Arama


KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
16 Nisan 2006       Mesaj #2
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi

YERLEŞME DOKUSU.


Binlerce yıllık Yerli geçmişine karşın, bugün New Mexico’nun bazı bölgeleri dışında, ABD’de AvrupalIların gelmesinden önceki yerleşim biçimlerinin etkisine pek rastlanmaz. Toprakların genişliği ve işgücünün azlığı nedeniyle, benzeri görülmemiş bir nüfus hareketliliği, geçici toprak kullanım ve yerleşim biçimleri ortaya çıkmıştır. Ülkenin doğal kaynaklarının zenginliğine bağlı olarak artan göç olanakları da bu hareketliliğe katkıda bulunmuştur. Arazi, insanların çabalarıyla büyük ölçüde değişmiş, ama bu değişme genellikle olumsuz yönde olmuştur. ABD’ nin kentsel ve kırsal yerleşim bölgelerinde egemen olan görünüm, düzensizlik ve dağınıklıktır. Tek tek yerleşim birimleri ne kadar usta işi bir mimariye ve sağlam yapıya sahip olursa olsun, komşu birimle ender olarak uyum gösterir. Bu durum, Amerikalıların aşırı bireyciliği, toprak ve başka mallar üzerindeki yoğun spekülasyon, toprağa ve doğal zenginliklere karşı yararcı yaklaşım, hükümet politikaları ve yasalar tarafından pekiştirilmektedir. Zengin ulaşım olanakları da ülkenin görüntüsünün değişmesine katkıda bulunmaktadır.

ÂBD’deki yerleşim birimlerinde 20. yüzyılın ortalarında görülmeye başlayan bir başka özellik, kırsal ve kentsel yaşam biçimlerinin birbirine yaklaşmasıdır. Kırsal kesim insanı hızla kentlileşmekte, tarım makineleşmekte, kırsal yerleşimler kentlere benzemektedir. Metropoller de dağınık, esnek ve düzensiz bir biçimde genişlemektedir.

Kırsal yerleşme.


Kırsal yerleşim biçimleri, ülkenin tarihi, ekonomisi, toplum yapısı, insanların düşünme biçimleri ve toprağın kendisiyle ilgili birçok ipucu verir. ABD’de kırsal etkinliklerin temel yapısı, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Arjantin, Güney Afrika ve Çarlık Sibiryası gibi AvrupalIların sonradan yerleşime açtıkları ülkelerdekine çok benzer. Kısa dönemde kalkınıp zengin olmak isteyen göçmenler buraları hızla işgal etmiş ve işletmeye başlamıştır. Toprağın ve fiziksel kaynakların bol olduğu bu ülkelerde, ortaçağ ve yeniçağ Avrupa’sının görece istikrarlı düşünce ve kurumlan, yem toplumsal ve siyasal koşullar altında büyük değişikliklere uğramıştır. Köylü olmayan bu kırsal topluluklar, toprağa bağlı, durgun ve nüfus bakımından yoğun Asya, Afrika, Avrupa ve Latin Amerika toplumlarınm temel özelliği olan insanla çevre arasındaki uyumlu ortak yaşamı da gerçekleştirememiştir.
1763-76 arasındaki dönem dışında, İngiltere’nin ve ABD hükümetlerinin resmî politikası, sınırı ekonomik ve doğal koşulların elverdiği ölçüde batıya doğru ilerletmek için tarımsal ve öbür tür yerleşimleri desteklemekti.

İngiltere Krallığı’nın kişilere ve şirketlere sınırları iyi tanımlanmamış geniş toprak parçaları dağıtması, bu toprakları alanların uygun fiyatlardan arazi satarak, kiraya vererek ya da bağışlayarak göçmenleri buralara çekmelerine olanak sağladı. Grup kolonileri kurma yolundaki çabaların en tanınmışı, yerleşimlerin ilk yüzyılında New England bölgesinde görülen teokratik ve kolektivist yerleşim birimidir. Alan bakımından başka eyaletlerdeki kasabalara benzeyen New England kasabası temel yönetim birimidir. Kasaba içindeki ve çevresindeki topraklar grup kararıyla ailelere dağıtılırdı. Çiftçilerin ve başka meslek sahiplerinin evleri merkezî bir köyde toplanmıştı. Bu yarı komünal sistem koloni döneminin sonuna doğru bozuldu, ama kasaba varlığını sürdürdü. Daha sonraki dönemlerde başarılı olan başka bir örnek, Utah ve çevresindeki eyaletlerin Büyük Havza bölgesindeki Mormon yerleşimleridir.

Bağımsızlıktan sonra ilk 13 eyalet, sınırlarının ötesindeki batı toprakları üzerindeki bütün haklarını uzun pazarlıklar sonucunda yeni ulusal hükümete devretti. Bazı toprak parçaları ise özel gruplar için ayrıldı. Örneğin, Ohio’nun kuzeydoğusunda Connecticut Yerlilerine öncelik verildi; Ohio ve Indiana’da bazı topraklar Bağımsızlık Savaşı gazilerine ödül olarak dağıtıldı. Federal yönetim altında ulusal bir alan yaratıldı. Bu alana, 1803’te Louisiana, daha sonra Mississippi ötesindeki topraklar ve 1819’da Florida katıldı. Texas’ta eyalet yönetimine bırakılmış olan kamu arazisi, önceki dönemde Fransız ve İspanyollar tarafından bağışlanmış olan topraklar ve Yerlilerin topraklarının bir bölümü bu düzenlemenin dışında tutuldu. Federal görevliler 1780’lerden başlayarak Ohio’nun batısındaki toprakların kadastrosunu, numaralanmasını ve değerlendirmesini gerçekleştirdiler. Daha sonra bölgesel toprak büroları bu topraklan çok elverişli koşullarla buraya yerleşecek olanlara sattı.
Uygulanan yeni kadastro sistemine göre basit, dörtgen planlar hazırlandı. Yönetim birimleri (township) her biri 9,65x9,65 km boyutlarında, pusula yönlerinde uzanan bloklar halinde düzenlendi. Her birim 260 hektarlık 36 bölüme ayrıldı. Bölümlerin ayrım çizgileri üzerinde kamu yolları yapıldı.

Kongre, kuruluşundan başlayarak, ulusal alanlardaki toprakların dağıtımı için bir dizi karmaşık düzenleme getirdi. Bunların en önemlisi, 1862’de kabul edilen Çiftlik (Home- stead) Yasası7ydı. Bu yasaya göre, belirli bir dönem oturmak ve toprağı iyileştirmek koşuluyla her göçmene 65 ha toprak verilecekti. Bu tür yasaların hükümleri tarım teknolojisindeki değişmelere ve dağıtılacak toprakların niteliğine bağlı olarak farklılık gösterdi. Toprak dağıtım programı, nitelikli toprakları özel mülkiyete aktarma açısından başarılı oldu. Ama ulusal toprakların üçte birinden çoğu hâlâ eyalet yönetimleri ile federal hükümetin tasarrufundadır.

