ki büyüyünceye, varlığı artıp gelişinceye ve güçleninceye kadar.

Şu kadarı var ki, bu tay ne kadar büyürse büyüsün asla dağ büyüklüğüne ulaşamaz.

Fakat,

Senin verdiğin o sadaka...

Hacim, ağırlık ve değer bakımından basit bir hurma... İrilik, yükseklik ve ululukta dağ gibi oluncaya kadar Allah’ın yemininde büyümeye devam ediyor. Onu dağ gibi büyütmek Allah için hiç de zor değil.

İşte burada iyilikler binlerce kere on katını aşıyor!

Sevgili gençler...

Her ne kadar iyilik, kendisine maddi değer biçilebilen türden birşey olsa bile, asla maddi ölçü ve kriterlere boyun eğmez! Özelikle de Allah-u Teâlâ katında...

Bir örnek vereyim:

Cebinde 10 liran olsa ve sen bu 10 liranın 1 lirasını muhtaç hak sahibine sadaka olarak versen infak etsen. Toplumun geçerli gelenek ve adetlerine göre cebindeki 10 lira 9 lira olmuştur. Fakat gerçekte ve Allah katında o 10 lira, 19 lira olmuştur.[3] Zira hayr-u hasenat yolunda harcadığın o 1 lira katlayarak büyümüş ve 10 katına ulaşmıştır. Sakın, ‘bu ahirette!..’ deme! Dünya hayâtı ile ahiret hayâtı, iman edip de takvayla kuşanan insanlar nezdinde birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır.

Allah’ın Resûlü Muhammed (s.a.v.) ne kadar doğru söylemiş:

“Sadakadan dolayı hiçbir mal eksilmemiştir.”

Kavramanı istediğim diğer bir gerçek daha var:

Anlatıldığına göre; Hz. Aişe (r.a.) sadaka olarak vereceği dirhem veya dinarlara, onları fakirlere vermeden önce güzel kokular sürüyordu. Niçin böyle yaptığı kendisine sorulduğunda:

“Çünkü sadaka fakirin eline düşmeden önce Allah’ın eline düşer.” cevabını verdi.

Sadaka vermen ve böylece de verdiğin o sadakayı ebedi kılman gerekmez mi?

Allah seni korusun, sana yolunu göstersin ve adımlarını iyilik yapma yönünde doğrultsun.

Allah’ın selâmı üzerine olsun

İnsan İçin En İyi Arkadaş: Kur’an

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

“Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Kur’an okuyan mü’min, turunç meyvesi gibidir: Kokusu hoş ve tadı güzeldir. Kur’an okumayan mü’min, hurma gibidir: Kokusu yoktur ama tadı güzeldir.

Kur’an okuyan münafık, reyhan otuna benzer: Kokusu güzeldir ama tadı acıdır. Kur’an okumayan münafık, Ebûcehil karpuzu gibidir: Hem tadı acıdır hem de kokusu yoktur.

İyi arkadaş, misk taşıyan insana benzer: Misk taşıyan ya sana o kokudan hediye eder ya da ondan sana hoş kokular gelir. Kötü arkadaş ise körük çeken insana benzer. Körük çeken, ya sana kara bulaştırır ya da ondan sana pis dumanlar gelir.”

Ebû Davud

Kur’an...

Mü’min ve münafık...

Tad ve koku...

İyi arkadaş ve kötü arkadaş...

Bunlar hadis-i şerîfin konusunu ve eksenini oluşturan ana öğeler.

Kur’an’a gelince...

Kur’an, asıl hareket noktası ve merkezdir! Müsbet ya da menfi, yakınlık ya da uzaklık bakımından sözkonusu öğeler onun üzerine bina edilirler. Kur’an bu öğelerin, etrafında döndükleri eksendir.

Sevgili gençler...

Kur’an hakkında yapılacak bir konuşma alışılagelen, bayağı bir konuşma değildir. Aksine oldukça ciddi, ayrıntılı ve uzun süren bir konuşmadır. Ne var ki bu sayfalar bu konuşmanın yeri değil.

Yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem bütün okyanus ve denizler de mürekkep olsa, Allah’ın sözleri bitmeden önce muhakkak bu kalemler ve mürekkepler tükenirdi. Hatta bu kalemler ve mürekkepler, aklın tereddütsüz kabul ettiği ilahi gerçekleri yazmaktan bile aciz kalırdı.

Allah’ın Resûlü Muhammed’in (s.a.v.) Kur’an hakkındaki sözlerinin sınırında durmak bize yeter. Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’an hakkında şöyle buyurmaktadır:

“O, Allah’ın kopmaz ipidir. O, hikmet taşıyan sözdür. O’nda sizden öncekilerin ve sonrakilerin haberi, aranızdaki anlaşmazlıkların hükmü ve çözümü vardır. Kim büyüklenerek O’nu terkederse, Allah o kimseyi helak eder. Kim de O’ndan başkasında hidayet ararsa, Allah o kimseyi saptırır. O hak ile bâtılı ayıran bir sözdür. O asla bir oyun değildir. İnsanı hayrette bırakan güzellikleri tükenmez. Çokça okunması sebebiyle asla eskimez.

Cinler Kur’an’ı dinlediler ve şöyle dediler: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulâde güzel bir Kur’an dinledik. Biz de ona iman ettik..”[4]

Açıklamanın bu sınırında duruyor ve en küçük bir ilave dahi yapmıyoruz...

Çünkü Allah’ın Peygamberi Muhammed’in (s.a.v.) sözüne bir harf dahi ilave etmek bizim haddimize değil. Hem ne ilave edebiliriz ki?!.

Kur’an ile birlikte yaşayan mü’min, turunç meyvesine benzer: Kokusu hoş ve tadı güzeldir. Tadı leziz, kokusu nefistir.

Hiç şüphesiz Kur’an Allah’ın sofrasıdır. Mü’min bu sofraya gelir ve O’nun temiz, güzel ve leziz yemeklerinden beslenir. Aldığı besin bedenine derhal canlılık ve dinçlik kazandırır. Hücrelerine ve damarlarına kan hücum eder. Yüzüne bir aydınlık gelir, gözleri ve alnı ışıl ışıl parlar.

Kur’an daima kurulu hazır bir sofradır. Bazen serilen bazende kaldırılan bir sofra değildir. Aklı ve kalbi aynı anda besler. Sofrada bulunanları mükemmel ve seçkin bir şahsiyet haline getirir. Toplum içinde onları en güzel bir yaşamın sahibi kılar. Onlar simalarından ve etrafa yayılan kokularından tanınırlar. Yaşamın günlük işlerinde veya karşılıklı yardımlaşma ve ticari ilişkilerde bulunma gibi sebeplerle diğer insanlarla biraraya geldiklerinde, tadlarının tatlı yakınlıklarının da leziz olmasıyla tanınırlar.

Nihayetinde insan ailesi ve toplumu içinde ahlâktan ibarettir.

Sevgili gençler...

Kur’an’ı ayrılmaz bir parçanız ve sürekli başvurduğunuz bir kaynak yaparak onu okumaya, anlamaya çalışmaya, vicdanınızda dosdoğru bir yol ve hayâtınızda dürüst bir yaşam tarzı edinmeye ne dersiniz?!.

Allah’ın sevgili peygamberi Muhammed (s.a.v.) sizin için en güzel örnektir. Mü’minlerin annesi Hz. Aişe’ye (r.a.)Allah Resûlü’nün (s.a.v.) ahlâkı sorulduğunda şöyle cevap verdi:

“O’nun ahlâkı Kur’an idi.”

Sevgili gençler...

Sakın, iyi olduğu ancak tadına bakıldığı ya da ağızda çiğnendiği zaman anlaşılan iyi cins bir meyve olmayın.

Sizden yayılan ve tekrar size geri dönen o güzel koku içinizde muhakkak kök salmalıdır.

Birden fazla ahlâkî faziletlerle süslenmek zorundasınız.

Bunun için derhal kendinizi Kur’an’a verin ve Kur’an okumaya başlayın. Gece ve gündüz huşuyla, edeple, verdiği öğüdü kabul ederek okuyun. Kesinlikle Kur’an’ı, boynunuzu süslediğiniz bir ziynet eşyası ya da duvarınızı süslediğiniz bir tablo yapmayın.

Kendilerine semavi bir kitap verilip de arkalarına atanlar ya da onu okumayıp, içindekilerle amel etmeyen de aksine onu oyun ve eğlence edinen insanlar ne zavallı, ne bedbahttırlar.

Onlar güzel kokuyu ve leziz tadı bırakıp gitmişlerdir.

Onlar demircinin körüğünü, siyah dumanını ve karasını misk sahibine tercih etmişlerdir...

Sevgili genç...

Kur’an’ı kendine, yalnız başınayken ve toplum içine çıktığın zaman her an beraber olduğun en candan arkadaşın ve yoldaşın yap. Kendin, ailen ve yakın akrabaların için bir yaşam biçimi edin. Bil ki, bütün bunları yaptıktan sonra senin iyi bir şöhretin, güzel bir namın, düzgün ilişkilerin ve aranan bir sevgin olacaktır.

Genç Kız Bedenini Örtmeli

HER GENÇ KIZ, BEDENİNİ ÖRTMEKLE YÜKÜMLÜDÜR

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor:

“Hz. Ebû Bekir’in kızı Esma, ince bir elbise giymiş olduğu halde Allah Resûlü’nün (s.a.v.) huzuruna girdi. Allah Resûlü (s.a.v.) Esma’yı o halde görünce ondan yüzünü çevirerek şöyle dedi:

–Ey Esma, kadın hayıza (büluğa) erince artık ondan şunun ve şunun dışında bedeninin hiçbir yerinin görünmesi uygun olmaz. (Allah Resûlü (s.a.v.) bu sözlerini söylerken kendi yüzüne ve ellerine işaret etti.)”

Ebû Davud

“Anneler günü” bu asrın uyduruk bid’atı. Hakkında söylenen olumlu ya da olumsuz bütün söz ve görüntülere rağmen iyi anlamlar ve asil bir hedef taşıyor.

Fakat liderlere taç giydiren ve örnek şahsiyetler ortaya çıkaran idealizme gelince... O da, tamamı ya maddi ya da menfaatçi olan belli birtakım kriterlere tabidir.

Keşke bu kriterleri geliştirseydik; imanı ve bu imandan kaynaklanan esasları bu kriterlerin ilki ve zirvesi yapsaydık.

Sevgili gençler...

Bu başlangıç/giriş ile Allah Resûlü’nün (s.a.v.) beşinci nasihatını bildirdiği hadis-i şerîf arasında bizi bu konuşmayı yapmaya iten münasebet; Hz. Ebû Bekir’in kızı, güzide bir sahâbî hanım olan Esma’nın (r.a.) seçkin şahsiyetidir. Hz. Esma (r.a.) bebekliğinden ihtiyarlığının son demlerine kadar, hem kendi şahsında hem de aile içerisinde Allah’ın emirlerine olan tam bağlılığıyla daima ideal bir genç kız ve anne olmuştu.

Hayra yönlendirme ve annelik hakkında söylenmiş en muazzam ve ulvi sözlerden biri de Hz. Esma’nın (r.a.), oğlu Abdullah b. Zübeyir’e (r.a.)söylediği o meşhur veciz sözüdür. Oğlu Abdullah ‘Mekke’de, Abdülmelik b. Mervan’ın Haccac b. Yusuf es-Sakafi komutasındaki ordusu tarafından kuşatma altına alınmıştı.

Her birinizden o nasihat dolu sözü ciddi bir şekilde araştırmanızı ısrarla istiyorum. Çünkü o sözde sizi yakından ilgilendiren, size faydalı pek çok şey bulunmaktadır.

Bundan sonraki sözlerim sadece sevgili kızımadır. O, İslam’ın genç kızına... İslam evladının annesine... İslam’ın şimdiki ve gelecek neslin terbiyecisine ve istikbalimizin köşe taşına...

Hadis-i şerîfte geçen “uygun olmaz” sözü üzerinde biraz istiyorum. Çünkü bu söz, dayanak noktamızı oluşturmaktadır. Fitneye gelince o; sapıtmanın kavşağı, tehlikeli bir viraj, yoldan çıkışın uçurumu ve tali yolu çok olan bir caddedir. O derece ki bu caddede yürüyen insan sanki kendisini “Nasreddin Hoca’nın evinde” gibi hisseder. Ne tarafa dönse nihayetinde bir engele çarpar. Karşısına zifiri bir karanlık çıkar. Yitik vadilerde el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan kör gibi aranır durur. Kurtulmak, çıkıp gitmek için ne bir yol bulabilir ne de bir gedik...

Bugün sıkıntısını çektiğimiz ya da özellikle gençlerimizin sıkıntısını çektikleri bela, fitne, şehvet, arzu, zevk ve haz kasırgaları budur. Bir çukurdan kurtulmalısın, mutlaka diğerine yuvarlanır.

Sonra cadde ve sokaklarda, halka açık genel alanlarda, park ve kulüplerde kol gezen fitne, yalnızca kendisine bela olmaz. Bilakis görünen ve görünmeyen fitneler, tellerde elektrik akımının akışı gibi, iki taraf -erkek ve kadın- arasında gider gelir.

Bugün toplumda hüküm süren ve kabul gören şey, fesad ve ahlâkî çözülmeden başka nedir?

Hangi insaf sahibi insan bunun ahlâkî çözülmeden başka birşey olduğunu söyleyebilir?

Fesad (bozgun) ve salah (huzur) bir çelişkinin iki zıt uçu.

Allah Resûlü (s.a.v.) , büluğ çağına erip kadınlık belirtileri ortaya çıkan Esma’yı ince elbiseler giymiş bir halde görünce mübarek yüzünü ondan çevirerek şöyle dedi:

“Ey Esma, kadın hayıza (büluğa) erince artık ondan şunun ve şunun dışında bedeninin hiçbir yerinin görünmesi uygun olmaz. (Allah Resûlü (s.a.v.) bu sözlerini söylerken kendi yüzüne ve ellerine işaret etti.)

Hz. Peygamber (s.a.v.) Esma’ya (r.a.); “Ey Esma, genç kız...” demedi; bilakis “Ey Esma, kadın...” dedi. Çünkü Esma henüz evlenmemiş olsa da genç kızlık çağını çoktan gerilerde bırakmış, olgunluk ve kemal çağına girmişti.

Bizzat kendisinin doğal olarak görülmesi caiz olan yüz; boya, krem ve pudraların doldurduğu yüz değil, aksine her türlü süs ve fitneden uzak, kozmetik sektörünün tuzağına düşmemiş olan yüzdür. Tabi bu doğal ve temiz yüzün görülmesi de ancak fitneden emin olunan durumlar için geçerlidir.

Aynı şekilde görülmesi dinimizce caiz olan el, faziletin kanına girmemiş olan eldir. Yoksa uzun, sivri, keskin ve boyalı tırnaklar değil!! Ama ne yazık ki bugün ayak tırnakları bile faziletin kanına girmekten, bu kokmuş kan balçığına dalmaktan kendini kurtaramamıştır?!

Genç kızlarımız küstahça ve hayâsızca bir meydan okuyuşla bu saygın nebevi nasihatın tam aksini yapıyorlar!.

Örneğin; genç kız önceleri bütün bu çirkin hallerden uzakta bulunurken büluğ (hayız) çağına erip olgunluk devresine girdiğinde, derhal süslenme ve güzelleştirme yöntemlerini uygulamada ve bedenin fitne çıkarıcı ve tahrik edici bölgelerini olduğu gibi açığa çıkaran elbise modellerini bulup geliştirmede son derece becerikli bir sanatkar oluveriyor!

Dosdoğru olan bir yaşam çizgisi eğrilip büğrülerek bozuluyor, yol sallanıyor ve toplum bir kargaşa içinde dalgalanıyor.

Müslüman genç kızım...

Sen ya istikamet ve hidayet kaynaklarından bir kaynak, ya da helak ve fesat uçurumlarından bir uçurumsun...

Ve bütün bunlar senin dünyana ve ahiretine yansımaktadır. Ya her türlü kötülükten uzak olmak (selâmet) ve sevap, ya da her türlü kötülük içinde olmak (şekavet) ve azap... Allah’tan kork, dürüst erkekler ve dürüst kadınlarla, Allah’a itaatkar erkekler ve Allah’a itaatkar kadınlarla, Allah’a hakkıyla iman eden erkekler ve hakkıyla iman eden kadınlarla beraber ol ki, en yüksek derecelere yükselesin.

Allah’ın selâmı üzerine olsun.

Gençler, Kendinizi Allah’ın Rahmetinden Mahrum Etmeyin

İbn Abbas (r.a.) anlatıyor:

“Allah Resûlü (s.a.v.) kadınlara benzemeye çalışan erkeklerle, erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lanet etti.”

Buhârî, Ebû Davud, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce

Bireyler, iç veya dış etkilerle zaman zaman değişim ve dönüşüm geçirirler. Milletler de bu özelliklerinde bireylere benzerler. Aynı bireyler gibi, kimi zaman kendi içlerinden kimi zamanlar da dışlarından kaynaklanan birtakım faktörlerin etkisiyle değişim ve dönüşüm yaşarlar.

Zaman olur bir milleti güçlü, kuvvetli, intizam içinde, ciddi, mükemmel bir yönetim ve asayiş halinde yüce bir makamda görürsün...

Bir zaman gelir görürsün ki, aynı millet zayıflamış, çökmüş bir haldedir. Güçlü milletlerin peşlerine kuyruk olmuştur. Her sesin ardı sıra koşmaktadır. Kendisini ölüme bile sürse her çobana kayıtsız boyun eğmektedir. İradesini açıkça ortaya koymaktan acizdir. Görüş ve kudreti de zorla elinden alınmıştır; kendi istediği doğrultuda hareket edemez, iş yapamaz.

Kendi keyif ve arzusuna göre konuşmayan Allah’ın Peygamberi, çağları delip geçen bakışıyla gayb perdelerinin ardını görüyor ve Allah’ın yaratmasını zorla değiştirip kadın ve erkek arasında var olan ayırıcı temel özellik, ölçü ve farkları sarsanları –lanetle– sakındırıp uyarıyor...

Hz. Peygamber belinde kılıç taşıyan bir müslüman kadın gördü. Yer savaş alanı olmadığı gibi seferberlik zamanı da değildi. Erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lanetler okuyarak mübarek sözünü söyledi.

Sadece bununla kalmadı... Bilakis bu laneti, kadınlara benzemeye çalışan erkekler için söyledikleri izledi.

Herbir kadın ve erkeğin aşmamaları gereken bir sınır, uymaları gereken toplumsal kurallar ve hayâtta taşıdıkları bir misyonları vardır. Kadın ve erkeğin kendi yaratılış, cinsiyet ve şahsiyetlerine özgün özellikleri vardır. Bu özelliklerde birinin diğerine benzemeye çalışması sınırın çiğnenmesidir. Bu ise herşeyin birbirine karışmasıdır.

Bu taşkınlık yaşadığımız çağda o kadar yayılmıştır ki artık genç kızların gözünde erkekleşmek medeni olmanın ölçüsü olmuştur. Aynı şekilde bu ölçü genç erkeklerde görülen kadınlaşma için de geçerlidir!

Bu taşkınlığı savunan ve onu revaçta tutanlar, bunun sadece bir dış görüntü -elbise, hareket ve davranış- olduğunu söylüyorlar. Onlar bu iddayı savunurlarken dış görüntünün iç âleme yansımasından ve bunun insan psikolojisi üzerindeki etkilerinden, kadın ve erkekten her birine yüklenmiş olan misyonun temellerini yitirdiklerinden gafil olduklarını zannetmiyorum. Erkek için bu misyon: Ailenin gerekli, bakım ve geçimini üstlenmeyi de içine alan babalık olurken; kadın için ise, aile fertlerinin terbiye ve eğitimini kapsayan anneliktir.

Müslüman genç kızım...

Dur, düşün ve câhillikten en güzel biçimde sıyrıl...

Ey genç adam...

Aynı şekilde sen de câhilce davranışları sürdürmeyi bırak.

Bütün asaleti, orijinalliği ve kendine has temel özellikleriyle seçkin ve saygın olan İslami şahsiyetinize dönünüz. Kendinizi ve ümmetinizi dalalet çukurlarından hidayetin zirvelerine yükseltiniz.

Ve –vallahi– bu koşunuzda Rabbinizin Kitabından ve peygamberinizin tavsiyelerinden başka bir şeye de sahip değilsiniz.

Ellerinizi Doğru Kullanın

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.) anlatıyor:

“Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

Sizden hiçbiriniz kesinlikle sol eliyle yemesin ve içmesin. Çünkü şeytan sol eliyle yer ve içer.”

Mûslim, Ebû Davud, Tirmizî ve İmam Malik

Konuyla ilgili olarak aklıma Hz. Aişe’nin (r.a.) bir sözü geliyor. Hz. Aişe (r.a.)bu sözünde diyor ki:

“Allah Resûlü (s.a.v.) temizlik ve abdestinde sağdan başlamayı severdi.”

Abdest alırken yıkamaya önce sağ organlarından başlar, sonra sol organlarını yıkardı.

Hz. Peygamber (s.a.v.) temizlik ve abdestinde sağdan başladıktan sonra, diğer işlerinde de doğal olarak sağdan başlayacaktır...

Sevgili oğlum,

Çocukların pek azında sol eli ile iş yapma eğilim ve alışkanlığı (solaklık) baskındır. Bu özellikteki çocuklar bir şeyler yer ve içerken, yazı yazarken ve ellerini kullandıkları diğer işlerinde sağ yerine sol ellerini kullanırlar.

Çocukların sol ellerini kullanmaktan sakındırılmaları ve gerektiğinde de ikaz edilmeleri konusunda öncelik sorumluluk –ister anne–baba, ister öğretmen olsunlar– eğitimcilerin üzerine düşüyor.

Eğitimciler bu prensipten gafil olsalar bile sen ondan asla gafil olmayacaksın. Sağ elin başta olmak üzere tüm organlarını ‘organsal misyonlarını’[1] yerine getirmeye alıştıracak, yatkın hale getireceksin.

‘Organsal misyonları’ sözünü basa basa ve tam bir kesinlik ve kararlılıkla söylüyorum... Çünkü bedenimizdeki her bir organın, Allah’ın yaratılıştan kendisine yüklediği fıtri bir vazifesi vardır. Çocuklar üzerinde yapılan araştırmalar ve gözlemler, henüz kavrayışın ilk merhale, kendilerine uzatılan nesneleri sağ elleriyle aldıklarını ve pek az çocuğun böyle bir durumda sol ellerini uzattıklarını ortaya koymaktadır.

