Arama


_KleopatrA_ - avatarı
_KleopatrA_
Ziyaretçi
9 Aralık 2009       Mesaj #7
_KleopatrA_ - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

AYNI ŞEYİ DÖNDERİP DÖNDERİP YAZMIŞSINIZ TASAVVUF DÜŞÜNCESİNİ KISA ŞEKİLDE ÖZELLİĞİNİ BİLEN YOK MU

tasavvuf

isim, felsefe Arapça ta¹avvuf
1 .
Tanrı'nın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlık birliği anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akım:
"Bu dil derindir ve birçok tasavvuf deyimleri ile zengindir de!"- F. R. Atay.

2 .
din b. (***) Kur'an'da önerilen ve peygamberin hayatında uygulamaları görülen hayat tarzını yaşama gayreti, İslam gizemciliği.

Tasavvuf ve Tasavvufi düşünce

- Sağlam bir tasavvuf çizgisinde hangi özellikler bulunmalıdır?
- Bu sorunun tasavvuf konusundaki belirsizlikleri gidermek amacıyla sorulduğu anlaşılmaktadır. Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu için bunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için bir takım ölçülere ihtiyaç vardır. İşte o ölçüler şunlardır:

a- Ehl-i sünnet ve ve'l-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç,
b- Kitap ve sünnete uygun derin bir ibadet hayatı (salih amel),
c- Düzgün bir muamelat,
d- Muhammedî bir ahlak.
Tasavvuf bu ölçüler içinde şu özellikleri de taşır:
a- Tasavvuf manevi tecribe ile anlaşılan hal ilmidir,
b- Tasavvufî bilginin konusu ma'rifetullah'tır,
c. Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir,
d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübîdir.
e- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelam gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı kabul edilir.
f- Tasavvufî eğitim tarikat denilen özel yollarla kat'edilir.

el-Lüma' müellifi sûfîlerin sahtesini hakikisinden ayırmak için şöyle bir ölçü koyar:
1- Haramlardan kaçınmak,
2- Farzları ifa etmek,
3- Dünyayı ehl-i dünyaya bırakıp dünya-perest olmamak.
- Tasavvufun muhteva açısından mertebeleri nelerdir?
- Tasavvufun tahalluk ve tahakkuk olmak üzere iki mertebesi; yani boyutu vardır. Tahalluk, tasavvufun eğitim boyutudur. Tasavvufi hayat, tarikat, manevi makamlar, seyr u sülûk ve adab gibi konuları kapsar. Tahakkuk ise tasavvufun ma'rifet, işaret ve bilgi boyutudur. Bu da insanın ma'nevî eğitim sayesinde ahlak ve takva açısından yükselişi ve Allah'a yaklaşması sonucu kainattaki bazı ilahî sırlara aid elde ettiği bilgilerdir. Nitekim Kur'an'daki: "Allah'tan korkun Allah size öğretsin." (el-Bakara.2/282) ayeti takvanın bir takım manevî bilgilere erme vesilesi olduğuna işaret etmektedir. Bir kudsî hadisteki: "Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Hatta ben onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı... olurum"(Buhari, Rikak, 3 ibareleri, kulluk ve nafile ibadet ile insanın kainattaki ilahî kudretin etkisini anlamaya başlayacağını anlatmaktadır. Aslında ehl-i sünnet inancına göre bütün insanların fiillerinin gerçek mutasarrıf ve halikı Allah'tır. Ancak insanlar gözlerindeki dünya ve masiva perdesi sebebiyle bunu görememektedir. Yani bir başka ifade ile herkesin gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı Allah'tır. Çünkü bütün fiillerde yaratıcı O'dur. İnsanlar bu gerçeği nafile ibadetlerle Hakk'ın sevgilisi olacak konuma geldikleri zaman farkedebilirler. Kur'an'da Allah'ın, kulların fiillerini kendine izafe etmesi bundandır. Nitekim "Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı." (el-Enfal, 8/17) buyrulur. "Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir.'' (Hilyetü'l-evliya, X, 15) hadisinde de aynı konuya işaret edilmektedir.