Amerikan kırsal yaşamının 20. yüzyılın başına rastlayan klasik döneminde tipik Amerikalı ya bir çiftlikte yaşıyordu ya da ekonomik açıdan çiftçilere bağımlı idi. Dünyanın başka ülkelerindeki benzerlerinden farklı olarak, çiftçi ailesi kentten ve komşularından belirli bir uzaklıkta, tek başına yaşıyordu. Çiftlikler yerel geleneklere ve etkinlik türlerine göre farklılaşmıştı. Örneğin, ambar türleri ve çitleme yöntemleri farklıydı. Toplumsal etkinlik kırsal alandaki çok sayıda kilise ve okula dağılmıştı. Yılın en önemli olayları, panayır ile siyasal ya da dinsel toplantılardı. Mekân dağınıklığının bir başka göstergesi, kırsal kesime yayılmış olan aile ya da topluluk mezarlıklarıdır.

Küçük kasaba ve köyler de bölgeden bölgeye farklılık gösteriyordu. En çok bilinen tür olan New England kasabası, aralarında kilise, yönetim binası, dükkânlar, ortadaki yeşil alanın çevresine dizilmiş yüksek ağaçlarla gösterişli evler bulunan, seyrek dizilmiş binalardan oluşur. Daha az bilinen ama aynı derecede tipik bir başka yerleşim türüne, özellikle Güneydoğu ve Orta Pennsylvania’da rastlanır. Pennsylvaniya kasabası, yoğunluk, yapı malzemesi ve genel görünüm bakımından New England modelinden farklıdır. Sık ve genellikle birbirine bitişik, çoğunlukla tuğla, bazen de taş ya da ahşap binalardan oluşur. Binaların önündeki kaldırımlar daha çok tuğlayla döşenmiş ve buralara gölgeli ağaçlar dikilmiştir. Doğrusal planlı bu kasaba türünde ticari ve yönetsel yapıların bulunduğu bir meydandan çevreye yönelen bir ya da iki ana cadde vardır. ABD’de en çok rastlanan kasaba türü Ortabatıda geliştirilmiş olandır. Bu tür kasaba genellikle basit bir ızgara plan üzerine kurulmuş, işlevler mekânsal olarak birbirinden ayrılmıştır. İş ve yönetim etkinlikleri kasabanın merkezinde yer alır. Evler, fabrikalar, demiryolları ve depolar kasabanın çevresinde, geniş bir alana yayılmıştır.

Küçük kasabanın kente dönüşmesi Güney’de oldukça geç gerçekleşti. Birçok kentsel işlev ya mekânsal olarak dağınıktı ya da bölgenin ekonomik yaşamına egemen olan geniş tarım işletmeleri (plantasyonlar) tarafından yerine getirilmekteydi. 19. ve 20. yüzyıllarda kentler ve kasabalar oluşmaya başladığında Güney, Ortabatı modelini izledi.

Sınırlı bir alanı kaplamakla birlikte, Mormon ve İspanyol asıllı Amerikalıların yerleşimleri de ilginç özellikler gösterir. Dinsel gereklerin belirlediği Mormon yerleşimleri, kare bloklardan ve bunları çevreleyen geniş caddelerden oluşan bir ızgara plana göre kurulmuştur. Nüfus ve kültür bakımından Meksika’ya dayanan New Mexico’daki kasabalar ise genellikle standart Latin Amerikan modeline göre düzenlenmiştir. Bu modelin ayırıcı özelliği, ortada Katolik Kilisesinin yer aldığı, kerpiç ya da taş evlerle çevrili bir meydanın bulunmasıdır.

ABD’de, “aile çiftliği” modelini gerçekleştirmede ve korumada başarılı olunamadı. Bir bölümünün yasal mülkiyeti belirsiz olan küçük mülkler, satış, miras ve kiralama gibi yollarla büyük mülkler içinde eritildi. Genel eğilim tarım işletmelerinin sayıca azalması ve ortalama işletme büyüklüğünün artması yönünde oldu. 1980’lerin sonlarında ortalama çiftlik büyüklüğü 186 hektarın üzerindeydi. Tanma elverişli toprakların yaklaşık yüzde 50’si, ekilen toprakların ise yüzde 20’si bütün çiftliklerin yüzde 3’ünden azını oluşturan 800 hektardan büyük toprağa sahip çiftliklerin denetimindeydi. Çiftliklerin yüzde 60’ı ise 73 ha ya da daha az toprağa sahipti ve ekili alanın yüzde 15’ine yakın bir bölümünü elinde tutuyordu.

Yoğun sermaye kullanan dev boyutlu “neoplantasyon” aslında, tarımsal alanda kurulmuş bir fabrikadır. Bu yeni tür tarım birimlerine özellikle California ve Arizona’da ve Mississippi Deltasında rastlanır. Neoplantasyonların dışında, daha küçük boyutlarda ama büyük yatırım ve gelişmiş işletme tekniklerini gerektirecek derecede yoğun biçimde işletilen tarım birimleri de vardır. Geniş ölçekli sermaye-yoğun tarım işletmelerinin artışına koşut olarak, kırsal tarım nüfusu hızla düştü. 20. yüzyılın başında 32 milyon olan kırsal tarım nüfusu. 1940’ta 30 milyona, 1980’lerin sonlarında 5 milyona indi.

Tarımsal nüfus azalırken, ekonomik ve siyasal alandaki etkisi de gittikçe zayıfladı. ABD ileri derecede kentleşmiş, teknolojik bakımdan ilerlemiş bir topluma, dönüştü. Ama Amerikalılar gittikçe artan ölçüde ve kimi kez istemeden kentlere yönelirken, hızla yok olan kırsal Amerika’nın anısı, toplumsal ve siyasal kararları yönlendiren özlemlerde ve varsayımlarda etkisini sürdürmektedir. Bu durum yalnız romancı, şair ve ressamların yapıtlarında değil, sanatın çeşitli dallarında, filmlerde, televizyon programlarında, folklorda, country ve wes- tern müziğinde, siyasal konuşmalarda ve boş zamanın değerlendirilmesinde de görülür.

1920 sonrasında, Amerikan kırsal yaşamında, AvrupalIların yerleşmesinden o güne değin geçen üç yüzyıl boyunca görülenden daha köklü bir değişiklik ortaya çıktı. Bu değişikliğin kökeninde, bütün dünyayı etkilemiş olan büyük toplumsal ve ekonomik dönüşümler yatıyordu. Ama bu değişmenin başlıca aracı içten yanmalı motor olmuştu. Bu buluşun sonucu olan otomobil, otobüs ve kamyon, demiryolu sisteminin yerini aldı; kırsal ve kentli nüfusun hareketliliği önemli ölçüde arttı. Ulaşım sistemindeki bu değişiklik küçük kasabaların da değişmesine yol açtı. Karayollarına ya da kent merkezlerine yakın olan kasabalar 1970’ten önce zenginleşmeye başladı; bir bölüm kasaba ise çökmeye yüz tuttu. 1970 sonrasında ise kırsal kesim ve küçük kasaba nüfusu metropoliten alanlardaki nüfustan daha hızlı artarak, yüz yıllık kentleşme eğilimi tersine çevrildi.
Amerikalılar gittikçe daha fazla hareketlilik kazanırken kırsal Amerika’nın görüntüsü de temelden değişti. Karayolları ülkenin ana damarları haline geldi. Bir zamanlar yerel kasabada ya da kentte yoğunlaşmış olan işlevler, ana yolların kenarında kilometrelerce uzanan şeritlere taşındı. Günümüzde, ABD’deki metropolitenleşme eğilimi yalnız kentleri ve çevrelerini değil, kırsal kesimi ve kırsal nüfusun geniş bir bölümünü de içine almaktadır. Yöresel el sanatları ve bölgesel özelliklerdeki gerileme, çiftlik evleri ve araçları, çitler, ambarlar ve giysilerde açıkça gözlemlenmektedir.