Allah Resûlü’nün (s.a.v.) seni, sol elle iş yaparak şeytanın yolunu izlemekten sakındıran nasihatı ise elbette bütün bu anlattıklarımızın üstünde bir yere sahiptir.

Evet, muhakkak sol elin de bir vazifesi vardır. Bu vazife ise, küçük veya büyük tuvaleti yaptıktan sonra temizlenirken kullanılmaktır...

Sevgili oğlum,

Allah Resûlü’nün (s.a.v.) sünnetine sakın aykırı davranma. Çünkü bu, Allah’ın seçkin ve mükemmel olan kullarının sünneti (yaşama biçimi)dir.


Önünüzden Yiyin

İbn Abbas (r.a.) anlatıyor:

“Bereket, yemeğin ortasına iner. Bundan dolayı yemeği kenarından yiyiniz, ortasından yemeyiniz.”

Ebû Davud, Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce

Amr b. Ebû Seleme (r.a.)ise şöyle anlatıyor:

“Ben Allah Resûlü’nün (s.a.v.) terbiye ve himayesinde olan genç bir çocuktum. Elim yemek tabağının her tarafına uzanıyordu. Bu durumumu gören Allah Resûlü (s.a.v.) bana:

–Ey çocuk!.. Allah’ın adını an (besmele çek), sağ elinle ve sana yakın yerden, önünden ye! buyurdu.”

Bereket ve edep... Mübarek peygamberî nasihatın belirgin iki teması.

Bereket nedir? Ne anlama gelmektedir?.

Bereket, Allah’ın mü’min kulları üzerine inen bir rahmettir. Onların duyu ve duygularına uğrayarak, oradan vicdanlarının en derin noktalarına nüfuz eder. Böylece Allah’ın rahmetine muhatab olan bu insanlar, gözleriyle görmeden önce basiretleriyle görürler, kulaklarıyla işitmeden önce kalplerinin titrek çarpıntılarıyla işitirler, dilleriyle tad almadan önce gönülleri ve ruhları ile tad ve haz alırlar.

Bereketin Allah katından bir rahmet olduğunu Allah Resûlü’nün (s.a.v.) geçen konuşmasındaki ‘iner’ sözünden anlamaktayız. Çünkü ‘inmek’ ancak yüksek bir yerden olur... ‘Yükseklik’ ise peygamberî örfte sadece İlahî Zât’a mahsustur!..

Bereket, nesnelerde ve somut şeylerde duyumsanamayan bir anlamdır. Bu bakımdan bereket, ruhun gıdasıdır. Ama Allah’a iman eden ve Allah ile irtibat halinde olan ruhun...

Yiyip içmeden hemen önce ve girişilen her işin başında Allah’ın adını anmak (besmele çekmek), o şeyin bereketini çoğaltacak ve hayrını arttırıp şerrini önleyecektir.

Bu durumu Allah’ın sevgili Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle açıklamıştır:

“(Bismillahirrahmanirrahim) ile başlamayan her iş noksandır.” Yâni eksiktir. Burada eksiklik, o işten bereketin kalkmasıdır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bir başka hadisinde ise şöyle buyurmaktadır:

“Mü’min bir tek mideyle, şeytan ise yedi tane mideyle yer.”

Niçin?!

Çünkü müslüman, yemeğine Allah’ın adını anarak başlar böylece o yemeğe hemen bereket iniverir. Ruh ve beden bakımından disipline olarak kontrol altına girer. Böylece az bir yemekle doyarak kendini çok yemenin getireceği zararlardan korur.

Ama diğerleri...

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) onları şeytana benzetmektedir. Onlar bereketin izlerini ve etkilerini asla göremez ve hissedemezler. Bundan dolayı onlar, yemeğe doymak bilmeyen oburlar gibi düşkünce ve müsrifçe atılırlar; ne yemekle karınları doyar ne de suya kanarlar. Sanki her birinin yedi tane midesi vardır.

Sofranın temizlik ve düzenini muhafaza etmek için kişinin aşırıya kaçmadan ve başkalarını incitmeksizin kendi önünden, tabağın kendine en yakın yerinden yemesi yemek âdâbındandır.

Sevgili gençler...

İslam, yaşamın açığa çıkan her manzara, şekillenen her görüntü ve meydana gelen her hareketinde bireysel ve toplumsal insanî ahlâka (âdâba) son derece önem verir ve özen gösterir.

Batı dünyası ‘protokol’ (yeme, içme, konuşma, oturma, kalkma, girme, çıkma, karşılıklı görüşme...vs. âdâbı) diye isimlendirdikleri bu âdâbı daha yeni tanımış ve bütün bu işler için esas ve prensipler koymuştur.

Fakat bu esas ve prensiplerin –istisnasız– tamamı, İslam ahlâkı (edebi) karşısında utanılacak bir duruma düşmekte ve eksik kalmakta; İslam ahlâkının ayakları dibinde süprüntü gibi dolaşarak günden güne gücünü ve etkisini kaybederek yok olmaktadır. Zira Batı’nın tanıdığı bu protokol, iftira yalan ve utanılacak birçok şeyle, İslam âdâbının gelişinden asırlar ve nesiller sonra iftira, yalan ve utanılacak birçok şeyle ortaya çıkmıştır.

İslam’dan başka bir dinin veya günümüzde –ya da geçmişte– mevcut olan başka bir toplumsal disiplinin, sistemin ve ideolojinin, İslam’daki gibi -insanın tuvalete giriş ve çıkışını dahi düzenleyen ve onu kontrol eden- âdâp kuralları koyduğunu bilmiyorum. İnşaallah, bu konuyu ileriki sayfalarda tekrar ele alacağız.

Sevgili genç...

Peygamberî nasihatın maksadının ne olduğunu kavrayıp, hedeflerinin sırrına erdin mi? Umulur ki peygamberi maksadı kavrayıp hedeflerin dahi sırrına erersin de Allah böylece seni dosdoğru yoluna ulaştırır

Doldurulan En Kötü Kap : Mide

Mikdam b. Ma’dikerib (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü’nü (s.a.v.) şöyle derken dinledim:

“İnsanoğlu, midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Bir kaç lokma belini dik tutmaya yeter. Eğer mutlaka midesini dolduracaksa, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye ayırsın ve diğer üçte birini de nefes alıp vermek için boş bıraksın.”

Tirmizî, İbn Mâce ve İbn Hibban

Sevgili genç...

Bu nasihat seninle doğrudan ilgilidir. Kaldı ki bu nasihatı öncelikle uygulamaya layık tek insan da sensin. Çünkü insan, çocukluk ve gençlik dönemlerinde ‘bedensel’ olgunlaşmanın başlangıcında olur. Yâni bedenin iç ve dış organları gelişimini tamamlayıp olgunlaşmak, yerli yerinde düzgün olmak, kuvvetlenmek ve çevikleşmek için belirli bir beslenme programına ihtiyaç duyar.

Beslenmede aşırıya kaçan veya çok fazla ihmalkar davranarak kendini zayıflıkla karşı karşıya bırakırsan, bunun etkilerini çok küçük yaşlardan itibaren görürsün. Sana hastalıklar, ağrılar ve rahatsızlıklar musallat olur. Ayrıca bütün bunların, duygu ve düşünce üzerinde de kötü etkileri bulunmaktadır. Aynı şekilde bu olumsuz etkilerin kalıtım yoluyla aile çevresinde de meydana çıkması söz konusudur.

Erken yaşlardan itibaren önlem ve tedbirini alırsan, bu kötü etkilerden ve bunların neden olacağı hastalık, ağrı ve rahatsızlıklardan korunur, sıhhatli olursun. Beden ve akıl sağlığını korur, aile çevrende afiyet üzere yaşamını sürdürürsün.

Hz. Peygamberin bu uyarı ve sakındırması mideye dâirdir. Çünkü mide hastalık yuvasıdır.

Mide yiyecek ve içecek deposu, besin fabrikası ve rahatlık ya da sıkıntı kaynağıdır. Nice tembellik, gevşeklik ve ağırlık duygusu, sevdiğin belirli bir yiyeceğe veya çok susadığın bir anda içeceğe, doymak bilmeyen bir obur gibi düşkünce ve müsrifçe atıldığın zaman sana musallat olmaktadır.

Hikaye olunur ki...

Süvarinin biri, çok önemli bir iş için çölde ilerliyoru. Elbisesi terden sırılsıklam olmuştu. Atı da ter içinde kalmıştı. Susuzluk süvarinin içini yakıp kavurmuştu... Bir müddet ilerledikten sonra uzakta bir çadır gördü. İçini kavuran susuzluk ateşini söndürecek bir içecek bulabilirim ümidiyle çadıra doğru ilerledi...

Çadırın kapısında genç bir bedevi Arap kızı onu karşıladı. Kız, yaratılıştan gelen ileri bir zeka sahibiydi. Bir bardak su getirdi. Ancak suyun yüzeyinde bir miktar çer çöp vardı... Susuzluktan içi yanan süvari suyu ağır ağır içmeye başladı. Bir yandan böyle ağır ağır suyu içerken, diğer yandan da boğazına kaçmasın diye parmak uçlarıyla suyun yüzeyindeki çer çöpleri ağzından uzaklaştırıyordu.

Adam suyu içmeyi bitirince genç kız, ona suya kanıp kanmadığını sordu. Eğer susuzluğu gitmiş ise Allah-u Teâlâ’ya hamdetmesini istedi. Fakat süvari kendisini, suyu doya doya içmekten alıkoyan çer çöpten dert yandı. Genç kız gülümseyerek ‘sendeki bu yorgunluk, ter ve susuzluğu görünce, suyun hepsini bir defada içip de kendine zarar verip eziyet etmeyesin diye onu ben kasten koymuştum’ dedi.

Süvari genç kızın zekasına ve uyanıklığına hayran oldu. Yaptıklarından dolayı teşekkür ederek oradan ayrıldı.

İşte bu Allah Resûlü’nün, aşırı susuzlukta ve diğer hallerde içeceği üç nefeste içmemizi bize sünnet kılmasıyla amaçladığı ve kastettiği şeyin ta kendisidir.

Şimdi birinin çıkıp da ‘Allah’ın Resûlü Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.) doktor muydu? Okuma yazma bile bilmeyen bir insan olduğu halde bu bilgileri nereden öğrendi? diye sorması haklı ve yerinde bir sorudur.

Bu soruya uzunca bir cevap vermek ya da ayrıntılı bir açıklama yapmak istemiyorum. Sadece şu kadarını söyleyeyim: ‘Bu, peygamberliktir!’ Hz. Peygambere iman eden, onu tasdik eden ve ona tabi olan insanlar için bu kadarı yeterlidir.

Sevgili genç,

Yüce Resûlün (s.a.v.) sünnetinin takipçisi olarak kendine, beden ve akıl sağlığına dikkat edip korumakla yükümlüsün.

Allah bütün salihlere velilik eder.

Yemekten Sonra Ancak Allah’a Hamd Ve Şükür Etmek Vardır

Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Allah, kulunun yemek yiyip de bundan dolayı kendisine hamd etmesinden ve su içip de bundan dolayı kendisine hamd etmesinden elbet hoşnut olur.”

Müslim, Tirmizî ve Nesaî

Sahâbe ve tâbiûn sözlerinden:

“Cennette bir kapı vardır ki oradan yalnızca çokca hamd edenler girerler.”

Gerçek hamd, hamd sözcüğünün anlattığı düşünce ve anlamı yaşamaktır. Yoksa hamd, içerikten yoksun, boş, kuru bir söz değildir!..

Hamd’in gerçek içeriği ise hoşnut ve razı olmaktır... Hareket noktası da kanaattir.

Her ne kadar biraz önce geçen hadis-i şerîf yalnızca yeme ve içmeyi söz konusu etmişse de Hz. Peygamber’in bu hadisi sadece yeme ve içmeyle alakalı değildir. Hadis-i şerîfte sadece yeme ve içmenin anılmış olması bu ikisinin, Râbbanî nimetlerin, ilahi lûtufların çok belirgin bir göstergesi olmasından dolayıdır.

İki göğüs kemiğinin arasından alıp verdiğin her bir yaşam nefesi, yaşamanın hâlâ devam ettiğinin delilidir. Bu yüzden alıp verdiğin her bir nefesle birlikte razı olmuş, kanaat etmiş, iman etmiş, huzur bulmuş bir halde Allah’a hamd eder, verdiği sayısız lütuflardan Allah’a şükür (teşekkür) edersin.

“Doğrusu Allah’ın nimetini sayacak olsanız, onu sayamazsınız.”[1]

Uzun uzun ve çokça düşünün...

Doğuştan gözlerini kaybetmiş bir kör elbet görmüşsünüzdür. Bütün yollar kendisi için karmakarışıktır. Her an ayağı sürçüp yere düşebilir. Ya da yolda giderken ansızın bir arabanın altında kalabilir... Bunu hiç düşündün mü?! Yaratmasında eşsiz olan Yaratıcı’nın, kainatın güzelliklerini her bir köşesindeki varlığının belgelerini sana gösteren ve seni tehlikelerden koruyan göz nimetinin kıymetini bildin mi?

Böylece, Allah’ın senin için takdir ettiği nimetlerden dolayı O’na hamd etmek suretiyle Allah’ın hoşnutluğunu kazanırsın. “Allah kulunun yemek yiyip de bundan dolayı kendisine hamd etmesinden ve su içip de bundan dolayı kendisine hamd etmesinden elbet hoşnut olur.” Allah’ın Peygamberi Muhammed (s.a.v.) elbet doğru söylemektedir.

Sevgili genç,

Her bir nimeti hatırla, onu an ve o nimetten dolayı Allah’a hamd etmenin getireceği sevabı ganimet bil. Böyle yaptığın takdirde Allah’ın şükreden (teşekkür) eden kullarından olursun.

Son düzenleyen nötrino; 10 Şubat 2014 11:02 Sebep: Kırık link!
Master Blue - avatarı
Master Blue
Ziyaretçi
4 Eylül 2008       Mesaj #2
Master Blue - avatarı
Ziyaretçi
Birlikte Yaşadığınız Kişilere Karşı Katı Olmayın

Cerir b. Abdullah (r.a.) anlatıyor:

Sponsorlu Bağlantılar
Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“İnsanlara merhamet[2] etmeyen kimseye Allah da merhamet etmez.”

Buhârî, Müslim, Tirmizî ve İmam Ahmed

“Birbirinize merhamet etmedikçe gerçek mü’min olamazsınız.”

Bu söz üzerine sahâbe-i kirâm şöyle karşılık verdi:

–Ya Resûlallah. Hepimiz merhamet sahibiyiz!.

Hz. Peygamber (s.a.v.) ise onlara şöyle buyurdu:

–Bahsettiğim merhamet, sizden birinizin arkadaşına olan merhameti değildir! Fakat o, bütün insanlara, bütün herkese karşı olan merhamettir.”

Öyleyse.. merhamet ve iman birbirinden ayrılmayan iki öz kardeştir.

Fakat hangi merhamet?!

O, duyguların ağır basmasıyla gelmesiyle annenin çocuğuna, babanın oğluna, efendinin kölesine, beyefendinin hizmetçisine veya akrabanın akrabaya olan merhameti midir?!

Sevgili gençler...

Sizler en dar anlam ve sınırlarıyla merhametin abc’sisiniz. Doğal olarak bu durum, merhametin geniş ufkunu daraltmakta, kapsamlı muhtevasını küçültmektedir. Onun yayılıp genelleşmesine mani olmaktadır.

“İnsanların birbirlerine merhamet etmesi” anlamında genel merhamet, yedi kat gök üzerinden ilahi rahmetin (merhametin) bütün mahlukat üzerine inmesidir. Üzerine ilahi rahmet inen ümmet, derhal bir sevgi, şefkat ve dayanışma yumağı haline geliverir. Sağlam bir bina gibi bir güç ve desteğe kavuşur.

Halbuki mahlukat üzerine birbiri ardınca inen bu ilahi rahmet, Allah’ın yüz rahmetinden sadece bir tanesidir. İşte insanları, toprakta gezinen hayvanları ve göğün boşluğunda kanat çırpan kuşlarıyla tüm mahlukat, dünyadaki bu tek rahmetle birbirlerine merhamet ederler.

İnsan, kardeşlerinden veya arkadaşlarından tanıdıklarıyla karşılaştığı ya da bizzat onları ziyaret ettiği zaman onları görmekten dolayı sevinç duyar, içi açılır ve onlara güler yüz gösterip yakınlaşır. Maddi ve manevi ilişkilerinde eşine, çocuklarına ve yakın akrabalarına şefkat gösterir.

Mutlak insan gerçeği için bu böyle.

Ama Allah’a iman etmiş bir insana gelince; onun merhamet dairesi bütün insanlığı içine alacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Tanısın ya da tanımasın, aralarında bir yakınlık olsun ya da olmasın karşılaştığı bütün insanlara sevgi ve merhametini gösterir.

Böylece bireysel ve toplumsal alanda başkalarından farklı olduğunu ortaya koyar. Bu farklılığıyla diğer fert ve toplumlardan seçkin ve üstün olduğunu gösterir. Ve ayet-i kerîme’nin müslüman ümmet hakkında haber verdiği durum gerçekleşir:

“İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız için...”[3]

Allah Resûlü’nün (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

“Allah gökleri ve yeryüzünü yarattığı zaman her biri göklerle yeryüzü arası büyüklüğünde yüz rahmet yaratmıştır. Bu yüz rahmetin birini yeryüzüne indirmiştir. İşte bu bir tek parça rahmet ile ana çocuğuna, vahşi hayvanlar ve kuşlar birbirlerine şefkatle davranıyorlar.”[4]

İslam, merhamet ve gözetimden çokça pay almaları gereken belli bir topluluğa dikkat çekmektedir. Bunlar da, İslami literatürde rahim denilen yakın akraba ve hısımlardır. Rahim sözcüğünün rahmet sözcüğünden türetildiğini ve aynı anlamı paylaştıklarını da hiç aklından çıkarmayasın.

Ayrıca Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Merhamet sahibi kimselere Allah da merhamet edecektir. Yeryüzünde bulunanlara merhamet ediniz ki gökte bulunan da size merhamet etsin. Rahim (akrabalık bağı) Rahman’dan bir parçadır. Kim akrabaları ile bağ ve ilişkisini sürdürürse Allah da onunla bağ ve ilişkisini sürdürür. Kim de akrabaları ile bağ ve ilişkisini koparırsa Allah da onunla bağ ve ilişkisini koparır.”[5]

Senin şefkatine ve iyiliğine en layık insan, sana şefkat ve iyiliği en çok olan insandır ki o da, anne ve babandır. Allah-u Teâlâ anne babaya iyilik yapmak hususunda şöyle buyuruyor:

“Onları (anne babanı) esirgeyerek üzerlerine tevâzu kanatlarını ger ve ‘Ey Rabbim.. onlar küçüklüğümde beni yetiştirirken nasıl merhametli davrandılar ise sen de onlara öylece merhamet eyle!’ diye dua et.”[6]

Sevgili gençler...

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yetime şefkat ve merhametle davranmakla ilgili hadis-i şerîfini, bu husustaki peygamberî öğüdünü ileriki sayfalarımızda inşaallah aktaracağız. Yetime kefil olarak onun bütün masraflarını üstlenip, işlerini yapmayı üstlenen kimsenin bu davranışından dolayı elde edeceği sevab ve mükafatın büyüklüğünü de o sayfalarda okuyacaksınız.

Ebû Hüreyre (r.a.)anlatıyor:

“Bir adam Allah Resûlü’ne (s.a.v.) gelerek kendi kalbinin katılığından dert yandı. Allah Resûlü (s.a.v.) ona:

–Yetimin başını okşa, fakiri doyur! buyurdu.

Aynı şekilde hasta, iş göremez, âciz, afetzede vb. insanlar da mü’minin merhamet ve iyiliğine müstehak olan hak sahibi insanlardır.

Sizler, insanlara iyi davranmaya, iyilik yapmaya, yardım etmeye, söz ve davranışlarınızda onlara karşı nazik ve yumuşak olmaya devam edin. Buna karşılık ücret ve mükafatın en güzelini size Allah verecektir.

Allah’ın selâmı üzerinize olsun.

Kötülükleri Değiştirelim

Ebû Said el-Hudri (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü’nü (s.a.v.) dinledim, şöyle diyordu:

“Sizden kim bir kötülük görürse hemen onu eli ile değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle, yok buna da gücü yetmezse kalbiyle.. Ama bu sonuncusu imanın en zayıfıdır.”

Müslim, İbn Mâce ve Nesaî

Allah-u Teâlâ ise kötülüğün değiştirilmesi hakkında Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:

“Sizden; hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[1]

Sevgili oğlum ve sevgili kızım...

İslam dünyası kötülükle çalkalanıyor, her yer fitne kaynıyor...

Müslüman ümmet hayâtın her alanında emrolunduğu; iyiliği emredip kötülükten men etmek (emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker) görevini âşikâre bir biçimde yerine getirmeyip hayra davet etmekten geri kalınca, toplumdaki gedik genişledi ve fitne tufanı her yeri sardı.

Üzücüdür ki bugün İslam ümmeti, genel yapısı itibariyle otudukları yerde yan gelip yatan tembel, atıl insanlardan oluşmaktadır. Dünya milletleri ilim, teknoloji ve medeniyet yarışında İslam ümmetini elbette çok gerilerde bırakmıştır.

Bu durumu hiç de yadırgamamalı. Zira Allah-u Teâlâ bize açıkca şu gerçeği haber vermiştir: Biz bu görevi yâni iyiliği emredip kötülükten men etmek görevini yerine getirdiğimiz takdirde dünya ve ahirette kazananlardan olacağız. Aksi takdirde kaybedenlerden olmak bizim için kaçınılmaz bir akibet olacaktır.

Sevgili gençler;

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) “Sizden kim bir kötülük görürse onu eli ile hemen değiştirsin...” buyurmaktadır.

Siz küçük dünyanızda, yaşıtlarınızın arasında bulunuyor iken, akranlarınızı iyiliğe çağırmakla kötülüğün değiştirilmesine yönelik bu büyük reformcu[2] hareketin de bir bölümünü yüklenmiş oluyorsunuz. Hem sadece dil ile de değil; bilakis güzel örnek, elinizi (gücünüzü) kullanarak ya da yapıcı bir hareket içinde yer alarak kötülüğü değiştirirsiniz.

Okul ortamında... arkadaşlık ilişkilerinde... ve aile çevresinde...

Okul ortamında daima çok çeşitli arkadaşlarla bir arada olursunuz. Bazen bu arkadaşlar arasında duygu ve düşünceleri kötü, yaşantısı çok fena veya sosyal ilişki ve ahlâkı bozuk olanlar da bulunabilir.