Tasavvufun bu iki özeliği tasavvufi hayat ve tasavvufi düşünce olmak üzere iki mertebenin meydana gelmesini sağlamıştır. Bunların ikisi de birbirine bağlı olmakla birlikte; aslolan kulluğa yardımcı tasavvufi hayattır.
- "Tasavvuf, tefsir, hadis ve fıkıh ilmi gibi bir ilimdir" deniyor. Tefsir İbn Abbas ile; hadis, hadis rivayet eden bir çok sahabi ile; fıkıh yine fakih sahabîler ile Peygamberimiz zamanından bu yana sabit ilimlerdir. Ama Peygamberimiz, ve hulefa-i raşidin döneminde tasavvufun isminden bile bahsedilmemiştir, ne dersiniz?
- Evet tasavvuf, İslamî ilimler mozaiğinin bir parçasıdır. Nasıl tefsir, hadis ve fıkıh asr-ı saadette var olan bir ilim ise tasavvuf da muhtevası itibarıyla öyledir. Çünkü İslam'ın ihsan boyutunu, îmanın îkan yani yakînî bir kıvamda yaşanmasını sağlayan tasavvuftur. Kur'an'da bahsi geçen takva, zikir, huşu, tevbe ve rıza gibi kalb amellerinin nasıl gerçekleşeceğini Kur'an ve sünnetten alıp tatbiki olarak öğreten zahidlerdir, sûfîlerdir. Tasavvufun asr-ı saadetteki adı belki zühddür, ihsandır, rabbanîliktir ama; tasavvuf öz ve muhteva itibarıyla o gün de vardı.
- Günümüzde tasavvufun içine pekçok hurafeler karışarak bozulduğu görülmektedir. Özellikle menkıbeler konusunda sıkıntılar var. Net bir tasavvuf ortaya konmuyor? Bu konuda neler yapılabilir?
- Bu soruda herhalde tasavvufun bozulup gerilediğine işaret edilmek istenmektedir. Aslında İslamî ilimler ve sosyal kurumlar bileşik kaplar gibidir. Birinin yükselmesi ve diğerlerinin yerinde sayması veya birinin seviyesinin düşüp diğerlerinin yukarda kalması mümkün değildir. İslam dünyasında gerileme ve çözülme başlayınca bütün ilimler ve kurumlar bundan nasîbini almıştır. Medrese, tekke ve ordu üçlüsünün oluşturduğu sosyal müesseseler birbiriyle ahenkli biçimde çalıştıkları, birbirlerini rakip görüp dışlamadıkları zamanlar yüksek seviyede hizmet vermişlerdir. Bu müesseseler birbirini bütünleyen özelliklerini kaybedip rekabetle birbirini yıpratmaya başlayınca genel bir gerileme başlamıştır. Tekke ve tasavvufi kurumların parlaklığını kaybettiği dönemde, medrese veya ordunun hala parlak hizmetler verdiğini söylemek mümkün değildir. Bu itibarla gerileme ve çözülme bütün kurumlarda birlikte yaşanmıştır.
Günümüzde tasavvufî hayatın içinde bulunduğu öne sürülen bid'at ve hurafeler aslında İslam toplumunun ortak problemidir. Tasavvuf, ya da başka İslamî çevrelerde görülen bir takım bid'at ve hurafelerin temel sebebi bilgi eksikliğidir. Çünkü bugün insanlarda manevi hayata ilgi, bilginin çok önündedir. Bu ilgiyi doyurup iyiye kanalize edecek gerekli kurumlar olmadığı ve dini bilgilenmede problemler olduğu için insanlar din adına çoğu zaman hurafelere takılıp kalmaktadır. Hurafe ve bid'atin tek sebebi vardır o da cehalettir. Ehl-i sünnet çizgisinde müteşerri ve cehaletten kurtulmayı görev sayan tarikatler hurafelerle mücadele etmektedir. Nitekim XIX. yüzyılda başta Nakşbendiyye'nin Halidiyye kolu olmak üzere pek çok tarikat, ilim ve medrese çevrelerinin de desteğiyle bir tecdid, yenilenme ve ıslahat hareketi başlatmışlardır.