Kentlerde yaşayan Amerikalı, kırsal kesimde çalışana oranla çok daha fazla tüketmektedir. Kırsal ekonominin nasıl bir biçim alacağını belirleyen de kentlerdir. Kentli nüfus hafta sonlarında ve tatillerde kırsal kesime ve buradaki ikinci evlerine akın eder. Boş zamanları değerlendirme ve eğlence turizmi ise birçok kırsal yörenin en önemli gelir kaynağıdır. Büyük kentler su ve enerji gereksinimlerini karşılayabilmek için kırsal alanlara gittikçe daha fazla sokulmaktadır. Kırsal nüfusun çoğunluğu da artık yakındaki bir kente kolayca ulaşabilmektedir. Böylece, kırsal kesimde yaşayan birçok insan kentlerdeki işlerde tam ya da yarım gün çalışma olanağına kavuştuğundan kırsal nüfusun daha fazla azalması önlenmiştir.
Ad:  USA_Territorial_Growth_small.gif
Gösterim: 2306
Boyut:  456.2 KB

Kentsel yerleşme.


ABD kırsal ağırlıklı bir yerleşim modelinden kentsel topluma geçiş sürecinde, öbür gelişmiş ülkelerinkine benzer bir yol izlemiştir. Günümüzde, ABD nüfusunun dörtte üçü, kent alanları ya da “kentleşmiş bölgeler” diye nitelenen ve ülke yüzölçümünün yüzde ikisinden az bir alanı kaplayan yerlerde toplanmıştır. Ayrıca, nüfusun en az yüzde 15’i ekonomik ve toplumsal açıdan kentsel sayılabilecek dağınık yerleşim birimlerinde oturmaktadır.
Koloni döneminde ve bağımsızlığın ilk yıllarında, nüfusun yüzde 95’inden fazlası kırsal kesimde yaşıyordu. Ama, daha baştan beri kentler de yerleşim sisteminin temel öğeleriydi. Boston, New Amsterdam (New York), Jamestown, Charleston ve Philadelphia, bulundukları kolonilerle aynı zamanda kurulmuştu. Bunlar, Kuzey Amerika’nın öteki önemli koloni kentleri gibi, okyanusa açılan birer limandı. En azından 20. yüzyılın başına değin, Amerikan kentlerinin tarihsel coğrafyası, art arda gelişen ulaşım sistemleriyle yakından ilişkilidir. Başarılı olmuş kentlerin yerleri ve iç yapıları geniş ölçüde ulaşım sistemleri tarafından belirlenmiştir.

Koloni döneminin kentleri, çiftlik ve orman ürünlerinin ve öbür hammaddelerin ülkenin iç bölümlerinden toplanıp Antiller’e, Afrika’ya ya da Avrupa’ya gönderildiği noktalardı. Mamul mallar, Amerika’da az bulunan maddeler ve göçmenler de gene bu kentlerden giriyordu. Söz konusu kentler, temel olarak, pazar yeri ve antrepo görevi üstlenmişti. Toplumsal, askeri, dinsel ve eğitsel işlevlere buralarda pek az yer verilmişti. İç bölümlere ulaşımın yetersiz ve pahalı oluşu yüzünden kentler ya okyanusa bakan körfezlerin kıyısında, ya da ırmakların ağzında kurulurdu. 1800’ler öncesinde liman olmayan kentler arasında yalnız Lancaster, York (Pennsylvania) ve Williamsburg (Virginia) önemlidir. Iç bölgelerin kalabalıklaşması, kanallar ve düzgün yollar ağının genişlemesiyle, çeşitli yolların kavşak noktalarında ya da iki farklı ulaşım sisteminin birleştiği yerlerde Buffalo, Pittsburgh, Cincinnati ve St. Louis gibi kentler kuruldu. Konumları nedeniyle hinterlanda hizmet veremez duruma gelen New Castle (Delaware), Newport (Rhode Island), Charleston (Güney Carolina), Savannah (Georgia) ve Portland (Maine) gibi eski limanlar durgunluk dönemine girdi.

1850’lerden 1920’lere değin yeni kentlerin başarısı ve eski kentlerin daha da gelişmesi, bunların yeni demiryolu sistemi üzerindeki yeriyle ve kendilerine bağımlı geniş topraklar üzerindeki etkileriyle yakından ilişkiliydi. Suyollarının kenarındaki demiryolu kentlerinin nüfusu ve zenginliği kısa sürede arttı. Demiryolu çağının ürünü olan kentler de önemli ölçüde gelişti. 19. ve 20. yüzyıllardaki hızlı sanayileşmenin büyük bölümü su ve demiryolu ulaşım sistemlerinin geliştirilmiş olduğu yerlerde gerçekleşti. Ayrıca, Pennsylvania’nm kuzeydoğusundaki maden kömürü bölgesi, New England’daki fabrika kentleri, Carolina ve Virginia Piedmont’taki tekstil merkezlerinde imalat sanayisinin gelişimi, beraberinde hızlı kentleşmeyi, bunun sonucunda ise ulaşım kolaylıklarını getirdi. Altın, gümüş, bakır, kömür ve demir gibi madenlerin, 20. yüzyılda ise doğal gaz ve petrol kaynaklarının işletilmesi geçici kent merkezlerinin kurulmasına yol açtı. Ekonomik temeli ne olursa olsun, erken ve sağlam bir başlangıç kentler arası rekabette belirleyici bir rol oynadı. Kentsel sermaye ve nüfus, yeterli bir ilk hareket verildiğinde, kendiliğinden genişleme eğilimi gösteriyordu. Çevrelerindeki doğal kaynaklar kıt olsa bile, iyi bir ticari başlangıç, uzak yerlerle kara ve deniz bağlantısı ve zengin bir yerel beceri, sermaye ve girişimcilik birikimi, büyük kentlerde dünyanın en geniş sanayi, ticaret ve nüfus yoğunlaşmasını yarattı.

Amerikan kentlerinin 1900 öncesindeki gelişimini coğrafi konumları belirliyordu; kentlerin gelişimi, malların ve hizmetlerin üretimi, toplanması ve dağıtımıyla yakından ilişkiliydi. Zamanla bu modelden sapmalar oldu ve fiziksel etkenler yerini toplumsal etkenlere bıraktı. En başarılı kentler, gittikçe artan ölçüde, daha ileri hizmet üretim ve tüketim biçimlerine, özellikle bilgi üretme ve yayma, işletmecilik ve boş zamanları değerlendirme etkinliklerine yöneldiler. Washington hükümetin ve onu destekleyen etkinliklerin güçlü bir kalkınmaya yol açtığı bir metropol olarak, bu yeni durumun en çarpıcı örneğidir. Hemen bütün eyalet başkentleri benzer bir demografik ve ekonomik gelişme gösterdi. Büyük bir yüksekokulun (college) ya da üniversitenin bulunduğu kentler de hızla gelişti.