Size ‘o arkadaşınızdan uzak durun, onunla arkadaşlık yapmayın’ demiyorum. Bilakis onu değiştirerek böylece iki kazanç elde etmenizi istiyorum. Bu iki kazançtan biri o arkadaşınızın, sizin gayretiniz ile fenalık ve kötülük tuzağından kurtulması, diğeri de bu çalışmanız karşılığında Allah’ın size vereceği ücret/mükafaattır.

Arkadaşlık ilişkilerinde, o kötü arkadaşlardan bir tanesi sizi utanç verici, adi, aşağılık, çirkin işlerin içine çekebilir ya da fesatlıklar ve sapıklıklar uçurumuna ayağınızı kaydırabilir.

Ama yaratılıştan sizde var olan derin iman ve bilincinizle hem onu hem de kendinizi kurtarabilirsiniz.

Aile çevresinde, anne babanız, kardeşleriniz gibi size en yakın insanlarla ya da uzak-yakın akrabalarla beraber iken, onların yaşça sizden büyük olmaları, akrabalık şefkatiniz veya onlardan sağladığınız maddi ve manevi menfaatiniz kötülük ile onların arasına girmekten sizi alıkoymasın. Zira Hak uyulmaya daha layık ve müstehak, Allah’ın yolu gidilmeye daha uygundur.

Eğer kötülük ile toplumunuz arasında elinizle bir engel oluşturamıyorsanız, hiç olmazsa dilinizle iyiliği emrediniz. Ama bunu yaparken de sert, kırıcı sözler söylemekten şiddetle kaçınınız. Çünkü kaba sözler hedeflediğinizin aksine sonuçlar verir. Belki de sırf bu sözlerden dolayı gönüllerde kin, nefret galeyana gelebilir ve ilişkiler hiç de istenmeyen bir biçimde gelişebilir.

Güzel söze karşı sağır kesilmiş kulaklar ve bu sözün gereklerini yerine getirmekten gafil kalpler ile karşılaşabilirsiniz. Böyle bir durumda derhal onlardan uzaklaşın ve onları içinizden kınayın. Ama bu imanın en zayıfıdır!

Haşa! Allah’ın, kullarından ve davetçilerinden zayıf bir imanı kabul etmesi asla düşünülemez. Elbette öncü nesil sahâbede bizim için övgüye değer çok güzel örnekler vardır.

Sevgili çocuklarım;

Allah’tan niyazım odur ki, adımlarınızı hak yolunda sabit kılsın ve sizi iyiliği emredip kötülükten men eden kullarından eylesin.

Allah’ın selâmı üzerinize olsun.

Boş Gezen İnsanlarla Birlikte Olmak

Numan b. Beşîr (r.a.) anlatıyor:

Hz. Resûl (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Allah’ın sınırlarında duran ile bu sınırları aşan insanın durumu şuna benziyor:

Bir grup insan aralarında kur’a çekerek gemiye bindiler. Kur’a sonunda bir kısmı üst kata, bir kısmı da alt kata düştü. Geminin alt katında bulunanlar su almak istediklerinde üsttekilerin yanından geçerlerdi. Dediler ki:

–Biz payımıza düşen yerden bir delik açsak, üstümüzdekileri de rahatsız etmemiş oluruz.

Eğer üst kattakiler, alttakileri yapmak istedikleri ile başbaşa bıraksalar hep birlikte mahvolurlar. Eğer ellerinden tutup onları engelleseler hem kendileri, hem de onlar hep birden kurtulmuş olurlar.”

Buhârî ve Tirmizî

Allah’ın sınırları: Allah’ın yasakladığı haramlarıdır.

İnsan yaşamı boyunca iki emir arasında bulunur: Bir işi yapma emri ile yapmama, kaçınma emri... Her iki emir de insanı kötü bir yaşantıdan ve çirkin bir âkıbetten korumak içindir.

Kendi başına buyruk olup kafasının dikine giden, öğüt ve uyarılara karşı sağır kesilen, emrolunduğu şeyleri yapmayan, daha da ileri giderek, yapılması haram olan şeyleri yapan insan, hiç şüphesiz hem kendisine hem de toplumuna zulmetmiş, yazık etmiştir!

İki çeşit sorumluluk vardır:

• Bireysel (kişisel) sorumluluk

• Toplumsal (genel) sorumluluk

Bir çok sebep ve vesileyle birinci tür sorumluluk ikinci tür sorumluluğun alanları içine girer. Çünkü insan, varlık âleminde tek başına yaşayan bir canlı değildir. Bilakis toplumu meydana getiren parçalardan küçücük bir parçadır.

Sevgili oğlum;

Örneğin; sen ailen içinde bir fertsin. Ailen de ‘özgürlük’ davası ve safsatasıyla dağılması asla mümkün olmayan bir sosyal üniteyi oluşturur.

Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sınırlı özgürlüğün temel ilkelerini ve anahatlarını belirleyen nasihatı, asırlar ve nesiller boyunca beşeriyetin tanıdığı en doyurucu ve en mükemmel öğreti olmuştur.

İşte bu peygamberî nasihatı henüz küçük yaşında belleyip gaye ve hedefini kavrayabilirsen, hayâtının bütün aşamalarında buna göre yaşar, gelecekte de faziletli bir toplumun faziletli bir üyesi olabilirsin.

Hadis-i şerîfi, peygamberî öğüdü senin için biraz açmak ve basit bir biçimde açıklamak istiyorum:

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) anlatmak istediği şudur:

Bir grup insan denizde yolculuk yapmak istediler. Bunun için bir gemiye bindiler. Ancak sayıca kalabalık oldukları için aralarında yolculuk boyunca kalacakları yerleri bölüştüler. Kimilerinin payına geminin güvertesi, kimilerininkine de geminin bodrum katı düştü.

Geminin bodrum katında kalanlar, suya ihtiyaçları olduğu zaman güverteye çıkarak denizden su çektiler. Sağlam olmayan kaplarla o suyu taşıdılar. Kapları sağlam olmadığı için su etrafa dökülüyor ve o katta oturanların eşyalarına zarar veriyordu.

Güvertede oturanlar bu durumdan rahatsız oldular ve of çekmeye başladılar. (Hiç şüphesiz bu davranışları yanlıştı.)

Bundan sonra su taşıyan alt kat sakinleri arasında şu konuşma geçti:

– Şayet biz geminin altından bir delik açarak ihtiyaç duyduğumuz suyu oradan temin etseydik, üst katta oturanlardan hiç kimseye zarar vermezdik.

(Hiç şüphesiz bu da yanlış bir davranıştı.)

(Birinci yanlışlık, duyulan rahatsızlıktan dolayı meydana gelirken, ikinci yanlışlık ise iyi niyetten kaynaklanıyordu.)

Üst kattakiler alt kattakilerin gemiyi delerek su temin etmeye çalışmalarına ses çıkarmasalar muhakkak hepsi birden helak olurlar. Her iki gruptaki akıl sahipleri, düşüncesizce hareket eden arkadaşlarının bu isteklerine karşı gelirlerse hepsi birden kurtulurlar.

Sevgili genç...

Elbette başkalarının hürriyetinin başladığı yerde senin hürriyetin biter. Ancak çok dar bir çerçevede bireysel bir özgürlükten söz edilebilir.

Allah seni düşüncesizce hareket etmekten, başı boş kalmaktan ve pişman olacağın hataları yapmaktan korusun.

Hayırda Yardımlaşmak İslam Kardeşliğinin Sembolüdür

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu zalimlerin eline teslim etmez. Kim kardeşinin ihtiyacını karşılarsa Allah da onun ihtiyacını karşılar. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da buna karşılık kıyamet gününün sıkıntılarından birini ondan giderir. Kim bir müslümanın ayıbını örterse Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.”

Ebû Davud ve Tirmizî

Sevgili çocuğum...

Hayât şartları ve tabii ihtiyaçlar okul ortamında, oturduğun muhitte veya sosyal çevrende seni diğer insanlarla dostça ilişkiler kurmaya zorlar. Tabi ki öncelikle seninle aynı yaşta olanlarla, ihtiyaç ve gereksinimleri seninkiyle benzer olanlarla...

Allah, bu karşılıklı yardımlaşma ve dostça ilişkilerde karşılıklı bulunma işini yerine getirmeni sana emretmiştir. Bu yardım­laşma ve dostça ilişkiler toplumu daha bir pekiştirecek, kaynaştı­racak, yek vücut yaparak gücünü arttıracaktır.

Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“İyilik ve takvada yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta yar­dımlaşmayın.”[1]

Hadis-i şerîf, iyilik ve takvada yardımlaşmanın bazı biçimle­rini şöyle açıklamaktadır:

“Müslüman müslümanın kardeşidir.”

Kardeşlik; üzerine yardımlaşma binasının kurulduğu temel­dir.

Bu, inanç kardeşliğidir; soy ve kan kardeşliği asla değildir. Bu yüzdendir ki bu kardeşlik, gözetilip önem verilmeye daha layık ve uygundur.

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hısım ak­rabalarınız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktu­ğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Resûlü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli ise ve sevgili artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”[2]

Ardından Hz. Peygamber (s.a.v.) bu kardeşliğin ilk adımını şu şekilde anlatıyor:

“Ona zulmetmez, onu zalimlerin eline teslim etmez.”

“Zulmetmez” sözünün anlamı gayet açık ve nettir. Yâni hiç­bir hakkına asla tecavüz etmez, inkar etmez.

Ama “Onu zalimlerin eline teslim etmez” sözüne gelince; bu sözün anlamı da şudur: Yâni onu, kendisine zulmeden zalimin eline teslim ederek zalimle başbaşa bırakmaz. Aksine zalimlere karşı onu savunup himaye eder, bunda da asla gevşeklik ve ihmal göstermez.

Birbirlerine acımak, yardım etmek, birbirlerinin davetine içtenlikle icabet etmek, birbirlerinin sıkıntılarını gidermek... vb. davranışlar kardeşlik ruhunu pekiştiren pek çok hadis-i şerîf var­dır.

Sevgili gençler...

Siz, kabiliyetiniz, gücünüz, maddi-manevi ve akli imkanları­nız nispetinde yaşıtlarınızla birlikte müslüman ümmetin gökde­lenlerinden birini meydana getirmektesiniz. Medeni bir toplu­mun binasının temellerini sabitleştirme alanında dünya milletleri için en güzel örneği bizzat ortaya koyuyorsunuz.

Dargınlık ve çatışma üzerine kurulu olan mevcut bütün ya­şam modellerinden uzak dur. Bencillik, çıkarcılık ve parçalanıp dağılmanın bütün şiddet ve katılığının görüldüğü bu yaşam mo­dellerine sakın ama sakın teslim olma.

Değişim için her an hazır ol ve değiş!.. Gaflete gömülmüş câhillerin yaşam modelini tam bir kararlılık ve ısrarla terket, on­lar gibi yaşamayı bırak. Açık bir akıl ve nurlu bir kalp ile yüce Rabbi’nin Kitab’ına ve sevgili Peygamber’in Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sünnetine dön. Zira dünya ve ahiret saadeti ancak bu ikisindedir.

Böyle yapanların Allah katındaki mükafatları ne güzeldir

İntihar Cinayetttir

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Dağdan aşağıya atlayarak kendini öldüren insan, cehen­nem ateşi içinde ebedi ve sürekli olarak kendisini dağdan aşa­ğıya atıyor olacaktır.

Zehir içerek kendini öldüren insan, cehennem ateşi içinde ebedi ve zehiri elinde sürekli zehir içiyor olacaktır.

Bir demir parçasıyla kendini öldüren insan, cehennem ateşi içinde ebedi ve o demir parçası elinde sürekli karnına vuruyor ve deşiyor olacaktır.”

Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî

Bütün bu görüntüler, intiharı, kendini öldürmeyi anlatmak­tadır.

Ayrıca kendini öldüren insana ahirette verilecek cezayı da bizlere haber vermektedir. Bu ceza; kendini öldüren insanın, cehennemde de kendisini tekrar tekrar aynı ölümle öldürmesi­dir. Ölümü yudum yudum içerek sıkıntılarını tekrar tekrar ebedi olarak tatmasıdır.

Nerede?!

Cehennem’de.

• Kendini cehennem vadilerine, tutuşmuş ateşinin derinlik­lerine doğru bırakır durur. Ateşinin alevinde tutuşur. Cehennem ateşinin derinliklerinde yuvarlanır durur. Bu onun için azap üs­tüne azap, işkence üstüne işkence olur.

• Zehiri elinde sürekli onu içip durur. İşkence ve harareti içine boşaltır. Her bir yudum zehirde tekrar tekrar helak olur. İçinden zehir dışından da cehennem ateşi onu dağlayıp kızartır. Eti ve kemiği iyice pişip fazlaca kızarınca, azap ve işkenceyi tek­rar tekrar tatması için ona yeni bir et ve kemik verilir.

• Elinde bir demir parçası sürekli kalbine saplayıp durur. Her bir saplamada ruhu uçar. Şiddetli sıcaklar ve alevlerle dört bir yandan sarılır.

Sevgili oğlum ve kızım...

Amansız bir hastalığa yakalanmış bir hastanın kendi canına kıydığını, imtihanda başarısız olan birinin intihar ettiğini, iflas etmiş bir tüccarın kendi hayâtına son verdiğini, büyük bir aşka düşmüş bir aşığın silahla kendini vurduğunu, zehir içtiğini veya kendini yüksekçe bir yerden aşağıya attığını zaman zaman duy­maktayız.

Böyle pek çok haber duymaktayız. Bu haberler sadece er­keklerle ilgili değildir. Kadınlar da aynı şekilde bu tür haberlerin konusu olmaktadırlar.

Bütün bunların sebebinin ‘ümitsizlik!!’ olduğunu, ümitsiz­likten kaynaklandığını görürüz.

İyileşmekten ümidi kesmek... başarıdan ümidi kesmek... ve hedefe ulaşmaktan ümidi kesmek...

Ne var ki ümitsizlik, Allah’a iman etmiş bir insanın kalbinde barınamaz. Mü’min bir insanın vicdanında ümitsizliğe asla yer yoktur. Çünkü;

“Kafirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümi­dini kesmez.”[3]

Kafir olmanın ötesinde, ondan daha büyük günah yoktur!

Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Haksız yere Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın!”[4]

Muhakkak Allah cana kıymayı hem de mutlak cana kıymayı yasaklamıştır. Ya bu kıydığın, katlettiğin can senin kendi canın ise?! O can ki Allah onu sana bahşederek de yaşam ve varlığının sebebi kılmıştır.

Ey Allah’ın rahmetinden ümidini kesen zavallı insan! İntihar ederek kendi canına kıymakla ne büyük bir günah işlemektesin. Bu günahın sebebiyledir ki, dünyayı terkettiğin ölüm biçimi üzere cehennem ateşinde ebedi ve daimi kalmayı hak etmiş oluyorsun.

Sevgili gençler...

Allah hem sizleri hem de bizleri ümitsizliğe düşerek kafir ol­muş insanlar olmaktan korusun.

Allah’ın selâmı üzerinize olsun.

Anne Babaya İyilikte Bulunmak Cihad Hükmündedir

Abdullah b. Amr b. As (r.a.) anlatıyor:

“Bir adam Hz. Peygamber’e (s.a.v.) gelerek cihada katılmak için kendisinden izin istedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona:

–Annen baban sağ mı? diye sordu. Adam:

–Evet sağdırlar, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) adama:

–Öyleyse onların rızasını kazanma uğrunda cihad et! buyurdu.

Buhârî, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî ve Nesaî

İslam dinine göre cihad, menzillerin sonu ve arzuların en önde gelenidir.

Çünkü mü’min cihadı neticesinde iki güzellikten birini elde eder: Ya zafere kavuşur ya da şehid olur...

Düşmanlara galip gelip zafer elde ederek İslam sancağını yükseltmek ve yeryüzünde Allah’ın dinini hâkim kılmak ya da bu uğurda şehid olmak...

Şehidler için cennette, peygamberler sıddîklerin mertebesinden hemen sonra gelen ve pek çok insanın kıskandığı bir mertebe ve makam vardır. Şehidler bile şehâdet makamının yüceliğinden dolayı dünyaya tekrar gönderilmeyi, orada Allah için savaşıp tekrar şehid olmayı çok fazla arzularlar. Doğru sözlü, güvenilir Peygamber Muhammed (s.a.v.) bize bu şekilde bildirmiştir.

Her konuda önde gelen öncü nesil sahâbe, Allah’ın dinini savunmak, İslam’a zarar vermek isteyen müşriklerin kökünü kazımak için cihad meydanlarına koşuyorlar ve savaşçı birliklerin saflarına tereddüt etmeden katılıyorlardı.

Yaşı küçük sahâbîlerin halleri de aynıydı. Cihada katılmak isteyen topluluğun içinde, büyüklerinin hemen yanında duruyorlardı. Savaşa katılacak sahâbenin arasında, savaşçı olmak, savaşabilecek yaşta göstermek için ayak parmaklarının uçlarına basıyorlar ve böylece kendilerini uzun boylu göstermeye çalışıyorlardı.

Örneğin, Semre b. Cündeb adlı genç sahâbî böyle yapanlardan sadece biriydi. Yaşının küçük olması nedeniyle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendisini geri çevirmesinden korktuğu için parmak uçlarına basarak boyunu olduğundan uzun göstermeye çalışmıştı. Bununla da yetinmeyerek, yeterlilik ve gücünü ispat etmek için akranı olan bir başka genç ile güreşe tutuşmuştu.

Cihad bu...

Allah Resûlü (s.a.v.) cihadı, anne babanın nafakası için çalışmak ve onların rızasını kazanma uğrunda çabalamak ile bir tutmuş. Cihada katılmak için izin isteyen adama:

–Annen baban sağ mı? diye sormuştu. Adam:

–Evet, sağdırlar, cevabını verince bu kez ona:

–Öyleyse onların rızasını kazanma uğrunda cihad et! buyurmuştu.

Hz. Peygamber (s.a.v.) cihada katılmak için kendisinden izin isteyen adama yine cihad sözcüğünü kullanarak cevap verdi. Örneğin, ‘Onlar için çalışıp kazan’ ya da ‘onları koru, gözet’ yahut ‘onların işlerini idare edip yürüt’ gibi bir söz kullanmadı. Bilakis bu sözlerin yerine ‘Öyleyse onların rızasını kazanma uğrunda cihad et!’ dedi.

Allah Resûlü (s.a.v.) bu sözüyle, anne babanın –özellikle de iyice ihtiyarlayıp işten güçten kesildiklerinde– işlerini görüp yürütmenin ne derece önemli ve saygın bir davranış olduğunu anlatıyordu.

Sevgili gençler...

Hiç şüphesiz anne babalar, ciğerpareleri olan çocuklarını ilim ve ahlâk sahibi kılmak, onlara rahat bir yaşamı sağlaya bilmek için ellerinden gelen hiçbir çabayı esirgemezler. Çocukları için hayâtın acılarına, her türlü sıkıntılarına göğüs gererler, katlanırlar.

En azından, bize ikram ettikleri ya da bizim için yaptıkları fedakarlıkların basit de olsa bir bölümünün bedelini ödeyebiliriz. Bir gün bizim de aynı ömür merhalesinden geçeceğimizi ve aynı durumlara düşeceğimizi aklımızdan hiç çıkarmayalım.

Hikaye olunur ki;

Bir ihtiyar adamcağız vardı. Elleri ve ayakları titriyordu. Bir gün sofrada yemek yerlerken tabağını elinden düşürdü ve tabak kırıldı. İçindekiler sofranın üzerine döküldü. Evin gelini bu duruma çok sinirlendi ve bundan sonra yemeğini mutfakta yalnız başına ve tahta bir tabaktan yemesi gerektiğini ihtiyara öfkeyle söyledi.

İhtiyar adam bir gün bu şekilde yalnız başına mutfakta yemeğini yerken, kendisini çok seven ve onunla oturmaya alışmış olan küçük torunu yanına geldi. Dedesine niçin bu şekilde ezilip büzülerek mutfakta, evin bir köşesinde, tek başına yemek yediğini sordu. İhtiyar dede, torununu kucağına aldı, poposuna hafif hafif vurarak pışpışlamaya başladı.[1] Bir yandan da torununa bunun ihtiyarlığından dolayı böyle olduğunu anlatıyordu.

Küçük çocuk derhal dedesinin kucağından kalktı. Bir tahta parçası alarak onunla bir şey yapmak istermişcesine keserle yontmaya başladı. Bu durumu gören annesi ne yaptığını sordu. Çocuk derhal cevap verdi:

–İki tahta tabak yapacağım. İhtiyarlayınca kullanasınız diye, birisi senin diğeri de babam için...

Kadın kendinden utandı. Artık tekrar eskisi gibi ihtiyar dedeye saygılı davranmaya, ona karşı sevecen olmaya ve onunla iyi geçinmeye başladı



İslamî Şahsiyet, Her Türlü Durumda Olumlu Ve Yapıcı Rol Oynar

Huzeyfe b. el-Yeman (r.a.)anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Biz insanlarla beraberiz. İnsanlar iyilik yaparlarsa biz de iyilik yaparız, onlar kötülük yaparlarsa biz de kötülük yaparız, diyen düşünce yoksunu, kararsız, zayıf karakterli insanlar olmayınız. Aksine nefsinizi iyilikte sabit tutunuz da insanlar iyilik yaptıklarında siz de iyilik yapın, kötülük yaptıklarında zulme yer vermeyiniz.”

Bir başka rivayette ise son bölüm şu şekildedir:

“Kötülük yaptıklarında kötülüklerinden uzak durunuz.”

Tirmizî

Muhterem hocamız Prof. Dr. Muhammed Gazali bu konuda şu açıklamaları yapmıştır:

“Zayıf insan; toplumdaki yaygın geleneğin kendisine baskın geldiği ve bütün amellerine tahakküm ettiği insanlardır. Hatta bu gelenek onu dünya ve onun ahirette sıkıntılara soksa bile bu böyledir.”

İnsanlar sevinç ve üzüntülerini ortaya koyarlarken çeşitli bid’atler uydurdular. Dinin bizzat kendi gerçeklerine sarıldıklarından daha sıkı bir biçimde bu bid’atlere sarıldılar.

Ama gerçek mü’min, Allah’ın dininde herhangi bir dayanağı olmayan şeyleri önemsemez. O, bu örf ve geleneklere cesurca karşı koyduğu için ileride pek çok sıkıntı, meşakkat ve inkarla karşılaşacaktır. Ne var ki, Allah’ın dinini yaşama hususunda kendisini kınayan insanların kınamalarından endişe etmek ve korku duymak ona yakışmaz. Ona yakışan; eleştirilerin şiddet ve katılığına, ağır sözlere aldırmaksızın hedefine doğru yol almaktır.