Menkıbelerle ilgili sıkıntılara gelince işe önce menkıbenin ne olduğundan başlayalım. Menkıbe (doğrusu menkabe) lügatte övünülecek fazilet, hüner ve meziyet demektir. Istılahta ise peygamberler, sahabîler, tarihî şahsiyetler, mezheb imamları ve süfîlerin övülecek fazîlet ve meziyetlerini anlatan rivayetler, demektir. Kur'an'da geçmiş peygamberiere ve ümmetlerine aid bir takım kıssaların yer alması, hadislerde de böyle rivayetlerin bulunması "kıssacılık" diye bir mesleğin meydana gelmesini sağlamıştır. Kıssacılara "kussâs" denilir. Halk kıssalardan hoşlandığı için bunlar, vaaz ve irşadda bir eğitim aracı olarak kullanılmıştır. Sofîler başlangıçtan beri bu tür kıssalardan oluşan, peygamberler, sahabîler ve ilk devir süfîlerinin kıssa ve menakıbını yazılı ve sözlü olarak nakledegelmişlerdir. Tabiî, bir meslek haline gelen bu alanda halk muhayyilesinin de katkılarıyla zaman zaman abartılı rivayetler de gündeme gelmiş, hatta zamanla işin özünü ve nasihat değerini ihmal eden bazıları, sadece kıssa ve menkıbe yazıp nakletmeyi ve olağanüstü bir takım olaylardan bahsetmeyi daha önemli görür olmuştur. Halbuki kıssa ve menkıbelerde gaye, okuyan ve dinleyenlere bir mesaj ve öğüt vermektir. Bu gayeye uygun olarak yazılan ve anlatılan menkıbelerin yararlı olduğunda şüphe yoktur. Tayy-ı zaman ve tayy-ı mekan gibi bir takım olağanüstülüklerin bulunduğu keramet ve menkıbeleri, halkın kahramanlık duygularını tatmîne yarayan şeyler olarak görüyorum. Kesikbaş hikayeleriyle savaşta orduya yardım eden yeşil sarıklı velilere bu gözle bakılmalıdır. Bugünün materyalist ve pozitivist dünyasında îcad edilen süpermen filmlerinde verilmek istenen nedir? Seyircinin gizli kalmış bir takım macera, kahramanlık ve intikam duygularını tatmin değil mi? Herhalde menkıbelerde de böyle bir etki bulunduğu için çokça tutulmuştur. Nasıl bir kurgubilim filmini gerçek sanmak yanlış ise, menkıbelerde anlatılan bazı şeyleri de böyle doğrudan dinin temel esası sanmak ve öyle sunup algılamak da yanlıştır. Bugün Batı'da -ruh hastalıklarının tedavisinde süfî menkıbelerinin kullanıldığına ilişkin bir takım yayınlar göze çarpmaktadır. Bu da bize bunların bir takım fonksiyonlar icra edebilecek önemini göstermektedir. Önemli olan sap-saman ile danenin birbirine karışmamasıdır. Bugün gerek menkıbeleri nakledenler, gerekse okuyup dinleyenler, zaman zaman ana hedefi birbirine karıştırdıklarından problemler doğmaktadır. Yerine göre kullanılır ve dînî bir nass gibi görülmezse menkıbelerin de yararlı olabileceğinde şüphe yoktur.
İslamî ilimlerin hepsinde meydana gelen canlanma, yenilenme tasavvuf muhitlerinde de görülmektedir. Ancak nasıl fıkıh, tefsir ve hadiste bugün müslümanlar dün oldukları seviyeyi henüz yakalayamamışlarsa tasavvufta da yakalayamamışlardır. Kaldı ki tasavuf bir ilim olduğu kadar manevî ve ruhî bir hayattır. Bu yüzden bu konudaki gelişmeler daha çok zamana ihtiyaç göstermektedir. Bu konuda neler yapılabileceği konusunda şunları söyleyebiliriz. Önce tasavvufun ilim boyutu tasavvuf klasikleri denilen Kuşeyrî Risalesi, İhya, Kutü'l-kulûb, el-Lüma', et-Taarruf ve Keşfu'l-mahcûb gibi müteşerri kaynaklar ile tasavvufi düşünce ürünü klasik eserlerden yararlanılarak ortaya konmalıdır. Ardından tasavvufun eğitim yönü demek olan seyr u sülûk boyutu, işi tezgahtarlığa vardırmayan liyakatli ve şerîata merbut mürşidlerce hem yazılı eserler, hem de fiilî örneklerle takdim edilmelidir. Böyle bir ortamın gerçekleşmesinden sonra belli bir süreç içinde mutlaka gelişmeler olacaktır. İslamın hukuk sistemi bile henüz bugünün ihtiyaçlarına cevap verecek bir biçimde tam olarak ortaya konulamamış ve bununla ilgili gerekli ve yeterli çalışmalar yapılamamışken bütün eksiklik ve kusur sadece tasavvufta imiş gibi önyargılı davranmak haksızlık olur diye düşünüyorum.