Halkın göreli refahının ve boş zamanının artması ve sanayi üretiminde emek girdisinin azalmasıyla birlikte, yalnızca zevk için gezenlere, tatile çıkanlara ve emeklilere hizmet veren yeni kentler ortaya çıktı. Florida, Nevada, California, Arizona ve Colorado’daki pek çok kent bu türdendir. I. Dünya Savaşı sıralarında otomobilin özel ulaşım aracı olarak gelişmesiyle birlikte Amerikan kentleri de nicelik ve nitelik yönünden yeni bir döneme girdi. Daha önceleri, kentlerin büyüklüğü, yoğunluğu ve iç yapısını yayaların ve toplu taşıma sistemlerinin kısıtlamaları belirliyordu. Kent görece derli topluydu; iyi belirlenmiş bir tek merkezi vardı ve dış mahallelere yapılan eklemelerle büyüyordu. Otomobilin yaygınlaşması, çeşitli hizmetlerin ve karayollarının gelişmesi, Amerikan kentlerini parçaladı ve daha dağınık birimlere dönüştürdü. Kentler çevrelerindeki kırsal alanlara yayıldı. Pek çok küçük kasaba uydukent haline geldi ya da kent tarafından yutuldu. Her kentin çevresinde yarı kentleşmiş bir kuşak oluştu. Dairesel biçimde gelişen geleneksel kent yerini görece biçimsiz, çok merkezli ve yaygın bir metropole bıraktı.

Amerikan kentleri bulundukları yerden çok, belirli bir dönemin ürünleridir; o dönemin düşünce biçimlerini ve teknolojik gelişmelerini yansıtırlar. Bir bütün olarak alındığında, Amerikan kentlerinin başka iilkelerdekilerden farklı olduğu görülür. Ulusal siyasal yapı, halkın toplumsal eğilimleri ve kentleşmenin güçlü bir biçimde dışa doğru yayılması, toplumsal ve ekonomik açıdan birleştirici birimler olan metropollerin siyasal açıdan parçalanmasına yol açmıştır. Bir tek metropoliten alanın birçok kenti ve kasabayı içine alması, hem görünümde hem de işlevlerde değişiklik yaratmıştır. Modem Amerikan kentleri keskin karşıtlıkların görüldüğü yerlerdir. Tarihsel yapıların ve anıtların korunması yolundaki gittikçe güçlenen akıma karşılık, yıkımlar ve inşaat hiç durmadan sürmektedir. Kentlerde tarihin ve sürekliliğin izlerine pek rastlanmaz. Bugünkü görünümüne bakarak, New York kentinin 1620’de, Detroit’in 1701’de kurulduğuna inanmak güçtür. Kent merkezlerinde mühendislik anlayışı ve kentin işlevinin “iş yapmak” olduğu görüşü egemendir; ticari ve yönetsel etkinlikler ağırlıktadır ve kilise, park gibi kâr getirmeyen bina ve alanlara pek yer yoktur. Ortaçağ Avrupa kentlerinde temel bir işleve sahip olan katedralin yerini, Amerikan buluşu gökdelenler almış, bazı kentlerde dinsel olmayan büyük anıtlar yapılmıştır. Büyük bir olasılıkla, geleceğin arkeologları yapacakları kazılar sonunda, Amerikan toplumunun mühendisler, mimarlar ve buldozer operatörlerinden oluşan bir oligarşi tarafından yönetildiği sonucuna varacaklardır.

ABD’de kentsel yerleşimin dışa doğru benzeri görülmedik bir biçimde yayılması ortaya yeni yerleşim türleri çıkarmıştır. Aslında iki ya da daha çok kentin gelişme alanlarının örtüşmesi ilk kez 19. yüzyılda Avrupa’da görülen bir olaydır. Ama bugün Atlas Okyanusu kıyısında, Boston’dan Richmond’a (Virginia) kadar uzanan megalopoliste (süper kent) bu gelişme görülmedik boyutlara ulaşmıştır. Büyük Göller yöresindeki Chicago çevresinde oluşan megalopolis Illinois ve Wisconsin’ın, Detroit çevresindeki ise Michigan ve Ohio’nun büyük bölümlerini kapsar. California’da Santa Barbara’dan San Diego’ya, Florida’da ise Jacksonville’den Miami’ye kadar uzanan megalopolislerden söz edilebilir. Toprak kullanımı sıkı ve ciddi bir biçimde denetlenmezse, kentsel yerleşmenin gittikçe megalopoliten bir nitelik kazanacağı söylenebilir. Bu model, her biri komşularıyla yakın ilişki içinde olan çok merkezli kentsel alan kümelerinden oluşacaktır.

KÜLTÜR BÖLGELERİ.


ABD’nin ‘kültür alanları” ya da “geleneksel bölgeleri” arasındaki farklar, daha eski ve istikrarlı ülkelerdekine oranla daha hızlı bir biçimde yok olma eğilimindedir. Ama düşünce ve davranışların ülke ölçeğinde standartlaşmasına karşın, eski kültür alanlarının etkisi günümüzde de görülmektedir. Örneğin, ABD tarihinin en ciddi siyasal krizi ve en kanlı silahlı çatışması İç Savaş’ta Güney’in farklılığı önemli rol oynamıştır. İç Savaş’tan bu yana bir yüzyıldan fazla zaman geçmesine karşın, Güney siyasal, ekonomik ve toplumsal açıdan güçlü bütünlüğünü korumakta, onun özel durumu din, eğitim, spor ve edebiyat çevrelerinde kabul görmektedir.

Daha da ilginci, 20. yüzyılın ürünü bir dizi yeni kültür alanının ortaya çıkmasıdır. En iyi örnek, kendine özgü kültürü nedeniyle eyalete çok sayıda göçmenin gelmesine yol açan Güney California’dır. Benzer eğilimlere Florida’nın güneyinde, Texas’ta, New Mexico ve Arizona’da da rastlanır. Büyük kentler ayırıcı özelliklerini yitirmiş gibi görünseler de, ayrıntılı bir inceleme buralarda dil, din, beslenme, folklor, halk mimarisi, el sanatları, siyasal davranış ve görgü kuralları bakımından önemli bölgesel farklılıkların var olduğunu gösterir. Aslında, kıta üzerinde yer alan 48 eyaletin yönetsel bölünümü bugünkü toplumsal, ekonomik ve kültürel ayırımlarla uyum içinde değildir. Eyaletler genellikle birden çok kültürel ve siyasal alanı ya da bunların parçalarını kapsar ya da geniş bir kültür alanının bir bölümünü oluşturur. Örneğin California, Missouri, Illinois, Indi- ana ve Florida’nın kuzeyiyle güneyi arasında keskin ayrılıklar görülür. Tennesseelilere bakılırsa, gerçekte üç ayrı Tennessee vardır. Virginia’da karşıt kültürel öğeler öylesine güçlüdür ki, 1863’te Batı Virginia’nın Birlik’e kabulüyle gerçek bir bölünme meydana gelmiştir. Genellikle kültürel sistemler, ekonomik ve kentsel sistemlere oranla daha yavaş değişmektedir. İmalat sanayisi etkinliklerinin yoğunlaştığı kuşak dört geleneksel kültür alanının belirli bölgelerini kapsar.

