Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Nisan 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kızılelma Koalisyonu, Ulusalcılık, Milliyetçilik ve Merkezcilik
Doğan Gürpınar
Son yıllarda en son Lozan’da yine bir araya gelen ve kamuoyunda “Kızılelma koalisyonu” olarak adlandırılan sağ ve solun çeşitli unsurlarının aynı refleks ve duyarlılıklardan hareketle sadece birbirine yakınlaşması değil ama tekleşmesi, birbirlerine entegre olması gözlemleniyor. Ortak yaklaşım ise “milliyetçilik” veya en başta “sağcı faşist milliyetçilerden” kendilerini ayırmak isteyen solcuların icat ettikleri ve kendi ayrıksılarını ifade etmeye çalıştıkları neolojizm iken zaman içinde kelimenin mana değiştiren “ulusalcılık” kavramları bu ittifakın tanımlayıcı üstçatısı oldu. Ulusalcılığın milliyetçiliğinden farkı özünde aslında milliyetçilerin duygusal ve hamasi saiklerle milletlerini öne koyarlarken, ulusalcılığın rasyonel olarak milli çıkarları gözeten ekonomist bir sağduyuculuk olmasıyken; zaman içinde ulusalcılığın bu rasyoneli tamamen söndü ve milliyetçiliğin farklı bir isimlendirmesinden öte bir şey ifade etmez oldu. Tek nüansı ulus kelimesinin cumhuriyette yeniden canlandırılan bir kelime olması ve Türkçe (Moğolca) olması sebebiyle daha “laik” bir imgeye sahip olması kaldı. Bundan öte bir de hegemonanyaya yönelik manipülatif bir içerik taşımakta. Şöyle ki; sol ve laik çağrışımlı ulusalcılık kendini milliyetçi tanımlayan ve addedenleri kendi üstünlüğünde bir araya getirince bu şekilde ulusalcılık kendini daha güçlü bir şekilde sunabiliyor ve kabul gördürtebiliyor. Ulusalcılık içi milliyetçiliğe göre daha iyi ve daha akılcı doldurulduğundan ve pazarlamasında kendi pozisyonunu daha ikna edici, daha kucaklayıcı, daha rasyonel ve daha sempatik sunabildiğinden kaba milliyetçilere inceden inceye bir gol atmayı mümkün kıldı.
Bu ittifakın mümkün olması için öncelikle dünyanın tek kutuplu olması ilk gerekli şarttı. Bu tekkutupluluğu sağlayan Soğuk Savaş’ın bitmesiyle beraber aynı zamanda dünyada (marjinal Küba ve Kuzey Kore dışında) sosyalizmin yaşayan ve ciddi bir alternatif oluşturan siyasal-iktisadi bir model olmasının sona ermesini getirdi ki; bu da bu koalisyon için başka bir gerekli şarttı. Bu sayede solun en azından bir kısmı için sosyalizm bu ideolojinin sonul neticesi ve canlı bir ideali olmaktan çıktı. En azından bu yönde umutlar oldukça zayıfladı. Sosyalizm hakiki manada bir alternatif olmaktan çıkınca sol varoluş nedenini pozitif değil negatif olarak yeniden kurmaya başladı ki küreselleşme karşıtlığı da benzer bir dinamiğin göstergesi olarak gelişti. Sol artık kendini projesinin ne olduğu değil, neye karşı olduğu ifade ediyordu. Aslında karşı olunanlar büyük ölçüde aynı kalsa da, sonuçta bu negatif muhteviyatı solu milliyetçiliğin kucağına düşmeye mahkum kıldı. Zira sol artık somut ve cidden inanılan (ve gerçekleştirmesinden korkulan) bir programa sahip olmadığından sağ-milliyetçi kesimce kendisi bizzati bir tehdit olarak algılanmadı; bu sebeple sağ-milliyetçilik için faydanılanabilecek ve yanında taşınabilecek bir “yol arkadaşı” olarak görülebildi. Zira solun karşıt oldukları solun dünyagörüşünü ve muhteviyatını eksiksiz bir şekilde tanımlamaktan çok uzaktı.
Buradan hareketle şu soruları sormak istiyorum; söylemsel düzeyde bu Kızılelma koalisyonu sürecinde yaşanan söylemsel etkileşimde iki kamp arasında ne tür transferler, benimsemeler ve ricatlar (capitulation) oldu. Yani bu “tuhaf ittifak”ta kim ne kazandı, kim ne kaybetti ?