- Bazıları "Tasavvuf, Yunan mistisizminden alınmıştır." diyorlar. İslam literatürüne girmiş bir ilim olan tasavvufun kaynağını açıklar mısınız?
- Tasavvufun kaynağını yabancı kültürlerde arama kaygısı, daha çok müsteşriklerin gayretleriyle ortaya çıkmıştır. Muhtelif dinlerin mistik yapılarındaki bir takım benzerlikler onları, bunların birbirinden alınmış olması düşüncesine sevketmiştir. Bir takım müsteşrikler tasavvufun sadece Yunan mistisizminden değil, Hind, İran, Mısır, Hristiyan ve Yahudî mistisizminden etkilendiği düşüncesini öne sürmüşlerdir. Aralarındaki bir takım benzerlikler sebebiyle bu görüşleri öne sürenler, bu benzerliklerin insan fıtratından kaynaklanan özellikler olduğunu; her nerede bulunursa bulunsun ve hangi çağda yaşarsa yasasın insanın bu tür ihtiyaç ve temayüllerinin bulunduğunu görmezden gelmişlerdir. Nasıl din olgusu tarihi boyunca insan için bir gerçekse, din için tasavvuf ve ruhî hayat da öyledir. İslam'da bulunan ibadet ve muamelata aid bir takım ahkam ve kuralların Hristiyanlık ve Yahüdîlikteki adab ve ahkama benzemesi, nasıl bunların oradan alındığı anlamına gelmezse, tasavvufi hayat ve tasavvufi düşüncelerdeki benzerliklerin de böyle bir takım dış kültürlerden aktarılmış olması anlamını taşımaz. Rengi, dili, kavmiyeti ne olursa olsun, insanların belli ruhî anlayışları hiç yabancılık çekmeden algılaması mesela bir Japon'un İslam tasavvufuna dair yazılmış bir eserden zevk alması, bu ortak özellikten kaynaklanmaktadır.
Bir ilmin İslamî olup olmadığını anlamak için önce adına, sonra muhtevasına, sonra da o ilim mensuplarının kendilerini şeriat karşısında hangi noktada gördüklerine bakmak gerekir. Bu üç esasa göre tasavvufu sırasıyla ele alacak olursak:
a- Tasavvufun adının genellikle ashab-ı suffenin "suffe" sinden, "safvet"ten ve "sûf" kökünden geldiği kabul edilir. Bu kelimelerin üçü de İslamî menşelidir. Tasavvufun kökü olarak "Sofia" kelimesinden bahsedilmişse de, gerek süfîler ve gerekse araştırıcılar tarafından reddedilmiştir. Hatta bir takım müsteşrikler bile tasavvuf ve sufi kelimesinin sofia kökünden geldiğine karşı çıkmış, bunun yerine yün anlamına gelen "sûf" kökünden geldiği görüşünü benimsemişlerdir.
b- Tasavvufun iki önemli muhtevası vardır: Eğitim ve bilgi. Tasavvuf, eğitimde temel olarak benimsediği zikir, tezkiye, tasfiye, rabbanîlik, mücahede gibi esaslar ye üsve-i hasene - model şahsiyet - ilkesiyle bir yaşama biçimidir. Kur'an'da 250'den fazla yerde geçen zikir lafzı ve bu konudaki emirler, "nefsini tezkiye edenin kurtuluşa ereceğini" haber veren ayet (eş-Şems, 91/9); safvete ermiş kalb-i selim (eş-Şuara, 26/88-89) ve rabbanîlik (Alü İmran, 3/79) riyazat ve mücahede konusundaki ilahî emir ve nebevi tavsiyeler aslında tasavvufi hayatın Kur'an ve sünnet menşeli olduğunu göstermektedir.