Maine’nin güneyinden Virginia’nm ortalarına kadar uzanan kentsel yayılma kültürel farklılıklardan etkilenmemektedir. ABD’nin kültür alanlarının kökenleri Avrupa’ya uzanır ve Avrupa’dan gelenlerin ve getirdikleri yaşam biçimlerinin yeni çevreyle etkileşiminin bir sonucudur. Yerli kültürler Amerika’nın çağdaş kültürünün oluşmasına pek az katkıda bulunmuştur. Yalnız Güneybatı’da ve Oklahoma’nın bazı yörelerinde, Yerli öğesinin dikkate değer bir etkisi olmuştur. Amerika’daki kültür alanları başlıca 5 başlık altında incelenebilir: New England. Bağımsızlık Savaşı’nı izleyen hızlı yayılma yüzyılında, New England ülkenin en ağırlıklı bölgesiydi. Eğitim, siyaset, ilahiyat, edebiyat, bilim, mimari ve teknoloji açısından bu bölge önde gelmekteydi. New England, 1780-1880 arasında ülkede egemen olan düşüncelerin ve üslupların temel kaynağıydı, tik iki yüzyıl boyunca New England’ın nüfusu şaşılacak derecede türdeşti. İngiltere’den gelmiş olan göçmenler, birkaç istisna dışında, aynı dini, aynı dili, aynı toplumsal örgütlenmeyi ve bakış açısını paylaşıyordu. Burada, özellikle lehçede, kent yapısında ve halk mimarisinde belirgin olan bir bölgesel kültür biçimlendi. Halkın kişiliği de bölgesel olarak farklılaştı. New Englandlı “Yankee”, kendine güvenen, tutumlu, yaratıcı ve girişimci bir insan olarak görülmeye başladı. 1830’larda başlayan yabancı göçmen akını New England kişiliğini etkileyip değiştirdiyse de başlangıçta oluşan kişiliğin bazı özellikleri varlığını sürdürdü.

Güney.


Başlangıçtaki üç İngiliz-Amerikan kültür bölgesi arasında en genişi, ulusal normlar bakımından en kendine özgü olanı ve bu normları en geç kabul edeni Güney’ dir. Önceleri öbür bölgelerden o denli farklıydı ve bu farklılıktan o kadar gurur duyuluyordu ki, başka bölgelerle siyasal birliği sürdürüp sürdüremeyeceği kuşkuluydu. Bu farklılıklar kırsal ekonomi, lehçe, beslenme, giysi, folklor, siyaset, mimarlık, toplumsal âdetler ve boş zamanların değerlendirilmesi gibi, insan etkinliğinin hemen her alanında bugün de varlığını sürdürmektedir. Bununla birlikte, 20. yüzyılda Güney ile ülkenin geri kalan bölümü arasında, en azından ekonomik davranışlar ve maddi kültür açısından bir yakınlaşma meydana gelmiştir. Ulusal çizgiden ısrarlı bir sapmanın Güney’de daha ilk yerleşim yıllarında başladığı söylenebilir. Güney’e gelenler hemen hemen tümüyle İngilizdi ve bu yönden New England’a gelenlerden pek farklı değildiler. Ama Güney’e yerleşenler amaçları ve toplumsal değerlen bakımından farklı, kırsal niteliklerini ve Avrupa’dan getirdikleri aile ve toplum yapısını koruma konusunda daha tutucuydular. Afrika’dan çok sayıda köle getirilmesi ve Yerlilerle Kuzey’e oranla daha yoğun bir ilişki içine girmeleri de bu açıdan etkili oldu. Ayrıca, alışkın olmadıkları ekonomi, yerleşme ve toplumsal örgütlenme de Güney’in öbür kültür alanlarından farklılaşmasına katkıda bulundu.

Gerek köken, gerek mekânsal yapı bakımından dağınıklık gösteren Güney’de çeşitli etnik öğelerin yoğunlaştığı alt bölgeler görülür. Gene de, Güney kültür bölgesi, farklı yollar izleyen çeşitli öğelerin tek bir bölgesel bilinç ve yaşam tarzı içinde kaynaşmasının bir örneği olarak görülebilir. Teknolojinin ülke çapındaki ana gelişme çizgisine katılmadaki yavaşlığı nedeniyle Güney, öbür geleneksel kültür bölgelerinden daha fazla alt bölgeye ayrılabilir.

Orta Bölge.


Bu bölge New England ve Güney kadar önemli olmakla birlikte, çok çarpıcı özelliklerle öbür bölgelerden ayrılmaz. Bunun nedeni, bölgenin ABD’nin gelişimi içinde merkezî bir yere sahip olmasından kaynaklanabilir. Orta Bölge, Orta Atlantik ve Yukarı Güney eyaletlerini içine alır: Pennsylvania, New Jersey, Delaware ve Maryland. AvrupalIların bu bölgeye ciddi göçü, ana kültür merkezlerine göçten birkaç kuşak sonra başladı. Felemenklilerin, İsveçlilerin, Fin- lerin ve İngilizlerin etkisiz ve başarısız göç girişimlerinin ardından 17. yüzyılda William Penn ve arkadaşları tarafından başlatılan göç başarılı oldu. Güneydoğu Pennsylvania’da, bu kültür bölgesinin ayırıcı özellikleri daha başlarda belirginlik kazandı ve önce ticaretin sonra da sanayinin gelişmesine hızla ayak uyduran çalışkan, dengeli ve zengin bir tarım toplumu oluştu. Bölgenin büyük bölümü 18. yüzyılın ortasında kentsel bir nitelik kazandı ve en azından bu bakımdan kuzey ve güneydeki komşularının önüne geçti.
Orta Bölge, etnik açıdan çoğulcu yapısıyla da öbürlerinden ayrılır. Bu bölgeye İngiltere’den gelen farklı etnik ve dinsel gruplar daha başlangıçta Avrupa kıtasından gelenlerle karıştılar. Böylece ortaya çıkan çeşitlilik zamanla arttı. Oluşan etnik gruplar mozaiği New York, New Jersey ve Mary- land’ın büyük kesiminde varlığını sürdürmektedir. Benzer bir çoğulcu etnik yapı New England ve Ortabatı’da da görülür, ama çeşitliliğin en çok olduğu kesim Orta Bölge’dir.

Düzensiz dağılmış olmakla birlikte, Alman öğesi bu bölgede her zaman güçlü olmuştur. Alman asıllılar birçok kentte nüfusun yüzde 70’ini aşar. İngiliz-Amerikan kültürü üstün gelmeseydi bölgeye Alman Pennsylvaniası adı verilebilirdi.
Coğrafi özellikler ve göçler Orta Bölge’yi Maryland Piedmont’a, Virginia ve Batı Virginia’ya kadar uzatmıştır. Bölgenin bazı özellikleri Apalaş yöresinde ve giderek Güney’de bile görülebilir. Kuzeyde ise, Orta Bölge ile New England kolayca birbirinden ayrılamaz. Burada hemen hemen eşit güçte iki bölgesel akımın özellikleri bir araya gelmiştir. Batıya doğru Orta Bölge ancak Doğu Ohio’ya kadar uzanır ve bu yörede Ortabatı ile birleşir.

Ortabatı.