Bir dönem insanlar nezdinde revaçta ve değerli olup da, ardından güçlü mü’minlerin başını ezdikleri bâtıl,[2] taraftarları ne kadar çok olursa olsun varlığını uzun süre devam ettiremez. Günümüzde, bâtıl uğrunda mücadele veren nice insan sonradan mü’minlerden doğruyu öğrenerek İslam’ın saflarına katılmaktadır.

İbn-i Abbas (r.a.)anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Her kim insanları hoşnut etmek pahasına Allah’ı kızdırırsa, Allah ona hem kendi öfkesini indirir, hem de Allah’ı kızdırmak pahasına hoşnut ettiği insanların öfkesini üzerine çeker. Her kim de insanları kızdırmak pahasına Allah’ı hoşnut ederse, Allah ondan hem kendisi hoşnut olur, hem de Allah’ı hoşnut etmek pahasına kızdırdığı insanları ondan hoşnut eder. Hatta o insanın hem kendini, hem sözünü, hem de amelini kendisine kızan o insanların gözüne güzel gösterir.”[3]

Müslüman kesin olarak iman ettiği şeyler üzerinde sebat etmelidir. Câhil insanların örf ve geleneğine aykırı olarak, kendisi için Allah’ın hoşnut olacağını umduğu bir yaşam modeli belirlediği zaman insanların alay ve inkarlarını asla önemsememelidir.

Madem ki asılsız şeylere olan iman, birtakım müntesiplerini mü’minlerle alay etmeye ve öfkeyle üzerlerine hücum etmeye kadar götürebilmektedir; o halde İslam dinine olan imanda, mü’minleri, yerinde sabit duran ulu dağlar gibi güçlü kılmalıdır:

“Seni gördükleri zaman ‘Bu mu Allah’ın peygamber olarak gönderdiği?’ diye hep seni alaya alıyorlar. ‘Şayet tanrılarımıza sebat göstermeseydik, gerçekten bizi neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı!’ diyorlar. Azabı gördükleri zaman kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler!”[4]

Sevgili genç...

Evet... artık müslüman, İslamî şahsiyetindeki gücünün ve gönlündeki iman şaheserinin bilincinde olmalıdır. Sahip olduğu bu inancı ve imanı çevresindeki insanlara kabul ettiremiyorsa bile kendisi ulu bir çınar gibi dimdik ayakta kalacak, her yanı sarmış olan çirkinlikler onu beraberinde sürükleyemeyecek, birbirini döven şiddetli dalgalar onu içine çekemeyecektir.

İmanından güç ve izzet alan ve Rabbiyle olan irtibatının, dininde istikamet üzere olmasının kendisine verdiği gücün bilincinde olan bir mü’mine insanlar ne yapabilirler ki?!.

Hepsi birden onun üzerine çullansalar bile, ona asla ne küçük ne de büyük bir zarar veremezler.

Haya İmandandır

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.) anlatıyor:

“Bir gün Alah Resûlü (s.a.v.) Ensar’dan bir adamın yanından geçiyordu. Bu adam, bir din kardeşini hayâ etmekten men ediyordu. Allah Resûlü (s.a.v.) ona dönerek:

–Ona ilişme, zira hayâ imandandır! buyurdu.

Buhârî, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce

Yine rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) bir gün Hz. Aişe’nin (r.a.)evinde istirahat ediyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.)girmek için izin istedi, izin verildi. Allah Resûlü (s.a.v.) bu sırada arkasını bir şeye yaslamış oturuyordu. İnciklerinin[1] bir bölümü açılmıştı.

Ardından Hz. Ömer (r.a.) girmek için izin istedi, ona da izin verildi. Ancak Allah Resûlü (s.a.v.) istifini hiç bozmadı.

Biraz sonra Hz. Osman (r.a.) geldi, girmek için izin istedi. Ona da izin verildi. Fakat Allah Resûlü (s.a.v.) bu kez oturduğu yerde derhal doğruldu, kendine çeki düzen verdi.

Gelenler gidince Hz. Aişe (r.a.) Allah Resûlü’ne (s.a.v.) bu davranışının sebebini sordu. Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle cevap verdi:

“Kendisinden meleklerin bile utandığı bir kimseden ben utanmayayım mı?!”

Sevgili gençler...

Her ne kadar bu olay Hz. Osman hakkında bir menkıb[2] gibi görünse de, gerçekte O’nun hayâ ahlâkını gözler önüne sermektedir.

Hz. Osman’ı ‘çok utangaç, çok iffetli... diye niteleyen yine bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendisidir. Ama elbette Hz. Peygamber, hayâ vasfında çok daha ileri bir derece ve makamdadır.

Sevgili gençler...

Saygı, şefkat, nezaket, güleryüzlülük ve alçakgönüllülük bakımlarından hayâ, insandaki ahlâkın doruk noktasıdır.

Hayâ ancak şu üç şeyle; söz, bakış ve davranışla ortaya çıkar.

• Söz...

Hayâlı söz; müstehcenlik, çirkinlik ve aşağılıktan uzak, iffetli, onurlu, her türlü ilişkilerde inci taneleri gibi uyumlu, düzgün ve güzel sözdür.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) : “Güzel söz sadakadır..” demedi mi?!

Ne gariptir ki kimi ailelerin, daha konuşmaya başlar başlamaz çocuklarına ilk öğrettikleri söz, küfür literatüründen özenle seçilmiş çirkin sözleridir. Çocuklarının küfürlü konuşmaları, aileleri memnun ediyor, onlar bununla sevinç duyuyorlar. Kahkahalar atıyorlar. Bu çocukların hayâ üzerine eğitilmeleri nasıl mümkün olacaktır?!

• Bakışlar...

Zira gözü haramdan ve rahatsızlık veren her görüntüden sakınmak hayâ ahlâkındandır.

Rivayet edilmektedir ki; Allah Resûlü (s.a.v.) Antere b. Şeddad el-Absi’nin:

İndiririm görünce komşumu karşımda bakışlarımı

Girinceye değin evine yeniden komşumun kadını.

Şeklindeki şiirini duyunca şöyle buyurmuştur:

“Ben Antere dışında, bana vasıfları anlatılan hiçbir Arap gencini görmeyi arzu etmedim.”

Bu sözüyle Hz. Peygamber (s.a.v.) hayânın faziletine dair beğenisini açığa vurarak onun sahâbesinin ve tüm müslüman-ların gönüllerinde olması gereken değerini göstermek istemiştir.

Sizler öyle durumlarla karşı karşıya kalacaksınız ki, bu durumlar karşısında siz bakışlarınızı indirmek, başınızı çevirmek zorunda kalacaksınız gerektirecektir. Böylesi durumlar yaşadığımız çağda ne kadar çoktur!.

Kendisiyle çocukluğunuzu ve gençliğinizi süsleyeceğiniz ve hem kendiniz hem de toplumunuz doğru yolu bulsun diye vicdanlarınızın derinliklerinde kökleştireceğiniz hayâ ahlâkına olan ihtiyacınız ne kadar da fazladır!.

• Davranış...

Bu ise ancak bedenin organlarıyla gerçekleşir.

Hareket, davranışın yönü ve adresidir. Gidişat ve davranış hakkında haber verir. Hareket, iç denetim ve vicdan kontrolünden uzak olduğunda bir sağa bir sola yalpalar ve... zararlı olur.

Aileyle, tanıdıklarla ve bütün insanlarla olan ilişkilerde hareketin durumu budur.

Sevgili gençler...

Elbet, siz de biliyorsunuz ki hayâ, kişinin kendi şahsından başlayarak basamak basamak diğer insanlara uzanır. Aynı şekilde yine çok iyi biliyorsunuz ki gönlünüzde taşıdığınız derin Allah inancı, adım adım her yerde her an sizinle birliktedir.

Yalnız başınıza kaldığınız kimi zamanlarda hayâ edebini aşan birtakım davranış ve eylemlerde bulunabilirsiniz. Ancak o çirkin işi yaptığınız esnada yalnız başınıza olduğunuzu zannetmeniz, saçma bir düşünceden başka birşey değildir! Zira siz her an Allah ile berabersiniz... Bilesiniz ki Allah, yalnız kaldığınız zamanlarda bile kendisinden utanılmaya en layık ve uygun olanıdır. Yanınızda hiç kimsenin bulunmadığı bir zamanda bile hayâ edebine aykırı o çirkin davranışı yapamamışken insanlar içinde nasıl yaparsınız?!

Söz buraya gelmişken, doğru sözlü ve güvenilir Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadisine tekrar kulak veriyor ve O’nun: “Hayâ imandandır!” öğüdünü hatırlıyoruz. Hatırlatma, ancak akıl sahibi olan, düşünen ve bütün kalbi ile kulak veren insanlaradır.

Bütün kalbinizle bu peygamberî öğüde kulak vereceğinizi ümit ediyorum,

Güzel Ahlâk, Olgun İmanın Göstergesidir

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“İmanca mü’minlerin en olgunu, ahlâkı en güzel olan ve ailesine en yumuşak davranandır.”

Tirmizî ve Hakim

Ahlâk...

Pek çok biçimi ve bölümü vardır.

Yaşantıyı ilgilendiren hiçbir alan veya davranışa ilişkin saha olmasın ki, orada ahlâktan söz edilmesin. Ahlâk derinleşip kök salmış ve iyice yerleşmiş ise, birey ve toplumu sağlam, sabit, dosdoğru bir karakter üzerine kurar. Ama zayıflamış, yavaş yavaş çözülmeye ve dejenere olmaya yüz tutmuş ise, birey ve toplumu dönüşü olmayan bir sona yuvarlar.

Hikmet ehlinin öyle sözleri var ki, ne yazık ki çokça tekrarlanmaktan ve olur olmaz yerlerde delil olarak öne sürülmesinden dolayı etkisini kaybetmiş, değerlerin ulvi dünyasından donuk harflerin alçak zeminine düşmüştür.

Bu güzel sözlerden birisi de Hafız İbrahim’in aşağıdaki şiiridir.

Bir millet ancak ahlâkı ile ayakta kalır

Ahlâkı çökmüş bir millet ergeç yıkılır.

Bu şiiri güzel bir yazı halinde yaldızlı bir çerçeve içinde asılı olarak pek çok yerde görmüşüzdür. Ama ne yazık ki sadece bulunduğu mekanı süslesin diye asılmıştır!

Bu şiiri görürüz, okuruz, sonra geçip gideriz. Gönlümüzde ne bir etkileşim meydana getirir ne de bir tepkime.[3]

Hakikat şu ki, milletlerin varlıklarını devam ettirebilmeleri ve ilerleyebilmeleri, hiç şüphesiz ahlâk ile paralellik arzetmektedir.

Tarihi derinlemesine inceleyip milletlerin hayâtlarına inceden inceye vâkıf olan, onların yaşantılarının özüne ve görünen dünyalarına nüfuz etmiş insanlar çok iyi bilirler ki, tarihten silinmiş milletler önce güç, egemenlik ve saltanatlarını; ardından da kalıcılık ve devamlılıklarını ziyan etmişlerdir. Bunların sebebi ise ahlâkî çözülme ve İslam dini dairesi dışına çıkmaktan, sapmaktan başka birşey değildir.

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) bu nasihatında bize iki şeyi öğretiyor. Bunlardan biri genel, diğeri de özel karakterdedir.

• Genel olan şudur: Genel çerçevesiyle, geniş anlamıyla güzel ahlâk... Hz. Peygamber (s.a.v.) güzel ahlâkı mü’min insanın kalbindeki imanın olgunluk ve mükemmelliğine bağlamıştır. İmanca mü’minlerin en olgunu ahlâkı en güzel olanıdır.

Sevgili gençler...

Hiç kuşkusuz bu durum, müslümanın inancına göre, dünya hayâtı ile ahiret hayâtı arasında var olan kopmaz bağlantının bir tezâhürüdür. Bu iki hayâtı birbirinden koparmak, ayırmak asla mümkün değildir. Bu bağlantı nedeniyledir ki ne dünya hayâtında bir zarara uğramak söz konusudur ne de ahiret hayâtında... Ne çökme, ne dağılma, ne yokolma ve ne de cehennem. Doğrusu cehennem ne kötü sondur...

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“Kıyamet günü meclisce bana en yakın olacak olanlarınız, ahlâkı en güzel olanlarınızdır.”

Dünya kazancı olan mutlu ve onurlu bir yaşam da, ahiret kazancı olan Hz. Muhammed’e (s.a.v.) yakın olmak da güzel ahlâklı olmayı zorunlu kılıyor.

Bize kaça mal olur?! (Ticaret dili ile anlatım). Hiçbir şeye!!

Tüccar, insanlarla olan ticaretinde zaman zaman zarar edebilir; ama Allah ile yapılan bir ticarette asla kesada uğramak yoktur.

• Özel olan da şudur: Aileye ve akrabaya yumuşak, nazik davranmak iyi muamelede bulunmaktır. Aşağıdaki hadis-i şerîf de bu anlamı pekiştirir:

“Sizin en iyiniz, ailesine ve akrabalarına en iyi davrananınızdır. Ben kendi aileme ve akrabalarıma hepinizden daha iyi davranıyorum.”

Anne babaya, kardeşler ve akrabalara iyi davranmanın vesile ve yolları elbette bir taneyle sınırlı değildir.

Onları dinleyip isteklerini yerine getirmek, onlara karşı saygılı olmak, hürmet etmek, nazik davranmak gibi yol ve vesilelerle iyi birer evlat olun; siz kazanıp siz kârlı çıkarsınız. Allah sizi en güzel şekilde gözetsin ve korusun.

İslam Yumuşaklık Dinidir

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Allah yumuşak huylu ve naziktir. Bütün işlerde yumuşaklık ve nezaketi sever.”

Buhârî ve Müslim

Bir önceki hadis-i şerîfte yer alan aile ve akrabaya yumuşak davranma ahlâkını ele almıştık. Bu hadis-i şerîfte ise, bir derece daha ileri giderek, bütün işlerde yumuşak ve nazik olma vasfını anlatacağız.

Bütün işlerde yumuşak ve nazik olmak niçin?!

Çünkü Allah yumuşak huylu ve naziktir.

Yumuşaklık; nezaket, şefkat ve acıma duygularından kaynaklanır.

Çünkü Allah-u Teâlâ, en yüce nazik dosttur. Bunu yüce Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) bize böyle öğretmiştir.

Nasihatın özünden uzaklaşmak ya da sözü çok fazla uzatarak hedefinden sapmak istemiyorum.

Çünkü Allah yumuşak huylu ve naziktir. Bundan dolayı her işimizde ve her halimizde bize kolaylık gösterir, hoşgörü ile davranır. Himayesi bizi dört bir yandan sarar, şefkat ve merhameti bizi çepeçevre kuşatır. Varlık âlemindeki en küçük atomdan, sonsuz kainata ve ezelden ebede kadar içine alır bizi kuşatır.

Bu yüzden... kendimize, diğer insanlara, eşyaya ve hayvanlara kolaylık gösterip yumuşak davranmamız ve nâzik olmamız farzdır.

Bütün hal ve hareketlerimizde, bütün işlerimizde kendimize karşı yumuşak ve nazik davranırız. Zira Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükler ve ancak onunla yükümlü tutarız.”[4]

Irkı rengi ve yaşı ne olursa olsun bütün insanlara yumuşak ve nazik davranırız.

Allah’ın bizim için, yaşantımızı kolaylaştırsın diye yarattığı eşyaya da yumuşak ve nazik davranırız.

Aynı şekilde hayvanlara da...

Yumuşaklık ve nezaketi Allah’ın Kitab’ında bizim için koyduğu prensipler ve kriterler çerçevesinde ve sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v.) sünneti doğrultusunda belirler ve bir disipline bağlarız. Bu konuda en küçük bir ifrat ve tefrit, aşırılık ve gevşeklik göstermeyiz. Her işimizde ve davranışımızda akıl ve mantığı hakem yapar, bunların gösterdiği doğrultuda hareket ederiz.

İyilik ve Takvada Yardımlaşmak

İYİLİK ve TAKVADA YARDIMLAŞMAK GERÇEK KARDEŞLİĞİN SEMBOLÜDÜR

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâm verdiğinde selâmını almak, hastalandığında ziyaret etmek, vefat ettiğinde cenazesini uğurlamak, davet ettiğinde davetine icabet etmek, aksırdığında rahmetle dua etmektir.”

Buhârî, Müslim ve Ebû Davud

Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı çoktur. Bu haklar­dan bazıları, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yukarıdaki hadisinde açıkladığı ve yerine getirilmesini tavsiye ettiği beş haktır.

Bu beş hakkı kısaca açıklayalım:

Selâmı Almak

Bilakis selâmı yaymak ve yaygınlaştırmak.

Sevgili gençler...

Çünkü, Allah Resûlü (s.a.v.) bir başka hadis-i şerîfinde şöyle buyurmaktadır:

“Yemek yediriniz, selâmı yayınız, insanlar uyurlarken gece namaz kılınız; selâmetle cennete giresiniz.”

Allah-u Teâlâ da Kur’an’ında bakın şöyle buyurmaktadır:

“Bir selâm ile selâmlandığınız zaman siz de ondan daha gü­zeli ile o selâmı alın; yahut aynı ile karşılık verin.”[1]

“Orada birbirlerine esenlik dilekleri ise ‘selâm’dır.”[2]

Pek çok İslam ülkesinde, müslüman bireyin şahsiyetini ve hatta genel sosyal yapıyı sarsan, sıkıntıya sokan işlerden bir ta­nesi de, müslümanların hem biçim hem anlam olarak gayr-i müslim milletlerin selâmını benimsemiş olmalarıdır. Müslüman halklar selâmlaşırlarken, ‘bonjour’ ve ‘bonsuar’,[3] ‘günaydın’ ve ‘tünaydın’[4]... ya da ‘iyi günler’, ‘iyi akşamlar’, ‘iyi sabahlar’, ‘hayırlı akşamlar’, ‘hayırlı sabahlar’... diyorlar.[5] İslam’ın saygın selâmı ‘es-selâmü aleyküm ve rahmetûllahi’ sözünü unutmuşlar, çok ender kullanıyorlar.

Selâmı yaymak, herkese selâm vermekle gerçekleşir. Zira herkese selâm vermek, davranış edebine ve dostça ilişkiler ku­rup tanışık olma prensibine bağlılığın bir gereğidir.

Sevgili gençler...

Sizler bu edebi ve prensibi yerine getirmeye en layık, en uygun müslümanlarsınız. Çünkü sizler, henüz sosyal hayâtın başlangıcındasınız. Küçüklüğünüzden itibaren kendinizi bu edeb ve prensibe alıştırır ve birbirinize selâm verip alırsanız... gönül ve ruhlarınız peygamberî edebin ışıltılarıyla büyür, yetişkin birer insan olursunuz.

Hastayı Ziyaret Etmek

Hasta ziyareti, bir çeşit tesellidir; bireyler arasında sosyal bağları sağlamlaştırır ve dostça ilişkileri güçlendirir. Zira Pey­gamberimiz’in (s.a.v.) bir başka hadis-i şerîfinde haber verdiği gibi “Müslüman müslüman için, birbirine kenetlenip destek ve­ren müstahkem bir binanın tuğlaları gibidir.”

İşte bu peygamberî edeb ve yüce tâlimat, küçük yaşlardan itibaren çocuklarımızın vicdanlarına nüfuz edip orada yer edine­bilirse, geçen zamanla birlikte orada iyice yerleşecek, derinlere kök salarak büsbütün sağlamlaşacaktır. Kökleri, tertemiz besini emerek iyice beslenecektir. Gövde ve dalları güçlenip sertleşe­cek, artık ona hiçbir rüzgar zarar veremeyecek ve hiçbir fırtına onu yerinden sarsamayacaktır.

Beraber ilim meclislerine gittiğimiz arkadaşlarımızdan ya da okulda birlikte olduğumuz sınıf arkadaşlarımızdan bir tanesi hastalanarak, ilim meclislerinden ve derslerden kesilmiş, bir sü­redir ortalıkta görünmemektedir. Öncelikle yapmamız gereken şey, ondan haber almaya çalışmaktadır. Sonra da ziyaret et­mek... Ziyaretimiz, onun üzerinde öyle olumlu, öyle güzel etki ve duygular bırakacaktır ki, belki de bu ziyaretimiz, hasta arkada­şımızın üzerinde birtakım psikolojik etkiler yapacak ve bu da hastanın iyileşmesini hızlandırıp tekrar eski sağlığına kavuşma­sını sağlayacaktır.

Cenazeyi Uğurlamak

Bazı insanlar, çocukların cenazelerde hazır bulunmamalarını gerektiren bir masumiyet ve yaşama arzusu taşıdıklarına inanır­lar. Bazıları da, çocukların cenazelerde hazır bulunmaları engel­lenmeli, der.

Biz böyle düşünmüyoruz. Çünkü, ölüm her gün yaşadığımız ve tanık olduğumuz bir hak ve hakikattir. Çocukların cenazede hazır bulunmalarının, onu kabre kadar uğurlamalarının ve aynı şekilde bizzat defin işlemini izlemelerinin hiçbir zararı yoktur. Zira küçük yaşta bu hakikati kavramak, çocuğu bu hakikatle yoğuracak ve dolayısıyla çocuk sürekli olarak bu duygu ve bi­linci içinde taşıyacaktır.

Ayrıca cenazeyi uğurlamak, çocukta her davranışını kontrol eden daimi bir iç denetim mekanizması kuracaktır. Bütün hal, hareket ve davranışlarında bu korkuyu, Allah’ın sorgulamasın­dan ve azap etmesinden duyduğu korkuyu beraberinde taşıya­caktır.

Aynı şekilde çocuk, bedenin toprak altına terkedilişini bizzat gözleriyle izleyecektir. Görecektir ki, bütün dünya onu orada kendi haline terketmekte; malı, çocukları ve hanımı, onu hayâta bağlayan her şeyi ondan uzaklaşmaktadır.

Cenazeyi uğurlamak sadece erkeklere özgü bir davranıştır. Hanımların, ister küçük olsunlar ister büyük, cenazeyi uğurla­maları yasaklanmıştır. Eğer onlar cenazeyi uğurlayacak olurlarsa bu davranışlarından dolayı sevap alamayacakları gibi günaha girerler.[6]

Ayrıca insanın cenazeyi uğurlamayıp, bu amelden dolayı sevab alabilmesi için mutlaka gerekli olan cenaze uğurlama âdâbını en güzel biçimde öğrenmelidir.