c- Sûfîlerin kendilerini şer'i açıdan hangi noktada gördükleri mes'elesine gelince ilk sûfîlerden itibaren meşayıh, ilimlerinin şerîata bağlılığını sık sık vurgulamışlardır. Nitekim Cüneyd: "Tasavvuf bir evdir, kapısı şeriattır," Seriy Sakatî: "Tasavvuf kitap ve sünnetin zahirine ters bir batın ilminden bahsetmez." ve Sehl b. Abdullah Tüsterî: "Bizim yolumuzun temeli şu yedi şeydir. Allah'ın kitabına sarılmak, Rasûlü'nün sünnetine uymak, helal lokma, başkalarına eziyet ve yük olmamak, günahlardan kaçınmak, tevbe ve hukuka riayet" der. Bu tür söz ve uygulamaları çoğaltmak mümkündür. Mes'eleye bu açıdan bakıldığında da görülen süfîlerin İslamî bir yapı içinde olduklarıdır.
- Tasavvufu ayrı bir din gözüyle bakanlar var. Bu konudaki fikriniz nedir?
- Bir önceki soruda saydığımız deliller, tasavvufun İslamî bir ilim olduğunu göstermek için kafidir. Tasavvufun ayrı bir din olduğu görüşünü savunanlar, ya gerçek tasavvuf çevrelerinin de kabul etmediği, birtakım istismarcı ve sapıkların durumuna bakıp bir genelleme yaparak yanılıyorlar, ya gerçek tasavvufu yeteri kadar bilmiyorlar, ya da hasmane bir tavır içindedirler. Birinci grupta bulunanlar, bugün piyasada tasavvufu bir istismar aracı olarak kullanıp bir takım maddi ve dünyevi çıkarlar sağlamak isteyenlere bakıp tasavvuf hakkında genel bir hüküm vermektedirler. Aslında gerçek sûfîler, böylelerini tasavvuf ehli olarak görmemektedir. İkinci grupta yer alan ve müteşerri tasavvufun temel esaslarını bilmeyen kişilere, müteşerri mutasavvıfların eserlerini ve hayatlarını okuyup incelemelerini tavsiye ederiz. Bir Kuşeyrî'yi, bir Gazzalî'yi, bir İmam-ı Rabbanî'yi ve diğerlerini okusunlar. Üçüncü grupta bulunanları ise biraz insafa davet ederiz.
Sûfîlerin yeni bir din ihdası ile ortaya çıkan kimselere karşı yaptıkları mücadele, tasavvufu bir din gibi görme bir iddiasının doğru olmadığını göstermek için yeterli bir delildir. Nitekim İmam-ı Rabbanî döneminde yaşayan devrin sultanı Ekberşah, İslam, Hristiyanlık ve Hinduizm'den karma bir din ihdas etmeye kalkışmıştı. Bu zatla amansız bir mücadele sürdürüp ona engel olan İmam-ı Rabbanî hazretleridir. Kendisine "ikinci bin yılının yenileyicisi" anlamına - Müceddid-i elf-i sanî - denilmesinin sebebi bu mücadelesi ve hizmetidir. Her biri bir Allah ve peygamber aşıkı, İslam hadimi olan sûfilerin temsil ettiği tasavvufun bir başka din gibi takdim edilmesinin ilmîlik ve insaf ölçüleri ile bağdaşır yanı yoktur.
- İslam'ı tasavvuf, cihad ve nur gibi ekol ve fırkalara ayırmak acz ifadesi değil midir?