Varlığı herkesçe bilinen bu büyük üçgen alanın nerede başlayıp nerede bittiği konusunda kimse emin değildir. Üçgenin bir köşesi Pittsburgh dolaylarında, batıdaki iki köşesinden güneydeki Kansas’ta, kuzeydeki ise Güney Manitoba’dadır. Ortabatının tarihsel coğrafyası pek incelenmemiştir. Ama bu kültür bölgesi koloni döneminin üç kültür bölgesinin bir bileşimi niteliğindedir ve bu bileşim ilk olarak Ohio Vadisinin kuzeyinde ortaya çıkmıştır. İlk yollar Ohio’ya yöneliyordu. Orta Bölge’den, New England’dan ve Güney’den gelen halklar ve kültürler bu yollardan Ohio’ya aktı. Burada oluşan melez kültür ise Batı’ya göçlerle bir yelpaze gibi yeni açılan topraklara yayıldı.

Aşağı ve Yukarı Ortabatı diye adlandırılan ve 41. enlemle birbirinden ayrılan iki alt bölgeden söz edilebilir. Yukarı Ortabatı’da New England ve Orta Bölge etkileri görülür. Alman, İskandinavyalI, Slav ve öteki WASP (White, Anglo-Saxon, Protestant: “Beyaz, Anglosakson, Protestan”) olmayan öğeler, İngiliz öğesinin ağır bastığı bu bölgeyi çeşitlendirmiştir. Siyahların azlığı dışında, Aşağı Ortabatı Protestan ve İngiliz öğelerin ağırlıkta olduğu yapısıyla Güney’e benzer. Burada, Katoliklerin ya da WASP olmayan öğelerin çoğunlukta olduğu yöreler olmakla birlikte, bir bütün olarak ele alındığında bölgedeki WASP öğelerin önemi, ülkenin çoğu yöresinden daha fazladır.

Batı.


Buraya kadar anlatılan kültür bölgeleri ülkenin doğu yarısını kapsar. Geriye kalan yarıyı bölümlere ayırmakta ise bir ikilemle karşılaşılır. İnsanların zihnindeki “Amerika’nın Batısı” kavramı, romantik sinema ve televizyon görüntüleriyle sürekli olarak güçlendirilmiştir. Yaygın sığır yetiştiriciliğinin Batı’daki yaşamın bütün yönlerini özetlediğini kabul etmek kolaydır. Bir dönemde Batı’daki toprakların yarıdan fazlasında hayvancılık yapılmış, ama toplam nüfusun ancak küçük bir bölümü bu etkinlikle uğraşmıştır. Bu nedenle hayvancılık bir alt kültür olarak ele alınabilir, ama bölgesel kültürü tek başına temsil edemez.
Özgün, geniş ve tek bir Batı kültür bölgesinin varlığı tartışmalıdır. Bütün toprakların değerlendirildiği ve farklı kültürlerin birbiri içine geçtiği Doğu’dan farklı olarak, Batı’daki nüfus yoğunlaşma merkezleri, neredeyse ıssız, geniş dağ ve kurak çöl parçalarıyla birbirinden ayrılmış vahalara benzer.
Bu birbirinden kopuk merkezlerin ortak özellikleri şunlardır:
1) Temelde ülkenin doğusundan ve ayrıca Avrupa, Meksika ve Doğu Asya’dan kaynaklanan kültürlerin iç içe geçmiş olması;
2) bir alt bölge dışında, 1840’larda yerleşilmeye başlandığı için ortaya çıkan, modern yaşamın yaygınlığı.
Bazı yöreler henüz gelişmemiş ya da kısmen oluşmuş kültürel birimler olarak görülebilir. Belirli bir kişilik kazanmış olan öteki yöreleri ise birincil ya da ikincil kültür bölgeleri olarak sınıflamak güçtür.
Batı’da, Yukarı Rio Grande, Mormon, Güney California ve Kuzey California gibi, özgün kültürel özellikler gösteren birkaç alt bölgeden söz edilebilir. Bunlara, hem Güney’den, hem de Batı’dan belirli özellikler almış olan Texas ve Oklahoma alt bölgeleri de eklenebilir.
Ad:  abd7.png
Gösterim: 1397
Boyut:  137.5 KB

NÜFUS


1991’de 252.177.000 olan ABD nüfusunun yaklaşık yüzde 85’i beyazlardan, yüzde 12’si Siyahlardan oluşur. İspanyol asıllıların oranı yüzde 6,4, Asya ve Büyük Okyanus adalarından gelmiş olanların oranı yüzde 1,5, Yerlilerin ve Eskimoların oranı ise yüzde 0,6 dolayındadır. Etnik açıdan büyük çeşitlilik gösteren ülkede, 1979’da yapılan bir araştırmaya göre, halkın yüzde 44’ü “Amerikalı”dan farklı bir kökenden geldiğini belirtmiştir. Bunların yüzde 29’u Alman, yüzde 24’ü İrlandalI, yüzde 22’si ise İngiliz kökenli olduğunu ileri sürmüştür. Bunları sırasıyla, Afro-Amerikan ya da Afrika, İskoç, Fransız, MeksikalI? Porto Rikolu ve Kübalı dahil İspanyol, İtalyan, Amerika Yerlisi, Polonya ve Felemenk asıllı olduğunu söyleyenler izlemiştir.

1991 verileriyle, doğum oranı binde 16,4, ölüm oranı ise binde 8,5’tir. Genellikle ailenin geliri ve eğitim düzeyi arttıkça çocuk sayısı azalır. 1980-85 döneminde yıllık nüfus artış oranı yüzde 1 düzeyinde olmuştur. Ortalama yaşam süresi erkekler için 72 yıl, kadınlar için 78,8 yıldır. Ama bu süreler Siyahlar için ortalama 5 yıl daha azdır ve ölüm oranları beyaz olmayan gruplarda daha yüksektir. Kalp hastalıkları, kanser gibi kronik hastalıklar en önemli ölüm nedenlerini oluşturur.

ABD nüfusunun çoğunluğu bugün göreli olarak yüksek düzeyde maddi rahatlığa, zenginliğe ve güvenliğe sahiptir. Bununla birlikte Amerikalılar arasında bir karamsarlık ve bölünmüşlükten söz edilebilir. Artan suç oranları, ırklar arasındaki eşitsizlik ve adaletsizlikler, kentlerdeki çöküntü, nükleer tehlike, çevre kirliliği, uyuşturucu kullanımı, işsizlik ve yaşam pahalılığı gibi sorunlar Amerikalıları kaygılandırmaktadır. Ekonomik belirsizlik, toplumsal gerginlik ve bölünmeler, birçok kamuoyu araştırmasına göre Amerikan yurttaşlarının hoşnutsuzluğunun temel kaynaklarıdır. Birçok Amerikalı bu sorunların “Amerikan rüyası” diye bilinen idealin bütün nüfusa, özellikle azınlık gruplarına eşit biçimde yaygınlaştırılmamış olmasından kaynaklandığına inanmaktadır. Amerikan toplumunun geleneksel idealine göre, ülke toplumsal, siyasal, ekonomik ve dinsel özgürlüğün egemen olduğu, insanlann birbirlerine iyi davrandıkları ve bireylerin ancak yeterince çalıştıkları takdirde amaçlarını gerçekleştirebildikleri bir “fırsatlar ülkesi”dir. Bu eşitlikçi ideallere olan inancın paylaşılması, Amerikalılar arasındaki belki de en güçlü bağdır. Ama etnik grupların henüz eşitlik elde edememiş olması birçok Amerikalıyı rahatsız etmektedir.