Davete İcabet Etmek

Faydalı ve güzel şeyler anlatılacaksa konferans davetine, dostça ilişkileri pekiştirip yardımlaşmayı sağlayacaksa için yapı­lacak ise ziyaret davetine ve çağrılan düğün ziyafetine icabet etmek.

Aksırana Dua Etmek

Aksırmak, bronş yollarının açılmasından dolayı meydana gelir. Bu esnada dimağda biriken mikroplar ağız ve burundan dışarı atılır.

Bunu bu şekilde planlayıp düzenleyen ve insanı en güzel bi­çimde yaratan Allah ne yücedir!

Aksırma halinde ve diğer bütün hallerde Allah’a hamd et­mek farzdır.

Aksıran kimse: “elhamdülillah...” der.

(Bu esnada kenara çekilmiştir. Zira Hz. Peygamber bize böyle öğretmiştir.)

Aksıranın bu hamdini duyan kimse de ona: “yerhamükellah...” diye dua eder. Kendisine dua edildiğini du­yan, aksıran kimse de: yehdina’llahu ve yehdiküm ve yuslih baleküm (ya da yağfirullahu lena ve leküm) diye karşı duada bulunur.[7]

Sevgili gençler...

Müslümanın müslüman üzerindeki bu beş hakkını inceledi­ğimiz zaman, bu beş şartın sosyal ahlâkın zirvesinde yer almadı­ğını göreceğiz. Daha önce de söylediğim gibi bunlar müslümanın müslüman üzerindeki haklarından sadece birkaç tanesidir. Hiç şüphesiz bu haklar, insanların alıştığı ve oy birliği ile “protokol” adını verdikleri batıcı kör taklidin çok üstünde ve ondan çok yücedir.

Allah bizi de sizi de taklidin kötülüklerinden korusun, adım­larımızı dosdoğru yoluna doğru yöneltsin. Allah elbet doğru söylemektedir:

“Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yol, sizi Allah’ın yolundan ayırır.”

Selâmı Almak

Bilakis selâmı yaymak ve yaygınlaştırmak.

Sevgili gençler...

Çünkü, Allah Resûlü (s.a.v.) bir başka hadis-i şerîfinde şöyle buyurmaktadır:

“Yemek yediriniz, selâmı yayınız, insanlar uyurlarken gece namaz kılınız; selâmetle cennete giresiniz.”

Allah-u Teâlâ da Kur’an’ında bakın şöyle buyurmaktadır:

“Bir selâm ile selâmlandığınız zaman siz de ondan daha gü­zeli ile o selâmı alın; yahut aynı ile karşılık verin.”[1]

“Orada birbirlerine esenlik dilekleri ise ‘selâm’dır.”[2]

Pek çok İslam ülkesinde, müslüman bireyin şahsiyetini ve hatta genel sosyal yapıyı sarsan, sıkıntıya sokan işlerden bir ta­nesi de, müslümanların hem biçim hem anlam olarak gayr-i müslim milletlerin selâmını benimsemiş olmalarıdır. Müslüman halklar selâmlaşırlarken, ‘bonjour’ ve ‘bonsuar’,[3] ‘günaydın’ ve ‘tünaydın’[4]... ya da ‘iyi günler’, ‘iyi akşamlar’, ‘iyi sabahlar’, ‘hayırlı akşamlar’, ‘hayırlı sabahlar’... diyorlar.[5] İslam’ın saygın selâmı ‘es-selâmü aleyküm ve rahmetûllahi’ sözünü unutmuşlar, çok ender kullanıyorlar.

Selâmı yaymak, herkese selâm vermekle gerçekleşir. Zira herkese selâm vermek, davranış edebine ve dostça ilişkiler ku­rup tanışık olma prensibine bağlılığın bir gereğidir.

Sevgili gençler...

Sizler bu edebi ve prensibi yerine getirmeye en layık, en uygun müslümanlarsınız. Çünkü sizler, henüz sosyal hayâtın başlangıcındasınız. Küçüklüğünüzden itibaren kendinizi bu edeb ve prensibe alıştırır ve birbirinize selâm verip alırsanız... gönül ve ruhlarınız peygamberî edebin ışıltılarıyla büyür, yetişkin birer insan olursunuz.

Hastayı Ziyaret Etmek

Hasta ziyareti, bir çeşit tesellidir; bireyler arasında sosyal bağları sağlamlaştırır ve dostça ilişkileri güçlendirir. Zira Pey­gamberimiz’in (s.a.v.) bir başka hadis-i şerîfinde haber verdiği gibi “Müslüman müslüman için, birbirine kenetlenip destek ve­ren müstahkem bir binanın tuğlaları gibidir.”

İşte bu peygamberî edeb ve yüce tâlimat, küçük yaşlardan itibaren çocuklarımızın vicdanlarına nüfuz edip orada yer edine­bilirse, geçen zamanla birlikte orada iyice yerleşecek, derinlere kök salarak büsbütün sağlamlaşacaktır. Kökleri, tertemiz besini emerek iyice beslenecektir. Gövde ve dalları güçlenip sertleşe­cek, artık ona hiçbir rüzgar zarar veremeyecek ve hiçbir fırtına onu yerinden sarsamayacaktır.

Beraber ilim meclislerine gittiğimiz arkadaşlarımızdan ya da okulda birlikte olduğumuz sınıf arkadaşlarımızdan bir tanesi hastalanarak, ilim meclislerinden ve derslerden kesilmiş, bir sü­redir ortalıkta görünmemektedir. Öncelikle yapmamız gereken şey, ondan haber almaya çalışmaktadır. Sonra da ziyaret et­mek... Ziyaretimiz, onun üzerinde öyle olumlu, öyle güzel etki ve duygular bırakacaktır ki, belki de bu ziyaretimiz, hasta arkada­şımızın üzerinde birtakım psikolojik etkiler yapacak ve bu da hastanın iyileşmesini hızlandırıp tekrar eski sağlığına kavuşma­sını sağlayacaktır.

Son düzenleyen nötrino; 10 Şubat 2014 10:54 Sebep: Kırık link!
Master Blue - avatarı
Master Blue
Ziyaretçi
7 Eylül 2008       Mesaj #3
Master Blue - avatarı
Ziyaretçi
İzin İstemek, İslam’ın Ziyaret Âdâbındandır
Abdullah b. Busr (r.a.) anlatıyor:
Allah Resûlü’nü (s.a.v.) dinledim, şöyle diyordu:
“Ziyaret maksadıyla evlere gittiğinizde kapıyı çalarken kapı­nın önünde durmayın. Bilakis kapının sağında veya solunda durun. Girmek için izin isteyin. İzin verilirse girin, aksi takdirde dönüp gidin.”
Taberani
Bu yirmi dokuzuncu nasihat, ziyaret âdâbyla ilgili iki noktaya ışık tutmaktadır. Bu nasihat müslüman büyükleri ilgilendirdiği kadar müslüman çocukları da ilgilendirmektedir.
Çünkü alışkanlık, karakter ve ahlâkın yanısıra şahsiyet geli­şiminin de bir parçasıdır. Belli bir, işi küçüklüğünde alışkanlık haline getiren insan, yetişkinliğinde de o şeye bağlı kalmakta, onu yapmayı sürdürmektedir. O alışkanlık, ömrü boyunca, şah­siyetini oluşturan temel karakterinin bir parçası olmuştur.
Ziyaret âdâbıyla ilgili olarak Allah Resûlü’nün (s.a.v.) ziya­retleşmelerimizde uymamızı emrettiği iki noktadan birincisi; gö­rülmesi uygun olmayan... ya da dahası haram olan bir duru­mun ve manzaranın göze çarpmasından korkarak, kapı açıldı­ğında evin içerisinin görüneceği şekilde kapının önünde dur­mamak.
Belki evin hanımı, üzerinde ince bir elbiseyle dolaşıyor ola­bilir. Ya da kollarını ve paçalarını sıvamış olarak bir işe kendini kaptırmış olması da mümkündür. Yahut dağınık bir şekilde bu­lunan ev eşyalarını, mobilyaları temizlemek ve düzgünce yerleş­tirmekle de meşgul olabilir.
Kapı açıldığında evin içerisinin görüneceği şekilde kapının önünde durmak, o çirkin durumu ve ayıbı açığa çıkarmaktadır. Bu ise kesinlikle merduttur, reddedilmiştir.
Bu nedenledir ki Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kapı açıldı­ğında evin içerisinin görüneceği şekilde kapının önünde dur­mamamızı; bilakis bakışları indirmiş bir halde ve hayâ içerisinde, kapının sağında veya solunda durmamızı emretmiştir.
Ziyaret âdâbıyla alakalı olarak Allah Resûlü’nün (s.a.v.) ziya­retleşmelerimizde uymamızı emrettiği ikinci husus ise; eve gir­mek için izin istemektir. Bu ise ya elle kapıya tıklatmak ya da zile basmakla gerçekleşir. Girmek için izin verilirse gireriz, yoksa geri döneriz.
İzin vermek de, kendisine ziyarette bulunduğumuz insanın bize kapıyı açarak ‘buyurunuz, hoş geldiniz’ deyip bizi içeri da­vet etmesiyle gerçekleşmiş olur.
İzin vermemek ise şu şekillerden biri ile gerçekleşir: Edepli bir biçimde özür dilenerek, aranılan kimsenin evde olmadığı, uyuduğu veya başka misafirleri ağırladığı söylenir ya da hiç ses verilmez.
Peki, izin verilip verilmediğini nasıl anlarız?!
Allah Resûlü (s.a.v.) bir diğer hadis-i şerîfinde bunu bize şöyle öğretmektedir: Kapı tıklatılmak ya da zile basılmak sure­tiyle üç kez izin istenilir. Kapı açılmadığı takdirde geri dönülür.
Sevgili gençler...
İşte size, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) erkek ve kadın bütün müslümanlara ziyaretleşme ve izin isteme âdâbıyla ilgili öğüdü. Bu öğüt, yüksek peygamberî edepten bir parçadır.
Andolsun Allah Resûlü’nde bizim için gerçekten çok güzel bir örnek vardır.
Allah’ın selâmı üzerinize olsun.


Yalan Her Fenalığın Başıdır
Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor:
“Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yalan konuşmak kadar nefret ettiği bir başka kötü huy daha yoktu. Sahâbesinden birinin yalan konuştuğunu duyduğu zaman, o kimsenin tevbe ettiğini öğreninceye kadar bu O’nun içinden çıkmazdı.”
İmam Ahmed
Sevgili gençler...
Biliyor musunuz, yalan konuşmak niçin Allah Resûlü’nün (s.a.v.) en çok nefret ettiği huydur?
Çünkü yalan konuşmak, bir nifak alameti ve kanıtıdır. Allah Resûlü (s.a.v.) bunu bir başka hadisinde şöyle açıklamaktadır:
“Münafığın alameti üçtür: konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edilince ihanet eder.”
Sevgili gençler...
Münafıklar –Allah beni de sizleri de onlardan korusun– cehennemin en alt tabakasındadırlar. En aşağı mertebelerde, en iğrenç görüntülerde ve en çetin azap ve işkenceler altında...
Allah-u Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar.”[1]
Ve çünkü yalan konuşmak, insanı günaha götürür; günah ise cehenneme...
İçki kötülüklerin anası olduğu gibi, yalan da bozulma ve sapıtmanın başıdır. Kim yalanı tabiatı haline getirir, ona alışır ve huy edinirse bütün rezilliklerin esiri olmuştur. Bu durumdaki bir insan için rezilliğin her türlüsü önemsiz, basit ve üzerinde durmaya değmez şeylerdir.
Ahlâk düzleminde her rezaletin karşısında bir fazilet yer almaktadır. Örneğin; ihanetin karşısında emanet, korkaklığın karşısında cesaret, cimriliğin karşısında da cömertlik bulunmaktadır.
Yalanın karşısında hangi faziletin yer aldığını sanırım anlamışsınızdır!
Hiç şüphesiz o doğru sözlülüktür...
İnsan doğru söyleye söyleye nihayet Allah katında doğru sözlü biri olarak yazılır.
Şair ne kadar doğru söylemiş:
Sözlerimizdeki doğruluk hem güç verir içimize
Davranışlarımızdaki yalan yılandır bize.
Sizler kimi zamanlar gerçekten zor, çetin ve sıkıntı dolu anlar geçirmiş olabilirsiniz. İşte o anlarda içinizden biri, yalan konuşarak içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtalabileceğini sanır; yalanı hafife alır, önemsemez. Gerçekte, bir yanlışı bir diğer yanlışla ‘düzeltmeye!’ çalışıyordur da farkında bile değildir.
Sonra ardı arkası kesilmeyen yanlışlıklar yapmaya başlar. Kötülüklerin tam ortasına, günahlar girdabına düşer de bunlar onu şiddetle savurur, hırpalar ve beraberinde sürükleyerek onu en diplere çeker. Nihayet bu durum helâkla sonuçlanır.
Yalan konuşmaktan tevbe etmek, Allah’ın ve Peygamber’inin tevbe eden o kimseden hoşnut olduğuna dair bir işarettir. Zira tevbe; her türlü rezalet çukurundan kurtulmanın, onu aşmanın yolu ve çaresidir.
Rivayet edilmektedir ki;
Fetih yılında idi... Büyük sahâbî ‘Hatıb b. Ebi Beltea’, Kureyş’e bir mektup yazarak onları Allah Resûlü’nün (s.a.v.) Mekke’yi fethe hazırlandığından haberdar etti. Hemen akabinde Allah-u Teâlâ, Peygamberine (s.a.v.) bu durumu haber verdi.
Hatıb b. Ebi Beltea’nın gayretleri boşa çıktı. Yakalanarak Allah Resûlü’nün (s.a.v.) huzuruna getirildi. Yaptıklarından dolayı ayıplandı, azarlandı. Hatıb inkar etmedi; çünkü inkara imkan yoktu. Ama kendisini böyle çirkin bir işi yapmaya iten mazeretini bildirdi.[2] Tevbe ederek bunu bütün herkese duyurdu. Hz. Ömer (r.a.)da bu durumu izleyenlerden biri idi. Öfkesinden kendini tutamayarak:
–Ya Resûlallah, izin veriniz şu münafığın boynunu vurayım! dedi.
Allah Resûlü (s.a.v.) Hz. Ömer’e (r.a.)şu cevabı verdi:
–Ey Ömer, nereden biliyorsun; belki Allah ehl-i Bedr’in durumunu bilmiş de onlara ‘istediğinizi yapın, elbet sizi bağışladım’ demiştir.
Hatıb b. Ebi Beltea (r.a.)Bedir Savaşı’na katılan gazi sahâbîlerdendi.
Ben, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) sözünde Hatıb’ın (r.a.)gayret ve şevkini diri tutan ve bir anlık gaflet uykusuna dalıp da müslümanların başına çok kötü bir iş açacak olan imanî vicdanını ikaz eden bir anlam görüyorum... Ne ki Allah, inayeti ve yardımıyla bu kötü işin meydana gelmesine fırsat vermedi. Aynı şekilde ben bu sözde, içten samimi bir tevbenin, ihlaslı bir yönelişin de işaretlerini görüyorum.
‘Beyaz yalan’a gelince... O, hiç bir kimseye zarar vermeyen; aksine hayra ve iyiliğe götüren yalandır. Alimler onu ‘aralarında düşmanlık olan iki hasımın arasını düzeltmek, savaşta düşmanı aldatmak, dargın müslüman eşlerin aralarını bulmak ya da eşlerden her birinin, diğerinin gönlünü hoş etmek gibi amaçlarla uydurulan söz’ diye tarif etmektedirler.
Ne var ki ‘1 Nisan Şakası’ oyun–şaka olsun diye uydurulmuş bir bid’at ya da gelenektir. Böyle diyorlar! Ne yazık ki müslüman halklar, geri kalmış toplumların, yaptığı gibi anlayıştan yoksun bir şekilde, bilinçsizce bu bid’atın arkasından sürüklendi. Bilmediler ki, mükemmel örneğimiz sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) de şaka yapardı. Ancak şaka yaparken dahi ağzından haktan ve doğrudan başka söz çıkmazdı.
Sevgili gençler...
Allah katında yalancılardan yazılmaktan son derece kaçının. Allah’tan korkun. Doğrularla birlikte olun. Allah’a tevbe edin; çünkü Allah tevbe edenleri sever.


İmanınızı Her Gün Tazeleyin
Avf b. Malik (r.a.) anlatıyor:
“Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yanında –dokuz ya da sekiz veya yedi kişi– idik. Allah Resûlü (s.a.v.) bize şöyle buyurdu:
–Allah’ın Resûlü’ne bey’at etmez misiniz?![3]
Bu söz üzerine biz ellerimizi kendisine uzatarak:
–Ey Allah’ın Resûlü, sana elbet daha önce bey’at etmiştik! Şimdi hangi konuda bey’at edeceğiz?! dedik. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
–Bana, Allah’a ibadet edip hiçbir şeyi O’na ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, itaat etmek, (Kısık bir sesle) insanlardan hiçbir şey istememek üzere bey’at ediniz.
(Avf dedi ki : Ben daha sonra, o gün orada bey’at eden topluluktan bazılarını gördüm. Binekleri üzerinde iken ellerinden kamçıları yere düşerdi de onu kendilerine vermelerini insanlardan istemezler; inip kendileri alırlardı.”
Müslim
Hadis-i şerîfte konumuzla doğrudan ilgili olan bölüm, hadisin son kısmı, yâni: “...insanlardan hiçbir şey istememek...” sözüdür. Bu sözün delili ise, hadisi rivayet eden Avf b. Malik’in şu sözüdür: “Ben daha sonra, o gün orada bey’at eden topluluktan bazılarını gördüm. Binekleri üzerinde iken ellerinden kamçıları yere düşerdi de onu kendilerine vermelerini insanlardan istemezler; inip kendileri alırlardı.”
Sevgili gençler...
Biz konuyu, Avf b. Malik’in anlattığı biçimiyle hadis-i şerîfi ve ardından onun hadisin pratiği üzerine yaptığı yorumu aktararak bitirmeyeceğiz. Çünkü tam bir faydanın sağlanabilmesi ve emaneti gözetme görevinin yerine gelebilmesi için hadiste geçen peygamberî öğütlerin kısaca ve anlaşılır bir biçimde açıklanmasının zaruri olduğuna inanıyoruz.
Allah Resûlü (s.a.v.) kendisini dinleyen sahâbesine şöyle diyor:
–Allah’ın Resûlü’ne bey’at etmez misiniz?! İçlerinden biri şöyle cevap verdi:
–Ey Allah’ın Resûlü, sana elbet bey’at ederiz.
Sevgili gençler...
Sizden biriniz şunu sorabilir:
Daha önce bey’at ettikleri halde Allah Resûlü (s.a.v.) sahâbesinden niçin tekrar bey’at etmelerini istedi?
Bu soruyu şöyle cevaplayabiliriz:
Bey’atın tekrarlanması, soru sormayı gerektirecek derecede yakışıksız ve tuhaf birşey değildir. Zira bey’atın tekrarlanması, bir tür pekiştirmedir. Kaldı ki sahâbe, Allah Resûlü’ne (s.a.v.) “Rıdvan Bey’atı”[4] örneğinde olduğu gibi pek çok kere bey’at etmiştir. Cenâb-ı Allah Fetih Suresi’nde bu bey’atı şöyle anlatır:
“Muhakkak ki sana bey’at edenler gerçekte ancak Allah’a bey’at etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.”[5]
Bey’atın tekrarındaki maksadın, pekiştirme olduğunun delillerinden biri de Allah Resûlü’nün (s.a.v.) devamla söylediği şu sözdür: “...Allah’a ibadet edip hiçbir şeyi O’na ortak koşmamak...”
Zira Allah Resûlü (s.a.v.) de çok iyi biliyordu ki sahâbe-i güzin, putlara ibadeti, atalardan miras olarak aldıkları câhiliye adet ve geleneklerini çoktan terketmişler ve gönüllerini Allah’a teslim etmişlerdi.
Allah Resûlü (s.a.v.) pek çok hadis-i şerîfinde, ümmeti hakkında en çok küçük şirkten endişe ettiğini dile getirmişti.
Küçük şirk de nedir?!
Tam bir gizlilik, kolaylık ve yumuşaklık içinde şeytanca bir amaç ve hedefle gönül ve ruhlara sızma girişimidir.
Allah Resûlü’nün (s.a.v.) şirki ve onun insanın gönül ve vicdanına sızma girişimini anlatırken kulanıldığı ifadenin inceliğine bir bakınız! Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Şirk, gecenin zifiri karanlığında simsiyah taş üzerinde yürüyen siyah karıncanın kımıldamasından daha gizlidir.”
Sevgili gençler...
Bizler ve sizler, şirki tahrik edip kışkırtan faktörlerin, mahlukatın nefesleri yığın yığın, dizi dizi ortaya çıktığı bir çağda, bir zaman diliminde yaşıyoruz... Alıp verilen her nefesle birlikte bir fitne ve vesvese bizlere fısıldıyor. Her ayağa kalkışımızda İblisce bir çağrı ve şeytanın kışkırtması içimizde yankılanıyor.
Allah Resûlü (s.a.v.) sahâbesinin Allah inancını sürekli tazeleyerek diri tuttu. Aynı şekilde bizim ve sizin de her gün ve her an, bir olan Allah’a imanımızı yenileyip pekiştirmemiz bizlerin ve sizlerin üzerine düşen bir görev ve sorumluluktur.


