Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ekim 2010       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bugün, tarih öncesi mağara duvarına yapılmış resimlerdeki çalışma tarzına ilişkin bildiğimiz son derece sınırlı olsa bile inancımız değişmiyor. İnsanoğlu renkten önce çizgiyi keşfetmiştir. Görünenin çizgi ile kanıtlanması yolundaki yaygın, eğilim, hâlâ tanık olduğumuz temel dürtülerden biridir aslında; betimlemekte güçlük çektiğimiz bir biçimi ilk fırsatta çizeriz.
Biçim, çeşitli yönlerde devinen bir çizginin başlangıç noktasına gelmesiyle oluşur: Böylece, karşımıza temsil edilen figürün (nesne) çevrelemi çıkmıştır. Bu çevrelemin içinde kalan boşluk, tıpkı dışı gibi, kendisine ilişmediğimiz sürece genelde iki boyutludur. Oylumlama ve tonlu geçiş, bu çevrelemin hem içi, hem de dışında kalan bölümün işlenmesiyle gündeme gelir; birincisinde (oylumlama) tek başına çizgi yeterli olabilmesine karşın, diğerinde sadece renk zorunluluğu vardır.
Çizgi, resme duyduğumuz gereksinmeyi tek başına karşılamaya yeten bu özelliği nedeniyle, yüzyıllar boyu renge meydan okuyabilmiştir. Nitekim, yalnız desende değil, rengin yüzeysel niteliğini koruduğu durumda da bu olgu geçerlidir.
Yüzeysel renk eyilimi ile çevrelem arasındaki bağıntı, çıkıştan çok, zorunlu bir varış noktasının sonucudur aslında: Çizgi, renk karşısındaki ayrıcalıklı konumuna imgeleme sürecinde sahip çıkmıştır bu kez.
Eğitimde izlenen yol da bunu doğrulamaktadır; renge daima desenden sonra geçilir. Desenin amacı ise biçim vermektir; çünkü kopya amacını taşıyor bile olsa her biçim, bir biçim verme etkinliğinin ürünüdür. Bu süreç, gerekliğinde biçimi yok etmeye kadar varan deformasyon isteminin zorunlu ön koşuludur. O halde deformasyon, biçimin ancak kendisinden hareketle dışlanabileceğini göstermektedir bize.
Her figür, resmin 20. yüzyıla kadar varan tarihi boyunca az veya çok, kendi silüeti üzerine kurulu bir yanılsamadır aslında. Figürün salt renk lekesiyle verilmesi bir süre için bizi şaşırtabilir, ama sonuç değişmez: Silüet, özünde zihinsel bir soyutlama işleminin temel çıkış noktası olarak, çevrelemine indirgenen figürün ilk konumudur ve renk, bu silüete sonradan eklenmiş bir çeşitlemedir hiç şüphesiz.
Uzakdoğu resmi bu anlayışın en uç örneklerinden biri olup renge düpedüz savaş açılmıştır. Burada resim, kusursuz biçimler aracılığı ile yaratılan bir atmosfer arayışıdır. Sanatçı için; resmin amacı biçim'dir. Böyle bir amaç için çizgi tek başına yeterli olduğuna göre renge yer kalmamıştır. Çizgiden beklenen ise ritim ve kesinliktir. Siyah çini mürekkebi ve fırçayla yetinen sanatçı çok sayıdaki yapıta imza atabilmiştir.
Çizgiyi insan ile özdeşleştirme yolundaki genel eyilim, giderek fırçanın her türlü ruhsal titreşimi yansıtan duyarlı bir aygıt olduğu inancına yol açmıştır sonuçta. Öyle ki fırçayı tutan parmakların konumu ve tutma açısından, fırçanın hangi hız ve yönde kullanıldığına kadar birçok şey daha sonra deşifre edilebilmektedir. Bu resimlerde; ritim, bilekte odaklanan bir dansa dönüşmüştür sessizce.

Kaligrafik dil, bir bakıma bu özgür devinimin ürünüdür. Öte yandan yönünü belli eden düz çizgiye Uzakdoğu resmi yabancıdır. Batı, edimsel (aktüell) biçimi belirgin ve mekan içinde belli güçler tarafından hareket eden yahut ettirilen nesnelerin bir toplamı olarak düşünmektedir gerçekliği.
Batı resminde çok daha farklı bir işlevi olan biçim, yalnızca uyandırma niteliği ile tartışmaya açılmaktadır. Biçimi, izleyiciye etkin bir konuma getirmek üzere, salt betimlemeye dayalı biçim anlayışının eleştirisidir hiç kuşkusuz. Belli bir duyguya güvenmeksizin, tüm insanlığı kendine yani sanat yapıtının var olduğu gerçeklik tarzında yaşayabilecekleri bir alana çekmiş olması zorunluluğu vardır. Alıcının biçime ilişkin gerçekliği tamamen kendi başına üretip, yenileyebilme yolundaki istenci biçim oluşturmanın temel öğelerinden biridir. Ne var ki izleyicinin imgeleminde kurulan bu biçile birçok şey çözümlenmiş olsa bile, esinleyici renge duyulan gereksinim yine devam etmektedir; çünkü esinleyici renk, tarih boyunca resmin özerkleşmesi yolundaki genel eğilimin asıl itici gücüdür.
Çizgi ile boş yüzey arasında tanık olduğumuz ilişki, her şeyin özü olan sonsuz boşluğun renge benzer bir işlev üstlendiğini ortaya koymaktadır. Biçim bu boşluğa yazılmış imgelerdir artık; çizgi, bu sonsuz mekandan tamamen yabancıdır. Boşluğun varlığını hazırlarken aslında ona eklenerek kendi varlığını güvenceye alan bir araca dönüşmüştür çizgi. Kaligrafi ile resim arasındaki sınır çizginin kayganlığı, bir türlü yazı resim ile karşı karşıya olduğumuzun en çarpıcı kanıtıdır esasen.
Resim, yapılmaz, yazılır burada; bu yüzden resimde rengin değeri, yazı için mürekkep renginin taşıdığı önemden pek farklı değildir sonuç itibariyle