Arama


nicely - avatarı
nicely
VIP VIP Üye
9 Temmuz 2013       Mesaj #5
nicely - avatarı
VIP VIP Üye

Ramazan ayı ve bayramının İslam ve Türk kültüründe önemli bir yeri vardır. Ramazan ayı boyunca Türkiye genelindeki büyük camilerin minareleri arasına mahya denilen ışıklı süsler asılır. Ramazan ayının ilk günlerinde genelde “Hoş geldin ya Şehri Ramazan” benzeri mesajlar gösteren bu süsler, Ramazan ayı boyunca her gece farklı bir mesaj göstermesi için değiştirilir. Ramazan bayramından birkaç gün önce mahyalarda genellikle “Elveda” benzeri uğurlama mesajlarına yer verilir.

Bir insanın sabırlı olmayı öğrenmesinin en iyi yolu oruç tutmaktır. Sabır da insanda merhamet duygusunun gelişmesine yardımcı olur. Oruç tutan insanlar, aç kaldıkları süre boyunca, kendilerinden daha kötü şartlarda yaşayan insanların durumunu içtenlikle anlar ve onlara yardım elini uzatır. Bu nedenle Ramazan ayında yardımlaşma diğer aylara oranla çok daha fazladır, insanlar paylaşmanın ve yardımlaşmanın önemini bu ayda daha iyi anlarlar.

Ramazan ayında tutulan oruçla, insan bedeni 1 ay boyunca açlıkla terbiye edilir. Vücut zararlı tüm toksinleri atar. Bu sayede kilo vermeniz de kolaylaşacağından daha sağlıklı bir bedene kavuşursunuz. Ayrıca Ramazan ayında oruç tutmak, sigara gibi zararlı alışkanlıklardan kurtulmanıza da vesile olabilir. Birçok organ oruç tuttuğunuz süre boyunca kendini dinlendirme ve yenileme fırsatı bulacağından Ramazan ayı bittiğinde fiziki anlamda kendinizi daha dinç ve zinde hissedersiniz.
Oruç tutmak, sağlıklı insan için emredilmiştir. Hamile olan veya çocuğunu emziren kadınlar, büyüme çağındaki küçük çocuklar, yaşı ilerlemiş insanlar, çok uzun yola çıkanlar yani seferiler, sindirim sisteminde sorun yaşayanlar, tansiyon ve şeker hastası olanlar, ileri derecede psikolojik hastalığı olanlar ve çok yoğun egzersiz yapan sporcular için sağlıksızdır. Bu kategorilerden birine giren bir rahatsızlığınız varsa oruç tutmadan önce mutlaka bir uzmana danışmalısınız.

İftariye, iftar vakti geldiğinde açlığın verdiği heyecanla hızlıca yemek yemeyi engellemek üzere hazırlanan bir nevi çerez sofrasıdır. Oldukça küçük tabaklarda peynirler, zeytinler, reçeller, ufak atıştırmalıklar ve bunlara benzer yiyecekler iftar sofrasında ana yemekten önce yerini alır. Bunların yanına da sıcak pideler ve ekmekler konur. İftariye sofrada geçirilen zamanın uzamasını ve insanların birbirleriyle daha çok vakit geçirmesini sağlar. Özellikle büyük iftar davetlerinde sofrayı da özenli ve çekici gösteren iftariye, çok uzun yıllardır süregelen bir Ramazan geleneği.
Belli saatlerde yenen sahur, orucu karşılama yemeği olarak da bilinir ve gün doğmadan evvel, sabah ezanının ilk okunacağı vakte kadar yenir. Sahur yemeği iftardan farklıdır ve misafiri olmaz. Sahur yemeği, ertesi gün iftar vaktine kadar daha dinç kalabilmemiz ve vücudumuzu güçsüz bırakmamamız için önemlidir ancak oruç tutmak içi sahura kalkmak şart değil. Kimi zaman insanlar evlerinde iftardan sonra sohbetlere başlar ve sahura kadar uyanık kalırlar. Sahurda yenilen yemeklerin tok tutan lifli gıdalar olmasına, sıvı içermesine ve fazla şekerli olmamasına özellikle dikkat edilir. Sahur sofrasına hoşaf koymak da hala yaşatılan bir gelenektir


Güllaç, süt ve gülsuyundan yapılan geleneksel bir Türk tatlısıdır. 15. yy ortalarına kadar Osmanlı halkı yufka açıp bu yufkaları saklar ve bir süre sonra kuruyan yufkaları süt ve şeker karışımıyla ıslatıp o şekilde yerdi. Zamanla süt ve şeker karışımının içine gül suyu da eklendi ve ortaya “güllü aş” adı verilen tatlı çıktı. Ramazan dendiğinde akla ilk gelen tatlı olan güllacın 200 gramı yaklaşık 300 kalori içeriyor. Bağışıklık sitemini güçlendirdiği uzmanlar tarafından ifade edilen güllaç, sindirimi kolay ve hafif bir tatlı olması nedeniyle iftar sofralarından eksik olmuyor.