Beş Vakit Namazı Kılmak
Sevgili gençler...
Sizlere farz olması, vaktinde kılınması, ruh ve hedefinin bilincinde olunması ve huşu içinde yerine getirilmesi bakımlarından, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) namaza dair nasihatını önceki sayfalarda aktardığımın elbet farkındayım.
Bunların hiçbirini unutmuş değilim...
Allah Resûlü (s.a.v.) bunların, altını çizerek, üzerinde basa basa durarak ashabına aktarmış, aynı şekilde bunları size de bildirmiş bulunmaktadır. Siyer derslerinden bildiğiniz; fakat hedef ve gayesini tam olarak kavrayamadığınız bir emri size bir kere daha hatırlatmaktan çekinecek değilim... Bu emir; bir ibadet olarak namazın İsra ve Miraç gecesi farz kılınmasıdır.
Diğer ibadetlerden farklı olarak, namazın farz kılındığı mekanın yüceliğine bir bakın ve üzerinde dikkatle düşünün

İtaat Etmek
Bu öğüt içerdiği bütün anlam ve ruhuyla uyanış neslinin çocukları, ümmetin önde gelenleri, ümmetin gelecekteki kutupları ve islâm medeniyetinin ekseni olan sizleredir...
Tamamı Hakk olan Allah’ın Kitab’ından Hakk söze kulak veriyorsunuz...
Aynı şekilde Peygamberinizin hadisini de dinliyorsunuz...
Sadece kulağınız ile değil; bilakis bütün benliğiniz ve tüm organlarınızla kulak veriyor ve dinliyorsunuz. Kulak, dinleme araçlarından sadece bir tanesidir. Sizler akıl, kalp, gönül ve ruhlarınızla dinliyorsunuz.
Sonra... itaat ediyorsunuz.
Sizden körü körüne bir itaat istemiyoruz. Aksine kavrayışlı, bilinçli bir itaat bekliyoruz. İyiyi kötüden, Hakkı bâtıldan ve yararlıyı zararlıdan seçip ayırdedebilen bir itaat.
Şahsınıza, toplumunuza, din ve şeriatinize bir kötülük ve zararı dokunmadığı sürece anne-babanızın, eğitimcilerinizin tavsiye ve talimatlarına, genel asayiş kurallarına ve kanunlara itaat edersiniz.
Son düzenleyen nötrino; 10 Şubat 2014 10:39 Sebep: Kırık link!
Master Blue - avatarı
Master Blue
Ziyaretçi
7 Eylül 2008       Mesaj #4
Master Blue - avatarı
Ziyaretçi
İnsanlardan Hiçbir Şey İstememek
Hadiste geçen nasihatlerin sonuncusu...
Ne kadar doğru söylemiş: “İnsanların elindekilerden ümidini kes, insanların en zengini olursun.” İzzet, onur, ululuk gerçek müslümanın özellikleridir.
İnsanın, başkalarına yaptırabilecek durumda iken özel ve genel işlerini kendisinin yapmasını; yâni kendisine hizmet etmesini bir ayıp ve kusur zanneden kimseler, büyük bir cehalet ve gurur içindedirler.
Rivayet edildiğine göre;
Hz. Peygamber bir gün çarşıya çıktı. Ailesinin ihtiyacı olan birtakım şeyler satın aldı. Satın aldıklarını kendisi taşıyordu. Çarşıda kendisine yoldaşlık eden sahâbeden biri Allah Resûlü’nün (s.a.v.) pazar yükünü taşımak istedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) onun bu isteğini redderek şöyle buyurdu: “İhtiyaç sahibi ihtiyacını taşımaya daha layıktır.”
İşte sevgili gençler...
Bu şekilde sizler, kendisiyle hayâtınızı düzenleyeceğiniz bilgiler öğreniyorsunuz.
Allah’ın selâmı üzerinize olsun.


Kıskançlık Yapmayın
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:[1]
Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kıskançlık yapmaktan sakınınız. Zira kıskançlık, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer bitirir.”
Ebû Davud
“...ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi...”
Bu söz beni duraklattı ve bana bir olayı hatırlattı.
Günlerden bir gün fırındaydım. Fırın sahibi yakıt olarak hâlâ odun kullanıyordu. Durdum, ateşin tutuşmasını, alev ve ısısını korumak için fırıncının ateşi odunla nasıl da beslediğini seyretmeye başladım. Farkında olmaksızın uzun bir süre ayakta öylece dikildim.
Sonra fırıncıya.
–Yıllık ne kadar oduna ihtiyaç duyuyorsunuz?! diye sordum
Fırıncı gülerek tebessüm etti, ardından da bir kahkaha attı.
Sonra şöyle dedi:
–Bu veya herhangi bir fırın, yeryüzünde bulunan bütün odunları içine atsan, muhakkak hepsini yer bitirir!
Durdu, sonra konuşmasına şöyle devam etti.
–Bir zamanlar işçi olarak çalıştım. Sonra Allah-u Teâlâ bana bu fırını ikram etti. Fırın için düşündüğüm ilk şey yakıt oldu. Geri kalan bütün paramla odun aldım. Kendi kendime: Bu yıl artık başka oduna ihtiyacım olmaz; çünkü yetecek kadar odunum var, diye düşünüyordum. Ne var ki senenin yarısına geldiğimizde odunun tamamı çoktan bitmişti. Beyefendi... Ateş, tutuştuğu alan ile ölçülmez. Ateş ancak yanma gücüyle ölçülebilir. Sözü gediğine koydum:
–Öyleyse Allah; “O gün cehenneme ‘doldun mu?’ deriz. O da ‘daha var mı?’ der” buyururken çok doğru söylemiş.
Bu hatırayı sana iki sebepten dolayı anlattım:
• Genişlik, derinlik... vb. bakımlardan cehennemin hacmi ile alakalı olarak akla gelebilecek soruya cevap olması.
Şurası kesindir ki cehennem ateşi, hacimlerle kıyaslanamaz; ancak yanma/tutuşma gücüyle kıyaslanabilir.
• Kıskançlığın ateşe benzetilmesi.
Hiç şüphesiz kıskançlık, öyle bir hastalıklı huydur ki, insanın kalbine girdi mi, tutuşmuş alevi ve ateşiyle oradaki bütün güzel huyları ve faziletleri yer bitirir. O insan şahsiyetini, hastalıktan bitkin düşmüş bir et parçası haline getirir.
Sevgili gençler...
Sizler de kendi yaş ve sosyal statünüz düzleminde bu tehlikeli olgu ile karşılaşabilirsiniz. Aman, ona teslim olmaktan sakının. O insanlarda gördüğünüz üstünlüğe ilişkin kimi zaman içinizde duyduğunuz kıskançlık hastalığını, onlarla beraber olarak, onlara benzeme ve onları geçerek üstünlüğe ulaşma azminizle tedavi ediniz.
Kıskançlık, kin doğurur. Kin; başkalarında gördüğünüz nimetin varlığını çekememek ve yitirmesi için elinden geleni yapmaktır. Hırs ise, o insanın sahip olduğu nimete gıpta etmek ve var gücüyle, bütün enerjisiyle o nimetin aynısına sahip olmaya, o kişiye benzemeye ve bu konuda onu geçmeye çalışmaktır.
Sevgili gençler...
İşte insan toplumları, böyle bir verimli hareketlilik içinde karşılıklı olarak birbirinden etkilenirler ve kıskançlık ateşinden kurtulurlar.


Öfkelenmeyin
Ebû Said el-Hudri (r.a.)anlatıyor:[2]
Allah Resûlü şöyle buyurdu:
“Dikkat edin! Öfke, Ademoğlunun kalbinde yanan bir ateş parçasıdır. Onun şah damarının şişmesini ve gözlerinin kızarmasını görmüyor musunuz?! Kendisine bu hal gelen kimse hemen alnını yere koysun.”
Tirmizî
Bir başka konuşmasında ise Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Öfke, Ademoğlunun iki gözü arasında yanan cehennem ateşlerinden bir ateş parçasıdır. Öfkelendiğinde gözlerinin kızarmasını görmüyor musunuz?!”
Allah Resûlü (s.a.v.) bir diğer konuşmasında bu şeytani dürtüyü yenmenin yolunu ve çarelerini şöyle açıklamıştır:
“Ayakta ise otursun; oturuyorsa ayağa kalksın.”
Öyleyse... Öfke, gözlerin kızarmasına ve ışıl ışıl yanmasına neden olmakta, şah damarlarının şişmesine ve ardından da kanın kalpten başa doğru hızla akmasına neden olmaktadır. Halk dilinde buna ‘kan beynine sıçradı’ denmektedir. Tıp sözlüğünde ise bu hal ‘tansiyon yükselmesi’ biçiminde tanımlanmaktadır. Hiç kuşkusuz bu hal, bedensel bir olgu olup hiç de hayra alamet değildir.
Biraz önce aktardığımız hadis-i şerîfler bizi şu soruları sormaya yöneltmektedir:
• Allah’ın Peygamberi, Abdullah oğlu Hz. Muhammed bir sağlık doktoru ya da bir uzman psikolog mudur?!
• Hangi üniversiteden mezun olmuştur?! Bütün bu bilgiyi ve ilmi nereden elde emiştir?!
Bu sorular karşısında uzun süre suskun kalamıyoruz. Zira derhal Kitap’tan, hikmet ve hamd sahibi Allah’ın peyderpey indirdiği, ne önünden ne de arkasından bâtılın kendisine asla yaklaşamadığı Kur’an-ı Kerîm’den bize cevap geliyor. Allah-u Teâlâ şöyle cevaplıyor bu soruları:
“O hevasından (keyfinden) konuşmaz. O’nun konuşması kendisine vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu kuvvetlinin kuvvetlisi (Cebrail) öğretti.”[3]
Öfkenin çeşitli pek çok sebebi vardır.
İnsan yaşayan bir canlı olup çalıştığı, çaba sarfettiği ve insanlarla ilişkilere girdiği sürece çarpmalara ve sıçramalara hedef olmaya devam edecektir. Bu da onun psikolojisine sevinç, mutluluk ve üzüntü, keder ya da öfke olarak yansıyacaktır.
Bu ruh halleri, öncelikle kişinin iç dinamik güçlerine ve ikinci olarak da olay ve kişilere bağlı olarak sertlik-şiddet veya nitelik-nicelik bakımlarından farklılık arzeder.
Sevgili gençler...
Sizler iş, okul ve aile hayâtınızın henüz başlangıcında bulunuyorsunuz. Gelecekte sizi öfkelendirecek durumlarla karşılaşacak ve tabi ister istemez mutlaka öfkeleneceksiniz. Bu durumda ne yapacaksınız?! Aman sakın, öfkeyi kendi haline bırakıp da içinizde tepkimesine, hareket ve davranışlarınıza tahakküm etmesine izin vermeyin. Zira öfke, insanı hüsran ve helaka götürür.
Kalplerinizi yumuşak huyluluk azığıyla besleyin. Hiç şüphe yok ki yumuşak huyluluk, ahlâkın efendisidir.
Öfkelendiğinizde öfkenizi nasıl dindireceğinizi size öğreten Peygamberinizin nasihatine kulak verin.
Hz. Peygamber (s.a.v.) öfkelenen kimse için “hemen alnını yere koysun” buyurmaktadır. Doğrusu bu sözle, gerçekten alnını yere koyması kastedilmemiştir. Bilakis bu sözle, kendini dizginlemek, sinirlerine hakim olmak ve dengeyi yitirmemek kastedilmiştir.
Ya da bu sözle, oturuyorsanız ayakta dikilmeniz yahut ayakta dikiliyorsanız oturmanız kastedilmiş değildir. Aksine sizden istenen, konumunuzu değiştirmenizdir. Çünkü hareket etmek, insanın ruhsal etkileşimini değiştirmektedir.
Son olarak...
Sevgili gençler...
Allah’tan niyazım odur ki, size ilmin iyisini ve yumuşak huyluluğun da güzelini versin.
Sizi Allah’ın, kendi katında mübarek olan güzel selâmı ile selâmlıyorum.


Abdest Almak
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:
Allah Resûlü (s.a.v.) kabirleri ziyaret ederek şöyle dedi:
“Mü’min toplulukların diyarı! Size selâm olsun. İnşaallah çok yakın zamanda biz de arkanızdan geleceğiz. Kardeşlerimizi görmeyi arzu ettim.” buyurdu. Sahâbe:
–Ya Resûlallah, biz senin kardeşlerin değil miyiz?! dediler. Allah Resûlü (s.a.v.) :
–Sizler benim ashabımsınız. Kardeşlerimiz henüz dünyaya gelmediler, diye karşılık verdi. Ashab:
–Ümmetinden henüz dünyaya gelmeyen kimseleri nasıl tanırsın, dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) :
–Bir insanın, hepsi baştan aşağı siyah renkli atlar arasında alnı ve üç ayağı beyaz bir atı olsa hiç onu tanımaz mı? diye cevap verdi. Ashab:
–Evet ya Resûlallah, elbette onu tanır, dediler. Allah Resûlü (s.a.v.) :
–Onlar abdest âzâları parlak bir şekilde geleceklerdir, buyurdu.”
Müslim
Evet, ya Rasulallah... Çok doğru söylüyorsun.
Yüzlerinde nişanları vardır: alında ışıl ışıl yanan bir parıltı, bir beyazlık ve dalga dalga yayılan bir nur...
“Alnı ve üç ayağı beyaz olan ata” gelince; bu, derisindeki beyazlık, siyahlığından daha fazla olan yağız attır. Kulaklarının arkasından ve gözlerinin üstünden bir tutam beyaz saç salınır. Güzelliğine güzellik, değerine değer katar.
Bu at, diğer atlar arasında hemen fark edilir. Yüzündeki nişanından tanınır.
İnsanlar haşr günü renk renk, sınıf sınıf ayrılırlar. Kimilerinin, işledikleri küfür ve şirkten dolayı yüzleri kapkaradır. Kimilerinin ise imanları, güzel kullukları ve Rabblerine içten yönelmeleri nedeniyle yüzleri pırıl pırıldır. Bu yüzden Allah Resûlü’nün (s.a.v.) o günde kardeşlerini tanıması hiç de zor değildir.
Yüzlerdeki abdest izi, namaza ve uzun tutulan rükû ve secdelere delalet eder. Namaz; ibadetlerin zirvesi, kullukların en yücesidir.
Sevgili genç...
Geçen sayfalarda Allah Resûlü’nün (s.a.v.) seni namaza teşvik eden öğütlerinden birkaç tanesini okudun. Ancak o öğütlerden bir tanesi ile şimdi anlattığımız öğüt arasında derin ve sağlam bir ilişki vardır. Bu yüzden o öğütün de hatırlanıp üzerinde uzun uzun düşünülmesi gerekmektedir.
Allah Resûlü (s.a.v.) o nasihatında şöyle buyuruyordu:
–Ne dersiniz; birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve günde beş defa o nehirden yıkansa, onda kirden eser kalır mı?! Sahâbîler:
–Hayır, onda kirden eser kalmaz, dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) :
–Beş vakit namaz da işte bu nehir gibidir. Allah, beş vakit namazla günahları yıkar, yok eder, buyurdu.”[1]
Nehirin, kirlerden arınmadaki önem ve değerini kavramışsan, abdestin yüzde bıraktığı izin önem ve değerini de kavramışsın demektir.
Allah sana velilik etsin ve seni Sevgili Peygamberiyle (s.a.v.) Kevser’in başında buluşan kardeşlerinden eylesin..



İslam İnsanın Dış Görünümüne de Önem Verir
İSLAM İNSANIN İÇ ÂLEMİNE ÖNEM VERDİĞİ KADAR DIŞ GÖRÜNÜMÜNE DE ÖNEM VERİR
Ata b. Yesar (r.a.) anlatıyor:
“Allah Resûlü (s.a.v.) mescidde idi. Saçı sakalı birbirine karışmış, dağınık bir adam içeri girdi. Allah Resûlü (s.a.v.) saçını sakalını düzeltmesini emreder gibi eliyle adama çıkmasını işaret etti. Adam çıktı, saç ve sakalını düzeltip geri geldi. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) buyurdu ki:
‘Bu durum sizden herhangi birinizin şeytan gibi saçı başı dağınık bir halde gelmesinden daha iyi değil mi?!’
İmam Malik
Sevgili gençler...
Nasihatın amacı ve hedefi gayet açıktır. Şıklık, zerafet, temizlik ve düzenli, derli toplu olma konularında dış görünümün güzelliğine dair söylenmiştir.
Yine dış görünümün güzel olması gerektiği konusunda Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şöyle dediği de anlatılmaktadır:
“İnsanlar arasında al bir benek gibi olunuz.”
Yâni: İnsanlar arasında iç âleminiz ve dış görünümünüzle seçkin, saygın insanlar olunuz. Zira biçim ve endam güzelliği, kişinin vicdanının derinliklerinde gizli bulunan anlamın asâletine delildir. Dış görünümü derli toplu olan insanın, hiç şüphesiz düşünce ve duyguları da derli topludur. Bedeni ve kılık kıyafeti temiz olan insanın elbette gönüllü ve aklı da temizdir.
Fakat bu asla övünmek, büyüklenmek ve israf anlamına gelmez. Gerçekte bu, kişinin iç dünyası ile dış görünümü arasındaki denge ve paralellikten başkası değildir.
Aynı şekilde bu, bir ziynet, kusurları örterek güzel görünme çabası, reddedilmiş bir tüketim ya da istenmeyen bir savurganlık da değildir.
İnsan eğer küçük yaşlardan itibaren alışkanlık ve adet haline getirmemiş ise kolay kolay güzel görünümlü, derli toplu, temiz, dahası seçkin bir insan olamaz.
Sevgili gençler...
Sizler de zaman zaman davranışlarınızda, oyunlarınızda, çabuk hareketlerinizde ve hızlı cevaplarınızda gereken titizlik ve dikkati göstermiyor olabilirsiniz. Aman, buna çok dikkat edin ve şeytan gibi bir görünüşe sahip olmaktan son derece sakının.
Top... pijama... sokak... vs.
Bütün bunlar, temiz olmamaya bir davetiye ve pejmürde olmaya bir sebeptir. Tam bir kararlılık ve ciddiyet içinde, düşüncesizce davranışlardan, hoppalıktan ve hafif meşreplikten uzak durunuz ki medeniyetin adresi ve insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetin evlatları olasınız


Yoldan Önce Yoldaş
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:[2]
Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse herbiriniz kiminle dostluk yaptığına dikkat etsin.”
Müslim ve Ebû Davud
Sevgili gençler...
Okul arkadaşlığının, en uzun süre devam eden ve insanın ahlâk ve ilişkilerine en çok etki eden arkadaşlıklardan olduğu söylenmektedir. Bu sözde, gerçeklik ve doğruluk payı oldukça fazladır. Çünkü çocukluk çağı, insan hayâtındaki en tehlikeli ve en önemli çağdır. Zira insanın gelecekteki şahsiyetinin temel taşları bu çağda konur.
Çocuk; toprak, hava, güneş gibi gelişmenin zorunlu ihtiyaçlarından olan doğal faktörlerin etkisinde kalan taze, nazik bir dal gibidir.
Toprak iyi ve verimli, güneş ısı ve ışığıyla cömert, hava yumuşak ve hoş, çiftçinin eli şefkatli ve bilinçli olduğunda dalın çiçek açması ve meyve vermesi için gereken tüm şartlar yerine gelmiş demektir.
Bunlar yerine gelmediği takdirde arzulanan netice elde edilemeyecek ve ümitler yok olup gidecektir.
Temyiz[3] çağındaki çocuk, çok âşikâr ve basit bir biçimde iyiyi kötüden ayırma yetenek ve kabiliyete sahiptir. Nitekim her akıl sağlığı yerinde olan kişinin tereddütsüz tasdik edeceği birtakım hususlarda da, sağlamı çürük olandan ayırdedebilmektedir. Bununla birlikte bu ayırım işleminde zaman zaman anne-babanın veya eğitimcinin yardımına da gereksinim duyabilmektedir.
Bunları söylerken her ne kadar çocuğun aklı, kalbi ve vicdanı sağlam ölçü ve kriterlerle beslenmiş olsa bile, sürekli bir gözetimin faydasını hafife almıyoruz.
Sevgili gençler...
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) size yaptığı bu öğüt, dost ve arkadaş seçiminde öncelikli temel prensibinizdir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) ‘...dini üzeredir...’ derken arkadaş seçiminde konuyu en geniş çerçevede yâni inanç çerçevesinde ele alıp aydınlatmaktadır.
İnsan, ciddiyet ve şaka zamanlarında bile arkadaş veya dostundan –iyi ya da kötü yönde– etkilenmektedir. Muhakkak bu, sürekli bir ilişki içinde bulunmak ve etki altında kalmaktan dolayı olmaktadır. Devamlı ilişkiler sonucunda dostta bulunan iyi ya da kötü birtakım huylar karşı taraftaki insanın karakterine işler. Hatta düşüncesinin en derin noktalarına kadar girip onun dizginlerini eline alır. Artık o huylar onu ya doğruya ulaştırır ya da saptırır!
Sevgili gençler...
Kendisinde bir sapıklık ve aykırılık gördüğünüz; yoldan çıkmış, bozuk tabiatlı her arkadaştan elinizden geldiğince uzak durun!
Sizi ancak Hakk’a teşvik eden, dosdoğru yola (sırat-ı müstakime) ileten güzel, iyi insanlarla oturup kalkın.
Hikaye edilmektedir ki;
Bir gün adamın biri oğluna, oğluna kötü arkadaşın zararlarını anlatmak istedi. Bunun için içi elma dolu bir sandık getirdi. Elindeki çürük elmayı oğluna göstererek:
–Birkaç gün geçince, sandıktaki elmalar ne haldeler bak!
Ardından o çürük elmayı diğer sağlam elmaların arasına koydu. Aradan birkaç gün geçmişti ki sandıktan çürük kokusu etrafa yayılmaya başladı. Baba oğlunu yanına alarak çocuğun gözleri önünde sandığın kapağını açtı. Elmaların çoğu bozulmuştu. Çocuğuna dönerek şöyle dedi:
–Sevgili yavrum, işte kötü kimselerle arkadaşlık eden insanın hali budur!.