Öncelikle toplumsal temsiliyeti çok sınırlı olan, hatta olmayan sol kendine belli bir temsiliyet veya meşruiyet zemini sağladı. Yani sol bir kimlik altında mesajını ulaştıramayacak bir çok isim kendi mesajlarını kitlelerle sözleri dinlenir bir ortamda ekspoze edebildiler. Bu bakımdan sol bir Türk toplumunun bir kısmını kucaklama, onlarla özdeşleşme imkanı buldu. Bundan başta, sol jargon ve terminoloji belli bir miktarda bu ittifak vasıtası ve imkanıyla sağ kesime yayıldı. Bu jargonun anahtar kelimesi kuşkusuz “anti-emperyalizm”di. 1960’ların üçüncü dünyacı anti-emperyalist teorileri bu sayede milliyetçi kesimde kullanılmaya başlandı. Milliyetçilik konvansiyonel olarak bu tür emperyalist teorilere ihtiyaç duymaz ve uluslararası siyaseti Darwinist bir anlayışta milletlerin diğer milletlerle mücadelesi şeklinde görürken Türk milliyetçiliğin aslında bir tarafta ABD, bir tarafta Avrupa olmak üzere emperyalizme karşı mücadele verdiği diskuru belli ve tamamen kapsayıcı bir teorik çerçeve içinde teorize edildi. Türk milliyetçiliği böylece sadece Türklüğün çabası bir mücadele olmaktan terfi ederek küresel bağlamda kritik bir anlam ve önem kazanmış oldu. Ancak öte yandan antiemperyalist teori bu şekilde bir “milletler mücadelesi” içinde eritilerek manasını tamamen kaybetti. Anti-emperyalizm kendi bir dinamik olmaktan çıkarak bir yanparça haline geldi. Bu yaklaşım aynı zamanda emperyalizmin zaten 1960’ların üçüncü dünyacı anti-emperyalizm teorilerinde de var olan şekilde iktisadi tanımından tamamen çıkartılarak siyasal bağlama çekildi. Yani emperyalizm ancak ülkelerin ülkelerle mücadelsinde gözlemlenebiliyordu. Uluslararası şirketler ise aslında emperyalist merkez devletlerin güdümünde olmaktan öteye gitmiyorlardı. Bu şekilde, emperyalizmin siyasallaştırılması ve siyasallaştırılmasının doğal neticesi olarak devletleştirilmesiyle yine bu mücadelede ana eksen Türk devletiyle, Türk devleti-olmayan zıtlığına (dikotomisine) indirgenmiş oldu. Böylece Türk devletinin kayıtsız şartsız savunuculuğu pozisyonuyla yeniden icat edilen (her yeniden tanımlama aslında icattır) Kemalizm kızılelma koalisyonunun iki birbirieyle aslen çelişik olması gerektiği varsayılan bu iki kutbu birbirine zamkladı. İlginç olanın her iki kampın da Kemalizm’den anladıklarının oldukça farklı olmasına karşın bu ittifak bir konstrüksiyon olarak değil, bir karşıtlık üzerinden kurulduğundan bu kaçınılmaz uzlaşmazlık hem samimi olarak her iki kesimce farkedilmedi, hem de “büyük şeytan”a karşı mücadele içinde ikincil boyutta kalan ve kalması gereken minör bir uzlaşmazlık olarak görüldü. İşin tuhafı bu ittifakın yine destekçisi ve müttefiki olan İslamcılar da bu yeniden icat edilen Kemalizm tanımından rahatsızlık duymadılar. Hatta bu manada en Kemalist onlar kaldılar. Zira bu yeniden formule eilmiş Kemalizm yine ancak bir karşıtlığa indirgenmişti. Atatürk’ün ne dediğinden çok nelere karşı olduğu keyfi ve selektif bir şekilde imal edilirken Kemalizm’in laik duyarlılığı fazla meydana çıkarılmadı zira göreceğimiz gibi Atatürk ve Milli Mücadele Batı haçlı emperyalizmine karşı verilmiş bir savaşa dönüştürülmüştü . Çünkü burada bu bağlama çok ilginç üçüncü bir boyut eklenmişti; bu solcu üçüncü dünyacılık aynı zamanda İslamcılık öğesini de içermekteydi. Bu İslamcılık inanç manasında kayıtsızlığı hatta bireysel olarak dinsizliği öngörenlerin milliyetçiliklerini ve Türklüğü müslümanlık üzerinden tahayyül ettikleri ve Batı emperyalizminin Türkiye devlerine karşıtlığını ekonomik temelli ve hatta siyasal temelli açıklamalar yerine ezelileştiren ve ebedileştiren anti-emperyalist teorizasyon İslam’a inançsal olarak değil ama siyasi olarak stratejik bir mana yüklemekteydi. Ancak söylenmeli ki; burada İslam bir stratejik yol arkadaşlığından çok öte, bu milliyetçi enti-emperyalist teorizasyonun can damarını oluşturdu.
Sonuç olarak kızılelma ittifakı büyük ölçüde sosyalist teorizasyon ve jargonun milliyetçi damara enjekte edilmesiyle şekillenirken; metodoloji sosyalist, mantıksal netice milliyetçi oldu. Sosyalist komponentler devletçiliğin ve milliyetçiliğinin hizmetine sunuldu. Böylece milliyetçiliğin temel paradoksu olan herkesin kendi milliyetinin diğer milliyetlere göre meşruiyet üstünlüğünün nereden kaynaklandığı sorunsalı İskender’in Gordion darbesiyle çözülmüş oldu. Her milliyetçilik bir haklılık argümanı kurar. Türk milliyetçiliği ise Soğuk Savaş’ın ardından uzun süre hala “komünistler Moskova”ya diye bağırdıktan sonra sol kökenli teorik çerçevesi tamamen kuşatıcı ve kapsayıcı bir argümanı hazır buldular. Buna her iki kesimi orta noktada buluşturan Türk devleti yücelticiliğinin Türk devletinin daimi haklılığını kırılmaz bir teorik bütünlük içinde açıklar kılmasıyla tuhaf bir şekilde aslında anaakım merkezciliği temsil ve sembolize eden Kemalizm ve devletçilik mobilize edici unsurlar olarak atın önüne koşuldu. Merkez radikal olurken, radikalizm merkez oldu. Sol sağ oldu. Belki de Türk solu aslına rücu etti ?