- Bu soruyu soran kardeşimiz herhalde bugün ülkemizdeki tasavvufa tarikat ve Risale-i Nur adıyla anılan cemaatlara ve bazı İslam ülkelerindeki tanzîm-i cihad gibi bir takım kuruluşlara bakarak bu soruyu sormuş olmalıdır. Bugün ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde bulunan İslamî cemaat ve fırkalar bir arayış içindedirler, İmamesi kopmuş tesbih taneleri gibi dağılan müslümanları yeniden toparlamaya çalışmakta; zor bir dönemden geçen insanımızın yeniden toparlanışına katkıda bulunmaktadır. Farklı yapıdaki bu cemaatlar, birbirleriyle uğraşmadığı ve önündeki hizmet planına göre birşeyler yaptığı sürece faydalıdırlar. Hatta onların farklı gruplar halindeki hizmetleri kendilerini hizmet yarışına sürükleyen bir motivasyondur. Allah Teala: "Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getiririr." (el-Bakara, 2/148) buyurmaktadır. Her grup birbiriyle çekişmeden hayır yarışına girince Allah, onları bir araya getirecektir. Dolayısıyla bu tür grupları bir hizmet dağılımı gibi görmek gerekir. Çünkü her grubun meşreb ve meslekıne göre hizmet önceliği vardır. Bu da toplumda değişik konuların değişik gruplarca ele alınmasını sağlamakta; dolayısıyla İslam toplumunun inşasına katkıda bulunmaktadır. Ayrıca gruplar arası iç çekişme genellikle dış mücadeleye güç olmadığı zamanlarda olur. Dış düşmanlarla mücadele edebilecek bir kıvama gelen İslamî topluluklar zaten çekişmez.
- Tasavvuf alanında zaman zaman görülen bozulma çizgisinin nedenleri nelerdir? Tasavvufta otokontrol mekanizması var mıdır? Nasıl işler?
- Bütün bilim dallannda ve kurumlarda olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman asıldan uzaklaşmalar ve bir takım sapmalar olmuştur. Bozulmanın temel sebebi liyakatsizlik ve cehalettir. Babadan oğula intikal eden şeyhlik anlayışı, liyakatsiz ve ehliyetsiz kimselerin kolayca şeyhlik makamına oturmalarını sağlamış, bu da tabiî olarak bozulma sürecini hızlandırmıştır. Önceleri tasavvufî eğitim için belli bir dînî altyapı sağlanır, ondan sonra tarîkata girilirdi. Önce, tekke ve medrese arasındaki soğukluk bu yapıyı belli bir biçimde menfi olarak etkiledi. Ardından ehliyet ve liyakatine bakılmadan şeyh çocukları tekkelere şeyh olmaya başladılar. Liyakatsizlikler sonucunda yanlışlık hızla artmaya başladı.
Tasavvuf ve tarikatlerin iki otokontrol mekanizması vardı. Bunlardan biri tekkelerin kendi içinde seyr u sülûk ile işleyen ve sadece hilafet alanlara irşad imkanı sağlayan mekanizma. Özellikle büyük merkez tekkeler kendilerine bağlı taşra tekkelerine halifeler gönderir, meydana gelebilecek şikayetlere göre bu kişilerin azl ve tayinleri için meşihat ve saltanat makamına arîzalar takdim ederlerdi. Yetki ve sorumluluk asitane tabir edilen merkez tekkelerde olurdu. Teftiş ve murakabe de onlar tarafından yapılırdı.
ikinci otokontrol sistemi ise sosyal kontrol mekanizması olan halkın ve tarikat bağlılarının tepkisi ve kontrolü idi. Bütün sosyal kurumlarda olduğu gibi tekkelerde de bu mekanizma son derece önemliydi. Halkın eğitim düzeyinin yüksek olduğu dönemlerde etkili bir biçimde çalışır ve ehil olmayan kimselerin işbaşına gelmesini önlerdi. Ama halkın eğitim düzeyi gerileyince bu mekanizmanın etkisi de azaldı. Tekkelerin kendi içindeki otokontrol mekanizmasının zaafa uğraması ve halkın şikayetleri, yöneticileri bir takım ıslah çalışmaları ile bu mekanizmaya işlerlik kazandırmaya yönlendirmiştir. Nitekim II. Abdülhamid Han tarafından kurdurulan "Meclis-i meşayıh"ın amacı otokontrol sistemini daha sağlıklı bir biçimde hayata geçirmekti. Bu amacı gerçekleştirmek için bir takım çalışmalar yapılmış ve tekke şeyhlerinin dini ve tasavvufi eğitimleri için belli esaslar vaz'edilerek icazet zorunluluğu getirilmiştir.