Allah İçin Sevmek
ALLAH İÇİN SEVEN VELİ KULLAR
Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor:
Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Allah-u Teâlâ’nın kullarından öyleleri vardır ki –onlar ne peygamberlerdir ne de şehidler– kıyamet günü Allah katındaki makamlarından dolayı hem peygamberler hem de şehitler o kullara imrenirler. Sahâbe:
–Ey Allah’ın Resûlü (s.a.v.) onlar kimdir, bize anlat?! dediler.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
–Onlar, aralarında herhangi bir akrabalık ya da ticari bir ilişkisi olmadığı halde, sırf Allah’ın rızası için birbirlerini seven bir topluluktur. Vallahi onların yüzleri nur gibidir. Nurdan tahtlar, koltuklar üzerine kurulup otururlar. İnsanlar korkuya kapılırlarken onlar asla korkuya kapılmayacak; insanlar hüzünlenirlerken onlar kesinlikle hüzünlenmeyeceklerdir. (Ardından şu ayeti okudu :
“İyi bilin ki Allah’ın veli kullarına asla korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.”[1]
İnsanlar arasındaki ilişkiler iki temel üzerine kurulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) bize böyle haber vermiştir.
Akrabalık.. “...aralarında bir akrabalık olmadığı halde...”
Maddi çıkar.. “...ya da aralarında ticari bir ilişki olmadığı halde...”
İnsanlar arasındaki ilişkileri iyiden iyiye inceleyenler, bu peygamberî sözün bütünüyle doğru olduğunu hiç şüphesiz görecektir. İnsani ilişkilerin temeli, akrabalık ve maddi çıkar olarak belirecektir.
Bu iki esas, insanların hayâtında doğru konumlarına oturur, olmaları gereken yerde olurlarsa düzen, emniyet ve güvenin gerçekleşmesini sağlarlar.
Fakat...
Akrabalık ve maddi çıkar üzerine kurulu ilişkilerden çok daha yüce, çok daha üstün olan ve insanı hayâtın, maddenin kir ve pisliğinden çekip alarak vicdani temizliğe ulaştıran bir ilişki türü daha vardır.
Bu dereceye, ancak Allah için seven mü’min kullar ulaşabilir.
Sevgili gençler...
Sizler peygamberlerin Allah katındaki derece, makam ve saygınlıklarını hiç şüphesiz biliyorsunuz. Dünya hayâtını çok ucuz bularak canlarını Allah yolunda satan şehidlerin makam ve mevkilerini de biliyorsunuz.
İşte o peygamberler ve şehidler, ahirette Allah katında sahip oldukları makam ve mevkilerinden dolayı Allah’ın birtakım kullarına imrenir, onlara gıbta ederler. O makam, Allah’ın veli kullarını bütün hücrelerine varıncaya kadar dörtbir yandan kuşatıp bürüyen nur makamıdır...
İşte o insanlar Allah’ın veli kullarıdır!
Allah’ın kendileri hakkında “İyi bilin ki Allah’ın veli kullarına asla korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de”[2] dediği veli kullardır.
Çünkü gönüllerini, yüzlerini ve ruhlarını engin bir nur okyanusu kaplamıştır. Onlar burada emniyet, güven ve iç huzuru bulmuşlardır. Onlara artık ne korku ulaşabilir ne de hüzün.
Sevgili gençler...
Peki niçin?!
Çünkü insan kalbi gerçekten Allah’a olan sevgisinde samimi olur ve hareket halindeyken, durgun, uyanıkken ve uykuda, uzanmış yatarken ve ayakta iken, görmesinde, işitmesinde ve çalışmasında sürekli olarak bu sevgiyi iç dünyasında hissederse bu sevginin ışınları ondan bütün kainata, mahlukata ve mevcudata doğru yayılır. Böylece her şeyi, bu içten ilahi sevgi terazisiyle ölçüp tartar. Bütün varlığını bu sevginin üzerine kurar.
Sizler çocukça, masum ve temiz halinizle gerçekten büyüklerden daha çok o veli kullardan olabilirsiniz. Çünkü -canlarım- sizler, henüz halkın örf ve gelenekleri içinde kaybolup gitmediniz. Maddi çıkar sebepleri ve neticeleri sizi etkisi altına almadı. Çıkarcı ilişkiler size baskın gelmedi.
Büyük sahâbî Süheyb b. Sinan el-Rûmi’nin (r.a.)yaşam hikayesini, Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında gösterdiği tavrı bilmelisiniz?!
Gerçekten Süheyb, Mekke’de çok büyük bir servetin sahibiydi. Son derece zengin idi. Hicret edip Medine’de Hz. Peygamber’e (s.a.v.) katılmak istediğinde Kureyşliler yolunu kestiler. İçlerindeki akılsızlar, onun geçmişteki fakirliğini ve köleliğini yüzüne vurdular. Onlar bu sözleriyle, sahip olduğu serveti ima ediyorlardı.
Süheyb, anlamlı anlamlı Kureyşlilere baktı. Sonra bütün servetini onlara terketti. Onlar da Süheyb’i bırakarak yoluna devam etmesine izin verdiler.
Süheyb, Allah’ı ve O’nun sevgisini bütün dünya servetlerine tercih etti; bu uğurda ne ailesini önemsedi ne de başkalarını. Acaba, Hz. Peygamber (s.a.v.) onu Medine’de karşıladığında ona ne söyledi?!
Hz. Peygamber (s.a.v.) onu görünce tebessüm etti ve dudaklarından şu sözler döküldü:
“Ey Ebû Yahya! Kârlı bir alışveriş oldu!.. Ey Ebû Yahya! Kârlı bir alışveriş oldu!..”
Sevgili gençler...
Faziletli dostlar...
Evet... faziletli, felâha ermiş, kâr eden insanları örnek almanızı ve Allah’ın rızası uğrunda sevenler makamına yükselmenizi istiyoruz. Hiç şüphesiz bu, kendilerine peygamberlerin ve şehidlerin bile imrendiği veli kulların makamıdır.
Görüşmek üzere...
Son düzenleyen nötrino; 10 Şubat 2014 10:33 Sebep: Kırık link!
Master Blue - avatarı
Master Blue
Ziyaretçi
7 Eylül 2008       Mesaj #5
Master Blue - avatarı
Ziyaretçi
Allah’ın Kullarına Karşı Büyülenmekten Sakının
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.) anlatıyor:[3]
Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kalbinde hardal tanesi ağırlığınca kibir bulunan kimseyi Allah yüzüstü cehenneme atar.”
İmam Ahmed
Sevgili gençler...
Kibir: Kendini beğenmek ve başkalarından üstün görmektir.
Hardalı biliyor musunuz?!
Hardalı baharatçıya sorunuz. Çok küçük tanecikler olduğunu göreceksiniz. O kadar küçük ve hafif ki, bir hardal tanesinin ağırlık ve hacmi, kum tanesinden fazla değildir!
Kalbinde ve duygularında hardal tanesinin büyüklüğüne denk bir kibir duygusu taşıyan insanı, Allah yüzüstü cehenneme atar.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) hadis-i şerîfinde “Kimin kalbinde...” buyuruyor. “Kimin aklında...” dememiştir. Çünkü duygunun kaynağı öncelikle kalptir. Kibir aslında bir boşluktur.
Adamın biri küçük oğluyla birlikte buğday ekili tarlalardan birine gitti. Başaklar henüz yeni olgunlaşıyordu. Boyu diğerlerinden daha uzun bir başak, çocuğun çok hoşuna gitti. Başağa yaklaştı ve onu kopardı.
Babası oğluna başağı neden kopardığını sordu.
Çocuk, başaktan çok hoşlandığını, ayrıca içinde pek çok buğday tanesinin bulunduğunu söyledi.
Baba gülümsedi... Başağı eline aldı ve eliyle kırarak içini açtı. Başak bomboştu, içinde bir tek buğday tanesi dahi yoktu.
Ardından baba oğluna şöyle söyledi:
–Ey çocuğum...
Buğday dolu başaklar tevazu ile baş eğer
Ancak içi boşların başları yüksekmiş meğer.
Sevgili gençler...
İşte kibirli insanın boşluğu da böyledir.
Kibirli insan, sırf bu yüzden dolayı mı yüzüstü cehenneme atılıyor? diye sorabilirsiniz.
Bu sorunuza kısaca cevap verelim:
Bildiğiniz gibi kibir; kendini beğenmek, gururlanmak ve büyüklenmektir. Bu ise insanın kendini mahlukattan üstün görmesine yol açar. Halbuki üstünlük yanlızca Allah-u Teâlâ’ya mahsustur!
Kibirli insan, Allah’ın güzel isimlerinden (esmaü’l hüsnâ) birinde adeta O’nunla çekişmekte, O’na benzemeye kalkışmaktadır. Bu ise apaçık küfürdür.[4] Bundan dolayı kibirli insan hakkında Kur’an’ın şu sözü hak ve gerçek olmuştur.
“Kibirlenenler için cehennemde barınacak bir yer mi yoktur.”[5]
Kibir ya da kendini büyük görmek, zenginlik ve güzellik gibi dünya değerlerinden ileri gelmektedir. Halbuki zenginlik de güzellik de yok olmaya mahkumdur.
Zenginlik, ticaretten dolayı ise; ticaret kâr getirebileceği gibi zarar da getirebilir. Eğer zenginlik sahip olunan akardan[6] dolayı ise; akar da doğanın ani hareketlerine hedeftir.
Güzellik, geçen seneler ve ilerleyen ömürle birlikte kurumakta, solmaktadır. Tabi daha önce bir âfete ya da musibete kurban gitmezse.
Hz. Süleyman (s.a.v.) servet ve zenginlik hakkında şöyle demişti: “Bu, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabb’imin lütfundandır.”[7]
Güzellik ve endam... Hz. Yusuf’u (s.a.v.) aldatamamış, onu gurura sevkedememişti. Bilakis onun dillere destan güzelliği, kendisi için hem bir fitne ve imtihan hem de bir sabır ve kurtuluş vesilesi olmuştu.
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) de kalbinde hardal tanesi ağırlığınca kibir bulunan insan hakkında “Allah onu yüzüstü cehenneme atar” buyurmaktadır.
Hz. Peygamber kibirli insan için neden ‘Allah onu yüzüstü haşr eder’ dememiştir.
Cehenneme yüzüstü atılmak niçin?!
Halkın, kibirli kimse için “Burnu havada...” dediğini zaman zaman işitiyorsundur. Onlar bu sözle kibirli insanın, yüzdeki en belirgin organı olan burnuyla kibirlendiğini, büyüklük tasladığını anlatmak istemektedirler. Dolayısıyla cehenneme yüzüstü atılmak, ceza olarak kibire çok uygun düşmektedir. Allah’ın Resûlü (s.a.v.) gerçekten sözünde isabet etmiş ve doğru söylemiştir.



Ömür, Gençlik, Mal ve Bilgimizden Sorumluyuz
Ebû Berze b. Ubeyd el-Eslemi anlatıyor:[1]
Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kıyamet günü insanlar şu dört şeyden sorguya çekilmedikçe yerlerinden ayrılamazlar: ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede harcadığında, malını nereden kazanıp nereye harcadığından ilmi ile ne amel işlediğinden.”
Tirmizî
Sevgili gençler...
Şu dört şey hayâtın özetidir:
1-2. Gençlikle ihtiyarlık arasındaki ömür.
3. Çalışıp kazanma, elde etme.
4. İlim, tecrübe, bilgi.
Hz Peygamber (s.a.v.) bu nasihatinde iş işten geçmeden, henüz elde fırsat varken uyarıp ikaz ediyor.
Bugün; dünya hayâtında çalışmak ama hesaba çekilmek, yarın; ahirette ise hesaba çekilmek ama çalışmamak var!
Bu uyarı ve ikazların anlam ve hedeflerini kavrayıp, ardından da yaşantılarını bu uyarı ve ikazlar doğrultusunda düzenleyenleriniz, hem dünya hem de ahiret mutluluğunu kazanırlar. Ama kim de öğüt almayıp bu uyarı ve ikazları dikkate almazsa, hem dünya hem de ahiret mutluluğunu kaybeder. Çünkü dünya yok olmaya, ömür son bulup tükenmeye doğru hızla yol almaktadır. Allah katında olanlar ise elbet sürekli ve kalıcıdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) nasihatinde “Kıyamet günü insanlar şu dört şeyden sorguya çekilmedikçe yerlerinden ayrılamazlar...” buyurmaktadır.
Yerlerinden ayrılamazlar. Ne sağa ne de sola hareket edip kımıldayamazlar. Çünkü bu hesap duruşudur.
1) İnsan ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede harcadığından sorguya çekilecektir.
Hayât kitabından ve orada geçirdiği gün sayfalarından hesaba çekilecektir.
“İşte alın kitabımı okuyun!”[2] diyecek ve kendisine şöyle cevap verilecektir:
“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter!”[3]
O gün insan, dünya hayâtındaki yaşantısını, halini ve yaşadığı olayları diliyle anlatmaya başlayacaktır. Sonra, gizlediği bir halden ya da bir kusurdan dolayı dili duraklamaya başlayınca, bu kez elleri ve ayakları söz alacaktır. İnsan, el ve ayaklarının bu konuşması karşısında hayret edip şaşıracaktır. Onun bu hayret ve şaşkınlığını gören elleri ve ayakları kendisine şu cevabı verecektir:
“Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu!”[4]
İnsan niçin sorguya çekilecektir?
Çünkü hayât, Allah’ın bize bir lütfu ve karşılıksız bağışıdır. Sayıya ve istatiklere sığmaz nimetlerinden sadece bir tanesidir. İnsan bu emaneti keyfince, arzuları doğrultusunda kullanma ya da şehevi arzularına tâbi kılarak yok etme hakkına asla sahip değildir.
Ayrıca sorgu, özellikle ömrün ilk yarısı üzerinde yoğunlaşacaktır. Çünkü bu dönem kişide canlılık, güç ve dinamizmin zirvede olduğu bir dönemdir. İnsan ömrünün bu zaman dilimi üretim ve verim çağıdır.
Çocukluktan gençliğe doğru olan yaşam süreci; olgunlaşma merhalesi, gençlikten ihtiyarlığa doğru olan yaşam süreci ise eksilme merhalesidir.
Çocuk, bir haramdan ya da kötü bir işten uzak kalabilir. Çünkü, henüz ya o haram eylemi ya da kötü işi bilmiyordur ya da kendisini ona ulaştıracak olan araçlar bunu gerçekleştirmemişlerdir.
İnsan, ihtiyarlığında da, bedenî veya ekonomik yetersizliklerden ve yahut da ölüme yakın olmanın verdiği korkudan -ki bu korkuya, âcizin tevbesi denir- dolayı birtakım kötülüklerden uzak kalabilir.
Ne var ki çocukluk ile ihtiyarlık arasındaki gençlik dönemi, adeta yaşam, güç ve canlılık fışkırır. Gençlik, hayât kasidesinin seçilmiş en güzel beyitidir.
Çünkü gençlik, yaşamın zirvesidir. İnsan bu dönemde kendini koruyabilirse dünya ve ahiretini kazanır.
Hem ne ahiret!
Kendisinden daha büyük nimetin, konforun ve mutluluğun olmadığı bir ahiret. Bu, arşın gölgesinde bulunma nimeti, konforu ve mutluluğudur.
Sevgili gençler...
Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) şu hadisini iyi ezberleyiniz:
“Yedi grup insan vardır ki Allah-u Teâlâ onları kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı o günde gölgelendirir. Bu insanlar şunlardır: Gençliğini Allah’a ibadetle geçiren genç...”[5]
2) İnsan malını nereden kazandığından sorguya çekilecektir.
Mal: yaşamı saran kol, yaşam savaşının yörüngesi. Biz elbet malın önem ve değerini küçük görmüyoruz. Ancak her şeyi maldan ibaret kabul eden bir anlayışı da kabul etmiyoruz.
Mal elde etme, çalışıp kazanma ancak ihtiyaç ve gereksinimlerin giderilmesi için bir çözüm ve çare olabilir. Mal, insanın yaşantısında zahmet, ter ve gözyaşının ardından mutluluk, rahatlık ve afiyette olma arzusunun doyuma ulaşmasını sağlar.
Aynı şekilde kazanç mal sahibi olma, çalışmak ve ticaret yapmak gibi helâl yollardan olmalıdır. Gasb, hırsızlık, rüşvet ya da bunlara benzer bir şekilde elde edilmiş olmamalıdır.
En güzel, en temiz kazanç, kişinin kendi emeği ile çalışıp kazanmasıdır.
Bazı zamanlar insan şart ve imkanlara bağlı olarak çalışıp kazanmasına rağmen temel ihtiyaçlarını dahi temin edemez... veya ancak ihtiyaçlarını karşılar... ya da kat kat fazlasıyla kâr ederek büyük servet sahibi olur. Zulüm ve hile karışmadığı sürece bu çalışma çeşitlerinin hepsi de makbul ve övülmüştür.
Kazanmanın ardından tüketim ve harcama safhası gelir.
Bu aşamada üçüncü sorunun ikinci maddesi gündeme gelmektedir:
3) İnsan malını nereye harcadığından sorguya çekilecektir.
Helâlinden kazanma prensip ve anlayışı aynı şekilde kazanılan malı harcarken de geçerlidir.
Kaldı ki ihtiyaç sahibi fakir insanlara ve Allah yolunda, Allah’ın rahmet ve lütfunu umarak, cömertçe harcanmalı, infak edilmelidir.
Rivayet edilmektedir ki;
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir gün Allah yolunda, İslam daveti uğrunda harcamak için bir miktar mala ihtiyaç duydu. O sırada Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer huzurunda bulunuyorlardı. Çıkmak için izin istediler. Sonra Hz. Ömer, getirdiği bir miktar parayı Allah Resûlü’nün (s.a.v.) önüne bıraktı. Hz. Peygamber (s.a.v.) :
–Ey Ömer, bu da nedir? diye sordu. Hz. Ömer (r.a.):
–Ey Allah’ın Resûlü (s.a.v.) , malımın yarısı! diye karşılık verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) :
–Geride ailene ne bıraktın? diye yeniden sordu. Hz. Ömer:
–Diğer yarısını! cevabını verdi. Ardından Hz. Peygamber (s.a.v.) Ömer’e (r.a.)hayırla dua etti... Biraz sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.)huzura girdi. Beraberinde getirdiği paraları Hz. Peygamber’in (s.a.v.) önüne bıraktı. Hz. Peygamber (s.a.v.) aynı soruyu ona da sordu:
–Ey Ebû Bekir, bu da nedir?! Hz. Ebû Bekir (r.a.):
–Ey Allah’ın Resûlü (s.a.v.) , bütün mal varlığım! cevabını verdi. Hz. Peygamber tekrar sordu:
–Geride ailene ne bıraktın? Hz. Ebû Bekir (r.a.):
–Onlara Allah’ı ve Peygamberini bıraktım! yanıtını verdi.
Hz. Peygamber bu cevabı duyunca tebessüm etti, gözleri yaşardı ve ona hayır dualar etti...
Sevgili gençler...
“Yarışanlar ancak bunda yarışsınlar!”[6]
Kişinin kendisine ve ailesine yapacağı harcamanın sınırları aşağıdaki âyet-i kerîme ile çizilmiştir:
“Onlar, harcadıkları zaman ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.”[7]
İsraf ve kibire kaçmaksızın, cimrilik ve eli sıkılık da yapmaksızın rahat bir yaşam... Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) bir başka hadis-i şerîfinde bize şunu öğütlemektedir:
“Allah verdiği nimetinin eserini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır.”[8]
Kıyamet günü insanlar şu dördüncü sorudan sorguya çekilmedikçe yerlerinden ayrılamazlar:
4) İnsanlar ilmi ile ne amel işlediklerinden sorguya çekileceklerdir.
İlmini, insanları sömürmek ve istismar etmek için mi kullandı?!
Onu gizledi mi?! Ya da ilke ve değerlerini bilmezlikten mi geldi?!
Kendisine âlim (bilgili insan) densin diye beyinsiz insanlarla tartışma ve münakaşalara mı girdi?!
Yahut kendini korumak, seviyesini yükseltmek ve halkına, ülkesine daha hayırlı ve verimli olabilmek için mi ilim öğrendi? İşte arzulanan ilim talebi budur.
Sevgili gençler...
Sizler mukaddes ilim okullarında, ilmî atmosfer içinde, ders sıralarında bulunduğunuz zaman diliminde yüce gayeler ve hedefler için ilim öğrenmeye aşırı istekli olunuz. Size hayır, istikâmet ve şeref; halkınıza da ileri bir seviye ve medeniyet kazandıracak bilgiler öğrenin.
Son olarak, sevgili gençler...
İnsanı bu dört temel husustan sorguya çeken, ona hesap soran kim?! Hiç şüphesiz O, şanı yüce, saltanatı güçlü, isim ve sıfatları mukaddes ve karşılıksız veren, cömert olan Allah’tır. Sorguya çekmek O’nun hakkı; bize düşen de ancak cevap vermektir.
Sevgili gençler...
Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz!
Sorgulanmadan önce kendinizi sorgulayınız!
Ahirette ayağınız kayıp da cehennem ateşine yuvarlanmadan önce, dünya hayâtında dosdoğru yol üzere olunuz. Allah hepimizi cehennemden muhafaza etsin, şerrinden bizi korusun.
Hiç şüphesiz Allah ne güzel yâr ve yardımcıdır. Kudret ve kuvvet ancak Allah’ın yardımı iledir.