ETNİK BİLEŞİM


Amerikan toplumu türdeş değil, çeşitli gruplardan oluşmuş çoğulcu bir nitelik taşır. ABD’nin, bütün uluslardan ve kültürlerden gelen insanların bir araya gelerek “Amerikalılar”ın oluşmasını sağlayan büyük bir “eritme potası” olduğu inancı, birçok yönüyle gerçeği yansıtmaktan uzaktır. 20. yüzyılın ikinci yarısında azınlıklar, özellikle de Siyahlar ve öteki etnik gruplar toplumsal değişimi zorlamak amacıyla örgütlenmeye başlayınca, Amerikan toplumu ulusal nüfusu oluşturan çeşitli etnik ve ırksal grupların özelliklerinin farkına varmaya başlamıştır.

İlk Amerikalılar.


Yaklaşık 1860’a değin ABD nüfusu göreli olarak türdeşti. Büyük çoğunluğu “Beyaz, Anglosakson, Protestan” idi (WASP) ve bunların da çoğu İngiltere’ den gelmişti. 1820-60 arasında Amerika’ya ayak basan 5 milyon Avrupalı göçmenin onda dokuzu İngiliz, İrlandalI ya da Alınandı. Bazı Katolik İrlandalIlar dışında, bu ilk göçmenlerin çoğu İngiliz Protestanlığı tarafından kolayca özümlendi. Ne var ki, İç Savaş’tan sonra İtalya, Balkanlar, Polonya ve Rusya gibi Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinden de çok sayıda göçmen Amerika’ya gelmeye başladı. 1860’tan 1920’ye değin 30 milyon yeni göçmen Amerikan kentlerini istila etti. Göçmenler kendi mahallelerini kurdular, kendi etnik derneklerini, kulüplerini, gazetelerini ve tiyatrolarını hızla geliştirdiler. Bu grupların yaşadıkları yerlerde belirgin kültürel ve toplumsal farklılıklar gösteren bölgeler ortaya çıktı. Göçmenler ayrı mahallelerde yaşamakla birlikte Amerikan yaşamının dışında kalmadılar; aralarından zekâ ve yetenekleri ile sivrilenler başarıya ulaştı. Ama Amerikan toplumsal düzenine her zaman “Yankee”ler egemen oldu.

Beyaz etnik gruplar.


Bu deyim, 1970’lerin başında Polonya, İtalya, Litvanya, Bohemya, Slovakya asıllılar gibi, çoğunluğu ABD’nin Ortabatı ve Kuzey kentlerinde yaşayan Amerikalılar için kullanılmaya başlandı. Genellikle orta sınıftan olan bu grupların çoğu Katoliktir. Çalışanların çoğunluğunu sanayi işçileri; önemsiz bir bölümünü ise büro işlerinde çalışanlar oluşturur. Beyaz etnik gruplardan birçoğunun yaşadığı mahallelerin kökeni, göçmenler tarafından kurulmuş olan ve “Küçük İtalya”, “Polonya Tepeleri” gibi adlarla anılan yerlere dayanır. Aralarındaki güçlü etnik bağlar yaşam biçimlerinde de kendini gösterir. Ama etnik grupların özellikleri yalnızca toplu göç döneminden kalma değildir. Ortak kültürel miras yanında, Amerika’daki yaşamlarında karşı karşıya kaldıkları sorunlara, ortak çıkarlara ve gereksinimlere göre de biçimlenmiştir. Bu gruplar kentlerin iç bölümlerinde yaşamakta, yüksek suç oranlarından, kötüleşen belediye hizmetlerinden, eğitimin niteliğinin düşmesinden ve kentlerdeki huzursuzluklardan etkilenmekte, işlerinin ve mahallelerinin başka azınlık grupları tarafından ellerinden alınmasından da korkmaktadır. Ne zengin ne de yoksul sayılabilecek olan beyaz etnik nüfus, satınalma gücünün enflasyon ve artan vergilerle azalmasını kaygıyla izlemektedir.

20. yüzyılın ikinci yarısında beyaz etnik gruplar seslerini duyurmaya başlayınca, kamuoyu kentli etnik azınlıkların sorunlarının ve kaygılarının farkına vardı. Azınlıkların, “ırkçı” ya da “eğitilmemiş” insanlar olarak görülmesinden ve küçümsenmesinden vazgeçildi. Hükümetlerin ya da vakıfların toplumsal yardım programlarının planlanmasına ve yönetimine etnik gruplar da katılmaya başladı. Etnik kimliğin Amerika’ya yabancı ve giderek utanç verici olarak görülmesinden vazgeçildi. Bir etnik gruptan olmak, bir anlamda “meşrulaştı”.

Siyahlar.


1960’ların başında canlılık kazanan Medeni Haklar (Civil Rights) hareketi, Amerikalıların dikkatini tam yurttaş sayılmayan Siyah Amerikalıların üzerine çekti. Hükümetin yoksullara yönelik programlarına, eğitimde, konut edinmede ve iş bulmada ırk ayrımını yasaklayan fırsat eşitliği yasalarına karşın Siyahlar, 20. yüzyılın ikinci yarısında bile toplumun nimetlerinden eşit bir biçimde yararlanamıyordu. Beyazlarla karşılaştırıldığında ortalama gelirleri ve eğitimleri daha düşük, işsizlik oranları ise daha yüksekti. Bununla birlikte, son 20 yıl boyunca Siyah nüfus önemli gelişmeler kaydetti. Siyahların yüksek ücretli işlerdeki payı, gelir düzeyi ve üniversitelere kayıtlı Siyah öğrenci sayısı gözle görülür ölçüde yükseldi.

Medeni Haklar hareketi 1960’ların ortalarından önce, büyük ölçüde bütün ırkları kapsayan bir orta sınıf mücadelesiydi. Özellikle Güney’deki ayrımcı yasaların ve uygulamaların kaldırılması amacıyla, şiddete başvurmadan pasif direnişi savunuyordu. Siyahların ABD yaşamına tamamen katılmasını, toplumla bütünleşmesini sağlamayı amaçlıyordu. Sonradan Kuzey’deki ve Batı’daki kentlerin yoksul kesimlerinden çıkan militanlar için temel amaç ayrılıkçılık oldu. Bu militanlar, Amerikan kültürünü reddederek Afro-Amerikan tarih ve kültüründen, Siyahların gururundan ve ruhundan (soul) söz ettiler. Beyazların elindeki devlet organlarında ve kurulularında ikna yoluyla değişiklik sağlamak yerine, Siyahların özerkliğe kavuşturulmasını ve Siyah toplulukların kendi kendilerini kontrol edebilmesini amaçlıyorlardı. Siyahlara kendi toplulukları üzerinde siyasal denetim gücü verecek örgütleri geliştirmeye yöneldiler. Bu hareketin beyazlar için en ürkütücü yanı, militan Siyahların pasifizmi reddetmeleri ve kendi gettolarında polise karşı kendilerini savunma gereğini dile getirmeleri oldu. Siyahların çoğu şiddete karşı olmakla birlikte, yararlı ve meşru protesto biçimleri olarak gördükleri militan etkinlikleri desteklediler.

İspanyol asıllılar.