Müslümanlar için, kutsal günlerin birlik ve bütünlüğü pekiştirdiğini düşünen Atatürk, özellikle Ramazan ayına oldukça fazla önem vermiştir. Atatürk döneminde oruç tutanlara kolaylık sağlanmış, köşke getirilen özel hafızlara Kur'an okutulmuştur. Birlik ve beraberliğin ön plana çıktığı Ramazan, Cumhuriyet döneminde de paylaşımın arttığı ve milli birlik ruhunun daha fazla hissedildiği dönemler olarak günümüze kadar gelmiştir

Osmanlı'nın son dönemlerinde İstanbulluların tek eğlence ve vakit geçirme yeri vardı: Direklerarası! Ramazan dendiğinde her kuşaktan insanın aklına farklı şeyler gelse de 'direklerarası' kelimesi, 3-4 kuşak öncesinin İstanbulluları için eğlence hayatının adıdır. İstanbul'da modern tiyatronun kuruluşunda ve gelişiminde çok önemli bir yere sahip olan direklerarası, Ramazan aylarında halkı eğlendirmek için, boş alanlara dikilen direklere gerilen çadırların altında yapılan eğlencelere verilen ad olarak bilinir. Eskiden Ramazan akşamlarında iftardan sonra herkes ailesiyle bu çadırlara gider, tiyatro oyunlarını ve kanto gösterilerini izlerdi.

Eskiden Ramazan ayının yaklaşmasıyla başlayan hummalı hazırlıklar günümüzde maalesef çok az yerde sürdürülüyor. Eskiden konaklarda yaklaşık iki hafta süren Ramazan hazırlıklarında evler baştan aşağıya temizlenir, her yer gelecek ziyaretçilere hazırlanırdı. Evin özellikle mutfak bölümü türlü türlü yiyeceklerle doldurulur, misafirlere her türlü ikramın yapılması için her şey eksiksiz şekilde hazırlanırdı. Herhangi bir evin iftar sofrasında yer alabilmek için o evdekileri tanımaya gerek yoktu çünkü eskiden “Tanrı misafiri” geleneği vardı. Bugünlerde hala sürdürülse de önemini kaybetmişe benziyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan bu yana her konuda gelişmiş olan protokol kuralları Ramazan ayında da değişmiyordu. Neyin, ne şekilde ve ne zaman yapılacağı çok ince ve hassas kurallara bağlanmıştı. Ramazan ayı geldiğinde geleneksel hale gelmiş kurallara göre faaliyetler planlanır ve uygulamaya geçilirdi. Bu faaliyetlerin başında veziriazamın verdiği iftar davetleri geliyordu. Âlimlerin, bürokratları ve askerlerin ileri gelenlerinin protokol kurallarına davet edildikleri bu iftarlar da kendi aralarında ayrılırdı, en önemlisi hükümet merkezinde verilen yemekti. Veziriazamın davetine katılacak devlet adamlarının listeleri hazırlanıp düzenlendikten sonra padişahın onayına sunulur, ancak padişah onayladıktan sonra iftar davetine katılabilirlerdi.
İftar davetleri Osmanlı döneminde, şimdi olduğu gibi Ramazan'ın ilk günüyle beraber başlamıyordu. Oruç tutan insanların kendilerini ruhsal ve fiziksel açıdan oruca hazırlamaları ve ilk iftar gününü aileleriyle beraber geçirmeleri için davetler, Ramazan ayının 4. gününden sonra verilmeye başlanıyordu. Davetlilere göre kategorize edilen yemeklere, dördüncü gün padişahlar tarafından yaptırılan camilerin şeyhleri, beşinci gün şeyhülislam, altıncı gün Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ve Hz. Muhammed’in soyundan gelenlerin kayıtlarını tutan nakibüleşraf çağrılıyordu. Daha sonra da askerlerin ve bürokratların önde gelenleri sahip oldukları makama göre sınıflandırılarak iftar yemeğine davet ediliyordu. Makamı her ne olursa olsun, herkesin iftar sofrasına gelişi ve gidişi tören eşliğinde olurdu.

Osmanlı döneminde her evde iftar sebebiyle 3 ayrı sofra kurulurdu. Biri evin reisi ve misafirleri; diğeri evin hanımı ve misafirleri; sonuncusu ise varsa evdeki hizmetkârlar ve davetsiz misafirler içindi. Sofralar ayrı ayrı kurulsa da bu sofraların en önemli özelliği, tüm sofralarda aynı yemeklerin yenmesiydi. Eşitliğin ayı olan Ramazan bu yönüyle de insanları bir arada tutuyor ve varlıklı olanla olmayan arasındaki farkı ortadan kaldırıyor.

Osmanlı padişahları, Ramazan geldiğinde halkın arasına çıkıp dolaşmayı ve onların dertlerini dinlemeyi adet edinmişti. İlki arefe günü olmak üzere Ramazan ayı boyunca üç gün, padişah, ulema kılığına girerek halkın arasına karışırdı. Sabah ezanının okunmasıyla saraydan çıkan sultan, ikindi vaktine kadar gezip halkın temel ihtiyaçlarını belirler, Ramazan'da kimsenin sıkıntı çekmemesi için sadrazama emirler verirdi. Ramazan ayında yardımlaşmanın ve paylaşmanın diğer aylara göre daha ön planda olması işte o yıllardan bugüne hiç değişmeden devam ediyor
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Birbirimize tutundukça ;Bıçakların ucu kapanacak.. ~Smiley9TenderMsn Inlove