Şükür, Allah’ın Hakkıdır
Ebû Büreyde (r.a.) anlatıyor:
Allah Resûlü’nü dinledim, şöyle diyordu:
“İnsanda üçyüz altmış eklem yeri vardır. Her bir eklem yeri için bir sadaka vermesi gerekir.
Bunu işiten sahâbe:
–Ey Allah’ın Peygamberi, buna kimin gücü yeter? dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.):
–Mescitte üstünü örteceğin bir tükürük, yoldan kaldıracağın eza verici bir engel. Bunları da bulamazsan kuşluk vakti kılacağın iki rekat namaz sana kâfi gelir, buyurdular.”
Ebû Davud
Hikaye olunur ki:
Bir adam işine gitmekteydi. Bu esnada karşısına halinden fakir ve aç olduğu anlaşılan bir dilenci çıkıverdi. Açlığını gidermesi için bir miktar para vermesini kendisinden istedi.
Dilenci, saçı sakalı dağınık, kirli ve yırtık, eski elbiseli yaşlı bir adamcağızdı. Dilencinin haline adamın kalbi yumuşadı ve durumuna çok üzüldü. Elini cebine attı, para bulamadı. Sonra diğer cebine... ama orada da para yoktu. Pantolonunun bütün ceplerine baktı, karıştırdı, altını üstüne getirdi. Ama nafile; cepler bomboştu. Dilencinin karşısındaki bu arayışından ve bir şey bulamamanın utancından yüzü kızardı. Herhalde parasını diğer elbisesinin cebinde unutmuş olmalıydı. Titremekli bir hal ve utanç içinde, dilencinin uzanmış eline elini uzattı, onunla tokalaştı. Bu manzara karşısında dilenci gülümsedi, gözleri yaşardı, ardından ekledi:
–Bakın, beyefendi bu da bir sadakadır.
Herkes ayrılıp kendi yoluna gitti.
Evet, sevgili gençler...
Kaldı ki Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dediği gibi “Hiç şüphesiz kardeşinin yüzüne gülümsemen de bir sadakadır.”
Zira sadakalar sadece mala endeksli değildirler. Sadakanın pek çok çeşidi ve biçimi vardır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) sahâbesine bu hadisi bildirip üç yüz altmış eklem yerine karşılık sadaka vermelerini tavsiye ettiği zaman onlar şaşkınlık içinde şu yanıtı vermişlerdi:
–Ey Allah’ın Peygamberi, buna kimin gücü yeter?
Zira onlar meselenin sadece mal ile verilen sadakadan ibaret olduğunu zannederek işin dayanılmaz ağırlık ve meşakkatini anlamışlardı. Bu yüzden, değil kendilerinin, zenginlerinin bile buna güç yetiremeyeceğini düşünmüşlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara sadakanın geniş ve kapsamlı anlamını şöyle açıkladı:
“Mescitte üstünü örteceğin bir tükürük, yoldan kaldıracağın eza verici bir engel...” buyurdular.
Ardından Hz. Peygamber (s.a.v.) ekledi:
“Bunları da bulamazsan kuşluk vakti kılacağın iki rekat namaz sana kâfi gelir!”
Yâni yol üzerinde gelip geçene eza veren bir engelin bulunmaması ya da bulunup da o engeli yoldan kaldıracak güce sahip olunamaması gibi sebeplerle sevabını kaçırmışsan, iki rekat kılacağını Duha namazı bunlara denk sadaka olarak sana kafi gelir.
İki rekat Duha namazı,[1] müslümanın nafile olarak kıldığı iki rekat namaz. Allah Resûlü (s.a.v.) bu namazın kılınma zamanını ve kılınış şeklini amcası Hz. Abbas’a (r.a.)öğretmişti. İki rekatlık Duha namazına ilişkin rivayet kendisinden nakledilmektedir.
Eklem Yerleri İçin Sadaka Niye?!
Allah doğrusunu daha iyi bilir ya, biz şu düşüncedeyiz: İnsanın bedensel iskelet yapısında eklem yerleri, insanın hareketinin kaynağı ve sebebidir. Hareket ise yaşamın var olduğunun delilidir. Çünkü hareket; koşmak, yürümek, ayağa kalkmak, oturmak... vs. demektir.
Şayet insan, kendisine hareket etme imkanı veren eklem yerleri olmaksızın tek bir parça halinde yaratılmış olsaydı, elbette ruhsuz, cansız, sert, katı bir madde olurdu.
Allah’ın insana bahşettiği yaşam nimeti, kesinlikle Allah’ın insana verdiği en büyük ve en muazzam nimettir. Bundan dolayıdır ki bu nimete karşılık, yaşamı en belirgin biçimde ortaya koyan eklem yerleri aracığılıyla sadaka vermek kaçınılmaz olmuştur.
İnsanı en güzel biçimde yaratan Zat-ı ilahi ne yüce, ne münezzehtir!
Sevgili gençler...
Sizler imkan, yetenek, kabiliyet ve gücünüz ölçüsünde Hz. Peygamberin (s.a.v.) eklem yerleri için sadaka vermeyi öğütlediği tavsiyesine uymakla yükümlüsünüz.
Sözü bitirmeden önce, hadis-i şerîfte geçen önemli bir noktaya dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Hz. Peygamberin (s.a.v.) insan bedenindeki eklem yerlerinin sayısına ilişkin verdiği rakam önemlidir. Sorabilirsiniz:
–Hz. Peygamber (s.a.v.) bu sayıyı nereden biliyordu?! Bu sayı doğru mudur?
Allah Resûlü’nün (s.a.v.) bilgisi, kendi katından olan, kendi çabası ile elde ettiği bir bilgi değildir. Sevgili gençler, işte bu bilgi onun peygamber oluşunun delillerinden bir tanesidir.
Pek çok kereler söyledik ve arzettik. Şimdi bir kez daha hatırlatmakta bir sakınca görmüyoruz:
“O keyfine göre konuşmaz. O’nun konuşması kendisine vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu, kuvvetlinin kuvvetlisi (Cebrail) öğretti...”[2]
Sayının doğruluğuna ve üç yüz altmış olarak sabit oluşuna gelince. Anatomi biliminin kesinlikle bu sayıya itiraz ettiğini sanmıyorum. İstediğiniz doktora sorabilirsiniz.
Son olarak...
Sizlere ve kendime Hz. Peygamberin (s.a.v.) tavsiyesini öğütlüyorum. Hiç şüphesiz onun nasihatı, yaşamakta olduğumuz an ve geleceğimiz için bize ne güzel azıktır!
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.


Gençler Büyüyünceye Kadar Yeriniz Burası
Ebû Malik el-Eş’ari (r.a.) anlatıyor:
“Size Hz. Peygamberin namazını anlatayım mı? O şöyle namaz kılardı: Namaz için kâmet getirirdi. Adamları düzgünce saf yapar, onların arkasına gençleri düzgünce saf yapar ve sonra onlara imam olurdu.”
Ebû Davud
İslam’da gördüğüm –ve hâlâ görmekte olduğum– insani edep ve ahlâkı, hak ya da bâtıl hiçbir dinde, hiçbir beşeri hukuk sisteminde veya herhangi bir sosyal rejimde görmedim!
Hiç kuşkusuz İslam; küçük ya da büyük hiçbir hususu ihmal etmeyen ve mutlaka onu ele alan, insanlık için konulmuş mükemmel bir hukuk sistemidir.
Yukarıda verdiğimiz peygamberî nasihat, cami ve cemaatle namaz âdâbına ve gençlerin namazdaki yerlerine ilişkin çok ayrıntı bir konuda olacaktır.
Sevgili gençler...
Günümüzde ister günlük namazlarda isterse cuma namazlarında olsun, camilerimizde gördüğümüz pek çok tutum ve görüntüyü yeniden gözden geçirmeye şiddetle ihtiyacımız var. Bu konuda sözü fazla uzatarak hadisin genel çerçevesininin ve içeriğinin dışına çıkmak istemiyorum.
Sahâbe Ebû Malik el-Eş’ari (r.a.), Hz. Peygamber’le (s.a.v.) görüşüp konuşma imkanı bulamamış birtakım insanlara (tabiuna):
–Size Hz. Peygamberin (s.a.v.) namazını anlatayım mı? diye sesleniyor. Ardından anlatmaya başlıyor:
“Namaz için kâmet getirirdi... Adamları düzgünce saf yapardı.” Başka bir hadiste de belirttiği gibi “Safları sıkı ve düzgün yapmak, namazın tamam olmasındandır.” Aynı şekilde “Allah eğri safa rahmet nazarı ile bakmaz” buyurarak “Saflar arasındaki boşlukları doldurunuz” ikazını yapmıştır. Çünkü “Saflardaki boşluklar şeytanın giriş kapılarıdır.” Bundan dolayı bizler cemaatle namaz kılarken saflar arasında hiçbir boşluk ya da aralık bırakmayız. Bilakis yanlarımız birbirine yapışır, saflarımız kurşun gibi kenetlenir.
Safların, bir hizada dümdüz yapılması esnasında ayakların dikkate alınması çok yaygın görülen bir hatadır. Halbuki biliyoruz ki Hz. Peygamber (s.a.v.) bize omuz ve kürek kemiklerimizi aynı hizada dümdüz yapmamızı emretmiştir!
“...Adamların arkasına gençleri düzgünce saf yapardı...”
Öyleyse... Gençlerin saftaki yerleri arka saflardır, ön saflar değildir. Bu durum kesinlikle onların haklarını eksiltme ya da gençlerin değerini düşürme değildir. Bu ancak işi gediğine koymaktır. Bir gün gelecek sizler de büyüyüp yetişkin insanlar olacaksınız. Ön saflarda yerinizi alacaksınız.
Sevgili gençler...
Cemaatle namaz kılmak ya da cuma namazlarını kılmak için yalnız başınıza camilere koştuğunuz zaman, biliniz ki ön saflar büyüklerin hakkıdır. Şayet babalarınız ya da ağabeyleriniz eşliğinde camiye gelirseniz, onlar sizi ön saflara almak isterlerse bu konuda sakın onlara itaat etmeyiniz. Yahut sizi gençlerin safına yerleştirirlerse onlarla aynı safta kılmak için sakın onları zorlamayınız.
Biliniz ki Allah-u Teâlâ, hak ettiğiniz sevap ve ecri sizin için amel defterinize yazmıştır. Cami disiplin ve âdâbına uymaya son derece özen gösteriniz ki itaatkar, felâha eren kullardan olasınız. Allah iyi iş yapan kulların ücret ve sevabını zâyî edecek değildir.



Her Türlü Şefkatin Kaynağı: İslâm
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah b. Ömer (r.a.) anlatıyor:[3]
Allah Resûlü (s.a.v.) buyurdu ki:
“Bir kadın bağlayıp hapsettiği bir kedi yüzünden cehennem ateşine girdi. Kediyi bağlayıp hapsettiği zaman ona hiçbir şey yedirmemiş ve yerin haşerelerini yemesi için de salıvermemişti.”
Buhârî
Cehenneme girmesini gerektirecek nispette günahı olan bir adamı Allah affetmiştir. Allah onu, sıcağı çok şiddetli bir günde, çölde susuzluktan kavrulmuş bir köpeğe olan şefkatinden dolayı affetmişti.
Adam çölde giderken aşırı derecede susamış, bitkin düşmüştü. Bir kuyuya rast geldi. Kuyuya indi, suyundan kana kana içti ve Allah’a hamd etti.
Biraz ilerisinde, aşırı susuzluktan dolayı dilini çıkarmış bitkin bir köpeğin hızlı hızlı soluduğunu gördü. Kendi kendine: ‘Benim başıma gelen hal, bu köpeğin de başına gelmiş’ diye düşündü. Hemen yeniden kuyuya indi. Ayakkabısının tekini çıkardı, suyla doldurdu, kuyudan çıktı ve köpeği suladı. Allah da bu davranışından ötürü o adamı bağışladı.
Hayvanlara şefkat gösterip acımak, kişinin insaniyetliğinin ve ileri seviyesinin göstergelerinden biridir.
Tabi ki her hayvan değil. Kimi hayvanlar vardır ki sıcak kanlıdırlar ve insanlarla birlikte yaşamaya alışkındırlar. İnsanlara besin, yiyecek ve elbise türleri sunarlar veya onları eğlendirirler yahut da onları korurlar.
Kimi hayvanlar da, aynı şekilde, insanlara pek çok işlerinde hizmet ederler; onları yüklerini hafifletir, onlara yardımcı olurlar.
Boşlukta iki kanadıyla uçan, ağaçları ya da dağ oyuklarını yuva ve mesken edinenleri vardır. Bunlardan bazıları insanların besin elde etmesinde ya da ağaçların aşılanma işleminde faydalı olurlar. Diğer bazıları da güzel, şen şakrak sesleriyle insanları coştururlar.
Kibir ve edâyla ormanda serbestçe dolaşanları vardır. Bunların bazılarının eti iyi, besin değeri yüksek olup hapis kalmaya alışkın değillerdir. Ceylan ve geyik böyledir.
Zararlı ve vahşi olanları vardır... İnsan hayâtı için tehlikeden başka bir şey değildirler. Bunları evcilleştirmek, beslemek mümkün değildir. Ya bunlardan uzak durulacak ya da bunlarla mücadele edilecektir.
İnsanlığın ilerlemesi ve yükselmesiyle birlikte dünyanın çeşitli bölgelerinde, hayvanlara şefkat sorumluluğunu omuzlarına alan dernekler kurulmuştur. Bu dernekler, maddi imkanları dahilinde, çeşitli beyan ve yayınlarda bulunmakta, elde edilen bilgileri dağıtmakta ve her alanda yardımcı olmaktadırlar.
Son asırlarda bu derneklerin ilke ve esasları, hedefleri İslam dünyasına sıçradı. Müslümanlar bunlardan etkilendiler. İslam ülkelerinde de aynı ilke ve esasları gaye edinen dernekler kuruldu.
Sevgili gençler...
Ancak bu sıçrama ve etkileşim öyle bir zamanda gerçekleşti ki o sırada İslam’ın öğreti ve talimatlarını terketmiş, bütün yaşantımızı tahakküm altına alan bir câhiliyye içinde yitip kaybolmuştuk.
Halbuki biz kesinlikle, dinimizin gerçeklerini bize hatırlatacak ve gönüllerimize hayvanlara şefkat gösterme prensibini üfleyecek insanlara muhtaç değiliz.
Sevgili gençler...
Bu derneklerin ortaya koydukları ilke ve prensipler, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) öğretisinin içeriğine kıyasla çok kısır bir yapıdadır. Hz. Peygamber (s.a.v.) hayvanlara şefkat edip acımaya o kadar değer vermiştir ki nihayet onu cennet ya da cehennem, sevap ya da azap nedeni yapmıştır.
Öyleyse... Allah’ın yarattığı bir varlık olan hayvanlara şefkat göstermekle inanç ve iman arasında güçlü bir bağ vardır!
Hatta Allah’ın hizmetimize sunduğu hayvanların etinden yararlanmak amacıyla yaptığımız boğazlama işleminde bile şefkatli olmak zorundayız. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
“Hayvanı keserken güzel kesin!”
Bir başka hadisinde ise şöyle buyurmaktadır:
“Her biriniz bıçağını iyice bilesin de, kestiği hayvanı rahatlatsın, fazla eziyet vermesin.”
Sevgili gençler...
Hz. Peygamberin (s.a.v.) kadın ve kedi hakkındaki hadisinde çok önemli bir meseleye dikkatimizi çektiğini unutmuyoruz. Bu önemli mesele: Hayvanın hapsedilmesidir. Bu takdirde ya onu doyuracak, şefkatli davranacak ve ona acıyacaksın ya da salıverip kendi haline bırakacaksın.
Sevgili gençler...
Mahlukata eziyet etmekten sakının. Eziyet etmek şöyle dursun; bilakis onlara son derece iyi davranın, koruyup kollayın. Şefkatinizi elinizden geldiğince sağanak halinde üzerlerine boşaltın. Elbette bu işte sizin için sevap ve ecir vardır.
Allah’ın selâmı üzerinize olsun...


Müslümanın Malı ve Canı Korunmuştur
Ebû Hüreyre (r.a.)anlatıyor:[1]
Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kim insanların mallarını, geri iade etmek niyetiyle alırsa, Allah o kimseyi aldığını geri iade etmeye muvaffak kılar. Kim de insanların mallarını geri vermemek, telef etmek niyetiyle alırsa, Allah da onu telef eder.”
Buhârî
İnsanların mallarını almak nasıl olur?
Burada almaktan maksat, insanların malını şiddet kullanarak zorla ya da aldatarak almak değildir. Aksine yaşamın günlük olağan işlerinde ödünç ve borç kabilinden ve kararlaştırılan zamanda geri iade etmek üzere almaktır.
Sevgili gençler...
Bu uygulama, ticaret alanında sık görülen bildik bir durumdur. Diğer alanlarda ise bu tür bir uygulamaya pek rastlanılmamaktadır.
Öyleyse... İçinizden: ‘Bu bizi ilgilendirmez. Çünkü henüz ticaretle doğrudan uğraşmayacak bir yaştayız. İnsanların mallarıyla da hiçbir işimiz olmamaktadır!’ diyenleriniz çıkabilir.
Sevgili gençler...
Hz. Peygamberin (s.a.v.) hadislerinden sizin için derlediğim bu öğütlerin, anlık bir zaman dilimiyle sınırlandırılmasını istemiyorum. Zira bu öğütler genel ve kapsamlıdır. Gelecekte olması beklenen olayları açıkça gözlerinizin önüne sermektedir. Siz de bunlara dayanarak tedbirinizi alır, işinizde adımlarınızı sağlam basar, apaçık bir delil ile hareket edersiniz.
Sizden biriniz ağır bir mâlî (parasal) sıkıntıya düşebilir ve sıkıntısını giderip işlerini yoluna koymak için borç para istemek durumunda kalabilir. Bundan dolayıdır ki böyle durumlar başa gelmeden önce nasihat almak gereklidir. Zira korunmak, tedavi olmaktan iyidir.
Sevgili gençler...
Günümüzde alışılagelmiş borç anlayışı ‘kâr’ prensibi üzerine kuruludur. Bu sözcük Fransızca’dan motomot bir tercümeyle dilimize aktarılmıştır.[2] Bu kelimeyi dilimize aktaranlar, insanın ruhunda bıraktığı çağrışımdan dolayı onun, mâlî ilişkilerde ‘fâiz’ sözcüğünün hafifletilmiş şekli olmasına son derece dikkat etmişlerdir. Öyle ya, ‘kâr’ denildiği sürece insan nefsi onu belli bir sınıra kadar rahatlıkla kabul edebilmektedir!
Banka fikrini ilk defa ortaya atıp da bankaları mâlî–fâizsel ilişkilerin merkezi yapanların yahudilerin ta kendileri olduklarını elbet biliyorsun.
Bütün çeşit ve renkleriyle fâiz zulümdür... Çünkü fâiz insanın emeğinin ve alın terinin kanına girmekte, bunları sömürmektedir. Bundan dolayıdır ki Allah fâizi haram kılmış, yasaklamıştır. Allah-u Teâlâ fâiz hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Oysa ki Allah, ticareti helâl; fâizi haram kılmıştır.”[3]
Fâize mukabil olarak da, müslümanların mâlî ilişkileri kolay yürüsün ve karşılıklı dayanışma sağlıklı bir toplum binasının temelini oluştursun diye bizim için ‘Karz-ı Hasen’[4] prensibini koymuştur. Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için kim Allah’a karz-ı hasen verir?”[5]
Biliyoruz ki sadakalar, Allah’a verilen karz-ı hasen çeşitlerinin ilkini oluşturmaktadır.
Sevgili gençler...
Karz-ı hasenin şartlarından bazılarını şöylece sıralayabiliriz:
1) Malı/borcu zamanında geri iade etmek, ödemek.
2) Vadeyi uzatmamak.
3) Borçlunun aldığı karz-ı haseni helâl yollarda kullanması... vs.
Kimileri sorabilir:
– Bazen borçlu insan, isteği dışında gelişen birtakım sebeblerden dolayı borcunu kararlaştıralan zamanda ödeyememektedir. Böyle bir durumda ne yapmalı?
Bu sorunun cevabını Allah-u Teâlâ şu şekilde vermektedir:
“Eğer borçlu, darlık içinde ise, rahatlığa ulaşıncaya kadar ona mühlet vermek gerekir.”[6]
Yâni borçlu kişi, mâlî bir sıkıntı çekip darlık yaşıyorsa ve ödeyemeyecek durumda ise alacaklı, onun vâdeyi uzatma isteğini dikkate almalıdır. Sert ve kırıcı olmaması gerekir. Bilakis hali düzelip işleri de yoluna girinceye kadar borçluya süre tanımalıdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) aynı zamanda çok önemli bir konuda borçluyu da uyarıp ikaz etmektedir. Bu da şudur:
• Borçlu borcunu ödeyebilecek durumda olduğu halde bolluğa ulaşıncaya kadar süre istemeye kalkışmamalıdır.
• Vicdanının derinliklerinde, malı telef etmek ya da yok etmek gibi kötü bir niyet taşımamalıdır.
Karz-ı hasen alıp da onu helâl yerlerde kullanmayan ya da içinde bir kötülük gizleyen insan iyi bilsin ki, Allah sürekli olarak onu görüyor. Ve onu çok şiddetli bir biçimde cezalandıracaktır.
Sevgili gençler...
Sizin yaşlarınızda bu tür olaylar pek nâdir meydana gelir. Fakat şayet böyle bir olayla karşılaşırsanız biliniz ki, bu sizin için farkına varamadığınız bir tecrübedir. Kendinizi erken yaşlardan itibaren bilinçlendirmeye gayret ediniz. Güvenilir, dürüst insanlarla birlikte olunuz.
Allah’ın selâmı üzerinize olsun...
Son düzenleyen nötrino; 10 Şubat 2014 10:29 Sebep: Kırık link!
Master Blue - avatarı
Master Blue
Ziyaretçi
7 Eylül 2008       Mesaj #6
Master Blue - avatarı
Ziyaretçi
İlim Öğrenmekteki Gayeniz Hakk’a Hizmet Olsun
Ebû Hüreyre (r.a.)anlatıyor:[7]
Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kim sadece Allah’ın rızası arzu edilmesi gereken bir ilmi sırf dünya amacı için öğrenirse kıyamet gününde cennetin kokusunu bile duyamaz.”
Ebû Davud
Sevgili gençler...
Bu hadis-i şerîfte genel ve dar anlam söz konusudur.
Dar anlamda hadisi şöyle anlayabiliriz:
Amacı insanlara hizmet ederek Allah katında sevap kazanmak olan belirli bir ilmi, sırf dünyevi maddi bir kazanç için öğrenen kimse hakkında söz çok açıktır. Allah kıyamet günü o insana cennetin kokusunu bile haram kılmıştır.
Günümüzde pek çok insanın yaptığı da budur. Kimi insanlar, bu görüşümüzde bize katılmasalar da, özellikle de Kur’an ticareti yapan insanlar böyledirler.
Sevgili gençler...
Genel anlamda ise hadisi şu şekilde anlamak mümkündür:
Sizler ilim öğrenme çağındasınız. İlim öğrenmek, sizi yakından ilgilendirmektedir. Çünkü sizler onun ehlisiniz ve ona layıksınız.
Hz. Peygamber (s.a.v.) öğrenmek istenilen ilmin, hem size hem de toplumunuza faydası dokunacak bir ilim olması yönünde öğütte bulunmaktadır. Böylece maddi ve manevi durumunuzu iyileştirir, kendinize saygın bir yaşamın kapılarını açarsınız. Bu ilim sayesinde hem câhil kimseler olmaktan kurtulursunuz hem de başkasına yük olmazsınız. Sanayi, ziraat, ticaret... vs. her alanda daha iyi bir toplumun kurulmasına da katkınız olur.
Ama ilminizi, insanları sömürmek ya da onlara tahakküm etmek için bir araç yapmayınız. Böyle yaparsanız, ilim temel dayanak noktalarını yitirir ve ilmin ahlâkî prensipleri ile bağdaşmayacak bir biçimde eğilip bükülür.
Sevgili gençler...
Hadisin genel anlamı çerçevesinde önemli bir noktaya da dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu nokta: İlmin bir gösteriş aracı yapılmamasıdır. Gösteriş için ilim öğrenmiş bir insan, kıyamet günü hesap için Allah’ın huzuruna getirilir. Kendisine:
–Öğrendiklerinle ne amel işledin? diye sorulur.
–Şöyle şöyle yaptım! diye cevap verir.
Ona:
–Hayır, sen âlim -ne bilgili- desinler diye ilim öğrendin! denir. Ardından bu riyakâr insanın yakalanması emredilir ve cehenneme atılır. Böylece cennetin kokusundan bile mahrum edilir.
Nefsin kötülüklerinden ve keyfi arzuların tuzaklarından Allah sizleri de beni de esirgesin.
Allah’ın selâmı üzerinize olsun...
Son düzenleyen nötrino; 10 Şubat 2014 10:21 Sebep: Kırık link!
peaceful - avatarı
peaceful
Ziyaretçi
17 Eylül 2008       Mesaj #7
peaceful - avatarı
Ziyaretçi
allah senden razı olsun çok güzel bir yazı.eline emeğine sağlık.ne kadar çok örnek alacağımız şey var ...

Benzer Konular

22 Şubat 2011 / UnknowN Hz. Muhammed
14 Eylül 2013 / Misafir Hz. Muhammed
26 Aralık 2015 / Bluesorrow Siyaset ww
23 Kasım 2006 / Misafir Türkiye Cumhuriyeti
7 Aralık 2014 / Jumong Dinler Tarihi