İspanyolca soyadı taşıyanlar ABD nüfusunun yüzde 6’sından fazlasını oluşturur. Bunların yarıdan fazlası bir zamanlar Meksika’nın parçası olan topraklarda yaşamış insanların torunlarıdır. Bunların önemli bir bölümü hâlâ Arizona, California, Colorado, New Mexico ve Texas’ta yaşar. İspanyol asıllıların yüzde 15’ini oluşturan Porto Rikolular New York kenti çevresinde toplanmıştır. Miami ve çevresine yerleşmiş olan Kübalı göçmenlerin İspanyol asıllılar içindeki oranı ise yüzde 6’ya yakındır.
İspanyol asıllılar ırk ayrımının olumsuzluklarından Siyahlardan daha az etkilenmiş olmakla birlikte, Siyahlar gibi, genel olarak ekonomik bakımdan ve eğitim düzeyi açısından toplumun gerisinde kalmışlardır. ABD’deki beş İspanyol asıllıdan dördünün bu ülkede ya da Porto Riko’da doğmuş olmasına karşılık, bunların evlerinin yarışında anadil olarak İspanyolca konuşulur. İspanyolca kullanımının sürmesi, İspanyol asıllıları birleştiren bağların güçlülüğünü gösterir. Kuşaklar boyu süren sessizlikten sonra, Meksika asıllı Amerikalılar da Siyahları izleyerek, 20. yüzyılın sonlarına doğru Los Angeles, Denver ve Texas’ın güneyindeki kentlerin çoğunluğu oluşturdukları yörelerinde örgütlenmeye başladılar. Temel amaçları, daha etkin siyasal katılım ve temsil yoluyla daha iyi sağlık, konut ve belediye hizmetlerine kavuşmak, çocukları için daha iyi eğitim olanakları sağlamaktı.

Yerliler.


Amerika’nın, Yerli nüfusu toplumla en az bütünleşmiş gruptur ve Okla- homa, Arizona, New Mexico, California ve Kuzey Carolina’da yoğunlaşmıştır. Bugün Yerlilerin yarıdan çoğunun yaşadığı yerleştirme kampları (reservation), genellikle derin bir yoksulluk ve toplumsal sıkıntı odağıdır. Bir Yerli ailesinin ortalama geliri, ulusal ortalamanın çok altındadır. Ayrıca, aileler daha kalabalık olduğundan Yerlilerin çoğu yaşamını yoksulluk düzeyinde sürdürmektedir. Yerli çocuklarının çoğu liseyi bitirememektedir. Bitirenlerin pek çoğu da ulusal ortalamadan büyük yaşlardadır. Standardın altındaki sağlıksız ve kalabalık evler, veremden ve dizanteriden ölüm oranlarının yüksek olmasına yol açmaktadır.

Yerlilerin veremden ölüm oranı ülke ortalamasının altı, dizanteriden ölüm oranı ise iki katıdır. Yerli nüfus içinde bebek ölüm oranı ulusal ortalamanın üzerindedir ve Yerliler nüfusun geri kalan bölümüne oranla daha genç yaşta ölmektedir. Kampların fiziksel ve toplumsal kopukluğu, Yerlilerin ABD yaşamına katılmalarını güçleştirir. Buralardaki yoksulluk ve çaresizlik nedeniyle pek çok Yerli büyük kentlere göç etmekte, ama böyle bir yaşam için hazırlıksız olduklarından, sonuçta aileler dağılmakta, alkolizm ve intiharlar artmaktadır.

Uzakdoğulular.


ABD’nin Uzakdoğulu nüfusu içinde ilk sıraları Japonlar, Çinliler ve Filipinliler alır. Bunların büyük çoğunluğu California ve Hawaii’deki kentlerde yaşar ve buralarda öbür etnik gruplar gibi kendi mahallelerini kurmuşlardır. Bunların en tanınmışı, San Francisco’daki Çin Mahallesidir. Uzakdoğulu etnik gruplar “sorunlu bir azınlık” değildir. Güçlü aile bağları, kültürleri, otoriteye saygı ve eğitime verdikleri önem bu grupların ABD’de başarılı olmalarını sağlamıştır. II. Dünya Savaşı sırasındaki ırk ayrımına ve toplamalara karşın pek çok Japon asıllı Amerikalı eğitim ve çalışma alanında beyazlara oranla daha yüksek düzeylere ulaşmıştır.

DİNSEL GRUPLAR.


ABD nüfusunun yaklaşık yüzde 53’ü Protestan, yüzde 26’sı Katolik, yüzde 8 kadarı da öbür Hıristiyan kiliselerine bağlıdır. Yahudiler gibi Müslümanlar da nüfusun yaklaşık yüzde 2’sini oluşturur; dindışı ya da tanrıtanımazların oranı ise yüzde 8 dolayındadır. Ülkedeki 10 kiliseden 9’u Protestanlara aittir. Baptistler, Metodistler, Lutherciler ve İsa’nın Kilisesi mensupları en büyük Protestan gruplardır. ABD’de 1.200’ün üzerinde cemaat vardır. Bunlardan bir bölümü tümüyle ABD’ye özgü dinsel gruplardır.

GÖÇ.


I. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1924 yılında çıkarılan Göç Yasası’nın yıllık göç kotaları belirlemesi, ABD’ye toplu göç çağını kapattı. Yıllık kota 1929 yılında 150.000 olarak belirlendi. Göç Yasası, ulusal göç politikasını 1968’e değin yönlendirmiş olan “ulusal köken” sistemini kurdu. Buna göre, 1920 yılında ABD’de yaşamakta olan insanların ulusal kökenleri göz önüne alınarak her ülke için kotalar saptanıyordu. Getirilen kotalar, Güneydoğu Avrupa’dan göçmen akınım kesin bir biçimde azalttı ve göçü Kuzeybatı AvrupalIlar lehine düzenledi. Bu sistemde, Birleşik Krallık, İrlanda ve Almanya’ya göç kotasının yüzde 70’inden fazlası ayrılmıştı. Ama bu uluslara ayrılan göçmen kotaları pek dolmuyordu. Kota sistemi Aralık 1965’te liberalleştirildi. 1968’de ise “ilk gelen yerleşir” politikası bu sistemin yerini aldı.

Batı Yarıküre dışındaki ülkeler için yıllık 170.000 göçmen vizesi tavanı belirlendi. Her ulus en fazla 20.000 göçmenlik bir hakka sahipti. Batı Yarıküre’ den olanlar için ise 120.000 göçmenlik bir tavan kondu. Bu yeni politika göç kalıplarını tümüyle değiştirdi. 1965’te ABD’ye göçmen göndermede Meksika, Kanada ve Birleşik Krallık ilk üç sırayı alıyordu. Yeni düzenleme sonucunda son iki ülkenin yerini başkaları aldı. 1986’da çikarılan bir yasayla, kaçak olarak ABD’de bulunanlar için af getirildi. 1968’de “ulusal köken” sistemi sona erdiği ve artık ailelerin birleşmesine öncelik verildiği için, yakın dönemlerde gelen göçmenler, özellikle de Asya kökenliler yeni durumdan olumlu biçimde etkilendiler. Buna karşılık Avrupa kökenliler üzerindeki etki olumsuz oldu.

kaynak: Ana Britannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 12 Ekim 2016 00:47